Öykü ve
roman yazarı. 25 Ekim 1971, Strasbourg / Fransa doğumlu. Babası sosyal psikolog
ve akademisyen Nuri Bilgin, annesi diplomat Şafak Atayman’dır. Annesinin ismin
soyadı olarak kullandı. Çocukluğunu ve gençliğini Ankara, Madrid, Amman,
Köln, İstanbul, Boston, Michigan ve Arizona´da geçirdi. İlköğrenimini Madrid’de, liseyi Ankara Atatürk Anadolu Lisesi’nde
tamamladı. Orta Doğu Teknik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunu. Aynı
üniversitenin Kadın Çalışmaları Bölümü’nde yüksek lisans, Siyaset Bilimi Bölümünde
de doktora yaptı. “Bektaşi ve Mevlevi Düşüncesinde Kadınsılık-Döngüsellik”
konulu yüksek lisans tezi Sosyal Bilimler Derneği’nce ödüllendirildi.
Çalışmalarını İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümünde
araştırma görevlisi olarak sürdürdü. ABD’de Michigan Üniversitesi’nde
Ortadoğu’da Marjinal Kimlikler ile Kadın ve edebiyat dersleri verdi. Ayrıca
Arizona Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı.
Bir süre E
dergisindeki “e hali” adlı köşesinde denemeleri yayımlandı. Zaman gazetesinin
Turkuaz ekinde yazdı. Sonrasında Habertürk gazetesinde ve gazetenin
Pazar ekinde yazıları yayımlandı. İngilizce olarak kaleme aldığı bazı romanları
Türkçeye çevrilerek yayımlandı, bu nedenle de eleştirildi. 2006 yılında
yayımlanan Türk-Ermeni ilişkilerini incelediği Baba ve Piç romanında Türklüğe hakaret ettiği gerekçesiyle
yargılandı, suçun yasal unsurlarının oluşmadığı ve delil olmadığı için beraat
etti. 1998 yılında Pinhan romanı ile Mevlâna Büyük Ödülünü, 2000 yılında
Mahrem adlı kitabıyla Türkiye Yazarlar Birliği Roman Ödülünü aldı.
Ardından her ikisi de çok satan ve geniş bir okur kesimine ulaşan Bit Palas (2002) ve İngilizce kaleme aldığı Araf (2004) yayımlandı. Med-Cezir´de (2005) kadınlık, kimlik, kültürel bölünme, dil ve edebiyat konulu yazılarını topladı. 2006´da senenin en çok okunan kitabı olan Baba ve Piç yayımlandı. Ardından aylarca satış listelerinden inmeyen ilk otobiyografik kitabı Siyah Süt´ü yazdı. Doğan Kitapçılık tarafından 2009 martında yayımlanan Aşk Türk yayıncılık dünyasında önemli bir rekora imza atarak, en kısa sürede en çok satan roman oldu. Tüm eserlerinden seçkiler niteliğinde olan Kâğıt Helva Aralık 2009´da yine Doğan Kitapçılık tarafından yayımlandı.
Eserleri otuz dile çevrilen Elif Şafak´ın romanları dünyanın en önemli yayınevlerinden Farrar, Straus and Giroux, Viking ve Penguin tarafından yayımlanmaktadır.
Periyodik yazıları pazar günleri Habertürk Gazetesi Pazar ekinde, perşembe günü Habertürk Gazetesinde yayımlanıyor.
2005
yılında Referans gazetesi genel yayın
yönetmeni Eyüp Can Sağlık ile evlenen Elif Şafak, Şehrazat Zelda ve Emir Zahir
isimli iki çocuk annesidir.
“Elif
Şafak ın üçüncü romanı Mahrem geçen ay Metis Yayınları ndan çıktı. Mahrem de de
iç içe geçmiş bir kurgulama var. Belli ki yazarımız, çok uğraşmış. Basit ve
sıradan olanı değil, güç olanı çözmeye yönelmiş. Hikâye anlatma düzleminde bir
önceki romanı gibi geleneğe el uzatıyor. Sözcük düzlemindeki dilin bilinçli
kullanımı yine biçemin ana özelliği olarak karşımıza çıkıyor.
“ Mahrem i okuduktan sonra bir
de bu gözle Cihangir i dolaştım. Bazı göstergeleri tam bulamadığımı da itiraf
edeyim. Örneğin Hayalifener Apartmanı nı; gerçi bulmam da şart değil ya...
Cihangir ve göstergeleri benim saptamam. Bir başka okurun farklı olabilir.
Yazarınki de bir başka olabilir; ya da tüm bunlar bir başka semt için de
geçerli olabilir. Ama yanıldığımı hiç sanmıyorum!
“Şehrin Aynaları ndaki lanetlenme, bu kez de karşımıza bir başka
boyutuyla çıkıyor. Bunları romanın sürprizleri olarak okura bırakıyorum. Kadın
ile erkek arasındaki ilişkiyi, bir önceki romanda olduğu gibi, modern anlatının
evrenini parçalayarak, belki de tersyüz ederek ya da alışılmadık bir biçimde
sunarak diyelim, yine bir karnaval dünyasının/evreninin içine oturtuyor.
“Elif Şafak, iki romanından anlaşıldığına göre kolay kolay vazgeçemeyeceği ve romanımızda pek görülmeyen karnavallaştırma, karnaval dünyası (evreni, atmosferi) oluşturma ile biçeminin ana öğesi olan, en eski anlatı metinlerinden, Dede Korkutlardan, Binbir Gece Masalları ndan uzanıp gelen hikâyeci özellikleriyle öne çıkıyor.” (Atilla Birkiye)
“Her
şeyden önce Elif Şafak’ın hikâye anlatmayı bildiğini teslim etmek gerek. Ama bu
zaten ilk kitabından beri başardığı bir şey. Bu yanıyla da diğer birçok “yeni”
yazardan ayrılıyor.
“Üstelik
dildeki oyuncakların azaltılmasının bu kitapta gördüğümüz bir başka faydası da
bunlara harcanan enerjinin daha inandırıcı ve gerçek tiplemelere doğru yol
alınmasına verilmiş olması. Böylece bu kitabın tiplemeleri daha inandırıcı ve
yerini dolduran birileri haline gelmiş durumda. Fena bir gelişme değil doğrusu.
Kuşkusuz bu gelişmelerin okurun aklına getirdiği ilk şeylerden biri de Elif
Şafak’ın çalışkan bir yazar olduğu, yazının esin perileriyle geldikçe yazılan
bir şey değil de oturup çalışılacak bir şey olduğuna inanan bir yazar olduğu.
Duygusal boşalmalarla kaleme kâğıda sarılanların alabildiğine arttığı günlerde
böyle bir tavırla karşılaşmak da ayrıca sevindirici.” (Sırma Köksal)
ESERLERİ:
ÖYKÜ: Kem
Gözlere Anadolu (1994).
ROMAN: Pinhan
(1997), Şehrin Aynaları (1999), Mahrem (1999), Bit Palas (2002),
Araf (2004), Beşpeşe (Murathan Mungan, Celil
Oker, Pınar Kür, Bülent Erkmen, Faruk Ulay’la, 2004), Baba ve Piç (2006),
Siyah Süt (2007), Aşk (2009), Kağıt Helva (2010), Firarperest
(2010), İskender (2011, İngilizcesi
Honour, 2013), Şemspare (2012), Ustam ve Ben (2013), Havva'nın Üç Kızı (2016).
DENEME: Med-Cezir
(2005).
ÇOCUK
ÖYKÜSÜ: Sakız Sardunya (2014).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Elif Şafak / Sylvia Plath
Türk Olsaydı (Radikal, 14.09.2003), Atilla Birkiye / “Karnaval dünyası na yol
alış” (Cumhuriyet, 28 Kasım 2000), Feridun Andaç /
Hikâye Anlatmayı Bilen Bir Yazar Elif Şafak (Cumhuriyet Kitap, 11.7.2002),
Hasan Öztoprak / E Dergisi (Nisan 2002), Sema Arslan / Milliyet Sanat (Haziran
2004), Söyleşi (Varlık Kitap, Mayıs 2004), Asuman Kafaoğlu-Büke / Yazarın 24
Saati (Cumhuriyet Kitap, 13.1.2005), Elif Şafak / Ebedi Edebiyatçının 5
Yüzü (Radikal, 27.05.2006), Ayşe Yaşa / “Bebeklerim
Kalemime Bilgelik Kattı” (Yeni Şafak gazetesi, söyleşi, 24. 09. 2008), Müge
Akgün / Aşk (Referans, 16.05.2009), Elif
Şafak: Bir Türk Yazar Politikadan Uzak Duramaz (Röportaj: Elif Aktuğ röportajı,
Akşam, 01 Temmuz 2012, Pazar), Biyografi (elifsafak.us, 25.06.2017).
“Rüyamda
bir uçan balon görüyordum. Gıpgri gökyüzündeydi, bembeyaz bulutların arasında,
sapsarı güneşin gölgesinde. Ben çatıya çıkmıştım. Aşağıdan uçan balona
bakıyordum ki, şiddetli bir rüzgâr çıktı aniden. Aniden çıkan rüzgârın şiddetiyle
sarsıldık hep birden. Simsiyah tozlar havalandı yerden. Uçan balon hızla
sürükleniyordu. Onu gözden yitirmemek için vargücümle koşuyordum çatıların üzerinde.
Ben koştukça kiremitler yuvarlanıyordu aşağıya. Eğilip baktım kiremitlerin
düştüğü yere. Aşağıda, şehrin caddeleri ışıl ısıldı ve kalabalık. Yollara
yuvarlanan kiremitler yüzünden arabalar kaza yapmıştı. Cart kırmızı, gıcır
gıcır bir araba öfkeyle soluyordu yolun ortasında. On camını çatlatmıştı
kiremitler. Çatlağın üzerine kocaman bir örümcek ağ kurmuştu. Değdikleri yere
yapışan incecik, şeffaf İplikler uçuşuyordu etrafta. Arabanın sahibi beni
arıyordu, aradığının ben olduğumu bilmeden. Gözünün önündeydim ama benden
şüphelenmiyordu.
Bembeyaz
kar yağıyordu simsiyah tozların üzerine. Kaldırımdan yürümeye başladım.
İpliklere basmamak için gayet yavaş yürüyordum. Birdenbire ayaklarıma takıldı
gözlerim. Ayaklarımda kuş desenli yün patikler vardı. Evden çıkarken
ayakkabılarımı giymeyi unutmuş olmalıydım. Utandım. Kimse görmeden, bir
yerlerden ayakkabı bulmalıydım. Mağazaların vitrinleri cıvıl cıvıldı. Bale
pabuçları, içi kürklü çizmeler, sandaletler, bağcıklı botlar, ince topuklu
kadın ayakkabıları, yumurta topuklu erkek ayakkabıları, cicili bicili çocuk
ayakkabıları vardı vitrinlerde. Neli oldukları yazıyordu etiketlerinde. Bütün
ayakkabılar dondurmadan yapılmıştı. Büyük mağazalardan birine girip,
vitrindeki karışık meyveli botları satın aldım. Çıktığımda, ön camı çatlamış
arabanın sahibi gözlerini kısmış, dikkatle beni süzüyordu. Parmaklarımın ucuna
basa basa geçtim önünden. Peşimden gelmedi. Kaldırımı döndüğümde, uçan balonu
gördüm sapsarı güneşin gölgesinde. Gönülsüzce kıpırdadı yerinden. O çekilir
çekilmez, sapsarı güneş açığa çıktı. Korkuyla baktım yeni ayakkabılarıma. Damla
damla, damla damla...”
“Ya anne yaa, şuna bi şey söyle!”
Dizimin
acısıyla sıçradım. Gene uyuyakalmıştım, gene olmadık bir yerde. Ter içindeydim.
Toparlanmaya çalışırken, burnuma çalındı terimin kokusu. Başkalarının da kokuyu
alıp almadığını anlamak için etrafıma bakındım. Minibüsteydim. Bindiğimde
benden başka kimse yoktu. Öğleden sonra bu saatlerde bu istikamete giden pek
nadir olduğundan, minibüsün kolay kolay dolmayacağını, dolmadan da kalkmayacağını
biliyordum. O rahatlıkla uyuyakalmışım. Zaten öğlen yemeğini abarttığım
yetmezmiş gibi, birde üstüne iki porsiyon kazandibini cila çekince, adım atacak
halim kalmamıştı. Epey uyumuş olmalıyım. Minibüs tamamen dolmuş. Bir kişi
eksik sadece. O da gelsin, yola koyulacağız.
Yanımdaki
kadın göz ucuyla beni izliyor. Muhtemelen ter kokusunun farkında. Kucağındaki
kız çocuğunun, rengi ağdalanmış çilek reçelini andıran ayakkabısının pirinç
tokası hâlâ dizime batıyor. Çocuğun bunu bilerek yaptığından şüphem yok. Sırf
beni uyandırmak için, uyanayım da kenara kayayım diye. “Ya anne yaa, şuna bi
şey söyle!” diye cırlayan da o. Gerçi ben de uyku rehavetiyle iyice yayılmışım.
Derhal toparlanmalıyım. Bacaklarımı bitiştirip, pencereye yanaşıyorum. Sırt
çantamı yan taraftan alıp, kucağıma koyuyorum. Çantayı kaldırınca, altından, baharatlı
sarı leblebilerle dolu kesekâğıdı çıkıyor. Minibüs dolana kadar atıştırmak
için almıştım, unutmuşum. Kesekâğıdım da kaldırınca, epeyce yer açılıyor
onlara. Gene de memnun değiller. Bilhassa kadın, bir türlü rahat edemediğini
gösteren abartılı hareketler yapıyor; bir sağ bacağı bir sol bacağı üste gelecek
şekilde sık sık bacak bacak üstüne atıyor; haşır huşur sesler çıkartarak
poşetlerini dizlerinin kâh altına, kâh üzerine yerleştiriyor; sanki bir yere
gitmesi kabilmiş gibi “gel evladım” diyerek kucağında oturan çocuğu göğsüne
bastırıyor; dönüp dönüp, endişeli gözlerle sağında kalan daracık boşluğa
bakıyor ve bütün bunları yaparken durmadan oflayıp pofluyor. Böylelerini iyi
tanırım. Niye böyle davrandıklarını bilirim. Alışkınım. Böyle şeyler sık sık
başıma gelir.
Tabii en
iyisi taksiye binmek benim için, ya da boş bir otobüs yakalamak. Ama her yere
taksiyle gitmek bütçemi aşar; otobüsleri boş bulmaksa, malûm, pek mümkün
olmuyor. Zaman zaman, bineceğim otobüsün ilk durağına taksiyle gidiyorum. Ama
her güzergâh buna elvermiyor. Eğer kalabalıksa, nadiren biniyorum otobüse.
Zira ne zaman o yüksek basamakları hırıltılar arasında çıkıp, tıklım tıklım
koridorda itiş kakış kendime yer açmak zorunda kalsam, bin pişman oluyorum
bindiğime. İçimden bir ses derhal otobüsten inmemi, eve dönmemi söylüyor. Ne
mümkün. Şoförün şirret talimatlarıyla arkalara doğru ilerleyen kalabalığın
akıntısı beni çıkıştan, çıkışı benden uzaklaştırmakta gecikmiyor. Baktım ki
kurtulamıyorum, hiç olmazsa gözlerle karşılaşmamaya çalışıyorum; merakla beni
inceleyip, birbirlerine beni gösteren gözlerle. Yer veren çok oluyor gerçi.
Ama bu işimi kolaylaştırmıyor. Ateş basıyor yüzümü her seferinde. Ter içinde
zar zor oturuyorum boşalan yere. Zaten ben böyle anlarda hep terlerim. ister
yaz olsun, ister kış, azıcık sıkılmayagöreyim, buz gibi soğuk terler boşalır
sırtımdan. Yerime oturur oturmaz, eğer iki kişilik koltuktaysam yandakine, tek
kişilik koltuktaysam ayaktakilere değmemek için azami gayret sarf ettiğimden,
baston yutmuşa benzerim. Bir yandan da, etrafımdakilerin ter kokusunu alıp
almadıklarını anlamaya çalışırım. Hoş, alsalar da almasalar da elimden bir şey
gelmez. Zaten ne zaman terlememeye gayret etsem, daha beter terlerim. Pencere
kenarlarını severim. Pencereler sayesinde, varlığımın fazlasıyla farkında olan
otobüs yolcularını değil, benden tamamen bihaber olan dışarıdakileri seyrede
seyrede yolculuk edebilirim.
Bazen de kimse yer vermez. Bazen camlara yaklaşmak da mümkün
olmaz. İşte o zaman, gövdemi abluka altına alan bakışlardan kaçabilmek,
pürdikkat beni süzenlerin akıllarından geçenleri tahmin etmek durumunda
kalmamak için, ineceğim durağa gelene kadar rahat rahat, boş boş bakabileceğim
bir nokta ararım. Kafaların arasından görebildiğim kadarıyla pencerelerin dışı,
yolcuların ayakkabıları, bacaklar arasına sıkışmış alışveriş torbaları,
birilerinin ellerindeki kitapların kapakları, otobüsün uyarı levhaları,
otomatik kapının düğmeleri, acil durumlarda kullanılacak çekiçler, katlanmış
gazeteler, asacakları kavrayan ellerdeki yüzükler... işte bunlardır
seçeneklerim. İçlerinden birini seçer ve ineceğim durağa gelene kadar gözlerimi
ondan bir saniye bile ayırmadan yolculuk ederim. İster oturarak, ister ayakta
olsun, bir hayli zordur benim için otobüsle bir yerden bir yere gitmek. Ama
benim kadar şişmansanız eğer, minibüsler, otobüslerden daha da beterdir. (…)
(Mahrem, 2000)
EBEDİ EDEBİYATÇININ 5 YÜZÜ
ELİF ŞAFAK
Edebiyatın değil ama edebiyatçı-nın beş ayrı yüzü var. İç içe geçmiş, sınırları erimiş, öyle ki artık yüzey olmaktan çıkıp, deriye ve derine işlemiş beş ayrı maske. Ne zaman hangi maske geçer öne, ne zaman hangisi saklanır geride perde perde, tayin etmek zor. Kim bilebilir şu anda hangi yüzümüzü takındığımızı biz bile bilemedikten sonra? Eşlerimiz, sevgililerimiz, hatta ve hatta terapistlerimiz dahi ayırt edemez çoğu zaman bir yüzümüzü berikinden.
Kibir
Edebiyatçının birinci yüzü kibir yüzü. Kulağa ne kadar nahoş gelse de, kibrin simyası kaçınılmaz olarak karışır yazının mürekkebine. Yazara kibir gerekli, günde üç öğün damla damla. Zehir ve panzehir saklı aynı maddede. Ölçüye dikkat! Kaçırınca başlarsın zehirlenmeye. Lakin kibir tadına doyulmaz bir iptila, illa ki bir şişesi hazır olacak yanıbaşında. İçten içe inanacaksın yazdığın kitabın pek bir matah, son derece özel olduğuna, inanacaksın ki yazmayı sürdürebilesin aylar ve seneler boyu. Yoksa nasıl kapanabilirsin kendi küçük odana, asosyal kavanozuna, yoksa nasıl deşebilirsin zihninin içini? Didin-çalış-yaz-sil-yaz tekrar-gene sil baştan... İnşa et kelime kelime. Kimselere söylemesen de bu küstahça zannı, sen kendi kendine inanacaksın pek bir yetenekli ve başkalarından farklı olduğuna. Şişireceksin egonu, inanacaksın ki daha evvel yapılmamış, hiç mi hiç başarılmamış bir eseri satır satır biçimlendirmekte olduğuna, oyalayacaksın ki kendini tüm bu kibirli yalanlarla, devam edebilesin yola.
Korku
Edebiyatçının ikinci yüzü korku yüzü. Derinde bir yerlerde saklanmış ama açılmayı bekleyen mühürlü bir mektup gibi ölüm korkusu. Yazarlar ölümden ölesiye korkan insanlardır. Yazarlar faniliklerini kabullenmekte zorlanırlar. Beşir Fuad ın yarı müstehzi, yarı hüzünlü bir edayla sorduğu o malum soruyu mümkün mertebe kendilerine sormaktan kaçınırlar. "Peki ya sonrası?.. Sonrası... Hiç." Yazarların kara listesindedir bu meşum kelime, edebiyat sahasında var olmayı, isim yapmayı arzulayanlar HİÇ e dayanamazlar. Neyzen Tevfik, ruhu şad olsun, ürkmeden yapar bunu ama edebiyatçı yapamaz göğsüne koskoca bir HİÇ yaftası asıp dosdoğru kameraya bakmayı. Edebiyatçılar, tam tersine, ellerinde olsa hepten silecekler bu kelimeyi sözlüklerden; yeter ki bir şeyler kalsın onlardan geriye, sonraki kuşaklara, bir iz, bir hikâye, bir kitap, bir külliyat. Hepsi sırf Ben buradaydım diyebilmek için. İlla ki bir başkaldırı faniliğe.
Keder
Edebiyatçının üçüncü yüzü keder yüzü. Ne kadar kabiliyetli yahut keyifli olursan ol, peşini bırakmayan bir ince keder, gölge gibi adım adım ensende. Ne çok satmak, ne ünlenmek, ne başka dillere çevrilmek, ne sevilmek, ne yerilmek... Hiçbirinin sızamadığı bir zırh gibi keder denilen. Anlayamazsın bir türlü, ne zaman nerede, ömrü hayatının hangi deminde, çocukluğunda mı gençliğinde mi, daha dün mü yoksa seneler evvel mi, sahi ne vakit bu kadar incinmişsin? Bu kadar mı yaralısın özünde? Bu kadar mı sırça yüreğin, kırılmışsın, haberin yok. Parmak uçlarında kesikler, dokundukça kendine, ellerin kan içinde...
Kararlılık
Edebiyatçının dördüncü yüzü kararlılık yüzü. Yaşamın direnci başka, yazının direnci başka. Yaşam bir esintide bükebilir belini. Sen ne kadar direnirsen diren. En derin aşklar bile biter, sevgilin terk eder, en yakın dostun ihanet eder, işler ters gider, rüzgâr yanlış yerden eser, hayat denilen seyrüsefer irili ufaklı engebe, beklenmedik tuzaklara gebe. Ne gam. Yazının direnci başka yerde saklı. Yazdıkça yazmayı öğrenirsin. Yazdıkça kararlılaşırsın. Kol gücüyle çalışan bir işçiyle paylaştığın bir ortak alan olduğunu fark edersin: Emek. Yazının kabiliyetten ziyade kararlılıktan beslendiğini anladığın an, artar kendine ve mürekkebine olan güvenin. Daha çok emek sarf ederek, daha azimli, daha kararlı yazarsın.
Kayıp
Edebiyatçının beşinci yüzü kayıp yüzü. Dışarıdan pek bir sağlam ya da muktedir, şöyle üretken, böyle başarılı görünen edebiyatçılar dahi, bir uçurumun kıyısında durmuş uğuldayan rüzgâra kulak verir gibi, durmadan duyarlar kayıpların sesini. Her şey bir bedel ödeterek oluşur hayatta. Attığın her adım, edindiğin her kazanım, yazdığın her kitap bir yerlerde bıraktığın bir boşluğa tekabül eder. Kayıp hissi, bir türlü kanaması durmayan bir yara gibi etinde. Sızar ince ince. Ne yazarsan yaz, ne kadar satarsan sat, ne olursan ol, kapanmayan bir gedik ruhunun derinlerinde. Bilirsin ki kaybettiğin o şey her neyse gelmeyecek bir daha. Telafisi münkün olmayan kayıp duygusu edebiyatçının beşinci yüzü, hakkında konuşulması en zor olan yüzü.
Edebiyatın değil ama edebiyatçının beş ayrı yüzü var. Ne zaman hangi maske geçer öne, ne zaman hangisi saklanır geride perde perde, tayin etmek zor.
KAYNAK: Ebedi Edebiyatçının 5 Yüzü (Radikal, 27.05.2006).
SYLVİA PLATH TÜRK OLSAYDI
ELİF ŞAFAK
Sonbaharla beraber Sylvia Plath in ölüm değil, 71. doğum günü de yaklaşıyor hafiften. Amerikan üniversitelerinde, İngiliz edebiyatından kadın çalışmalarına çeşitli bölümlerin koridorlarında panoları süslemeye başladı bile Plath in objektife bakmayan dalgın fotoğrafları. Her ne kadar bizim dersimizin başlığı "Ortadoğu da Kadın ve Edebiyat" olsa da, öğrenciler Plath i anmak için nasıl bir program tertip etmeyi düşündüğümü sordular bu sabah. Kendimi Hababam Sınıfı nda, bir önceki hocanın bıraktığı şöhretten gocunan Şakir Öğretmen gibi hissederek sordum ben de: "Ne yapıyordunuz ki şimdiye kadar?" "Plath in hayatını okuyup, şiirlerinden örnekler seslendirip, Hughes meselesini konuşuyorduk" diye geldi beklenen cevap.
Amerikan feministleri ve feminizmleri senebesene tekrar tekrar konuşa konuşa bitiremedi şu "Hughes meselesi"ni. Şimdiden bu mevzuya demir atan makaleler boy gösterirken alternatif muhalif basında, piyasaya da yeni yeni kitaplar çıkmakta aynı konuda, tabii eğer hâlâ Plath-Hughes özel hayatında deşilmedik bir şeyler kaldıysa. Bir de tiyatro oyunu dolaşımda bugünlerde. Provokatif bir soru da beraberinde: "Yaratıcı sanatçı kadınlar niçin kendilerini ezmeye kalkacağı gayet aşikâr olan erkeklere kaptırırlar gönüllerini?" Oyunun bir aşamasında Sylvia Plath kılığındaki oyuncu, seyircilere dönerek şu açıklamayı yapıyor Hughes hakkında: "Bu adam bir Nazi, insan kılığına girmiş bir hayvan, yok etmeye susamış bir canavar. Evlenirsem onunla evleneceğim!" Tiyatrolarda, kitaplarda, makalelerde ve panellerde döne dolaşa aynı soruya takılıyor tartışmacılar: "Plath kapıları süngerleyip canım genzini gazla doldurarak otuzunda intihar mı etti sahiden, yoksa aslında onu senelerdir böyle paralayıp harcayan sözde entellektüel-duyarlı şair ama son tahlilde epi topu bir erkek olan Mr. Hughes tarafından kuruş kuruş harcandı mı?"
Yaşasaydı bu kadar sevilir miydi?
Hughes bu kadar sabıkalı olmasaydı, feminizm tarihinin zifiri listesindeki erkekler sıralamasında daha gerilere düşebilirdi belki. Plath evde çocuklara bakarken, onun "erkek şair dediğin ilhamını ev dışında sürterek bulur" fikrini kendine siar edinmiş olması, Plath öldükten sonra onun tuttuğu ve muhtemelen kendisinden hayırla bahsetmediği günlükleri utanmadan yakmış olması, beraber olduğu kadının yaratıcılığını, zekasını kıskanması, taşıyamaması ve Plath in intiharından beslenerek zengin olması Hughes u aklamayı sağlayacak gibi görünmüyor zaten. Yakın zamanda Plath in kendisi de şair olan kızı Frieda da katıldı aynı suçlamalara: "Annemin kelimelerini benim de para karşılığı satacağımı sanıyorlar. Canavar ağızlarını açmışlar, hazır bekliyorlar yutmak için İntihar Bebeği yaptıkları Sylvia yı."
Eğer Plath yaşasaydı, yaşatsaydı kendini, 71 yaşına basacaktı sonbaharda. Tek göğsünü yedirmiş olacaktı belki kansere, ya da midesini ülsere; en az bir ameliyat, birkaç adet de buhran geçirmiş olacaktı. Yaşasaydı bugünkü gibi sevilmeyecek, sahiplenilmeyecek ve bugünkü kadar okunmayacaktı. Hele bir de Türk olsaydı mesela, 1932 senesinde dünyaya gelmiş, sınıfsal konumu itibarıyla Kemalist bir anne-babanın ülkülerle yetiştirdiği tek kız evlat olarak atılacaktı hayata, iyi bir eğitim alacak, sonra da o iyi eğitimi ile kötü hayatı arasındaki kopuklukları görüp mutsuz olacaktı, öfkelenecekti haksızlıklara, kayıtsız kalmayacaktı, arkadaşlarının vurulduğunu, Denizlerin idamını görecekti ardından, sürgündeki dostlarına şiirler mektuplar yazacak, panzer geçti mi irkilecek, bireysel hüznüne ülkesinin tortulanmış hüzünlerini eklemleyecek, intihardan çok birilerini gırtlaklayıp öldürmenin eşiğinden dönecek, sonra bir gün kendisini en iyi entelektüel-münevver bir Türk erkeğinin anlayabileceğini, yaşamın ve yazının sancılarını paylaşabileceklerini zannederek fani ömrünün hatasını yapacaktı. 1932 den çıkıp yola, 71 yaşına Türkiye de varsaydı Sylvia, hayli sinik ve itimatsız, münzevi ve küfürbaz olacaktı. Ağzında ağızlık, yanmasa da ucunda sigara, nefesinde alkol ve sitem ve yalnızlık kokusu bastırmaya gerek görmediği, çıkacaktı ara sıra Beyoğlu na, yüreği kaldırmayınca Galata dan dönecekti gerisin geri, sonra bir köşede, bir tuğla inecekti kafasına, öyle romantik bir ölüm değil, Türk usulu abuk sabuk yumacaktı gözlerini bu hayata.
1932 den çıkıp yola, 71 yaşına Türkiye de varsaydı Sylvia, hayli sinik ve itimadsız, münzevi ve küfürbaz olacaktı. Ne güzel olacaktı.
KAYNAK: Elif Şafak / Sylvia Plath Türk Olsaydı (Radikal, 14.09.2003).
´AŞK´
MÜGE AKGÜN
Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, göreneklerin kıskaca aldığı insana yoğunlaşıyor.
"Aşk", roman içinde roman. İç içe geçmiş bir kurguyla aşkın kuralları ve aşka varış yolları anlatılıyor. Olaylar çok geniş bir coğrafyada, farklı zaman dilimlerinde geçiyor, farklı kültürleri anlatıyor ve iki farklı düzlemde ilerliyor. Doğu-Batı, gerçek-gerçeküstü, dünyevi aşk-ilahi aşk zıtlıklarını bir potada eritiyor. Farklılıkların birbirini besleyip beslemediğini, varolan çatışmaları, uzlaşmaları sorguluyor.
Kahramanları da Amerikalı Yahudi asıllı ev kadını Ella, Hollanda´da yaşayan İskoç kökenli ateist, sonradan Müslüman olan Aziz A. Zahara, Tebrizli Şems, Konyalı Mevlana, Mevlana ile evlendikten sonra Rum Ortodoksluktan Müslümanlığa geçen Kerra. Hepsi sizi alıp kendi dünyalarına götürüyor.
Elif Şafak, yüzyıllar arası yolculuğuna okuyucuyu da ortak ediyor. "Aşkı ve tekliği" kimi zaman ete kemiğe büründürüyor, kimi zaman uhrevi bir dünyada dolaştırıyor. Kimi zaman Ella, kimi zaman Kerra, kimi zaman Aziz Zahara kimi zaman da Şems´le özdeşleşiyorsunuz.
Ancak Aşk, "Okudum bitti" denilecek türden bir roman değil, okurken de sonradan da üzerinde uzun süre düşündürüyor. Belki de bu yüzden "Aşk" her yaştan, her sosyal gruptan ve inancını farklı düzlemlerde yaşayan insanlar tarafından aynı ilgiyle okunuyor. Kimi romanın edebi, kimi felsefi, kimi de siyasi boyutuna odaklanıyor.
Şafak, "Aşk"ı yazıya dökmeden önce neredeyse on beş yıla yakın bir süre mayalandırmış bu konuyu. Onun için de tasavvuf felsefesinin özünü okuyucuya yalın bir dille aktarabiliyor. Tabii ki bunun arkasında genç yaşta başlayan romancılık yetisi kadar uluslararası ilişkilerde lisans, kadın çalışmalarında yüksek lisans ve siyaset biliminde doktora gibi akademik bir geçmiş de var.
Tezini Bektaşi ve Mevlevilik üzerine yazan Şafak´ın, Pinhan´dan bu yana her romanında kendine küçük de olsa bir yer bulan tasavvuf felsefesi bu kez merkeze oturmuş. Ayrıca, "Aşk" romanının matematiği de çok iyi kurgulanmış. Haziran 2008´de Ella ile Aziz´in yakınlaşmasından Ekim 1244´te Konya´da Rumi ile Şems´in karşılaşmasının gelmesi gibi bölümler arası geçişler, paralel kurguyla verilmiş. Aşk söz konusu olduğunda zaman ve mekân farklılığı anlamını yitiriyor.
Elif Şafak dün ve bugün arasında kurduğu bağlarda ve toplumlardaki farklı düşünce kalıplarını yansıtan insan tiplemelerinde de çok başarılı. Kadının 800 yıldır boğuştuğu sorunların benzerliği de hepimizin üzerinde düşünmesi gerekli bir konu. İlahi aşk, dünyevi aşk boyutuna sınırları kaldıran sanal aşkın katılması da küresel dünyanın bir diğer gerçeğine işaret ediyor.
Aşk, iyi bir roman olmanın ötesinde tasavvufla ilişkisi sınırlı okuyucuya tasavvuf felsefesi hakkında bir ön okuma işlevi de görüyor. Mevlana ile Şems´in aşkının uhrevi mi dünyevi mi tartışmalarını da bambaşka bir boyuta çekiyor. Yüzyıllar boyu haksızlığa uğrayan Şems´i daha yakından tanımamızı sağlıyor.
Bundan 800 yıl önce Mevlana, "Aşk şeriatı bütün dinlerden ayrıdır.Âşıkların şeriatı da Allah´tır, mezhebi de" dese de hâlâ birçokları için şeriat kesilen parmaklar, taşlanan kadınlardır. Elif Şafak bizlere bu romanı sayesinde şeriatın kural, yol, mezhep anlamına geldiğini de hatırlattı.
Ancak, kitabın içinde Aşk Şeriatı´nda yer alan 40 kural tasavvuf felsefesinden beslense de tamamen Elif Şafak´ın hayalgücünün ürünü. Benim için ise kurallardan çok Ella´nın birey olma savaşını kazanması önemli. Sahip olduğumuz değerleri hatırlatan bu kucaklayıcı romanı hâlâ okumadınızsa mutlaka okuyun, eminim seveceksiniz...
KAYNAK: Müge Akgün / Aşk (Referans, 16.05.2009).
ELİF ŞAFAK: BİR TÜRK YAZAR POLİTİKADAN UZAK DURAMAZ
Röportaj: ELİF AKTUĞ
Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek gibi bir lüksü yok´ diyen Elif Şafak, her kadın gibi yaşlanmaktan ve kilo almaktan çekindiğini de anlattı...
Her kitabını büyük bir iştahla okuduğum Elif Şafak ile Habertürk Gazetesi´ndeki köşe yazılarından derlediği ´Şemspare´yi konuştuk. Yazılardan, yazı konularından, roman yazma sancılarından, bir reklam filminde oynaması nedeniyle aldığı eleştirilerden, evliliğinden ve ev kadınlığı hallerinden bahsettik. Kötü bir ev kadını olduğunu samimiyetle paylaşan Şafak, kadınların dünyada dertlerinin aynı olduğunu da söyledi; yaşlanmak ve kilo almak...
M. K. Perker´in çizimleriyle kitabının daha da anlam kazandığını düşünen Elif Şafak, eğitim sisteminin ciddi bir şekilde ele alınması gerektiğinin altını ´çizdi´.
× Okuyucu köşe yazılarınızdan oluşmuş kitabınızla tatmin olacak mı diye
soracağım; çünkü öyle bir noktaya geldi ki kitaplarınız, başka yazarları
beğenmez oldu okuyucunuz.
Teşekkür ediyorum ama bence disiplinli bir şekilde her hafta deneme yazmak romancılara çok şey katıyor. Çünkü romancı tek başına bir kozada yaşıyor. Gerçek hayattan kopma ihtimali var. İçinde yaşadığı toplumdan uzaklaşma ihtimali var. Denemeler bizi zinde tutuyor, dünyada ve memlekette neler olup bitiyor takip etmek gerekiyor. Romanın yeri elbette her zaman apayrı gönlümde ama denemelere de çok değer veriyorum.
YENİ ROMANIM DEMLENİYOR
× Yeni kitabınızı heyecan ve merakla beklemekteyiz, başladınız mı
yazmaya? Yine bir yolculuk var mı ufukta?
Yeni yeni içimde, zihnimde, yüreğimde şekillenen bir hikaye var. Ama çekirdek henüz. Ne çıkar o çekirdekten ben de bilmiyorum ki. ´İskender´ bittikten sonra hemen yeni romana başlamadım. Önce bir kırılan, arızalanan yanlarımı onarmam gerekti, yazarken muhakkak kendimi hırpaladığım için sonra toparlanmam zaman alıyor. Bir de ben yeni bir romana başlamadan evvel bir süre muhakkak durup hayatın seslerini dinliyorum, yeni şeyler okuyor öğreniyorum. O yüzden hemen hızla bir sonraki kitaba odaklanmam; beklerim ki demlensin hikaye.
× Gurbet zor mu gerçekten? Neden ilk öykü oldu; siz de gurbeti
bildiğiniz için mi o aileden bu kadar çok etkilenmiştiniz?
Gurbeti biliyorum evet, çocukluğumdan beri. Çok hasret birikiyor. Yurtdışında birçok Türk ile tanıştım, tanışıyorum, sağ olsun bana hikayelerini anlatıyorlar, bilhassa kadınlar benimle çok şey paylaşıyor. Dertlerini, özlemlerini. Duygulanmamak mümkün değil ki. İngiltere´de gördüğüm o göçmen ailenin hikayesi etkiledi beni, kitabın ilk denemesi onları anlatıyor.
DÜNYA KİTAP GİBİ OKUNMALI
× Gerçek insan öyküsü sizi nasıl etkiliyor, kurgulayarak çok farklı
noktalara gidiyorsunuz, farklı insanları anlatıyorsunuz okuyucuya. Bu anlamda
gerçekler size hangi noktada etkileyici geliyor?
Gerçek insan öyküleri edebiyatçılar için önemli bence. Tabii ki romancının işi son tahlilde hayal kurmak ama hayatın kendisi de bir yazar, hem de çılgın bir yazar ve durmadan hikayeler yazıyor zaten. Bunları da ´okumalı´. Yani ben insanları, toplumları ve hatta dünyayı bir kitap gibi okumayı ya da okumaya çalışmayı seviyorum.
× Kadın ve erkeği anlatan ve aslında öykünün bittiği yerden bambaşka
bir hikayenin çıkabileceği, ´Tutunamayanlar´ bir kitap konusu olabilir mi
acaba? Aslında bu durum bütün hikayelerinizde var, okuyucuya devamını ´Sen
hayal et´ der gibisiniz...
Okuyucuya ´Devamını siz hayal edin´ demeyi seviyorum, çok doğru. Kitaplarımın son sayfası aslında bir kapıdır. Oradan geçen okur kendi kafasında hikayeye yeni sonlar yazar ya da yeni başlangıçlar bulur. Yani tepeden bakıp da her şeyi kontrol ederek anlatmak ve okura öğretmenlik taslamak yerine, okuru da eşit biçimde kitabın parçası olmaya davet ediyorum. Hikayeyi beraber yazıyoruz aslında.
AŞKTA TEREDDÜT OLUR
× Her hikayede varsınız, okuyucu için yazarı tanımanın iyi bir yolu
mudur acaba köşe yazılarını derlemek? Üçüncü öyküde ´Tereddütle inanç ikiz
kardeş olabilir mi´ diyorsunuz Cibran´ın güzelim cümlesine atıfta bulunarak.
Aşkta tereddüt olur mu?
Olmaz mı, bence tereddüt etme kabiliyetini yitirmemek lazım. ´Mütereddit ruhlar´ diyorum ben mesela. Doğrularından yüzde yüz emin olmayan, dogmatik düşünmeyen, farklı açılardan da bakabilen insanlar bunlar. Aşkta da bir parça mütereddit olmakta bir sakınca yok ki. Kendimizden bu kadar emin olmayalım. Belki bir eksiğimiz ya da yanlışımız var, mademki insanız, olacak elbette. Yani tereddüt etmeyi yitirirsek kibir başlar. Kibrin olduğu yerde er ya da geç tahakküm başlar. Tahakkümün olduğu yerde aşk tutunabilir mi?
× Yazdıklarınız için hala tereddüt ettiğiniz olur mu?
Tabii, olmaz mı? Ben çok hırpalarım kendimi yazarken. Bir hafta çalışırım, olmadı derim yeniden başlarım. Tırnaklarımı yolarım. Bazen bir karakterden tereddüt ederim, bazen romanın isminden. Tereddüt etmek bir eser inşa etmenin vazgeçilmez parçası. Bu eser bir film olabilir, bir albüm, bir roman, hep aynı. Hepsinin oluşumunda tereddüt var.
× Hayatın değerini bilmek çok mu zor, insan başına illa kötü bir şey
gelmesini mi beklemeli şükretmek veya öğrenmek için?
Doğamız gereği sürekli yeni şeyler istiyor, elimizdekilerle yetinemiyoruz. Bu bir yanıyla gerekli bir hal. Çünkü böyle olmasa insanlık ilerleyemez. Öte yandan aşırıya kaçarsak bizi mutsuz eden bir duruma dönüşüyor. Neyi seçersek aklımız seçmediğimiz seçenekte kalıyor. Çünkü hiçbir zaman tam anlamıyla takdir etmez oluyoruz. O zaman da içimiz sirkeleşiyor. Biraz da insan yaşı ilerledikçe anlıyor bunları galiba. Keşke daha erken anlayabilsek...
× Yazarken yaşadıklarınızı anlatmıştınız bana önceden, romanı bitirip
de gerçekliğe dönmeyi anlattığınız hikayede bir miktar gerçek hayattan
korktuğunuzu hissettim. Acaba bir miktar ürkek ve çekingen olmanızı buna mı
bağlamalıyım? Ya da gerçekten ürkek ve çekingen misiniz?
Yo, çekingen bir insan olduğumu zannetmiyorum. Genelde sakin ve yapıcı konuşurum ama farklı şeyler bunlar bence. Romana kendimi çok kaptırmışsam gündelik hayata ayak uydurmakta zorlanıyorum. Mesela ben yazarken biri gelip bir şey sorsa, cevap veremediğim, dilimin dönmediği oluyor. Zihnim o anda başka bir yerde, ben başka bir yerdeyim. Bunları anlatmak çok zor insanlara.
× İnsanların birbirlerini anlamamalarını, anlamak için uğraşsalar da
eğilip bükülmeme hallerini anlatmıştınız bir yazıda, acaba neden uzaklaştı
insanlar birbirlerinden? Çok genel bir tanımlama gibi olsa da ben özellikle
büyük şehirlerde bu kopukluğun çok fazla olduğunu düşünüyorum. Edebiyat ve şiir
insanları toparlayabilir mi bu anlamda?
Kopukluk da fazla, önyargılar da. Hiç tanımadığımız kişiler hakkında ileri geri bir sürü fikir üretebiliyor, yargıda bulunabiliyoruz. Bu bana çok sorunlu geliyor. Bilmiyoruz ki biz o insanı, nasıl bir kategoriye koyabiliriz. Türkiye´de yafta yapıştırmak çok kolay. Genellemeler yapmak da öyle. Edebiyatın işi ise genellemelerden, klişelerden ve önyargılardan mümkün mertebe uzak durmak. Bizim işimiz bireye bakmak, insanı anlamak, insanı anlatmak.
DEHANIN YÜZDE 99´U TER
× Dehaya ve yaratıcı zekaya hayranlığınızı her zaman dile
getiriyorsunuz, siz kendinizi ne kadar yaratıcı buluyorsunuz? Sizi övmeleri mi
hoşunuza gidiyor, anlamaları mı?
Edison´un bir sözü var, diyor ki ´Dehanın yüzde 99´u ter, yüzde biri yetenektir´. Yani yaratıcı zekaya çok saygım var ama yaratıcılık bir kas gibi. Kullandıkça gelişiyor, kullanmazsak zayıflıyor. Son tahlilde şu hayatta her şey emek işi, emek vermeden, çaba göstermeden olmuyor.
× Yazar Elif Şafak olarak belki siyasetle ilgilenmeyebilirsiniz ama
köşe yazarı olarak samimiyetle fikirlerinizi paylaşıyorsunuz, savaşla,
Ortadoğu´da yaşananlarla vs. alakalı. Savaş ne ifade ediyor sizin için?
Savaş demek yıkım ve gözyaşı demek. Vicdanın ve umudun erozyonu demek. Bu insanlık tarihi boyunca böyle olmuş. Savaşlar hep acılar ve yıkımlar getirmiş. Ben uluslararası ilişkiler mezunuyum, kadın çalışmaları, siyaset bilimi, kültürel çalışmalar ve Ortadoğu çalışmaları; yani zaten bu alanlarda hep okudum, okuyorum da; düşünüyor ve yazıyorum. Yurtdışı basınına da yazıyorum. Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek gibi bir lüksü de yok zaten. Eğer azıcık umursuyorsak ne oluyor ne bitiyor dünyada, insanlar mutlu, mu mutsuz mu, o zaman kafa yormamız lazım. Ama yeter ki üslup yapıcı, niyet birleştirici olsun.
× Çocukları ve gençleri çok sevdiğinizi biliyorum, acaba çocukları
soktukları bu tuhaf yarış ve ´eğitim sistemi kargaşası acımasızlığı´ nasıl
neticelenir? Anneler de şuurlarını mı kaybetti acaba, nasıl bir gençlik
yetişecek, endişeleriniz var mı?
Sürekli sınav düşünmek çocukları ve gençleri gereksiz yere hırpalıyor. Aynı zamanda yaratıcılığı ve bireysel yetenekleri de törpülüyor. Eğitim üzerine titizlikle kafa yormak gerektiğine inanıyorum ama tartışmaktan bunu yapamıyoruz ki. Araştırmak lazım. Tüm dünyada yeni neslin kendi içlerindeki potansiyel yetenekleri bulması için çalışmalar yapılıyor. Bizde ise çocuklar ve gençler hakkında çalışmalar çok az. Yani gerçekten farklı kesimlerden gençlerimizin ne sorunları var, moralleri nasıl, beklentileri neler, bunları araştırmıyoruz ki.
× Birçok ülkeyi ve kültürü yakından tanıyorsunuz, biz Türk kadınlarının
en büyük yanlışı, hatası veya en iyi özellikleri nedir sizce? Kız kardeş ruhu
neden yakalanamıyor?
Bence biz kadınların en büyük hatası birbirimizin karşısına destek ve anlayışla değil, köstek ve anlayışsızlıkla çıkmamız. Bir de ataerkil sistemden kendimiz bu kadar çok çektiğimiz halde tutup gene ataerkilliğine, devamına katkıda bulunmamız.
× En son yazıda ´vazgeçmek en güzeli´ diyorsunuz. Siz hiç vazgeçtiniz
mi, çöpe giden sayfalar ya da bıraktığınız birileri oldu mu?
Tabii vazgeçtim, sadece çöpe giden sayfalar değil, çöpe giden hikayelerim ve roman kurgularım var. Yazdım yazdım, olmadı; baktım olmuyor, yeniden başladım. Gabriel Garcia Marquez buna çok dikkat eden bir yazar mesela.
PERKER´İN ÇİZGİLERİ MÜTHİŞ
× Çizgiyle ve M. K. Perker ile buluşmanız nasıl oldu, çizgiler yazıyı
anlatır mı?
M. K. Perker ile yollarımızın seneler evvel kesişmiş olmasını bir şans ve zenginlik addediyorum. O, Türkiye´nin dünyaya kazandırdığı en önemli sanatçılarımızdan, çizerlerimizden. ABD´de de takdir görüyor çizimleri, Türkiye´de de. Bazen bir bakıyorum benim iki sayfada anlattığımı o tek bir karede yakalamış. Üstelik tek ve sabit bir stili yok. Birden fazla stil yaratabiliyor kolaylıkla. Yazının ruhuna göre bazen daha gotik, bazen daha naif, bazen daha aydınlık bazen daha karanlık çiziyor. Bu müthiş bir şey.
× Müdahale ettiğiniz çizgi var mı ya da tarif ettiğiniz?
Asla, tersine her hafta saygıyla ve heyecanla bekliyorum yazdığım konuyla ilgili çizimini.
× En çok sevdiğiniz öykü, çizgi hangisi?
Kutlukhan´ın İranlı kadın şair Furug Feruhzad için çizdiği kare müthişti. Keza başka yazarlarla ilgili çizimleri de. ´Annelerimizin Gözünde Ne Zaman Büyürüz?´ yazısını ve çizimini hemen herkes çok sempatik buldu.
TÜM DÜNYADA KADININ DERDİ AYNI!
× ´Kendimi kendimden kıskanıyorum galiba´ demişsiniz bir yazıda, Eyüp
Bey´in (Eşi Eyüp Can) ´Evdeki Elif´i sevmezdi´ diyerek kendinizi acımasızca
eleştirmişsiniz hatta. Gerçekten de kötü bir ev kadını mısınız, yemek yapmayı
bilmiyor musunuz?
Feci bir ev kadınıyım; sofra kurmayı, ev çevirmeyi, misafir ağırlamayı falan bilmem. Hiçbir zaman da bilmedim. Çaba gösteriyorum ama tavşana yetişmeye çalışan kaplumbağa gibi hissediyorum kendimi.
× Tavşan ne oluyor burada?
Tavşan dediğim, ´İdeal kadınlık kültürü´. Ben de peşinden koşuyorum oflaya poflaya. Yetişeyim de yakalayayım şunu diye. Bir türlü kapanmıyor ara.
× Acaba kocanız da aynı endişeyi duyar mıydı, biz kadınlar daha evhamlı
ve detaycıyız galiba... Hayatın bize biçtiği rolleri kabullenemiyor muyuz?
Ama kadınların en iyi yaptığı şeydir kendilerini didiklemek ve detaylara saplanmak. Biz ağaçlara bakmaktan ormanı göremeyiz bazen. Bunu iyi yaparız.
× Peki, kocanızı hiç kıskandınız mı ya da o sizi?
Elbette kıskandığım oldu, olur da. Ama 7 gün 24 saat yapışık ikizler gibi dolaşmayı anlamıyorum. Keza bir kadının kocasının üzerine kavanoz gibi kapanmasını, onun hayatını kuşatmaya kalkmasını da anlamıyorum. Herkesin kendine ait bir alanı olmalı. Kendimize ait bir oda, kendime ait bir dünya, mini minnacık da olsa.
× Kendinizi güzel buluyor musunuz, kimi yazılarınızdaki kadınların
yaşlanmakla, çirkinleşmekle, kırışmakla alakalı endişeleri var; siz hiç
endişelendiniz mi acaba yaşlanınca ne olacak diye?
Tamamen o günkü enerjime ve ruh halime bağlı. Ama ben dünyanın neresine gidersem gideyim, iki konuda kaygılanmayan kadın görmedim daha. Doğu-Batı hiç fark etmez. Kadınların bitmez takıntıları: Bir, kilo. İki, kırışıklık.
REKLAMDA OYNAMAKTAN ÖTÜRÜ PİŞMAN OLMADIM
× Popülerliğiniz kimi zaman eleştirilmenize sebep oluyor, bir reklamda oynadınız ve böylece sizi eleştirmek için fırsat kollayanlara gün doğdu. Rol almaktan ötürü pişman oldunuz mu?
Hayır, pişman olmadım. Bir sürü teklif geliyor, kabul etmiyorum. Titizlikle düşünürüm bir şeyi kabul etmeden evvel. Ben bu reklamın hem mesajını, hem estetiğini sevdim. Bireysel yetenekleri teşvik eden, Türkiye´nin dünyaya nice önemli sanatçı ve önemli sporcu yetiştireceğine inanan bir mesaj var orada. Bence bu güzel bir şey. Eleştirenlere gelince, eleştirinin nasıl yapıldığı önemli. Eleştiri kötü bir şey değil ki, eğer adabıyla üslubuyla yapılırsa. Bizde ne yazık ki eleştiriyle hakareti birbirine karıştıranlar oluyor. Ama başkaları ne der diye düşünürseniz Türkiye´de hiçbir şey yapamazsınız, hiçbir alanda yenilikçi olamazsınız.
KAYNAK: Elif Şafak: Bir Türk Yazar Politikadan Uzak Duramaz (Röportaj: Elif Aktuğ röportajı, Akşam, 01 Temmuz 2012, Pazar).