Ahmet Altan

Romancı, Gazeteci-yazar

Doğum
Eğitim
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi

Gazeteci-yazar. 1950, Ankara doğumlu. Yazar Çetin Altan’ın oğlu, İstanbul Üniversitesi İktisat Profesörü ve yazar Mehmet Altan’ın ağabeyidir. Robert Koleji ve Ankara Koleji’nde öğrenim gördükten sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne girdi; ancak çeşitli nedenlerle buradaki öğrenimini tamamlamadı. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden mezun oldu (1981). Bir süre düzeltmen ve Amerikan haber ajanslarından birinde muhabir olarak çalıştıktan sonra Hürriyet gazetesi dış haberler servisinde görev aldı. Milliyet, Yeni Yüzyıl, Hürriyet, Taraf gazetelerinde ve Aktüel dergisinde köşe yazarlığı, özel televizyonlarda program yapımcılığı ve sunuculuğu yaptı.

İlk edebi eseri Paltolu Donkişot isimli iki kişilik piyes olan Altan, ilk romanı Dört Mevsim Sonbaharla Akademi Kitabevi Roman Ödülünü aldı (1983). İkinci romanı Sudaki İz müstehcen bulunarak toplatıldı. İki yıl süren yargılama süreci sonrasında imhasına karar verilen roman, kesinleşmiş mahkeme kararının da içinde bulunduğu bir basımla yeniden yayımlandı. Aldatmak adlı romanı, yayımlandığı 2002 yılında tartışmalara neden oldu. 2011 yılında Hrant Dink Barış Ödülü’nü aldı.

Ahmet Altan, 15 Temmuz 2016 darbe girişimine ilişkin soruşturma kapsamında gözaltına alınıp birkaç saat sonra serbest bırakıldıktan sonra hakkında tekrar yakalama kararı çıkarıldı. Terörle Mücadele Şubesi'nde ifade veren Altan kardeşlerden Ahmet Altan serbest bırakılırken, Mehmet Altan ise tutuklanmıştı. 1. Sulh Ceza Hakimliği Ahmet Altan’ın  24 saat içinde İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığında hazır edilmesi istendi. Bunun üzerine Ahmet Altan 22.09.2016 günü yeniden tutuklandı.

“FETÖ darbe çağrışımı” davasında 4 Kasım 2019 günü karar açıklandı;

Ahmet Altan “FETÖ terör örgütüne yardım etmek” suçundan 10 yıl 6 ay hapisle cezalandırıldı, adli kontrolle tahliyesine karar verildi.

Diğer sanıklardan Mehmet Altan’ın beraatine karar verildi. Nazlı Ilıcak “FETÖ terör örgütüne yardım etmek” suçundan 8 yıl 9 ay hapisle cezalandırıldı, adli kontrolle tahliyesine karar verildi.

 

Ahmet Altan İçin Ne Dediler?

 

 “Yüzyıldan çok önce gündeme gelen kimi unutulmaz yaratı (roman) kahramanları olarak Tolstoy’un Anna Karenina’sını ve Flaubert’in Madam Bovary’sini anımsamadan olmayacak galiba. Aydan, son yüzyılın, hatta belki de yeni bin yılın kadını olarak kapitalizmin şafağındaki bu kadınların yaşam karşısındaki tutumlarından ne kadar geri bir konumda, şaşmamak elde değil. Belki de kapitalizmin küresel düzeye geldiği aşamada, insanın (kadının) zavallı durumunun sıradan bir göstergesi sayılmalıdır. Hem zaten Kont Vronsky ile Haluk arasında bir bağlantı ya da bir benzerlik bulmak da epey güç. Büyük olasılıkla Kate Chopin’in yazdığı Uyanış’taki Edna’nın bir karikatürü olabilir ancak!  Ötekinde ise yazarının ‘Madam Bovary benim’ dediği bir roman kahramanı söz konusuydu., merak ediyorum acaba Ahmet Altan da çıkıp ‘Aydan alında benim’ diyebilir mi? Diyemiyorsa bir kurgu insanı olarak roman kahramanı nasıl bir gerçektenlik ya da sahicilik kazanabilir? Yaşamın bir yerinde bu tür ‘hayatlar’ın olması, ‘Aldatmak’ı ciddi bir roman, tek başına Aydan’ı da kalıcı bir roman karakteri yapmaya yetmiyor ne yazık ki.” (Kemal Gündüzalp)

 

***

 

“Ahmet Altan, benliksel alana (yani hayata) geçmesinden endişe duyduğu dürtüsel istemlerini aşırı denetleme ihtiyacında olan, dürtüsel zorlamalarını denetlenebilir, ölçülü ve başarılı eylemlere aktararak dizginlemeyi seçmiş, onları “ikinci bir benlik gibi kendi varlığına katmış” bir kimlikle karşı karşıya olduğumuzu daha ilk adımda ustalıklı bir betimlemeyle gösteriverir.” (Halûk Sunat, Aldatmak hakkında)

 

***

 

“Kitap ismiyle, hem kesilip atılan bu tarihe hem de aşkın alışılamayan acısına vurgu yapıyor. Hikâyeyse senelerdir yanlarından geçtiğim o terkedilmiş sarayların içini dolduruyor ve bana olan küskünlüklerini biraz olsun gideriyor. Aşka, doğunun sıcak gecelerine, kıskançlığa, İstanbul’a ve yok edilmiş bir tarihe yolculuk...” (Tuğba Müküs, Kılıç Yarası hakkında)

ESERLERİ:

 

Roman: Dört Mevsim Sonbahar (1982), Sudaki İz (1985), Yalnızlığın Özel Tarihi (1991), Tehlikeli Masallar (1996), Kılıç Yarası Gibi (1998), İsyan Günlerinde Aşk (2001), Aldatmak (2002), En Uzun Gece (2005).

 

Deneme: Geceyarısı Şarkıları (1995), Karanlıkta Sabah Kuşları (1997), Kristal Denizaltı (2001), Ve Kırar Göğsüne Bastırırken (2003), İçimizde Bir Yer (2004).

 

KAYNAKÇA: Gürsel Aytaç / Ahmet Altan’dan “Kılıç Yarası Gibi” - Bir Tarihi Roman (Cumhuriyet Kitap, 17.9.1998), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), M. Sadık Aslankara / Ahmet Altan’ın Romanları (Adam Sanat, Ekim 2002, sayı: 201), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2007) – Ünlü Fikir ve Kültür Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 3, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Canan Sevinç / Ahmet Altan’ın Romanları ve Romancılığı Üzerine Bir Araştırma (Yüksek Lisas tezi, 2003), Kemal Gündüzalp / Ahmet Altan’ın ‘Aldatmak’ Romanındaki Sevgi(sizlik) Sorunu (Hürriyet Gösteri, Ocak 2005), İhsan Işık / Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006), Ahmet Altan hakkında yakalama kararı çıkarıldı (cumhuriyet.com.tr, 22.09.2016), Nazlı Ilıcak, Mehmet Altan, Ahmet Altan hakkında sürpriz kararlar (turkishnews.com/tr, 04.11.2019).

 

 

 

 

 

İÇİMİZDE BİR YER...

 

İÇİMİZDE BİR YER...

 

Ahmet Altan

 

Bu söylediğimin doğru olup olmadığından hiç emin değilim ama bana öyle geliyor ki sanki hepimiz, içimizde bir başkası için ayrılmış bir yerle doğuyoruz.

Bir parçası kayıp bir bulmaca gibi...

Hayatımızın önemli bölümünü garip bir eksiklik duygusu ile geçirmemiz, bazı sabahlar anlaşılmaz sıkıntılarla uyanmamız, bazen isimsiz umutlarla neşelenmemiz, sanırım o boşluğun içimizde yarattığı girdaptan kaynaklanıyor.

Karşılaştığımız her kadına ve erkeğe, belki de hiç farkında olmadan, girinti çıkıntıları o boşluğun kesiklerine uyacak diye mi bakıyoruz?

Elinde Sinderalla'nın ayakkabısıyla dolaşan biri var sanki içimizde, herkese, "Acaba ayakkabının sahibi bu mu?" diyerek bakıyor.

Tam olarak neyi ya da kimi aradığımızı bilmiyoruz.

Bize öğretilen bilgilerden yola çıkarak aradığımız insanla İlgili birçok olumlu özellik sıralıyoruz ama genellikle söylediklerimiz gerçeğe çok uymuyor.

Sonra birden birisi hayatımıza giriveriyor.

Onun sahip olduğu bir şey, belki kokusu, belki dokunuşu, belki gülüşü, belki zekâsı, belki hayata bakış tarzı, belki zevki, belki aldırmazlığı, belki ihtirası, belki de kötülüğü, içimizdeki boşluğun bütün girinti çıkıntılarını dolduruyor.

NOT: (İçimizde Bir Yer’den kısaltarak alındı)

CAMİ IŞIKLARINA BAKAN ÇOCUK!

CAMİ IŞIKLARINA BAKAN ÇOCUK!

 

Ahmet ALTAN

 

Çocukluktan gençliğe geçmeye çalıştığım dönemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu gören babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin çaprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde büyüklerin aferinini almak için heyecanla bekleyen bir çocuğu anlatabilir misin’ demişti.

Yaklaşık kırk yıldan beri o çocuk aklımdadır.

Hâlâ o sahneyi ve o çocuğu en iyi biçimde nasıl anlatacağımı bulamadım.

Ama bu görüntü benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.

Babamın kendi çocukluğunun anılarının arasından çıkartıp bana yazı ödevi olarak verdiği sahneye kendi çocukluğumun anıları da eklendi.

Evimizin hemen karşısındaki küçük cami.

Ramazan geceleri mahallenin çocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki büyüklerin bize başka zamanlarda pek de göstermedikleri bir şefkati göstermeleri, hálá çocuk aklımla ezberlediğim biçimde söylediğim ‘allah umme salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz çıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet...

Sahur vakti sıcak yataktan gözlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli çay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını düşündüğüm büyük bir kalabalığın parçası olmanın güveni ve sonsuz bir huzur.

Allah’ı çok sevmiştim.

Ondan benim anlamadığım kelimelerle söz ediyorlardı ama o benim için, beni sevmesini istediğim temiz yüzlü yaşlı bir dedeydi, oruç tuttuğum zamanlarda bana gülümsediğini düşünürdüm.

Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.

Ama beni sevmesini isterdim.

İlk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya bütün korkunçluğuyla anlattığında dehşete düşmüştüm, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hiç birbirine benzemiyordu.

O, beni çok korkutan, bana çok uzak, çok mesafeli, çok gazaplı, benim çocuk aklımın kavrayamayacağı çok ürkütücü bir güçten bahsediyordu.

Biz dede-torun değildik.

Beni sevmiyordu.

Kötü bir şey yaparsam beni ateşlerin içine atacak, beni yakacak, bana acılar çektirecekti.

Ben ona hiç böyle şeyler yapmazdım ki, ben onun için hiç böyle cezalar düşünmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin içine atmak istiyordu.

Çok korktuğumu, çok üzüldüğümü hatırlıyorum.

Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.

Din hocası benim çocukluk dünyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan önce dua edip kendisine gülümsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.

Sonra büyüdüm.

İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna geçtim.

O çocukluk dönemimden sonra bir daha hiç dindar olmadım, oruç tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.

Lise yıllarında karşımdakinin inançlarına hiç aldırmaz, herkesin korktuğu bir güçten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer çocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya çalışırlardı ben yokluğunu.

Küçük bir çocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gençliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.

Başkaldırmanın müthiş cazibesine kapılmıştım.

Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir güç yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir güç bana yardımcı olmuyordu.

Yirmili yaşlarımda Ankara’da bir işçi kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar çekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inançlı insanlar’ grubuyla karşılaşmıştık.

Gerçekten çok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgörülüydüler, benim gençlik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.

Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, güçlü kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, günahın her türlüsüne batıp çıkmıştı, sonra ‘inancı’ bulmuştu.

Beni sessizce dinler, ben sözümü bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa, beni ‘doğru yola’ getirmek için uğraşırdı.

Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.

Zor günlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında düzeltmen olarak çalışıyor, kazandığım paranın çoğunu kiraya veriyordum.

O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.

Dindarları sevdim.

İnançlarını paylaşmadım ama onlara ve inançlarına imrendim.

Bana çocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.

Öfkeli değillerdi, çıkarcı değillerdi, haramdan ölesiye korkuyorlardı, muhtaçlara yardım ediyorlardı, inançlarıyla böbürlenmiyorlar, dini bir gösterişe döndürmüyorlardı.

Onlara saygı göstermeyi öğrendim.

Kendi inançsızlığımla onları kırmamaya özen gösterdim.

Zor günlerde bir ‘inançsıza’ bağışladıkları dostluğu hiç unutmadım.

Din hakkında düşünmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna geçtim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.

Gerçek bir dindarla, bir müminle, dini gösterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gördüm.

İçinde bir vahşetle, bencillikle hatta kötülükle doğan ve ölüm gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gücü buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin çok önemli kültürel bir değer olduğunu fark ettim.

Dindar olmadım, inançlı olmadım.

Hâlâ da değilim.

Hiçbir zaman da olmayacağım herhalde.

Ama din fikrini, gerçek dindarları seviyorum.

Tanrı’yla ilişkim ise anlatılması çok zor çelişkilerle dolu.

Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.

Artık ne ölümden ne de ölümden sonrasından korkuyorum ama öldükten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış küçük bir çocuk gibi ona sığınıp gülümseyeceğimi aklımdan geçiriyorum.

Din hocası cehennemi anlatana kadar süren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’ şimdi bir başka biçimde sürüyor, onun adına yeryüzünde cehennemi yaratanları, onun adıyla gösteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inançsızlara’ öfkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak için kullananları ‘onunla’ arama sokmuyorum.

Tanrı’dan bir beklentim yok.

Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.

Günahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu günahları işlemeye devam edeceğimi de.

Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları için kötülük düşünmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden önce ‘başkaları için kötülük düşündün mü’ diye soracak bir tanrı.

Başkaları için kötülük düşünmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.

Affetmezse de gücenmeyeceğim.

Çocukluğumda tuttuğum oruçların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hiç unutmadım.

Bugün, bir tek kez öyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.

O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz öfkelerle bozmazlar.

Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.

Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin çaprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ çocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.

Sanırım bunu hiçbir zaman tam da beceremeyeceğim.

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör