Şair
(D. 8 Ağustos 1928, İstanbul – Ö. 28 Mayıs 1986, İstanbul). İlk şiirlerini Ömer
Edip Cansever adıyla yayımladı. Ticaretle uğraşan bir babanın üçüncü çocuğudur.
İlkokul öğrenimini 56. İlkokulda yaptı. Ortaokula Gelenbevi Ortaokulunda başladı,
birinci sınıftan sonra Kumkapı Ortaokuluna geçti. İstanbul Erkek Lisesini 1946
yılında bitirdi. Liseden sonra bir müddet Yüksek Ticaret Okuluna devam ettiyse
de bu okulu bıraktı ve babasının yanında çalışmaya başladı. 12 Nisan 1947’de
Mefharet Erk’le evlendi. Bu evlilikten olan kızı Nuran 8 Nisan 1948’de, oğlu
Ömer 29 Mayıs 1953’te doğdu. Askerliğini yedek subay olarak Trakya’da Ömerli’de
topçu teğmen olarak yaptı. Askerlik dönüşü babasından kalan turistik eşya ve
halı ticareti işine devam etti. 1954 yılında Jak Salhoşfili’yle ortaklık kurdu.
Ticari hayatını 1975 yılında noktalayarak kendini bütünüyle şiir çalışmalarına
verdi. 28 Mayıs 1986’da babasını kaybetti.
Şiire
çocuk yaşlarda ilgi duyan Edip Cansever’in ilk şiiri 1 Mart 1944’te İstanbul
dergisinde çıktı. İstanbul, Yücel, Fikirler, Edebiyat
Dünyası ve Kaynak dergilerinde yayımlanan ilk dönem şiirlerini İkindi
Üstü (1947) adlı ilk kitabında topladı. 1951 yılında Salâh Birsel ve Alp
Kuran’la birlikte Nokta adlı bir dergi çıkardı. Nokta, sekizinci
sayısında kapandı (15 Ocak 1951-15 Kasım 1951). Bundan sonra Yenilik, Yeditepe,
Pazar Postası, Dost, a, Dönem, Yeni Dergi, Papirüs,
Yazı, Hürriyet Gösteri, Sanat Olayı, Düşün ve Adam
Sanat’ta şiir ve yazıları yayımlandı. Yazı hayatı boyunca çok az düzyazı yazdı.
İlk kitabı İkindi Üstü’yle döneminin şairlerinden ve eleştirmenlerden
iyi not alamadı. İkindi Üstü hakkında yazan Orhan Veli, kitabı
beğenmediğini söyledi. Bunun üzerine Edip Cansever ilk kitabını yok kabul
ederek piyasadan toplattı. 1954’te yayımladığı ikinci kitabı Dirlik Düzenlik’e
ilk kitabındaki şiirlerinden sadece dördünü aldı. Bundan sonra, bütün
şiirlerinin toplandığı kitaplarına ilk kitabından hiçbir şiirini almadı.
Şiire
hece vezni ve Garip şiiri etkisinde başlayan Edip Cansever, 1950’li yılların
ortalarına doğru Ece Ayhan, Turgut Uyar, Cemal Süreya ve Sezai Karakoç’un
öncülük ettiği İkinci Yeni şiiri tarzında imge yoğunluklu şiirler yazmaya
başladı. Hikâye eder gibi bir söylem kullanmasına karşın, imgeyi aynı zamanda
şiirin bütününe yayarak oluşturduğu şiirlerle İkinci Yeninin büyük ustalarından
bir oldu.
1957’de
yayımlanan Yerçekimli Karanfil adlı kitabıyla 1958 Yeditepe Şiir
Armağanını, 1976’da yayımlanan Ben Ruhi Bey Nasılım’la 1977 Türk Dil
Kurumu Şiir Ödülünü, 1981’de bütün şiirlerini bir araya getiren Yeniden
adlı kitabıyla da 1982 Sedat Simavi Edebiyat Ödülünü kazandı. Bütün eserleri
ölümünden sonra Yapı Kredi Yayınlarınca yeniden basıldı.
Edip Cansever İçin Ne Dediler?
“Cansever, 'yeniliksiz edemiyen', 'durmadan kendini
yenileyen' bir şair. Bir çeşit 'değişmezler şairi'. Bir konuşmasında da
söylediği gibi, 'onun çıkışı', değerlenmesi, etkiler dağıtması hep bu cesarete,
hep bu davranışa bağlı'. Bundan ötürü, Cansever'in eserlerinde şiirimizin son
on beş yıllık serüvenini bulabilirsiniz. Bu bakımdan, onun şiirinin tarihi bir
yerde Türk şiirinin geçirdiği değişmelerin tarihi oluyor. Ne var ki, bu oluşta
bir öncü gibi görmüyoruz onu. Her yeniliğe ilk katılan ve ilk ayrılan bir
gezgin olarak görüyoruz daha çok. Modayı izleyen bir sanatçı olarak görüyoruz.
Nitekim, yenilikleri onun kadar çabuk 'eskiten' bir başka şair yok dense
yeridir.” (Asım Bezirci)
***
“Çağımızın koşulları içersinde geleneklere durmadan
başkaldıran geleneksel şiire sırt çeviren bir şair. Yapıcı özelliklerinin yanı
sıra, yıkıcı özellikleri olan bir şairdir.”
(Anıl Meriçelli)
***
“Edip
Cansever... Bir önbilici, bir bilge. İstediği kadar yaşamayı ‘kamyon sürmek
yükünü bilmeden’ diye yorumlasın, sezgilerinin gerisinde dursun; sonraya neyin
kalacağını biliyor. Bilincin, bilinçaltının gerisindeki boşluğu da biliyor. Yerine
göre susmanın bir eylem olduğunu da.” (Mustafa
Şerif Onaran)
***
“Geleneksel Türk şiirinin benimsenmiş
kuralları dışına çıkarak, kapalı bir imge anlayışıyla yazdığı şiirlerinde
düşünce yanı ağır bastı. Varoluşçu akımın etkisinde geliştirdiği şiirinde, bireyin
yaşanılan ortamdaki arayışlarını, umutsuzluklarını, anlamsızlığa bürünen
yaşayışının değerlerini bölünüşler içindeki yeriyle yansıtmaya çalıştı.”
(Feridun Andaç)
ESERLERİ (Şiir):
İkindi Üstü (1947), Dirlik Düzenlik (1954), Yerçekimli Karanfil (1957), Umutsuzlar Parkı (1958), Petrol (1959), Nerde Antigone (1961), Tragedyalar
(1964), Çağrılmayan Yakup (1969),
Kirli Ağustos (1970), Sonrası Kalır (1974), Ben Ruhi Bey Nasılım (1976), Sevda ile Sevgi (1977), Şairin Seyir Defteri (1980), Yeniden (Bütün şiirleri, 1981), Toplu
Şiirler (Eylülün Sesi adlı yeni kitabı eklenerek, 1982), Bezik oynayan Kadınlar (1982), İlkyaz Şikâyetçileri (1984), Oteller Kenti (1985), Yerçekimli Karanfil (Bütün şiirleri-I, 1990), Şairin Seyir Defteri (Bütün şiirleri-II, 1990), Seçme Şiirler (haz. Memet Fuat, 1997), Karanfil
Elden Ele (Seçme şiirler, 2002), Sonrası Kalır (Bütün şiirleri, 2005).
KAYNAKÇA: Sezai Karakoç
/ Bir Materyalist Şiiri I-II (Pazar
Postası, sayı: 17, 27 Nisan 1958; sayı: 18, 4.5.1958) - Edebiyat Yazıları-II (1986), Doğan Hızlan / Varoluşçu
Veriler (Yeni Dergi, sayı: 6,
Mart 1965), Hüseyin Cöntürk - Asım Bezirci / Turgut Uyar - Edip
Cansever (1961), Mehmet Kaplan / Cumhuriyet
Devri Türk Şiiri-II
(1973), Ahmet Oktay / Eski Bir
Kırgının Şikayetleri (Yeni Gündem,
sayı: 8, 16-31.8.1984) - Kimsenin İlgilenmediği Olayların Tarihçisi Edip
Cansever (Hürriyet Gösteri,
sayı: 255, Ocak 2004), Füsun Akatlı / “Ahmet Abi, Güzelim Bir
Mendil Niye Kanar?” (Hürriyet Gösteri,
sayı: 68, Temmuz 1986), Gül Dönüyor Avucumda (1987), Erdal Öz / Edip
Cansever’in Mektupları (Yeni Düşün,
sayı: 64, Yaz 1990), İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) -
Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors
(2005) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri
Ansiklopedisi, C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Mehmet
H. Doğan / Şair Edip Cansever (Adam
Sanat, sayı: 128, Temmuz 1996), Veysel Çolak / Edip Cansever’de Şairin Kanı (1996), Memet Fuat Bengü / Edip Cansever (1997), Fethi Naci / Dönüp Baktığımda (1999), Behçet
Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul /
Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), Cevat
Akkanat / Gelenek ve İkinci Yeni Şiiri
(2002), Anıl Meriçelli / Yalnızlık
Mevsim Olur (2002), Didem Özdemir / Cansever-Şiirleri ve Şiirlerinden
Yapılan Oyunlarla Hep Aramızda - Edip Cansever Şiirinde Anlam Arayışları (Cumhuriyet Kitap, 4.7.2002), Mustafa
Şerif Onaran / Ömer Edip’ten Edip Cansever’e Şiirli Yol (Varlık, sayı: 1135, Nisan 2002), Tomris
Uyar / Gündönümü Bir Uyumsuzun Notları
I-II (2003), Erhan
Altan / “Yuvarlanıyorum İlkyaz”a Bir Yorum Denemesi (Adam Sanat, sayı: 209, Haziran 2003), Yakup Altınyaprak / Edip
Cansever ve Turgut Uyar Şiirinde Modern Yaşamın Parametreleri (Dergâh, sayı: 172, Haziran 2004), Dinçer
Eşitgin / Edip Cansever Şiirinin Üç Hâli (Sonsuzluk ve Bir Gün, sayı: 2, Mayıs-Haziran 2005).
Tokatlı diyorlar ya da bir
atın başlangıcı
Eğilmiş, sakin, içkiler alıyor kalabalıktan
Şimdi o mor gözleri mor bir kadınla ilgili
Birazı namuslu iyi, birazı açıkça perişan
Ya da bir kadın bir kadını öper gibi
Hiçbir şey anlamıyor yaşamaktan.
Hiçbir şey anlamıyor, diyelim
anlamıyor
Ama bir yalnızlığı tamamlıyor durmadan
Askerler geziniyor, her yerde bu göz kahveleri
Ben bu gözlere Tokat’ta rastladımdı bir zaman
Hopalı biri vardı, hamalın biri
Daha hiç çıkmayacak karısının koynundan.
Bir kadeh olmalı ya da bir
rakının başlangıcı
Ansızın bir göl Anadoludan
Bir yanda bir balıkçıl ne zaman istese ölür
Kocaman bir iz bırakır çılgınlığından
Sonra o adamlar ki; çelimsiz, esmer, bıyıklı
Ve bütün gün sevişirler acılarıylan.
Tokatlı diyorlar ya da bir
ekmeğin başlangıcı
Ezilmiş, sakin, onca bir yoksulluğu ödüyor durmadan
Bu kimin evreni, bu saçına bir el atma saatlerinde
Bu kim ki ölüyor, Tokat’ta ölüyor her zaman
Ya da bir erkek bir erkeği öper gibi
Hiçbir şey anlamamış yaşamaktan.
I.
Kurbağalara bakmaktan
geliyorum, dedi Yakup
Bunu kendine üç kere söyledi
Onlar ki kalabalıktılar, kurbağalar
O kadar çoktular ki, doğrusu ben şaşırdım
Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmanın olağan şekli
Daha hiç çağrılmadım
Biri olsun "Yakup!" diye seslenmedi hiç
Yakup!
Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım
Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim
Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım
Sonra bir güzel yıkanayım da.
Ben size demedim mi.
Evet, kurbağalara bakmaktan
geliyorum
Sanki böyle niye ben oradan geliyorum
Telaşlı, aç gözlü kurbağalara
Bakmaktan
Bilmiyorum
Bilmiyorum, bilmiyorum
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? Hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.
Bazen karıştırıyorum ya, çok
uzun bir gündü
Sonra bu çok uzun günün sıcak bir günü
Kediler kırmızı alevler hâlinde koşuyordu
Onlar işte hep boyuna koşuyordu
Birileri çıkıyordu ordan burdan
Hiç çıkmamak hâlinde ve ölgün
Birileri çıkıyordu
Geceden kalma bir lâmba yanıyordu, açık
Bir pencerenin sokağa doğru içinde
Bu uyum korkunçtur Yakup!
Yakubun olması korkunçluğudur bu
Dünyanın insana doğru içinde
Yakup, Yakup!
Burdayım, yani ben.. evet, geliyorum
Lâmbayı söndürmesinler, geliyorum
Siz bütün lâmbaları yakın, evet
Ben, yani Yusuf, Yusuf mu dedim? hayır, Yakup
Bazen karıştırıyorum.
Ve kendine bilinmeyenler
yaratan Yakubum ben, iyi ya
Durduğum bir gündü, diyorum, bütün ilgiler sizin olsun
Her türlü bir şeyler sizin olsun, ben artık
Hep böyle istiyorum, ayıp değil ya
Durduğum bir gündü, diyorum, yüzümü göğe doğurduğum
Bir gündü ve yaşar gibi kaldığım bir yaşama içinde
Ve yollarda ölü baykuşlar bulduğum
Bir ölünün günü boyayan renginde
Çürük evler bulduğum, içleri sonsuz kayalar
Kayalardan dondurmalar sorduğum
Ben, yani Yakup, Yakubun hiç çağrılmamış şekli
Kim bilir ne diyordum
(Kim bilir ne diyordu bir baykuş yaratıldığına
Bir baykuş tarafından
Ve bütün baykuşlar o bütün baykuşların arasında ne oluyordu
Ben ne oluyordum.)
Bütün iskemleler ağır ve
hastalıklı
Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak
Bunu Yakup söyledi
Dedi ki, çünkü herkes Yakubu yaşıyordu, bense
Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum
Kızgın kâğıtların üstüne
Ve alevler hâlinde dünya bana dokunuyordu
Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen
Oluyordu ve bir de
Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben
Kendimi koruyordum
Bunu bana Yakup söyledi
Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği
Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup
Ben
Bunu hep biliyorum
Bunu hep biliyorum ve işte
Özgürüm, cezasız duruyorum.
Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarlarını koydu
Bakır kâseye çiçekleri koydu
Sütünü yumurtasını koydu
Pencereden gelen ışığı koydu
Bisiklet sesini çıkrık sesini
Ekmeğin havanın yumuşaklığını koydu
Adam masaya
Aklında olup bitenleri koydu
Ne yapmak istiyordu hayatta
İşte onu koydu
Kimi seviyordu kimi sevmiyordu
Adam masaya onları da koydu
Üç kere üç dokuz ederdi
Adam koydu masaya dokuzu
Pencere yanındaydı gökyüzü yanında
Uzandı masaya sonsuzu koydu
Bir bira içmek istiyordu kaç gündür
Masaya biranın dökülüşünü koydu
Uykusunu koydu uyanıklığını koydu
Tokluğunu açlığını koydu
Masa da masaymış ha
Bana mısın demedi bu kadar yüke
Bir iki sallandı durdu
Adam ha babam koyuyordu.
Mısra
işlevini yitirdi; şiiri şiir yapan bir birim olarak yürürlükten kalktı. Eski
rahatlığını, o sessiz, kıpırtısız düzenindeki rahatlığını boşuna aranıyor
şimdi. Öfkelerin, bunlukların, başkaldırmaların dışında kendini yineliyor daha
çok. Ne denli güçlü görünürse görünsün, duygularımızı, gerilimlerimizi, düşünce
coşkularımızı başlatıcı bir öğe, bir ölçü olmaktan çoktan çıktı. İnsanı, insanla
gelen en çağdaş sorunları karşılayamaz oldu. Öylesine durallaştı ki onca bir
sözcük yılı da uzak kaldı bize.
Öyleyse
usla okumalı, şiiri, usla biriktirmeli artık; mısra ile değil. Diyeceğim, ille
de bir ölçü gerekliyse, bu, düşünsel / ussal bir ölçü olmalı. Tek sesli
şiirden, çok sesli bir şiire yönelişteki en kapsamlı ölçü de budur sanırım.
Nicedir
şiiri soyut bir kavrammış gibi düşünemiyoruz. Her toplumun kendine özgü bir
şiiri ya da şiirleri olduğu için böyle düşünemiyoruz. Ülkemiz de bir mucizeler
ülkesi değil. Bizim de gereksinmesini duyduğumuz bir şiir anlayışı var. Hatta
bir bakıma uygulanıyor da bu. Düşünü şiiri diye adlandırabileceğimiz bu şiir
biçimini (tarzını) yerleştirirken, en azından şiire bakma ölçülerimizi de
değiştirmek zorundayız.
Örnekler
ortada. Yapacağı işin bilincine varmış ozanlar kabına sığamıyor artık. Hiç
değilse zorlanıyor şiir, seçkin, soy bir anlatım yolu bulmak için savaşılıyor.
Örneğin cümleler parçalanıyor; söze yeni bir devinim katılıyor böylelikle. Bir
bakıma cümle tavır takınıyor, insanlaşıyor. Derken bir satır başı, bir
parantez, bir diyalog... Bakıyorsunuz düzyazıya geçmiş ozan; anlatıyor, açıyor,
anlamı genişletip yoğunlaştırıyor. Mısra yerine devinim, mısrayı ölçü yapmak
yerine usu ölçü yapmak! Güç şiir burdan çıkıyor, şiir okuma zorluğu burdan
doğuyor.
Ya
peki mısra nedir? Bir tanımı yok mu onun? Bence yok! Olsa olsa sezilmesi var,
şiiri tekilleştirmesi, kolay ustalıklara araç olması, çağdaş anlayışın
gerisinde kalması var. Mısra da sağduyu gibi bir şey... Sağduyu ise,
Einstein’in anlayışına göre, “İnsanın on sekiz yaşına gelmeden önce zihnine
yerleşen önyargıların tortusu”ndan başka bir şey değil. İşte mısra da sağduyu
gibi beğeni eğitimi, töre anlayışı gibi, bize önceden aşılanmış bir öngüzellik
duygusu.
Bu
öngüzellik duygusunu nasıl aşmalı? Önce, mısranın mısraya örnek tutulmasıyla sağlanan
iyi işçilik görünüşü yerine, dirimsel bir şiir anlayışını gerçekleştirmekle…
Buna karşılık şöyle bir soru sorulabilir: Bugüne dek yazılan şiirler, dirimsel
olana bunca uzak mıydılar? Bir bakıma öyle. Düşünürsek, yalnızca kendi
olanaklarıyla yetinen ozan çok azdır bizde. Daha çok deneyler vardır; katkısız
bir yaşamdan gelen sahihlik (authenticité) ve bu sahihliğin pekiştirilmesi
yerine, başka başka yaşam biçimlerine öykünme vardır. Gene de, bu deney
bolluğunun, şiirimizi çeşitlendirmek bakımından yararlı olduğunu söyleyenler
çıkabilir. Ama şunu da unutmamalı ki çeşitlenmenin, ozan sayısıyla oranlı
olarak değil de tek tek ozanlarda incelenmesi, çoğu kez en güçlü kişilikleri
bile tehlikeye düşürmüştür. Kısacası, kuramın yaşamda birleşerek yarattığı
gerçek şiir alanı, Fethi Naci’nin deyişiyle, tümdengelimle tümevarımın
çakıştığı nokta, bir iki ozan ayrı tutulursa, hiç denenmemiş, bir “Çorak Ülke”
gibi cansız, yaşamsız kalakalmıştır.
Öyleyse
şiirin yapısında, şiirin dokusunda bilinçli, özgün vurucu bir düşünce yaşam
birliğinin yer alması gerekiyor. Burdan da araştırıcı, eytişimsel bir sıçrama...
Dışavurumcu bir düzanlatım... Aruza, heceye, genel olarak da mısraya sığdırılmaya
çalışılan şiirin, yerelliğe yerellikten doğacak bir bütünselliğe, bir
evrenselliğe yerleştirilmesi.
Oysa
biz mısraya göre yaşıyoruz hâlâ. Mısra sanki bir yaşama biçimi aşılması olmayan
bir nesne. Nedeni ortada bunun: Halk, saraya, tek elden yönetime, yazgıya
inanırken, bu arada bir üst yapı kurumu olan şiire de inanmazlık edemezdi. Ama
hangi şiire? Yukardan gelen, hiçbir şey söylememeyi görkemle dile getiren,
soyluluk gösterisi, mısracı şiire... Bugün bile çok şey değişmiş değil.
Geleneğe saygı yüzünden, belki de hep aynı çıkmazlarda dolaşıp duruyoruz. Kim
bilir, belki de koşullar değişmedi ya da koşulları zorlayan, güçlü kişiler
çıkmadı. Yeni bir akımın öncüsü olan Orhan Veli bile, halkın beğenisini alıp, onun
toplumsal, ekonomik gerçeklerini şiir dışı ederken, şiirin öz sorunlarına ne
denli yabancı kaldığını, hiç değilse her şeyden bağımsız bir şiir düşünmekle ne
denli yanıldığını ortaya koyalı kaç yıl geçti aradan? İşte her söylediğini şiir
diye söyleyen, adı ustaya çıkan, gerçekte çelişmeler ustası Cahit Sıtkı nerede?
Ya Cahit Külebi? Acaba Yeşeren Otlar’daki gizemciliğine hangi
deneylerden geçtikten sonra varabildi? Hiçbir deneyden! Çünkü o, eskiden de bir
görüş bütünlüğüne varamamıştı. Örnek mi? İşte kadınları övdüğü kısa bir şiirden
son iki satır: “Ben yine insanlığı severim / Bütün kadınlardan ziyade.”
Kadınları insanlık dışı tutan kof ve yanlış bir toplumculuktan başka nedir ki
bu? Ayrıca şiirimizin bugünkü dengesizliği, bugünkü bunluğu da hep bu mısracı
tutumun kılık değiştirmesinde aranmalıdır.
Yukarda
da belirttiğimiz gibi, değişmesi gereken, bir bakıma değişmekte olan şiire,
yeni bir ölçü bulmak zorundaysak, bu hiç şüphesiz us dışı bir ölçü olmayacaktır.
Bunun için de alışkanlıklarımızı yenmemiz, eskimiş mantık kurallarından
kurtulmamız gerekir. Çünkü ussal bir coşku olan şiiri, ancak usun ölümsüzlüğüyle
denetleyebiliriz. Usun ölümsüzlüğü ise, onun durmadan değişmesi, durmadan
yenilenmesi, kuşak kuşak, çağ çağ bir gelişmeye, bir yüceliğe aracılık
etmesidir. Şiiri tarihsel, toplumsal koşullarından soyutlamayı düşünmedikçe,
mısra da işlevini yitirmiş sayılır.
(Gül Dönüyor Avucumda, 1987)
ÇİROZLAR
EDİP CANSEVER
İplerde çirozlar
asılı durur,
Ayakta çiroz gibi bir kadın.
Memesinde süt kalmamış,
Vakit akşama yakın.
Kapıdan rüzgâr
geliyor.
Hem kadın hem çirozlar sallanıyor.
Çirozlar sallanıp duruyor da
Vakit bir türlü geçmiyor.
Kadın ellerini
yıkadı.
Konuştu, bir şeyler geveledi.
Kapıları açıldı gazinonun
Gelen giden olmadı.
Bir çiroz
tutturdum ben bu şiirimde
Kafam karmakarışık.
Denizin üstünde gözlerim
Burnum çiroz kokuları peşinde.
KAYNAK: İbrahim Oluklu
KÜÇÜK ŞEYLER
EDİP CANSEVER
Bilmeden sevdiğim
oldu
Ağacı, bulutu.
Portakalı yenirken,
Rüzgârı denizi bir arada.
Saadeti duydum
duymadım,
Gündüzü geceyi
Avuttu beni şimdiye kadar,
Orhan Veli’nin yolculuk şiirleri…
İstanbul’u
özlediğim oldu
Göztepe’yi, Kadıköyü’nü,
Kandilli’yi yatağımda düşündüm,
Ağacı, bulutu bir arada..
KAYNAK: İbrahim Oluklu
SERÜVEN
EDİP CANSEVER
Ne sıcak şehirler
vardı.
Yeni serüvenler peşinde koşardım.
Ne sıcak şehirler vardı
Yalnızlığımı bilmezdim.
Yollardan
bisikletler geçerdi
Akşam serinliğinde
Sandiviç ve bira kokardı dükkanların önleri
Bütün genç kızlar terlerdi.
Bütün genç kızlar
terlerdi
Bilmezdim yalnızlığımı
Yolun üstünde birkaç sütevi
Duvarlarda çiftlik resimleri asılı.
Sütevlerinin
bitişiğinde
Güneş yakardı evleri
Bahçelere dolardı çocuklar
Meyva kokuları gibi.
Şaşkın bir ömür
yaşadım
Çok zaman yalnız başıma
Ya treni ya vapuru kaçırırdım
Akşamları eve dönüşümde.
KAYNAK: İbrahim Oluklu
Ünlü
Fransız kritikçisi Gaeton Picon, “materyalist bir şiir olamaz,” diyor. Çünkü materyalizmin
atmosferinde şiire yer yok. Şiir soluk alamaz ve ölür. Çıkış noktaları, büyüyüş
ve gelişme şartları ayrı, şiirin ve materyalizmin. Bu hüküm nereye kadar doğru,
bir şey denemezse de, materyalist bir şiir olsa olsa Yerçekimli Karanfil’deki
şiirler gibi olur.
Edip
Cansever hep eşyayla, eşyanın materyal olan yanıyla, maddeliğiyle ilgilenir.
Mistik bir şair sanılmasın. Mistisizm eşyanın ötesindeki gerçeği arar, belki
eşyadan geçerek. Cansever’e göre ise, gerçek maddedir, eşyadır. Şiirinde eşya
çıplak bir madde, negatif bir şimdiki zamandır. Eşyanın hafızası, geçmiş zamanı
ve geleceği yoktur. Cansever Tanrı’dan hiç, hatta inkâr için bile söz açmaz.
Materyalizme kuşkuların en güçlüsünü ve en pozitifini yönelten ölümü inkârla
yetinir (“Artık ölüm insanlardan olmuyor”). İnsan bile bir maddesel
motif olarak girer şiirlerine (“Kim biner bu gemiye insandan kıyılar
yapılırken”).
Eşya,
Yerçekimli Karanfil’de, insan için fon, sığınak ve kaçış imkânı olmaktan
çıkmış, kendi başına buyruk, kendi kanunlarıyla var ve yeter bulunuyor.
Maddeyle insan arasındaki ilgi, nicelik olduğundan, Cansever, insanı hep
niceliklendirir. O kadar ki “ben” bile tek değildir; tekil yoktur, Cansever
tekilden şiddetle kaçar:
“Ben
miyim şimdi nerede, ben çok ey!”
“Bana
sen olmalıydın, koyulmalarından ötürü sığınacak
Ama
hep bir oluyoruz dünyada
Biz.”
Cansever’in
insan kuramı bence “çokçuluk”tur. Çoğa övgü diye de özetlenebilir. Bu kadarla
yetinir ve ileri gitmez. Çünkü biraz kurcalansa bu, altından insana eğilme
zorunluluğu çıkaracaktır. Bu da maddeci şairin işi değildir. Onu belki toplumcu
sayacaksınız. Ben de uzun zaman bu şiirleri toplumcu saydım. Ama değil.
Toplumcuların da insanla uğraştığını, insanı belli bir nitelikle donatma
ilkelerini unutmayalım. Cansever, toplumcu olmaktan çok, “çokçu”dur. İnsanları
ülküsüne bir kışla sembolü (“Borazan”) ile çağırır. Kilit ki bir eşyadır.
İnanç, gönülden gönüle bağışlanan bir ışık değil, elden ele verilen bir
karanfildir ve karanfilin en baskın niteliği yerçekimliliktir. Güzel bir ayak,
şaire güzel atomları düşündürüyor. Ayak, hayalde yerini soyut bir uyuma
bırakmaz. Asıl var olan atomdur, insan ve ayak ise sonuç:
“Atomlar
bile güzel
Moleküller
bile
Toplanıp
ayak oluyorlar bende”
Aşkın
onca anlaşılır yanı “kasıkları oğmak”tır, çok çok sevişmektir. Sevişmek.
Çünkü, ancak sevişmekte insanların madde yakınlaşmalarına yer vardır. Maddeden
başka hiçbir şeye inanmamanın bu noktaya varışına Batı şiirinde de rastlanmaz.
Bu eğilimde o kadar ileri gider ki “sokağa inmek” yok, “sokağa dökülmek”
ve bu dökülüşün fizikle açıklanması vardır:
“Sokağa dökülüyorsam belki ya su içmişimdir
ya da yıkamışımdır yüzümü”
Örnekleri
istediğimiz kadar çoğaltabiliriz: Bir balon, klâsik, hatta modern sanat
eserinde, oldukça soy duyguları çağırmakta kullanılır. “Sarı Balon” filminde,
çocuk ve suç masumiyet ilgisinin güzel bir anahtarıdır. Gelgelelim Cansever’de
balon, şişmanlığı gidermek için, ayakların çevirdiği bir yuvarlaktır. (….)
Sezai Karakoç
(Pazar 27 Nisan 1958 - 4 Mayıs 1958)
1940'da
toplumcu ve gerçekçi bir özellikle başlayan yeni Türk şiiri, 1953'ten beri akıldışı bir yönde
gelişmektedir. Özdemir Asaf, İlhan Berk, Oktay Rifat , Cemal Süreya, Edip
Cansever bu şiirin belli başlı temsilcileri arasında görülüyor. Bu şairlerin
ortak özelliği öyle kolay kolay anlaşılmamalarıdır.
Tabii,
şu soru ile karşılaşmaktan kendimizi koruyamıyoruz: "yazdıkları neden
kolay kolay anlaşılmıyor?" Hemen söyleyebiliriz, aklın baskısından kurtulmaya
çalıştıkları için. Gerçekten şiir, akıldan çok çekmiştir. Ama onun baskısından
nasıl kurtulacağız? Iki yol var: Ya akılla, kurallarıyla alay ederek, yada
bilinçaltına sığınarak. Birinci yolu deneyenlerin başında Perçemli Sokak, Âşık
Merdiveni şiir kitaplarıyla Bay Oktay Rifat gelir. İşin tuhafı akıldan
kurtulmaya çalışırken şairin gene de akla sarılması, bizi aklımızı kullanmaya
zorlamasıdır. Bu yüzdendir
ki yazdıklarında şiiri bulamıyoruz. Çünkü şair, kelime dizileriyle
kendi iç yaşantısını, en karanlık, en gizli yönleri ile bizde uyandıracağı
yerde, aklın kurallarıyla becelleşmenin verdiği yorgunluğu sinirlerimizde
yaşatmaktadır. Okuyun Âşık
Merdiveni'ndeki şiirleri, siz de bunu göreceksiniz. Hiç bir şey bilmece kadar
aklın ustalığını gösteremez. Bilmeceyi kuran akıl, onu çözen akıl. Şüphesiz
bilmeceyi çözersek derin bir zevk duyarız. Ama bu aklın kendi gücünü görmüş
olmasından doğan bir zevktir. Bu zevkin de şiir zevki ile herhangi bir ilintisi
yoktur. Bay Oktay Rifat, akıldan kaçayım derken şiiri bilmeceye çevirerek gene
onun ağına düşmüştür. Aşık Merdiveni'nden şu dizeleri okuyunuz:
Dişimde
denediğim yumurtası kayıkların,
Üşürse
deniz kızı mağazaları.
Ne
anladınız demeyeceğim; ne duydunuz söyler misiniz? Buna karşılık aynı şiirin
son iki dizisini okuyun:
Kalkar
dağlar dağların üstünden
Evler
evlerin üstünden
Bunlar
da akıl kurallarına uymaz, açık olarak da bir şey söylemez. Ama içimizde, bir
sürü çağırışımla birlikte, anlatılmaz izlenimlerin özetlendiğini duyuyoruz.
Şiir budur. Yoksa:
Bütün
insanlar sağ, vapurlar dinç, evler körpe kadınlar şamdanlarında incecik.
Veya
Koşuyorum
seyrek sakallı bulutların Sırıtıyor yedek beygiri taflanların ardında.
1953'den
bu yana denenmekte olan bir yol da, şiiri bilinçaltına bağlayan yoldur.
Freud'dan beri, ilk üç yıldaki, çocukluk anılarının hep bilinçaltında kaldığını
biliyoruz. Bu yok olup gitmiş sanılan duygu anılan (Souvenirs affectifs), yetişkinin
davranışlarında etkilerini göstermekten geri kalmazlar ve beklenilmeyen anlarda
belirsiz sebeplerle, yıllar öncesi bilinmeden yaşandığı zamanın bütün tazeliği
ile bilince doğarlar. Bilinçaltı, yalnız çocukluk çağlarının iz bırakmadan
geçip gitmiş sandığımız, ama gerçekte varlığımızdan ayrılmayan duygu-anılarını
değil, gelecek günler üzerine kurulan ama unutulup giden özlemleri de kendine
toplamaktadır. İşte bu duyguanılarla özlemlerin kaybolmuş görünen dünyasında
yaşamak imkânını bulanlar şiire varabiliyor.
Bilinçaltının
bu verileri bizde şiir duygusunu neden mi uyandırıyor? Her şeyden önce faydacı
ve maddeci yaşayışımızla ilişiklerini keserek, zaman içinde uzaklaşmış
oldukları, çocukluk cennetinin havasını yarattıkları için.
1953'ten
beri bizde de görülen bu şiirin en başarılı şairi hiç şüphesiz Edip
Cansever'dir. Önceki şiirlerine göre dikkate değer bir gelişme göstermektedir. (…)
(Düşün Payı, 1
Şubat 1959)
90’lı yılların başında iki yıl
(1993-1994) kadar Balıkesir İl Kültür Müdürlüğü’nde müdür vekili ve müdür
yardımcısı olarak çalıştım. Özellikle müdür yardımcılığım sırasında şehrin
yazılı tarihine, özellikle Cumhuriyet Dönemi yazılı tarihine, yönelik yoğun
araştırmalarım oldu. Balıkesir’de yayınlanan Gençleryolu dergisine, Balıkesir Halkevi’nin dergisi Kaynak’a (Yeni Seri-Kaynak’a), Balıkesir Lisesi’nin dergisi Alkım’a o zaman ulaşmış; Balıkesir’de
basılan Türk Dili, Savaş, Balıkesir Postası, Ateş gibi gazetelerin koleksiyonlarına o
yıllarda dalmıştım.
Bu araştırmalarda Orhan Veli Kanık’ın,
Mehmet Başaran’ın, Sabri Altınel’in, Bülent Ecevit’in ilk şiirlerine; Pınar
Kür’ün daha yedi yaşındayken yazdığı bir/ilk şiirine, Tarık Dursun K.’nın bir
şiirine; Fahri Erdinç’in ilk yazılarına ve şiirlerine, Attilâ İlhan’ın bir dizi yazısına, yirmi yedi
yazı, ulaşmış, onları çeşitli ortamlarda
yazılı ve sözlü olarak gündeme getirmiştim. Burada Rüştü Onur’un Ercüment
Uçarı’nın, İsmet Kür’ün, Ayhan Hünalp’in, Necati Cumalı’nın, Cengiz Tuncer’in Yeni Seri-Kaynak’ta yazdığı ve sözünü
ettiğim kitaba aldığımız şiirleri de anmalıyım.
Kişisel dile getirmelerimin
dışında, Yeni Seri-Kaynak’tan derlediğim, dergi Arif Hikmet Par’ın yönetiminde çıkıyor o zaman,
şiirleri Balıkesir Genç İş Adamları Derneği’nin (BAGİAD) katkılarıyla “Kaynak’tan Seçmeler” adıyla Balıkesir İl Kültür Müdürlüğü Yayını
olarak kitaplaştırmıştık.
Yeni
Seri-Kaynak’ta (Ömer) Edip
Cansever’in de üç şiiri basılıyor (Ağustos 1948). Bunlar Küçük Şeyler, Çirozlar ve
Serüven adlarını taşıyor. Dergide
Edip Cansever’in adı ilk şiirin altına Ömer Edip Cansever, diğerlerinin altına
Ö. Edip Cansever diye yazılmış.
(Ömer) Edip Cansever’in bu şiirleri ne kendi
sağlığında Yeniden (Cem Yayınları) adıyla basılan toplu
şiirlerinde ne de Sonrası Kalır (İkindi
Üstü) (Yapı Kredi Yayınları) adıyla
yayınlanan toplu şiirlerinde yer alıyor.
(Ömer) Edip Cansever’in İkindi Üstü adlı kitabındaki şiirlerinin ve bu şiirlerinin Ömer
Edip Cansever’e mi, yoksa Edip Cansever’e mi ait olduğu konusundaki
yazıları/tartışmaları da unutmadan bu şiirleri edebiyat
tarihimize/tarihçilerimize emanet ediyorum:
KÜÇÜK ŞEYLER
Bilmeden sevdiğim oldu
Ağacı, bulutu.
Portakalı yenirken,
Rüzgârı denizi bir arada.
Saadeti duydum duymadım,
Gündüzü geceyi
Avuttu beni şimdiye kadar,
Orhan Veli’nin yolculuk şiirleri…
İstanbul’u özlediğim oldu
Göztepe’yi, Kadıköyü’nü,
Kandilli’yi yatağımda düşündüm,
Ağacı, bulutu bir arada..
ÇİROZLAR
İplerde çirozlar asılı durur,
Ayakta çiroz gibi bir kadın.
Memesinde süt kalmamış,
Vakit akşama yakın.
Kapıdan rüzgâr geliyor.
Hem kadın hem çirozlar sallanıyor.
Çirozlar sallanıp duruyor da
Vakit bir türlü geçmiyor.
Kadın ellerini yıkadı.
Konuştu, bir şeyler geveledi.
Kapıları açıldı gazinonun
Gelen giden olmadı.
Bir çiroz tutturdum ben bu şiirimde
Kafam karmakarışık.
Denizin üstünde gözlerim
Burnum çiroz kokuları peşinde.
SERÜVEN
Ne sıcak şehirler vardı.
Yeni serüvenler peşinde koşardım.
Ne sıcak şehirler vardı
Yalnızlığımı bilmezdim.
Yollardan bisikletler geçerdi
Akşam serinliğinde
Sandiviç ve bira kokardı dükkanların
önleri
Bütün genç kızlar terlerdi.
Bütün genç kızlar terlerdi
Bilmezdim yalnızlığımı
Yolun üstünde birkaç sütevi
Duvarlarda çiftlik resimleri asılı.
Sütevlerinin bitişiğinde
Güneş yakardı evleri
Bahçelere dolardı çocuklar
Meyva kokuları gibi.
Şaşkın bir ömür yaşadım
Çok zaman yalnız başıma
Ya treni ya vapuru kaçırırdım
Akşamları eve dönüşümde.
(*) Yeni Seri
Kaynak, Balıkesir Halkevi Dergisi, Ağustos 1948.
(İbrahim Oluklu
Arşivi)
Mehmet Can Doğan, “Kitaplarına Girmemiş Altı
Şiiriyle Edip Cansever” (1) adlı yazısının bir
yerinde şöyle diyor:
“(…) Araştırmalarım sırasında, Cansever’in dergilerde kalmış “Ömer Edip
Cansever” imzalı yeni şiirleriyle karşılaştım. (…)” (2)
Burada “karşılaştım” diyen Mehmet Can Doğan, “(…)
1948’de yayımladığı ve benim Öncesi de Kalır’ın yayımlanmasından sonra
bulduğum üç şiir ile bir dergi yayını, bu iddiayı destekleyecek önemli birer
göstergedir.” (3) derken “bulduğum”” diyor. “Karşılaşmak”
ve “bulmak” arasındaki nüans sallantısı önemli!
Mehmet Can Doğan’ın “Öncesi
de Kalır” adlı eseri 2009’da (YKY) basılıyor. Bu demektir ki yazar,
“Edip Cansever’in kitaplarına girmemiş şiirleri” hakkında araştırma yapmış, ama
şiirlerin hepsine ulaşamamış. Bir anlamda yeterli araştırmayı yapmamış. “Nüans
sallantısı”nın nedeni de bu.
Burada, Balıkesir Halkevi ve Halkevi Başkanı Esat
Adil Müstecaplıoğlu hakkında İsveç’te yüksek lisans tezi hazırlayan
Yunanistanlı bir arkadaşın, bilgi almak için, sora sora bana kadar ulaşması ve
İstanbul’daki görüşmemiz geldi aklıma. Benzer bir durum olarak, Polonyalı bir
yazarın Orhan Veli Kanık’ın Balıkesir’de basılan “ilk şiiri” üzerine benden
bilgi istediğini belirtmeliyim. Mehmet Can Doğan da ulaşabilirdi. Çünkü
araştırmacılığın bir boyutu da budur.
Mehmet Can Doğan’ın “karşılaştım” ve “buldum” diyerek sözünü
ettiği “üç şiir”e Balıkesir İl Kültür Müdür Yardımcısı olarak çalıştığım
1993-1994 döneminde ulaşmıştım. Bununla yetinmemiş, Balıkesir Genç İş Adamları
Derneği’nin (BAGİAD) katkılarıyla “Balıkesir İl Kültür Müdürlüğü Yayını” olarak
çıkardığımız “Kaynak’tan Seçmeler” (1994) adlı kitapta Edip Cansever’in
“Çirozlar” (s. 37) ve “Serüven” (s. 38) şiirlerine de yer vermiştim. Kitaptaki
bütün şiirleri ben derlemiş ve kitabın arka kapağındaki tanıtım yazısını da
yazmıştım. Bununla da yetinmemiş, o şiirleri “Ömer Edip Cansever’in Kitaplarına
Girmemiş Üç Şiiri” adıyla Varlık’ta(4) gündeme getirmiştim.
Hadi, Mehmet Can Doğan’ın bu kitaptan haberi olmadı diyelim; ama o, yazı
yayımladığı Varlık dergisini de düzenli izlemiyor.
Edip Cansever’in Balıkesir’de basılan şiirlerini
“Seni Yazarak” (2004) adlı kitabımda, Balıkesir’in yerel gazetelerinden
“Politika” ve “Yeni Haber”de; “Adam Sanat”, “Gösteri” ve “Düşlem” dergilerinde
Cansever’in adını geçirerek hep konu ettim. “Varlık”ın üç ayrı sayısında Attilâ
İlhan, Tarık Dursun K. ve Edip Cansever’in Balıkesir’deki ürünleri üzerine
yazdım.
Benim için Balıkesir’in Cumhuriyet Dönemi
gazetelerini, dergilerini taramak, “karşılaşmak” ve “bulmak” çabalarını içeren
ve aşan bir uğraştı. Hâlâ da öyledir.
Bu nedenle Balıkesir’de yaptığım araştırmalarda Attilâ
İlhan’ın “gençlik yazıları”na “Türk Dili” ve “Balıkesir Postası” gazetelerini
ciltleri arasında ulaştım. (29 Ekim 1944-3 Eylül 1945 arasında çıkıyor bu
yazılar.) Bu yazıları Attilâ İlhan’ın onayını da alarak “Tarih Öncesi Yazıları”
(1998) adıyla kitaplaştırdım.
Aynı çabadan olarak Orhan Veli Kanık’ın ilk şiirinin
Balıkesir’de çıkan “Gençler Yolu” dergisinin Mayıs 1929 (77. sayı)
sayısında çıktığını saptadım.
Bülent Ecevit’in ilk şiirinin “Türk Dili”
gazetesinin 12 Şubat 1943 tarihli, Başaran’ın ilk şiirinin “Türk Dili”
gazetesinin 20 Birinciteşrin (Ekim 1943 tarihli, Mustafa Seyit Sutüven’in ilk
şiirinin Halkevi’nin dergisi “Kaynak”ın Temmuz-Ağustos 1933 (6-7 numaralı sayı)
tarihli sayısında, Fahri Erdinç’in ilk şiirinin Halkevi’nin dergisi “Kaynak”ın
19 Eylül 1935 tarihli sayısında, Sabri Altınel’in ilk şirinin Balıkesir
Lisesi’nin dergisi “Alkım”ın 15.1.1949 tarihli sayısında, Pınar Kür’ün ilk
şiirinin (Şair olarak anılmasa da.) Yeni Seri Kaynak’ın Ağustos-Eylül 1949
tarihli sayısında yer aldığını belirledim. Bu bilgileri zaman zaman “yazarlar
sözlüğü” hazırlayan İhsan Işık, Hikmet Altınkaynak ve Enver Ercan’la da
paylaştım.
Hadi, “Kaynak” dergisinin neden üç kez yayımlandığına,
adının neden kaynak konduğuna girmeyeyim burada. Üçüncü kez yayımlanan “Yeni
Kaynak/Edebiyat Sanat Fikir Dergisi”nin ilk sayısının 1 Ekim 1956’da çıktığını
söyleyeyim ama.
Diyeceğim, akademik araştırmalar yapan bir
doçentin, araştırma perspektifini çok geniş tutarak, bunları gözden kaçırmaması
gerekirdi. Diğer hâliyle insanın aklına akademik çevremizde sıkça
karşılaştığımız “intihal” geliyor. O zamanda bu türden çalışmalar edebiyatımız
için bir olanağa dönüştürülemiyor.
1. Varlık, Aralık 2016, sayı:
1311
2. Age.
3. Age.
4. Varlık, Nisan 2015,
sayı: 1291
(İbrahim
Oluklu Arşivi)