12
Eylül 1980 askeri darbesinden sonra görevinden istifa ederek çalışmalarını
Paris’te sürdürdü. Eylül 1992’de döndüğü SBF’deki öğretim üyeliği görevinde
çalışarak emekliye ayrıldı. Yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda makalesi
yayımlanmıştır.
ESERLERİ:
ARAŞTIRMA-İNCELEME: Türk Devrimi ve Sonrası, Tarihî Anlamı ve Felsefî Temeli (1968), Türk Devrimi ve Sonrası (1971), Kuruluş ve Yükseliş Döneminde Osmanlı Toprak
Düzeni (1979), Osmanlı Kimliği
(1986), Osmanlı Çalışmaları: İlkel
Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine (1989), Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik (1991), Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş (1991),
Toplumsal Değişme ve Üniversiteler
(2000), Türkler ve Ermeniler (2001), Sürüden Ayrılanlar, Osmanlı Toplumsal
Düzeni, Osmanlı Çalışmaları, Küreselleşme ve Demokrasi Krizi (2002), Türkiye Nasıl Küreselleşti, Osmanlı
Toplumsal Düzeni, Aykırı Çehreler, Habernas’ı Okumak, Türkiye, Ortadoğu ve
Mezhep Savaşı, AKP’nin Önlenebilir Karşı Devrimi.
ÇEVİRİ: Amerikan
Demokrasisi (A. Tocqueville’den).
KAYNAKÇA:
Yurt Ansiklopedisi (c. V, 1982), Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve
Sanat Adamları (c. 3, 1997, s. 397), Server Tanilli (Cumhuriyet, 7.9.2001),
Abdullah Tekin / Prof. Dr. Taner Timur’dan Üniversitelere Yeniden Özerkleşme
Önerileri - Toplumsal Değişme ve Üniversiteler (Cumhuriyet Kitap, 11.1. 2002), Abdullah
Tekin / Toplumsal Değişme ve Üniversiteler (Cumhuriyet Kitap, 21.2.2002), Aslı
Örnek / Osmanlı Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik (Radikal Kitap,
6.10.2002), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2004) – Encyclopedia
of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve
Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Bilim Adamları
(Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) - Diyarbakır Ansiklopedisi (2013)
- Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar ve Sanatçılar (2014).
Batılı ülkelerin Osmanlı Devleti'ndeki değişime karşı tutumu iki düzeyde gelişmiştir: Hükümetler düzeyinde ve kamuoyu düzeyinde. Bu iki farklı konumdan gelen tepkiler, her zaman aynı yönde olmamıştır. Yunan İhtilâli sırasında birçok Batılı tutucu hükümet, kamuoylarının baskısı altında "Kutsal İttifak" a ters düşen bir tutum içine girmişlerdir. Bununla beraber, 19. yy' da Avrupa'da henüz demokratik ilkeler egemen olmaktan uzaktı. Batılı ülkelerin çoğu otoriter rejimler altında yaşıyorlardı. Bu yüzden kamuoylarının dış politikaya etkisi nisbeten sınırlı olmuştur.
Batılı hükümetler, Osmanlı Devleti'ndeki değişimle ilgili tutumlarını, genel olarak Avrupa kuvvet dengesi ve Avrupa düzeni ile ilgili tutumlarına göre saptamışlardır. Bu ise kendilerini, bir istikrar politikasının kaçınılmaz sonucu olarak, Osmanlı bütünlüğünü kabule, hattâ garantilemeye sevk etmiştir. Ne var ki, Osmanlı bütünlüğünü koruma, Avrupa hükümetlerini aslında hiç de arzu etmedikleri bir duruma düşürüyordu. Osmanlı İmparatorluğu'nun nüfusunun önemli bir kısmı, hele Avrupa'daki topraklarında yaşayanların büyük çoğunluğu Hıristiyan idiler. Böylece muhafazakâr Avrupalı hükümetler, istikrar politikası uğruna Müslüman bir devletin Avrupa'da büyük bir Hıristiyan çoğunluğa hükmetmesini onaylar, hattâ destekler hale geliyorlardı. Elbette bu asla kabul edebilecekleri bir durum değildi. Ayrıca kamuoyları da bu duruma karşıydı ve tutumun değişmesi için baskı yapıyordu. İşte Batı'nın Osmanlı Devleti'ne karşı tutumu bu çelişik durumdan kaynaklanıyordu ve bunu çözmeye yönelikti.
Batı, eylemiyle, bu çelişkiyi şöyle çözmek amacındaydı: Osmanlı bütünlüğünü korumak; fakat Osmanlı Devleti içindeki Hıristiyanların durumunu giderek düzeltip sonunda onları iktidar yapmak. Hedef buydu. Gerçekten Batılı devlet adamlarının bu konudaki tutumları ve tüm müdahaleleri bugün bütün çıplaklığı ile ortadadır. Bu politikanın en güçlü temsilcisi Lord Palmers-ton, "Türklere, Müslümanlıkları açısından hiçbir şekilde taraftar değilim. Eğer Hıristiyan yapılabilirlerse son derece mutlu olacağım" diyordu. Ayrıca, Tanzimat Fermanı ilân edilirken, İngiliz Elçisi Canning, Sultan'ın açıkça Müslümanların din değiştirme hakkını ilân etmesini de istemiştir»- Bunun kabul görmemesine rağmen, Protestan misyonerler Müslümanlar arasında epeyce özgürlük içinde çalışmışlardır. Görüldüğü gibi, burada daha da aşırı bir fikirle karşı karşıyayız ve gerçekten 19. yy'da Osmanlı topraklarında faaliyette bulunan binlerce misyoner, Müslüman halk arasında da propaganda yapmıştır. Ne var ki bu politika ve genel olarak Batı'nın tutumu, realist temellere dayanmıyordu. Çünkü Batı, kendi arasında bir kilise birliğine da-' yanmadığı gibi, Rusya haricinde, Ortodoksluktan da kesin olarak ayrılıyordu. Bu yüzden diyebiliriz ki Batılı devletlerin 19. yy'da izledikleri istikrar politikası genel olarak Osmanlı Devleti'nin yararına olmuştur. Başka bir deyişle, Batı, "reform hareketleri" adı altında meşrulaştırman bütün müdahalelerine ve elde ettikleri bütün ödünlere rağmen, aslında Hıristiyan halkları değil, Osmanlı Devleti'ni temsil eden Müslüman bir yönetici zümreyi korumuştur. Ancak bu "yönetici zümre"nin niteliği ve işlevi gözönünde bulundurulursa, o zaman şunları da ilâve etmek gerekecektir: Halklar açısından açıkça görülmektedir ki 19. yy'da Osmanlı toplumuna Batı müdahalelesi Müslümanlar için de Hıristiyanlar için de çok zararlı olmuştur. Sorunun bu yönünü anlamak için, yukarda sözünü ettiğimiz denge ve istikrar politikasını biraz daha somut olarak ele alalım. (…)
18. yy'ın ikinci yarısından itibaren bu şemanın tamamen değiştiğini görüyoruz. Artık Osmanlı Devleti sadece ve sadece Rusya ile savaşacaktır: 1768'de, 1809'da, 1828'de, 1853'te, 1877'de ve nihayet Dünya Savaşı içinde, 1914'te. Hiç kuşkusuz, Rusya'nın Osmanlı Devleti aleyhine yayılma emellerinin, bu savaşların çıkmasında önemli bir payı vardır. Ancak unutmamak gerekir ki, 19. yy Rusyası her zaman savaşı kolaylıkla göze alamayacak derecede geri koşullar ve çelişkiler içinde bulunuyordu. Bugün bizzat Batılı kaynakların da gösterdiği gibi, bu savaşların çoğuna Osmanlı Devleti, Batılı ülkeler tarafından sürüklenmiş ve sonra da cephelerde bırakılmıştır. Batılı ülkeler ancak mütareke ve barış safhasında ortaya çıkarak diplomatik aracılık yapmışlar ve şu veya bu şekilde Avrupa dengesinin sarsılmasına engel olmaya çalışmışlardır. Batılı ülkelerin Osmanlılarla birlikte, Rusya'ya karşı muharebeye katıldıkları tek savaş, Kırım Savaşı'ydı. Fakat onda da, doğal olarak, savaşın büyük kısmı Osmanlı topraklarında cereyan etmiş ve Rusların Sivastopol'ü kaybetmeleri, Doğu Anadolu'dan aldıkları topraklarla telâfi edilmiştir. Osmanlı dostu olarak bilinen Fransız devlet adamı ve şairi Lamartine, Kırım Harbi sırasında yayımlanan bir eserinde şunları yazıyordu: "Türkler aslında Hıristiyanlık davası için savaşıyorlar ve Tuna üzerinde bütün dünyanın özgürlüğünü savunuyorlar."
19. yy'da Avrupa kuvvet dengesiyle ilgili gelişmeler ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yukarda ana hatlarıyla açıklamaya çalıştığımız durumu, Osmanlı yönetici zümresinde niteliksel bir değişme yaratmış; dış elçiliklerde ve tercüme bürolarında yetişmiş, Batı dillerini bilen yeni bir "elit" ortaya çıkmıştır. Bu "elit"in işlevini uluslararası ilişkilerin objektif konumu belirlemiştir. O da şudur: Diplomatik manevralar ve ödünlerle, Düvel-i Muazzama'nın denge politikasını uygulamak ve Hıristiyan Osmanlıların statüsünü geliştirerek onların siyasal iktidara katılmalarını sağlamak;
Bu yeni yönetici zümre elbetteki bu politikayı büyük bir hevesle uygulamamıştır. Tam tersine, görünüşte hep "ıslahattan söz etmekle birlikte, onu gizliden gizliye frenlemeye ve yavaşlatmaya çalışmıştır. Bu politikanın, Osmanlı imparatorluğu'nu kurtaramayacağı ' gibi, kendilerini de kitleler nezdinde gitgide daha sevimsiz kılacağını çok iyi hissetmiştir. Şurası anlamlıdır ki, hiç kuşkusuz çok zeki ve bilgili kişiler olan Tanzimat adamları, yürüttükleri politikayı açıklayan ve savunan eserler kaleme almamışlardır. Batı'da Mustafa Reşid Paşa'nın fikirlerini inceleyen makaleler, daha ziyade yabancı elçilere veya devlet adamlarına verilen muhtıralara dayanmaktadır. Bu dönemle ilgili eserleri daha çok geleneksel formasyona sahip ulema içinden çıkan yazarlar ' vermişler ve onlar da "ıslahat" hareketlerini daha ziyade küçümseyici bir dil kullanmışlardır. Başlangıçta bu politikayı asıl öven ve yüceltenler, Avrupalılar olmuşlardır.
(TCT Ansiklopedisi, c. 1,1985)
'ZOR KULLANIMI
HER ZAMAN GÜNDEMDE OLMUŞTUR, FAKAT'
Prof. Dr. TANER
TİMUR
TÜYAP
Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş. ve Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından 2-10 Kasım
tarihleri arasında düzenlenen 32. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı'nın ana
teması “Tarih: Geçmişteki Gelecek”, “Onur Yazarı” ise usta tarihçi-akademisyen
yazar Taner Timur. Hakkında TÜYAP
tarafından yaşamı ve çalışmalarından oluşan bir kitap da hazırlanan usta
tarihçi, akademisyen, yazar Taner Timur ile tüm yapıtları üzerine kapsamlı bir
söyleşi gerçekleştirdik.
-
TÜYAP Kitap Fuarı’nın onur yazarı olmak konusundaki duygularınızı sorarak
başlayalım söyleşimize.
-
Doğrusu böyle bir seçim beklemiyordum. İnsan bu konularda biraz da önyargılı
oluyor. Ben de bu gibi seçimlerde çevre, geniş okuyucu kitlesi, önemli
destekler vb. faktörlerin rol oynadığını sanıyordum. Ne de olsa bir fuar söz
konusu. Saydığım faktörlerin hiçbiri benim durumuma uygun olmadığı için de
seçilmem benim için bir sürpriz oldu ve tabii, yaşamı kitaplar arasında geçmiş
biri olarak, çok hoş bir sürpriz. TÜYAP Kitap Fuarı, 2002'de emekli olup
İstanbul’a yerleştikten sonra hiç kaçırmadığım bir kültür etkinliği olduğu için
memnuniyetim daha da büyük oldu. Beni seçen kurul üyelerine teşekkür borçluyum.
Dilerim bu yüzden eleştirilere muhatap olmazlar..
-
“Osmanlı-Türk Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik” kitabınızla devam edersek
nasıl bir inceleme serüveniydi, nelerle belki sürprizlerle karşılaştınız?
Osmanlı-Türk romanı nasıl doğdu? Çöken bir imparatorlukta, Osmanlılıktan
Türklüğe geçiş sürecindeki kimlik tazelenmesi yazına nasıl yansımıştı? Yazarlar
da nasıl duygular uyandırmış, metinler bundan payını nasıl almıştı?
-
Bu kitabımda ele aldığım romanlardan birçoğunu çok daha önce de okumuştum.
Hepsi de ben de az veya çok iz bırakmıştı. Yıllar geçiyor, siz de değişiyor,
kendinizi yeniliyorsunuz. Bunları Osmanlı-Türk tarihi konusunda yaptığım
çalışmalar ışığında yeniden okuyup değerlendireyim, dedim. Bir de şu var: Ben
Osmanlı ve Türkiye tarihiyle ilgili çalışmalarımı hep Batı’yı da kapsayan geniş
bir çerçeve içinde ele almıştım. Aynı yöntemi romanla ilgili çalışmamda da
denemek istedim. Zaten başka vesilelerle de sık sık söyledim, on dokuzuncu yüzyıldan
itibaren bizim tarihimiz Avrupa tarihinden izole edilerek anlaşılamaz. Roman
tarihimizde de bu böyle. Örneğin bizde 1950’lerde köy romanları çok modaydı ve
çok kimse de bunu bize özgü bir şey sanıyordu. Oysa kitabımda gösterdiğim gibi,
bu tür romanlar çok daha önce Avrupa’da da yazılmıştı. Bu vesileyle köy
romanının öncüleri olarak İsviçreli Gotthelf ve Fransız George Sand’ın
romanlarını keşfetmiştim. Osmanlı romanı modernleşme çabaları içinde kısmen bu
çabaların ürünü, kısmen de bu çabalara tepki olarak doğdu. İlk romanlardaki
biraz da karikatüral batılı ve doğulu tipler bu ikilemi yansıtıyor. Batılılaşma
çabasındaki “alafranga” tiplerin gülünç,
problemli kişilikler şeklinde sunuluşu dinci ya da (yeni doğmakta olan)
milliyetçi ideolojinin ürünü. Bu romanlar aynı zamanda “batılılaşma” veya
“modernleşme” dediğimiz sürecin sağlıksızlığını da gösteriyor.
“ULUSLAŞMA
SÜRECİNDE ROMANCILAR DAİMA ÖNEMLİ ROL OYNADI”
-
Romanı Osmanlı’dan bu yana hangi dönemleri hangi başat özellikleri ve
eğilimleri konu edilerek incelediniz ve sizin deyişinizle çalışmanızda, Türk
romanında kimlik ve evrensellik arayışları konusunda özetle nasıl bir
tartışmayı kışkırtmak istediniz?
-
Genellikle toplumsal tarih araştırmalarımdaki dönemleri konu edindim.
Romanların ilk ortaya çıktıkları dönem, Jön-Türkler ve Abdülhamit dönemi,
Kurtuluş Savaşı, Tek Parti dönemi... Bizde tarih çalışmalarında en çok
1970’lerde üretim biçimleri tartışılırken romancılara başvurulmuştur.
O
sırada Kemal Tahir’in Devlet Ana’sı, Osmanlılarda Asya tipi üretim biçimini
savunanların başlıca referansları arasındaydı. Bu roman sanki bir bilimsel
tarih kitabıymış gibi muamele görüyordu. Ben romancılara çok daha geniş bir
perspektif içinde yaklaşılması kanısındayım ve çalışmamda da bunu savundum.
Evrensellik konusunda şunu da eklemek isterim. Bizde edebiyat tarihçileri
konuyu işlerken sadece Türk-Müslüman yazarları ele alırlar. Oysa Osmanlı
toplumundan koparak bağımsızlığına kavuşmuş ülke romancıları da tarihi roman
yazdıkları zaman aslında Osmanlı romancılarının işlediği konuları işliyorlar.
Bir bakıma bunlar da “Osmanlı yazarı” sayılmalı ve kitabımda bunlara da yer
verdim. Sırp İvo Andriç, Yunanlı İlias Venesis, Rumen Panait İstrati. Tabii
bunların perspektifi çok farklı, fakat o da Osmanlı’nın bir parçası.. Onları da
bilmemiz, anlamamız lazım..
-
Modern romanın doğuşuyla burjuvazinin koşutluğunu anlatır mısınız ve Hegel’in
deyişiyle “burjuvazinin modern destanı” olarak ortaya çıkan roman evrensel bir
yazım haline dönüşmekte nasıl gecikmemiştir?
-
Batı’da romanın tarihini yazanlar çok daha eskilere, hatta Eski Yunan’a kadar
uzanır ama roman aslında burjuvazinin gelişmesi ile temel bir yazın türü haline
gelmiştir. Bizde geç kalması da Osmanlıların modern (sanayici) bir burjuvazi
geliştirememiş olmasıyla yakından ilgili.
Sanayi
burjuvazisi on dokuzuncu yüzyılda devrimci bir rol oynayarak etnik ve dini
grupları bir potada eritti ve çağdaş ulusları yarattı. Günümüzde din ve etnik
temelli kavgalar daha çok bu aşamadan geçememiş ülkelerde yaşanıyorlar. Kuzey
Amerikalılar bu uluslaşma sürecini “melting pot” kavramıyla anlatır. Romancılar
da bu süreçte önemli bir rol oynadı. Burada kitabımda sözünü etmediğim bir
romancıdan alıntı yapmak istiyorum. Çağdaş Amerikan romancılarından Philip Roth
bir makalesinde nasıl New Jersey’li bir Yahudi ailesinin çocuğuyken, romancılar
sayesinde bir “Amerikalı” haline geldiğini yazmıştı. Cemaat kültüründen ulusal
kimliğe nasıl geçtiğini anlatmıştı!.. Roth “benim ailemi gettodan ve dinî
ortodoksinin pençesinden 1880-1910 yıllarının kitlesel göçleri kurtarmadı”
diyordu; “kâr arayışında her an giderek daha nüfuz edici olan bir iş dünyası
uygarlığının, (burjuva uygarlığının) çiftçiliğe ve köylü değerlere son vermesi
kurtardı.”
Saydığı
bir sürü romancı da “1870’lerde patlayan ve basit emekçiler sürüsüne iş
sağlayarak onların özümlenmesini, çocuklarının da devlet okullarında
‘Amerikanlaşmalarını’ sağlayan sanayi devriminden” doğdu ve şehir
proleteryasıyla sendikal hareketle birlikte kendilerini de yaratan bu süreci
anlattı. Roth bu konuda bir kısmını bilmediğim bir sürü yazar sayıyor.
“MARX
VE ENGELS OSMANLI TOPLUMUNU SIKI SIKIYA İNCELEDİ”
-
Marx ve Engels gazeteci olarak, Avrupa tarafından hiç sevilmeyen Osmanlı
toplumuna nasıl bir bilgi birikimi içinde hangi açılardan baktı? Bu bakış
Osmanlı dönüşümüne dair sanayileşme ve uluslaşma süreçlerini nasıl aydınlattı?
-
Marx ve Engels çağlarının en bilgin kişileriydi, hele Marx büyük yokluklar
pahasına, hayatının çok büyük kısmını kitaplıklarda -özellikle de British
Museum’da- geçirdi. Osmanlı toplumu hakkında özel bir araştırma yapmadılar.
Fakat Marx, Kırım Savaşı’nı Amerikan gazetesi New York Daily Tribune’un Avrupa
temsilcisi olarak izlerken, Osmanlı toplumunu da inceledi. Yazışmalarından
anlaşılıyor ki Osmanlılarla ilgili tüm yayınları (Hammer Tarihi de dahil)
okuyor, ya da gözden geçiriyordu. Osmanlı iktisadi gelişimi konusunda İngiliz
diplomat-iktisatçı D. Urquhart ile Amerikalı iktisatçı H. Carey’in yazdıklarını
eleştiren Kapital’deki alaylı dipnotu bile çok ufuk açıcı. Engels de öyle.
Özellikle askeri konularda Marx’tan da yetkiliydi. Osmanlı Devleti’nde çalışmış
Prusyalı subaylardan dahi bilgi alıyordu.
-
Marx ve Engels'in bu yöndeki analizleri ülkemizde neden yeterince
tartışılmamıştır ve egemenlerin bundaki dahli ne? Marksizm bugün için nasıl ve
neden bir anlam taşır?
-
Marx ve Engels kapitalizmi eleştiren, Manifesto’yu kaleme alan devrimci
düşünürlerdi. Tabii egemen sınıflar ve bunların ideolojik sözcüleri (ki
üniversite de bunlar arasındaydı) bu eleştirileri çürütmek, çürütemeyince de
yasaklamak için ellerinden geleni yaptılar. Yine de proletaryayı ayaklanmaya
çağıran Manifesto bile batılı ülkelerde yayınlandı, en çok basılan eserlerden
biri oldu. 1960’larda bile bu eserin çevirisinin Türkiye’de yedi buçuk yıllık
mahkûmiyetlere yol açması, ülkemizin uygarlık savaşında nerede olduğunu
gösteriyor. Marx, sanıldığı gibi sosyalizmin değil, kapitalizmin düşünürüydü.
Çünkü ortada sosyalist bir toplum yoktu ve olmayan bir şeyin bilimi de olmaz.
Hayatı kapitalizmi incelemek ve eleştirmekle geçti. Kapitalizm bugün de yaşayan
bir sistem olduğuna göre, Marx çağdaş bir düşünürdür. Kapitalizm elbette
niceliksel olarak gelişmiş, küresel boyutlar kazanmıştır, fakat temel yasaları,
yani niteliği değişmemiştir.
“MARX
VE ENGELS HEP OSMANLILARIN YANINDA YER ALDI”
-
“Doğu Sorunu” Marx ve Engels'in genel dünya görüşlerinin bir parçası olarak
devrim sorunuyla nasıl örtüşüyordu? Ne tip devrimler söz konusuydu burada?
-
Marx ve Engels’e göre Batı Avrupalılar devrime en büyük engel olarak Çarlık
despotizmini görüyorlardı. Ona karşı da kontrollü bir şekilde reforme ettikleri
Osmanlı imparatorluğunu “tampon bölge” olarak kullanıyorlardı. Gerçekten de on
dokuzuncu yüzyıl Osmanlı-Rus savaşları ile geçti. Marx ve Engels’in yorumlarına
göre İngiltere ve Fransa bu savaşlarda Osmanlıların yanında yer alıyor,
Rusya’nın yıpratılmasını istiyor, fakat yenilmemesi için de özen gösteriyor,
kritik anlarda “hakem” olarak araya giriyorlardı. Çünkü yenilmiş ve küçük
düşmüş bir Rusya bu ülkede ayaklanmaya ve demokratik devrime yol açacaktı; bu
ise mutlaka Avrupa’ya sıçrayıp sosyalist devrimlere yol açacaktı. Marx ve
Engels Kırım Savaşı’ndan itibaren hep Osmanlıların yanında yer aldı ve bu oyunu
sergilediler. Görüşleri de onlar öldükten sonra, 1917 Devrimi'yle doğrulandı.
-
Marx ve Engels disiplinlerini ve bilimsel yöntemlerinin temelini nasıl ortaya
koydu, açıklamışlardır? Kapitalizm-ikinci doğa ve esareti hattını da açar
mısınız?
-
Genellikle -ve özel olarak da Lenin’in ünlü bir yazısında- tarihi maddeciliğin
Hegel diyalektiği, İngiliz klasik iktisadı, Fransız tarihçiliği ve sosyalizmi
arasında gerçekleştirilen bir sentez olarak doğduğu söylenir. Elbette doğrudur,
fakat bu öğelerden Hegel diyalektiğinin özel bir ağırlığı vardır.
Hegel,
Platon ve Aristoteles’ten Kant’a kadar donmuş gibi sunulan akıl kategorilerini
harekete geçirmiş, her şeyin zamansal ve tarihsel olduğunu ortaya koymuştur.
Hegel’de felsefe tarihe, tarih de felsefeye dönüşmüş, fakat sistemin temeline
konulan “İde”, sonunda, “Mutlak Espri” halinde tüm bilgilerin sentezi halinde
donmuş ve gerçekleşmiştir. İşte Marx ve Engels bu “mistik” senteze son verdiler
ve ömür boyu süren araştırmalarla, yaşadıkları dünyanın eleştirisini yaptılar.
Bu aslında kapitalist üretim biçiminin analizi ve eleştirisi idi. Kapitalizm,
Rönesanstan itibaren kutsal kitapları değil de “Doğa’nın büyük kitabı”nı
okumaya dayanan bilim ve teknoloji sayesinde “ikinci bir doğa” yaratmıştı;
Batı’da birinci doğayı yenen insanlar, artık bu “ikinci doğa” ile savaşmak
durumundaydılar. Ekolojik duyarlılık böyle doğdu ve günümüzde “Yeşiller”
hareketiyle siyasete de katkıda bulunuyor.
“OSMANLI
MODERNLEŞMESİ BATI SERMAYESİNE DAYANDI!”
-
Osmanlı toplumsal düzeninde ilk sınıflaşma süreci nasıl ve kimler arasında
oluşmaya başlamıştır? Sonra sosyoekonomik açıdan, Osmanlı devleti, tıpkı Bizans
gibi komünal-patriyarkal ilişkilere nasıl dayanıyordu?
-
Osmanlı toplumu, klasik çağında, köy cemaatleri tabanı üzerine oturtulmuş timar
sistemi ile ilkel bir feodalizm manzarası arz ediyordu. Devşirme sistemine
dayanan yeniçerilik de merkezin feodal dağılmayı önlemesini sağlıyordu.
Bu
sistem on altıncı yüzyıl sonlarında köylü (Celali) ayaklanmaları ile çökme
yoluna girince Anadolu’nun eski Türkmen aileleri de canlandı ve boşluğu
doldurmaya başladılar. Böylece on dokuzuncu yüzyıla ve II. Mahmut’a kadar
sürecek olan feodalizmde ikinci aşamaya geçiş süreci yaşandı. Bu süreçte merkez
de güçlü ailelere (Çapanoğulları, Karaosmanoğulları) “ayanlık” hakları vererek
durumu kontrol altına almaya çalışıyordu. II. Mahmut, Yeniçerilerin yanı sıra
“ayan” egemenliğine de son vererek “modernleşme”yi başlattı. Fakat Osmanlı
“modernleşme”si, Batı Avrupa modernleşmesinden farklı olarak, sermaye
birikimine ve sanayi burjuvazisi öncülüğüne dayanmıyordu. II. Mahmut ve
Tanzimatçılar, hatta Abdülhamid bunun yerine Avrupalı subayların (Baron de
Tott, Moltke, Comte de Bonneval... Liste yüzyıl sonlarında Alman Askeri Heyeti
ve Goltz Paşa’ya kadar uzuyor) kontrolünde kurdukları orduya ve yüksek
faizlerle gelen Batı sermayesine dayandı. Bu yarı kolonyal sistem çökmeye
mahkumdu ve sadece Düveli Muazzama (beş süper devlet) kendi aralarında
anlaşamadığı için yarım yüzyıl uzatmaları oynadı. Devrimci bir sanayi
burjuvazisi ve onun yaratacağı modern bir devlet aygıtı (rasyonelleşmiş
bürokrasi, tüm vatandaşları kapsayan okullar ve ulusal ordu) kurulamadı.
Abdülhamid’in cemaatçi istibdadı son halkayı teşkil etti. 1908’e gelindiğinde
iş işten geçmişti. İttihatçıların son yıllarına damgasını vuran küçük burjuva
milliyetçiliği, ancak Alman milliyetçiliğinin taşeronu oldu ve ülkeyi felakete
götürdü. Mustafa Kemal Paşa daha Milli Kurtuluş Savaşı’nın başından itibaren bu
tarz milliyetçiliğe çok özlü eleştiriler yöneltmiştir. 1921’de söylediği şu
sözler bugün de kulaklara küpe olmalıdır: “Büyük ve hayalî şeyleri yapmadan
yapmış gibi görünmek yüzünden bütün dünyanın düşmanlığını, garazını, kinini, bu
memleketin ve milletin üzerine çektik. Biz panislâmizm yapmadık. Belki,
‘yapmıyoruz, yapacağız’ dedik. Düşmanlar da ‘yaptırmamak için biran evvel
öldürelim’ dediler. Panturanizm yapmadık, ‘yaparız, yapıyoruz’ dedik,
‘yapacağız’ dedik ve yine ‘öldürelim’ dediler. Bütün dâva bundan ibarettir.”
“MUSTAFA
KEMAL, İSLAM TARİHİNİ İNCELEDİ VE DİNİ, DEVRİMCİ YÖNDE YORUMLADI”
-
Mustafa Kemal Paşa dini devrimci yönde nasıl yorumlamıştır ve bu yolla
din-bilim eksenine, o “hümanist Nirvana”ya nasıl ulaşılmıştır?
-
Mustafa Kemal Paşa, ulusal kurtuluş savaşımızda halkın dini duygularını da
devrim perspektifinde seferber etmiştir; buna mecburdu, çünkü İslamiyet, resmi
ideoloji olarak, Hilafet makamı tarafından İngiliz emperyalizminin amaçları
yönünde kullanılıyordu. Ayrıca müttefik ordularda yüz binlerce (Hintli, Kuzey
Afrikalı) Müslüman cephelerde bize karşı savaşıyordu. Sömürge komutanları bu
askerlerin disiplinini sık sık övmüşlerdir. Kemal Paşa, özellikle 1920 yazında
İslam tarihini incelemiş, İslamiyetin, çıkış koşullarında laik ve demokratik
açılım potansiyeli taşıyan öğelerini bularak ön plana çıkarmıştı.
-
Türk Devrimi'nin moral arka planını, Kemalist kültün silinememesinin en temel
sosyo-kültürel sebeplerini anlatır ve dünyadaki devrimlerle kıyaslar mısınız?
Ayrıca Atatürk ilkelerinin bugün gelinen “noktada”, “son tahlilde”,“iklimde”
konumu, statüsü ve mahiyetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
-
Toplumsal tarihte kült ve karizmaların oluşumu sık rastlanan bir olgudur.
Weber, “geleneksel dönemlerde karizma büyük bir devrimci güç olur” demişti.
Bizde de Mustafa Kemal karizması, Sultan’ın din temelli, yıpranmış karizmasına
karşı devrimci bir güç işlevi gördü. Yine Weber, hangi sosyo kültürel
koşullarda karizmaların ortadan kalkabileceklerini de incelemiş ve bunun farklı
şekillerini göstermişti. Bunlardan “karizmaların rutinleşerek kaybolması”
durumu bizde de gerçekleşebilirdi. Fakat bu da olmadı. Neden? Sanıyorum ki bu
Türkiye ve çevresinde, İslamiyetin siyasal bir araç olarak, üstelik Ortaçağ
esprisini aşamamış bir zihniyetle kullanılması ile ilgilidir. Yani tehlike
devam ediyordu. Kutsallık dinin tekelinde değildir; seküler kutsallıklar da
vardır. Aydınlanma çağında “akıl”,
Auguste Comte ve pozitivizm çağında da Fransa’da “bilim”
kutsallaştırılmıştı. Ne var ki seküler kutsallıklar bunun aşılması ilkesini
bünyelerinde taşırken dini kutsallık dinin ontolojik bir öğesidir. Yani
kutsallık yoksa din de yoktur. Öyle görünüyor ki, bizde Atatürk kültü ancak din
kişisel bir inanç, yani laiklikle uyuşma haline geldiği zaman ortadan
kalkacaktır. Bugün Atatürk ilkelerinin en fazla güncellik taşıyan ilkesi
laikliktir.
-
Jakobenlerle Kemalistler arasında benzerlikler... Nasıl tanımlıyorsunuz?
“Demokratik diktatörlük” atfını da açar mısınız?
-
Tarihte “zor” kullanımı her zaman gündemde olmuştur. Üstelik evrensel tarihe
baktığımız zaman görüyoruz ki, bugüne kadar gerçekleştirilen olumlu şeylerin
(cumhuriyet, sosyal haklar, genel oy ilkesi, laiklik) çoğu, genellikle “zor”
kullanılarak gerçekleşmiştir. Bugün demokratik çağda yaşıyoruz; elbette ki
iktidarların seçimle gelip, seçimle gelmesi esas olmalıdır. Fakat bugünkü
dünyada ortaçağ koşullarında yaşayan toplumlarda siz “British democracy”yi
uygulayamazsınız; “bunu yapmaya çalışıyorum” derseniz mutlaka başka
hesaplarınız var demektir. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa’da iktidarlar şiddet kullanımı ile,
darbelerle değişiyordu. Bunun da gerici ve ilerici olarak nitelenen şekilleri
vardı. Gerici şeklin tipik örneği III. Napolyon’un darbesidir ve “bonapartizm”
kavramına yol açmıştır. İlerici şekli ise, Blanqui’nin halk egemenliğini
sağlamak için geliştirdiği komplo ve darbe kuramlarıdır ki bu da “blankizm”
kavramına yol açmıştır.
Halk
ayaklanmasının devrime, otoritarizme ve şiddete dönüşmesi ise ayrı bir olaydır;
jakobenizm denilen uygulama da bunun örneğidir. Bugün egemen olan finans
kapitalizmi bunu en büyük düşmanı olarak görüyor; ideologları, bir hareketi
kötülemek için “jakoben” demeyi yeterli buluyor.
Oysa
yazdığı anılardan biliyoruz ki, bugün hala bir hümanizm ve demokrasi abidesi
olarak anılan Jean Jaurès, Jakoben lider Robespierre’e hayrandı ve sık sık
“Jakoben Kulüplerinde olsaydım, Robespierre’in yanında otururdum” derdi.
Kemalist hareket, Fransız Devrimi gibi ani bir halk ayaklanması ile
başlamamıştır, ama, Batı Anadolu’nun işgali ile giderek halk devrimine dönüştü.
Bu iki hareket arasında, “Jakobenizm” bağlamında bir benzerlik vardır. Bu
elbette Kemalist dönemi bir blok halinde savunalım, yapılan haksızlıkları,
hatta kırıma dönüşen tenkilleri onaylayalım anlamına gelmez; bunları da
inceleyelim, ağır bir biçimde eleştirelim; fakat devrimci ilkeye ve laik
cumhuriyete sahip çıkalım.
“ÖZAL
DÖNEMİNİN 32 SAYILI KARAR'I GEMİLERİ YAKTI!”
-
Özal döneminin “32 Sayılı Karar”ı… “Ülkenin tüm geleceğini ipotek altına alacak
olan, Cumhuriyet tarihimizde alınmış en dramatik karardı” diye yazıyorsunuz
“Türkiye Nasıl küreselleşti?” kitabınızda. “Özallı yıllar”ın panoramasını
betimleyecek en çarpıcı özellik olarak da değerlendiriyorsunuz. “32 Sayılı
Karar”, ülkeyi derinden vuran ekonomik krizleri nasıl tetikledi ve
küreselleşmenin pençesine ne şartlarla teslim etti?
-
Bu karar ülkeyi uluslararası finans ve faiz dünyasına kayıtsız şartsız bağladı.
Zaten Özal da kararı alırken “gemileri yakmaktan” söz ediyor, kambiyo
rejimimizin “Fransa, İtalya ve Yunanistan’dan daha serbest hale gelmesi” ile
övünüyordu. Oysa Türk ekonomisinin yapısal özellikleri buna uygun değildi ve
karar ANAP yüksek bürokrasisi arasında da huzursuzluk yaratmıştı. O günlerde
basında Merkez Bankası başkanı ile DPT ve Hazine müsteşarlarının buna karşı
çıktıklarına dair haberler çıkmıştı. İktisat tarihinde koyu “laisser faire”ci
politikaların başını daima rekabet ve üretkenlik alanında en elverişli
koşullardaki ülkeler çekmiştir. Türkiye ise bu kararla kısa süre sonra çok
büyük krizler yaşadı. Eğer finans sektörünüzü kontrol altında tutamıyorsanız
açık denizlerde fırtınalara tutulmanız kaçınılmaz olur. 1997 ve 2001
krizlerinden sonra, TMSF’nin 2004’te yayımladığı rapora göre, 1997’den itibaren
batan ve Fon’a aktarılan 22 bankanın devlete maliyeti 45,6 milyar dolar
tutuyordu. Devlet bunu son derece adaletsiz bir vergi sistemi çerçevesinde halkın
sırtına yükledi. AKP iktidarı bu enkaz temizlendikten sonra geldi ve likidite
bolluğu ekonomiyi belli bir süre canlı kıldı. Oysa 2008 krizinden ve ona karşı
palyatif para pompalama (bail-out) operasyonlarından sonra oyun bozulmuş ve
Ankara tüm umudunu ABD’de işlerin kötü gitmesine ve FED’in piyasayı beslemeye
devam etmesine bağlamış görünüyor. Fakat ABD, mutlak rakamlarla dünyanın en
borçlu ülkesidir ve her ay piyasaya 85 milyar dolar şırıngalamaya daha ne kadar
devam edebilir? Yani nereden baksanız, Türkiye ekonomisi krize ve uzun bir
durgunluğa mahkum görünüyor.
Daha
birkaç ay önce Bernanke’nin basın toplantısının burada ABD’den daha dikkatle
izlendiğine ve sonunda da “para akmaya devam edecek!” diye sevinç çığlıkları
atıldığına tanık olduk. Böyle bir ekonomi ile iftihar edilebilir mi? Önemli
olan şudur: Finans kapitalizmine böyle bir teslimiyet, Türkiye kapitalizminin
“model”ini de belirlemiştir. Çağdaş kapitalizm bilime, teknolojiye ve bu
bağlamda “innovation”lara dayanan bir kapitalizmdir. En liberal ülke olan ABD
aslında bu konuda en fazla devlet yardımı ve yatırımı yapan ülkedir. Savunma
Bakanlığı’nın ve bütçesi otuz milyar doları aşan Ulusal Sağlık Enstitüsü’nün
saçtığı dolarlar dışında, yakınlarda bir incelemenin gösterdiği gibi, Steve
Jobs’un Apple’ı bile -Jobs’un dehasına rağmen- devlet yardımı olmadan
gerçekleşemezdi. Oysa bizde AKP iktidarının ve “ilim” anlayışının bununla
alakası bulunmuyor. Ülkeye egemen kıldığı kapitalizm modeli “al sat”, “kes
yapıştır” esaslarına dayanan ticari bir kapitalizmdir. Son on yılda Türkiye
bilim ve teknoloji planında hangi sıçramayı yaptı? İktidar Koç’ların yerli bir
otomobil markası yaratmasını bekliyor. Buna karşılık düşünce hayatımızda
ilahiyatçıların yeri giderek genişliyor ve Diyanet İşleri Başkanı artık El Ezher
Üniversitesi rektörü gibi fetvalar vermeye başladı. Sessiz ve derinden bir
karşı-devrim yaşıyoruz.
YAPISÖKÜM
VE TEORİK ANTİHÜMANİZM!
-
Şimdi de felsefi çalışmalarınıza geçelim. Çağdaş kapitalizmin dayandığı “insan
tipi” nelerde somutlanıyor? Kapitalizm bu uğurda neleri seferber etmiştir? Bu
bağlamda toplumsalın dip akıntısında insana dair öz mü, töz mü asal olan,
hangisiyle bütünleniyor ve ayrışıyor Balibar, Sève, Althusser, Bourdieu'nun
tezleri?
-
Yakın tarihlerde, Sovyetler Birliği çökmeden önce, Marksizmin nasıl bir “insan”
anlayışına dayandığı sorunu, özellikle Fransa’da çok tartışıldı. Bu dönemde
Sartre ile Fransız Komünist Partisi’nin en önemli kuramcısı Roger Garaudy,
Marx’ın “hümanizmi” üzerinde anlaşma halindeydi. Oysa buna Althusser karşı
çıktı ve Marx’ın “teorik anti-hümanizmi”nden söz ederek dikkatleri Marx’ın
“yabancılaşma”yı ön plana çıkaran gençlik eserlerinden Kapital’e çevirdi.
Marx’ı terk ederek, Nietzsche ve Heidegger’den yola çıkan Foucault da, söylem
felsefesini “insan öldü” fikri üzerine oturttu. Bu konuda o da Althusser gibi
düşünüyordu. Bunlara yanıt, Lucien Sève’den, “Marksizm ve kişilik kuramı” adlı
eserinden geldi. Bu tezleri Marksizm, İnsan ve Toplum başlıklı kitabımda
özetledim.
-
Yapısöküm, ve teorik antihümanizm kavramlarını açar mısınız?
-
Derrida ölmeden kısa bir süre önce yaptığı bir söyleşide dünyada düşüncesini
anlayanların sayısının ancak “onlu sayılarla” ölçülebileceğini söylemişti.
Elbette ki bunlar arasında olamam ve buna da esef etmiyorum; yalnız yine de
-anladığım kadarıyla- şunu söylemek isterim: Derrida her söyleşisinde kendisine
sorulan “Yapısöküm nedir?” sorusuna farklı bir yanıt veriyordu ve bu da
yapı-söküm anlayışını ortaya koyuyordu. Yani buna göre “yapısöküm” zaten “bu
nedir? şu nedir?” şeklindeki soruların anlamsızlığı üzerine kurulmuştu.
Çalışmamda bu konuda şunları yazmışım.
“Derrida’ya
göre, her şey başı ve sonu olmayan bu kavramsal zincirin içindeydi. Derrida
“tekstin dışında hiçbir şey yoktur” derken bunu kastetmekte, ‘tekst’i devamlı
anlam değiştiren, kılıktan kılığa giren hareketliliği içinde ele almaktadır.
Kuşkusuz başlangıçta “Allah”ın eliyle yazılmış bir “üst-yazı” (archi-écriture)
tasavvur edebilirdik. Fakat bizlere bu “üst-yazı”nın ne kendisi, hatta ne de
izleri kalmıştı. İşte “yapısöküm”, metinleri, başı ve sonu olmayan bir
hareketlilik ve değişim içinde, yazarından bağımsızlık kazanmış bir bağlamda
okumak, anlamak ve yorumlamak demekti.”
Derrida’nın
Avrupa kavramıyla ilgili “yapısökümü”nü okuduğunuz zaman sonunda Avrupa diye
bir şey olmadığı kanısına varıyorsunuz. Derrida ile Althusser arasında
çelişkili bir dostluk yaşanmıştır; Althusser anılarında Derrida’dan “dev
filozof” diye söz eder; sanıyorum onun düşüncesini ve bu arada “antihümanizm”ini
nasıl etkilediği henüz gün ışığına çıkarılmamıştır.
HABERMAS
VE İLAHİ KAMUSAL ALAN!
-
Hakkında başlı başına bir kitap yazdığınız, farklı disiplinlerin çatısı
Frankfurt Okulu'nun aslarından Habermas'ı anlamak için önce neyi bilmek
gerekir?
-
Habermas diyince akla “kamusal alan” ve “iletişimsel edim” kuramları gelir.
Bence en önemli eseri, gençlik eseri olan “kamusal alan” araştırması. Benim
ilgimi çeken ve beni Habermas hakkında bir yayın yapmaya sevk eden de bu eseri
oldu. Düşünür bu çalışmasında, daha önce “sivil toplum”, “kamuoyu” gibi adlar
altında yapılan çalışmaları derinleştiriyor ve on yedinci yüzyıldan itibaren
İngiltere, Fransa ve Almanya bağlamında “kamusal alan”ın oluşmasını inceliyor.
Peki, nedir “kamusal alan? Habermas bunu “Öffentlichkeit”, yani herkese açık
olma sözcüğüyle ifade ediyor. Bunun Fransızca ve İngilizce karşılıkları
(“publicité” ve “publicity”) günümüzde “reklamcılık” anlamına geldiği için
“kamusal alan” diye çevirmişler ve biz de onları izlemişiz. Aslında bu
“kamuoyu” anlamına gelmiyor; bunu da oluşturan kurumsal yapıları ve bu
yapıların oluşmasını anlatıyor. Daha açık bir ifade ile kamusal alan, herkesi
ilgilendiren (kamusal) sorunların, özgür ve saydam bir şekilde tartışıldığı
alan anlamına geliyor. Habermas, Marx’tan da esinlenerek, bu alanın oluşmasını
devrimci burjuvazi açısından incelemişti. Ne var ki bu alanın on dokuzuncu
yüzyıl sonlarında sermaye çevrelerinin kuşatması altına girdiğini söylemekle
beraber, sınıf çelişkisi yerine uyuşması tezini benimsedi ve tarihi maddecilikten
uzaklaştı. Ona göre artık kapitalizm iç çelişkilerini çözecek, refah devletini
kuracak aşamaya gelmişti. Daha sonra dil felsefesine yönelerek demokratik
diyalogu mümkün kılacak koşulları, kendi ifadesi ile “sözün (konuşup
anlaşmanın) ideal durumu”nu incelemeye başladı. Fakat kapitalizmin küresel
egemenliği üzerinde durmayarak, salt Batı Avrupa üzerinde çalıştı. “Kalkınmakta
olan ülkeler” denilen alanı ise tamamen araştırmalarının dışında tuttu.
Sanıyorum ki bu eğilim ve Avrupacı yaklaşımı çalışmalarının sınırlarını da
çizdi. Bugün devam eden kapitalizm krizi karşısında söyleyecek çok şeyi
olduğunu sanmıyorum.
“MUSTAFA
KEMAL, ERMENİ TEHCİRİ İÇİN 'FAZAHAT' (ALÇAKLIK) DER”
-
“1915 ve Sonrası-Türkler ve Ermeniler” kitabınız... Hangi açılardan kaleme
aldınız, dünden bugüne süreci nasıl ortaya koydunuz ve Mustafa Kemal’in Ermeni
tehciri hakkında “fazahat” (alçaklık) demesini de yazıyorsunuz. Onu da
anımsatır mısınız?
-
Mustafa Kemal, daha Anadolu’ya geçmeden, 1918’de, Fethi Okyar’la birlikte
çıkardıkları Minber gazetesinde yapılan yayınlarda Ermeni tehciri konusunda
İttihatçılara ağır suçlamalar yöneltmişti. Gazetenin 9 Kasım 1918 günkü
sayısında şu satırları okuyoruz: “Birkaç kişinin zihniyetinden çıkan bu hata,
asırlardan beri aynı vatan üstünde kapı komşu geçinmiş, hayat-ı içtimaiye,
siyasiye, iktisadiye velhasıl umumiyede ikmal ve itmam etmiş (birbirini
tamamlamış) iki anasırın samimiyetlerini bulandırmaktan başka bir netice tevlid
edemezdi ve nitekim etmedi. Dünyada her milletten müfrit insanlar çıkabilir;
şüphesiz Ermenilikten de bu kabil insanlar çıkmamış değillerdi. Fakat acaba bir
hizbi kalile (küçük bir hizip) kızıp bütün bir milleti kırmak sevdasında
bulunmak, o hazin efradından daha müfrit hayalata kapılmak değil midir?” Daha
sonra da BM’nin açılışından bir gün sonra yapılan gizli oturumda Mustafa Kemal
Paşa o sözcüğü kullanmıştı. Türkiye’nin dört bir yanında yaşayan, Doğu’da
yaşanan terör olaylarıyla hiçbir ilgisi olmayan yüz binlerce insanın evlerinden
toplanıp -çoğu bir daha dönmemek üzere- sürgüne gönderilmeleri “facahat” değil
de nedir? Tehciri başlatan Talat Paşa bile bunu anılarında “facia” olarak
nitelemişti.
“GEZİ'NİN
ARDINDAN ERDOĞAN İÇİN GERİ SAYIM BAŞLADI”
-
Gezi Direnişi’ni, bu toplumsal demokratik devrim hareketini yorumlamanızı
istememek kuşkusuz büyük bir eksiklik olurdu ve işçi sendikalarının
pozisyonsuzluğunu… Kürt hareketi ve “barış süreci” de demokratik devrimci
hareketin etkisiyle şekil değiştirdi ve daha sağlıklı temellere oturmaya
başladı” görüşünüzü…
-
Gezi Direnişi, tarihimize demokratik devrimci bir atılım olarak geçecek. Bu,
giderek kararan ufukta bir umut ışığı oldu ve Erdoğan’ın olup bitenden hiçbir
şey anlamadığını gösteren ilkel tepkisi de aslında hareketin ne kadar haklı ve
yerinde olduğunu ortaya koydu. Ayrıca bu direnç cephesindeki “teorik”
anlaşmazlıkları da arka plana itti ve olaylardan sonra yazdığım bir makalede
söylediğim gibi, “sayısız kitap ve makalede yapılan analiz ve çağrıların
yapamadığını yaptı ve ‘demokratik cephe’yi sahada gerçekleştirdi.” Bence
gerçekten Kürt hareketi ve “barış süreci” de demokratik devrimci hareketin
etkisiyle şekil değiştirdi ve daha sağlıklı temellere oturmaya başladı.
Yine
sözünü ettiğim makalede yazdığım gibi “birçok Kürt siyasetçi -bazı ikircikli ve
çelişkili çıkış ve beyanlara rağmen- eğer bu ülkede gerçekten demokratik bir
barış olacaksa bunun tüm demokratları karşısına almış, inandırıcılığını
yitirmiş ve hala -bir “Akil’in ifadesiyle- “neler yapacağını değil; neler
yapmayacağını söyleyen” bir liderle görüşmeler yoluyla değil, demokratik bir
devrimle gerçekleşebileceğini açıkça görmeye başladılar.” Gezi Direnişi'yle
Erdoğan sadece yurt içinde değil, yurt dışında da sempatizanlarının çoğunu
kaybetti. Batı’da da, Ortadoğu’da da yalnız kaldı ve yalnızlığın “değerlisi”
olmaz. Türkiye Başbakanı, dünya medyasında, artık sorunları çözmeye çalışan,
arabuluculuk potansiyeli taşıyan bir lider olarak değil de, daha çok tutarsız
ve güvenilmez bir siyasetçi olarak sunuluyor. Kısaca geri sayım başladı ve bu,
ülke rejimi ve insan hakları açısından kuşkusuz hayırlı bir gelişme.
Marx-Engels
ve Osmanlı Toplumu/ Taner Timur/ Yordam Kitap/ 208 s.
Türk
Devrimi Ve Sonrası/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 332 s.
Marksizm,
İnsan ve Toplum (Balibar, Sève, Althusser, Bourdieu)/ Taner Timur/ Yordam
Kitap/ 260 s.
Habermas'ı
Okumak/ Taner Timur/ Yordam Kitap/ 283 s.
Felsefe,
Toplum Bilimleri ve Tarihçi/ Taner Timur/ Yordam Kitap/ 432 s.
1915
ve Sonrası Türkler ve Ermeniler/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 108 s.
Felsefi
İzlenimler Sartre, Althusser, Foucault, Derrida/ Taner Timur/ İmge Kitabevi
Yayınları/ 189 s.
Türkiye
Nasıl Küreselleşti?/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 232 s.
Küreselleşme
Ve Demokrasi Krizi/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 392 s.
Türkiye'de
Çok Partili Hayata Geçiş/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 158 s.
Osmanlı-Türk
Romanında Tarih, Toplum ve Kimlik/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 406 s.
Sürüden
Ayrılanlar Siyasal İktidar Aydın Tarih ve Özgürlük/ Taner Timur/ İmge Kitabevi
Yayınları/ 260 s.
Toplumsal
Değişme ve Üniversiteler/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 384 s.
Osmanlı
Kimliği/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 304 s.
Osmanlı
Çalışmaları İlkel Feodalizmden Yarı Sömürge Ekonomisine/ Taner Timur/ İmge
Kitabevi Yayınları/ 450 s.
Yakın
Osmanlı Tarihinde Aykırı Çehreler/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 190 s.
Osmanlı
Toplumsal Düzeni/ Taner Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 302 s.
Efsaneler
ve Gerçekler/ Ahmet Yaşar Ocak, İlber Ortaylı, İsenbike Togan, Mehmet Ali Kılıçbay, Sencer Divitçioğlu, Suraiya Faroqhi, Taner
Timur/ İmge Kitabevi Yayınları/ 102 s.
KAYNAK:
'Zor kullanımı her zaman gündemde olmuştur, fakat' (cumhuriyet.com.tr,
18.11.2013).