Ali Haydar Haksal

Yazar

Doğum
16 Mayıs, 1951
Eğitim
Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Yasir Vurgun, Mahmut Mustafaoğlu

Yazar. 16 Mayıs 1951, Hasköy / Kiğı / Bingöl doğumlu. Yazılarının bir bölümünde Yasir Vurgun, Mahmut Mustafaoğlu imzalarını kullandı. Müderris İsmail Hakkı Efendi’nin torunudur. İlkokulu, üçüncü sınıf dahil babasının yanında okudu. 1960 yılında babasını kaybetti. Hasköy İlkokulu (Kiğı), beş yıl ara verdikten sonra Elazığ İmam Hatip Okulu (1975) ve Erzurum Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü (1979) bitirdi. Marmara Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi İslâm Düşüncesi Anabilim dalında yüksek lisans yaptı. “Kur’an-ı Kerim’de Güzel Kavramı” üzerine tez hazırladı.

Bir süre tarımla uğraştı, İstanbul’da serbest ticaretle meşgul oldu. Fazilet Partisi İlçe başkanlığı, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkan danışmanlığı görevlerinde bulundu. Kardeşiyle birlikte kurduğu aile şirketinde çalıştı. MÜSİAD üyesidir.

Ali Haydar Haksal, öykü çalışmalarına lise yıllarında başladı. İlk öyküsü “Tıkırtı” 1975 yılında Millî Gazete’de yer almıştı. Sonraki yıllarda öyküleri ve diğer yazılarını Yeni Devir (1979), Millî Gazete (1980-86), Düşünce, Mavera (1980-86), Yedi İklim, Hece, Kaçak Yayın, Yönelişler gazete ve dergilerinde yayımladı. Milli Gazete’de köşe yazarlığı yaptı. Uluslararası sempozyumlara katıldı, tebliğler sundu. Ülke içinde çok sayıda konferans verdi. Kültürel ve sanatsal etkinliklere katıldı.

1987 yılında arkadaşıyla birlikte Yedi İklim dergisinin kurucuları arasında yer aldı. Yedi İklim dergisinin sahibi, yazı işleri müdürü ve genel yayın danışmanlığı yaptı. Sesim Bana Yetmiyor adlı öykü kitabı ile Türkiye Yazarlar Birliği 1987 yılı hikâye, Yitik Yaşamın Güncesi adlı romanıyla Tuzla Belediyesi Roman Yarışması’nda 2.lik, Yazarlar Birliği İstanbul şubesince Üstat Sezai Karakoç ile ilgili çalışmalarından dolayı, 2013 yılı Ömer Seyfettin Hikâye yarışmasında Güneşe Koşan Adam öykü kitabı, 2014 yılında Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi tarafından Üstad Sezai Karakoç ile ilgili çalışmalarından dolayı yılın ödüllerini aldı. Yedi İklim dergisi 1989-1992 arası yayımına ara verdi. Haksal, 1992’den itibaren yayımını sürdüren dergide yazar ve genel yayın yönetmeni olarak çalışmalarını devam ettirdi.

Öykü, eleştiri, inceleme, deneme, roman, gezi ve araştırma türlerinde çalışmaları sürüyor. Baskıya hazır öykü kitapları ve çok sayıda, deneme, eleştiri, inceleme, araştırmaları bulunmaktadır.

ESERLERİ:

Öykü:

Evdeki Yabancı (1986),

Sesim Bana Yetmiyor (1987),

Sarıldığım Soğuk Bir Ceset (1988),

Sokağın Adı Issız (1989),

Ay Işığında Vav’ın Odası (1991),

Zamanların Öyküsü (1994),

Yalnızlık Sarkacı (1996),

Kuşkonmazda Konuşan Adam (1997),

İçim Su Berraklığında (2000),

Kapıda Bir Çift Ayakkabı (2002),

Renklerin Dansı (2004),

Rüya Rüya İçinde (2011),

Ruh Denizi (2012),

Güneşe Koşan Adam (2013).

Deneme:

Gelişi Güzel (Anı-Deneme,1988),

Oruç Çağrısı (2007), Öykü Ağacı (2013). 

Roman:

Yitik Yaşamın Güncesi (2002, Tuzla Belediyesi roman yarışmasında 2. lik ödüllü),

İki Ateş Arasında Aşk (2007),

Anzelha İle İbrahim (2012),

Hüzün (2014).

Anlatı:

Sevgilinin Yol Arkadaşı Hz. Ebu Bekir (2011),

Sevgili’nin Hak Dilli Arkadaşı Hz. Ömer (2013).

Monografi:

Âkif Duruşlu Âsım (2006),

Necip Fazıl Kısakürek: Büyük Doğu Irmağı (2007),

Sezai Karakoç: Eleğimsağmalarda Gökanıtı (2007),

Rasim Özdenören: Ruh Denizinden Öyküler (2008),

Bir Medeniyet Şairi: M. Akif İnan (2015).

Araştırma-İnceleme:

Doğu Büyüsü: Ah Kudüs (2010),

Kendilik ve Edebiyat (2014),

Zarif Şair Cahit Zarifoğlu (2016).

 

KAYNAKÇA: TBE Ansiklopedisi (2001), Rasim Özdenören / “Haksal’ın Yeni Öykü Kitabı” (Yeni Şafak Gazetesi, 9 Haziran 2002), Ayşe Cevahir / Yitik Yaşam Güncesi Üzerine (Kökler, sayı: 2, 2003), İhsan Işık / TEKAA (2. bas. 2009) – Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi (2013), Âlim Kahraman / “Etkilenmek”, Zaman Gazetesi, 5 Mart 1987) - “Bir Dostun Portresi”  (Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011), Arif Ay / “Ali Haydar Haksal’ın Öyküsü: Sesimizin Yankısı” -  Mehmet Özger / “Ali Haydar Haksal Anlatılarında Bir Sanatsal Kimlik Olarak  “Ben’in Görüntüleri” - Necip Tosun / “Ali Haydar Haksal Öyküleri” - Osman Bayraktar / “Ali Haydar Haksal’ın Hikâyelerinde Temalar ve Tipler” - Osman Koca,” Öyküntüleri Bertaraf Eden Muhakki: Ali Haydar Haksal” - Rasim Özdenören / “Ali Haydar Haksal’ın Öyküsü Üzerine Genel Mülahazalar” - Yunus Emre Özsaray / Ruhun Sınırlarında Yazılan Öyküler (Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011) - Siyaset Sahnesinden Hikâyelere Yansıyanlar:  Ali Haydar Haksal’ın Bir Hikâyesi Üzerine” (Yaşayan Hikâyemiz, Ed. Necati Tonga, Kesit Yayınları, 2014, s. 143), Kendisinden alınan bilgiler (2014).

 

BAYRAM: HÜZÜN VE SEVİNÇ, MEHMET AKİF İNAN’IN ‘HİCRET’İ

BAYRAM: HÜZÜN VE SEVİNÇ, MEHMET AKİF İNAN’IN ‘HİCRET’İ 

 

ALİ HAYDAR HAKSAL

 

Bugün bayram. Oruç ayını bitirme mutluluğunun, görev bilincinin, sorumluluk duygusunun, ibadet hazzını yaşamanın bayramıdır bu. Yüreğimiz buruk. Ramazan boyunca Çeçenya’da mazlum müslümanlar katlediliyor. Yiğit adamlar şehit ve gazi oluyor.

Bu yazımızı bayrama ayıramıyoruz. Başlığa bakmayın siz. İçim kaynıyor. Ağlamamak için direniyorum. Yazımı tamamlamam gerekiyor. Sevgili ağabeyim, büyüyüğüm, şair, edebiyat bilimci, denemeci, düşünce, eylem ve gönül adamı Mehmed Akif İnan bizleri bıraktı ‘Hicret’ etti. Hayatın çilesini çekti. Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Mavera sürecinin/ doğrultusunun önemli temel taşlarından, isimlerinden oldu. Solodan koroya dönüşen bir büyük oluşumun önemli üyelerinden biriydi. Son beş aydır da doruğunu yaşadı. Onun ecrini kazandı. İmbikten geçer gibi küçük kusurlarını ayıkladı bu dünyada bıraktı, tertemiz bir biçimde Sevgili’nin yurduna gitti.

İnsanlığın onur omurgasını temsil etti. Orada durdu. Eğilip bükülmedi.

Hicret hayatının en önemli kavramıydı. Onun şiirini yazdı.

Sol’un önemli şairlerinden biri öldüğünde şöyle bir başlık atmıştı gazetenin biri: “Azalıyoruz!” Bu bir panik haliydi. Sevgili Akif İnan’ın ölümü sonrasında tam tersi durumdayız. Onlar adına seslenerek diyorum ki: “Çoğalıyoruz!” Öte’yi yaşayan ve düşünenler için hayatın yitirilmiş bir yanı yoktur. Burada da, ötede de çoğalıyoruz.

Bu dünyaya eserler bırakarak gitti. Hicret ve Tenha Sözler şiir kitaplarıyla; az, öz ve tenha sözler bıraktı. Hayatı da imbikten geçirilmiş gibiydi. Çok yazmadı, boş söylemedi.

Tebessüm eden yüzünden esmer duruş parıldadı.

Ankara’da Taceddin dergâhı ve Hacı Bayram-ı Veli’ye yakın durdu. Ankara’nın hep bu bilinen yüzüne döndü, oradan beslendi ve karşı tarafa aktardı. Sırtını manevîliğe dayadı, onun sıcaklığıyla beslendi, yaşadı, yaşattı ve yansıttı.

Şairdi Tıpkı Hacı Bayarm-ı Veli, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç gibi. Şiirin hem biçimde, hem özde gelenek çizgisini sürdürdü. Bu çağ için yazdı ve söyledi. Bir derviş gibi az söyledi, az konuştu yazılarında ve şiirlerinde. Gönül ehliydi; kimse bilmedi, çünkü ihsas ettirmedi. Üstad Necip Fazıl tezgâhından geçti, onun hitabet yönününü üstlendi, salonlara ve meydanlara koştu. Diliyle konuştu, gönlüyle halvet oldu. “Edepti yoğuran güzelliğimi” ifadesinde kendini buldu.

Şairdi, edipti, edepliydi.

Çirkin ve kötü adamların elinden çıkmış ve nasılsa bu doğrultuda kendilerine yer bulmuş tezgâh artıklarının, ustalara olan saygısızlığına üzüldü. Ağabeyler sultasını yıkmaya yeltenenlerin; onlardan beslenerek, onları basamak yapma tercihlerini edep dışı buldu. Edebiyat sözcüğünü tok sesiyle teneffüs etti ve edepli bir edip olarak yaşadı. Üstad’larının ve ustalarının yanında; sessiz, sakin ve kendini bilirdi. Bir iki şiir panayırında bulundu, panayırdaki Şanso Panzha’ların bönlüklerine üzüldü. Büyüyen ve gelişen bir edebiyat çizgisini sulandıranların ortalığı kaplamalarına yandı.

Edebiyat ve sanat ateşini içinde sürekli diri tuttu.

Nüktedandı, hoş fıkralar anlatırdı.

Bir eylem adamı olarak; inanmış insanların önüne örnek tip olarak düştü. Siyasayı sevmedi, ama nasıl siyasa yapılacağını gösterdi. Sanatı siyasaya tercih etti.

Koşar adım değildi. Adımlarını emin ve sağlam attı.

Evet üzülüyoruz. Ağabeyimiz gurbette bizleri bırakarak gerçek yurduna Hicret etti. Bir arefe günü bir bayram günü olacağını nereden bilebilirdik ki. Bugün iki bayram birden yaşıyoruz. Çeçenya’da zafer haberleri geliyor. Ramazan bitti, İslâm dünyası bayram yapıyor. Akif Ağabeyimiz sevgilisine kavuşuyor. Tesellimiz Mevlâna’nın ifadesinde kendini buluyor:

“Ben ölüp de tabutumu geçirdikleri zaman benim bu cihanın derdi ile uğraştığımı zannetme. Cenazemi görünce “Ayrılık! Ayrılık” diye ağlama. Benim sevgilime kavuştuğum asıl o zamandır.

Beni mezara bırakınca: “Veda! Veda!” deme; çünkü mezar bir perdedir ki, arkasında cennetlerin huzuru vardır.

Ey can! Bu toprak perdesi ile örtülmüş gizli bir yaşam vardır. Gayb aleminde gizlenmiş yüzlerce Yusuf gibi güzeller vardır. Bu ten sureti gidince o can sireti kalır. O can sureti baki ve ten sureti geçicidir. Eğer bu zevki anlamak istersen her gece kendini yokla; tenin ölü gibi yattığı halde ruhun rıdvân bahçelerinde seyreder.”*

* Asaf Halet Çelebi, Mevlana ve Mevlevilik, s. 44., Nurgök Matb., İstanbul, 1957.

KAYNAK: Ali Haydar Haksal / Bayram: Hüzün ve sevinç, Mehmet Akif İnan’ın ‘Hicret’i (mehmetakifinan.com, erişim, 24.09.2016).

IHLAMUR AĞACI VE EV

IHLAMUR AĞACI VE EV

 

Ali Haydar HAKSAL

 

Bütün insanlar benim gibi mi bilmiyorum.

Bu evlerden çok uzakta, yalnızlığa itilmiş duruyorum, işte böyle görüyorum kendimi. Yüzüm asık, somurtup kalıyorum. Yürürken, birileriyle konuşurken, iş yaparken, sevimsiz bir beton yığınıyım. Nedendir bilmiyorum, öyle miyim?

Şimdi, her şeyi yerli yerine oturtmak istiyorum. Yapacaklarım, söyleyeceklerim anlamsız gelebilir. Çünkü hiçbir sonuç benim için şaşırtıcı olmayacak.

Şu ıhlamur ağacına dokunmak, sonra gölgesine sığınmak istiyorum. Kokusunu duyumsayarak, bu evlerin karanlık camlarına dalabilirim. Orada, çeken bir şey olmalı. Ihlamur ağacı, gözlerimde şimdi daha sevimli, daha anlamlı. Tıraşlanmış dallarına bakınca içim cızz ediyor. Soyulmuş kabuklarını görmek istemiyorum. Çiçek zamanı, başına çocuklar ve kadınlar üşüşür, dallarıyla koparırlar. Bir bağ bozumu yaşanır bu bahar günlerinde. Umursamadan yolarlar, kırarlar her yanını. Talana uğramış gibi darmadağın olur. Sevgim katmerleşir, daha bir bağlanırım buraya.

Karşı evlerin camlarına bakmak istesen bile içeriden hiçbir şey seçilemez. Bir yorgunluk, bir yalnızlık kuşatmış. Tozlar, örümcekler ve akşam güneşinin son yoklayışıdır. Bir de oldum olası bu ıhlamur ağacı.

Beni çeken nedir? Örümcek ağlarının tozlardan sarkan karınlarıyla asılı duruşu mu, bir ucu kopup sallanışları mı? Bu cumbalı evlerin hepsi harap ve hepsi kendi yalnızlığına itilmiş. İki ev ötedekinin çatısının yarısı çökmüş ve öyle duruyor. Çatı aralıklarından gökyüzünün akan bulutları geçiyor. Pervazları aralanmış kapılar, pencereler dokunmayı bekliyor. Bir diğerinin camları kırık, içeriden dışarıya bir loşluk akıyor püfür püfür. Korkunç bir sessizliği var ortalığın biraz da ürkütücü. Bir inilti duydum, derin ve karanlık bir kuyudan geliyor gibi. Soluğumu tuttum, gözlerimi yere diktim, bütün dikkatimi sese yönelttim. Bakındım, çevrede kimseler görünmüyor. Vücudumu dondurdum ve kaskatı kesildim. Bir daha yinelendi. Tam da karşısında oturduğum evden geliyor. Mermer basamaklı, kirli camlı, perdeleri eskimiş solmuş evden. Görünen çiçekleri bakımsızlıktan kurumuş. Bu ıhlamur ağacı nöbet tutuyor gibi duruyor karşısında, âdeta gözlerini dikmiş ve öyle mahzun, öyle çaresiz.

Kapının koluna asıldım, içeriden kilitli. Sarstım, tıkırdattım, sesler çıkardım, karşılık alırım diye. Döşemeye vurulan bir cılız ses ile kaldı. İniltiden sonra duyduğum en belirgin olanı bu. İnilti dediğime bakmayın bir zayıf çığlıktı, ben inilti diyorum. Aralıklarla gelen bu iniltili bağırış, daha çok bir imdattır. Kim bilir ne zamandır bunu yapıyor sesini duyurmaya çalışıyor. Bir korku, bir heyecan kuşattı. Ne yapacağımı kestiremeden bocaladım. Ellerim titredi. Kitap yüklü çantamı çoktan bırakmıştım. Yüzümü ateş bastı. Ne ile karşılaşacağımı ben de merak ediyorum. Durulamadım bir türlü, elimde değil. Bir korku taşımıyor değilim. Davranışlarım, düşüncem bir an’a teksif olamıyor. Çabuk karar veren, âni reflekslerle sonuca giden biriyim. Tereddüdüm olmaz genelde. Kıvrak bir zekâya sahip olduğum söylenir. Anlık esprilerim hazırdır.

Bırakıp gitmek istedim, olmadı, vazgeçtim. Bir nemelazımlık hâli geldi geçti. Bu, kendimden bir kaçış olacaktı. İnsan bazan böylesi düşüncelere yakalanır. İstesem de buradan ayrılamayacağım. Bu evler, ıhlamur ağacı, içerideki ses ve bu sokak, bu sokağın insanları… Beni çeken nedir bilemiyorum. Kendimi öylesine kaptırmışım ki, istesem de olmayacak. Gelgitler anaforu içindeyim. Şeytan bırak git diyor, sana mı kalmış? Alay ederek gözlerimin içine bakıyor. Bu işi şeytana bırakırsam, bir tepki karşılık veriyor içten içe. Vicdanımın sesi. Bu kavga giderek büyüyor ve ben dışarıda kalıyorum.

Sokağı iki ucundan da gözledim, biri görür diye korkuya kapıldım. Hırsız sanılmak tedirgin etti. Bir çıkmaza düşünce insan ne bahaneler uydurmaz. Çekip gitsem kim ne diyecek, hiç duymamış olsam, bu sokaktan geçmemiş görünsem.. Bir kolay yol olmasına rağmen gene de bocalıyorum git ve kal arasında. Tekrar karşıya geçtim, kirli camlara baktım, beyaz bulutları akıyor göğün. Çıplak gözlerle baktım bir de. Apak bulutlar, nedense camdaki gibi giz dolu görünmüyor. Oradan izlemek daha bir hoş. Beyaz bulutlar aktıkça evler ve ıhlamur ağacı birlikte yol aldılar. Başım döndü.

İçime sinmiş evi düşünmek zorunda kaldım gene de.

Kapıya dayandım, mermer basamağa adımımı atınca dönülmez bir yolda olduğumu anladım. Gerçeğin tâ içindeyim. Bitmez tükenmez çelişkilerim, tereddütlerim uçup gitti. Ne yapmam gerektiği düşüncesi iyice sardı. “Bu iyi”. Düşünüp söylenirken bile, adımım son basamakta, elim kapının kolunda. Telâş, korku, panik geride kaldı.

Bu mermerin de bir inceliği var, keskin, dönüşleri olmayan basamaklar, yekpare ve zevkle işlenmiş çıkıntılar, aralarındaki uyum… Aşınmış yerleri sanki bilinerek yapılmış gibi. Bir ince zevk kapının daha girişinde başlıyor.

Sokak pislikle dolu ve bakımsız. Rüzgâr estikçe tozlar savruluyor, evlerin cepheleri tozla örtülü.

Bir kez daha zorladım, niyetim açık ve belli ve kolu çevirmekle açılmayacağı da. Vazgeçmem için bu bir neden olabilir. Çünkü ufacık bir bahane yeterli aslında. Omzumu kapıya yaslayınca kasnaklarından sarsıldı, ev yerinden oynuyor sandım. İkinci kez bütün gücümle yüklendim, üzerime devrilecek gibi. Bir an önce de bitirmeliyim. İçerideki ses âdeta damarlarımın, ruhumun içinde geziniyor. Dışarıda ne olup bitecekse, hakkımda nasıl düşünülecekse umurumda değil. Bu ev, bu ıhlamur ağacı, bu ses bir ömür boyu peşimi bırakmayacak biliyorum, hissediyorum.

Kendime uzandığım bir kapı bu. Çok şey bulacağım belli. Şimdiden allak bullak olmaya hazırım. İçeride hiçbir şey sürpriz olmayacak ve şaşırtmayacak. Öyle hazırlanmış, hissediyorum.

Olanca gücümle yüklendim, dirseklerimle yukarıya, dizimle hizama, ayakucuyla aşağıya, gücümü eşit dağıttım ve dayandım. Kapı, menteşelerden çivileriyle söküldü. Kapının üzerinden tozlar başıma döküldü. Poşetlerimi içeri aldım. Kapının arkasına bir yere attım. Öyle asılı kaldı ve sallandı. Sallandıkça menteşeleri bir bir döküldü. Çivilerin açıkta kalan yerlerini pas yemişti. Ağaca gömülü yerleri parlıyor sadece. Kapı içerideki kilide bağlı kaldı. Üzerime dökülen tozları silktim. Kapının açılmasıyla birlikte bir kara kedi, ayaklarımın arasından fırladı. Biri daha içeride duruyor, loşlukta gözleri parladı. Gözlerim evin ışığına alışamadı, evin lambası nereden açılıyor? İçerideki kedi cılız bir sesle miyavladı. Kediler bir korku içinde sanki.

İlk bakışta bir tuhaflık seziliyor. Kapının sallanması kesilince, “pat”, bir menteşe düştü, ürperti ile sıçradım. Ve ellerim titredi, kedinin yalvarıcı miyavlaması sürdü.

Yürüdükçe, esneyen döşemelerin kırılacağını sandım. Tahtaları ortalayarak yürüdüm, sanki çökeceklermiş gibi.

Benim için zor olan, bekleyen sürprizlere bir başıma girişmem.

İçeri girdikten sonra bir yerlere zarar vermekten kaçındım. Adımımı atarken böyle bir düşünce ileyim. Genzimi yakan bir küf ve rutubet kokusu var. Çoktandır havalandırılmadığı belli. Burnumu tutmamın bir anlamı olmayacak. Çünkü buna zamanım yok. Sanki olacakları biliyormuşum gibi davranıyorum. Hapşırdım peş peşe. Üst kattan gelen inilti şimdi daha belirgin. Burnumu tozlardan temizledikten sonra biraz olsun soluk alabildim.

Ev geçmişiyle ayaklarımın altında. Bizim evin bir kopyası sanki. Çocukluğumun köy evi şimdi yok artık. Beni çeken bu mu yoksa? Sanki evimin alt bolündeyim. Şaşkınlığımın daha da artmasına neden oldu. Bazan bu, ilk anda şaşırtıcı olmuyor. Derinden derine, ilgilendiren bu mekân içimdeki bir yarayı azdırdı sanki. Kendimi olayların karşısında hep böyle gördüm nedense. Gözlerimin önünde yağmalanmaya hazır bir şey duruyor burada. Kemikleri saçılmayı bekliyor sanki. Fakat bütünüyle ilgilendiren şeyler de var.

Alt holde duran sandalyelere dokundum, bir şeyler hissedecekmiş gibiyim. Biraz dokununca anladım, bağlantı yerlerinden gevşemişlerdi. Elimi kaldırınca toz katmanı daha da belirginleşti. Basit görünen sandalyelerin işçiliklerinde bir özen var. Bir incelikleri bir, zarafetleri var. Yolumu kesen bu ayrıntıları bırakıp çıkamıyorum. Ne yana baksam bir sessizlik, bir eşya, bir dokunma yetiyor dikkat çekmeye. Sanki bu evi merak ettiğimden girmiştim. Musluktaki su damlası bir derin yerden geliyor gibi. Aralıklarla gelen ses bir giz gibi içimde oyuk açıyor. Bu loşlukta suyun sesi bir başka anlama bürünüyor o anda. Sesin geldiği yerin kapısı aralıklı. Eşyaların duruşu, yerleştirilişi özenli bir elin değdiğinin kanıtı. Daha yukarı çıkmadım, açık kapıya yöneldim Sararmış, küfler içinde kaybolmuş musluktan damlayan su. Musluğu kapatmaya çalıştım, olmadı, vazgeçtim. Yanı başında çiviye asılmış, bir zarafet örneği olan ibrik, diğer duvarda asılı duran bakır sini. Ne kadar kararmış, bakımsız görünseler de kendini kolayca ele veriyor. İçimden bir şeyler koptu. Daha içeri girer girmez sarsan ve etkileyen bir havası var. Kokuya ve ışığa alıştım. İlk adımımda tedirgindim, geçti o da. Burada her durum ve şey birbirini bütünlüyor. Biri diğerine ters düşmüyor. İnleyen ve yardım dileyen ses, damlayan su, sahipsizlikten ve yalnızlıktan bir köşeye sinmiş ve pusmuş kedi, evin yayvan döşemeleri, eşyaların kendisi, görünümü ve düzeni, korkulukların oyması hâlâ ulaşamadığım titrek ve yorgun ses…

Kafam karmakarışık, hiçbir şeyi bir araya getiremiyorum. Çekip gitme düşüncem yok artık, bu labirentin içinde kendime bir yer arıyorum. Hâlâ inleyen bu bilinmedik sese ulaşamadıysam suç benim değil.

Bu evin önünden geçerken beni çeken bir giz varmış gibi, şeylerin varlığını şimdi anımsıyorum. Neydi anlayamadığım? Bu sokaktan geçerken bu evlerin özellikle de bu evin önünde duraksamış, bazan oyalanmış, ne olduğunu anlayamamış, sonra da bırakıp gitmiştim. Tutkunu olduğum ıhlamur ağacının burada oluşu bir rastlantı mıydı? Evime benzeyen, kapısından eşiğine kadar bir kopyası olan bu ev, bir sevgi odağı olmuştu benim için. İçinde bulunduğum ayrıntının bir başka yanı da bu.

Ihlamur ağacını öteden beri severim. Onun çıplak gövdesi, yapraksız dalları bile ilgi odağım. Kışları uzun uzun severim onu, o hâliyle. Bahardaki gençliği, diriliğiyle gözlerimin önündedir. Çiçekleri, yaprakları, yayılan kokusu içinde düşündüm hep. Önceleri evle ilgisini düşünmemiştim. Şimdi birbirlerini kolluyor gibi duruyorlar. Sokağın başında durup bakarsanız anlarsınız bunu. Koşar adımlarla gelir, oyalanır, uzun uzun bakar, dallarının arasından sızan ışık huzmelerine kapılır, daldan dala konan serçelere dalarken bir hoş olurum. Hâlâ öyleyim. Aldığım tadı, duyduğum zevki anlatamam. Buranın tutkunuydum. Bir yılın bütün değişimlerini onunla birlikte yaşamıştım. Buradan başka bir şey gözlerime görünmemişti, bir başka şey duyumsamamıştım. Bir tuhaflık olmuştu. Burada oyalandıkça, mahallenin çocukları çevrelemiş, onların tanıdık yüzü olmuştum. Tuhaf bakarlardı.

Günlük yaşayışımın bir durağı burasıdır. Onsuz edemiyorum artık, yolumu değiştirmek istesem, vardığım yerde durur, koşar adımlarla buraya yönelirim. Mevsim değişikliklerinde, bahar günlerinin coşkusu yoktur. Daha farklı bir şey beliriyor bende. Bilinçaltına yerleşmiş bir şey var, o doğrudur, hiç şaşmayan. Buraya vardığımda soluğumu tutarım. Bu sokakta tanıdık bir yüzle karşılaşsam ondan kurtulmanın yollarını arar, bin türlü bahane uydurur, sıyrılırım.

Burayı sahiplendiğim doğrudur.

Geçmiş ve gelecek beni ilgilendirir. Gözlerim duvarlarda boşuna geziniyor. Evin atmosferi, havası, durumu aklımı başımdan aldı. Şaşkınlığım ve sevincim bir arada. Sanki inleyen bu bilinmedik sese ulaşmamak için elimden geleni yapıyorum. Buraya niçin girdiğimi unutmuş görünüyorum. Kapıyı açtıktan sonra, dönüp ıhlamur ağacına yaslanmak, hiçbir şeye karışmamak ve sadece düşünmek belki işime gelebilir.

Bu evin önünde bir giz var gibi, en azından benim için. Bir şeylerin varlığını fark etmiştim. Ama neydi anlayamamıştım. Burada oyalanmış, yıllar yılı ne olduğunu çözememiş sonra da yarım kalmış bir düş gibi bırakıp gitmiştim. Tutkunu olduğum ıhlamur ağacının burada oluşu bir rastlantı mı? Özlemini çektiğim evimin kapısından mı içeri girmiştim? Bu, bana mı nasip olacaktı? İçinde bulunduğum labirentin bir başka yanı bu. Beni buraya mıhlayan bu ıhlamur ağacı oldu. Kışın hiçbir özelliği olmayan gövdesi bile ilgimi çekmiş sürekli. Çünkü herhangi bir ağaçtan bir farkı yok. Bazan onu çiçeklerinin, yapraklarının ve kokusunun içinde düşlerim. Önceleri bu evle ilgisini hiç düşünmemiştim. Sonraları bağ kuruldu. Şimdi anlıyorum. Burada birbirlerini kolluyor gibi duruyorlar. Sokağın başına varır varmaz adımlarım hızlanır, koşarak varırım yanına. Altında oyalanır, başımı kaldırır bakar, dallarının arasında uçuşan serçeleri, sızan ışık huzmelerini, yaprakların oynayışında beliren güzellikleri asla kaçırmak istemezdim. Bu ağacın bir tutkunu olmuştum. Bütün güzellikler benim için burada bütünleşiyor. Bir yılın bütün değişimlerini birlikte yaşarız. Buraya takılınca artık başka bir şey göremez oldum. Oyalandıkça mahallenin çocukları çevreler, tuhaf tuhaf bakarlar. Günlük yaşayışımın bir durağıdır burası. Burasız edemiyorum. Ne kadar yolumu değiştirmek istesem bile, olmayacak. Çok denedim, sonunda yenik düşen ben oldum. Mevsim değişikliklerinin yorgunluğunu birlikte birkaç gün yaşarız. Ama bilinçaltıma yerleşen bir şey var. Burada duraksamak, ağaca doyasıya bakmak, sonra istemeye istemeye ayrılmak.

Dünyayı kendimden ibaret saymıyorum. Ama burası bana ait ve kendimin sayıyorum. Üstelik sahipleniyorum da.

Evin eşyalarıyla daha çok ilgilenecek ne zamanım ne de hâlim var. Geçmiş ve geleceğim iç içeleşiyor. Gözlerimin evin duvarlarında gezinmesi de boş. Evin atmosferi, havası bir anda kuşatmış bir kez. Beni alıp bir yerlere götürüyor. Şaşkınlık ve sevincim bundan. Artık inleyen sesin sahibine ulaşmak istiyorum. Bu kapı kırılıp içeri girildikten sonra, sağlıklı düşünmem için dışarı çıkmam, ıhlamura sırtımı yaslamam, orada düşünmem gerekiyor. Belki de hiçbir şeye karışmama, bulaşmama düşüncem belirebilir. Kısa bir sürede yorgun mu düşmüştüm? Yoğun ıhlamur kokusu da çekmiyor değil.

Bu ev bir sürü şey çağrıştırıyor. Ve ev, benimle bütünleşiyor, içeride inleyen yaşlı babaannem, Mahmut dayımın evle ilgili çocukluk anıları, evin ermeni ustası Vartivar ve bu bağdadî yapı… Bir arada sökün ediyorlar. İşler arap saçına dönüyor. Şimdi, bu ıhlamur ağacının yerine bizim kapıdaki koca gövdeli dut ağacını düşünebilirim. Çocukluğumun anıları, bütün dallarında gizli. Bir varlık olarak duruyor orada.

Kapıyı zorlayıp girdiğimde karanlık ve izbe görünen ev birden aydınlandı. Bir anılar labirentinin içine düşmüş oldum. Atacağım her adımım bir yenisiyle karşılaşacak. Deminden beri donup kalmam, hiçbir şey yapmamam da bundan.

Üzerimde bir ağırlık var. Niçin olduğunu kestiremiyorum. Her bir yeni adım üzerimden bir yük kaldırıyor.

İçi dışarıdan çok daha ağır başlı ve onurlu. Korkulukları tutunca kendimi daha bir güvende hissettim. Parmaklarım çok rahat duruyor. Sanki her şey bana göre yapılmış. Bana öyle geliyor ya da. Tozlara, küfe ve ağır kokuya aldırdığım yok. Bir yalnızlığa uzanışın burukluğu bende de var. Bir içtenliğin içinde olduğumu belirtmeliyim. Sanıyorum bunca bakımsızlığına rağmen evin düzeni yerli yerinde. Kim bilir onlarca yıldır böyle duruyor. Büyülenmiş oldum. Bilmediğim, görmediğim tanımadığım eşyalara tanık oluyorum. Bizim evin bazı hatlarını taşıyor.

Dedemin odası âdeta hatlarla kuşatılmıştı. Kendi imzasıyla olanın bir ayrıcalığı vardı. Hepsi özenle çerçevelenmişti. Anlamadığımız hâlde gider önünde durur, saygıyla bakardık. Bir saygı abideleşmişti içimizde ona karşı. Odasına girdikçe saygısız bir davranıştan kaçınırdık. Tozlarını sık sık alırdık. Okuyamadığımız, anlamadığımız bu hatların önündeki saygımız hâlâ gözlerimin önündedir. Annemin sesini duyunca telÂşla çerçeveyi kaldırır, uslu çocuklar gibi otururduk. Burada tablolar var ve boş gözlerle bakıyorum. Oymalı koltuklar, kanepeler, sedirler, dolaplar, sehpalar… Bir holün girişinde bunlar varsa yukarıda neler vardır kim bilir?

Döşemelerin oynaması, esnemesi, yıllardır yalnızlığı yaşadığındandır. Şunu belirteyim ki şu bir kaç dakika içinde bu evin bir yabancısı değilim. Bu kedi bizim kediye benziyor. Bir fare merdivenlerin altından çıktı öteye kaçtı, kedi hiç umursamıyor bile. Şaşkınlığım kedilerin fareleri kanıksaması. Bir kedinin ağır başlılığından söz edilmişti de, babam güzel bir örnekle kedi fare oyununu anlatmıştı. Unutamadığım bir öykü bu. Hatta bizim kediye de bu gözle mi bakılmıştı ne? Babam da gülümsemiş ve anlatmıştı.

 

/Padişahın sarayında bulunan kediye olmadık ağırbaşlılıklar ve terbiyeler yakıştırılıyor. Kedinin de bazı özellikleri var. Örneğin misafirlere ikramda bulunmak için tepsi taşıması gibi. Paşalara emir buyurmuş bir fare yakalanmış, bir yere gizlenmiş. Misafirlerin bulunduğu anda kedi servis yapıyor. O sırada misafirlere tam yaklaşmışken fare bırakılıyor. Kedinin gözleri dönüyor, ayakları birbirine dolanıyor. Misafirleri düşünmeden tepsiyi fırlatıyor, sonra da farenin peşine takılıyor. /

 

Niçin anlatıldığına bakmadan kahkahalarla gülmüştük. Aklımıza geldikçe de kendimizi tutamazdık. Bizi ilgilendiren, kedinin tepsiyi fırlatıp farenin peşine takılmasıydı. Şimdi de gülümsediğimin ayrımındayım. Şu kedi öyle zavallı duruyor gözlerimin önünde.

Bu ev kendi içine kapanmış.

Benim adım Mahmut, dedemin adını taşıyorum.

Merdivenleri çıktım. Evin geniş, yüksek ferah salonu önüme açıldı. İçeriden gelen sese yaklaştıkça daha bir netleşiyor. Kapıyı kırıp giren ben, ne zamandır hâlâ ulaşamamıştım. Kim bilir sesin sahibi nasıl bir bekleyiş içindedir. İçerideki ses de kesildi. Yaşlı kadın başını güçlükle kaldırabildi. Uzun bir bekleyişten sonra kapıya yöneldi. Çekine çekine içeri girdim. Yaşlı kadının gözleri parladı, sevincinden telâşlandı. Gözlerini benden ayırmadı. Elleriyle bir şeyler aranıyor, belki bastonunu, belki gözlüklerini, belki de bilinmez bir nedenden başka bir şey. Kadına ne söyleyeceğimi kestiremedim. Yatağının içinde dönünce bir acı çığlık attı. Yüzünün hatları acıyla buruştu.

“Neyiniz var” dedim.

“Bacağım kırıldı” dedi. Gözlerinden yaşlar boşaldı. Ellerini tutmak istedim buz gibiydi. Damarlarından kanı çekilmiş, bir kuru kemik gibi duruyor bakımsızlıktan. Ellerimin içinde tutarak bir süre olsun ısıtmak istedim. Eşarbı başında iğreti duruyor, ak saçları dışarıda. Yüzündeki saçları parmaklarıyla topladı, eşarbının altına sıkıştırdı. Düğümünü biraz daha sıktı. Konuşmak istedikçe yüzünün biçimi değişti Bacağını oynatmak istemediği belli. “Günlerdir bu kapı açılmıyor, siz ilk açansınız. Umudumu hepten kesmiştim” Tane tane dökülüyor sözcükler. “Kimse gelmedi, kapıda bir ses duydukça çığlık attım. Kimseler kimseyi umursamıyor bu zamanda. Hep ağladım. İyi bir insan olabileceğini düşündüm. Bir gün biri mutlaka kapımı açacaktı. Alt kata inmek isterken düştüm, bacağım kırıldı. Bir süre bacağımı peşimden çektim, artık dayanamadım, çakıldım kaldım. Bir yeğenim var, benden hep para sızdırmaya baktı. Zamanında kendisine yetki vermiştim, bir dairemi sattı yedi. Sonra geri aldım yetkiyi. Ondan sonra da uğramaz oldu. Leş kargası gibi, bir gözümü oymadığı kaldı. Yemini kesince gelip gitmesinin bir nedeni kalmadı. Yanıma bir kız öğrenci aldım, ondan da çektiklerimi bir Allah bilir.

Sessiz görünüm bir ağırlık kazandı, aramızda bir sıcak akım var. Karşılıklı duruşumuz uzun bir sessizlik getirdi. Bir bekleyişin kavuşmasıydı yaşadığımız. Sustuk, bu ikimiz için de anlamlı. Bir ortak noktada buluşmanın, kavuşmanın sevinci bir anidenlik taşıyor. Yaşadığımız âdeta bir anne ile oğlun buluşmasıydı. Bütün acıları dinmiş gibiydi. Kimdim, burada ne işim vardı? Bunun karşılığını aramıyorum. Yaşlı kadının buruşmuş yüzü engebeli bir haritanın yüzeyini andırıyor. Gözlerini benden ayırmıyor. Bir anda çilesinin bazı ayrıntılarını öğrenmiştim bile. “Kim bilir daha neleri vardır?” dedim. “Yıllardır içimde tuttum, hep onlarla yaşadım. Direndim çoğu zaman, sonunda yenik düştüm. Kız, annesinden babasından çektiklerinin çoğunu benden çıkarmak istedi. Benden bekledi. Tamam, beklesin, bunun için yanımdaydı ya. Şimdi bunları anlatmanın yeri ve zamanı değil. Hadi, al beni bir doktora götür, bu acılara daha çok dayanamıyorum. Adın ne senin.” “Mahmut” birden irkildi. “Ağabeyimin adı da Mahmut'tu. “ Biraz şaşırmış gibiydi. Duraksadı, “Evin anahtarını sana bırakıyorum çünkü ne zamandır, bu kapıdan ilk girene bırakacaktım. Böyle bir ahdim vardı. Nasip şeninmiş.” Bir şey söylemek istedim, anladı ve susturdu. Bir şaşkınlığın anaforundaydı.

 

(Zamanların Öyküsü’nden)

 

HAKKINDA

RASİM ÖZDENÖREN

 

“Onun anlatısında öz ile form birbirini bütünleyerek gelişir. Fakat onun, hikâyesini tamamlamak için acelesi yoktur. Hikâye içten içe gelişir. Bu sakin anlatışın sakladığı asabiye ancak metnin derununa nüfuz etmek isteyene kendini açar. (…) Bütün öykülerinin ortak özelliğinin hayatın durağan yüzünü görmek, tutmak ve tatma isteyenlere bir göndermede bulunduğunu söylemek imkân dâhilindedir.

Zihnimde onun öykülerine en yakın duran anlatıcının kim olduğu sorusuna en yakın duran cevabın Marcel Proust olduğunu düşünüyorum.”

Rasim Özdenören, “Ali Haydar Haksal’ın Öyküsü Üzerine Genel Mülahazalar”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 27.

Yazar: RASİM ÖZDENÖREN

HAKKINDA

NECİP TOSUN

 

“Haksal, öykülerinde modern insanın bunalımlarını, açmazlarını ve çıkışsızlığını örnekler. Mevcut yapılanma karşısında bireyin yalnızlığı ve kaçınılmaz yenilgisi ilgi alanı olur. Öykü kişileri durmaksızın sıkılır, etraflarında onları mutlu edecek hiçbir şey yoktur. Çünkü dışarıda insanın mutsuzluğunu çoğaltan bir düzenek vardır. Her şeyin farkına varmış bir insanın mutlu olması düşünülemez. Farkındalık, mutsuzluğu, yalnızlığı, hüznü getirir. Birey, hep geçmişe bakar. Orada ise hep bir boşluk vardır. En derin boşluğu aşklar oluşturur. Çünkü aşklar hüsranla sonuçlanmıştır. Kavuşma asla gerçekleşmemiştir. Bu kavuşamamanın adı konmuş bir nedeni de yoktur. Ayrılmıştır sevgililer, o kadar. Şimdi, anlatım anında, bu yitirilmişliklere bakılır.

Biçimsel anlamda ise, lirik, şiirsel, coşkulu bir anlatımı benimserken, tümüyle bir durum ve atmosfer öyküsü yazar. Onun öyküleri daha çok iç monologlarla oluşturulan, enstantanelere, anlık göndermelere, çağrışımlara dayalıdır. Haksal, bir mekândaki izlenimden, küçük bir anıdan, bir duygudan yola çıkarak metnini oluşturur. Onun öyküleri büyük olaylara, entrikalara, hikâyelere yaslanmaz. Öyküyü kurgu, tahkiye, olay örgüsü olarak değil, anı parçacıklarının dramatize edilmesi, giderek bir temanın çeşitli görüşlerle doğrulanması olarak biçimler. Çoğunlukla bir ânın hikâyesini, izlenimini yazar; donuk bir fotoğrafı atmosfer kurarak canlandırır. Metne büyük bir öyküyü izah edecek küçücük bir imge yerleştirir. Bir atmosfer etrafında, sadece duygular ve imgesel göndermelerle öykü ilerler. Hayatın sürüp giden karmaşası içerisinde, anlatıcının resmi bir anda durduğunda öykü oluşmaya başlar. Fotoğrafın üzerinde donduğu, kar, deniz, ayna, kent gibi kavramlar, nesneler odak alınıp duygular, düşünceler öyküleşir.”

Necip Tosun, “Ali Haydar Haksal Öyküleri”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 46.

 

Yazar: NECİP TOSUN

HAKKINDA

ALİM KAHRAMAN

 

“Ali Haydar Haksal’ın hikâyelerinde çok fazla olay yok, ancak okuyucunun belleğinde çok kuvvetli izler bırakan tipler var. Haksal, öyküsünün en güçlü yanı tip çözümlemeleridir. Onun tipleri ‘kurmaca’, ‘tasarlanmış” insanlar değillerdir. Eksiğiyle, fazlasıyla, birlikte yaşattığımız, içimizde yaşattığımız kanlı canlı insanlardır bunlar.

Ali Haydar Haksal, üslup sahibi bir yazar. Öykülerinin altına imza atmasa da, bu onun öyküsüdür diyebiliyorsunuz. İmgelerin fazlalığı, bu öykülere yer yer şiirsel bir nitelik de kazandırıyor. ”

Osman Bayraktar, “Ali Haydar Haksal’ın Hikâyelerinde Temalar ve Tipler”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 21.

 

“Ali Haydar Haksal’ın hikâye dünyasını, bakımlı parklara değil, el değmemiş cangıllara benzetirim. Çağrışımlı, birbirine geçmiş bir dil örgüsü vardır.”

Âlim Kahraman, “Bir Dostun Portresi”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 25.

Yazar: ALİM KAHRAMAN

HAKKINDA

BAHTİYAR ASLAN

 

“Haksal bir anlamda çağının tanığı bir yazar olduğunu söylüyor, “ben uygarlığın ruhunda geziniyorum” derken. Çağın tanığı olmak; çağına, algılayabilen, yorumlayabilen bir gözle bakabilmek medeniyet fikrinin, köklü bir öğretinin sonucu olarak gerçekleşebilir ancak. Buna ilaveten bu türlü bir bakışı zorunlu kılan bir medeniyetle… Ali Haydar Haksal, kendisini Mehmet Akif, Necip Fazıl ve Sezai Karakoç çizgisinin uzantısına konumlandırmış bir yazardır.”

Bahtiyar Aslan, “Devlet ve Medeniyet Hüznü Bağlamında Yalnızlık Sarkacı”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 84.

Yazar: BAHTİYAR ASLAN

HAKKINDA

YUNUS EMRE ÖZSARAY

 

“Onun öyküsü; kendisinin estetik algılayışını şekillendiren şu iki temel üzerine bina edilir: Geleneğin modern karşısında başkaldıran ruhu ve doğal olanın insanı cezp edişi.

Ali Haydar Haksal, anlatmaktan önce anlamayı ve anladıklarını kâğıda aktarmayı seçmiştir. Tıpkı dünya edebiyatındaki izdüşümleri olan Virginia Woolf, Proust ve Faulkner gibi. Zamanların Öyküsü’nde öykü anlatımı Faulkner’ın ses ve Öfke’sine yaklaşmaktadır. Sarıldığım Soğuk Bir Ceset, anlatı imkânlarını kullanmak açısından Virginia Woolf’un Dalgalar isimli eserinin Türk edebiyatındaki izdüşümüdür.”

Yunus Emre Özsaray, “Ruhun Sınırlarında Yazılan Öyküler”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 56.

Yazar: YUNUS EMRE ÖZSARAY

HAKKINDA

MEHMET ÖZGER

 

“Haksal’ın sözünü ettiği ben, anlatılarındaki her bir bene dağılan aslında yazarın ben’inden çok farklı sanatsal, evrensel bir ben’dir. Bu evrensel ben, bir tür insanlık vicdanı gibi tavır takınır. Hıristiyanlık inancında İsa peygamberin bütün Hıristiyanlar adına acı çekmesi gibi Haksal’ın anlatıcıları veya poetik benliği de bütün insanlık adına acılar çekmeyi göze alabilen, her anlatılan ben’in acılarını yüklenen hassas bir yüreğe sahiptir. Haksal, günübirlik kullanılan ben kelimesini yani kişinin kendi nefsini gösteren beni fırlatıp atar ve geri dönmek istemez fakat bir çıkmaz vardır ortada. Anlatmak edimi ancak ben’in sahasında gerçekleşir. Bu yüzden yine ben’e döner.

Haksal’ın ben’e yüklediği anlam aslında ben’in nefis hali değil, ben’in ruh halidir. Nefis, bedenin isteklerine dayanır fakat ruhun bedenden ayrı olarak düşünülmesi gerekir. Çünkü ruh, üzerinde yaratıcının izlerini taşır. Yaratan güzeldir ve güzeli sever, eşyanın hakikatini bilir, oysa nefsin azgın istekleriyle kirlenen kalp aynası hakikati göremez. Gördüğü, nefsin istekleriyle ve isiyle karışmış, bilgi kirliliği ve günah karasıyla kirlenmiş bir görüntüdür. Oysa Haksal, binlerce yıllık insanlık tarihinde kötü tecrübelerden geçmemiş, yeni yaratılmış bir peygamber ben’inin aydınlığıyla eşyaya bakmaktan bahsediyor. Bu bakış elbette diri, parlak ve varlığın özünü görmeye en yakın olan insan bakışıdır. Haksal’ın ben dediği varlık alanı, peygamberler, sahabeler ve diğer yol önderlerinin aydınlattığı ışıklı bir alandır.”

 

Mehmet Özger, “Ali Haydar Haksal Anlatılarında Bir Sanatsal Kimlik Olarak  “Ben’in Görüntüleri”, Yedi İklim Dergisi Ali Haydar Haksal Özel Sayısı, S. 250, Ocak 2011, s. 27.

Yazar: MEHMET ÖZGER

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör