Ali Kemal Temizer

Yayıncı, Yazar, Şair

Doğum
Eğitim
Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsü

Yazar ve yayıncı. 1953, Mardin doğumlu. Yazar ve yayıncı. 1953 Mardin'de doğdu. Çocuk yaşlarda ailesiyle Malatya'ya yerleşti. İlkokulu Malatya'da okudu. Daha sonra Diyarbakır İmam Hatip Lisesi (1971) ve Erzurum Yüksek İslâm Enstitüsünü (1975) bitirdi. İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğünde iki yıl (1975-77) çalıştıktan sonra memurluktan ayrılarak aylık Düşünce dergisinin yazı işleri müdürü oldu. İhsan Işık’la birlikte Yeni Devir gazetesinin sanat / edebiyat sayfasını (1977), kuruluş döneminde bir süre Birleşik Dağıtım’ı (1985-87) yönetti. Çalışmalarını, 1982 yılında kurduğu Beyan Yayınlarını yöneterek sürdürmektedir.

Temizer’in deneme, eleştiri ve kitap tanıtma yazıları Yeni Devir gazetesinin sanat / edebiyat sayfasında, şiir ve hikâyeleri Düşünce dergisinde yayımlandı. Çeşitli antolojilerde yer alan şiirlerini kitaplaştırmadı. Hikâyelerini Feveran (1980) adlı kitabında topladı.

KAYNAK: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

GEÇMİŞ ZAMAN KAHRAMANLARI

“Sevgilere başlamak en zorudur. Ölümsüzlüğe yani. Bir isyanı doğumundan ölümüne kadar, -ela gözlü bir yarin saçlarına takılacak bir tutam kır çiçeği gibi- yüreğinde taşımak, her şafakta dirilip, gün batımında ölmemek fakat, en güzeli... Zaman bir tek bunu öldüremez, sevgimizi ve inancımızı; diriltmekten başka...”

Böyle başlamalıydım.

“Söz gelişi geçenlerde arabalı vapurda” diye başlamıştım söze oysa ki. “Bir maç sonrasıydı. Kabataş’tan gelirken...” Saat 04’te yatılmış bir akşamın uykulu öğleden sonrasında cümleleri tam hatırlamak mümkün değil tabii. Fakat böyle başladığımdan eminim.

“Geçenlerde arabalı vapurda” diye başlamıştım, “insanlar hımışla atlıyorlardı dışarı...” Benzetmelerin acizliği içinde. “Önce dar koridorda uzun bir sıra oluşturup, sonra bir yelpaze gibi açılarak, bir boyacı çocuk da” demiştim.

Nasılsa ayakkabılarımın altının delik olduğu geliyor aklıma, çoraplarım vıcık vıcık. Yağmur sabah yağmış olmalı, her an yeniden yağabilir. Bari köprüyü geçebilsem. Asfaltta sular birikmemeli aslında, çoraplarım ıslanmamak. Bu gün, bu sonbaharın hüzünlü havası bana ağabeyime izmarit topladığım çocukluk günlerimi hatırlatmamak ve ben sigaramı tam içmemeye ve su birikintilerinden birine düşürmemeye dikkat ederek atmalıyım yere. Ağabeylerine izmarit toplayan çocukların varlığını hiç ama hiç unutmamalıyım, yağmurun her an yağabileceğini de...

Vapur kıyıya yanaşırken al al köpükler çıkarırmış, deniz en çok o zaman temiz olurmuş, renklerin en güzeli o zaman çıkarmış gün ışığına, kimin umurunda... Önce adamlardan biri çarpmıştı çocuğa, çocuk çelimsiz zayıf. Boya sandığıyla birlikte düşmüştü yere. Siyah bir şişeye atılışı, belki de biraz daha fazla boya kurtarma çabası... Hatırlıyorum, gözünü ikiyüz metre ilerdeki dolmuş kuyruğuna dikmiş, herkesi iterek koşmaya başlayan bir adam basmıştı eline.

-Cumhuriyet türedisi bir sınıfın doğuşu tartışılıyordu gece yarısından sonra. Toplumumuzun batılılaşma sürecindeki ahlaki değişimleri gibi bir konuydu.-

Ne de çok kalabalık bugün. İnsanların habersizce birbirleriyle yarışını seyrediyorum. Kadın, erkek, çocuk karışık. Ben hep en arkadayım. Söz gelişi üç kişiyle yanyana yürüyorsam -ki bu üç kişi biraz önceki yarışın mağlupları oluyorlar- önce biri geçiyor sürtünerek, biraz diğeriyle yürüyorum omuz omuza. Sonra o da geçip gidiyor. Bu sefer arkadan gelenlerle başlıyoruz yarışa. Bu, yürüyüşün ölümsüz ahengi. Vezinleri yeniden buluyorum. Hava karanlık gibi, bulutlu. Yağmur sabahleyin yağmış, artık bundan eminim. Uykulu ve aç karnına su birikintilerine basmamak uğraşım yorucu. Çoraplarım iyice ıslak.

Çocuk sapsarı kesilmiş, korkmuştu. Birden siyah boyanın üzerine kırmızı bir renk yürümüştü. “Çocuğun boyalı ve kanlı -ve titrek- elini diğer eliyle tutuşunu, ağlayışını hiç unutamıyorum” demiştim. Ağlayamıyordu da. Herhalde gözlerindeki yaşı en erken ben görmüştüm. Tam yanındaydım. İnsanların düşüncelerini gözlerinden okumak zor değildi, hele o gün, davranışlarını yorumlamak da. Asfalttaki renk tezadını tuttukları futbol takımlarının rengine benzetenler vardı, -galiba beni en çok ürperten de buydu.-Ben o zaman belki orada şimdi anlatacağımı düşünmeden fakat vazgeçilmez bir istekle çocuğu bırakmış çocuğun etrafındaki kalabalığı seyrediyordum. “İşte beyler” demiştim, “aradığınız sorunun cevabını ben o gün bulmuştum.” Terlemiştim de. Kimi vicdanen müsterih olmak için üzülüyordu, çocuğa acıyla bakarak. Yüzlerindeki kırışıklıklar yapmacık, sanki bir sosyete ailesini mevlüt dinlerken görür gibi oluyordum. “Leydi’lerin başlarında ince bir eşarp, rahibe pozlarında. Belli ki günah çıkartıyorlar. İğrenç. Kimileri sessizce -elbiselerinin kirlenmesinden korkarak,- sonsuz dikkatle ve çocuğa bakmamaya gayret ederek geçiyordu. “Acılar en çok yalnız kalınan duygulardır”ı o gün anlamıştım. Kırık bir boya şişesi, devrilmiş bir sandık ve ağlayan bir çocuk bu duyguların sıradan dekoruydular. Bu tablo en güzel o gün çizilmişti herhalde.

“Gerçek şu ki beyler” demiştim, “bu genç yaştayken bile bizim zamanımızda bu tablo bu kadar açık seçik görünmüyordu, diyebiliyorsam eğer, size çöküşümüzün hızını da söyleyebilirim demektir.” Saat sabahın dördü olmuştu ve son sözüm de galiba buydu.

Önce Celâl’i bulmalıyım, onda mutlaka para bulunur. Üstelik diplomat çantasında taşır paralarını. Çokluğundan değil, ceplerinin yokluğundandır. “Önce Celâl’i bulmalıyım” la hızlanıyorum. Yürüyüşün ölümsüz ahenginde artık benim de katkım var.

Köprü kenarındaki asfalt bozukluklarım yağmur su­lan doldurmuş. Tek çabam sulara basmamak. Su birikinti­lerine dikkatlice bakıyorum, çarpmamak için insanlara da. Birden önüme, önümdeki su birikintisinin içine bir para düşüyor. Eğilip alıyorum, işe yarar bir rakam, kahverengi, ıslak ve eski. Belli ki ilk ben görmüşüm. Elimde para etra­fıma bakıyorum. Umudum, sahibinin beni görmesi, ama aldıran yok. Tam önümde, iki adım ötede bir hamal yürü­yor. Sadece ayaklarını ve yükünü görüyorum. Bunundur diyerek -aslında demeyerek, değilse bile bunun olmalı di­yen şuuraltımın itmesiyle- elimde ıslak parayla yaklaşışım, aşağıda olan terli bir yüze uzanışım ve soruşum ürkekçe:

-Bu para sizden mi düştü acaba?

Hamal duruyor. Yüzünü pek seçemiyorum. Yarı dö­nüp anlamsız bakıyor. Yorgun.

-Yok gardaş benden değildir. Bende o kadar para yoktu ki.

Duruyorum. İnsanlar hızla geçiyor yanımdan. Köprü demirlerine yaslanmış iki adam gülerek bakıyor bana. Yeni farkediyorum, demek onlar da görmüşler. Biri yılışık yılı­şık gülüyor.

- Boşver delikanlı gidip şarap alırsın.

Aniden korkunç bir tükürme isteği kaplıyor her ya­nımı.

Elimde para denizin Haliç artığı pis sularına bakmı­şım. Eli sarılı boyacı çocuklar “boyayalım abi” deyip geç­mişler. -Taş gibi duruşum, onların ümitle bakışları,- şarap içersin delikanlı diyen adam şarap içmiştir. Ben ayakka­bılarımı boyatmamışımdır. Altı da delikmiş zaten. Yağmurlar yağıp küçük küçük göletler meydana getirmiştir. İçleri­ne paralar düşmüş boğulmuştur. Boyacı çocukların zayıf, çelimsiz elleri kanatılmıştır. Basanların gözleri yüksekler­dedir, altta çocukların kanlı elleri vardır. (…)

                                                                                                   (Feveran, 2003)

"KİTAP DERDİ OLAN İNSANIN İŞİDİR"

"KİTAP DERDİ OLAN İNSANIN İŞİDİR"

 

“Türkiye’de yayıncılık” dosyasının bugünkü bölümünde Beyan Yayınları’ndan Ali Kemal Temizer ile konuştuk…

 

Tuba OLĞAÇ'ın röportajı...

 

Türkiye’de yayıncılık yapmak oldukça zor ve meşakkatli bir iş. Yayınevlerinin büyük bir bölümü ciddi krizler atlatarak ayakta durmaya çalışıyor.  Kitabın gereken değeri görmemesi yayıncılığı da etkiliyor... Türkiye’de yayıncılığın sorunlarını, geçmişten bugüne kitabın ve okumanın seyrini Beyan Yayınları'ndan Ali Kemal Temizer ile konuştuk. Temizer, "Yayınevlerinin sorunları farklı olabilir ama kitabın sorunu tektir, o da toplumun kitaba verdiği değerdir" diyerek durumu özetliyor. Temizer'e göre, toplumun kitabın önemini ve mahiyetini kavrayamaması irdelenmeye ihtiyaç duyan bir olgu. Kitap saygı görüyor, kutsanıyor ama bilginin ana kaynağı olarak görülmüyor. Kitabın değer bulmasının yolu nitelikli okuyucudan geçiyor... 

 

Kitap seçerken hangi kriterlere göre değerlendirme yapıyorsunuz?

 

Öncelikle kitap niteliğinde olmasını önemsiyoruz. Hangi konuda olursa olsun inceleme, araştırma, roman, şiir, klasik eserler… Tüm bunların yayınlanmaya değer nitelikte olmalarını önemsiyoruz. Üzerinde yeterince çalışılmış konular olmalarını, yazarın bu konuya emek verip vermediğini önemsiyoruz. Eğer tercüme eserler ise, dile hakim olup olmadıklarını önemsiyoruz. Biz kendimizi bir fikrin insanlara ulaştırıldığı araçlar olarak görüyoruz. Bu açıdan kitapların muhtevalarını önemsiyoruz.

 

En çok hangi yazarlarınızın kitapları satıyor?

 

Türkiye’de satılan kitaplar biraz mevsimsel olarak değişiyor. Yayına ilk başladığımızda küçük kitaplar yayınlamıştık. Okuması, alınması, taşınması daha kolay olduğu için. Bir dönem “küçük kitaplar” ismiyle çıkardığımız kitaplarımız çok popülerdi. Daha sonra gazeteci yazarlar dönemi başladı. O dönemde kitaplarını yayınladığımız yazarların, Abdurrahman Dilipak, Fehmi Koru, Ali Bulaç çok satıyordu. Daha sonra İhsan Süreyya Sırma hocanın, Muhammed Hamidullah hocanın, Cahit Zarifoğlu’nun kitapları satmaya başladı. 28 Şubat döneminde ise islami nitelikli kitaplardan hem baskı hem toplumsal ürkmeden dolayı bir kaçış oldu. Bu dönemde daha çok akademik kitaplar bastık.

 

28 Şubat yayıncılığı da etkiledi…

 

Muhtemelen en çok etkilenen yayınevlerinden birisi biz olduk. Ama buna rağmen yayın çizgimizi değiştirmedik. Olabildiğince aynı çizgiyi sürdürmeye çalıştık. Yayınevi olarak temel prensibimiz 7 den 70 e herkese hitap etmek. Bunlar arasında düşünce kitapları, araştırmalar, klasik eserler, edebiyat eserleri; roman, şiir, hikaye, çocuk kitapları yer alsın istiyoruz. Gücümüz yettiğince bu tür kitaplar yayınlamaya çalışıyoruz.

 

Kitapta KDV'ler yüzde 18'den yüzde 8'e düşürüldü. Bu indirimin yayınevlerini rahatlattığı söylenebilir mi?

 

Bu biraz teknik daha çok muhasebeyi ilgilendiren bir konu ama yayıncılıkla ilgili düşünülecek çözümler arasında belki en son sırada yer alıyor. Bir kitabı oluşturan değişik faktörler var. Kağıt var, matbaa var, üretim var, hizmet var. Bütün bunlardaki KDV oranları ile satıştaki KDV’nin uyumlu olmaması zannedildiği kadar fazla sağlayan bir unsur değil. Yüzde 18 ile alıyor yüzde 8 ile satıyorsunuz. Bu durumda devletten bir alacağınız oluyor. Evet ama ne yazık ki devlet hiçbir zaman zamanında ödeme yapmıyor. Bundan dolayı da bir mahsuplaşma söz konusu olmuyor.

 

KİTAP İNSANLARIN HAYATI YORUMLAMA ARAÇLARIDIR

 

Belli başlı yayınevleri dışında şiir basılmadığını görüyoruz. Şiir satılmıyor mu yada belli başlı şairlerin devamlı revaçta olması  bu süreci kötü mü etkiliyor?

 

İnsanların şiire olan ilgisi köreldi mi?  Şiir kitaplarının serencamı çok özel bir konudur. Türkiye’de “şiir” yeterince ciddiye alınan bir konu değildir. Pek çok insan şiiri ayak üstü, alelacele kotarılan bir ürün olarak değerlendirir. Bu nedenle şiire emek vermez, emek vermediği için de şiir kitaplarını almaz. Herkes şiiri çok kolay üretilebilen bir şey zanneder.  Onun için şiir okumak, şiir düşünmek, şiir üzerine tefekkür etmek diye bir derdi yoktur. Herkes çok kolay şiir yazabildiğini zanneder, bu yüzden şiir kaynaklarından beslenme ihtiyacı duymaz. Bu nedenle şiir kitaplarına çok fazla ilgi yoktur. Bu şiirden kaçmayla ilgili bir şey değil, şiire değer vermeme ile ilgili bir şeydir.

 

KİTAP DERDİ OLAN İNSANIN İŞİDİR

 

Son 30 yılda okuyucuların okuma alışkanlıklarında neler değişti sizce?

 

30 sene önceki dünya ile bugünkü dünya aynı değil, 30 sene önceki insanların sorunlarıyla şimdiki insanların sorunları aynı değil. Kitaplar insanların hayatı yorumlama araçlarıdır. O günün insanları daha çok ideolojik bir kutbun taraftarıydılar.  Bir şeye inanıyorlardı, bir mücadele içindelerdi.  Herkes tarafının ne söylemek istediğini öğrenip karşı tarafa bunu anlatmak ihtiyacı içindeydi. Ama günümüzde insanlar bu boyuttan uzaklaştılar. Tek tipleştiler, davalarından koptular.  Artık insanların bir derdi kalmadı. Kitap derdi olan insanların işidir.

 

MEDYA MEŞHURLAR ÜRETİYOR

 

Ancak geçmişten bugüne baktığımızda bugün daha çok kitap basılıyor, satılıyor, okunuyor. Türkiye’de son yıllarda basılan kitap adetlerinde, tirajlarında ciddi bir artış var. Bunun tabi çok farklı sebepleri olabilir ama içerik olarak baktığınızda fikir, düşünce kitaplarının yerini daha çok magazin boyutu olan, popüler ve medyatik olan  yayınların aldığını görüyoruz. Medya “meşhurlar” üretiyor. Eskiden bu meşhurlar arasında sadece sinemacılar ve şarkıcılar vardı. Günümüzde yazarlar da bu furyaya eklendi. Yazarlar da markalaştılar, meşhurlaştılar. Dolayısıyla “meşhur” olan yazarların kitaplarında bir patlama yaşanıyor. Yayınlanan kitapların pek çoğu medyayla bağlantılı, medyanın ön plana çıkarıp tanıttığı kitaplar. 

 

Daha fazla kitap basıldığını söylediniz. Bu kitapların gerçekten okunduğunu düşünüyor musunuz?

 

Okunuyor olabilirler. Ama önemli olan okunan kitabın insanı değiştirme gücüdür. Eskiden okunan kitaplar insanları etkiliyor, onların zihninde bir karşılık buluyordu. Ama bu tür kitaplar sabun köpüğü gibi etkisiz, anı dolduran kitaplar.

 

DEVLETİN KİTAPLA İLİŞKİSİ ACINACAK DURUMDA

 

Dağıtım sorununu nasıl aşıyorsunuz?

 

Türkiye de merkezi anlamda üretilen her ürünün, ayakkabıdan gömleğe, diş fırçasından ayakkabıya kadar bir dağıtım sistemi var. Bu dağıtım sistemi daha çok bayilik ve Anadolu’daki temsilcilikler sistemi ile yürüyor. Ve üretilen her ürünün onlarca satış noktası vardır. Fakat kitap henüz böyle organize olmuş bir ürün değil. Anadolu’daki satış noktaları yeterli değil, kitapçılar gelişmedi. Dağıtım firmalarının alt yapıları olan bölgesel yapılar oluşmadı. Herkes başının çaresine baktı, bu yüzden bir sisteme sahip değil. Bu nedenle merkezi bir dağıtım yok. Kitabın diğer ürünler gibi çok büyük bir talebi olmadığı için henüz piyasası da yok. Pek çok insan bunu kişisel yollarla edinmeyi tercih ediyor kurumlar aracılığıyla değil. Bu nedenle yayıncılık henüz kurumsallaşmış bir yapı arzetmediği için dağıtım problemi geçmişte de vardı bugün de var. Büyük ihtimalle gelecekte de olacak.

 

Devletin yayınevlerinden kitap alımları oluyor. Siz böyle bir destek görüyor musunuz?

 

Devletin kitapla ilişkisi çok acınacak durumdadır. Ben kişisel olarak çok ilişkisinin olmasını da istemem. Bu iş sivil insanlarla yürümesi gereken bir iş. Şahıslar talep edip almalı . Devletin yayınevinin müşterisi arasında olması yayınevlerinin devlete uygun kitaplar yayınlamak zorunda bırakabilir. Ama buna rağmen yine de devletin kütüphaneler kurarak, kitaba ulaşmak isteyen insanlara kitaba ulaşabilecek mekanlar hazırlaması gerekmektedir. Kütüphanelerin işlevi utanç verecek bir durumdadır.  Bundan 20 sene önce ne kadar kütüphane varsa bugün de o kadar kütüphane vardır. Hatta bir kısmı kullanılamaz haldedir. Personeli, görevlisi yoktur.  Devletin aldığı kitaplar, bir anlamda zevahiri kurtarmak için yapılan alımlardır. Son yıllarda belediyelerin alıp okullara ve halka dağıttığı kitapların yayın hayatına bir katkısı olduğunu düşünüyorum. Bunlar daha çok toplumun ihtiyacını görmeye yönelik mevsimsel talepler ama yine de azımsanamayacak bir etkisi var.

 

KİTAP, BİLGİNİN ANA KAYNAĞI OLARAK GÖRÜLMEZ

 

Toplum kitaba nasıl bakıyor?

 

Her yayınevinin sorunu farklı olabilir ama kitabın sorunu tektir. O da toplumun kitaba verdiği değerdir. Bu toplum kitabı boş vakitlerin bir aracı olarak görür. Hiçbir zaman bilginin ana kaynağı olduğuna inanmaz. Birilerinin öğrenip kendisine anlatmasını ister. Kitabın onların hayatındaki karşılığının ne olduğu konusunda pek kafa yormaz. Kitaba değer verir, kitaba saygı duyar, kitabı kutsar ama onun kendisi için hayati derecede önemli olduğunun bilincinde olmaz. Bilgiyi birilerinin ona anlatmasını tercih eder. Duyarak öğrenmeyi tercih eder. Çünkü okumak zahmet çekmektir. Okumak beyni çalıştıran bir eylemdir. İnsanlar, kafa konforlarının bozulmaması için bu kadar zahmetli bir işe girmiyorlar. Toplumsal değerlendirmeler açısından; bir insanın toplumdaki değeri okumayla bağlantılı değildir. Toplum okuyan insandan ürker, “çok bilmişlik” bizde olumsuz bir sıfattır. Bir insanın mesleğinde başarılı olabilmesi okumasıyla bağlantılı görülmez. Ancak onun sadakatiyle, yalakalığıyla değerlendirilir. Toplumu oluşturan değerler, toplumun bilgiye bakış açısındaki sorun kitaba olan ilgiyi azaltıyor.

 

Yazarların çoğu telif noktasında yayınevlerinden yana şikayetçi, bu konuda ne düşünüyorsunuz?

 

Sonuçta yayıncılar da insan, tüm insanların tüm iş kollarında olduğu gibi yalancıların sahtekarları sözünde durmayanları var. Muhtemelen yayıncılarıyla sorun yaşayan yazarlar da vardır. İnsanın olduğu her yerde bu tür sorunlar olur. Ancak en olmaması gereken alandır yayıncılık alanı. Çünkü biz insanlara, iyiyi, doğruyu, güzeli anlatan ürünler yayınlıyoruz. İnsanlara, başka insanlarla ilişkilerinin nasıl olması gerektiğini anlatan ürünler yayınlıyoruz. Ama bu söylediklerimizi eğer kendimiz yapmazsak ortada bir sorun var demektir. Muhtemelen yayınevlerine sorarsanız onlar da yazarlardan şikayetçi olabilirler.

 

Yeni kitapların edebi dilini nasıl buluyorsunuz?

 

Bu çok tabi derin bir konu… Bunu birkaç kategoriye ayırmak lazım. İslamı tandaslı, islami nitelikli yayınlar yayınlayan yayınevlerinin dili şimdi daha iyi. Fikir kitapları daha çok tercüme merkezliydi. Türkiye’de tercüme yapan insanlar Türkçeyi daha sonradan öğrenen yada Türkçe kültürleri zayıf olan insanlardı. Bu nedenle ilk dönemde yayınlanan tercüme kitapların dili biraz sorunluydu. Henüz yayıncılık çok gelişmediği için bunların kontrol mekanizmaları yoktu ve yayınevleri editörlerle çalışmıyorlardı. Ama günümüzde artık her yayınevinin yayınladığı kitaplar konusunda daha titiz olduklarını daha ihtimam gösterdiklerini tahmin ediyorum. on5yirmi5.com

KAYNAK: "Kitap derdi olan insanın işidir" (on5yirmi5.com, 3 Temmuz 2013).

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör