Mizah
yazarı, gazeteci, mimar (D. 1921, Narlıkapı semti / İstanbul – Ö. 5 Ocak 2018,
İstanbul). Bazı kaynaklarda doğum yeri Rize'nin Fındıklı ilçesi olarak geçer. İstanbul Pertevniyal Lisesi
(1939), Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Bölümü (1945) mezunu. İstanbul Teknik
Üniversitesinde uzun yıllar öğretim görevlisi (1957-75) olarak ders verdi.
Türkiye Mimarlar Odası kurucuları arasında yer aldı ve bu kuruluşta genel
sekreterlik (1954-55), İstanbul Şubesi Başkanlığı (1961-62) görevlerinde
bulundu. Serbest mimarlık yaptı, mimari projeleriyle ulusal ve uluslararası
çeşitli yarışmalarda ödüller aldı. Spor salonlarından büyük
endüstri tesislerine kadar çok sayıda yapıya imzasını koydu. 1945 yılında
başladığı mimarlık mesleğine 2000 yılına kadar fiilen devam eden Aydın Boysan,
mimar olarak çalıştığı 55 yıl boyunca 1.5 milyon metrekare bina tasarladı, mesleğini
1999’a kadar ara vermeden sürdürdü. Kendi kitaplarını basmak için Bas
Yayınları’nı kurdu.
Aralıksız olarak on yıl Hürriyet ve üç yıl
Akşam gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Hürriyet
gazetesi
ve ekleri ile Gösteri dergisinde
yayımladığı röportaj ve mizah yazılarıyla tanınan Boysan’ın
kitaplarında yazdıklarının bir özeti olan yaşam felsefesi şu sözlerinde
belirir: "Çevreye salınan ruhsal köklerden sevinç de doğabilir, üzüntü
de... Katlanabilmenin güvenli yolu, yaşamayı sevmek. Bu dünyada bu dünyanın
başka alternatifi var mı? Bu dünyayı sevmeyip de neyi seveceğiz? Görünsün
görünmesin, hatta varolsun veya olmasın, dünyanın bütün öğeleri birbiriyle
uyuşur, çelişir ya da zıtlaşır. Olsun varsın... Bütün bunlardan, yaşamın
armonisi doğar. Hiç kimse sevdiği bir besteden bazı notaların çıkarılmasını ya
da değiştirilmesini istemiyor. Yaşamak dediğimiz besteyi ise, bütün
notalarıyla, olduğu gibi sevmekten başka çare yok... Çünkü, başka beste
yok."
Mimar, yazar ve gazeteci Aydın Boysan, 5 Ocak 2018 günü, organ yetmezliği nedeniyle İstanbul Ulus'taki
evinde 97 yaşında hayatını kaybetti.
"Bir bakıma Aydın Boysan, esprisi dilinin
ucunda biri olarak tanınır. Kentlerin Nasreddin Hoca'sıdır o. Kahkaha tufanı
söyleşilerin vazgeçilmez konuğudur. Ne var ki, gerek yazılarında, gerekse
söyleşilerinde taşı gediğine koyan dirimli üslubuyla bizzat düşündürmeyi
amaçlar. (...) Aydın Boysan, her
zaman taze bir solukla gelir kapımıza. Dediği neyse, yaptığı da odur. O,
herkesin Aydın Abisi'dir.
“Boysan, mizahçı kimliğini gerekli
yerlerde kullanan çatal dilli bir denemecidir. Bellek kütüphanesi hiç eskimez.
Hangi konu üzerinde yoğunlaşırsa yoğunlaşsın, belleğinden çekip aldıklarıyla,
kestirmeden yalın bir sonuca götürür bizi. Çağdaş insan tavrından ödün vermez.
Sonuçların tazeliği, 'yer ve zamandan bağımsız düş satıcıları için uyarıcıdır."
(Ahmet Günbaş)
“Aydın Boysan,
‘Sev ve Yaşa’da, insanların her şeyden önce sevgi meleği olmalarını, sevilmek
için sevmeleri gerektiğini çok değişik ortamlarda, toplumun çok değişik
kesitlerinden yaptığı görüntülerle ortaya koyuyor. Toplumumuzdaki
politikacılarımızın halkı nasıl kandırdıklarına da değiniyor.” (Muzaffer Uyguner)
ESERLERİ:
Haldır Güldür (1984),
Yangın Var (1984), Umut Simittir (1984), Yalan (1985), Oldu mu Ya (1986), Fısıltı (1987),
Dostluk (1989), Yollarda (1990), Leke Bırakan
Gölgeler (1995), Sev ve Yaşa (1997), Yıl: 2046 / Uzay Anıları / Gelecek Zaman Masalı (1999), Damlalar (2000), Zaman Geçerken (2001), Yüzler ve Yürekler (anı, 2002), Aynalar (2002), Uzaklardan (gezi,
2003), Felekten Bir Gün (2003), İstanbul’un Kuytu Köşeleri (2003),
Neşeye Şarkı (2004), Nerede Yaşıyoruz (2004), Binbir
Yaşam Sahnesi
(2005).
KAYNAKÇA: İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli
ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006,
gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 4,
2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013)., Muzaffer Uyguner /
Aydın Boysan'dan bir çağrı: Sev ve Yaşa (Cumhuriyet Kitap, 11.6.1998), Bedirhan
Toprak-Turhan Günay / Hepimizin
'Aydın Abi'si: Aydın Boysan - Hasan Pulur / İpi de Sapı
da Olan Bir Adam - Turhan Günay / Büyükler İçin Masallar - Önder Otçu /
Boğaziçi'nden Uzay'a (Cumhuriyet Kitap, 28.10.1999), Şükran
Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), Önder Otçu / Aydın
Boysan'dan ‘Yıl: 2046 Uzay Anıları’ (Cumhuriyet Kitap, 26.10.2000), TBE
Ansiklopedisi (2001), Yüzler ve Yürekler (Cumhuriyet Kitap, 7.3.2002), Metin Fındıkçı
/ Aydın Boysan Bu Kez Dostlarına Yöneltmiş Bakışlarını - Yüzler ve Yürekler
(Cumhuriyet Kitap, 9.5.2002), Ahmet Günbaş / Aydın Boysan'dan Yine Hayata Dair
Bir Kitap: Aynalar (Cumhuriyet Kitap, 12.12.2002), Aydın Boysan hayatını kaybetti
(ntv.com.tr, 5 Ocak 2018).
Uzunca
yolculukların bile, pervaneli uçaklarla yapıldığı 1950'li yıllardı. Zürich'e,
Viyana, Roma gibi ara inişlerden sonra varılırdı. O gün de Yeşilköy'den uçtuk.
İş ilişkileri nedeniyle gittiğimiz İsviçre'de, Zürich'in Kloten Havalimanına
indik. Karşılandık. Yeni tanıştığımız insanlardı. Avrupa'da alüminyum
tesislerini gezecektik.
İlişkilerimiz,
uluslararası yaygınlıkta bir firma ile kurulacaktı. Söylendiğine göre bu firma
alüminyum üretiminde dünya beşincisiydi. Onların Türkiye'de, yerli kuruluşlarla
ortak bir üretim tesisi kurmaları söz konusuydu. İlk olarak da ülkemizde, yapı
işlerinde alüminyum kullanılışı özendirilecekti.
Heyetimizi
karşılayanların başındaki yetkili kişi, ilginç birisiydi. Kuruluşun Almanya
kulundandı. İsviçre ve Güney Almanya'da yapacağımız incelemeleri, kendisi
programlamıştı. Dakikaların değil de, saniyelerin peşinde koşacak kadar
titizdi. Kravatından çantasına kadar her şeyi, kaskatı denecek kadar
düzenliydi.
Havalimanından
otomobille İsviçre'nin Schaffhausen kentine gittik. Avrupa'nın ünlü doğa
harikalarından olan Ren (Rhein) Nehri şelalesini, pencerelerinden seyreden bir
otele erleştirildik. Akşam yemeğinde, İsviçre'nin ünlü mutfağının nefis
ürünlerini göçürdük. Akarsu şarıltılarıyla uyuduk. Yetkili temsilci “Yakışıklı
Franz”, programa göre tam 6.06'da geldi. 7.18'de kahvaltıya oturduk. 8.23'te
otomobile binerek yola çıktık. Programda tıpkı böyle yazılıydı.
Alman
sınırını geçtik. Günlerce sürecek olan görüşmeler
ve
inceleme gezileri başlamıştı. Önce alüminyum profillerin üretildiği
haddehaneleri gezdik. Bu arada “tavlama” denen işin anımsanması, hoş olabilir.
Alüminyum, çelik gibi metaller ısıtılarak yumuşatılıyor, yani “tavlanıyor”,
böylece istenen işin kolayca yapılabileceği bir kıvama getiriliyor, sonra
örneğin profil çekiliyordu. İşte “tavlama” buydu. (Çapkınlar da hanımları böyle
tavlamazlar mıydı?)
Sonra
şehir şehir dolaşarak, alüminyumu yapıda kullanmak için üreten tesisler gördük.
Sabah erken başlayan çalışma programları, akşam geç saatlere kadar pek ince
biçimde uygulanıyordu. “Yakışıklı Franz” Prusyalıydı. Daha sonra öğrendik ki,
asıl mesleği subaylıkmış. Alman ordusunda İkinci Dünya Savaşına katılmış.
Albaylığa kadar yükselmiş. Sonra Ruslara esir düşmüş. Beş yıl sonra dönebilmiş.
Etkili bir kişi olan kayınbabasının yardımıyla da, iyi bir sivil iş bulabilmiş.
Bizim
heyetin başkanı olan Lütfü Doruk, Almanları iyi tanırdı. Öğrenciliğini 1920'li
yıllarda Berlin'de geçirmişti. Ama birkaç gün sonra o da “Yakışıklı Franz”dan
sıkıldı. Bir akşam yemeği masasında bana dönüp Türkçe olarak, “Bu herifte de
Prusya zart zurtu var” dedi.
Tam
o anda, Franz'ın irkildiğini gördüm. Lütfü Beye gülerek: “Adam anladı galiba”
dedim. O ise sorunu kolaylıkla çözdü: “Anlarsa anlasın eşşoğlu” dedi.
Bir
hafta sonra çalışma programlarının çerçevesi küçüldü. Ben yakışıklı Franz'la
başbaşa kaldım. Artık yalnız ikimiz, dolaşmaya ve çalışmaya başladık. Onun
kullandığı araba ile geziyorduk. Çok tehlikeli kullanıyordu. Sorun onun için “haklı
olmak”tı. Kaza önlemek değildi. Haklı olduğuna inanınca, parçalanacağımızı
bilse fren yapmazdı.
Yakışıklı
Franz monokl takıyordu. “Monokl'un ne olduğunu, şimdi kim bilsin? Bu, tek göze
takılan çerçevesiz ve tek camlı bir gözlüktü. Kaş ile yanak arasına
sıkıştırılarak, yerinde tutulurdu (II. Wilhelm Prusyasının, tipik bir
züppeliğiydi). Franz'ın yanağında, meç yarası da vardı (O da öyleydi). Söze
başlayacağı zaman parmağını burnuma doğru uzatır, sert sert bakar, konuşmaya
bir süre sonra başlardı. Alışkanlığıydı: Arada bir konuşulanları özetlerdi.
Eziyetli
programlar yapıyor ve saniyesi saniyesine uyguluyordu. Ben de uymak
zorundaydım. Yanlışlıkları anlayacak bilgim yoktu, sonradan öğrenebiliyordum.
Bu minval üzere programın son iki gününe vardık. Bir sabah çok erken uçakla
Cenevre'ye giderek konuşmalar yapacak, akşam geç uçakla dönerek, Zürich
Havalimanında Franz'ın arabasına aktaracak ve Konstanz'a gidecektik.
Sabah
Kloten Havalimanında, ilk Cenevre uçağına bindik. Oraya vardığımızda, daha
sabahın 7.30'u idi. Programa göre saat
8.25'de çalışmaya başladık.
Bizi
karşılayıp bürosunda konuk eden Monsieur Anjel (kimisi de Herr Engel diyordu),
değerli ve deneyimli bir metal konstrüktörü idi. Orta boy bir üretim firmasının
da sahibiydi. Sıska denebilecek kadar zayıf ve ufak tefekti. Yetmiş yaşını
aşmıştı. Franz'ın anlattığına göre iyi bir aile babasıydı ama, bu özelliği, bir
değil iki genç metresi olmasına engel değildi.
Üç
saat kadar çalıştıktan sonra, yaklaşık saat 11.30'da, ben bir sigarayı daha
dudaklarıma yerleştirip kibriti çaktım (Ah ah, yıl 1959, çok içerdim o zaman
mereti). O anda Anjel elimi tutup dedi ki: “İçmeyin artık yemek sonuna kadar...
Öğlen yiyeceğimiz nefis yemeklerin tadını alamayacaksınız.”
Hatırını
kırmayıp, kibriti söndürdüm. Saat 12.45'de, öğle yemeğine oturduk. Göl
kenarında, şato gibi bir yerdeydik. Anjel iki gün önce oraya gidip, yemek ve
şarapları seçmişti. Buna da karşın aşçıbaşı, külahını sallayarak geldi. Anjel
ile on dakika kadar sofranın son durumunu görüştüler.
Çeşitli
peynirler, soğuk etler ve füme balıklar sofrayı donattı. Bilmem kaç derecede
soğutulmuş beyaz şarap şişeleri açılmaya başlandı. Ev sahibi Anjel, tadacağı
şaraptan bir ufak yudum alıp ağzında gezdiriyor, önce gözlerini kapatıyor sonra
aralıyor, sanki çocukluğunu anımsıyor gibi, derin derin uzaklara bakıyordu. Reddettiği
şişeler de oluyordu. Sofradaki yedi kişiye yarımşar kadeh şarap dağıtıldıktan
sonra o şişe kaldırılıyor, yeni şişeden temiz kadehlerle tadılıyordu.
Yemek
sürdü de sürdü. Sonunda ortaya, bir büyük tepsi içinde, soslanmış kuşlara
benzer bir yemek geldi. Gümüş çanaklar içinde parfümlü sular dağıtıldı. Herkes
tepsideki pişmiş yaratıklara, elle daldı. Ben de öyle yaptım. Üçüncü minik kuşu
yediğimi sanıyordum ki Anjel bana döndü sordu: “Kurbağaları beğendiniz
galiba...”
Öğleden
sonraki çalışma seansını da bitirdik. 22 uçağıyla Zürich'e döndük. Hafif bir
akşam yemeğinden sonra Konstanz'a yollandık. Ama yollanmakla kaldık, çünkü
Franz Winterthur'dan geçerken, arabasını Parkotel'e sürdü. Bana da “Benim barda
bir sevgilim var. Onu atlayıp geçemem. Bir saat kalır gideriz” dedi.
Gerçekten
de güzel barmaidlerden biri, Franz'ı güler yüzle karşıladı. Ve o kadar...
Franz'ın “sevgilim” dediği kızdan göreceği lütuf, yalnız ve yalnız bu güler
yüzdü. Elini bile tutturmuyordu. Ama bizim Casanova sabırlıydı. Dil döküp duruyordu.
Yorgundum. Barın sabahın saat dördündeki kapanışına kadar, Franz'ı kaldırıp
yola çıkaramadım. Üstelik ertesi sabah sekizde, Almanya'da iş toplantısına
katılacaktık. (…)
(Yaşama Sevinci, 1997)