Şair ve
yazar. 17 Nisan 1955, Adapazarı doğumlu. Tam adı Asuman Figen Tümer’dir. Adapazarı
Cumhuriyet İlkokulu (1965), Özel Sakarya Koleji orta bölümü (1968), Adapazarı
Ticaret Lisesi (1971) ve İstanbul Ticari İlimler Akademisi (1976) mezunu. Donanma
eski komutanlarından Oramiral Nejat Tümer’in oğlu işadamı Yalçın Tümer’le
evlidir.
Uzun
yıllar havacılık sektöründe GÖREV ALARAK, 1976 yılından itibaren THY’de memur
ve yönetici olarak on iki yıl çalıştı. Bir süre özel bir havayolu şirketinde
bir yıl (1990-91) Uçuş Hizmetleri müdür yardımcısı olarak çalıştıktan sonra 1995’te
Amerika’ya gitti. Bu ülkede on iki yıl kaldıktan
sonra, 1997’de İstanbul’a döndüğünde çalışmalarını The Best dergisinin Yazı
İşleri Müdürü ve ardından Yayın Kurulu Başkanı olarak 2006 yılına dek görevini sürdürdü.
Öykü
yazarlığına başladığı 1977’den itibaren öyküleri çeşitli dergi ve gazetelerde
yayımlandı. Bu öykülerin önemli bir bölümü, Amerika muhabiri olduğu The Best
dergisinde yer aldı (1996).
Edebiyatçılar Derneği, Avrupa
Yazarlar Konseyi, Uluslararası Pen Yazarlar Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği,
Besam üyesidir.
Öykülerinde kullandığı temiz Türkçe ve anlatımında gösterdiği başarıyla, usta bir öykücü olduğunu kanıtlayan Asuman Tümer, Avrupa Yazarlar Konseyi ( EWC), Uluslararası Pen Yazarlar Derneği, Edebiyatçılar Derneği, Atatürkçü Düşünce Derneği, üyesidir.
Kitapları, Ohio, NewYork, Florida eyaletleri başta olmak üzere Türk
öykücülüğünü temsilen ABD, Gürcistan (Şota Rustavelli) üniversitelerinde yer
almaktadır.
1971 yılında Cahit Oben bestelerini
seslendirdiği bir albüm çalışması
Grafson tarafından gerçekleştirilmiştir.
ABD’de şan ve müzikal eğitimi alan
Tümer’in 2016 yılında 70'den fazla öyküsü Dr.Hasan Cihat Örter tarafından bestelenmiş olup, “Müzikli
Öyküler” Projesi ile 10 Nisan 2018’de Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nda sanatseverlerle buluşmuştur.
Ödülleri:
1999 yılında “Ankara Öykü Günleri”
Çerçevesinde gerçekleştirilen “Oktay Akbal Öykü Yarışması”nda “Ayarı Bozuk
Çayevi”, “Şakacı” ve “İkinci Perde” adlı öyküleriyle birinciliği kazandı.
2022 yılında Sakarya Uygulamalı
Bilimler Üniversitesi tarafından verilen Sanat ve Kültür Ödülüne layık görüldü.
ESERLERİ:
Şiir: Asuman (1997).
Öykü: Ayarı Bozuk Çayevi (2000, İngilizceye
çevrildi), Gökkuşağı
Tarlası (2019).
Roman: Kura’nın Şarkısı (2007), Güneş Suya Ne Söyler (2009), Himiko
(Roman, Halit Kakınç’la birlikte, 2022).
Anı: Figen Apartmanı (2022).
KAYNAKÇA: Berna Tuna Fenemen / Life Time (Klips dergisi, Mart
1999), Akbal Ödülü Tümer'in (Hürriyet
gazetesi, 29.11.1999), Nalan Barbarosoğlu / Yenilerle
Dolu Verimli Bir Yıl (Cumhuriyet gazetesi, 20.12.2000), İhsan Işık / Yazarlar
Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) –
Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü
Kadınlar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of
Turkey’s Famous People (2013), Asuman Tümer'den Eski Adapazarı'nı Anlatan .Şahane
Bir Öykü (sakaryayenihaber.com, 19 Mart 2021), Asuman Tümer Yazdı: Derinden
Gelirdi Sesi Davulun (sakaryayenihaber.com, 19 Mart 2021).
ASUMAN TÜMER
HAKKINDA ÇEŞİTLİ HABER VE YORUMLAR
AKBAL ÖDÜLÜ
TÜMER'İN
Ankara
Öykü Günleri kapsamında düzenlenen Oktay Akbal Öykü Ödülü'ne Asuman Tümer değer
görüldü. Oktay Akbal, Erhan Bener,Sevinç Özer, Öner Yağcı ve Burhan Günel'den
oluşan seçici kurul, ayrıca Zafer Doruk ile Barbaros Altuğ'a da Özendirme
Ödülü'nün verilmesini kararlaştırdı. Ankara Öykü Günleri'nin ödül töreni,
önümüzdeki ay içerisinde yapılacak.
KAYNAK:
Akbal Ödülü Tümer'in (Hürriyet, 29.11.1999).
MİLLİYET HABER
Asuman
Figen Tümer öykülerinin Dr. Hasan Cihat Örter tarafından bestelendiği “Müzikli
Öyküler” projesi 10 Nisan Salı akşamı İBB Cemal Reşit Rey sahnesinde
sanatseverlerin beğenisine sunulacak. Etkinlik saat 20.00’de başlayacak.
CUMHURİYET
GAZETESİ KİTAP EKİ
Asuman
Tümer, roman kişilerine ilişkin zaman dilimlerinde, gerek yurtiçinde, gerek
yurtdışında geçen tüm olayları, romanın ana konusunu ve kurgusunu zedelemeden,
gerçek yönleriyle ve ustalıkla anlatmaktadır. Örneğin padişah Abdülhamit’in
baskılı yönetimi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin etkinlikleri, Sultan Reşat,
Sultan Vahdettin dönemleri, 1917 yılında Rusya’da gerçekleşen Bolşevik Devrimi,
İkinci Dünya Savaşı, Türkiye’nin durumu, Varlık Vergisi olayı, 1946 yılında
kurulan Demokrat Parti, Yassıada yargılamaları gibi konular açık bir dille
okuyucuya iletilmektedir. Yazar, Türkiye’deki yazınsal etkinliklerden söz
ederken “yayın hayatına başlayan Ses, Küllük, Yeni Edebiyat, Varlık dergileri”
ile “Orhan Veli, Oktay Rifat, Melih Cevdet gibi serbest ölçüyle şiir yazan
şairler halkın ilgisini çekiyordu” diye yazıyor. 1940 yılında kendi şiirlerimin
de yayımlandığı, toplumcu gerçekçi kesimin ürünlerini yayımlayan Ses dergisi
ile Dahiliye Vekâleti’nin buyruğuyla kapatılan, bu nedenle de ancak bir sayı
çıkabilen Küllük dergisinden söz edilmesinin beni çok etkilediğini belirtmek
isterim. 1965 yılından 1978 yılına değin görev yaptığım Adapazarı’nda saygın
bir işadamı olan dostum Fikri Figen’in dokuz on yaşlarındaki küçük kızı Asuman’ın
yıllar sonra bir roman yazarı olarak karşıma çıkması da beni etkileyen, övünç
duyduğum bir şaşkınlık olmuştur. Asuman Tümer’i kutluyor, nice öykülere,
romanlara diyorum.
Cumhuriyet Kitap
Eki
Nevzad Sûdî
KİTAPLAR ADASI
M. SADIK
ASLANKARA
Yazınımızda
kadın öykücüler kolu... Demek ki cumhuriyet, kadına kişilik haklarını
geliştirme olanağı sağlamakla kalmadı, bu alanlarda anıtlaştırdı da onu… Ne ki
öyküye özgülenen bu yazıda “kadın sanatçı” söyleyişinin yerine “kadın yazar”
olgusunu getirelim biz… İlkin kadın yazarla erkek yazarın üretimi üzerinde
biraz durmak gerekiyor… Biz biliyoruz ki bilim, sanat, felsefe vb. alanlarda
üretim, kendi koşullarının belirleyiciliği yönünde gerçekleştirilebilir ancak.
Kadın ya da erkek için bilim, felsefe, sanat yapmanın cinsiyetle ilgili
bağlayıcı yanları olamaz elbette. Ne var ki kadının erkek algısına, kafa
yapısına, erkeğin de kadın algısıyla kafa yapısına uymayacağı söylenebilir
kolayca. Bu çerçevede kadınlarla erkeklerin verimlediği yazınsal ürünlerin,
yapıtların birbirinden ayrılacağı da öngörülebilir kolayca. Yıllar önce Adam
Sanat’ta yapıtlara yansıyan cinsellikle ilgili anlatımların, yazarların
cinsiyetlerine göre nasıl ayrıldıklarını örneklerle göstermiştim. Bugün de pek
çok öyküde, romanda yazarın kadın erkek oluşuna göre, metnin değişimini
gözleyebiliyorum kolayca. Bundan ötürü, bir bölük yazarın, yazarları kadınerkek
diyerek ayırmanın ayrımcı yaklaşım olacağı yönündeki düşüncesine katılamıyorum
bir türlü. Sözgelimi Ayfer Tunç, bu konuda şöyle diyor: “’Kadın yazar’ tanımına
karşı çıkmak, bence cinsiyetçi yaklaşıma hayır demenin en temel ifadelerinden
biridir. (…) Bir yazarın cinsiyeti yazdıklarının değerini ne artırır, ne
azaltır. Dolayısıyla bir yazara kadın diye vurgu yapmak cinsiyet ayrımcılığının
ta kendisidir bence.” (Fulya BayraktarSofya Kurban söyleşisi; Lacivert,
EylülEkim 2009) Ayfer Tunç böyle söylese de, ülkemizde bir “Kadın Yazarlar
Derneği” (KYD) bile var… Yukarıda adlarını andığım yazarlardan bir bölüğünün de
yer aldığı derneğin üye sayısı şimdilik otuz dört. (wNeden öykü? Öyle ya şiir,
roman, oyun vb. yerine kadın yazarlarımızın öyküyü yeğleyişinin bir nedeni
olmalı… Bana sorarsanız bu yazarlarımızın kadın varlık olarak kendilerini
somutlayışları ile türün kapsanık dil yapısına dayanışından ötürü kendi içine
dönüklüğü, imgesel ya da anlamsal açıdan kendini koyma, dayatma olanaklarına
sahip oluşu bu yazınsal türle kadın varlığın birebir örtüşmesinde büyük rol
oynuyor sanki. Öyleyse kadın yazarlarımız, bir yazınsal tür olarak öyküyü,
süreç içinde dişil hale getirirken, erkek yazarları da bu yönde dönüştürüyor
denebilir enikonu… Nitekim öykü kaleme alan erkek yazarların neredeyse tamamına
yakını, verimlerinde kendilerini kadından yana, adeta kadın duyarlığında birer
yazar olarak koyuyor görebildiğimce… Bakın romana; erkek yazarlar, çok daha
erkekçe tutum sergiler yapıtlarında… Gecikmeyle de olsa yazınımızın emekçileri
olarak kadın yazarlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününü kutluyorum… Ama
“kadından yana” bir yazar olarak erkeklerimizi de kutluyorum efendim… Özellikle
başarılarında gizliden gizliye kadın desteği bulunan erkek yazarlarımızı… Daha
çok da arkalarındaki kadınları.
Asuman
Figen Tümer, Süheyla Acar, Nilüfer Açıkalın, Adalet Ağaoğlu, Aytül Akal, Sultan
Su Akar, Meliha Akay, Betül Akdoğan, Ferda İzbudak Akıncı, Zeynep Aliye, Ulviye
Alpay, Nilüfer Altunkaya, Zeynep Ankara, İnci Aral, Muhsine Arda, Erendiz
Atasü, Ayça Atçı, Nurten Ay, Lütfiye Aydın, Gönül Hürriyet Aydın, Sezer Ateş
Ayvaz, Emine M.Azboz, Selçuk Baran, Nalan Barbarosoğlu, Oya Baydar, Tansu Bele,
Nurhayat Bezgin, Gülderen Bilgili, Sibel Bilgili, Ayhan Bozfırat, Mine Timur
Bragner, Nevra Bucak, Sevim Burak. CÇD: Peride Celal, Gülsüm Cengiz, Ayfer
Coşkun, Gönül Çatalcalı, Jaklin Çelik, Perihan Çelik, Elif Çınar, Feride
Çiçekoğlu…
KAYNAK:
Cumhuriyet Kitap Sayı 1047
ASUMAN TÜMER’İN
M. SADIK ASLANKARA İLE SÖYLEŞİSİ…
*Uykusu Sakız
(Can Yayınları, 2001) adlı öykü kitabınızda bu isimde öykü yok ama, kitap
bittiğinde o iki sözcük okunmuş oluyor. Ben kendi payıma öyküleri çok rahat
okuduğumu söyleyebilirim ancak sizi siz yapan şeyi kitabı bitirince fark ettim.
Sözcükler su gibi akarken o akış içinde sürekli düşündürmeye başlıyorsunuz
okuyucuyu. Hayatımda hiçbir kitabı okurken bu denli hızlı düşünmemiştim
diyebilirim. İnsanın belleğinde yer eden öyle fotoğraflar var ki öykülerde…
Üstelik yazar bunun için hiç çaba göstermemişçesine rahat… Bu ustaca
kullanılmış bir teknik mi?
Uykusu Sakız, yayımlanmadan daha, böyle düşünmüştüm;
kitabın adı bağımsız bir öyküymüşçesine okunmuşluk duygusu yaratabilsin, böyle
alımlansın istemiştim… Şimdi siz bana, bunun sevincini yaşatıyorsunuz, ne
diyebilirim size, teşekkür etmekten başka…
Gelelim öykülerin nasıl yazıldığına, bir tekniğe
dayanıp dayanmadığına, varsa eğer, bunun ne olduğuna…
Ben, Türkçenin bütün yazarlarına açık biri oldum hep.
Kimilerini beğenip başkalarına sırt dönen ya da birilerini, ötekilerine
yeğleyen biri olmaktan kaçındım sürekli. Eksiksiz bütün yazarlarımızdan okudum,
hepsinden de kendimce bir şeyler aldım… Tutup sorsanız şimdi, kimlerden ne
etkiler aldığımı, susar kalırım, yanıtlayamam. Ama içten içe bilirim, bir
bileşkesiyimdir onların. Yani ben kendi başına bir yazar değilim, biliyorum;
onlar olduğu için varım, bir başka deyişle onların yansımasıyım.
Ama hemen eklemeliyim: bileşkesiniz, yansımasınız,
iyi de bunu siz sunuyorsunuz, simgeleyen de imleyen de sizsiniz… Öyleyse siz,
yalnız bu yazarların değil, kendinizin de sorumluluğunu taşıyorsunuz… Peki bu
sorumluluğu nasıl yerine getirirsiniz? Söz konusu bileşkeyi ya da yansımayı en
iyi biçimde aktararak… Öyle çalışmalısınız ki, sizi okuyanlar, yazdıklarınızdan
hiçbir şey anlamasa bile bunun güzel olduğunu düşünmeli! Bir yazar, eğer
diliyle büyü yaratamıyorsa, bana göre yazar değildir henüz. Anlatımını altüst
edip bozacaksa da, ilkin o dilde olağanüstü cambazlık yapabilir hale gelmeli
yazar.
Bunu başarabilmenin bir tek yolu var: çok okumak, çok
yazmak… Üstüne basarak söyleyeyim, çok okuyan, üstelik her yazardan okuyan
biriyim. Ya yazmak? Ah Tanrım, bilir miydiniz, bugüne dek on binlerce sayfa
yazıp doldurmuş olduğumu? Ama yetinmediğimi, hiçbir zaman, iyi yazdığım
gibisinden bir kanıya kendimi kaptırmadığımı, kaptırmayacağımı…
Kuşkusuz her yazma edimi, yeni deneyler kazandırıyor
insana… Gide gide bir büyü de yakalanabiliyor enikonu… Ama sonu yok ki bunun!
Bir öyküyle “daha güzel”e ulaşmanız olanaklıdır, ama “en güzel”e ulaşmanız
olanaksızdır! Öyleyse yazar, yaşamının sonuna dek, saltık anlamda usta olamayacağını,
hep çırak kalacağını baştan bellemek zorundadır bana sorarsanız…
Bütün bunların ardından şunu söylemeliyim… Bir yazar,
gereğince dil işçiliği yapmamışsa, yoğun emekli bir çalışma düzenine
yaslanmıyorsa, yazarların bileşkesi olmak yerine ille kimilerini yeğlemek
hastalığından kendini kurtaramıyorsa bir teknik geliştirebileceğini de
sanmıyorum. Profesyonel yazıcıdır olsa olsa, buna kimse karşı çıkamaz ama
sanatçı yazıcı değildir; orta malıdır, kullanılmıştır, öykünmecidir, yani sokak
yazarıdır, o kadar.
Şimdi bu söylediklerimin ardından “ben nasıl bir
yazarım?” sorusunun yanıtını size bıraksam Sevgili Asuman Tümer, bunu siz
değerlendirseniz desem, çok mu kabalık yapmış olurum acaba?
º Öykülerde
tanıdık durumları anlatmanıza rağmen nasıl bu kadar taze bir söyleyiş var?
Ne yalan
söylemeli, sorularınız beni irkiltiyor. Tek nedeni, övülmem! Bu, benim
gevşememe yol açabilir, hiç istemediğim halde, büyüklük duygusuna kaptırmama
yol açabilir kendimi. Sevilmeyi ben de isterim elbette, kitaplarım beğenilsin,
geniş okur yığınlarına ulaşabilsin isterim, ama sizin yönelttiğiniz sorulara,
sizi olumlayan yanıtlar vermeye kalktığımda, hem sizi küçük düşürürüm, hem de
kendimi… Bütün bunları dikkate alarak yanıt vermeye çalışacağım bu nedenle,
bakalım başarabilecek miyim?..
Diyorsunuz ya, öykülerde tanıdık durumları
anlatıyorsunuz, ama bunlar nasıl bunca taze olabiliyor; bunu Uykusu Sakız‘dan
kalkarak değil, genel bir yaklaşımla yanıtlayayım…
Bir öyküde “tanıdıklık duygusu” ile “taze söyleyiş”,
bir madalyonun iki yüzü gibi tıpkı, birbirini bütünleyen iki durum
yanılmıyorsam… Yunus’un şiirindeki, “Bir garip ölmüş diyeler / Üç günden sonra
duyalar / Soğuk su ile yuyalar / Şöyle garip bencileyin,” dörtlüğünü
anımsayalım. Binlerce yıldır yaşayageldiğimiz bir olguyu, Yunus, nasıl oluyor
da yedi yüz elli yıldan bu yana, bu sanki ilk kez dile getiriliyorcasına bunu
bize yaşatabiliyor? Bunun biricik yanıtı var bana göre: yalınlık, saydamlık!
Hem yalın olacaksınız, yani süsten, yapmacıktan arındıracaksınız yazınızı, hem
de saydam olacaksınız yani bulanıklıktan, yapaylıktan arındıracaksınız… İster
kapalı olsun metniniz, ister üstkurmaca, neyse ne, ama yalınlığa, saydamlığa
ulaşmamışsa henüz, diyalektik anlamda birbirini üreten, yaratan metinler de
olamıyor! Böyle metinler birbirinin vuranına, yok edenine dönüşüyor. Yani
yalın, saydam olmayışı metni kendi içinde öldürüyor.
Son olarak şunu da ekleyeyim… Hangi yazar, neyi
anlatırsa anlatsın, bize tanıdık gelecektir zaten; Shakespeare’den bu yana
böyle olduğu söylenir bunun, aslolan bunu taptaze bir havada söyleyebilmek her
kezinde!
º Öykülerde
bütün çıplaklığıyla ortaya konan bir cinsellik var, onu dışlamıyorsunuz, ondan
uzak düşmüyorsunuz ve tüm bunlar çok estetik. Bir esere gerçeklik duygusu veren
cinsellik midir? Gerçek insan kişiliği bu yolla mı anlatılmalıdır?
Kimi bilimciler, zaten sanatın kökeninde bile
cinselliğin bulunduğunu dile getiriyorlar. Bunlara göre birey, cinsel beğenilme
duygusunun güdülemesiyle sanat yapıyor. Ama bireyin sanat yapmaya yönelişindeki
cinsellikle yapıtında buna açtığı yer çok farklı temelden kaynaklanıyor. Biz,
insan olarak cinsel dürtüyle sanat yapabiliriz, ama yaptığımız “şey”, salt
cinselliğin yansıması değildir yine de. Çünkü cinsellik dışındaki alanlar da
sanatın konuları arasındadır…
Gelelim öykülere… İster Uykusu Sakız’daki öyküler
olsun, ister başkalarının öyküleri; bunlarda olaylar, nesneler, ilişkiler vb.
ne ölçüde yer alıyorsa, cinsellik de o ölçüde yer almalıdır… Hele hayatın temel
güdüleyicilerindense bu, o zaman mutlaka buna yer açılacaktır, bundan
kaçılamaz. Burada önemli olan, bunun biçimi… Çünkü cinsellik bir balık, bir
orman, bir uçurtma nasıl anlatılıyorsa böyle anlatılabilmeli… İnsanoğlunun en
karmaşık sorunsalı da olsa yukarıda değindiğim biçimde; yani yalınlık,
saydamlık içinde… Cinsellik, ya da her ne ise anlatılan, içimizdeki güzellik
duygusunu kıpırdatabilmeli; cinsel eylemin kendisini anlatsak dahi, saltık
anlamda onca kaba böyle bir eylem bile, sanki bir şiirle yüz yüze gelmişiz gibi
imgelem dünyamızı sarsıp, içimizde güzellikler uyandırabilmeli! Bu konuyu, ben
böyle algılıyorum…
º Nasıl
yazarsınız? Mutlak bir yalnızlık mı, yoksa olayların tam içindeyken mi?
Herhangi bir yaşantı anının, yazın içi yaşantıya
dönüşebilmesi için zaman gerekir. Soyutlama mantığı da, dönüştürüm mantığı da
bizi buna zorlar. Bununla şunu söylemiş olayım: yazar, yazma eylemi sürerken
de, yaşamla, ya da ortak paydalarla özdeşleşmiş yaşantı anlarıyla iç içedir.
Ama bu an, yaşanan anı göstermez yine de. Bir an’ı aşmadan onu yazamaz kimse,
yazılsa da “anı” ya da “günce” olur, olgunlaşmamış şaraptır bu, bozuktur,
değilse kekredir… Geçmiş an nerede mayalanır? Zamanda. Eğer zaman içinde tam anlamıyla
mayalayabildiyseniz an’ı, yani onu soyutlayıp dönüştürüp, bir yaşantı anından
çıkarıp yazın içi kıldıysanız, yazınsal an haline getirdiyseniz artık yazma
ediminin önemi yoktur, nerede isterseniz yazabilirsiniz… İçinde bulunduğunuz
an’sa, ileride yazılacaktır ancak.
Kuşku yok ki, ben de bu genel çerçeveye uyarak
yazıyorum… Bir öykünün, on yıllar içinde mayalandığı oluyor, ama bakıyorsunuz
öyle güçlü bir kışkırtıcı giriyor ki işin içine, dönüştürüm aşamasında, bir
gün, hatta birkaç saat içinde bile olgunlaşabiliyor… Bu, öykünün sizdeki
kökleridir… Öykücü olsun, olmasın her insanda böyle öykü kökleri olduğunu
düşünürüm ben… Ama bunlar ancak usta öykücülerde ulu ağaçlara dönüşebilir… Bir
öykücünün, içinde taşıdığı köklerden gövde, dal, sürgün, tomurcuk, yaprak,
çiçek vb. oluşturabilmesi için her aşamada çok özenli çalışması gerekir. Yoksa
bu kökler güdük bir fidan olarak da kalabilir, bozkırda şaşkın bir ahlat olarak
da… Ben kendi payıma öykü yazarken “ona bir” uygulamasıyla çalışıyorum… Bu şu
demek; eğer bir sayfalık öykü çıkaracaksam ortaya, geride bunun için dokuz
sayfa daha çalışmış olmalıyım, diyorum. Bu da yetmiyor, on sayfanın her biri
arasına belirli bir zaman eşiği de yerleştirilmeli. Kendi yazdıklarını, on ayrı
kez okuyabilmesi için aklın durukluktan kurtulması, eleştirel güce ulaşması
gerekiyor çünkü. Ama bütün bunları yaparsınız da, içinizdeki köklerden bir ağaç
var edemezsiniz yine de. Tanrı’yla sözleşme yapmadınız ya, böyle bir
başarısızlığa da hazırlamalısınız kendinizi…
º Siz
öykülerinizin kıyısında mı, yoksa tam içinde mi durursunuz? Yani biraz olsun
siz var mısınız öykülerde… yoksa hepsi kurmaca mı?
Sevgi Asuman Tümer, yazarlığının yanında bir
tiyatrocu, belgesel sinemacı olduğumu biliyorsunuz benim. Tiyatroda çok sıkça
yaşanan bir çalışma anından söz edeyim size… Diyelim provadasınız, hatta artık
genel prova aşamasına gelmiştir iş. Yönetmenin aklına bir şey takılır, prova
sürerken, sahnede bir şeyleri denetler… Tiyatronun oyun anı sürüyordur ama
yönetmen kendi yaratım anında, bir sandalyanın yerinin aykırılığını saptar
örneğin, bir kadının saçını öyle atmaması gerektiğini gözler, filan oyuncunun
bakışının yanlış olduğunu görür… Bu, olağanüstü bir olanaktır tiyatro için, bir
tansıktır hatta! Belgesel sinemada da, bu kadar değil elbette, ama bunun
oldukça uzak bir benzeri yaşanabilir. Örneğin çekiminizi yapar dönersiniz,
kurguya oturduğunuzda; neyi atmanız gerektiğini gördüğünüz gibi, nelerin eksik
kaldığını da çok somut olarak ayırt edersiniz… Oysa öykücünün bu türde hiçbir
olanağı yok… Ancak ben, andığım sanatlarla içlidışlı biri olarak öykü yazarken
lüksüm olamayacağını iyi biliyorum. Bu yüzden öykülerimin hem en kıyısında
durmaya, hem de en içinde olmaya özen gösteririm… Böyle olduğu için de hem
hepsinde ben varım öykülerimde hem de hiçbirinde yokum!
º Belgesel
yönetmeni, eleştirmen, tiyatrocu olarak da tanıyoruz sizi. Tüm bu zor uğraşlara
zaman bulmak zor olmalı. Çok disiplinli, programlı bir yaşamınız mı var?
Bir açıdan bakıldığında, sanata ayrılan zamanlar
yaşanmamış zamanlar; böyleyse, hiç yaşamamış biriyim ben neredeyse. Oysa bana
sorsanız, bin kez gelmemi bağışlasa Tanrı, ben her kezinde yine de sanat
yapmayı dilerim… Çünkü yaşamı, dahası tüm hayatı, ancak sanat yaparak
tanıtlayabiliyorum kendime. Haa, bu elbette çalışmayı gerektiriyor… Eh, benim
bundan bir şikâyetim yok! Eğer çalışma ortamımdaysam yani yazı evimdeysem,
günde en az on beş saat çalışıyorum… Bir ara belgesel çalışmalarımla öteki
etkinliklere (oturum, tiyatro, sinema, konser, sergi vb…), tatillere vb.
ayırdığım zamanları bundan düşmüştüm de yine de 365 gün x 6 saate uyan bir
çalışma düzenim olduğunu bulgulamıştım… Bu süreye sığdırdığım salt yazın
işlerini ise şöyle özetleyeyim: roman, öykü, oyun türünde her gün 60-80 sayfa
okuyorum, denemelerimin dışında 1-2 sayfa da yazıyorum. Bunu bir ortalama
bağlamında söylüyorum elbette. Yoksa her gün altmış sayfa okurum, ille de bir
iki sayfa öykü, roman, oyun yazarım diye bir durum yok! Bakarım, bir ay boyunca
tek sayfa ne okumuşumdur ne de yazmışımdır. Ama sonra kapandığımda, aradaki
eksikliği giderdiğim gibi ötesine geçtiğim olur. Önümüzdeki birkaç yıl içinde
bu hızı, artık yavaşlatmak kararındayım, bunu da eklemiş olayım.
º Bazı yazarlar
tek bir sözcüğün, melodinin, TV veya gazete haberinin kendilerini yazmaya
yönelttiğini söylerler. Siz de yazılarınızı bir anda mı yazmaya başlarsınız,
yoksa çok önceden planlanıp, çatılmış mıdır öyküler?
Hiçbir yazarın, bir anlık birikimle yazmaya
koyulabileceğini sanmıyorum… Bir anlık dürtüyle yola çıksa da, yazarlar bütün
geçmişleri, birikimleriyle vardırlar yazma edimleri boyunca… Değilse, zaten bu,
hemen belli eder kendini… Tek bir sözcük, ezgi, haber, im bir dürtüdür
yalnızca; yazar eğer buna var olan tüm birikimini ekleyip onu mayalamazsa, tadı
tuzu olmayan yavan bir anlatı çıkar karşımıza…
Ben, öykümü tasarlayıp çatmak şöyle dursun, her an
her an onları değiştiririm. Hem çok geç başlarım yazmaya, bırakırım demlensin;
bu arada ben de içimdeki kökleri tarar geviş getiririm çünkü, hem de tüm
birikimimi her anlamda yazacağım öykünün hizmetine veririm… Birikimden
kaynaklanmayan, yararlanmayan tek öyküm yoktur diyebilirim…
º Ülkemizde
öykü yazarları büyük kitlelere ulaşamıyor. Yeni tabiriyle popüler yazarlar
arasında değiller. Edebiyat dergilerini ve ciddi yayın organlarını izleyenlerin
dışında pek çok değerli yazarı toplumun büyük kısmı tanımıyor bile. Hafif,
kolay tüketilebilen değerlerin peşinde koşan milyonlarca genç yaratılmış ve bu
acı tobloyu izliyoruz. Bu durum bir yazar olarak sizi nasıl etkiliyor?
Ben de sizin gibi hüzünle izliyorum yaşanılan bu
mutsuz günleri. Ama yine de şunu demekten geri durmayayım: aydınlar,
toplumlarının bilincidirler, yarına bu bilinç kalacaktır… Bu yüzden hiçbir
bilimci, sanatçı, düşünceci işini yapmaktan vazgeçmiyor… Dünyanın bozulacağını
da bilseler vaçgeçmeyeceklerdir, kuşkunuz olmasın bundan. Çünkü, geleceği,
yapıtlarıyla, ürünleriyle, çalışmalarıyla kendilerinin kuracağını biliyorlar…
º Ortalama bir
kitabın bir yılda ancak bin adet satabildiği bir ülkede bir insan neden yazar?
Tek kitabım bile satılmasa ben yine yazacağım… O on
binlerce sayfayı, kitap yapıp yayımlayayım diye yazmış da değilim zaten. Hoş,
mutlaka okunacaktır, yazarlar okuyacaktır en azından. Bizler, ağustosböceğine
niye cırladığını, kuşa neden öttüğünü soruyor muyuz? Demek ben de yazmak için varım…
Öyleyse var olmayı, böyle sürdüreceğim, okuyup yazarak… Dilerim, başkaları da
ağustosböceği gibi cırlamanın, kuş gibi ciklemenin erdemini öğrenirler de bir
gün, bu sorun sona erer…
Öykülerim için
yüreğinizde yeşerttiğiniz sevgi nedeniyle Asuman Tümer, size; bu arada
sayfalarında beni konuk eden The Best dergisine teşekkür etmeyi de görev
sayıyorum.
KAYNAK: Asuman Tümer’in M Sadık Aslankara İle
Söyleşisi… (sadikaslankara.com, erişim 21.04.2018).
GÖÇ ÖYKÜSÜ
YENİ HABER
GAZETESİ/SAKARYA
Adapazarlı
yazar Asuman Figen Tümer’in Kura'nın Şarkısı isimli kitabında Göç isimli öykü,
her şartta yüreğinde Adapazarı sevgisini taşıyan herkesi
duygulandıracak…Tümer’ün sosyal medyada paylaştığı öykü büyük beğeni aldı İşte
o öykü:
Saat
gece on'u geçmişti. Sitenin girişindeki güvenlik memuru bina veya telefon
numarası olmazsa içeri giremeyeceğini söylüyordu.
Tam
o sırada yaşlıca, beyaz saçlı, ama oldukça bakımlı bir kadın arbasıyla içeri
girerken
Mehtap'la
gözgöze geldi. Siyah gözlerinde güven veren bir ifade vardı. Arabasını durdurup
indi.
Konuyu
öğrenince; " Ben bu hanımı tanıyorum, benimle gelebilir, "dedi.
Mehtap
çaresizce, New York'ta tanımadığı bir kadının kendisine yakınlık göstermesini
tam olarak anlayamadan taksiyle kadını takip etti.
İki
katlı bir villanın önünde durdular. Kadın gülümseyerek ,"Şimdi siz bana
aradığınız kişinin ismini verin, bende burada oturanların tüm listesi var, evi
hemen bulurum,"dedi.
"Güvenlik
görevlileri kesin bilgi vermeyen kimseyi içeri almazlar, ama ben sizin
gerçekten yardıma ihtiyacınız olduğunu hissettim."
Sonra
Mehtap'a döndü:"İsterseniz beş dakika içeri gelin,"
Mehtap
dünyanın en güvensiz kentinde tanımadığı birini izleyip ardından o eve nasıl
girdiğine hayret ediyordu.
Ev
müthiş şıktı. Duvarlarda değerli tablolar asılıydı. Kadın listeyi almak üzere
çalışma masasının çekmecesini çekince tanıdık bir gümüş ayna dikkatini çekti.
Meryem,babaanesinin
eski gümüş aynasındaki aynı ifadeyle öylece duruyordu aynanın arkasında.
"Ne
rastlantı," dedi kendi kendine. "Belki de Hristiyanların çoğunda
böyle aynalar vardı."
Kadın
uzun adres listesini okumak için kalın camlı bir okuma gözlüğü takıp sayfaları
yavaş yavaş çevirmeye başladı. Sonunda adresi ve telefonu bir kâğıda yazdı.
Hemen telefon ederek, konuklarının kendi evinde olduğunu ve gelip onun evinden
alabileceklerini söyledi.
Mehtap
dünyanın bir ucunda gece vakti hiç tanımadığı bir kadının bu içten tavrına
şaşırmıştı. Oysa Amerika'da kimse kimseye kapısını açmaz, kimse kimseye pek
yardım etmezdi. Çünkü insanlar birbirlerine olan güvenlerini yıllar önce
kaybetmişlerdi.
Kadına,
çok teşekkür etmek istediğini ve bir Türk olarak bu nazik davranışı ülkesine
dönünce anlatacağını söylediğinde, kadın sakince ve bozuk bir
Türkçe'yle,"Ben biraz Türkçe bilirim, " dedi.
Mehtap
daha da şaşırarak,
"Ben,
sizin bu gece gösterdiğiniz yardım severliğin yalnızca benim ülkemde olduğunu
düşünürdüm, ama yanılmışım,"dedi."Sizi ve bu geceyi hiç
unutmayacağım.""Bu ülkede insanların birbirlerine güvenmediği
doğrudur, ama benim kanımda Anadolu insanına has bir güven duygusu var; ben
kime güveneceğimi çok iyi sezebilen bir yapıdayım. Bu güne kadar hiç yanılmadım,
çünkü benim atalarım Türkiyelidir."
Mehtap'ın
konuşmasına fırsat vermeden sürdürdü konuşmasını:
"Ben
burada doğdum, ama annem Türkiye'den, Adapazarlı, orada doğmuş."
Mehtap
şaşırmış kadına bakıyordu. Gümüş aynayı hatırlayarak heyecanlandı.
"Annenizin
adı neydi acaba, ben de Adapazarlıyım biliyor musunuz? Bu inanılmaz bir
şey," dedi merakla." Annemin adı Mari'dir, anneannemin ise Angel.
Anneannem orada ölmüş, annemle teyzem tehcir nedeniyle buraya geldiklerinde çok
gençmişler."
Mehtap
heyecanla,hızlı hızlı konuşmaya başladı:" Babaannem Angel Hanımdan,
kızları Mari ve Jülyet'en bahsederdi. O acı günde birbirlerinden ayrılırken
gümüş bir ayna bırakmış arkadaşı Mari ve o ayna bizde hâlâ duruyor.
Kadın
gözleri yanarak Mehtap'a baktı:" Angel Hanım mı? Benim anneannem kendisine
asla madam dedirtmemiş.
O
hep Angel Hanım'dı,annem bunu ısrarla belirtirdi."
Sonra
aynayı çıkardı yerinden.
"Buna
benziyor mu?" diye sordu."Tıpatıp aynı."
"Bu
ayna iki taneymiş ve birini Türk arkadaşına bırakmış. İyi ki o telefon
numarasını kaybetmişsiniz, yoksa sizi asla tanıyamayacaktım.
Bizi
bir araya getiren aynı kültürü almış olmamızdır. Annem Anadolu insanı olmakla
övünür, geleneklerinizi kaybetmeyin,derdi. En önemlisi de yardımsever
olun."
Kadın
Mehtap'ı aynı Türkler gibi iki yanağından öpüp uğurladı.
Uzun
zaman yazıştılar.
Mehtap
Anneannesinin arkadaşı Mari'nin aynasını her zaman altın varaklı giriş
aynasının önünde bulundurduğunu hatırladı dönerken.
Kabartmalı
Meryem resmini görenlerin kimileri;
"
Bu gâvur resmini ortalara koyman doğru mu, sen Müslüman değil misin?" diye
çıkışmaya kalktıklarında, Fevziye:" Benim kutsal kitabıma göre Meryem tüm
kadınlara üstün kılınmıştır; resmini de koynumda taşıyacağım bundan
böyle..." diyerek son sözü söylerdi.
Sonra
Angel'in; "Ben Osmanlıyım Türküm, bana madam demeyin, Anjel Hanımım ben,
" deyişi,
Ardından
Mari'nin Anneannesi Fevziye'ye söylediği o son söz hüzünle çınladı
kulaklarında...
"Her
gün kendimi seyrettiğim bu aynada kimbilir ne kadar çok görüntüm saklıdır
Fevziye, belki bir gün beni çok özlersen aynanın içinden sana
gülümseyebilirim..."
(Emperyalizmin
etnisiteden yola çıkarak kardeşçe yaşayanları birbirine düşman edişinin
hikayesidir.)
ASUMAN FİGEN
TÜMER
Zeki AYDINTEPE
İlimizin
tanınmış işadamı eski politikacılarından Fikri Figen’in kızı Asuman Figen
Tümer, Türk Hava Yolları’nın tecrübeli eski hosteslerindendir...
Göklerden yere inince, dergi yöneticiliğinin
yanısıra ve sayısız röportaja imza attı.
Pek
çok gazete ve dergide felsefi ve sanata dair
onular üzerine yazılar yazdı, yorumlar yaptı...
Şehrin
yegane sarrafı olarak yaşayıp hayata veda eden Uzunçarşı’nın unutulmaz esnafı
Sarraf Mehmet Efendi’nin yaşı dalyaya yaklaşan eşi Vasfiye Altınışık ile bir
söyleşide bulunmuş, enfes mi enfes…
Kendine
has akıcı üslubuyla Asuman Tümer sormuş, Vasfiye ana anlatmış, o koca ömrü
safha safha…
Okumayanlar,
web sitemizden bulup okusun derim...
Oğullarından
biri de babasının vefatından sonra, Uzunçarşı’daki dükkanının ışığını yakan
İsmail Altınışık idi…
Asuman
Figen Tümer’in de okuduğu, eski bir kilise olan, bugün yerine imam hatip lisesi
yapılan ilkokuldaki sınıf ve sıra arkadaşımdı İsmail Altınışık…
Annesi
Vasfiye Altınışık’ı o günden beri tanımama rağmen, Asuman’ın röportajı sonrası,
hiç tanıyamadığım gerçeği ile yüzleşmiş oldum...
O
bir bilge hanımefendi olarak, hayat hikayesi ile o geniş ailenin başarısının
altında yatan sırrı da ortaya koymuş oluyor…
Serdivan
deyince, ilk akla gelen arsa sahipleri olarak bilinirler…
Sarraf Mehmet Efendi, düğün yapan ancak
parası olmayan Serdivanlı ailelerin sattığı arsaları değerinde satın alarak,
karşılığında para yerine altın veren, ölçüsü sağlam bir sarraf olarak
bilinirdi…
Hakkında
olumsuz konuşulmayan, doğru, dürüst, sözüne ve alışverişine güvenilir bir esnaf
olarak göçüp gitti bu alemden…
Geride,
ona yürekten bağlı bir eş ve çocuklar bıraktı…
Şimdi
görülüyor ki, giderek büyüyen aileye hem babalık, hem analık yapıyor Vasfiye
Hanım…
İşte
bu güzel ve özel anayı konuşturmuş bilinmeyen mazisi ve hayat hikayesiyle
Asuman Figen Tümer…
YENİ SAKARYA
GAZETESİ