Öykü yazarı (D. 1945 [nüfusta 1947], Tepebaşı / Elbistan /
Kahramanmaraş - Ö. 26 Haziran 1993, Ankara). İlk ve ortaokulu Elbistan’da
bitirdi. Erzincan Lisesi, Ankara Üniversitesi DTCF Türk Dili ve Edebiyatı
Bölümü (1967) mezunu. 1967’de Elbistan Mükrimin Halil Lisesinde (1967-75)
başlayarak, Ankara’daki çeşitli orta dereceli okullarda edebiyat öğretmeni ve
Gazi Üniversitesi Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümünde öğretim görevlisi olarak
çalıştı. Ankara’da çıkan Türkiye Yazıları (1977-83) dergisinin yazı
kurulunda görev aldı.1985 yılında resmi görevinden ayrılarak öğretmenlik
mesleğini özel bir dershanede sürdürdü. Uzun süren kanser hastalığından
kurtulamayarak genç yaşta yaşamını yitirdi.
Öykü ve denemeleri 1975’ten itibaren Yansıma, Demokratik
Eğitim, Türkiye Yazıları, Demokrat vd. gazete ve dergilerde yayımladı.
Öykülerinde halk anlatılarından esinlendi ve kimi öykülerinde mizahi dili bir
altörge olarak kullandı. İnsan Kısım Kısım Yer Damar Damar (1982) adlı
öykü kitabıyla başarı kazanan Mıhçı; araştırma, inceleme, fıkra ve öykü
dallarında yüzlerce yazı yazdı. Bin Bir Resul Gelmedi adlı öyküsüyle
1978 Yapıt dergisi Öykü Birincilik Ödülünü, Ünlemdeki adlı
öyküsüyle 1978 Yarımca Kültür ve Sanat Şenliği Öykü Ödülü Üçüncülüğünü, Düdük
Davası adlı öyküsüyle 1980 Hacıbektaş Şenliği Mizah Öyküsü Birincilik
Ödülünü aldı. Yayımlanan öykü kitabından başka yardımcı ders kitapları vardır.
Edebiyat Derneği üyesi idi.
“Yazar dostları da Mıhçı’yı hep sevgiyle anacaklardır. Yaşamı
boyunca kimseyi kırmayan, ama esprileri ile herkesin gönlünü kazanan bu
değerli öykücü arkadaşımız, kendine özgü mimikleriyle gözümüzde hep
canlanacaktır. (…)
“1980 yılının sonlarında (12 Eylül’den söz açacağımı sanmayın),
bir gülmece öyküsü yarışmasında seçiciler kurulu üyesiydim. Finale kalan 12
öykü sırasıyla yüksek sesle okundu. Derken gündeme öyle bir öykü geldi ki, kötü
okunsa bile, hepimizi gülmekten yere yatırıyordu. İkinci olan öykü sözgelişi 47
puan topladıysa, bu öykü 97 puanla birinci geldi. Yazarın adını ve kısa özgeçmişini
açıklayan zarfı açıp baktık ki, Ali İhsan Mıhçı!” (Ahmet Say)
KAYNAK: Ahmet Say / Mıhçı (Hürriyet
Ankara, 1.7.1993), Ali İhsan Mıhçı’yı Yitirdik (Ankara Sanat Rehberi, Temmuz
1993), Cemil Çiftçi / Maraşlı Şairler Yazarlar Alimler (2000), Ahmet Özer / Bir
Uzun Ölüm (2002), TBE Ansiklopedisi (2. bas. c. 2, 2003), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2. bas., 2009).
Ortaokul birinci sınıftan Bin Bir Resul sıranın dar
aralığında doğruldu. Parmağı Türkçe ders kitabındaki şiirin ilk dizesinde
titreyip duruyordu. Sınıf suspustu. Ikınıyordu Resul.
"Kok-ma!..." deyi gürledi öğretmen. Tombul
yanakları kılcal damarlarla kaplıydı. Kır saçlarını arkaya doğru bastıra
bastıra taramıştı. Soğuk bir görünümü vardı. Korktu Resul. Dili iyice dolaştı,
öğürür gibi sesler çıkardı. Sonra sustu. Suçluca büküldü. Sıraya dayandı,
bekledi.
"Şa-fak!" dedi öğretmen. Resul bildi.
Söğütlü kıyılarında şafak dağları zorlar gelir. Sanki dağlar doğurur şafağı.
Gök yarılır dağların üzerinde, şafak patlar. Gelip Tepebaşı'nın toprağına
düşer, sulara düşer, horoz seslerinin, eşek anırtılarının, böğürtülerin, bağırtıların
üzerine düşer, ısıtır. Ama bir horoz ötümü vaktinde şafak bir başkaydı. Şafağın
ilk ışıkları, bir kısım köylünün bağrında hançerlenmişti.
Sıra aralığında öylece bükülü duruyordu Resul.
Şafakla annaç annaca... Tepebaşı ile Akviran arasında uzanan bir bölük toprağı
sahiplenen köylüler, sevinci sinsi korkulara kararak tan yerine bakıyorlardı.
Tedirgindiler. Gülüyorlardı. Gözleri yoldaydı. Uzaktan uzağa Şar Dağı'nın iri
gövdesi belirirken, toprak renkli adamlar basıp gelmişlerdi. Bir tüfek
patlamıştı. Köylüler, mezarlarından doğrulan ölüler gibi suskun toplanıp
dinele kalmışlardı. Ayak uçlarında yatan bir ölüye bakıyorlardı. Tüfeğin
gümbürtüsü başına vurmuştu Resul'ün. Yüreği uzun bir çığlıkla yırtılmıştı. Ve
şafak parçalanıp dağılmış, her şey bir anda olup bitmişti.
"Demek Tepebaşı'ndan... Neresi oluyor bu
Tepebaşı?"
Resul, pencereye uzattı parmağını. Karşılarda Şar
Dağı'nı görmeye çalışır gibi kısık kısık baktı.
"Tee orada..."
"Ailenle mi geldin?"
"Yok..."
"Bir başına mı?"
"Hee..."
Öğretmen yürüdü gitti önlere doğru.
"Tepebaşı diye bir yeri ansiklopedide bulumadım
öğretmenim."
Ön sıralardan bir çocuktu konuşan. Elindeki kalın,
ciltli ansiklopediyi öğretmene uzatmıştı.
"Nereye bağlı?" diye bu kez Resul'e döndü.
Anlamadı Resul. Çocuk, gülümseyerek açıkladı. "Yani hangi ile, hangi
ilçeye bağlı bir yer?"
Öğretmen, bugünkü dersi zamanından önce tamamlamış
olmanın sıkıntısıyla geziniyor, zilin çalmasını bekliyordu. Çocuğun bu ilgisi
hoşuna gitti. Resul'e baktı.
"Mezarlığın ordan ilçeye yol gider." dedi.
"Elbistan derler. Bir de Söğütlü akar. Şar Dağı da vardır. Uzakta."
Çocuk hemen sayfaları karıştırmaya başladı. Bir
sayfada durdu, parmağını bir arabaşlıkta tuttu. Dudakları pıtır pıtırdı.
Kendini kanıtlamak ister gibi, ansiklopediyi katlayıp kalktı, gözlerini tavana
dikerek okuduklarını aktarmaya durdu.
"Emm... Tepebaşı'nın bağlı olduğu ilçe
öğretmenim... Emm... Yüzölçümü öğretmenim.. Emm... Nüfusu öğretmenim...
Emm..."
"Güzel!" dedi öğretmen.
Resul'ün göğsü kalkıp indi. Çocuğun anlattıklarını
bilmiyordu. Ama Tepebaşı değildi bu, Tepebaşı ise hani anası? Hani babası?
Öğretmen, Resul'ün tepesinde durmuştu. Uzun uzun
baktı ona. Acıdı, kızdı, yine acıdı, yine kızdı.
"İlkokulu bitirenin okuma yazması olur be
oğlum." dedi. "Ne deyim... Sana diploma veren öğretmenin elleri
kırılsın e mi?"
Resul'ün yüreğinde teller gerildi, koptu. Şimdi
nerede olduğunu bile bilmediği Galip öğretmeni anımsadı. Galip öğretmen, sessiz
bir rüzgar gibi sınıfa girmişti sanki. Sıranın üzerinde sevecen bakışları...
Biraz öfkeli, biraz hüzünlü.. Üzülme Resul! Herkes Resul'ü tanıyamaz ki!..
Anlayamaz ki!.. Ağlama Resul! Olmuyor, için için kanıyor. Gözleri bulgur
bulgur, öğretmene göstermiyor gözlerini.
"Yarınki dersimiz onuncu sayfa çocuklar,
anlaşıldı mı?"
Anlaşıldı. Hazırlık çalışmaları. Kazıntısız,
silintisiz. Düzenli. Resul bile anlar gibi olmuştu. Oysa başka yerlerdeydi
şimdi. Aklı Galip öğretmenin ardına takılmıştı. Doru bir atın nallarından
püsküren ince toz bulutu karılıp dağılıyor. Doru at tırıs gidiyor. Doru atın
sırtında bir kadın sarsılıyor. Uğurlar ola Raziye kadın! Anam! Anam! Anam!..
Raziye, sese kulak verirse gidemeyeceğini biliyor. Gitmesi gerek. Başını
çevirmiyor. İki karılı bir adama üçüncü karısını götürüyor doru at. Akviran
yolunda toz bulutu uzuyor, inceliyor.
Parmaklarını yanağına verdi Resul. Çarçabuk
dokundurulmuş ana dudakları... Anasının dudaklarını eller gibi... Galip
öğretmen, yanı başında dineliyor. Hep uzaklara bakıyor. Babasının vurulduğu
günkü adam değil bu. Avurtları çökük. Dokunsalar ağlayacak. Resul'ün başını
alıp göğsüne bastırıyor.
"Resmini aklıma çizmişim." diyor Resul.
Galip öğretmen, doru atın ardınca uzayan toz
bulutundan ayıramıyor gözlerini. Tepebaşılılar susuyorlar, hiç konuşmuyorlar,
ince bir ağıdı büyütür gibi sessiz, ölgün dolaşıyorlar. Duvar diplerine çöküp
pinekliyorlar. Sefer Dayı, Söğütlü'nün sesini dinliyor. Şar Dağı'nın uğultusuna
karışan suların sesini... Bir eli sakalında, bir eli koynunda öyle susuyor.
Gözleri buğulu, öyle...
"Kimin?" diyor Galip öğretmen.
"Babamı vuranın..." "Babanı..." "Resmi
aklımdadır." "Onun ne suçu var ki?"
Şaşıyor Resul. Önce bön bön, sonra öfkeyle bakıyor
Galip Öğretmene.
"Vurmuştur ya!"
"Hey oğul, nasıl anlatmalı sana?"
"Anlat." diyor Resul. "Ne varsa anlat
haydi."
"Daha anlayamazsın. Gün gelecek, her şeyi
öğreneceksin elbet. Şimdi yürü bakalım, bize gidiyoruz." (…)
(Ankara / 1976)
(Ankara Sanat Rehberi, Temmuz 1993)
Geçen Cumartesi günü Ankara önemli bir
aydınını, bir yazarını yitirdi. Medyanın hiç umursamadığı ve hiçbir zaman da
umursamayacağı bir eğitimci ve yazarı...
Şöyle de düşünebiliriz:
Medya kimi umursuyorsa, o kişide değer
var demektir.
Rahmetli Adnan Menderes'in "Ben
odunu aday göstersem milletvekili seçilir" biçimindeki ünlü sözünü
geliştiren medya, bir kıymıktan yaptığı kaldıraçla dünyayı yerinden oynatmaya
soyunabilmektedir.
Soyunsun bakalım! Biz de canavarlığın
çıplak yüzünü görerek daha çabuk irkilir ve tiksiniriz...
Önce öğrencilerin duymasını, bilmesini
istiyorum: Gazi Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümü'nden yetişen binlerce
öğrencisinin: Sevgili öğretmeniniz, derslerine daima renk katmasını bilen,
yeri gelince sınıfı gülmekten kırıp geçiren, o hoşgörülü öğretmeniniz Ali İhsan
Mıhçı, kansere yenildi! Evet, inanılmaz bir biçimde, kırk sekiz yaşında
aramızdan sessizce ayrılıp gitti...
Yazar dostları da Mıhçı'yı hep sevgiyle
anacaklardır. Yaşamı boyunca kimseyi kırmayan, ama esprileri ile herkesin
gönlünü kazanan bu değerli öykücü arkadaşımız, kendine özgü mimikleriyle
gözümüzde hep canlanacaktır.
"Mimik" denince, en anlamlı ve
kesin ifade taşıyanını Mıhçı'da görmüşümdür: Kaşlarını çatıp, ama bir kaşını
daha da yukarı kaldırıp dudaklarını büzünce, düzden söylediği sözün aslında
ters anlaşılması gerektiğini hemen sezinlerdik ve gülmekten kendimizi
alamazdık.
Şöyle bir eleştiri yöntemi vardı:
Başkasının yanlış düşüncesi ile yaptığı mimik arasındaki çelişki, çürütmek
istediği görüşü gülünce dönüştürürdü. Böylece incelikli bir biçimde, yanlış
olanı saldırıyla değil, gülünç tarafıyla öne çıkarırdı. Herkes de buna gülünce,
yanlış görüşün işi biterdi.
Ne insanlar gelip geçiriyor şu dünyadan!
Kimisi hapur hupur yiyici, kimisi köşe dönücü, kimisi kral, imparator, kontes
eskisi! Kimisi de medyanın iyi ki tenezzül etmediği gülmece süvarisi!
1980 yılının sonlarında (12 Eylül'den
söz açacağımı sanmayın), bir gülmece öyküsü yarışmasında seçiciler kurulu
üyesiydim. Finale kalan 12 öykü sırasıyla yüksek sesle okundu. Derken gündeme
öyle bir öykü geldi ki, kötü okunsa bile, hepimizi gülmekten yere yatırıyordu.
İkinci olan öykü sözgelişi 47 puan topladıysa, bu öykü 97 puanla birinci geldi.
Yazarın adını ve kısa özgeçmişini açıklayan zarfı açıp baktık ki, Ali İhsan
Mıhçı!
1978 yılında da Yarımca Kültür ve Sanat
Festivali'nde bir öyküsü ödül almıştı.
Sonra 1982'de öykü kitabı yayımlandı:
"İnsan Kısım Kısım, Yer Damar Damar".
Gerçekten de öyle: Kimisi yiyici, kimisi
köşe dönücü, kimisi kral ve imparator, kimisi de kontes eskisi!
Yazarların yeri ise damar damar!
Mimiklerini de çok severdim ya, en çok
soyadını severdim onun:
Konuşurken de, yazarken de mıhlardı!
Hoşçakal sevgili yazar kardeşim, Sevgili
Mıhçı!
Seni unutmayacağız!
Kaynak:
Hürriyet Ankara, 1 Temmuz 1993