Şair ve yazar,
araştırmacı, çevirmen, bilim kurgu roman yazarı (D. 15 Mayıs 1941, İssisu /
Sarıkamış / Kars – Ö. 16 Temmuz 2015, İstanbul). Kâtip Sezer, Halis Emin, Yusuf
Tercüman ve Ali Gülşehri takma adlarını kullandı. Babası Molla Şehri,
Birinci Dünya savaşında Erzurum cephesinde "Bölük Emini" olarak görev
yapmıştı. Ali Nar, köyünde başladığı ilköğrenimini
Yozgat’ın Karahallı köyünde, Kayseri’de başladığı İmam Hatip Okulunu Erzurum’da
tamamladı. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdikten (1964) sonra Diyarbakır
İmam Hatip Okulunda başlayarak, Erzincan, İzmit ve İstanbul’da öğretmenlik
yaptı.
Emekli
olduktan sonra da çalışmalarını İstanbul’da sürdürerek İslami Edebiyat Vakfını
kurdu, aylık İslami Edebiyat dergisini çıkardı. Necip Kiylâni başta
olmak üzere eserlerini çevirdiği Arap yazarlarını ülkemiz okuyucularına
tanıttı. Velid el-Azami, Ö. Baha’üddin el-Emirî, Nizâr Kabbâni’den şiirler
çevirdi. 1989, 1991, 1994, 1996 yıllarında Dünya İslâmî Edebiyat
Konferanslarını düzenledi. 1997’de Dünya İslâmî Edebiyat Birliğinin Türkiye
şubesini kurdu. Türk yazarlarını Arap dünyasına, Müslüman Arap yazarları Türkiye
okurlarına tanıtıcı çeviri ve antoloji çalışmalarıyla da büyük takdir topladı.
Şiir, deneme, makale ve incelemeleri İslâm
(1961), Yeni İstanbul (1982), Hakses, Hilal, Diyanet (1964-70), Türkçesi,
Yeni Sanat, Sedir, Mavera, Büyük Doğu (1975-80), Bugün, Millî Gazete,
Yeni Devir, İslâmî Edebiyat (1987-89), kendi çıkardığı Dönüş,
İslami Edebiyat vd. gazete ve dergilerde yer aldı. İstanbul’un fethini
anlatan Fetih, demokrasi tecrübesinin çarpık görüntülerini eleştirdiği Muhtar
Kafası adlı oyunları birçok il ve ilçede özel tiyatrolar ve okullarda
sahnelendi. Şiir ve hikâyeleriyle Arılar Ülkesi adlı bilim kurgu romanında,
Ortadoğu Müslümanları ve Anadolu insanının yaşadığı acıları konu aldı. Muhtar
Kafası’yla (1975) MTTB Piyes Yarışmasında ikincilik ödülünü kazandı.
Bakanlık
bursuyla bir yıl kadar Ortadoğu ülkelerinde bulundu. İzlenimlerini Ortadoğu
Günlüğü (1978) adlı kitapta topladı. Dünya İslami Edebiyat Birliği üyesi ve
Türkiye temsilcisi, İslâmi Edebiyat
Vakfı Onursal Başkanı, İslâmi Edebiyat dergisinin sahibi, ilahiyatçı,
araştırmacı yazar Ali Nar, ayrıca okul kitapları hazırladı. 16 Temmuz 2015,
Çarşamba (arefe) günü İstanbul’da tedavi görmekte olduğu Bezmiâlem Valide Sultan
Vakıf Gureba Tıp Fakültesi Eğitim Hastanesinde vefat etti. Cenazesi, ertesi gün
(Ramazan bayramının birinci günü, Cuma), İstanbul Fatih Camiinde kılınan Cuma
nazmı sonrası kılınan cenaze namazının ardından Edirnekapı Mezarlığında toprağa
verildi. Cenaze namazına ailesi ve yurdun dört bir tarafından gelen onbinlerce
seveni ile birlikte Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Başbakan Ahmet
Davutoğlu, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ve çok sayıda yazar ve sanatçı
da katıldı.
Öğrencilerinden
İhsan Işık, Ali Nar hakkında şunları söyledi:
Ali Nar Hoca ile tanışmak benim
için Allah’ın bir lutfu oldu. Şükren lillah bu mazhariyet, o’nun vefatına kadar
elli sene (1965-2015) boyunca çoğalarak devam etti. Benim için iyi bir
Müslüman/öğretmen’in örneği oldu. Sırf bu yüzden yüksek punalrıma rağmen
öğretmenlik mesleğini seçtim. Diyarbakır İmam Hatip Okulu orta ikide öğrencisi
olmaya başladım. Maaşının en azından bir bölümünü kitap satın alarak
öğrencilere dağıttığına şahidim. Beni okumaya ve yazmaya o teşvik etti. İlk
yazımı Diyarbakır Yeni Şark Postası gazetesinde (1965) o yayımladı. Bana ve
diğer öğrencilere Muhammed Hamidullah, Seyyid Kutub, Necip Fazıl ve Sezai
Karakoç başta olmak üzere çok sayıda yazarı o tanıttı, çok sayıda kitabı o
okuttu. Sınıfta bize yönlendirici konuşmalar yapar ve şiirler okurdu. Çok da
güzel okurdu. O kadar ki, bu şiirlerden bazıları hâlâ ezberimdedir. Diyarbakır
İmam Hatip Okulunu Diyarbakır şehrinin en faal kültür-sanat merkezi haline
getirmişti. Kurduğu Mesleki Tatbikat Kolu faaliyeti olarak il merkezi ve
ilçelerindeki camilerde hutbe okur, vaaz verirdik. Diyarbakır’daki birçok
okulun salonu ve tüm sinemaları onun döneminde bizim etkinliklerimizle dolup
taşardı. Halkla ilişkileri çok güçlü idi. Şehir halkının çoğu onu tanır, çok
sever ve çok saygı gösterirdi. Bundan tedirginlik duyan bir general (Faruk
Güventürk) ile mücadeleden çekinmemişti.
Müesses batı uşağı sistem, Ali
Nar’ın Diyarbakır’da İslama yaptığı kıymetli hizmetleri hazmedemedi, onu
sürgünlere gönderdi. O devrimci bir Müslümandı, mert, cesur ve ataktı. Gördüğü
zulümler onu yıldırmadı, sadece azmini ve direncini kamçıladı. Her yıl yeni
hizmetler vermeye başladı. Telif ve tercüme eserleriyle, cemiyet hizmetleriyle
bereketli bir ömür sürdü. Ben de ortaokulda öğrencisiyken ona verdiğim sözü
tuttum. 1975’te çıkan ilk şiir kitabımı ona ithaf ettim. Hazırladığım tüm
ansiklopedilerde (Türkçe-İngilizce) biyografisini en güzel şekilde yayımlamaya
çalıştım. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Biz de ölene kadar duacısı olmaya
devam edeceğiz."
Ali Nar
hakkında Afet Ilgaz’ın söyledikleri şöyle:
“Ben bilim-kurgu romanları okumaktan sıkılırım. Çünkü bunların, insan
muhayyilesiyle, sınırlanarak hayal kurduklarını iddia etmeleri bana yapmacık
gelir. Ama itiraf edeyim ki korka korka başladığım Uzay Çiftçileri’ni büyük bir
zevkle, elimden düşürmeden okuyorum. Bütün kitapları, konuşmaları, sohbetleri
ve hatta hayatı zevkli, çekilir ve cazip kılan tasavvufî kokular var çünkü
kitapta. Öyle uyduruk bir uzay macerası değil. (...) Evet, bu kitap ilk Türk Bilim-kurgu
romanı... Hem de en
iyisinden... “ (Afet Ilgaz)
Ali Nar
hakkında Nuh Köklü'nün söyledikleri şöyle:
“Dikkat! Bu bir kurgubilimi yazınıdır.” Ali
Nar’ın yazdığı ütopik romanın tanıtım yazışı böyle başlıyor. Kitap, “Arılar
Ülkesi” adını taşıyan ve Türk edebiyatında türünün tek örneği olan yapıtın
yaşarma ait. Roman 2038 yılında oluşacak zihin ve görgü düzeyine ulaşılarak
yazılmış. Ali Nar, yapıtın nasıl oluştuğunu kendi ifadesiyle şöyle dile
getiriyor: “Zaman Tüneli, ileriye doğru yürütüldü. Yazarın o halindeki anı ve
bilgileri kompütüre aktarıldı. Bu böylece bilinmeli ve o günleri yaşamış bir
uzay muhabirinin anılan olarak okunmalıdır.” (Nuh Köklü)
ESERLERİ:
Şiir: Ezan Donanması (1983), Sığamadığım Dünya.
Hikâye: Muhtar Nâme (mizahî hikâyeler, 1989),
Kan Denizi (1990), Dağ Pınarı (1991).
Roman: Arılar Ülkesi (ütopik roman, 1980), Uzay Çiftçileri (ütopik roman, 1988).
Gezi: Ortadoğu Günlüğü (1977), Anadolu Günlüğü (1998), Yedi İklim Dört Kıta -1- [Uzakdoğu-Avrupa] (2005), Yedi İklim Dört Kıta -2- [Ortadoğu-Afrika] (2005).
Piyes: Fetih (1974), Koro / ya da Devrimci Öğretmen (1978), Muhtar Kafası (1979), Nasreddin
Hoca’dan Öğüt (1985), S. Bin
Müseyyebin Hayır Dediği Gün (1985), Ruh Paraziti / ya da Porselen Dişli Bürokrat (1991).
Çocuk
Hikâyesi: Bir Demet Yasemin
(1991).
Deneme-Araştırma-İnceleme:
İslâmî Düşünüş-Yaşayış (1979), Hicret (1979), Kırk Hadiste Müslümanın Hüviyeti
(1981), Nusayrilik (ortak
kitap, 1982), İlm-i Kelam Dersleri (1985),
Kur’an Dersleri (1986), Edebiyatın
İslamcası (2008), İki Sonsuzda Gerilim
(1988), Müslümanın Gökkuşağı (1993),
Mizah Edebiyatı (1989), Dinde Yenilikçiler ve Buluşma Noktaları
(2001), Ehl-i Kitap Cennetlik mi?
(2002), Kırk Hadis (2002), Hicret (2002), Cep İlmihali (2003), Edebiyat
Yazıları (2005), Kitaplara ve
İnsanlara Dair (2005), İslam İnancı Tevhid- Akaid- Kelam (2008), Son
Asır Ehli Sünnet Alimleri (2011), Ehli Sünnet Akidesi, Dinlerarası Diyalog Fitnesi
(2011).
Derleme: Hicret Yürüyüşü (tsz.), Akaid Risaleleri (1984), Çağdaş Arap Edebiyatından 33 Şair (2004),
Çağdaş Arap Hikâyesinden Seçmeler
(2005).
Günlük: Anadolu Müslümanının Direniş Günlüğü
(1996).
Çeviri: Cakartalı Kız (Roman, Necip
Kiylani’den 1979), Fikhussiyre /
Peygamberimizin Uygulamasıyla İslâm (Dr. Said Ramazan el-Buti’den ortak
çev., 1981), Mezhepsizler (Dr.
Hasib Es Samarrai’den ortak çev., ts), İçtihat
ve Müçtehitler (Halepli İzzüddin el-Beyanuni’den, S. Şerzad ile, 1981), Kuzey Kahramanları (roman, 1980), İlahi Nur (N. Kiylani’den, S. Şerzad
ve S. Özel ile, 1981), İman Yolu
(A. A. Ez-Zendani’den, 1984), Fıkhu’s-sîyre
(M. S. R. El-Buti’den, 1985), Kutsal
Direniş (roman, A. Ahmed Bakesir’den, 1988), Kara Gölge (roman, 1988), Yahudinin
Kanlı Böreği (roman, 1990), İmam
Yolu (ts), Oğluma Kızıma
Nasihatlar (Tantavi’den tsz.), Müslüman
Kadının Kimliği (A. Et-Telidi’den, 1996), Medine-i Münevvere Tarihi (Ahmed Şaban Halebî’den, 2002), Kara Gölge (Necip el Kiylani’den,
2003), İslâmi Edebiyata Giriş
(Necip Kiylani’den).
Ayrıca başka edebî çevirileri ve hazırladığı posterler vardır.
KAYNAKÇA:
M. Akif İnan / Millî Gazete (1980), Ahmet Sağlam (Cahit Zarifoğlu) / Arılar
Ülkesi (Millî Gazete, 3.3.1980), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4,
2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Bu Hikâyede Asimov da
Var, Türkiye’nin İlk İslâmcı Bilim-Kurgusu (Matbuat, sayı: 3-4-5,
Temmuz-Ağustos-Eylül 1994), Türkiye’nin İlk İslâmî Bilim Kurgusu Feza’da Cihad!
(Yön dergisi, 16 Kasım 1994), Afet Ilgaz / Kitaplar ve Yazarlar (Yeni Şafak,
21.11.1996), TBE Ansiklopedisi (2001), İlahiyatçı Yazar Ali Nar, İslam
tarihindeki çarpıcı gerçekleri anlattı (Milli Gazete, 17.12.2010), Ali Nar Hoca
vefat etti (yeniasya.com – sabah.com.tr, 16.7.2015), Ali Nar vefat etti
(yenisafak.com -yeniakit.com.yeniakit.com.tr, 16.7.2015), Cumhurbaşkanı Erdoğan
ve Başbakan Davutoğlu, Ali Nar'ın cenazesine katıldı (t24.com, 17.7.2015), Ünlü
edebiyatçı son yolculuğuna uğurlandı (trtturk.com, 17.7.2015), Asım Öz / Ali
Nar özel sayısı üzerine (dunyabulteni.net, 25 Şubat 2016).
Yeşil
düzlükleri, boz yarları, kevcnli bayırları aşıp geçerek bu yamaçta durmuştu. Bu
her türü bağrında sergileyen yamaçta... Nemli toprağı kaplıyan koyu yeşil
otlar, siyah-beyaz taşlar, boz su yarıkları, kaygan yumuşak topraklı meyiller,
tozlu yollar sürülmüş tarlalar... Bütün bir hayatın ortasıydı sanki bu durak
yeri. Şuursuzca durmuştu belki, belki de bunca yoldan, yorulmuşlugunun duygusu
durdurmuştu. Gerçi o hep yorgundu, hep dinçti aynı zamanda. “Yorulmak borcum”
demişti. Dini enin ekse, o bir iş ve ödevden çok, akışın yön veya hız değişim
noktasıydı... İşte böyle bir duruşla durmuştu yol kenarında. Gözüne, oturmuş
bir kara taş, birikmiş berrak su, dalbudak salmış otlar, minnacık bahar
çiçekleri, karınca yolları ilişmişti...
Taş bir
iskemle yüksekliği , bir manda iriliği bir kahraman İradesi sertliğindeydi.
Oturur gibi dayandı elleriyle soğukluğunu, kayganlığını algılarken; kulakları
bayırın yan arkasından akan çayın, sesler alemine hakim hışırtısına
bağlanmıştı. Öbür sesler çıtırdılar, fısıltılar, bu sürekli ve yaygın ahengin
çatısında oynaşa dursun; gözleri de dayandığı kara taşın dar çevresiyle
meşguldü. Uzaklardan toz kaldırarak dönen boz şerit gibi tepeleri saran yollar,
tepelerde uçuşan bulutlarla kartallar görüş alanının dışında ama hayal ufkunda
canlı varlıklardı... Yeşil yaprakta, çiğnenen kok ve dallarda hayatı ve
direnişi algıladı. Karıncalar yorulmadan ve nizam içinde koşarken, toprak
bağrını bu hayata açmış şefkatli ana gibi göründü.
“Toprak
diridir. Su diridir. Şu taş diridir” diyesi geldi. Elini yumruk yapıp hırsla
oturduğu taşa indirdi. Hafif acı duysa da tasarımına devam etti. Zihninde bir
cümlenin siyah satırı, toprak yolu upuzun yazılı gibi gözüne yansıdı. “Bu dağ,
biz onu severiz, o da bizi sever”.
Belleğini
zorladı, bu sözü yorumlamaya, ondan önce söyleyenini anımsamaya uğraştı.
Satırın altında silik harflerle “Hadis” kelimesini okur gibi oldu. Tamam dedi
hafif sesle, Hak kelamdır. Dağ severse canlı ve şuurlu demektir. Kâinatın
şuurundan bir tür şuur. Sevgi de şuurun uzantısı... Bütün bunlar canlılığın,
bize yabancı bir canlılığın ihtarıdır. Yumruğunu tekrar kara taşa vuracakken
gözüne soluyan kertenkele takılmıştı. Yürüyen-sürünen bu canlı, ateşli gözlerle
zıpzıp koşuşturmaktaydı. Ağzında bir böcek ölüsü, karataşın altına süzülüp
sığındı. Tekrar yumruğuna kaydı aklı ve duyduğu basit acının sebebini anlamak
için bakınca, kırmızılık çarptı, güneşte yansıdı. Sıktı yumruğunu, bir damla
kan düştü karataşın düz ve kaygan sırtına. Damla kan damlası çok köşeli bir
yıldız oluşturmuştu. Kızıl yıldız anımsatı verdi. Buna razı olamazdı. Kızılaya
çevirmek istedi. Ancak bu kan damlasının karatasta yayılışı yıldızdan daha çok,
patlayan güllenin toprakta açtığı çukuru andırıyordu. Kimi kısa kimi uzun
çıkıntılı bomba çukuru. Her damla kan bir bombadır diye tasarladı....
Bir insan,
bir yiğit savaşçı, bir milyon bombadır öyleyse. Bilinçli ve planlı bir milyon
hassas ve etkili bomba... Bu tanımlamanın uzantısı gide gide “inanıyorsanız
üstünsünüz” evrensel ilkesine uğradı ve “On inanan, yüz İnkarcıya bedel”
ilkesinde durdu:
- Hayat
savaştan ibaretti. Duran yerinde sayardı. Bu güneşli bayırda kurulan geleceğe
doğru eylemi sürdürmeliydi. Güneş kayalıklar ardında kaybolmadan önce, berrak
sular bulanmadan önce, kan kuruyup silinmeden önce, yeşiller bozarıp çiçekler
solmadan önce, tozlu yollar çamura dönüşmeden önce, karıncalar yuvasına
çekilmeden, kertenkele avını bitirmeden önce, yumruktaki sızı dinmeden önce,
çayın çağıltısı boğulmadan önce... Daha bir gür sesle kayalardan yansımalı
hakkı temsil eden, hayatı ve evrensel nizamı tebliğ eden ses...
Gözü su
birikintisine bir kat daha ısrarla bakıyor. Onda birşeyler algılıyordu. Kepçe
gibi böcekler derinde, su örümcekleri yüzeyde oynaştıkça su ürperiyor; iplik
iplik helezonlar yayıyordu. Konup kalkan sinekler ve sarı arılar da bir emel
peşindeydi. Su bir okyanus, hayvancıklar ise; deniz altıları, savaş gemisi,
uçak ve ötekileri sembolize etmeye başlamıştı. Yerinden fırladı ve savaşa
kumanda edecek gibi bu su birikintisinin başına dikildi. Onunla birlikte suyun
derinliğinde ters yönde dikilen olmuştu: Orta boylu, orta semizlikte, genç
biri. Kara kalın kaslı iri ela gözlü, kırmızımtırak beyaz yüzlü, uzunca saçlı,
siyah sakallı yiğit...
Bu kendi
suretiydi. Suyun aynasında, gökler yerde olurdu. Gözlerinin ateşi suyun
billurunda kırılmış, içinin ateşine bir serinletici istemi doğmuştu. Birden,
suyun akıntısını farketti. Otları hafifçe titreştirerek süzülüyordu, gümüş
damlası gibi. Çevresini gözetleyince uyanabildi. Bu su birikintisi değil
düpedüz bir kaynaktı. Bir dağ pınarıydı...
- Ah dağ
pınarı, demiş oldu. Nice yanıkları serinletmiştir diye düşündü. Bu uzun ve
dolaşık yollardan döne döne gelen nice yayalar bu tasa oturup soluklanmış, bu
dağ pınarından serinlemiştir. Nice atlılar, bu taşa basıp atından inmiş, dağ
pınarına abanıp içmiştir...
Bana evet
bana gelince; içimdeki ateşi söndürmek değil, içimi içindeki ateşle
buluşturmak, yangını tekrar yakmak yaraşır.... Bu sakin dağ yamacında, bu dağ
pınarının başında, bu karataşm sırtındaki kan damlası bana ne diyorsa o...
Gölgelerin
iki misli olduğu saatte abdest uzuvlarını dağ pınarında serinleten genç; Önce
karataşı arkasına aldı, yüzünü karadonlu Beytullah tarafına çevirdi ve kuralına
uygun olarak alemleri tanzim eden, canlıyı cansızdan çıkaran kudret adına yüzünü
toprağa koydu. Dönüp oturdu ve bir gürültü ile hayatta kalma boğuşması sürdüren
şehir halklarını hayalledi. Topyekün insanlığın bir boğucu kalabalıktan ibaret
tek kent haline geleceği günü tasarladı. İnsan için rahmet olacak, kıyametten
önce bir geçici kurtuluş olsun(...) diledi ve azmini biledi.
* Yoldaki romanın bir yerinden.
Arayan yol bulur elbet, önü fecrân görünür.
Arayışsız geçen ömrün sonu hicran görünür.
İnanan Hakk'ı tanır, sabrı bilir, hayra koşar...
Kurtulan insan olur, gayrisi hüsrân görünür.
Aşıkın sabrı sarartır o güzel gülce yüzü;
Dizde derman
tükenir, her yanı safran görünür.
Seven olsun, sevilenden selam olsun sevene;
Aşıkın uğru açılsın, nice devran görünür.
Hamdedip girdiğin
uz yolda yürü durma yürü,
Bu gidişle dönüşün; nimete küfrân görünür.
Ümidin Hakk'a yönelsin ve Habibullah'a uy,
Derde derman
erişir, Rahmet-i Rahman görünür.
Bizi isyanımız
almış, ümid imanımıza;
Kuludur, narına
yakmaz, yüce Gufrân görünür.
Görünür Hicri'ye hicran, önü gündür, sonu ay...
Doğudan ve batıdan ufkuna fecrân görünür.
Bu
suale cevap gerekmez,
Duyarsan kâfi...
Nasihat sensin, sana...
Hissedişin kâfi.
Yolu öz aklınla seç!
Düşünürsen kâfi… _
Alâka beklemedik, beklenen sese yankı
52 |
Satırlarda
çırpınış kâfi.
Bir
sahife, beş sahife gerekmez;
Bir
hitap, bir selam, bir imza kâfi.
Başka
bir yanış ar gelir bana,
Öz
yanışım kâfi…
Düşünün
hakkımda en tehlikeyi
Ben
ipimi kırpıttım… kâfi
Kâfi’den
özge söz gerekmez artık;
Kâfiyi
hissettiren her şey “Kâfi”.
Taş oluktan çam oluktan akarken,
Bataklıkta kokarken de,
Sudur adın, değişse de tadın.
Sen ne esrarengiz nesnesin?
Girdiğin şekil boyandığın renk,
Kadehte şarap ve bir ölünün başında çelenk...
Sen çıkınca renk solar hayat söner
Bitkide hazan, hayvanda ölüm, toprakta kıtlık,
...Senin yokluğunda
Bir tül gibi büklüm büklüm uçuşun ilkbaharda
Baharların yazların müjdesi...
Rahmet diyoruz yağarken,
Ürküyoruz beyaz karken,
Sel diyoruz sen coşarken,
Göl diyoruz birikintine,
Had yok nezaketine!..
En kesif kayalardan sızarak birleşir,
Ve bir gün fışkırırsın bütün haşmetinle;
Göze deriz, kaynak deriz, pınar deriz...
Karanlık odalardan çeşitli musluklara
Testilere, bardaklara dudaklara.
Zülüflerden yanaklara,
Örüklerden gerdanlara.
Nazik tenli bedenlerin en sevimli yerlerine
Temas desem... Buse desem...
Aşıkların ölüp eremediği yerlerden,
At oynatıp geçersin,
Ve bir anda lağımlara... denizlere...
Bir başka gün buhar olup göklere,
Bakarım ki kırağısın konarsın teveklere.
Önemin önsüz sonsuz,
Bol da olsan kıt da olsan.
Sudan ucuz sözü ile insan;
Bolluğunu kastetmiş
Sudan pak sözü ile zira,
Saf insanı sana benzetmiş...
Türkümüzde su,
Şarkımızda ab,
İlmimizde mâ.
Su içirmek bir yolcuya, sevap kadar
sevabıma.
Denizin başka, ırmağın başka.
Çeşmen başka, pınarın başka
Başka methiyesi var göl sularının
Susuz şehir, susuz değirmen;
Yanan yüreğe su,
Tutuşan harmana su,
Yaralıya yaramaz, dense de;
Vatan için ölenin son arzusu bir yudum su.
"Allah sözlerin en güzelini
kitap olarak indirdi."
(Zümer, 23)
Sözün en güzeli, hoşlukla birlikte
doğruluğu ve anlaşılırlığı sonucunda faydalılığıdır. Söz, sırf zevk için
söylenmez. İnsanlığın kaç binlerce yıl ve çağda oluşturduğu dil veya diller
birbiriyle ve kitlelerle fikir ve duygu alışverişinin aracı olmuştur. Bu aracılık
hem hızlı hem en emin yoldur; yanılma ve yanlış kavranma tehlikesi asgaridir,
tekrarı onu telafi eder. Öbür anlaşma vasıtaları çoğu kere yanıltıcı veya ağır
işleyicidir.
Doğru söz doğru dille
söylenebilir. Bu da oluşan dil kurallarının yerli yerinde kullanılmasıyla
gerçekleşir. O kuralların kâmil manada uygulanışına ise "edebi dil"
denir. Sözün edebi olması, yerinde ve yeterince söylenmesidir. Bu,
"icazın"da tarifidir.
Ama "fesahat ve belagat"
kavramları da daha bir kuşatıcı tanıtmaya yarar.
Fasih söz, gelişmiş ve oturmuş
olan dil kurallarına göre söylenen, dolayısıyla her seviyedeki (o dili bilen)
insan tarafından anlaşılan sözdür. Bir de, yerine ve insanına göre ustaca
söylenir, yani "beliğ" olursa, o söz edebidir.
Edeb, ölçü ve disiplin anlamına da
gelir. Sözün edebi, o dilin kurallarına tam uygun olmasıyla başlar dedik. Bu
kurallar, kelimelerin asaleti ve cümle içinde uygun tarzda kullanılması
demektir.
Asalet, "uyduruk"un
zıttı'dır. Yani o kelimenin kişiliğidir. Sözün kültürü asırlarca ve farklı
şivelerce doğru anlaşılır, maksada hizmet eder. Daha doğrusu, eğilip bükülmez.
Eklerle (tasrifat-çekim) çoğaltılabilir ama özü kaybolmaz. 0 yüzden, en
okumamış kimse bile, farklı yerlerde kullanılsa bile, mânasını sezer.
İşte Kur'an-ı Kerim! (Yerindeyse)
ye¬diden yetmişe herkes, okunuşundan haz duyar. Dili (Arapça'yı) konuşan herkes
de ma'nasını sezinler. Çünkü O, mütekamil bir dille inmiştir. Dünyanın en
kurallı dili. Edebi dil... Adeta o dil, Kur'an'ın inip, anlaşılacağı kıvama
ermiş... Arabın ve (öğrenen) acemin, okuyunca sevip-dinleyeceği, sezip
kavrayacağı ölçülü bir dil. O yüzden de, Kur'an'ın sesini duyanlar (top tüfek,
siyaset ve çıkar vasıtası olmadan) bağlanmaya başlamışlar. Bütün şiddet ve
tehditlere rağmen insanlar ona gönül ve kafa vermiş... Yani devlet gücü,
sermaye gücü daha son- bütünlüğün, kalkınmanın, yani (varsa) mutluluğun temel
taşıdır.
2) Denir ki, İkinci Dünya Harbi
akabinde, gazeteciler Almanya Eğitim Bakanına sormuşlar:
-"Peki şimdi ne yapacaksınız?
Tabii üniversite kuracaksınız. Ama fen-teknik- iktisattan hangisini öncelikle
kuracaksınız?"
-"Hayır, önce edebiyat
fakültesi kura¬cağız. Çünkü, dilimiz düzelecek ki, dirliğimiz
düzelsin!..." demiş.
Bizde ise Edebiyat fakültesi dili
bozan baş kurum hâline geldi. Bizde devrimler, inkılap değil, devirme oldu. İlk
devirdikleri dil oldu. Çünkü, "dilin kemiği yok" denmiş. Ne yana olsa
döner. Ben yaptım oldu, ben söyledim tuttu dediler.
Bu, "dediğim dedikler"
Tanzimat sonrası başladı. Harf devirmesini Enver Paşa tasarladı, başka paşalar
uyguladı.
O günden itibaren yazı ile dili
tahrif fikri, Türk Dil Kurumu'nu türetti. O da dili kuşa çevirdi. Kuş dili bile
olamadı, karga dili olup çıktı:
"Nur-i aynım! Bir avuç
toprağı sahra sanma.
Galat-ı rü'yet ite serçeyi ankâ
sanma * * *
Pusu kurmuş kan içen avcuya derhal
çatarım,
Nerde bir karga görürsem sataşır
taş atarım. * * *
Her terakki, yenilik bence aliyyül
â'lâ,
Apaçık söylüyorum; düzme lisan
müstesna... Bilirim düzme dilin ilme olan hizmetini, Cehl-i tamim ile maziyi
yıkan himmetini!... Hakka, haysiyete, insanlığa nâmûsa sağır.
Duyulan kendi sesindir, işiten
varsa çağır, diye etkili tepkiler olmuş ama fitne mikrop gibi girdiği yerden
çürütmüş bedeni. Sonra resmileşmiş, kurumlaşmış... Sonuçta "bir nesil
mahvedilmiş"; gençler, yaşlıları, çocuklar ailesini anlamaz olmuş.
Nesiller arası anlaşmazlık kitleyi dalgalandırmış, bürokrasi de hiyerarşi de
salaklaşmış...
Beğenmedikleri Arap Dünyası bile
(o geniş coğrafyasında farklı yönetimlerde olsa da) dil akademisini oluşturmuş;
dışardan gelen her kavram ve kelime, Arapça kökten türetilen kelimelerle
karşılanmış.
Mesela:
-Radyo-İzae (ses yayıcı),
-Telefon-Hâtif (gaibden ses),
-Cep Telefonu-Cevval (gezan alet)
olarak kullanılmış,
-Ünlversite-Câmia (toplayıcı),
-Fakülte-Külliye (bütünlük),
-Asansör-Misâd (yükselten),
diye kullanılıyor....
Bizde mi? Gavur ne dediyse, o.
isabetli tek isim, bilgisayardır. Ve tabii Araplar da başsızlık yüzünden bu
noktaya gelince, "Kompitur ve İntirniyt" demekten kurtulamadılar...
Ama bizim, tarihe/maziye bağlılık
ve dindarlık sıfatını kullanan yazarlarımız bile o kadar sol mukallidi oldular
ki; adam sayılmak için onların şivesinden konuşmaya başladılar.
Ajitasyon, paradigma, marjinal, kompleks,
metafor, mikro-makro, agresif, argüman, portunizm, paganizm, paradoks, akredite,
global, konjonktür, konsansüs gibi gavuristan kökenli sözler bizim taraftaki yazarların
sermayesi. Bunu da asıl dillerinden almak yerine, batıcı-solcu yazarların kullanımından
aparıyorlar. Bu tavır bozukluğu öbür ülkelerde, özellikle "entel"
geçinen Mısır okumuşlarında daha bir yaygındır.
Tabii bunlardan da çirkini, kendi dilinde,
dil kurallarına uymayan kelime ve kavram icadıdır. Bu garabet bir dil kusuru ve
edebi ayıptır.
Bağlam (balğamı hatırlatır), süreç
(süpürgeyi) andıç (sarnıç gibi) betimleme, sınav, eşgüdüm (eşini gütmek mi?),
yapıt (çapıt vezni) esin, elit, erk... yaşam, (çok abes) gizem, gönenç v.s.
Bundan da beter ayıpsa,
kelimelerin yapısını bozmak veya (görgüsüzlük yüzünden) yanlış telaffuz etmek.
Eczahâne'ye eczane, pastahaneye-
pastane, hastahâneye-hastâne... diyen dil kurumu. Yine "zîna" diye
"îrak" diye tersine uzatarak telaffuz eden bakanlar, "herkes"
yerine "herkez" diyen başbakanlar, "dinâyet" diyen aydınlar
gördük.
Tarîkat'ı (târikat), hâtıra'yı
(Hatırâ), tahîn'i (tâhin), Naîmâ'yı (Nâimâ), pılâki'yi (pileki), Ahî Evren'i
(Âhi)diye seslendiren spikerler, proflar... Hele, Topkapı Sarayı'nı tanıtırken,
"Emânât-ı mukaddese" ismini "Emânet-i" diye söyleyip, Türkçesini
doğru (yani çoğul olarak) mukaddes emanetler diye aktaran çok ünlü prof,
gördük...
Devletin tepesinde bile abes
isimlendirmeler var.
Evvelce "Sıhhiye
Vekâleti" vardı, aldılar "Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı"
yaptılar. Onu da bozdular: "Sosyal Yardımı", Sosyal Güvenliğe
çevirdiler ve Çalışma Bakanlığının kuyruğuna bağladılar. "Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı" bu ismi arlanmadan kullanıyor. Güvenlik (ki bu
uy¬durma ama hadi olsun) asker ve polis tarafından sağlanmıyor mu? Öyleyse
nedir bu? Ve Milli Güvenlik Kurulu da mı Sosyal Güvenlik Bakanlığı'na bağlı?...
Güvenlik-muavenet'in yerine kon-
duysa o zaman GÜVENCE (o da uydurma) olabilirdi. Çünkü zaten kendileri,
insanlara sorarlar ya "Sosyal güvencen var mı?" diye. Yani Emekli
Sandığı, Sigorta veya Bağ-kur... Güvence yerine "Güvenlik"
kullanılması ne ayıptır... Hadi bu vesileyle, ilgili bakanlık adını düzeltsin.
Meselâ, devlet yapılanma tarihi bir aşırı bulmayan Suudi Arabistan kadar
ciddiyetli olsun.
Yakın senelerde Suud Riyali'nin
üze¬rinde bir hata görüldü. Diyelim "yüz riyal" veya "elli
helele" Arap gramerine uymayan tarzda yazılmıştı. Onu Dünya İslam Edebiyat
Birliği Başkanı gördü, yönetime bildirdi. Orası da o paraları toplatıp yeniden
bas¬tırdı. Bizim edibe de iyi bir mükâfat verdi. Biz mükâfat talebinde değiliz,
yeter ki sağır sultan duysun. "Çalışma ve Sosyal Güvence
Bakanlığı..." olsun.
"Bülbüllere emir var,; lisan
öğren vakvakdan
Bahset tarih, balığın tırmandığı
kavaktan..." ile bağlayalım...
Mahalli şivelere, telaffuz ve
vurgu farklarına bir itirazımız olmaz. "Türkçe, ağzımda anamın
sütüdür..." diyene hak veririz. Çün¬kü anaların söyleyiş tarzını
tekrarlamak bir nostalji(?) den öte, öze bağlılıktır; şahsiyet ifâde eder. Ve
insan her zaman o söyleyiş¬ten büyük haz duyar. İlk işittiğinse belli yaşa
kadar yaptığın yanlamadan daha kolay ve lezzetli bir iş olamaz. Ama yazma ya,
resmi konuşmaya gelince pay-ı taht şivesi esastır. Fakat İstanbullunun
tasarruflarının hepsi de, alcam-alıcam, gelcem, gitcem, naap- can.lar, kendine
iyi bak, Allısmarladık, çok mersiler.... gibi hoppaların ağzı da değil.
Metroda levha görüyoruz;
"Hata çöp atmayın!..." yani Hatta (demir yoluna) bir şey atmayın
demektir.
"ahlak"da "etik"
oldu. Peki "ahlakî" nin karşılığı ne olacak; etiksel mi? Enteresan
(!) ve ilginç (!) değil mi?
Tabii, hırsız ev sahibini bastırır
her zaman, Bir uydurukça dil hastası, H. Sadettin Aral'ın, musiki mecmuasındaki
yazısını ele alıp, çok eski bayat kelimeler kullandığını söylemiş; yeni dile
da'vet etmiş. O da, şair Rıfkı Melul Meriç'in uydurdukça ile alay için şu yapma
kıt'asını yazıp, ne diyorsun, böyle mi yazayım? demiş eleştirmene(î):
"Anğım yoğun bir asalaklıkdır
usunda,
Tutam asal eksendir onun
sağduyusunda.
Duygumsa, gönül şarlarının
iltutusunda
Bir öpkinedir yankılanan
Nuh-kuyusunda"
Hasılı bu ülkeyi her yönden
yıkanlar, yıkmayı başarmak için; dili ve yazıyı tahrip ve tahrifle başladılar.
Şu an Kur'an-ı Kerim'i Latin harfleriyle okumayı deneyen yüksek tahsilliler var.
Bir haftada aslını öğrenebilecekken o maskaralığa razı oluyor. Nefsine ağır
geliyor zira.
Günlük hayata indirilen uydurma ve
bozuk dilse, düzeltilir gibi değil. Radyo ve televizyon bangır bangır bağırıp
sokuyor kulaklara bu sahte terimleri. Onunla birlikte bütün insani ve islâmi
mefhumlar ve değerler de dejenere oluyor... Hele şu tıb kitapları, ilaç
kutularının içindeki tarifeler... Birtek, dır ve tır dan başka Türkçe nesne
yok...
Bizde bu kadar olsun uyardık,
işte.
KAYNAK: İslami Edebiyat (Mart –
Nisan – mayıs 2015, Sayı: 65).
Ali Nar Hoca ile tanışmak benim
için Allah’ın bir lutfu oldu. Şükren lillah bu mazhariyet, o’nun vefatına kadar
elli sene (1965-2015) boyunca çoğalarak devam etti. Benim için iyi bir
Müslüman/öğretmen’in örneği oldu. Sırf bu yüzden yüksek punalrıma rağmen öğretmenlik
mesleğini seçtim. Diyarbakır İmam Hatip Okulu orta ikide öğrencisi olmaya
başladım. Maaşının en azından bir bölümünü kitap satın alarak öğrencilere
dağıttığına şahidim. Beni okumaya ve yazmaya o teşvik etti. İlk yazımı Diyarbakır
Yeni Şark Postası gazetesinde (1965) o yayımladı. Bana ve diğer öğrencilere
Muhammed Hamidullah, Seyyid Kutub, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç başta olmak
üzere çok sayıda yazarı o tanıttı, çok sayıda kitabı o okuttu. Sınıfta bize yönlendirici
konuşmalar yapar ve şiirler okurdu. Çok da güzel okurdu. O kadar ki, bu
şiirlerden bazıları hâlâ ezberimdedir. Diyarbakır İmam Hatip Okulunu Diyarbakır
şehrinin en faal kültür-sanat merkezi haline getirmişti. Kurduğu Mesleki
Tatbikat Kolu faaliyeti olarak il merkezi ve ilçelerindeki camilerde hutbe
okur, vaaz verirdik. Diyarbakır’daki birçok okulun salonu ve tüm sinemaları
onun döneminde bizim etkinliklerimizle dolup taşardı. Halkla ilişkileri çok
güçlü idi. Şehir halkının çoğu onu tanır, çok sever ve çok saygı gösterirdi.
Bundan tedirginlik duyan bir general (Faruk Güventürk) ile mücadeleden çekinmemişti.
Müesses batı uşağı sistem, Ali
Nar’ın Diyarbakır’da İslama yaptığı kıymetli hizmetleri hazmedemedi, onu
sürgünlere gönderdi. O devrimci bir Müslümandı, mert, cesur ve ataktı. Gördüğü
zulümler onu yıldırmadı, sadece azmini ve direncini kamçıladı. Her yıl yeni
hizmetler vermeye başladı. Telif ve tercüme eserleriyle, cemiyet hizmetleriyle
bereketli bir ömür sürdü. Ben de ortaokulda öğrencisiyken ona verdiğim sözü
tuttum. 1975’te çıkan ilk şiir kitabımı ona ithaf ettim. Hazırladığım tüm
ansiklopedilerde (Türkçe-İngilizce) biyografisini en güzel şekilde yayımlamaya
çalıştım. Allah’ın rahmeti üzerine olsun. Biz de ölene kadar duacısı olmaya
devam edeceğiz.
Allah'ım
Bindokuzyüz otuzsekiz'in anlamlı bir gününde Erzurum
Hasankale ilçesinde dünyaya gelen Alimlerin ve ebeveyninin dizinin dibinde
Edebiyat ve ilim dersleriyle yetiştirilen İz, Nasuhi, Davutoğlu feyziyle
geliştirilen Necip Fazıl üslup ufkuyla ufku pekiştirilen Fikriyatını
anlamayanlarca çekiştirilen "İslami Edebiyat" aşkıyla bütünleştirilen
Mütefekkir, muharrir ve şair Ali Nar kuluna Sağlık, sıhhat, afiyet yüklü bir
ömür ver Ya Rabbi!
Allah'ım
"İmam Dede"nin torunu
"Molla Baba"nın evladı Güllü ana'nın gülü, ondört kardeşin gönül tadı
Zor dönemin meyvesi, eserleriyle yaşar adı Muallim iken talebe yetiştirmektir
muradı Hakikat ilmine yelken açıp hakkı aradı Bir ömür boyu İslam'ın
kaynaklarını taradı Mütefekkir, muharrir ve şair Ali Nar kuluna Sağlık, sıhhat,
afiyet yüklü bir ömür ver Ya Rabbi!
Allah'ım
"Fetih",
"Koro", "Hortlaklar", "Ezan Donanması" piyesi
Şanlı "Muhtarname", "Kan Denizi", "Arılar Ülkesi"
Nükte, mizah dolu sohbetiyle dinletir herkesi Dini, milli, edebi eserlerle
donanımlı hayat hikayesi İman ve irfan güzelliği en güzel sermayesi Mütefekkir,
muharrir ve şair Ali Nar kuluna Sağlık, sıhhat, afiyet yüklü bir ömür ver Ya
Rabbi! 28.02.2015 Ahmet YÜTER
KAYNAK: İslami Edebiyat (Mart – Nisan – mayıs 2015,
Sayı: 65).
Çocuklar da dahil
herkesin rahatlıkla, zevkle ve
ibretle okuyacağı bir romandan
söz açalım bugün. Yazarın gazetelerdeki yazılarından da
tanıyorsunuz. Bu defa bir romanıyla karşımıza çıkıyor.
Zannederim Ali Nar'ın bu ilk romanı. Çok yönlü bir kitap: îsterseniz çocuklar için
bir masal kitabı, dilerseniz bir edebiyat eseri,
dilerseniz bir siyaset analizi.. deyin.
Hepsini de karşılayabilecek bir çok yönlülüğe sahip.
Konusu üç cümle ile şöyle:
Çalışkan ve dürüst bir arı cemaatının yaşadığı bir küçük ülkeyi, civar ülkelerden birinde
yaşayan yılanlar istila ediyor.
Nice izdıraplardan ve
maceralardan sonra arılar akıllarını
başlarına topluyorlar ve ülkelerim kurtarıyorlar.
Konunun dikkat çeken en büyük
özelliği, adı geçen istilanın kuvvet yoluyla değil, hileyle gerçekleştirilmiş
olması. Yılanlar hile yapmakla
kalmıyor, aynı zamanda arılar içinde
kendilerini tasvip eden ve istilanın sürmesini temin eden arılar bulmayı ve bazı arıları zararlı fiillerine ve
fîkirlerine imale etmeyi başarıyorlar.
Romancı böylece, "Çok özlü bir bilgiyi
bütün Ortadoğu çocukları için hikayeleştirir." ve eseri "Çağımızdaki
kendi öz kültüründen koparılan insanlara ithaf eder.
Arıların bir düzeni, bir nizamı, bir hayat
anlayışları ve yaşayışları vardır. "Kavgasız sürtüşmeğiz, herkes dost,
herkes ödevinde, herkes hayatmdan memnun ve içinde kin, husumet, nefret olmadan
hep neşe, hep gayret ve her eylemden faydalı sonuçlar alarak"
yaşamaktadırlar. "Dahilde emniyeti tam olan bu adaya taşradan da sızma
olamıyor, huzur bozulmuyordu."
Ama zamanla bazı
bidatlar ortaya çıkar. Yani bozulma başlar, işte bu bozulmalar arı topluluğunu zayıflatır, surlarda
gedikler açılır ve işte o zayıf noktalardan düşman içeri sızar. Civarda bir iblis adaşı
vardır. Burası yılanların
ülkesidir. Ve bir gün arıların bu zayıf tarafından faydalanarak civardan
gelen teknelerin kenarlanna
tutunarak arıların yurduna ayak basar
ve orayı istila ederler. Fakat
bu istila kuvvet yoluyla olmaz.
Yılanlar başlarına arı başları takarak, yani arılara arı gibi görünerek ve gittikçe sayılarını artırarak orayı egemenlikleri altına alır ve arıların nizamını yavaş yavaş diledikleri yönde
değiştirerek meşum planlarını iyicene yerleştirmek aşamalarına gelirler. Niyetleri yan gelip yatmak ve anların ürettikleri balları bol bol yemektir.
Fakat arıların
yaşlılarından alınan bilgileri
değerlendiren bazı genç arılar
sık sık durum muhasebesi yaparak
meseleyi anlamaya başlarlar. Bu arada
yılanlar da bazı açıklar verir.
Ama yılanlar arıların çoğuna da sevimli görünmeyi başarmışlardır. Bu nedenle yılanları sevimli görenlerin bu gafletlerinden uyanmaları
gerekmektedir. Bilinçli arılar buna
gayret ederler. Bunda başarılı
olmaları son derece zordur.
Neticede yılanların bütün arıları yok etmek konusundaki planları
ortaya çıkar da gafil arılar ancak o zaman ayılırlar.
Ve yılanların bütün arıları imha planları ile
durumu anlayan arıların karşı tedbirleri günün birinde kesin hesaplaşma
noktasına geliverir. Ve bütün arılar kahramanca savaşarak yılanlara saldınr,
onları sokarak davul gibi şişirirler ve denize dökerler, îğnesini bir kere
kullanan arı da yaşamadığı için bu harpte arılar da çok telef olur. Ama sonuçta
ülke kurtulur ve her türlü mutlu yaşayışı ile birlikte yeniden arılar düzeni
kurulur. Bu kitabı çocuklarınız için de alın. Kendiniz de okuyun,
seveceğinizden emin olarak.
(Milli Gazete, 3 Mart 1980)
Ali Nar’ın ilmi kişiliği
1950’lerden itibaren şekillenmeye başlar, 1960 sonrasındaysa öğretmenliği ve
edebi kişiliği öne çıkar. Hayatının son dönemi bir bakıma Yüksek İslâm
Enstitüsü yıllarında sahip olduğu İslâmî anlayışın müdafaası sayılmalıdır.
Ebu’l-Hasen en-Nedvi’nin önerisiyle kurulan İslâmî Edebiyat dergisinin “Ali Nar
Hoca”ya tahsis edilen 66. sayısı bütün bunları derli toplu bir biçimde sunuyor.
“Hüzün sayısı” olarak da anılabilecek derginin bu sayısında sunuş yazısından
itibaren siyasi erkânın cenaze namazına katılması üzerinden yapılan yorumlar da
dikkat çekiyor
Merhum Ali Nar’ın şiirle başladığı edebiyat serüveni, tiyatro, gazete yazıları, gezi notları, eleştiri, deneme ve günlükle devam eder. Yazarlık serüveninin bihakkın anlaşılması bakımından 1960 sonrası hayati derecede önemdedir. Yaşıtlarının birçoğu gibi Ali Nar, yaşamak zorunda kaldığı çevreyi, ülkeyi, şartları değiştirmek isteyen bir yazardı. Bunun niteliği ve kurallarına dair farklı kanaatler ileri sürülebilir. Hayatı boyunca derdini koruyan, bu doğrultuda mücadele eden bir isimdi. Gençlik yıllarından vefatına kadar, Türkiye’nin İslâmî bir dönüşüme uğraması için gayret sarf etti. Mücadeleci ve öfkeli olmasının sebebi budur denilse abartılmış olmaz. Sosyal-siyasal içerikli bir roman olan Arılar Ülkesi(1980) Türk milletinin İslâmî direnişi yanında sömürgecilerden kurtulma mücadelesi veren toplumların son asırdaki macerasını anlatmaktadır. Yelpazesi oldukça geniş olan Cahit Zarifoğlu, bu roman hakkında şunları söyler:
“Çocuklar da dâhil herkesin rahatlıkla, zevkle ve ibretle okuyacağı bir romandan söz açalım bugün. Yazarını gazetelerdeki yazılarından da tanıyorsunuz. Bu defa bir romanıyla karşımıza çıkıyor. Zannederim Ali Nar’ın bu ilk romanı. Çok yönlü bir kitap: İsterseniz çocuklar için bir masal kitabı, dilerseniz bir edebiyat eseri, dilerseniz bir siyaset analizi deyin. Hepsini de karşılayabilecek birçok yönlülüğe sahip.Konusu üç cümle ile şöyle:Çalışkan ve dürüst bir arı cemaatinin yaşadığı bir küçük ülkeyi, civar ülkelerden birinde yaşan yılanlar istila ediyor. Nice ızdıraplardan ve maceralardan sonra arılar akıllarını başlarına topluyor ve ülkelerini kurtarıyorlar.”
Ali Nar’ın ilmi kişiliği 1950’lerden itibaren şekillenmeye başlar, 1960 sonrasındaysa öğretmenliği ve edebi kişiliği öne çıkar. Bu bakımdan iki Ali Nar’ın var olduğunu söyleyebiliriz. Edebiyatçı Ali Nar, tiyatro ve romanlarla uğraşıyor. Ütopik roman yazmaya başlıyor; dönemi için harika bir kitap çıkıyor. Ayşe Şasa’nın Şebek romanının tersi istikamette bir roman bu. Öteki Ali Nar ise dini görüşleriyle öne çıkıyor. Edebi kişiliğinden bahsedilirken Uzay Çiftçileri, Arılar Ülkesi daima öne çıkar. Tercüme serüveni konusunda ise bildiğim kadarıyla bir inceleme yapılmış değil. Bir yazar olarak tanınmaya başlaması İslâmcılığın bugünkü zeminini oluşturan 1970’lere rastlar. Hayatının son dönemi bir bakıma Yüksek İslâm Enstitüsü yıllarında sahip olduğu İslâmî anlayışın müdafaası sayılmalıdır. Onun hal ve tavırlarını herkes biliyordur herhalde. Şu anlamda: Bu okulda Ahmed Davudoğlu başta olmak üzere bazı isimlerin tecdit hareketinin etkilerini azaltamaya dönük bir dikkatle karşılaşırız. Bu yıllarda “gerçek İslâm”ın ne olduğuna ilişkin kendi iddiasını yeni eserlerle ve o eserlerin üzerinde ya da etrafında ortaya koyan manifestolar kaleme alınır. Genç kuşakların önde olduğu bu hareket, aynı zamanda, alanda o ana kadar geçerli olan görüşlerin meşruiyetini sarstığı için çok tepki çekmiştir Ali Nar’ın kendisinin son dönemde yazdığı kitaplar aynı zamanda, buna karşı çıkışın kanıtıdır.
1980’lerin sonundan itibaren kültürel dergiciliğin bir boyutunu yansıtan İslâmî Edebiyat dergisinin “Ali Nar Hoca”ya tahsis edilen 66. sayısı bütün bunları derli toplu bir biçimde sunuyor. Bu yazı, Ali Nar’ı bu özel sayıyı öne çıkararak, kendisinin fikri ve edebi yönelişinin nasıl anlamlandırıldığının izini sürmeyi amaçlıyor. Öncelikle derginin Ali Nar imgesi ve eserlerine dair değerlendirme yazıları açısından güçlü olmadığını belirtmek gerekiyor. Dar ve sıradan bir bakış açısına maruz kalmış yazar. Kanaatlerle anıları ilmikleyen yazılardan kurulmuş dergi. Bir yazı ise daha evvel Ay Vakti derginde yayımlanmıştı. Fakat burada yeniden yayımlanırken hiçbir hatırlatmada bulunulmamış olması bir eksiklik.
“Hüzün sayısı” olarak da anılabilecek derginin bu sayısında sunuş yazısından itibaren mevcut siyasi erkânın cenaze namazına katılması üzerinden yapılan yorumlar da dikkat çekiyor. Burada onun uzlaşımları ve kurumsallıkları reddederek, toplumsal mekânda hüküm süren ekonomik ve siyasal akıllar karşısında fikirlerinin kendine özgü mantığına bağlı kalarak, bunun çileciliğine talip olduğu da hatırlatılır. Hasan Akay bu noktada şunları hatırlatıyor:
“En çok tenkit ettiği devlet erkânının bu ateş tabiatlı ve fakat merhametli âlimin cenazesine sahip çıkması, cenazesini kaldıranların en başında Sayın Cumhurbaşkanının da bir ‘Üstad hayranı’ ve ideal istikameti gösteren celadetli şiirlerinin en iyi ‘okuyucu’larından biri olması oldukça anlamlıdır ve bu yüzden son derece mânâlı bir uğurlama olmuştur. Bu refakat, onun Hak uğruna keskinleşen dilindeki samimiyete inancın ve saygının da bir numunesidir.”
Bu bahsi noktalarken şunu belirtelim: Ali Nar’ın bireysel tecrübesi ile Türkiye’nin kolektif tecrübesi arasında belli noktalarda örtüşme belli noktalarda farklılaşmanın olduğu açıktır.
HADDİ AŞAN DEĞERLENDİRMELER
Pek çok yazarın Ali Nar hakkındaki kısa değerlendirmelerinin yer aldığı dergide ayrıca dinler arası diyalog ve tecdit düşüncesini öne çıkaran müellifler noktasında eleştirel bakışlar öne çıkıyor. Hemen her yazıda onun kısıtlı imkânlarına rağmen davasından taviz vermeksizin elinden geldiğince İslâm’a hizmet etmeye çalıştığı belirtiliyor. Siyami Akel, İslâmî Edebiyat kavramını Türkiye’de yaygınlaştıran Ali Nar’ın düşünce dünyasını anlamak için edebiyatın ve fikren beslendiği Necip Fazıl’ı bilmek gerektiğinin altını çiziyor. Akel, hem yazısında hem de derginin özel sayısının tanıtımı maksadıyla çıktığı televizyon programında dinler arası diyalog, mezhepsizlik ve Ehli Sünnet konularına temas ediyor. Özellikle Ali Nar’ın “CEMARR” kısaltmasıyla tanımladığı Cemaleddin Afgani, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza’nın hem dinler arası diyalog hem de dinde reform fikrinin öncüsü olduklarına dikkat çekiyor. Ne yazık ki, Akel’in, bu bağlamda yazdıkları ve söyledikleri genellemenin ötesine geçmiyor. Zira ona bakılırsa paralel yapı olarak öne çıkan anlayışla bahsettiği isimlerin ve onlardan etkilenenlerin dini anlama ve yorumlama tarzları neredeyse tıpatıp aynı. Bu sebeple Ali Nar’a dair yapılan değerlendirmelerde bazı konuların birbirine karıştırıldığı son derece açıktır. Elbette Ali Nar’ın bahsettiğimiz dini anlayış ve yorumlara dair sert eleştirileri göz ardı edilemez. Fakat bu konuda yazdıklarının detaylı bir şekilde analize tabi tutulması da gerekmektedir. Sadece Akel değil, Mehmet Şevket Eygi, Enver Baytan, Nedim Urhan, Malatyalı Muhammed Reşad gibi isimler de bu konuya, gelenek, dinde reformizm, yenilikçilik ve Ehli Sünnet bağlamında hassaten dikkat çekmişler. Hatta bazı yazarların konuyu ele alışlarında, mesele tartışma olmaktan büsbütün çıkmış, İslâm dünyasındaki ve Türkiye’deki tecdit hareketinin öne çıkardığı isimler mesnetsiz bir biçimde yerilmiştir. Onun yazılarının sundukları bir yana yazarlar yatkınlıklarından dolayı böylesi bir tasvir üzerinden yol almayı kolay bulmuşlardır sanki. Doğru, pek çok yazısında/kitabında bahsettiğimiz müelliflerin din yorumuna isyan eden, onları yerden yere vuran yönleri olmuştur Ali Nar’ın. Ancak bunu bir sebep sonuç ilişkisi içinde anlatımı yapılmamıştır. Hem ayrıca bir gerekçelendirme sıkıntısı da var. Tek ayaküstünde durmuş gibi açıklanmaya çalışılmış mesele. Afgani, Abduh ve Hayrettin Karaman’ın mezhepsizlik çizgisini körükledikleri buna karşın Ali Nar’ın yıllar boyu tek başına mücadele verdiği belirtilmiş. Bunlar, yazarın kendisini ve dinini nasıl algıladığını, bize göstermek istediği öz-imgenin ne olduğunu kavramamızı sağlayacak ve zihniyetinin temel bileşenleri konusunda bize benzersiz içgörüler sunacaktır. Dahası İslâm’ın Protestan bir yorumunu öne çıkardıkları iddia edilmiş, Fethullah Gülen hareketiyle aynılaştırılmışlardır. Hangi saikle yapılmış olursa olsun bu doğru değildir. Öfkelenilip kin kusulmuş. Ali Nar’dan ya da hakkında yazılanlardan sayfalarca alıntı yapılabilir ama bir işe yarayacağından emin değilim. Geçmiş üzerine bugün ve şimdi yazmak farklı bir hal olsa gerek. Bu yazılarda dün yeniden yazılmıştır. Dünün hikâyesi şimdi ile geçmişin bitmez tükenmez kavgasının ortasında/n yazılmıştır. Eskiye dair olan ne varsa yavaş yavaş çağrılmıştır bu yazılarda. Anlaşılan o ki, 1960’ların ikinci yarısından itibaren kültürel dünyamıza belirgin bir biçimde dâhil olan bu defter hiçbir zaman kapanmayacak.
Bu yüzden bir okuyucu olarak özel sayıyı yeniden 1960’lara dönmek zorunda kalarak tümüyle eleştirmek yerine daha ziyade Ali Nar’ın, edebiyat ve İslâmî Edebiyat bağlamındaki yerini belirgin kılan hususları ele almaktan yanayım. Yukarıda birkaçını saydığım yazarlar bir yana bırakılırsa Erol Erdoğan’ın “İlim ve Edebiyat İnsanı: Ali Nar” başlıklı yazısının son derece kuşatıcı ve “doğru yorum” adına doğramayan bir üsluba sahip olduğunu hatırlatmak gerekir. Ayrıca Arap dünyasından dergiye katkı veren isimlerin hiçbirinin bu konuya temas etmemesi de dikkatimi çekti. Abdulkuddüs Ebu Salih, Abdulbasid Bedr ve Hasan el- Emrani sadece edebiyat ve İslâmî edebiyat bağlamında görüşlerini ve şahitliklerini aktarmışlar. Bahsettiğim isimler, Ali Nar’ın, Ehli Sünnet konusundaki yaklaşımları yerine, Uzay Çiftçileri, Arılar Ülkesi romanları yanında Necip Fazıl’ın ve diğer edebiyatçıların mücadelelerini öne çıkarmayı tercih etmişler. Ali Nar’ın sanatını okumak isteyenler için bir rehber niteliği taşıyor bu kısa yazılar. Bahsettiğim romanları okumaya çalışırken onların ışığından yararlanmak gerekir.
Ali Nar, lise döneminde olsun sonraki yıllarda olsun Necip Fazıl’dan etkilendiğini açıkça ifade eder. Erken yaşta onun konferanslarıyla tanışmış, düşüncelerine ilgi duymuş, yazılar kaleme almaya başlamıştır. Sanatçı ve yazar çevrelerinden kişilerle arkadaşlık etmiş, dostluklar kurmuş, onların bulunduğu mekânlarda zaman geçirmiştir. Fakat sosyal sermayesini büyük ölçüde üstadı üzerinden sağlar. Sanırım Ali Nar’ın düşünce yapısını büyük bir açıklıkla sunan şu satırları alıntılamamak olmaz:
“Ali Nar Hoca’nın iki kanadı vardır: Birisi din, diğeri edebiyat. Bu iki kanadını İslâm için çırpmıştır; bıkmadan, usanmadan. Din kanadı Mustafa Sabri Efendi’ye benzer; Ehl-i Sünnet için didinen, uğraşan, mücadele eden, bedel ödeyen. Edebiyat kanadı ise fikren beslendiği ve etkilendiği Üstad Necip Fazıl’a. O’nun gibi dini savunurken edebiyatı kılıç gibi kullanan.”
ÖĞRENCİLİĞİ, ÖĞRETMENLİĞİ VE EDEBİYAT ANLAYIŞI
Ali Nar’ın ailesi, Sovyetlerin zulmüne maruz kalan Gürcülerden, bu yüzden göç etmek zorunda kalmışlar. İlkokul yıllarında edindiği not defterine ailesinin yazma geleneğinden dolayı günlükler tutan Ali Nar, Kayseri İmam Hatip yıllarında ve Yüksek İslam Enstitüsü’nde yazma alışkanlığını geliştirmiş, Hilâl dergisinde ilk şiiri ile kültürel üretim alanına dahil olmuştur. Yasin Hatiboğlu, Kayseri İmam Hatip’ten tanıdığı eski ahbabı, gençlik arkadaşı Ali Nar’la ilgili olarak son derece önemli anekdotlar aktarıyor. Ki bunlar aynı zamanda Ali Nar’ın Anadolu Günlüğü adıyla yayımlanan kitabını niçin “Anadolu Müslümanının Direniş Günlüğü”adıyla yayınlamayı tasarladığını ortaya koyar nitelikte:
“Ali ile Kayseri İmam Hatip’ten arkadaşız. Bizden bir iki sınıf sonraydı. Kardeşi Mehmet de vardı. Kavgacı Osman Efendi, Leblebici Ahmet Efendi, Camgöz Hacı Yusuf Efendi, Simitçi Halil Efendi, Saraçoğlu Abdullah Efendi bizim hocalarımızdı.
Gece saat 22: 00’den 23: 00’den sonra ara sokaklardan geçerek Çorakçızade (müftü) Hacı Hüseyin Efendi’nin evcine gider, Arapça dersi alır, sonra gece 1-2 gibi çıkar, yine tek tek birbirimizle buluşmadan ara sokaklardan kaldığımız köhne hücrelerimize dönerdik. Ali de bizden farklı değildi. O da bu şartlarda okudu ama maşallah çok başarılıydı; okulda kendisini gösterdi. İki iftihardan birisi Ali’nindi. Ali ve Mehmet kardeşlerin edebiyata karşı meyilleri de çok üstün derecedeydi.”
Tüm hayatında etkili olan ve kültürel sermayesini belirleyen Arapçayı çok iyi öğrenmiş olması bu eğitim sürecinin en önemli katkısıdır. Klasik İslâmî ilimlerin araçlarına sahip yordamlarına hâkim oluşu göz ardı edilemez. Ali Nar, edebiyat zevkini Yüksek İslâm Enstitüsü yıllarında Mahir İz’den almış, sonraki yıllarda Necip Fazıl’dan beslenerek büyütmüştür. Talebelik yıllarında bir kere gördüğü ve MTTB salonunda konferanslarını dinlediği Necip Fazıl’la 28 Haziran 1964 yılında öğretmenliğe başladığında tanışmış, öğretmenlik yıllarında kendisini Diyarbakır’a, Erzincan’a ve İzmit’e konferansa davet etmiştir. Büyük Doğu dergisinde yazıları yayımlanmıştır.
Dergide Ali Nar’ın öğretmenliğine temas eden yazılar da var. Kemal Kahraman başta olmak üzere pek çok isim onun üretken, pratik ve tıpkı Arılar Ülkesi romanında vasfettiği arı gibi çalışkan oluşuna dikkat çekmiş. Geride kalanlar, kendi dünyalarından hareketle onunla birlikte olabilmektedirler.
İhsan Işık, Diyarbakır İmam Hatip Okulu’nda kendisinin öğrencisi olmuştur. O yılları şöyle anlatıyor:
“Maaşının en azından bir bölümünü kitap satın alarak öğrencilere dağıttığına şahidim. Beni okumaya ve yazmaya o teşvik etti. İlk yazımı Diyarbakır Yeni Şark Postası gazetesinde (1965) o yayımladı. Bana ve diğer öğrencilere Muhammed Hamidullah, Seyyid Kutub, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç başta olmak üzere çok sayıda yazarı o tanıttı, çok sayıda kitabı o okuttu. Sınıfta bize yönlendirici konuşmalar yapar ve şiirler okurdu. Çok da güzel okurdu. O kadar ki, şiirlerden bazıları hâlâ ezberimdedir. Diyarbakır İmam Hatip Okulunu Diyarbakır şehrinin en faal kültür-sanat merkezi haline getirmişti. Kurduğu Mesleki Tatbikat Kolu faaliyeti olarak il merkezi ve ilçelerdeki camilerde hutbe okur, vaaz verirdik. Diyarbakır’da birçok okulun salonu ve tüm sinemaları onun döneminde bizim etkinliklerimizle dolup taşardı. Halkla ilişkileri çok güçlü idi. Şehir halkının çoğu onu tanır, çok sever saygı gösterirdi. Bundan tedirginlik duyan bir General (Faruk Güventürk) ile mücadeleden çekinmemişti.
Müesses batı uşağı Kemalist sistem, Ali Nar’ın Diyarbakır’da İslâm’a yaptığı kıymetli hizmetleri hazmedemedi, onu sürgünlere gönderdi. O devrimci bir Müslümandı, mert, cesur ve ataktı. Gördüğü zulümler onu yıldırmadı. Her yıl yeni hizmetler vermeye başladı. Telif ve tercüme eserleriyle, cemiyet hizmetleriyle bereketli bir ömür sürdü.”
Ses getiren tiyatro, hikâye, roman ve denemelerinde doğrudan tebliğ değil telkin ön planda olmuştur. Siyami Akel onun edebiyatı dini savunmak için araç olarak gördüğünü belirtir. Kendisinin hem edebiyatı hem dini biliyor olmasının önemli bir avantaj olduğunun altını çiziyor. Keza Ali Nar yıllar evvel bu konudaki düşüncelerini şöyle ifade etmişti:
“Önce İslâmî edebiyat İslâmî duygu ve düşünceyle yapılan bir söz sanatıdır. İslâm’dan ve onun kutsallarından direk söz etmeseniz de onun ruhuna uygun olarak Müslüman ediplerin yaptığı edebî faaliyetlerin tümü İslâmî edebiyat kavramının içine girer. İslam’a aykırı olmayan ve İslam’ın kutsallarını rencide etmeyen eserleri bu kategoride değerlendirebiliriz. Özellikle altını çizmek gereken bir nokta genel ahlaka aykırı olamamaktır. Bizim geleneğimizde var olan münacat, naat, büyükleri medih ve kötülere yergi, ahlaki telkin taşıyan türler tepe noktasını tutar. Aslında bize göre ideal olan da budur.”
Ebu’l-Hasen en-Nedvi’nin önerisiyle kurulan İslâmî Edebiyat dergisinin adının, edebi üretim alanlarında meşru üretim ve değerlendirme ilkelerini değiştirmeye yönelik bir adlandırmayı barındırdığını da belirtelim. Edebi alanda çok belirgin bir hat oluşturamayan dergi adlandırmasından başlamak üzere 1960 sonrası edebiyat İslâmcılığından farklı bir yerde konumlanır. Fakat açmış olduğu tartışma alanıyla 1980’lerde bu minvalde pek çok metnin oluşmasına imkân tanımıştır.
Hiçbir şeyi atlamadan her ayrıntıyı anlatmak mümkün değil. Ama en azından dikkat çekmeye çalıştığım hususlar çerçevesinde derginin özel sayısının konumlandığı hat belirgin hale gelmiş oldu. İslâmî Edebiyat’ın bu sayısı, Ali Nar’ın ve dünyasının izini sürmek, ne yaptığını anlamak, geride bıraktıklarını takip etmek için dahası kitaplarını okuyacak kişiler için iyi bir başlangıç olabilir. Yazının girişinde bahsettiğimiz çapaklar hatırda tutulmak kaydıyla elbette.
KAYNAK: Asım Öz / Ali Nar özel sayısı üzerine (dunyabulteni.net, 25 Şubat 2016).
ALİ NAR ÜZERİNE İHSAN
IŞIK'LA SÖYLEŞİ
SORU: Rahmetli Ali Nar’ın ilk öğrencilerinden birisiniz ve ondan etkilendiğinizi biliyorum. Daha çok edebiyatçı kimliğiyle bilinen Ali Nar’ın bir eğitimci olarak portresini çizer misiniz? Rahmetli Ali Nar Hocanın okula gelmesinden sonra okulda gözle görülür bir değişiklik olup olmadığını merak ediyorum. Çünkü bazen bir öğretmen bir okulun çehresini değiştirir. Benzer durum Ali Nar Hoca için de geçerli mi acaba?
İHSAN IŞIK - Merhum Ali Nar hocamızın Diyarbakır İmam Hatip Okulunda çizmeye başladığı örnek öğretmen imajı, aradan 51 sene geçmesine rağmen, hâlâ unutulmuş değil. Sadece biz öğrencileri değil Diyarbakır halkı da unutmuş değil. Bana göre bu işin sırrı yürekte bir sancının var olması ve aradan yıllar geçse de bu sancının hiç kaybolmayışıdır. Hasretini çekmeye başladığımız, şimdi benzerini bulmada zorluk çektiğimiz sancılı insanlardan biriydi Ali Nar Hoca. Bu sancıdan ne kastettiğimi şimdi makam, mevki, para ve kadına tapmaya başlayan Süslümanlar değil, ümmet bilinci olan, Üstad Necip Fazıl'ın "İdeolocya Örgüsü"ndeki "Divanelere Muhtacız" yazısında profilini çizdiği samimi (hasbî) Müslümanlar anlar ancak.
Çünkü, Türkiye'de pek çok kişi birkaç sene "İslam Davası" diye özetlenebilecek yüce ve kutsal ideale hizmet etmeye başlamış, daha sonra pragmatizm, konforizm ve hedonizmin kucağına düşerek sonunda birer "Süslüman" tipe dönüşerek kendilerini heder etmişlerdir. Bu yozlaşma ve çürüme, oluşan yalaka çevreleri de etkilediğinden sonuçta İslama ve yüce idealimize zarar veren tuhaf yaratıklara dönüşmüşlerdir.
İşte Ali Nar, ta o zamanda başlayan bu çürüme sürecinde istikametini, yüreğindeki sancısını ve ümmet bilincini baki aleme göç edene kadar koruyabilen ender şahsiyetlerdendir.
Ne yaptı da Ali Nar, böylesine örnek bir eğitimci ve örnek Müslüman olarak gönüllere taht kurabildi? Genişliğine ve derinliğine incelenmesi gerekli bir konudur bu.
Kısaca özetleyecek olursak:
Ali Nar, İstanbul Yüksek İslam Enstitüsünü bitirdikten sonra, ilk görev yeri olarak 1965 yılında Diyarbakır İmam Hatip Okuluna meslek dersleri öğretmeni olarak geldi. Branşı meslek dersleri olmasına rağmen, aynı zamanda okulun gerçek edebiyat öğretmeni idi.
Siyer-i Nebi dersinde Hz. Peygamber'i (sav) öyle bir anlatışı vardı ki, biz öğrencileri, duygulanarak Asr-ı Saadet'i içimizde hissettiğimiz gibi, zihnimizde örnek İslam toplumunun ana çizgilerini de görmeye başlıyorduk. Resulullah (sav), Allah'ın elçisi, örnek devlet adamı, örnek öğretmen, güzel ahlakın en güzel özelliklerine sahip örnek Müslüman olarak zihnimize yerleşiyor, ancak onu örnek alarak iyi birer insan olabileceğimizi düşünmeye başlıyorduk.
O, öğrenmeye muhtaç olduğumuz hakikatleri sadece ders saatlerinde anlatmıyor, maaşının önemli bölümünü kitap almaya ayırıyor ve bu kitapları biz öğrencilerine ücretsiz olarak hediye ediyordu. Kitapları hediye etmekle kalmıyor, her kitabın ön sayfasına bizi motive eden, okumaya ve düşünmeye teşvik eden, büyük düşler kurmamızı sağlayan çok güzel mektupcuklar yazıyordu. Bana hediye ettiği kitaplardan hatırladığım iki tanesi Muhamed Hamidullah'ın İslam Peygamberinin Savaşları ve İslam Peygamberi (2 cilt) adlı eserleriydi. Her iki kitaba benim için yazdığı teşvik edici o güzel sözler hâlâ ezberimdedir.
Özel bir ilgi gösterdiği öğrencilerinden hatırladığım Şaban Arslan, güzel sesi ve kendisini dinleten Kur'an tilavetiyle dikkat çekiyordu. İşadamı ve sosyal yönü çok güçlü İbrahim Halil Keresteci, şair ve yazar Celal Moray, yazar ve yayıncı (Beyan Yayınları sahibi) Ali Kemal Temizer, yazar Yüksel Kanar, sporcu ve öğretmen (şimdi merhum) Hatip Korkusuz, Dr. Bedri Mermutlu, Emir Eş (o dönem Diyarbakır'da görev yapan Selahaddin Eş'in kardeşi), Dr. Abdullah Baran, Prof. Dr. Sabri Orman, Prof. Dr. Sait Şimşek, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Tarım Bakanlığı yapan Dr. Mehdi Eker, Mehdi Eker'in ağabeyi yazar ve çevirmen (şimdi merhum) Hamit Eker, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, işadamı Ali Alabalık, Ak Parti kurucularından işadamı Muammer Kakı, akademisyen Dr. Şakir Diclehan, avukat ve milletvekili Cavit Torun, avukat Saffet Saygın, avukat Muhittin Doğrucu, öğretmen ve yazar Siraç Öztoprak, yazar Hüsamettin Aydın ve ağabeyi eski Mardin Müftüsü M. Sadık Aydın (Hamidî), yazar ve arşivci Şefik Korkusuz gibi şimdi bazılarını hatırlayamadığım pek çok değerli şahsiyet Ali Nar'ın öğrencilerindendir.
Sırf örnek olsun diye söz edecek olursam; beni yazarlığa teşvik için zamanını fedakârca ayıran bir hocaydı Ali Nar. Diyarbakır İmam Hatip Okulunun tedrisata başladığı ilk bina TCDD'den tahsis edilmiş, küçük ama güzel bir bahçesi olan şirin bir binaydı. Bu binanın üst katında yatılı öğrencilerin odaları yanında müdür yardımcısı Hüseyin Tulpar ile Ali Nar'ın kaldığı odalar vardı. Biz yakın öğrencileri, kendilerini odalarına çıkarak da ziyaret eder, sorular sorarak kendimizi geliştirmeye çalışırdık. O dönemde Üstad Necip Fazıl'ın Büyük Doğu dergisi haftalık olarak yayımlanıyor ve Cuma günleri çıkıyordu. Ali Nar her hafta bana üç dergi parası verip Dörtyol'daki gazete bayiine gönderiyordu. Bu dergilerden biri benim, diğer ikisi Ali Nar Hoca ile Hüseyin Tulpar Hoca'nındı.
Bir gün, Siyer-i Nebi dersinde ders anlatışımı beğenen Ali Nar hocamız, beni öğretmenler odasına çağırdı, güzel sözler söyleyerek, bana "Temizlik" konusunda kendi yazdığı güzel bir yazıyı verdi ve bu yazıyı özetleyip kendisine getirmemi istedi. Ben önce bu hareketini anlayamadım ama, "Peki hocam" diyerek yazdığım özet metni ertesi günü kendisine götürdüm. İki gün sonra beni tekrar yanına çağırdı, masanın üzerindeki "Yeni Şark Postası" gazetesini verdi. "Aç, bak" dedi, "İçinde adın geçiyor". Açtım baktım, iç sayfalardan birinde "Temizlik" başlıklı bir yazı vardı ve bu yazı, hocanın yazısından benim özetlediğim yazıydı. Altında da benim adım yazıyordu. İşte o gün bugün ömrüm yazmakla geçiyor. Beni bu nezaketi ve teşvikiyle sürekli yazmaya teşvik eden Ali Nar Hoca olmuştu.
Örnek bir Müslüman aydın ve gerçekten idealist bir eğitimci olan, Ali Nar, girdiği derslerde sadece müfredat konuları ile sınırlı kalmaz, düşünce dünyamızı, vizyonumuzu geliştirecek birçok konuda bilgiler vermeyi, bize önemli yazarları tanıtmayı ihmal etmezdi. Biz bütün öğrenciler, başta Üstad Necip Fazıl ve Üstad Sezai Karakoç olmak üzere çok sayıda Müslüman şair ve yazarın adını ondan öğrendik. Hocanın bu yönlendirmesi sonucu arkadaşımız İbrahim Halil Keresteci, okulda bir kitap büfesi açtı ve Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Seyyid Kutub, Muhammed Kutub, Mevdudi, Hamidullah, Abdurrahim Karakoç, Muhammed Ebu Zehra gibi o dönem daha çok gündemde olan yazarların kitaplarını getirdi. Getirdiği kitaplar büyük ilgi görüyor, kısa zamanda tükeniyordu. Okulumuz bir kültür ocağına dönüşmüştü.
Bize derslerde ezberinden çok sayıda şiir okurdu Ali Nar. Bunlardan Halim Yağcıoğlu'nun "Cehennem Bu Olacak" şiiri, Ayhan İnal'ın "Seni anlamış olmanın hazzı" dizesiyle başlayan "Esmer Meleğim" şiiri, Üstad Necip Fazıl'ın "Sakarya", "Muhasebe" şiirleri; Ali Nar hocadan birkaç defa sınıfta dinleyerek ezberimde kalmıştır. Hocanın konuşmaları ve şiir okumaları beni ve bazı arkadaşlarımı şiir ve yazı yazmaya başlattı. Kısa bir süre sonra ben, sınıf arkadaşım Emir Eş'le birlikte, adını "Özlem" koyduğum duvar gazetemizi çıkarmaya başladık. Bu gazetede birçok arkadaşımızın şiir ve yazı denemeleri yer alıyordu. Bize en çok yardım eden iki kişi, bizden iki sınıf geride olan Yüksel Kanar ile Muhittin Doğrucu isimli arkadaşlarımız idi. Bu arkadaşlar hem kendi yazdıklarını yayımlıyor, hem de güzel yazılarıyla bazı yazıları temize çekiyorlardı.
Ali Nar Hoca'nın bu faydalı hizmetleri elbette cezasız kalmadı. Hiç bir suçu ve uygunsuz davranış olmadığı halde "Laikliğe aykırı faaliyetleri olduğu gerekçesiyle Diyarbakır'dan Erzincan'a sürgün edildi. Sürgün haberi şehirde büyük üzüntü yarattı, denilebilir ki Diyarbakır'ı adeta mâteme boğdu. Ama biz alacağımız almıştık, Hocamız hedefine ulaşmıştı. Bir yıl sonra, hocamızın teşviklerinin bir meyvesi olarak ben ve İbrahim Keresteci, "Özlem" adıyla bu defa matbaada basılıp bayilerde satılan aylık bir edebiyat ve düşünce gazetesi çıkardık. Ayrıntılarını yakında çıkacak bir kitabımda anlatacağım bu gazete, yurdumuzun bütün imam hatip okullarında okunuyordu.. Hoca'nın ayrılışından birkaç sene sonra Diyarbakır'da aylık Çile dergisini de çıkardım. Çile, edebiyat çevrelerinde, medyada ilgi gören, Türkiye'deki tüm gazete bayilerinde satılan, ünlü yazarların da yazı ve çevirilerini yayımlayan bir dergi oldu.
SORU: Naif biri olan Ali Nar’ın aynı zamanda mücadeleci bir kişi olduğunu da biliyoruz. Kuruluşunda yer aldığı STK’lar ve yayıncılık faaliyetleri bunu bize göstermektedir. Onun inandıklarını hayata geçirmek için neleri göze aldığını, neler yaptığını anlatabilir misiniz bize?
İHSAN IŞIK - Evet örnek bir mücadeleci Müslümandı Ali Nar Hoca. Yavuz Sultan Selim'in "Ateş kesilir geçse saba gülşenimizden" dizesini sık sık tekrarlardı. Ben bir Müslümanın, öyle eline vur ekmeğini al, ümmetin başına galen her felakete sadece üzülen zavallı kişiler olmaması gerektiğini ondan öğrendim. Bunları bize sadece anlatmıyor, canlı örneğini kendisi veriyordu. Ali Nar Hoca'nın önderliğiyle Diyarbakır'da Komünizmle Mücadele Derneği, İlim Yayma Cemiyeti kurulduğu gibi, okulumuzda "Mesleki Tatbikat Kolu"nu kurarak biz öğrencileri her cuma - ilçeler dahil- Diyarbakır'daki camilere dağıtıyor, camilerde vaaz ve hutbe tecrübemizi, hitabetimizi arttırıyordu. Diyarbakırlılar da bu sayede hutbe ve vaazlarda sadece menkıbe dinlemekten kurtulup İslam dininin toplumsal yaşayışla ilgili özelliklerini dinlemiş oluyordu. Ali Nar Hoca'nın organizasyonu ile, sadece hutbe ve vaazla yetinmiyor, okulda sık sık kültürel etkinlikler düzenliyor, piyesler de oynuyorduk. Bu piyeslerin çoğu Mehmet Akif'in "Safahat"ından uyarlanan manzum metinlerdi. Piyeslerin en önde gelen ismi, merhum Hatip Korkusuz idi. Hatip, hem okul futbol takımızın kaptanı, hem de piyeslerin baş aktörüydü ve oyunculukta çok başarılıydı. Mizaha da çok yetenekliydi. Rahmetle ve muhabbetle anıyorum.
Ali Nar Hoca'nın organizatörlüğünde Diyarbakır İmam Hatip Okulu, Türkiye'deki pek çok imam hatip okulundan ilerde, tam anlamıyla bir kültür-sanat merkezine dönüşmüştü. Okulumuzda hemen her hafta düzenlediği kültür-sanat etkiliklerine Diyarbakır halkını da davet ediyor, onu çok seven halktan yüzlerce kişinin katılımıyla bu etkinlikler büyük bir izleyici topluğu önünde gerçekleşiyordu. Öyle ki, bir süre sonra okulumuzun yemekhanesi bu etkinliklere dar gelmeye başladı ve yakınımızdaki Mehmetçik İlkokulu ile Dağkapı'daki Öğretmen Okulunun salonlarını da kullanır hale geldik. Bu salonlarda gerçekleştirdiğimiz hitabet yarışmaları, anma günleri, tiyatro oyunları yine halkın katılımıyla gerçekleşiyordu. O dönemde yine Ali Nar'ın önderliğinde, DSİ Müdürü Recai Kutan, mühendislerden Fehim Adak ve Mehmet Helvacı, hem okulumuzda derslere giriyor, hem etkinliklere katkı sağlıyordu.
Elbette Ali Nar'ın bu hizmetleri, Diyarbakır'da İslami uyanışın yaygınlaşmasından rahatsızlık duyan bazı çevrelerin hiç hoşuna gitmiyordu. Birilerinin, özellikle derin çevrelerin endişeleri artıyordu. Yaygınlaşan İslami etkinliklerle, Kürtçülüğün ve Türkçülüğün önü tıkanıyordu. Kemalistlerin tuzakları bozuluyordu. Marksistler kızgınlık içindeydi. O dönemde Diyarbakır'da görev yapan General Faruk Güventürk, sinsi sinsi Ali Nar'a savaş açtı, onu şikayet etmeye başladı. Sonunda Milli Eğitim yetkilileri örnek öğretmen Ali Nar'ı cezalandırmaya, bir an önce Diyarbakır'dan uzaklaştırmaya karar verdi. Ali Nar, bu düşmanlıklar sonucu, çok sevdiği öğrencileri ve yüzlercesiyle dostluk oluşturduğu Diyarbakırlılardan ayrılma zorunda bırakılarak, Erzincan'a sürgün edildi.
Ali Nar Diyarbakır'dan gitmek zorunda kaldı ama, bize çizdiği yol hiçbir zaman takipsiz kalmadı. Bu izde yürüyüş hayatımız boyunca devam edecek, biiznillah.
SORU: Bildiğiniz kadarıyla, özellikle Ali Nar’ın etkisinde kalarak edebiyata yönelen arkadaşlarınız oldu mu hiç? Ben Ali Kemal Temizer ismini biliyorum mesela. Biraz da bu etkilenmeden bahsetseniz…
İHSAN IŞIK - Ali Nar’ın etkisinde kalarak edebiyata yönelenler oldu tabii. Sadece edebiyata değil ilmî çalışmalara da.. Şair ve yazar Celal Moray, yazar ve yayıncı (Beyan Yayınları sahibi) Ali Kemal Temizer, yazar Yüksel Kanar, Emir Eş (o dönem Diyarbakır'da görev yapan Selahaddin Eş'in kardeşi), Dr. Abdullah Baran, Tarım Bakanlarından Mehdi Eker'in ağabeyi yazar ve çevirmen (şimdi merhum) Hamit Eker, şimdi hatırlayabildiklerimdir.
Ali Nar'ın öğrencisi olan ve ilmî çalışmalarda isim yapanlardan hatırladıklarım ise; Prof. Dr. Sabri Orman, Prof. Dr. Sait Şimşek, Prof. Dr. Yasin Ceylan, Dr. Bedri Mermutlu, Tarım Bakanlarından Dr. Mehdi Eker, Prof. Dr. İbrahim Sarmış, öğretmen ve yazar Siraç Öztoprak, yazar Hüsamettin Aydın ile yazar ve arşivci Şefik Korkusuz..
KAYNAK: Ali Nar okulumuzu
kültür merkezine çevirmişti (Söyleşi - dunyabizim.com, 24 Tem 2016).