Ahmed Rasim

Yazar

Doğum
Ölüm
21 Eylül, 1932
-
Eğitim
Darüşşafaka
Diğer İsimler
Leylâ Feride

Yazar (D. 1864, İstanbul - Ö. 21 Eylül 1932). Leylâ Feride takma adını kadınlarla ilgili eserlerinde kullandı. İlköğrenimini mahalle mekteplerinde, ortaöğrenimini de 1876’da kaydolduğu  parasız yatılı olduğu ve birincilikle bitirdiği Darüşşafaka’da (1883) tamamladı. İki yıl Posta ve Telgraf Nezareti’nde memur olarak çalıştı. Bakırköy’deki özel okullarda öğretmenlik yaptı. Daha sonra hayatını yazarlıkla ve gazetelerde çalışarak kazandı. 1927-32 arası İstanbul milletvekiliydi.

 İlk yazısı  Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yayımlandı. Ceride-i Havadis gazetesinin ücretli yazarı oldu. Ahmed Midhat Efendi’nin yönlendirmesiyle  Tercüman-ı Hakikat gazetesine geçti (1884). Sabah, Vakit, Tasvir-i Efkâr, Zaman, Yeni Gün,  Cumhuriyet, Akşam, Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde çalıştı. Gülşen, Güneş, Servet-i Fünun, Malumat, Mecmua-yı Ebüzziya, Resimli Kitap  dergilerinde yazıları yayımlandı. Hüseyin Rahmi ile Boşboğaz  adlı mizah dergisini çıkardı.  

1885’te Swen Hedin’den çevirip yayımladığı Fonoğraf, ilk kitabıdır. Servet-i Fünûn dergisinde İlk Sevgi, Layl-i Iztırab, Afife romanları tefrika edildi ve basıldı. Ders kitapları dışında roman, hikâye, fıkra, anı ve inceleme araştırma türlerinde 140 kadar telif eseri ve çevirileri vardır. Çoğu gazete ve dergi sayfalarında kalan bu eserlerin bir bölümü ölümünden sonra kitap halinde basılabildi.

Roman ve öykülerinde İstanbul hayatına dair ilginç betimlemelere rastlanır. Eserleri arasında en önemlisi, liselerde okutulmak üzere yazdığı  Resimli ve Haritalı Tarih-i Osmanî (1910-12) adlı incelemesidir. Bu dört ciltlik eseri 1966’da yeni harflerle Meydan gazetesinde yayımlandı. “Faide” başlığı altındaki dipnotları ayrı bir önem taşır. Şehir Mektupları adlı eserinde (4 cilt, 1910-11) II. Abdülhamit dönemi İstanbul’unu büyük bir gözlem yeteneği, sade ve kıvrak bir üslûpla anlattı. Romanları genellikle uzun hikâye tarzında, romantik anlayışta eserlerdir. Çocukluk yıllarından itibaren kaleme aldığı anılarında ve fıkra yazılarında büyük bir başarı gösterdi. Yazar olarak en büyük özelliği, yazılarını bir sohbet havası içinde yazması ve okurunu daha ilk cümleden itibaren kucaklayabilmesidir. Çeşitli edebi akımların dışında kalarak kendine özgü bir üslup ve ironiyle ortaya koyduğu eserleri, geniş bir okuyucu kitlesi tarafından zevkle okundu.

Ahmed Rasim tam bir İstanbul beyefendisiydi. Yaşadığı süre içinde inceleyip gözlemlediği İstanbul hayatını onun üslûbundan okumanın tadı benzersizdir. Darüşşafaka’da Zekai Dede’den musiki dersleri alarak girdiği klasik Türk müziğimizin önemli söz yazarı ve bestecilerindendir. Ünlü söz yazarı ve besteci Osman Nihat Akın torunudur. Altmıştan fazla güftesini şarkı formunda besteledi.

“Türk gazeteciliğinin asıl piri Ahmet Rasim’dir. Ahmet Mithat daha çok ‘hace-i evvel: ilk öğretmen’ olarak tanınır. Rasim daha başka bir deyimle, İkdam sahibi Ahmet Cevdet’in dediği gibi, ‘matbuatın tuzu biberi’dir.” (Agah Sırrı Levend)

“Türk edebiyatının ölümsüz kalemlerinden biri olan, kendini tanımaya vakit ayıramayan kuşakların unutmaya başladığı Ahmet Rasim, en kuvvetli anlamıyla büyük bir artist, büyük bir yazardı… Ahmet Rasim’in yazılarında özellikle İstanbul ; sokakları, evleri, anıt ve genel kurumları, meyhane ve batakhaneleri, mesire yerleri, vapurları ve kayıkları, bir kelimede toplarsak görüntü ve insanları ile sesli ve renkli bir film halinde akmaktadır. Balıkçılar, tulumbacılar, serseriler, kumarbazlar, devrin tanınmış simaları, sanatkarları, mahalle aralarında yükselen kadın ve çoluk çocuk sesleri, yangınlarda, gece baskınlarında, meyhane kavgalarında yükselen karışık, anonim sesler, tabaka tabaka, sınıf sınıf, yaş yaş bütün bir İstanbu, Ahmet Rasim’in yazılarıhnda en öz dilleri, şiveleri, argolarıyla konuşulur. Ahmet Rasim’in eserlerini sıkarsak: İstanbul’un kokusu, esansı damlar.” (Yusuf Ziya Ortaç)

“Bir yazarı anlamanın en kolay ve en faydalı tarzı, eserlerinden birini alarak okumaktır. Bu, onun hakkında söylenen ve yazılan umumi sözleri dinlemek ve okumaktan daha iyidir. Edebiyat eser demektir. Doğrudan doğruya eserle temasın yerini hiçbir şey tutamaz. Bu suretle geniş bilgi edinemezsiniz ama, adeta kısa bir müddet için olsun yazarla karşılaşmış gibi olursunuz… Daima baş vurmaktan hoşlandığım bu usule uyarak, Ahmet Rasim’in elimin altında bulunan Eşkal-i Zaman adlı Tasvir-i Efkar gazetesinde çıkmış fıkralarından mürekkep kitabını okuyorum. Birinci parça o sıralarda değiştirilmiş olan atlı tramvaylardan bahsediyor. Ahmet Rasim, eserlerinin çoğunda aktüel hadiselerden, insanlardan ve eşyalardan bahseder. O, tam bir gazetecidir.” (Prof. Mehmet Kaplan)

“Bir gün büyükbabam anlatmıştı: İkisinin de sınıf arkadaşı olan İkdam’ın patronu Ahmet Cevdet Bey, Ahmet Rasim’e gazetesinde fıkra yazması için teklif yapmış. Üstad’ın kabul etmesi üzerine iş telif ücretini konuşmaya gelince, Ahmet Rasim Usta:

- Uzun yazarsam yarım altın isterim demiş. Kısa yazarsam bir altından aşağı olmaz.

Az ve öz yazmanın telif ücretine yansımış bu nefis değerlendirmesi de unutulacak gibi değildir…”  (Haldun Taner)

BAŞLICA ESERLERİ:

ANI-GEZİ: Gecelerim (1894, 1898, 1899, yeni bas. haz. Sabri Koz, 1987), Matbuat Hatıralarından: Muharrir, Şair, Edip (1924’te Zaman’da tefrika, yeni bas. haz. Kazım Yetiş 1980), Gülüp Ağladıklarım (1926, yeni bas. haz. Ahmet Sevinç 1978), Falaka (1927’de Akşam’da tefrika, yeni bas. haz. Satı Erişen. Gecelerim ile birlikte,1954), Romanya Mektupları (1916 yeni bas. haz. Rıdvan Yakın 1988), Fuhş-i Atik (1958).

FIKRA-MAKALE-SOHBET:  Külliyat-ı Say ü Tahrir: Makalat ve Musahabat (1907), Şehir Mektupları (4 cilt, 1910-11 yeni bas. haz. Ahmet Kabaklı, 1971, Nuri Akbayar), Ciddi ü Mizah (1918), Eşkal-i Zaman (1918, yeni bas. haz. Orhan Şaik Gökyay, 1969), Gülüp Ağladıklarım (1926, haz. Ahmet Sevinç, 1978), Muharrir Bu Ya (1926,  yeni bas. haz. Hikmet Dizdaroğlu 1969), Ramazan Sohbetleri (Sadeleştiren Muzaffer Gökman, 1967), Makâlât ve Musahâbât (1907).

HİKÂYE: Numune-i Hayal (1894), Belki Ben Aldanıyorum (1909), İki Güzel Günahkâr (1922), İki Günahsız Sevda (1923).

ROMAN: İlk Sevgi (1890), Bir Sefilenin Evrak-ı Metrûkesi (1891), Güzel Eleni (1891, 1989, 1900, 1922), Meşak-ı Hayat (Servet-i Fünûn’da tefrika 1891, 1900), Endişe-i Hayat (Servet-i Fünun’da tefrika 1891, 1898, 1900),  Leyal-i Iztırab (Servet-i Fünûn’da tefrika 1891, 1901, haz. Zeki Çakılalan, 2004),  Meyl-i Dil (1891), Afife (1892), Mektep Arkadaşım (1894,1899), Tecrübesiz Aşk (1894), Biçare Genç (1894), Asker Oğlu (1897, yay. haz. Erol Ülgen), Nâkâm (Malut gazetesi eki olarak 1897), Ülfet  (1889, Hamamcı Ülfet adıyla 1922, 1958), Ömr-i Ebedî (4 cilt, 1897-1900).

MEKTUP: Kitâbe-i Gam (3 cilt, 1897-99).

İNCELEME: İlk Büyük Muharrirlerden Şinasi (1927).

TARİH: Resimli ve Haritalı Osmanlı Tarihi (4 cilt, 1910-12, haz. Hakkı Dursun Yıldız, 1969), Tarih ve Muharrir (1910), İki Hatırat, Üç Şahsiyet (1916, haz. İbrahim Olgun1976), İstibdattan Hakimiyet-i Milliyeye 1-2 (1924, 1. cildi Osmanlı İmparatorluğunun Reform Çabaları İçinde Batış Evreleri adıyla sadeleştiren H. V. Velidedeoğlu), Menakıb-ı İslam 1-2 (1910).

DİĞER: Seçmeler (1968), Anılar ve Söyleşiler  (yay. haz. Nuri Erten 1983).

KAYNAKÇA: Agâh Sırrı Levend / Ahmet Rasim (1965), Hikmet Dizdaroğlu / Ahmet Rasim (1965), Hikmet Altınkaynak / Nükte ve Fıkralarıyla Ahmet Rasim (1984), Şerif Aktaş / Ahmet Rasim (1983), Şerif Aktaş / TDV İslâm Ansiklopedisi (c. 2, 1988), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Mehmet Nuri Yardım / Edebiyatımızın Güleryüzü (2002), Yusuf Yıldırım / Ahmet Rasim ve Şehir – İstanbul Mektupları (2005), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) – Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013). 

FUHUŞ-İ ATİK

Acaba benim hissettiğim kıskançlık mıydı? Belki de!... Yahut değildi!... Bununla birlikte diğer taraftan avunuyordum da! Amerika tiyatrosundaki küçük Amelya, Avrupa tiyatrosundaki Peruz hanımlarla yardakçılarından Eranik, benzeri isimlerdeki şantözler, aktrisler (!), yeni yeni şarkı söyleme istidadı gösteren Eleni ve emsali ile göz, kaş işaretleri, el mendil parolaları sayesinde alınma, benimseme tarzındaki ilk duygulanmalara yine uğruyordum.

Görüyordum, anlıyordum ki bunları yüzlerce kimse seviyordu. Localar, ön sandalyalar, hususi yan koltuklarda oturanlar bu âşıklar zümresini teşkil ediyordu. Piyesler birer bahane, bu kadınlar ayrı ayrı birer gaye hükmünde bulunuyordu.

Bu seyir yerlerinde açılan birinci perdeler çoğunluk soğuk, pandomima usulünde bir komediden veya o zamanın en meşhur komiklerinden olan Paskal Andon, Corci, Tiran rolünde ustalığı etrafı tutmuş Todori gibi Rum şivesiyle bozuk Türkçe konuşan tuhafların oynayıp adına tuluat denildiği halde ne olduğu belirsiz, hattâ Ortaoyununun sahneye çıkarılmış kaba bir taslağından ibaret saçma sapan söz döküntüleriydi. Fakat her nedense yine bize hoş gelirdi.

Bu perdeyi takip eden Kanto faslı uzunca bir aradan sonra başlardı. Bu fasılda üçüncü, ikinci derecede bulunan şantözler birer ikişer kanto söylerler. Bir iki el şakırtısı miktarında takdir ve alkış alarak çekilirlerdi.

         Bunların ardından, halk el şakırtılarına, bir çeşit usul üzerine ayak patırtılarına önem verirler, bir çıngırak ortalığı sessizliğe davet eder, tiyatronun devşirme orkestrası âhenge koyulur, o zamanın en meşhur kemanisi Toni kıvırcık, koyu kumral saçları yahut klarnetçi Salih Efendi ak saçları, kalın camlı gözlüğü ile başa geçerek ya Peruz'un veyahut Küçük Amelya'nın gelişini müjdelerdi.

Bu piyasada iki Amelya vardı. Birine Büyük Amelya derlerdi ki uzun boylu, duru beyaz, balık etinde, sesi gür, yalnız biraz durgun tavırlı idi. O zamanın deyişince geçkindi. Çoğunluk sahneye çıkmazdı. Çocukluğumda yanan “Kuşlu” tiyatrosunda bir kaç defa görmüştüm.

Küçük Amelya, tatarımsı simasıyla beraber fıkırdaklığından, gençliğinden dolayı fevkalade beğeniliyordu. Sesi falso, dili Rum çetrefili idi.

O zamanlarda da kısa fistanlar moda idi. İsterse uzaktan olsun bir kadın baldırını görmek göz için bir başarı sayılırdı!... Şimdiki bolluk nerede?

Hele sokakta, en âdi fahişelerin bulunduğu Kömürcü Sokağı çıplaklarından başkasında bile böyle bir aşağı taraf açıklığı görülemezdi. Fakat Küçük Amelya sahnede görünüp de senelerden beri düzelmek bilmeyen dili, kekremsi sesi ile, güfteye uygun gemici miçosu kılık kıyafeti ile;

Haydi tayfalar

Gemi yalpalar

İçelim şarap

Olalım harap

“Lâriç çum terelelli hahhahây” diye sarhoş taklidi yıkılmalarla okudu mu büyük bir “fori” kopardı.

“Fori” alabildiğine el çırpmak, alabildiğine tepinmekti. Fesini çıkaran, baston, şemsiye vuran, şapkasını sahneye atan, ıslık çalan...

- Biz!... Biz!...

Nidalarıyla mendil, peşkir sallayan, iskemle üzerine fırlayarak horoz gibi çırpınıp öten, hattâ kişneyen, anıran, şahadet parmağını ağzına takıp haralop yapan yüzlerce kişinin bu türlü istek hücumu bende de bir eğilim ve yakınlık uyandırmaktan geri kalmazdı.

“Avrupa” tiyatrosunda da aynı hal görülüyordu. Peruz'un kaşı, gözü, ağzı, burnu, tavrı, hali, göz süzüşü, nağmeleri, davudi sesi daha gönül aldatıcı daha cazip, daha tatlı gelirdi. Meselâ boynunda mısır buğdaycı sepeti, elinde tas ile çıkarak:

Mısırımı kavururken

Dumanını savururken

diye başlar da,

Usta yapar, çırak satar

Satamazsa dayak atar

kuyruğu ile bitirdi mi idi localardan, sandalyelerden çiçekler, buketler, fiyonklu mektuplar atılır, şangırtı, höngürtü, patırtıdan bina yıkılacak sanılırdı.

Peruz daha işveli, daha şiveli, daha marifetli, daha şehvetli, daha munis görünüyordu. Onun için tiyatronun sahneye yakın yerleri dopdolu bulunurdu. Tersane topçu neferlerinden, sıkma potur üstüne kukuletalı sako giymiş natırlardan, tellâklardan, hafiyelerden, mavnacı, salapuryacılardan tutun da kalem mümeyyizlerine, on dört on beş yaşlarındaki çocuklara varıncaya kadar bütün herkes buralarda yerini alırdı.

Arada sırada rekabet hissi sahneye işporta artığı limon, portakal kabuğu, çiğ yumurta, muşmula attırır, rakipler arasında tokattan, sopa, usturpadan başlayan çekişme ustura, bıçak, demir çekme, bazen de tabanca atmakla son bulurdu.

O zaman Peruz için derlerdi ki:

- Çok kimsenin katili olmuş, çok gencin canını yakmış bir kahpedir!... 

AHMET RASİM

Omuzlarına nisbetle biraz iri, dağınık kır saçlı bir baş. Dolgun, kırmızı bir yüz. Üst kapakların altına doğru kayıp baygınlaşmış elâ gözler, tasallûptan yer yer kan oturmuş bir burun ve üstünde siyah kordonlu kelebek bir gözlük. Kelebek sözünü yalnız şekil için söylemiyorum... Bu gözlük gerçekten bir kelebek telâşile ve hemen havalanacakmış gibi titrerdi. Ahmet Râsim, zaman zaman bunların üstünden bakarken, Eşkâl-i Zaman'ın sahibi olurdu.

Bu bakışlar zekâ güneşini bir pertavsız toplayış ile bebeklerinde biriktirir, ışıktan oklar yapardı. Üst dudağını örten bıyıklar nikotinle kozmatikli idi. Yumuşak tombul ellerinde cigara yakarken hafif bir titreme sezilirdi.

İspirto ile pürüzlenmiş, azıcık kısık, kalın bir ses, ortadan kısa bir boy. İşte Ahmet Râsim'in sözden çerçevesi..

Onu ilk defa, Kadıköy'ünde Şifa'daki evinde görmüştüm. Bahçeye sürgüsüz, mandalsız, kilitsiz bir kapıdan giriliyordu.

Ot bürümüş, bakımsız bir bahçenin sonunda hasır döşeli bir odada oturuyordu. Hem yalnız da değil. Meşhur bektaşî şeyhi Cemali Baba ile birlikte.

Biz, onları yere kurulmuş bir hamur sofrası başında bulmuştuk. Vakit daha ikindi olmamış, ama onlar demlenmeye başlamışlardı. İkisinin de entarileri arkalarında, ikisinin de kolları sıvalı idi. Gelenler arasında bir yabancıyı görünce, bektaşi aldırmadı ama, üstâdın gülümseyen gözlerinde bir sitem şimşeğinin yanıp söndüğünü sezer gibi oldum. Bereket yadırgaması çok sürmedi. Yer minderlerine çöktük. Sofranın etrafındaki halka genişledi. Konsolun alt gözünden kadehler çıktı. Koca hasır daha beriye çekildi. Cemali Baba, cana yakın bir sesle:

Tekke-i aşk içre rıza postunu

Sermesem bir türlü sersem bir türlü;

Talip olanlara gönül dostunu

Vermesem bir türlü versem bir türlü.

Nefesine başladı. Sonra bu şiirini Abdullah Cevdet'in İctihad'ında da görmüştüm.

Yatsıya doğru ayrıldık. Fakat bu İlk görüşmemizin arkası gelmedi. Yaşayışımızın yolları başka başka yerlerden geçiyordu. Uzun seneler bir daha karşılaşmadık. Ama, her gün bir gazetede onu buluyor, okuyordum.

Yeni Gün kapanınca o da bir kenara çekildi. Sessiz bir gururu, bükülmez bir vekarı vardı. Cebinde kağıt tomarlar ile matbaaları dolaşmaz, muharrirliği, işportacılığın çok üstünde tutardı. Aylarca yoksulluğuna şerefli bir büyüklük vererek yaşadı.

Nihayet Hakkı Tarık onu aramış bulmuş ve Vakit'e getirmişti.

Benim Ahmet Râsim'le yakından tanışmam asıl ondan sonra başlar. Yıllarca karşı karşıya çalıştık. Üstâd matbaada yazmazdı.

Sabah, yaz-kış, gün doğmadan kalkar, mangala cezvesini sürer, allı yeşilli köpükleri seyrede ede kahvesini kabartırken mevzularını seçip işlerdi.

Bir hiç'in baştan başa bir hep olması için, Ahmet Râsim'in sanat menşurundan süzülmesi yeterdi. Başkalarının görmeden geçtikleri şeylerden o bir eleğimsağmanın bol rengini, bir avizenin zengin ışığını fışkırtırdı.

İstanbul'u, onun kadar iyi bilen, onun gibi anlayan, onun kadar sezen hiçbir kalem yoktur. Üstâd, bir yerden, bir semtten bahse başladı mı, o semt, hususî havası, çeşnisi, rengi, kokusu hulâsa bütün varlığı ile yazıya sinerdi.

İstanbul'u sabah, öğle, ikindi, akşam, gece yarısı simalar ile onun gibi kimse tanımazdı. Zamanın sular, topraklar, damlar, sokaklar, çehreler üstündeki perde perde değişişini yalnız o görmüş, o yakalamış ve cümlelere yalnız o dökebilmiştir.

Ressamlarımız arasında bile rahmetli Ali Rıza'dan başka böyle keskin bir görüşe ereni ben tanımıyorum. Kitabe-i Gam'ında o kadar içli bir şair olan Ahmet Râsim, Eşkâl-i Zaman'ı nasıl yazdı? Hamama Ülfet, Fuhş-u Atik, Fuhş-u Cedid'de o keskin realizmi, o amansız teşrih neşterini nasıl kullandı?

Şaşılacak nokta, onun şahsındaki bu oynak ve akıcı varlıktır. Bir hüviyetten ötekine, hem duruluktan hiçbir şey kaybetmeden geçiyor.

Ne de çok şey bilirdi. Hafızası, şuur projektörleri ile donanmış güzel istifti bir bilgi ambarı idi. Hiç'i hep yapışındaki kuvvet, işte bu harç zenginliğinden doğuyordu. Hangi şeye sarıldıysa mutlaka koparmıştır.

Üç ciltlik Osmanlı Tarihi, tarihlerin en güzellerindendir. Kuvvetli riyaziyesi vardı. Mantığındaki ölçülü kaplayışı belki biraz da bu bilgisine borçludur.

Söze, onun maddesi ile başlamıştım. Size yarım sahifede et ve kemik Ahmet Râsim'i, birkaç yaprakta da muharrir Ahmet Râsim'i tanıtmıya çalıştım. Fakat bunların ikisinden de büyük bir adam daha var. Bu insan Ahmet Râsim'dir.

Türkiye'de kaleminden başka, hiçbir kuvvete dayanmadan yaşamış ondan başka adam gösterilemez. Ama bu hükmü zaman içinde mukayese ve muhakeme etmelisiniz. Çünkü artık bizde de fikir pazarları kurulmuş, mânâ alışverişi başlamıştır.

Hayır, ölçü kullanırken Ahmet Râsim'in yaşadığı çağı gözden uzak tutmayınız. Sansörü, sarayı, hafiyeleri, zihinlere oturtulan zindan, sürgün korkuluklarını düşününüz.

Bu büyük şahsiyet, işte bütün bu kötü şartlar ve kanlı zorbalıklar içinde elli yıl yazdı. Hem sürçmeden, küçülmeden, satılmadan, şerefine en küçük bir leke sürdürmeden yazdı.

Kalenderliği zerafet haline koymuştu. Canayakın ve tatlı bir babayâniliği vardı. Duygulu zihin antenlerle, güzellik diyarında yeni bir fetih yaptı mı, fesini arkaya yıkar, gözlük camları çakıntılar içinde kalır ve şarkı bestelerdi. Bu şarkı, biraz da kazandığı manevî zaferin marşına benzer. Gençliğinde musikiye merak sardırmış, meşhur Zekâi Dede'nin huzurundan feyz almıştı.

Zaman zaman gönlünün şenlik gecelerini andıran ufuklarından bir kıvılcım kopararak şarkı, nağme olur ve ruhları titretirdî.

Son yıllarında büyük bir lügate başlamıştı. Bana yazdığı bir mektupta "Nay kelimesine gelmek üzereyim. Bana bu sazın perdelerini, akordlarına göre aldıkları isimleri ve buutlarını mufassalca yaz" dediğine bakılırsa, N harfine kadar gelmişmiş. Eski elifbede ise n'nin yeri malûm.

İlmî araştırmalarındaki titizliğini bildiğim için, bu eserin basılmamasına acıyorum. Bizde ilk monografi örneğini de Şinâsi'siyle o vermişti.

Doğrusunu isterseniz benim bildiğim Ahmet Râsim, bir hamlede aşılamıyan bir denizdir. Ne kadar güzel yazılırsa yazılsın, onu böyle bir makale sedefine sığdırmak kabil olmaz.

Yazar: Hakkı Süha Gezgin

AHMED RÂSİM’İN İKİNCİ ÖLÜMÜ

Ahmed Râsim, bizde, Ahmed Midhad kolundan gelen, hakikî Avrupa kültür an’anesine yabancı, kendi iptidâî tekâmülünün kanunlarına sadık kalmış, alaturka ve yerli Türk neşrinin sayılı üstadlarından biriydi.

Bu nesir, içinde fikre ait cevherlerin kıtlığı pahasına, anlaşılmış kolaylığını cazib sadelik kıymeti gibi halka süren bir nevi gazetecilik edebiyatı çerçevesi dışında bir iddia sahibi olmadıkça itibara lâyıktır.

Ahmed Râsim’in de, her şöhret sahibi gibi, iki hayatı vardı. Şansına ait olanı iade etmeğe muktedir değiliz. Fakat eserlerine ait olan hayat -ki sosyal Ahmed Râsim onun içindedir- sona ererse, Şehir Mektupları müellifinin bu ikinci ölümünden biz mes’ul oluruz.

Böyle bir tehlike var mı? Evet. Ahmed Râsim’in hepsi Arap harfleriyle yazılı kitaplarından hiç biri satılmıyor ve okunmuyor. Yeni harflere çevrilmiş kitapları da yoktur.

Dün bir arkadaşımız, içinde hakikatin payı eksik olmayan bir lâtife ile:

— Bugünkü halk Ahmed Râsim’i şarkılarıyle tanıyor! dedi.

Ahmed Râsim’in en güzel nesir parçalarını toplayan bir antoloji olsun vucuda getirilmezse, felâketinin yıldönümü merasimini yaptığımız adamın ikinci ölümüne şahid olacağız: Şahsından sonra eserinin ölümü.

Onu bu felâketten kurtaracak bir kitapçı yok mu?                                                                                                                                                     Peyami Safa

                                                                         (Objektif: 6-Yazarlar Sanatçılar Meşhurları, 1976)

Yazar: Peyami Safa
FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör