Aydın Afacan

Yazar, Şair

Doğum
Eğitim
Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümü

Şair ve yazar. 1964, Bingöl doğumlu. Hacettepe Üniversitesi Eğitim Bilimleri Bölümünü bitirdi. Ankara Üniversitesinde Güzel Sanatlar Eğitimi dalında yüksek lisans ve doktora yaptı. Çeşitli dergi ve gazetelerde, şiirleri; sanat, eğitim, toplum ve kültür üzerine yazı ve söyleşileri; şiir, resim ve roman incelemeleri yayımlandı. Eğitim, sanat ve mitoloji konusunda çeşitli üniversite ve sanat kurumlarında seminer ve konferanslar verdi. ‘Çocuk ve Okuma Kültürü Sempozyumu’ başta olmak üzere, ulusal ve uluslararası düzeyde bazı sempozyum ve toplantıların gerçekleştirilmesine katkıda bulundu; editörlük yaptı. 1996’da aynı yıl yayımlanan Itır ve Güneş adlı eserine Yunus Nadi Şiir Ödülü verildi. Kül Öykü Gazetesinde ‘Foto-Grafi’ başlığıyla fotoğraf üzerine denemeler; Sincan İstasyonu dergisinde de ‘Bulut Defteri’ başlığıyla edebiyattan antropolojiye, mitolojiden sanat tarihine uzanan eleştirel denemeler yazdı.

Ankara’da yaşayan Aydın Afacan 2006-2012 yılları arasında Türkiye Yazarlar Sendikası Ankara temsilciliği yaptı.

 

Hakkında Yazılanlardan:

 

“Itır ve Güneş kitabıyla ‘1996 Yunus Nadi Şiir Ödülünü kazandı Aydın Afacan. Şiirini ‘sürgün güller’den ve söz’deki ‘lâl’(e)den devşirdiğine bakılırsa, gelenek’in ‘eski Bahçeler’inde gezindiğini söyleyebiliriz onun. Yan Yana Yedi Kırmızı, Aydın Afacan’ın, şiirini ‘esrarlı ve eski kitaplar gibi okuduğu bahçe’yi çok iyi tanıdığını gösteriyor. Sadece iyi tanımakla kalmıyor, o bahçeyi kendinin de kılıyor.” (Hilmi Yavuz)

 

Bence Aydın Afacan ’80 Sonrası Şiir’i de içeren analitik bir şiirin eşiğindedir(…)Alıntı, gönderme, anıştırma, yansılama, öykünme; hayır, metinlerarasılıktan başka bir şeydir Aydın Afacan’ınki. Mevcut şiir tariflerinden çok farklıdır, ölçütlerimizin dışına, gurbetine düşen bir denek.” (Hüseyin Ferhad)

 

“...Afacan’ın, iç uyaklardan ve ses benzerliklerinden yararlanarak şiirlerinde sağlam bir ses yapısı oluşturduğunu görüyoruz (...) Aydın Afacan’ın Itır ve Güneş’ini, bir ilk kitap olmanın ötesinde, önemli bir çıkış önemli bir şiir başarısı olarak alıyorum. (Hüseyin Atabaş)

 

“Geleneği, ölü bir çizgi üzerinde diriltmeye çalışan değil, canlılığını önde tutan bir şiiri var Aydın Afacan’ın.” (Bâki Asiltürk)

 

 “Aydın Afacan, eski edebiyatımızın, kavram, örge ve mazmunlarından yararlanmasını; divan edebiyatındaki ‘oranlama’ (tenasüp, ilham-ı tenasüp, müraat-ı nazir, cemiyet, itilaf, telfik, tevfik) denilen söz sanatlarına yaslanarak onlar aracılığıyla çağdaş şiirler damıtmasını biliyor.” (O. Nuri Poyrazoğlu)

 

“Afacan(…)‘Şiir ve Mitologya’ ile de entelektüel donanımını güçlü bir biçimde ortaya koyuyor.” (Hilmi Yavuz)

 

“Aydın Afacan ‘Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası’ adlı kitabıyla mitoloji deyince ilk akla gelen Azra Erhat, Ülkü Tamer, Yıldız Cıbıroğlu gibi mitoloji üzerine düşünen ve bu konuda ürün veren yazarların arasına yazdı adını.” (Ersun Çıplak)

 

 “Afacan, Rengîn ve Hayâl’de, somut gerçeklikten hoşnut olmayan ve her şeyin ‘kirlendiği’ dünyada, kurtuluşun tek imkânı olarak, kendisi gibi, “çekil[me] şiir” diyen okuru bir yolculuğa çağırır (…) Farklı biçimsel deneyler ve özgün imgelerle inşa edilen şiirlerde, okur dilin sınırlarında gezinir.(…)Afacan, rengîn ve hayâl’de, olgun ve usta işi söyleyişle, yenilikçi bir tavrı kaynaştırarak çağdaş Türk şiirinin önemli şairlerinden biri olduğunu kanıtlıyor.” (Gökhan Tunç)

 

Aydın Afacan, bir düş âleminin ayrıksı şairi. Hani hiçbirimizden değil (…) Çünkü elimdeki iki kitabı 'Yan Yana Yedi Kırmızı' ve 'Rengîn ve Hayâl' (1996 da Yunus Nâdi ödülünü alan Itır ve Güneş'e ulaşamadım) bir tufanın, ayrı bir dünyanın, farklı yerlerden bakmanın ve diğerlerine benzemeyen bir ozanın habercisi en başta.” (Hüseyin Peker)

 

Aydın Afacan’ın şiiri fraktal özellikler arz ediyor bana göre; metin daldıkça, kenarlardan sıyrılarak ilerleyip, derinliklere doğru daldıkça, sonsuzca bir tekrara (sonsuzluğun tekrarına) ilerliyor (…) Binbir Deniz’de yer alan şiirlerin insanda yarattığı açılımlar, insanın imge gücünü zorluyor adeta. Büyük bir zenginlik bu.(…) Binbir Deniz çağdaş bir destan gibi…” (Pakize Barışta)

             

“Mitoloji alanına dair uzmanlığını bildiğimiz Afacan, kadim olanın bilgisini şiirin dilinden bugüne taşımayı başarıyor (…) Binbir Deniz şiirin ve bir şairin yolculuğu. İlkin ve öncelikle böyle okumak gerek. Ama kıymeti yalnızca burada aranmamalı. Gılgamış’tan bu yana tüm cesur serüvencilerin de yolculuğu satır aralarına gizlenmiş durumda. Onlarla tanışmak, deryayı bilmek, kendi yolculuğuna hazırlanmak, yolculuk arkadaşları seçmek için de okunmalı bu şiirler.” (Asuman Susam)

 

          “Harflere sığınıyor Afacan. Mitten, rüyadan, anlamdan arındırılmış dünyaya bir ağıt yakıyor. Lirik bir ağıt bu. Adorno’nun söylediği bağlamda, ‘kendine özgü bir muhalefet’ geliştirerek… Şiirin hâlâ mümkün olduğunu düşünen şair, adeta o kandildeki çerağ olarak görüyor şiiri; oradan yayılacak nurun sahihliğine inanıyor. Hem Gâlib Dede’nin hem de Haşim’in ateşiyle tutuşturuyor meşalesini. Hem ışığa hem ateşe pervane olmuş olanı anlatıyor Afacan; -şairi…” (Ercan Yılmaz)

 

“… şiirlerde dikkatli, hassas ve mitolojiye meraklı okurun keşfedebileceği ve büyük hazlar alacağı oldukça girift ve heyecan verici dil ve kültür oyunları bulunduğunu söyleyebiliriz. İyi şiir okuru için oldukça derin ve anlamlı şiirlerle dolu bir kitap. İçtenlikle kutluyorum Aydın Afacan'ı.” (Ali Günvar)

 

“…özgün bir fikir sunması Bulut Defteri’ni emsallerinden ayıran en önemli özellik. Mesele edindiği konuları mevcut literatürün ışığının ötesinde kendi sorularıyla ele alan, her birini çok yönlü değerlendirip apaçık ortaya koyan bir yazar Aydın Afacan. Şairliğinin yanı sıra bir fikir adamı. Şiiri şiir, nesri nesir üstelik. Asla mevcutla yetinmeyen, sürekli araştıran, iç görüsü yüksek biri.” (Pınar Doğu)

ESERLERİ:

Şiir: Itır ve Güneş (1996), Yan Yana Yedi Kırmızı (2001), Rengîn ve Hayâl (2006), Binbir Deniz (2012), Âteşîn Beyaz (2015).

İnceleme ve Eleştiri: Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası (2003).

Deneme: Bulut Defteri (2017).

 

KAYNAKÇA: Hüseyin Atabaş, “Itır ve Güneş” (Pencere, Yeni Dizi: 3–4, Mart-Nisan 1997). Salih Bolat, “Bir kitap: Itır ve Güneş” (Şiir-lik, Sayı: 38, Nisan 1997; s. 8). Orhan Tüleylioğlu, “Itır ve Güneş” (Milliyet Sanat, Sayı: 406, 15 Nisan 1997; s.48). Kıvılcım Giritli, “Itır ve Güneş” (Kavram-Karmaşa, Sayı: 5, Kasım 1997; s. 105–106). Osman Nuri Poyrazoğlu, “Afacan’dan Damıtık Şiirler” (Öğretmen Dünyası, Sayı: 205, Ocak 1997; s.49). Refik Durbaş, “Şair Diyor ki -‘kırık tutanak’, Yan Yana Yedi Kırmızı’dan” (Sabah, 10 Şubat 2001). Papirüs Dergisi, “Yan Yana Yedi Kırmızı” (Papirüs, Sayı: 48, Şubat 2001;  s.62). Ahmet Yıldız, “Yan Yana Yedi Kırmızı” (Edebiyat ve Eleştiri, Mart-Nisan 2001; s.110). Osman Nuri Poyrazoğlu, “Yan Yana Yedi Kırmızı’lar Arasında” (Kıyı, Sayı:185, Ağustos 2001; s.11). Bâki Asiltürk, “Geleneğin Canlılığını Önde Tutan Bir Şair” Hürriyet Gösteri, Sayı: 230, Ağustos, 2002; s.55). Hilmi Yavuz, “Şiir ve Mitologya” (Zaman, 22 Haziran 2003; s.13). Hakkı Engin Giderer, “Itır ve Güneş”, (Edebiyat ve Eleştiri, Sayı: 68, Temmuz-Ağustos 2003; s.115). Ersun Çıplak, “Şiir ve Mitologya” (Düzyazı Defteri, Sayı:1, Eylül-Ekim 2003; s.58). Bâki Asiltürk, “Şiir ve Mitologya” (Virgül, Sayı: 66, Ekim, 2003; s.2). Gökhan Tunç, “Suya yazılan şiirler” (Kitap Zamanı, Sayı: 3, Nisan 2006; s.39). Hüseyin Ferhad, “Çarçu’da Kürdili Bir Akşam” (Yasakmeyve, Sayı: 21; Temmuz-Ağustos 2006; s.88–90). Sincan İstasyonu Dergisi, “Bir Şair: Aydın Afacan” (Sincan İstasyonu, Sayı: 7, Mart 2008). Hilmi Yavuz, “Azeri Prof. Aydın Afacan’ın Kitabını Nasıl Yağmaladı?” (Zaman, 16 Kasım 2011; s.13). Ercan Yılmaz, “Uzak Deniz’den Sayfalar” (Kitap Zamanı, 2 Nisan 2012; s.35). Pakize Barışta, “Afacan’ın Binbir Deniz’i Çağdaş Bir Destan Gibi” (Taraf, 20 Mayıs 2012; s. 16). Hilal Karahan, “Aydın Afacan Şiiri Dip Köşe Notlar” (Mor Taka, Ağustos 2012). Asuman Susam, “Hayata Şiirle Açılan Bir Geminin Yolcusu” (Cumhuriyet Kitap, Sayı:1173, 9 Ağustos 2012; s.16). Gökben Derviş, “Aydın Afacan, Binbir Deniz ve Kültür Şiiri”(Sincan İstasyonu, Mayıs-Haziran 2013; s. 30). Merve Akbaydoğan, “Lirik Korsan’dan ‘derya-deniz bir dünya’”(Mühür, Mart-Nisan 2013; s. 100-101). Koray Feyiz, “İki Yenilikçi Modern Şair: Aydın Afacan ve Mehmet Taner” (Şiiri Özlüyorum, Sayı: 54; Temmuz-Ağustos 2013). Ercan Yılmaz, “Dünya Rüzgârlı Bir Kitap” (Kitap Zamanı, 7 Aralık 2015; s.27). Birsel Kurt, “Âteşin Beyaz ve Tereddütü Aklamak” (Hürriyet Gösteri, Sayı: 319, Haziran-Temmuz-Ağustos 2016; s.96-102) Pınar Doğu, “Bulutlarla Gökyüzünü Okumak” (http://t24.com.tr/yazarlar/pinar-dogu/bulutlarla-gokyuzunu-okumak,16551). Dosyalar: 1. Deliler Teknesi -Gümüş (İki Aylık Şiir Eki) Aydın Afacan Özel Sayısı-, (Sayı: 12, Kasım-Aralık 2008; s. 81-108): Ayten Esgün,  “Aydın Afacan’la Söyleşi” (s. 83-85). Hilmi Yavuz, “Aydın Afacan Şiiri Üzerine Birkaç Not” (s. 86). Hüseyin Peker, “Büyülü Bahçenin Ozanı: Aydın Afacan” (s. 87-88). Ercan Yılmaz, “Aydın Afacan:  Zâtına Hoşça Bakan Narkissos” (s. 89-90). R.Aslıhan Aksoy Sheridan, “Aydın Afacan’ın gelincik ve süveydâ’ Şiirini Riffaterre’ci Yöntemle Okuma Denemesi(s. 92-97). 2. Yasakmeyve (İki Aylık Şiir Dergisi): Ahmet Telli, Hasip Bingöl, Nilay Özer, Ercan Yılmaz, Emre Ütükler, “Söyleşi: Şair ve Okurları: Aydın Afacan”. (s.6-15). Hilmi Yavuz, “Aydın Afacan’ın Rengâhenk Ufku” (s. 16). Ali Günvar, “Âteşîn Beyaz” (s. 17-18). V. B. Bayrıl, “Kabilenin Kelimeleri”(s.19-21). Röportajlardan:  Ece Temelkuran, “Afacan: Şiir Elden Çıkmadıkça Bitmiyor”, (Cumhuriyet, Yunus Nadi Ödülleri Eki, 28 Haziran 1996; s.9). Fevzi Yılmaz, “Şair ve Öğretmen: Aydın Afacan” (Eğitim ve Yaşam, Sayı: 6, Yaz 1997; s.86–87). Gülcan Özdemir, “Aydın Afacan: Şiir Mitologyaya En Yakın Alan” (Hürriyet Gösteri, Sayı: 252,  Ekim, 2003; s.60–61). Salih Bolat, “Aydın Afacan ile Şiir ve Mitologya Üzerine: Mitologya sadece şiirin değil bütün kültürün ortak zemini konumundadır.” (Cumhuriyet Kitap, Sayı: 726, 15 Ocak 2004; s.14). Mehmet Emin Düzgün, “Aydın Afacan’la Söyleşi: Edebiyatımızın En Ciddi Sorunlarından Biri ‘Okumaz-Yazarlık’tır” (Kum, Sayı: Eylül-Ekim 2004; s.45–47). Yazı-Hariç Dergisi, “Şair Aydın Afacan ile Söyleşi” (Yazı-Hariç, Sayı: 6, Haziran-Temmuz 2006; s.24–32). Hayâl Dergisi, “Bir soru-Bir Görüş”, (Hayâl, Sayı: 24, Ocak-Şubat-Mart 2008; s. 3). Aslı Şahinkaya, “Aydın Afacan’la Söyleşi” (Sahaf, Sayı: 3, Mayıs-Haziran 2010; s. 4-6). Ayla Onar, “Bu da Mitolojik İntihal” (Evrensel, 28 Aralık 2011; s.12). Fulya Bayraktar, Tümay Çobanoğlu,Aydın Afacan ile Şiir ve Mitologya Üzerine”, (Lacivert, Sayı: 43,  Ocak-Şubat 2012; s. 50-58). Adnan Gerger, “Bir Şair Kuğulu Parkta Ne arar?” (Haber Türk –Ankara, 29 Ağustos 2012; s.6). Celaleddin Koç, “Okur olarak yazanın kendisi de dahil olmak üzere başka yolculuklara açıktır şiir” (Mühür, Mart-Nisan 2013; s.102-104).  Tuba Keçeci, “Aydın Afacan’la Söyleşi: Sanat ve Mitolojide Kedi” (Kedici, Sayı:20, Eylül-Ekim 2013; 8-13). Şirvan Erciyes, “Aydın Afacan: “İyi bir şiir kitabının ardında yüzlerce kitap vardır.(Edebiyat Haber, 9 Mayıs 2016, http://www.edebiyathaber.net/aydin-afacan-iyi-bir-siir-kitabinin-ardinda-yuzlerce-kitap-vardir/). Ömür Şahin Keyif, “Şiir Ateşle Oynamaktır” (Birgün, 20 Ocak 2016; s. 15). Serdar Aydın, “Aydın Afacan’la ‘Bulut Defteri’ Üzerine Söyleşi”, (Meda Kitap, 23 Şubat 2017, http://medakitap.com/2017/02/23/aydin-afacanla-bulut-defteri-uzerine-soylesi-serdar-aydin/). Ümit Yıldırım, “Olympos’taki Şölen: ‘Bulut Defteri’ Odağında Aydın Afacan’la Söyleşi” (Kasabada Esinti, Sayı: 14, İlkbahar 2017; s.84-89). Ercan Yılmaz, “Aydın Afacan ile Söyleşi: Bulut Defteri” (Varlık, Sayı: 1322, Kasım 2017; s.100-101). 

 

delta

bir soruyum burada ben ‘hangi’yim

geldim geldim bir ağaca bölündüm

 

buluttan firar eden yağmur demişti:

dünyaya sulardan bakan bir gözdüm

 

nehir mi, deniz mi, hangisi anlatır aşkı?

çöl geçildi, dağ delindi; düşe döküldüm

 

nedir üçgen; bir kayboluş?..erişen kim?

‘çatal’dı yollar, yedi deryaya sürüldüm

 

kavuştuğu yerde ölür mü nehir; hangi

sözlerdeyim ki, niye ben boşluğa düştüm?

inci

derin suların dibindeymiş güyâ

yağmurun en beyaz tanesi

uğuldar oralardan

kabuğuna sarınmış bir denizin erinci…

kızarır mercan

ve açılır hayâl  hazinesi

  bizi anılarla avutur zaman

sanki hep düşlerle büyümüş dünya…

 

ak gerdanda ışıldayan tanelerdik

ve ay ışığı bilendik

göğsünüzde

şen bir gece şarkısı edindi dünya

 

ve sanki ‘sayılı’yız ya,

bir-olmaza dizmişler de

saçılmışız,

büyük ve uzun bir salonda

beyaz kuğular gibi o kadınlar!..

 

bir sedef  labirentindeyiz güyâ

açılıp kapanan bir uğultu

suların o derin müziği!..

sonra sizmişsiniz

sedef uğuldamış, çınlamış sözleriniz

birdenbire dağılmış etrafa o beyaz rüyâ

nar kırmızı bir masal

Ömer ile Asê Mamuk’a,

                          onların aziz hatırâsına

 

cam içinde nar tanesi kırmızı

dönüyor  bilye içinde

  gökkuşağı, esinti

hep ilkyazlarla dalgın

alıngan bir çocuk

ki,

ilkyaz sanıyor kendini hâlâ

zaman gitgide ince bir sızı

 

ufukta sürgit akan bir yazı

elifine ve sabırla işlenmiş

bir büyük bahçe içinde

  dalgın ağaçlar

ve dede,

o âsûde yeşil gözler

 ki,

daldıkça, uzağı derinleştirirler

ve dalgın bahçeler

dokuyan bu rinde,

hep, elinde bir pipo ile,

bakıyor zaman...

akar, esrarlı ve eski kitaplar gibi

okuduğu bahçeyi,

talan izleri taşıyan düşlerimizi

rüzgârın uğultusuna salıp

dede,

eski bir yaz yağmuru ile ağır ve sade

                  akar zaman içinde...

 

duası berrak bir pınar, gülü kırmızı

yaz evi, duvar lâmbası, dantel

  masallar devri, mahzun

geyik postu seccade

bir gün anlatılacaktır,

 “göç ve kundak” hikâyesi

ve kanlı nal sesleri...

-gel gör ki, zaman islenmekte

giderek sönmekte

masallarda insan sesleri-

bir gün anlatılacaktır,

büyük ve geniş bir evde

ve kısa geçilmiş

uzun hikâyelerle incelmiş ömür:

ebruli  büyükanne

ki,

gül dolar acısına

ve sözleri, gül açılır uykularda,

bir ilkyaz yağmuru ile birdenbire

                          “evvel zaman içinde”...

 

cam içinde nar tanesi kırmızı

dönüyor zaman içinde

  sürgün bir gökkuşağı

 

o cam evimizdi bizim kırıldı!..

‘Siyâhlık’, Lethe ve Mnemosyne

‘Siyâhlık’, Lethe ve Mnemosyne

 

Aydın AFACAN

 

Ahmet Oktay şiirinin belirgin özelliklerinden biri “siyahlık”tır. Hem düzyazısında hem  şiirinde görülen bu “siyahlık”, içinde yaşadığımız dünyaya ilişkin yoğun bir karamsarlığı barındırdığı gibi, dünyanın “düzen”ine karşı bir ret tavrını da  içeriyor elbette. “Keder bulaşıyor üstüme herkesten” (Söz Acıda Sınandı,1996)1 diyerek; aşkı da siyah ve karanlıkla (“siyah pelerin”, “siyah kadın”, “siyah gelinlik”, vb.) bitiştirerek, içinde yaşadığı toplumsal düzeni katlanılmaz bulan melankolik bir hava... Ama Freud’un, melankoliye ilişkin yorumundaki dış dünyaya kayıtsız ve edilgin ruh halinin tersine  bir şiiri var Oktay’ın; “...anladım, kederdir her kalbin içi” derken de:

 “Sırrın dibine bak! İğvadan ürkme

diri ve ölü gör Eurydike’yi;

Gömülecek kendi efsanesinde

her insan, olgunlaştıkça ezgisi.

Ayna açıldı artık, su damıtık,

birikirken bellekte kalabalık;

anladım, kederdir her kalbin içi”.(Az Kaldı Kışa, 1996)2.

 

                Seçilen temaya ister mitolojik bir motif taşınsın ister gündelik pratiklere değinilsin, düzyazı ve şiirlerde “siyah”a ilişkin kavram ve imgeler doğrudan verilmediği yerde bile, Oktay’ın yapıtının “siyahi” tonu bir şekilde duyumsatır kendini. Yalnızlık, iletişimsizlik, ölüm, sürgün, intihar gibi temalar, karamsarlığın yolunu ister istemez açar. Ahmet Oktay şiirinde, bu ton sanki daha bir koyulaşmaktadır. Oktay’ın, “Melankoli Üzerine” adlı yazısında, ömrünün yarısını “melankolik bir suskunluk” içinde geçirmiş Alman şair Hölderlin’den yaptığı bir alıntı şöyledir: “Ve açıkçasına, ruhumu ciddi ve acılı dünyaya adadım”3.

 

Bu “acılı dünya”ya ilişkin ciddi bir arayış vardır Oktay’ın yapıtlarında; kendi deyişiyle, “Neyi bulacağını bilen bir Söz’ün arayışıdır bu”4. Oktay’ın etkin ve üretken okur-yazar birikimi, bu arayışın ürünüdür;  “çoğul” bir  araştırma/okuma ve yazma uğraşıdır bu. Oktay’ın “arayış”ının bu yazımız bağlamında değinilecek noktalarından biri “ruh-karanlık buluşması”dır: “... Ruh doymaz. Açtır hep. Av arar. Kuytuları sever, karanlığı.” (Söz Acıda Sınandı). Şiir bu buluşmadan doğuyor sanki; böylece karanlık (siyahlık) da değerli bir esin kaynağı olarak adeta kutsanıyor. Az Kaldı Kışa adlı yapıtında, Yunan Mitologyasından esinlenen, “Orpheus ile Eurydike’den” adlı uzun bir şiirin “parçalar”ı yer alır5. Bu  yapıt, bir toplam olarak teknik ve içerik değeri  bir yana; mitolojik bir öyküden yararlanılarak, karanlık ve sanat arasında kurulan çağrışımsal bağlantılar açısından da önem taşıyor. “Şairlerin atası” sayılan Orpheus,  sanat yapıtlarında en çok işlenen mitolojik kahramanlardan biridir. Orpheus, aracılığıyla gece (karanlık) ve sanat arasında çeşitli bağıntılar kurulmuştur sanat yapıtlarında. Örneğin M. Blanchot, şöyle demektedir:

“Orpheus Eurydike’ye doğru indiğinde, sanat gecenin kendisi aracılığıyla açıldığı güçtür. Gece, sanatın gücüyle, onu karşılar, ilk gecenin güleryüzlü içtenliği, anlaşması ve uyuşması olur. Ama Orpheus, Eurydike’ye doğru inmiştir: Eurydike, onun için, sanatın ulaşabileceği uçtur, o, kendisini gizleyen bir adın altında ve kendisini kaplayan bir örtünün altında, sanatın, arzunun, ölümün, gecenin kendisine doğru uzanır gibi göründüğü son derece karanlık noktadır. Gecenin özünün öteki gece olarak yaklaştığı andır o”6.

 

Bir çok sanat yapıtına bakıldığında, “sanatın gücü”nün geceyi “sanatsal kıldığı” gibi ondan esinlendiği/beslendiği de görülebilir. Sanatsal bir değerlendirme açısından önemli olan “sanatın gücü”dür elbette. Oktay’ın “Orpheus ve Eurydike’den” i  şu dizelerle açılır:

“Her ezgi yabanıldır. Karanlıktan doğar,

ister sevinci övsün isterse kederi;

sessiz tohumda olgunlaşır yazlar, kışlar;

remilde değildir falcının gördükleri,

mahzensi sözcüktedir. Birini seçeriz

ve ya Melek’le ya Şeytan’la sözleşiriz;

hiç kimse bilemez sınamadan kalbini”.

 

Yine bu yapıtla, Mistik Çin Felsefesinin, Jung Psikolojisi’nde de yansımalarını bulan iki ilkesi (Yin ve Yang) arasında kurulabilecek ilişki de şairin, karanlığa ilişkin vurgusu açısından değerlendirilebilir. Çin Diyalektiğine göre, Yin  (dişil, karanlık, edilgin) ve Yang (eril, aydınlık, etkin) ögeleri, yaşamın temelinde yer alan ögelerdir. Ruh burada da karanlığı arıyor; “dişil ve doğurgan” olan karanlığı...Şiirden bir bölüm şöyledir:

Yıllardır birbirini arıyor Yin ve Tin

yazıtlarındaki iz konuşuyor kiminle?

Yitik Gezgin! Hem herkes hem hiç kimsesin

Giz belki her gün duyduğun o gürültüde.

Girdiğin mahzen açıklamaz, gördüğün saklı

Bir şarkı için kalp ölüme çoktan razı;

Ama zor olgunlaşır doğacağı gece”.

 

‘Tin’in, karanlık ve edilgin Yin’e eğilimi, bizi, yine melankoli üzerinde  düşünmeye götürüyor. Bu noktada, Oktay’ın melankoliye bakışına, yukarıda anılan yazısını da göz önünde bulundurarak değinmekte yarar var: Oktay, kendi açısından melankoliyi bir tavır olarak alıyor; “kültürel bir tavır olarak”… Melankolinin “meşru bir zemini” vardır ona göre; bu zemini bir tür “Aradalık”  oluşturuyor: “Çökenin çökmüşlüğü ve Doğacak Olan’ın doğmamışlığı”. Bu saptama, Heidegger’in,  Hölderlin’in şiirine ilişkin bir yorumu ile ilintili: “...Uçup gitmiş Tanrıların Artık-olmayışı ve gelmekte olan Tanrının daha-gelmemişliği”. Yine bu bağlamda, Oktay’ın, Heidegger’in yorumundan yaptığı alıntının bir kısmı daha  buraya aktarılabilir: “Ozanın kendisi öncekiler, yani Tanrılarla sonrakiler, yani halk arasında duruyor. O Ara’ya, Tanrılarla insanlar arasına  atılmış olandır o. Ama yalnızca ve ilk kez bu Ara’da karara bağlanır insanın kim olduğu ve varoluşunu nereye yerleştireceği...”7.

 

            Freud’un melankoliye ilişkin saptamaları içinde, acı çekme, dış dünyaya karşı ilgisizlik, kendini cezalandırma isteği, intihar vb. durumlar sayılır. “Dış dünyaya ilgisizlik”, melankolide,  bir bakıma edilgin bir ruh halinin varlığına işaret etmektedir.  Bununla birlikte, ilkçağdan günümüze melankolinin, Demokritos, Empedokles, Friedrich Hölderlin, Albrecht Dürer, Gerard  de Nerval, Georg Trakl, Walter Benjamin’in de aralarında bulunduğu bir çok sanatçı ve düşünürün adıyla birlikte anılması da önemli bir noktadır. Ortaçağ hekimlerinden Constantinus Africanus, De Melancholia adlı kitabında, Hippokrat’a dayanarak şu saptamayı yapar: “Bilgelik ve hakikat arayışları da, abartılı boyutlara varırsa melankoli ortaya çıkarabilir...”8.Geçmeden, son yılların ruhbilimcilerinden H. Tellenbach’ın gözlemlerine ilişkin bir alıntı da aktarılabilir: “Melankoliye eğilimli kişilerin günlük yaşamlarında, ciddi, güvenilir, çalışkan, vicdanlı, ayrıntıları önemseyen, sorumluluk duygusu yüksek özellikler tespit edilmiştir.” 9.

 

Bu bilgiler ışığında Ahmet Oktay’ın yapıtlarına bakıldığında bazı sonuçlara ulaşılabilir. Bir tavır olarak vurguladığı melankolik hava veya “siyahlık”, Oktay’ın yapıtında vicdan ağırlıklıdır. “Hayalet”e ilişkin izleriyle birlikte; edilginliğin aksine, içinde yoğun bir öfke taşıyan aydın tavrının yansıdığı dizelerinden bir örnek şöyledir:  “…Yitik oğullar, yitik kızlar / hortlayın, hortlayın! / Kuşatın vehimleri, / içine sızın bayramlaşmaların. // Ey evlerde basılanların / imdadına yetişmeyen Hızır! / Açıldı gözünde yeşimden lahit / dört yaşındaki yetimin / ama nerde ceset? / Kıyamın simgesi öfkenin körüğü ceset. // Açın üstünü! Görünsün kamuya, / aşkın verilmemiş gülü / işlenememiş cinayeti. / Açın da şakağındaki kurşun deliğinden / sokağa çıksın, sokağa / cumhurun süslenmiş bulvarına, / yazılarda ve bedenlerde / delirtemediği delilik. // Gömmeyin. Bırakın koksun, / kara veba gerek / bu ‘ayy inanamıyorum’ diyen / görüntü çocuklarına.”(“Çıplak Hayalet”, Gözüm Seğirdi Vakitten,1996) 10.  

 

Bu “siyahlık”ın bir ütopya içerdiğini de unutmamak gerekir. Nitekim, yukarıda anılan yazısında, “...Ütopya boyutunu devre dışı bırakmakta ve medyatik hedonizmin verimli toprağını oluşturmaktadır”11 dediği “iyimserliğe” karşı tavrı olumsuzdur. Aynı yazısındaki şu sözleri, şiirine de ışık tutmaktadır: “Üzüntü, dünyada oluş’tan kaynaklandığı ve dünyaya yönelik olduğu sürece eleştiri duygusunu ve tinsel bir katlanamayışı içerir. Üzülmek, uzlaşmamak ve anlaşmamaktır”. Oktay’ın dünyaya yönelik ilgisi, aşk, ölüm, acı, sürgün, Nurhak, Kızıldere, Mansur, Bedreddin, Troçki, Orpheus, elektrik, karakollar, devlet daireleri, otobüs hatları, yoksullar, minareler vb. insana dair geniş alanlarda yoğunlaşmıştır: Bir sanatçı ve  vicdan sahibi bir entelektüel olarak, sanat, siyaset, tarih, ekonomi, politika, kültür, gündelik yaşantılar vb. işlerken de, başka metinlere,  mitologyaya  göndermelerde bulunurken de “dünyada oluş”un, eleştirel olmanın bilinciyle hareket ediyor. Bu özellik, şiir çizgisinin başından beri değişik temalar içinde süregelmektedir. Burada, Kara Bir Zamana Alınlık (1983) adlı yapıtından hemen bir örnek verilebilir: Kitabın ikinci bölümünün adı, Hesiodos’un bir yapıtıyla aynı: İşler ve Günler... Antik Şair, temele, mitolojik yasaları, Zeus’un karşı konulmaz yasalarını koyarak, tarım toplumunun “İşler ve Günleri”ne ilişkin öğütler verirken; Oktay, ekonomi-politik yorumları sanatıyla birleştirerek, şair-bireyin, modern çağın “kara zaman”ına ilişkin sorgulamalarını yapar. Başka bir deyişle: ilki, “işler” ve “günler”e tarımsal topluluğun kırlarından bakmıştır; ikincisi, kapitalizmin kentindedir: Fabrikalar, işçiler, grevler, “veremini kâküllere, rahimlere, günaydınlara bulaştıran Bankalar Caddesi”, reklamlar vb. vardır, onun “işler” ve “günler”inde... Oktay’ın, doğal olarak, yaşantı ve gözlemleri ile kaynaştırdığı, tarih ve toplumsal yaşam karşısındaki duyarlılığı, bütün yapıtlarında görülmektedir. Birkaç örnek daha  verilebilir12: “Güz / seslerle gelen güz: / çiçekçideki ellerimizin yılgın yanı / yüreğimizdeki en dayanıklı yer, /  bitirilmemiş aşk gecesinin hoyratı / denizi boydan boya devşiren balıkçıl, / dağlarda gün atımının çığlığı / kalemler, defterler, resimler / yeni ve ürkünç bir sözcük / Güz: / bir yerlere doğru koşan sesler / o sesler // Kavelciler, Kavelciler, Kavelciler.”(Her Yüz Bir Öykü Yazar, 1964); “Karın yabanıl tınlaması kesilince // Herkes ölülerini toplar /depremin, donmuş belleğin / ve tarihin kalıntısı altından”(Sürgün, 1979); “Auschwihtz, Gulag: Döğmeler! / Devletin kıpkızıl mührü; / geçmişten savrulan küller / hâlâ kanatıyor göğsümü.”(Az Kaldı Kışa, 1996)… “Ezberimde tüm zulümler, / belleği öyle beslemez / çünkü aşklar. /…/ Vahşet vahşetle açıklanmalı. / Tazeyken yanık et kokusu / kılınabilir mi huzurla beş vakit / namaz? / Hangi kösnü, hangi düş, / hangi dua unutturabilir / toplu mezarları?” (Hayalete Övgü, 2001)

 

Ahmet Oktay’ın “siyahlık”ı, bizi, etrafımızda olup bitenlerle ilgilenmek konusunda kışkırtır;  huzursuzluğunu ve karamsarlığını bize de bulaştırarak... “Unutuş”a direnmek için belleklerimizi uyarır. Oktay, bir söyleşisinde şöyle vurgular bunu: “Toplumsal belleğin amnezyasına karşı çıkıyorum” 13. Amnesia, yani, unutuş; bellek yitimi... Çeşitli halkların mitologyalarında da işlenmiş bu önemli noktaya ilişkin küçük bir parantez açmak yerinde olacaktır:

Bellek ve unutuş; bu iki sözcük, insanın tarihi boyunca süregelen bir karşıtlığı ifade eder. Öyle ki, kültürün zemini sayılan mitologyanın da  temel motifleri  içinde yer alarak bir çok mitsel öyküye esinler sağlamıştır. Yunan Mitologyasında unutuş ve belleği karşılayan iki simgesel varlığın adı, Lethe ve Mnemosyne’dir. Lethe, Hades’e inen ölülerin, suyundan içerek yeryüzündeki yaşamlarını unuttukları bir kaynaktır ve unutuşu simgeler. Mnemosyne ise bellek (mneme)’i simgeler; o da bir pınar olarak kişileştirilmiştir. Lethe, alegorik biçimde, Hypnos(uyku) ve Thanatos’un (Ölüm) kızkardeşi de sayılmıştır bazı şiirlerde. Mnemosyne ise Yunan Mitologyasında, çeşitli sanat dallarının, akıl, düşünce ve yaratıcılığın dokuz esin perisinin (Mousalar’ın) annesidir. Mousalar’ın, Antik Yunan Edebiyatındaki yerleri o kadar önemlidir ki, Yunan şairleri, Hesiodos’tan başlayarak, yapıtlarını  Mousalar’a yakarışlarla açarlar. Şiirle bellek arasında gerçekten  ilginç bağlantıların kurulduğu mitologyada, Odysseus’un da bilgisine başvurmak için “Ölüm Ülkesi” Hades’e indiği Thebaili bilici Teiresias  gibilerin yanı sıra, şairlere de bellek konusunda ayrıcalık tanınmıştır. Şairlerin anlattıklarına, tanrıların (Mnemosyne’nin) ve   Mousalar’ın esini gözüyle bakılır. Örneğin İlyada ve Odysseia, “söyle/anlat tanrıça...” sözleriyle başlar ve olup bitenler bu “esinle” anlatılır.  

 

Oktay’ın, toplumsal bellekteki amnesia’ya karşı gösterdiği direnç, çeşitli uğrakları ve göndermeleri ile okurun belleğinde bir tür “anamnesis”in  de (anımsama) yolunu açıyor.  Yapıtındaki “siyahlık”, bu yönüyle de büyük önem taşıyor. Şairin söyledikleri, bir anlamda tarihi anımsatarak, belleği ve dolayısıyla vicdanı da harekete geçirmektedir. Örneğin şu dizelerde, Gestapo’ya teslim edilme kaygısı içindeki Benjamin’in intihar anı, bir ürpertiyle belleğimizde canlandırılırken; bu konuda hayli deneyimi olan ülkemiz  insanı/aydınının benzer yaşantıları ile  de birleşiyor:  “… Kanlıdır / ev anıları ve sar’ayla / titrer bilinç. Korkuyla / açılmıştır kapı: üniformalar! / Haplarını arıyor Benjamin. Bir ses / -her şeydir Kitap- diyor, -Bırak // onlar yaksın. / Kül: / taşılı bu yeni zamanın…”(“Uzak Düş”, Gözüm Seğirdi Vakitten,1996).  Yapıtlarında,  çokça ve çeşitli örneklerini bulabileceğimiz bu tavrına ilişkin başka bir örnek de Orpheus’tan beri, sanki ölümsüzleşen bir tema: “Ardına bakmak!”: “Karanlık ürkünç! Geri döneyim der / her hayalet. Ardında kalan izler,  / yırtık bir kitap, sararmış perdeler / sanki yitirdiği sevinci gizler  // Ama mutluluk kaydedilmez zamana” (“Orpheus…”, Az Kaldı Kışa,1996). Yukarıda “siyahlık” için dile getirdiğimiz bir noktayı biraz değişiklikle yineleyebiliriz: Oktay, seçtiği temaya ister mitolojik bir motif taşısın isterse gündelik pratiklere değinsin, düzyazı ve şiirlerinde  bellek, değindiğimiz bağlamda büyük önem taşıyor. Böylece, siyahlık (“kara güneş”, melankoli...)  bellek (mneme, Mnemosyne…) ile birlikte var oluyor. Bir şiirinde şöyle yazmaktadır: “Konuşmak istiyor, simsiyah / kesilmiş bir sesle, / içimizdeki Delilik / ve Kurtuluş beklentisi.” (“Radyomu istiyorum”,  Gözüm Seğirdi Vakitten,1996). Orhan Koçak’ın bir sorusuna verdiği yanıtta şunları söyler Oktay:

“İnsanın en önemli sorunsalının kurtuluş sorunsalı olduğunu düşünüyorum hâlâ. Kurtuluş sorunsalının da ancak büyük toplumsal dönüşüm fikriyle birlikte düşünüldüğünde anlamlı olacağına inanıyorum. (…) Bugünkü dünya koşulları içerisinde şairin bağlı olduğu idealinin zeminini yok etmesi de bence gerekmiyor. O yokedişi  haklı kılacak göstergeleri bulamıyoruz. Yani ne siyasal, ne toplumsal, ne düşünsel düzlemde bu zeminin tamamen yok edilmesini gerektiren bir şey var. İşte en yıkıcı adam bile, yapıbozumun babası Derrida bile eninde sonunda bir yerde bir hayaletle karşılaşıyor ve o hayaletin gerekli olduğunu söylüyor.”14.

 

            Bu noktada, Hayalete Övgü üzerinde kısaca durulabilir: Kendisinden önceki son üç kitapta (Gözüm Seğirdi Vakitten,1996; Söz Acıda Sınandı,1996; Az Kaldı Kışa, 1996) işaretleri verilen bu yapıt, -bazı özellikleriyle ayrı bir inceleme konusu olmakla birlikte- Ahmet Oktay’daki  siyahlık ve  bellek açısından da önem taşıyor. Bu yapıtta altı çizilen “hayalet”in, Marx ve Engels’in Manifesto’nun ilk cümlesinde sözünü ettikleri “hayalet” olduğu biliniyor. Bu bakımdan, Oktay’ın yapıtındaki karamsarlık, bir umuda mı dönüşüyor? Evet, çünkü, günümüz konjonktüründe Marksizm’e yapılan vurgu önemlidir  ve  kurtuluş  seçeneğini imliyor. Oktay, yukarıda belirttiğimiz gibi,  siyahlık’ı bir tavır olarak da benimsiyor; bu bakımdan, yapıtındaki karamsarlık, umudu da taşır. Biraz da bunun için yan yana gelirler ozanla madenci: “Sürgün kitabımdaki üç dize için / tepilmişti onca mesafe: ‘Madencinin lâmbası / ve kandili Ozan’ın / aydınlat yolu.” (“Madenci Lâmbası”, Hayalete Övgü).Ardından, şiirden şu bölüm de aktarılabilir:

 

“Aydınlattı mı yolu lâmba ve kandil?

Aydınlatabilir miydi? Yarınlarda

yanıt, benim bilemeyeceğim.

Yine de tutuk dilimde

söküldükçe açan alevsi bir çiçek var:

herkesin düşlerinden devşirilmiş

ve karabasanlarından.

Yaslıyım bir ölü evi kadar ve dudaklarımda

bir gelinin gülümseyişi.”.

 

Karanlıkla aydınlık isteğinin; melankoli ile yer yer insanı “ajite edecek” kertede dünyaya yönelik ilginin, yan yana iç içe yürüdüğü şiir çizgisinde, her durumda bir “yeraltı” vardır. Ve o “yeraltı”, Orpheus’tan “madenci”ye, “geçmişin göçükleri”nden melankolinin “Kara Güneş”ine, durmaksızın, çevremizle dünyayla ilgilenmeye çağırıyor bizi; kendini deşerken de anlattığı, dünyadır:

 

“Yuvamdı kuytuluklar; daha da sindim,

fal taşı kesildim dehşet

sarınca sokakları. Görülebilecek

yine de ardımda birkaç

saban izi. “Gece çağı dünyanın”

demişti Heidegger. O çağ

olgunlaştırdı siyahî harflerimi.

Doluyum tüm kıtaların anılarıyla,

ne çok aşk içimde, ne çok cinayet.” (“Aynı ve Değişken”, Hayalete Övgü).

 

 

 



1 Oktay, Ahmet. Toplu Şiirler .Genişletilmiş 2. baskı, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.

2 Oktay, Toplu Şiirler içinde.

3 Oktay, Ahmet. Medya ve Hedonizm. İstanbul: Yön Yayıncılık, 1995.  s.178-207.

4 “Ahmet Oktay ile ‘Sınanmış  Söz‘ Üzerine” (Söyleşi: Hilmi Haşal), Son Yeni Biçem, Kasım 1996;  Sayı:43, s. 20.

5 Bu yazının özellikle Az Kaldı Kışa adlı yapıtla ilgili bazı bölümleri için, yakında yayımlanacak olan Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası adlı çalışmamdan yararlandım.

6 Blanchot, Maurice. Yazınsal Uzam. Çeviren: Sündüz Öztürk Kasar, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1993. s.163.

7  Oktay, Medya ve Hedonizm, s. 205-206.

8 Teber, Serol. Melankoli: “Normal Bir Anomali”.  2. Basım, İstanbul: Say Yayınları, 2001. s. 177.

9 Teber, agy. ,  s. 252.

10 Oktay, Toplu Şiirler içinde.

11 Oktay, Medya ve Hedonizm, s. 178-207.

12 Oktay, Toplu Şiirler… ve  Hayalete Övgü. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2001.

13 “Ahmet Oktay’la Söyleşi” (Halim Şafak),  Kavram Karmaşa, Temmuz-Ağustos 2002; Sayı: 25,  s. 12.

14 “Kendi hayatımızı seyretmiyoruz biz…”(Söyleşi: Orhan Koçak, Mustafa Arslantunalı), Virgül, Eylül 2001; Sayı:43, s. 8.

 

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

Yay. Yer: Kül, Sayı: 32, Ocak 2003.; ss. 8-11.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------

MEDUSA’DAN ANTİGONE’YE… ‘DİŞİL FİGÜR’ VE ‘ŞAİRİN KANI’

MEDUSA’DAN ANTİGONE’YE… ‘DİŞİL FİGÜR’ VE ‘ŞAİRİN KANI’

 

 

  Aydın AFACAN

 

 

MEDÜZA[1]

             

Naci’ye

 

Derin, sessiz, iyi böylece

Güz, ölülerini bırakan kuşlar

Yer kalmadı acıya ülkemizde

Derin, sessiz, iyi böylece

Gün ortası alacakaranlık bakışlar.

 

Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz

Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar

Aşar söylediklerimizi çeker gideriz

Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz

Kıyısında camların bozbulanık rakılar.

 

Çizeriz yeryüzünü kaygısız ayaklarla

Yüzümüzdür bir yağmur ağırlığınca düşer

Sonra pek anlamadan içkiler ne çabuk biter

Ne kadar konuşursak o kadar bir sessizlik olur

Adımızı sorarız birine o bize adını söyler.

                                  Edip Cansever

 

  Edip Cansever’in ‘Medüza’ şiiri, adını ‘Medusa’ mitosundan almakla birlikte, yüzeyde bu mitosla doğrudan bir bağlantı görünmüyor. Şiir, Cansever’in, adını yine Yunan mitologyasından alan kitabı Nerde Antigone’de yer alıyor. Benzer durum kitabın başlığı için de söz konusu. Kitapta bu başlığı taşıyan ya da doğrudan Antigone’nin trajedisine uzanan bir şiir yok; ama şair, bu trajediye ilişkin çağrışımları, kendi yaşamına ilişkin sıkıntılarla birleştirmiş. Cansever, Metin Eloğlu ile söyleşisinde, kitaba ad olarak içindeki herhangi bir şiirin başlığını seçmenin ‘gereksiz bir alışkanlık’ olduğunu vurgulayarak şunu ekler: “Ayrıca kitabımdaki şiirler belli bir yaşantının ürünleri. ‘Nerde Antigone’ ise bu yaşantıyı simgeliyor; düşünülerime, duygularıma da daha bir açıklık kazandırıyor.”[2]

  Edip Cansever’in başka metinlerle bağlantıları olabildiğince dolayım edinmiştir. Yer yer bir takım işaretlerle; efsane, mitos benzeri ürünlerden alınmış ve olabildiğince geri plana çekilmiş içeriklerden, parçacıklar, adlar vb. öğelerde görünür bu bağlantılar. Nerde Antigone, İkinci Yeni şiirinin bazı tipik özelliklerini taşımanın yanı sıra, başka metinlerle kurulan ilişkilerin de dolayımlar edindiği bir yapıt. ‘Medüza’ şiirindeki gibi… Şiirin başlığı ünlü Yunan mitoslarından birine ait; ne var ki, bu mitosa ilişkin ‘ok işaretleri’, söz yerindeyse ‘işaretin kendisini’ gösteriyor. Bu özelliklerin birtakım çağrışımlar yoluyla şiiri farklı yorumlara açık kıldığı bilinen bir durumdur.

  Cansever’in şiiriyle Medusa mitosu arasındaki bağlantılara geçmeden önce, öyküyü kısaca anımsamakta yarar var: Medusa korkunç görünüşlü üç Gorgon’dan (veya Gorgo’dan) ölümlü olanıdır. Yeryüzünün batı kıyısında, ölüler ülkesi yakınında bir mağarada oturan yılan saçlı, altın kanatlı, tunçtan elleri ve domuz dişleriyle hep korkunç biçimde tasvir edilen Gorgonlar, tanrılar için de tiksinç ve dehşet verici idiler. Onlara doğrudan bakan ya da içe işleyen bakışlarıyla karşılaşanlar taş kesilirdi. Zeus’un Danae ile birleşmesinden olan oğlu Perseus, tanrılardan Hermes ve Athena’nın öğüt ve yardımlarıyla ölümlü Medusa’nın kafasını kesmeyi başarır. Onların sağladığı, uçmaya yarayan kanatlı sandallar, parlak bir kalkan ve orak biçiminde bir kılıçla, Gorgonlar uykudayken ve Medusa'nın görüntüsünden kendini kollayıp, kalkandaki görüntüsü yardımıyla canavara yaklaşarak başını uçurur; kesilen boynunun sağ damarından yaşam sol damarından ise ölüm sunan kanlar fışkırır. Poseidon’la birleşmesinden olan kanatlı at Pegasos ve insan ikizi Khrysaor da bu esnada Medusa'nın kanından doğar…

  Birçok Yunan mitosu gibi Medusa mitosu da sanat tarihinde birbirinden çok farklı yorumlarla ilham kaynağı olmuştur. Italo Calvino, bu efsaneyi, sanat yapıtı ile doğa arasındaki dolayımlı ilişkiyi ortaya koymak için kullanır: “Medusa’nın başını kesmeyi başaran tek kahraman, kanatlı sandallarıyla uçan Perseus’tur: Bakışını Gorgo’nun yüzüne değil, bronz kalkanındaki imgesine çeviren Perseus.”[3] Sanat ve gerçeklik ilişkisini belirleyen bu konum, “yansıtma” değil, “dolayım” üzerinde temellenmiştir; Medusa’nın, “nesnel gerçekliği”; Perseus’un ise sanatçıyı temsil ettiği düşünüldüğünde, yapılacak iş bellidir: Gerçeklik karşısında “taş kesilmeden”, güç bir işin üstesinden gelmek; bakışını Medusa’nın yüzüne değil, bronz kalkanındaki imgesine çeviren Perseus’un yaptığı gibi[4]… Başka bir açıdan biraz da Cansever’in yaptığı gibi: Doğrudan bir bağlantı yok; ama Medusa’nın mağarasındaki ‘bakışlar’, günümüze, ‘acıya yer kalmamış ülkemize’ ve şairin yakın çevresine taşınıyor sanki: “Derin, sessiz, iyi böylece / Gün ortası alacakaranlık bakışlar”…

  Şairin, gündelik uğraşlarla iç içe; kendine, dostlarına, kısaca yakın çevresine ilişkin sıkıntılarının mitolojik esintilerle buluştuğu yer, ‘alacakaranlık’ bir atmosfer sunan şiir metnidir: “Bir buluşma yeridir şimdi hüzünlerimiz / Biz o renksiz, o yalnız, o sürgün medüzalar”… Ardından şiirin doğasına ilişkin bir dize: “Aşar söylediklerimizi çeker gideriz” ve ardından bir esrime, bir ‘durgunluk’ hali (Bir tür ‘taş kesilme’ sayılabilir mi?): “Ülkemiz, toprağımız, her şeyimiz / Kıyısında camların bozbulanık rakılar”. Aslında Nerde Antigone’deki her bir şiirle bağlantılı, daha geniş bir ‘mytho-poetik’ okuma ortaya ilginç sonuçlar çıkarabilir; -ancak geniş bir inceleme bu boyutta bir yazının sınırlarını çok aşacaktır-.  Bu yazıda Antigone bağlantısı dolayısıyla üzerinde kısaca durulacak ‘Salıncak’ bir yana, örneğin ‘Bedevi’ ve ‘Yılkı’dan, ‘at’a dolayısıyla Medusa’nın kanından doğan ve sanat tarihinde bir simge haline gelen kanatlı at Pegasos’a doğru iz sürülebilir. Ya, ‘Şairin Kanı’ndan çıkan nedir? Yalnızca, Medusa gibi ‘sevilmeyen yüz’ mü; “Tanrısız, kimsesiz, her şeysiz biraz”?

  Medusa’nın kafası kesilir ve başında Zeus’un bulunduğu Olympos panteonundan Athena’nın ünlü kalkanının ortasına yerleştirilir. Bakanın taş kesildiği Medusa başı, bir başkasının -bir egemenin-, hizmetinde iş görecektir artık. Bu bir ‘iktidar değişmesi’ olarak da yorumlanabilir. Bu yönde bir bakışa, kuramsal anlamda aralanacak ilk kapılardan biri feminist yaklaşım olmalıdır. Diğer birçok mitos gibi Medusa mitosu da birbirinden farklı tradisyonlarda aktarılmıştır. Kiminde Olympos öncesi kuşağın canavarları arasında sayılırken kiminde ise bir ‘metamorfoz’un kurbanı olarak gösterilir. Birinde, o korkunç şekle sokulmasının nedeni, Athena’ya adanmış bir tapınakta Poseidon’un tecavüzüne uğraması iken, başka bir aktarımda, güzelliğiyle Athena’ya rakip olmaya kalkışmasıdır. Bu yüzden cezalandırılmış ve güzelliğiyle ünlü saçlarının her biri yılana dönüştürülmüştür. Diğer yandan, Diodoros’tan aktarılan ‘Euemerosçu’ bir yoruma göre, “Gorgolar, savaşçı ve Amazonlarla kıyaslanabilecek bir halktılar.” Amazonlarla yaptıkları bir savaşta yenildilerse de çabuk toparlandılar. “Daha sonra Perseus’un saldırısına uğradılar ve Herakles tarafından nihai olarak yok edildiler”[5]. Buradaki ‘yok edilme’ ataerkil düzenin yerleşmesinin bir marifeti sayılamaz mı? Ayrıca, ‘başı kesilen’ Medusa’nın adı, “hanım, yönetici, kraliçe anlamındadır”[6]. Bu mitosa değinirken, atın Ege’ye gelişinde bir giz bulunduğunu belirten Campbell’ın, Robert Graves’in tarihsel bağlamda bir yorumundan aktardığına göre, Perseus mitosu, “Helenlerin anatanrıça emanetlerine üstünlükleri olduğunu iddia eder. Gorgon rahibelerinin maskelerini sökmüşlerdir ve kutsal ata sahip olmuşlardır”[7]. Tüm bu noktalardan bakıldığında Medusa’nın ataerkil yanı ağır basan Olympos düzeninin kurbanı olduğu görülüyor. Gerçi Medusa’ya yapılanların başını bir tanrıça (Athena) çekiyor, ama bunu hangi düzen için yaptığı bellidir. Bu noktada ilginç olabilecek bir anımsatma: Athena, Zeus’un kafasından doğmuştur…

Antigone ve Medusa gibi iki mitolojik varlığın Edip Cansever’deki buluşması gerçekten ilginçtir. Çünkü sanat tarihindeki yeri bir yana, Medusa, feminist kurama gelinceye değin ‘düşünce tarihinde’ Antigone kadar ve onunla birlikte yer almamış gibidir. Ataerkil söylemle inşa edilmiş tahakküm mekanizmalarının ‘yapısöküm’üne girişen Héléne Cixous, Luce Irigaray ve Julia Kristeva gibi feminist düşünürlerle gelişen kuram için çarpıcı metaforlar sunan bir toprak var bu iki mitosta. Bu düşünürlerle gelişen dalga, iki mitos kahramanını birlikte ‘dişil simgesellik’ açısından önemsemiş ve bu bağlamda çeşitli tartışmalar yapılmıştır[8]. (Cansever, bununla ilgilenmiş miydi?) Şimdi de kısaca Antigone’ye bakılabilir:   

 Mitologya ile ilgisi, yüzeysel planda adıyla sınırlı görünen bu yapıtta, Antigone’yi bilen bir okur, örneğin “Salıncak” ve “Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka” şiirlerinde arka plana, yer yer bu trajik öykünün de eşlik ettiğini duyumsar. Antigone, trajik Kral Oidipus’un kızıdır. Sophokles’in tragedyalarında evlât ve kız kardeş sevgisinin örneği olarak yüceltilen Antigone'nin öyküsü, kısaca şöyle özetlenebilir[9]: Krallık yüzünden, Oidipus’un iki oğlu savaşır ve birbirlerini öldürürler. Tahta çıkan yeni kral (Kreon), yurduna (Thebai’ye) karşı savaştığı gerekçesiyle, ölen kardeşlerden Polyneikes’in gömülmesini yasaklar. Antigone, bu yasağa rağmen, kardeşini gömer; bunun üzerine, kayalıklara diri diri kapatılarak cezalandırılır...

  'Antigone mitosu, hakkında epey çalışma yapılmış mitoslardandır. Bu aynı zamanda bir o kadar yorum demektir. Antigone’yi mitos içindeki yerinden başlayarak ve ‘Aias’ ile bazı karşılaştırmalar da yaparak yorumlayan Latacz’a göre “Sofokles Antigone ile dünya edebiyatında ilk direniş oyununu yaratmıştır” Ama bu efsane çeşitli dönemlerin kendi özelliklerine göre farklı alımlanmış ve öyle yorumlanmıştır:  

1. Alman klasiğinin yorumu: Hümanitenin manifestosu olarak Antigone;

2. Hegel’in yorumu: Devlet ile ailenin uzlaşmazlığının manifestosu olarak Antigone;

3. Jean Anouilh’in yorumu: Antigone’nin eylemi nihilist dünya güvensizliğinin ifadesi oluyor.  (…)

4. Bertolt Brecht’in yorumu: Diktatoryayla soğukkanlı bir hesaplaşma olarak Antigone[10]

 

Tüm bu yorumlar Sophokles’in metninden kaynaklanır; yine Latacz’ın belirttiği gibi, “oyuna dıştan yamanmış değillerdir”. Yorumların her biri belli bir bileşeni öne çıkarmıştır. Hümanist yaklaşımlardan psikanalize varan bir alanda onca farklı görüşe yol açmış Antigone tragedyasından küçük bir bölüm şöyledir:

KREON: Biri savunuyordu yurdu, öbürü yakıp yıkmaya geldi / ANTİGONE: Ölüm eşit kılar onları, törelerinde ayrım gözetmez. / KREON: Aynı şerefe hak kazanamaz kötü ile iyi. / ANTİGONE: Ölüler ülkesinde yasa bakarsın değişiktir. / KREON: Ölüm sevgiye dönüştüremez nefreti. / ANTİGONE: Sevgi için doğmuşum ben, nefret için değil. / KREON: Git öyleyse sevgini paylaş sen ölülerle, yaşadığım sürece hiçbir kadın çekip çeviremez beni…[11]

 

  Kreon ile Antigone’nin diyalogu iki kutbun diyalogu sayılır bir bakıma. “Kreon için önemli olan şeyler, devlet, kanunlar ve itaattir. O ataerkil bir düzenin bireyidir. Antigone ise, insanın kendisine önem vermektedir, onun için en önemli erdem sevgidir” diyen Fromm’a göre, Oidipus, Thebai’nin kurtarıcısı olurken, Antigone ile aynı dünya görüşüne sahip olduğunu, yani anaerkil düzenin bir üyesi ve bireyi olduğunu göstermiştir… Fromm, yorumunu şöyle sürdürür:  “Yani bu eser, ataerkil yapıya uygundur. Böylece eserin gerçek anlamı gizli bir biçimde ortaya konmuştur. Artık ataerkil sistem tam olarak egemenliğini kurmuştur ve bu mitos da, bunun nasıl gerçekleşebildiğini aktarmaktadır”[12]. Irigaray tarafından da “… devletçiliğe dişil başkaldırının temel taşlarından biri ve otorite karşıtlığının bir misali olarak desteklenip savunulmuştu Antigone”[13]. Bu trajik kahramanla ilgili yorumlar, yer yer Freud’dan Lacan’a psikanaliz yaklaşımı ışığında değerlendirmelerin de katıldığı bir alanı kaplamaktadır.

  Antigone’nin öldürüleceğini bile bile zora dayanan yasaya karşı direndiği ortadadır; nefret değil sevgi paylaşmak için dünyaya geldiğini söylerken adeta bir insanlık dersi verir. Ama devletin (Kreon’un) yanıtı, sert soğuk ve aşağılayıcıdır: “Git öyleyse sevgini paylaş sen ölülerle, yaşadığım sürece hiçbir kadın çekip çeviremez beni”. Antigone karşısında ataerkil bir düzenin katı yasalarının olduğu kesindir bir bakıma. Diğer yandan bu noktada farklı bakış açıları da söz konusu: “Antigone’nin eylemi aslında baştan beri muğlaktır, yalnızca başkaldırma eylemi -ağabeyini gömmesi- bakımından değil, sözlü edimi -Kreon’un sorusunu cevaplaması- bakımından da; dilde ortaya konan bir edimdir Antigone’ninki” diyen Butler’a göre, “Antigone’nin kibir denen eril aşırılığa bulaştığı aşamadır bu”. Yani Antigone “yasaya aykırı bir edimde bulunurken yasanın sesini benimsediği için de erkeksi diye nitelenen edimler sergiler”[14]

Edip Cansever’in ilgilendiği, ‘yaşamış bir kadın’ın zor’un yasasına karşı gösterdiği direnç ve uğradığı ceza yani kayalıklara diri diri kapatılmasıdır. ‘Salıncak’ şiirinin IV. bölümündeki şu dizeler de ‘o kayalıklara’ gönderilmiş gibidir: “İşte / Yaşamış bir kadın yaşıyor orada / Yitmek, hani durmadan yitmek, ulaşmak bir aşkınlığa / Var ya / Orada / Tek imge kayalardır, işte orada / Yaşar hiç konuşmadıklarınız, işte orada / Dışa vurmadıklarınız, şimdi orada / Her şey hep kayalardır; otlar da, böcekler de, sular da / Günler de, zamanlar da / -Görünen bir zamandır çünkü orada- / Bir el yana düşmemiş, kaldı ki birden havada / Değilse bir hareket bu, yalnız orada / Orada / Bir ayak boyu yerde, bir kadın / Bırakılmış gibi yıllarca / Tanrım ona bir salıncak! / Taş kesilmesin diye taş / Donakalmasın diye boşlukta.” Bu dizeler Medusa mitosuna ilişkin çağrışımlar da taşıyor ve bir anlamda mitolojik öykülere en çok yaklaşmış dizelerdir kitapta…

Ahmet Oktay, ‘Şairin Kanı’ adlı anma yazısında, şiirin yazıldığı dönemin “şair imgesi’nin büyük ölçüde yıkıma uğradığı dıştalandığı bir dönem’ olduğunu vurgular. Oktay, Cansever’in “Kanıdır şairin bu hiç sevilmeyen yüz” dizesini anarak şunu ekler: “Doğrusunu söylemek gerekir: Yalnızca egemen çevrelerce değil, ilerici çevrelerce de sevilmemiştir şair. Ona hep bir görev öngörülmüş ve şair özerk davrandığı anda en ağır biçimde suçlanmıştır”[15]. Egemenlere karşı direnişi değil midir, Şair’e “Nerde Antigone” dedirten?.. Medusa, hem tanrılar hem de insanlar için ‘sevimsiz’ bir yaratıktır; Cansever’e ‘sürgün medüzalar’ı söyleten, Medusa ile hem egemenlerin hem ‘halk’ın sevmediği şair arasında bulduğu yakınlık olamaz mı? Son bir söz: ‘Şairin kanı’ndan hayal ufuklarımızda uçmaya devam eden şiirler çıktı, Pegasos gibi…



[1] Edip Cansever, Nerde Antigone (Yerçekimli Karanfil: Toplu Şiirler I içinde). Üçüncü Basım, İstanbul: Adam Yayınları, Şubat 1992; s. 102.

[2] Metin Eloğlu, “Cansever’in İşi Gücü’; bkz. Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda. İkinci Basım, İstanbul: Adam Yayınları, 1994; s. 79.

[3] Italo Calvino, Amerika Dersleri: Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri. Çeviren: Kemal Atakay, 2. Basım, İstanbul: Can Yayınları 2000; s. 22.

[4] Bu tartışma için bkz. Aydın Afacan, “Calvino’nun Dersleri” (Ankara İtalyan Kültür Merkezi ve Kanguru Yayınları’nın,  31 Ocak 2009’da düzenlediği İtalo Calvino KonferansıCalvino’yu Niçin Okumalı? Ankara: Kanguru Yayınları, Mart 2009; s. 39-50.

[5] Pierre Grimal, Mitoloji Sözlüğü (Yunan ve Roma), Çeviri: Sevgi Tamgüç,  İstanbul: Sosyal Yayınlar, 1997; s.218.

[6] Joseph Campbell, Batı Mitolojisi: Tanrının Maskeleri. Çeviren: Kudret Emiroğlu, 3. Basım, Ankara: İmge Kitabevi Yayınları, Ekim 2003; s.146.

[7] agy.  s.146-147

[8] Feminizm eksenli tartışmalarda mitoslardan psikanalize varan bir alanda Luce Irigaray’den Seyla Benhabib’e; Judith Butler’a birçok adın katkıda bulunduğu önemli bir çalışmalar toplamı söz konusu... Örneğin, sorunu psikanalizden tarihe, bilimden şiire çeşitli başlıklar altında feminizm ve mitler bağlamında ele alan yazılardan oluşan bir çalışma için bkz. Vanda Zajko ve Miriam Leonard (Ed.) Laughing with Medusa: Classical Myth and Feminist Thought, Oxford Universty Pres 2008. Bu ve benzeri çalışmaların ışığında yapılacak incelemeler konuya farklı ufuklar kazandırabilecektir.

[9] Aydın Afacan, Şiir ve Mitologya: Cumhuriyet Dönemi Şiirinde Yunan ve Latin Mitologyası. İstanbul: Doruk Yayımcılık, 2003; s. 159-160.

[10]Joachim Latacz, Antik Yunan Tragedyaları (Tarihçe-İnceleme-Yorum). Çeviren: Yılmaz Onay, İstanbul: Mitos-Boyut Yayınları, Tiyatro-Kültür Dizisi: 68, 2010; s. 188-199. 

[11] Sofokles, “Antigone”, Eski Yunan Tragedyaları I. Çeviren: Güngör Dilmen, 3. Basım, İstanbul: Mitos Boyut Yayınları Oyun Dizisi: 71, Kasım 2005; s. 88-89.

[12]Erich Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar (Sembol Dilinin Çözümlenmesi). Çevirenler: Aydın  Arıtan, Kaan H. Ökten, İstanbul: Arıtan Yayınevi,1990; s. 226-227.

[13] Judith Butler, Antigone’nin İddiası: Yaşam ile Ölümün Akrabalığı. Çeviren: Ahmet Ergenç, İstanbul: Kabalcı Yayınları, Mart 2007; s. 11.

[14] agy. s. 24. Antigone’yi ‘devlete başkaldıran dişil bir figür olarak’ incelemeye girişerek ilginç sonuçlara varan Butler’ın yaklaşımına da değinen bir makale için bkz Bonnie Honig, “Antigone’s Laments, Creon’s Grief”  Political Theory, Volume 37 Number 1, February 2009,  5-43,  http://online.sagepub.com… Honig, Butler’ın ‘inatçı irade’si ve ‘egemen söylemden ödünç’ söz dağarıyla bu söyleme yaklaşan Antigone’si ile birlikte Irigaray’den Nussbaum’a Lacan’dan Zizek’e birçok yorumu da ele alıyor yazısında.

[15] Ahmet Oktay, ‘Şairin Kanı’; bkz. Edip Cansever, Gül Dönüyor Avucumda. İkinci Basım, İstanbul: Adam Yayınları, 1994; s. 236-237.

 

-------------------------------------------------------------------------

Yayınladığı Yer: Yeniyazı, Sayı: 11, Güz 2011; s. 163-170.

-------------------------------------------------------------------------

ŞİİRLER

ŞİİRLER

 

Aydın AFACAN

 

 

 

panta rei

 

panta rei sevgilim, her şey akar

dünya rüzgârlı bir kitap

sayfalar, hevesler, çarşılar akar

ırmağa özenir söz; kavis ve girdap

yeryüzü anılardır

işte, bir sıradağ eğilip bakar da

yollar dillenir

gün yanığı düşler, tirşe efsaneler akar

 

falında mazi çıkmış kıyı kahvesi

geçmiş yazları sayar

gamzeler açar gülüşün,

eski denizler

ve sözlere akşam çökerken

evler, bahçeler akar

dünya mahmur bir yelkovan

sabahın sesinde bir garip telaş akar

 

panta rei sevgilim, her şey akar

yolda hep ‘mai’ bir zaman

bir çocuk sürüklenir anılarında

sanki ‘bir rüyadan arta kalan’ sel

gel gör ki, kuruyor etrafta dünya

panta rei sevgilim,

ay ışığı serpilmiş zamanın uykusuna

gün gelir kurak deltalara hayalin akar

 

 

 

 

İllirya yolunda

 

Bisele Mneme’ye

 

gün batı dağına inerken gördüm

rüzgârın içindeydi yaz…

elleri ardında kavuşan dalgınlık

gülerken

iki yanında dağlar biriken

iki yanında Dajti

iki yanında şubat neşesi

öğle güneşinden kalma bir şarkı

aşağıda, yeşil sisler içinde ülken

 

ansızın kalbinde bulduğun rüya

bulut illeri

anımsadıkça dağ oluyor insan

gelip gelip o solgun İllirya

gibi oluyor gibi duruyor ufkunda

 

şimdi sen böyle rüzgâra sevgili

yolların arkadaşı

fotoğrafa putunu diken çocuk

kıraç ufkunda bir rüya dili

ansızın burkulan gülümseme

sislerin, şarkıların annesi

bellek, evet, o,

bir tufana dönüşen yağmur lekesi…

 

 

 

 

elâ deniz

 

uçurum işlenmiş, elma ve beter

bir dünya

her şey belâ artık her şey belâ

elde değil,

ne vakit susmayı denesem

etrafı birdenbire basan sözcükler

 

üst üste yıkılmış günler; bir bir

ne o ateş

ne de o asi günah

gül çağına birdenbire çöken kış

elde değil,

kıyıya ne zaman insem

suya baldan ışıltılar döken o bakış

 

ve dünyayı denize bulayan öpüş

ama ağulanmış dudağındaki iksir

bir hatırada solan begonvil;

elâ gözlerinde yeşil hareler’…

ne tuhaf, rüyada toplanmış yıllar

heves ya da eşya

ne çaldıysa rengini artık

aşk sözcükleri bozgun

acı dil; rüyasına zakkum girmiş  

kanatlı bir fısıltı, göğünde elâ bulutlar

 

 

 

 

 

 

ıssız ‘ve’ yarımada…

 

İşte kum işte vücudum’

                Tristan Tzara

 

hiçbir yer!.. işte, o uçurum içimizde

ufukta taşlaşan öğlen

avluya gerilmiş o kızgın zaman…

benzerinde inlermiş dağlanan gövde

öyle der, kafeste o yanık çağ

kaskatı kesilen oluş

çakıldan sızan keder…

kanda sessiz ve ağır dağılan balyoz

toz… zerreye uğramış burçlar kaleler

 

bu denli zalim olabilir mi öğlen?

durduğun yer boş…

-ah, o boşluktur belleği biçen-

hiçbir şey,

ne başak ne gövde ne tırpan

ne ‘mağlûbun’ susuzluğu

ne öğlen ıssızlığı ne de ‘Pan’!

 

atlas ve deniz… köpükten doğma periler

işte belleğinde o batık coğrafya!..

işte… yoksun ve orada değilsin,

ne o avunan bakışlar

ne o ‘kalbi’ sözler

ne de zamanın gülüşü hâtırâlara

yarısı bir ada… kanayan bir yazmış meğer

 

 

 

 

 

 

‘katre’

 

gül sesi, gün incesi, billûr patika...

 

işte yağmur kalıntısı bir damla,

süzülür ve camda bir tansık: yüzün!..

yeniden açar gün

ve  ince leylaklar edinir

eski bir ilkyaz hâtırâsından

 

bir müjde mi, gecenin gülünden sızan?..

 

dün ışıklarla dans eden yağmur

şimdi esrik damla

bizi sevişmeye çağıran güzel kehanet...

tenden esiyor rüzgâr

aşk sözcükleri, ateşîn fısıltılar

göğe gizli bir ırmaktan tüten buhurdan...

 

tanyeri, tazelik, mahmur düşünce...

 

orada uzaktadır o mahzun o seyyâl

ve orada

ince ışıltılarla 

engin deniz, burkulan tuz,

kıyıya uzak masallar yığan dalgalar...

 

gül sesi,..

hayatın o güzel armağanı: hayâl!..

 

 

 

leb-i derya

 

öptüm, ürperdi dudaklarında tuz

ilkyazdı; mavi masalda sabahtı henüz

 

sonra zaman dağılır, gam dalgaları,

acı seslenir; giderek, anılar ve güz…

 

‘boş düşler’in izini mi sürer bellek?

kaya soğuk, dil kurumuş, gönül ıssız…

 

orada hep başka bir dünya hayâliydin

dudağından içtim de kamaştı deniz

 

kıyıda buruk güneşler açan gül, geldin

ve çekildin; ‘boşluk’, kıyıda o soğuk iz!..

 

 

 

 

 

‘kara diyalog’

 

göl der ki,

su ayaklanmış, o siyah bakış değince

            sanki

yırtılan sesteki akkor; kararan bir martı

bir kadın veda mırıldanır

kara gözlerinde o mükedder ışıltı

yağmur karanlığına şükreden ve

onunla sessizce birleşen kara bir ırmaktı

 

göl der ki,

suya ‘sim’ düşmüş de sonra kararmış 

sanki

yağmurdur kadın, çiseleyen bir bakış

bilinmez nerede büyür karanlık

içinde dağıldığımız bu rüya

tuhaf bir yağmur

güyâ uzak, tenha denizlere yağarmış

 

göl der ki,

gözyaşı eski bir pınarın ışıltısıdır

sanki

her şey ‘siyâh’ o aynada

söylenir sisli yıllar, ‘mâî’ de kararır

ya bu parlak ve yapışkan ‘şimdi’?

görmez yağmurun inceliğini…

söz kitaba çekilir, su ise masaldadır 

 

 

 

 

 

‘öteki’ ada...

 

yalnızlık, insanda fark edilir, hay,

orada tuhaf hayâller esen

hind’e doğru bir ada

oraya koymuşlar, gördük

orada mavide bir / iz

her yan, yer, gök, deniz, say!..

ince bir iplikteniz aslında

devrildi sal,

ve kayboldu adam,

burkuldu, annesi bir ceylan olan masal...

 

büyüdü mağribin ucunda deniz, hay,

burada mı biter yeryüzünün sınırı

sonunda bir yere vardık ki,

ayak bastığımız yer

            puslu bir kumsal,

deniz kabukları, yıldız iskeletleri...

bunlar bizim kalıntılarımız, vay!

ne varsa arda kalan,

katılsın düşlerimize

birden bir deniz kızı oluyor kayık

ve birden, alıcı kuş sesleri karışıyor denize...

 

gide gide, koca bir yalnızlık, hay!..

akar ‘insanlık’, toprak ile bir

akar

uzaktan hücrelerimizi yakan bir şarkı...

sonra bir yalan: ‘uygarlık’...

diyor ki biri, en ıssız ada insandır

ve biz burada yalnızız

ki, aşkı da deliliğe say!..

 

 

 

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör