Yazar ve yayıncı, STK yöneticisi, eğitimci. 10 Nisan 1951, Bolu-Mengen doğumlu. Bolu Erkek Öğretmen Okulu (1968) mezunudur. 4 yıl ilkokul öğretmenliği yaptıktan sonra İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü – Beden Eğitimi Bölümüne girmiş ve buradan 1976 yılında mezun olmuştur. Sonra spor ihtisası yapmak amacıyla Almanya’ya gitmiş ve 1977-1980 yılları arasında Köln Spor Yüksek Okulunda ihtisas eğitimi görmüştür.
1980-2003 yıllarında Köln’de Türkçe ve Spor Öğretmenliği yapan Bilgin, evlidir
ve iki çocuk babasıdır, 2003 yılından itibaren iş insanı olarak faaliyet
göstermektedir.
Siyasi ve sendikal alanda uzun yıllar çalışmalar yürüten Şakir Bilgin, 1983
yılı başında İstanbul’da tutuklanmış ve üç yılı aşkın bir süre İstanbul Askeri
Cezaevlerinde siyasi tutuklu olarak bulunmuş ve askeri mahkemelerce
yargılanmıştır. Tutuklanması Almanya’da büyük yankı uyandırmış ve sendikacılar,
politikacılar, sanatçılardan oluşan güçlü bir dayanışma kampanyası
yürütülmüştür. Alman hükümetinin de desteklediği bu kampanya sonrası
özgürlüğüne kavuşmuştur.
Cezaevi yaşamı sonrası yeniden Almanya’ya dönen Bilgin, uzun yıllar insan
hakları alanında faaliyetler yürütmüştür ve TÜDAY’ın (Türkiye-Almanya İnsan
Hakları Derneği) kurucu başkanıdır. Bunun
yanında çeşitli barış girişimlerin kuruculuğuna önderlik etmiş ve bunların sözcülüğünü yapmıştır.
Almanca ve Türkçe birçok kitabı yayımlanmış olan Şakir Bilgin, Alman
Yazarlar Birliği üyesidir ve 2020 yılında Köln’de kurulan yayınevi DÜNYA
VERLAG’ın sahibidir.
KİTAPLARI:
- Güneş Her Gün Doğar, Anı-Anlatı
1983-1986 Cezaevi Yaşamı üzerine anlatı
1. Baskı –Yön Yayınları- İstanbul, 1987
2. Baskı – Ner Yayınları-
İstanbul, 1988
3. Baskı – Kibele Yayınları –
İstanbul, 2020
- Jeden Tag weint die Sonne,
1988-Köln, Pahl Rugensein Verlag
Güneş Her Gün Doğar’ın Almancası
-
Devrimden Konuşuyorduk, Roman
1. Baskı - Gerçek Sanat Yayınları, 1990 –İstanbul
2. Baskı – Kibele Yayınları –
İstanbul, 2020
- Lasst
die Berge unsere Geschichte erzählen – Dağlara
Anlattır Tarihimizi
Dipa
Verlag-Frankfurt, 1991, Almanca
Kürtler
ve Kürt tarihi üzerine inceleme ve röportajlar
- Sürgündeki Yabancı, Roman
1. Baskı - Pencere Yayınları, 1998
İstanbul
2. Baskı – Kibele Yayınları -
2021
Siyasi bir sığınmacının
Avrupa sürgünündeki yaşamı üzerine
- Der
Fremde, Roman
Zambon-Verlag -Frankfurt, 1997
Sürgündeki Yabancı’nın Almancası
- Bir Daha Susma Yüreğim, Anlatı-Roman
ÖNEL-Verlag-Köln, 2001
2.
Baskı: An Yayıncılık- İstanbul 2004
- Güzellikler Yeter Bana, Anlatı-Roman
ÖNEL
Verlag-Köln, 2003
- Ich heiße Meryem, nicht Miriam - Erzählung,
Internationales
Kulturwerk - Hildesheim, 2005
-Bir
Daha Susma Yüreğimin Almancası-
-Kirli Çoraplar, Anlatı-Roman
Önel Verlag-Köln, 2019
KAYNAKÇA Vitrindekiler
/ Sürgündeki Yabancı (Cumhuriyet Kitap, 20.8.1998), İhsan Işık / Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) - Resimli ve Metin Örnekli Türkiye
Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2. bas. 2007), Kemal Yalçın - Bilgi
teyidi (01.06.2021).
Güneş Her Gün Doğar
Sayfa
101
Dayağını da Yiyeceksin, Tayınını da!
Bahtiyar’ın gidişinin ardından bir
beklentiye girmiştik. Yönetim kuşkusuz buna tavırsız kalmayacaktı. Bir gün
sonra yaşadığımız ranza operasyonu, yönetimin çok sabırsız olduğunu
gösteriyordu.
“Sayımın ardından arkadaşlar yataklarına
çekilmişlerdi. Ertan’la gazino bölümünde volta atıyorduk. Arkadaşımın sesi
güzeldi. Özellikle Kürtçe türküler daha bir güzel dökülüyordu ağzından. Mırıltı
biçiminde söylediği türkülere katılmaya çalışıyordum. Türkülere, devrimci
şarkılara düşkünlüğüm daha bir artar olmuştu tecritte. Hemen her gün yeni
birini öğreniyordum...
Operasyonlar genellikle sayımlardan
sonra başlardı. Kendimiz içeride, kulağımız dışarıda geçen bekleme saatlerinin
ardından, artık öğleye kadar operasyon gelmez düşüncesiyle, arkadaşların
içeride oturma ve yatmalarından da yararlanarak koğuşu temizlemeye giriştik.
Her zaman yapılan günlük paspastan öte, yerleri yıkayacaktık. Döktüğümüz suyla
taban ıslanmış, yerde su birikintileri oluşmuştu. Elimizdeki süpürgeleri daha
yere bile sürmeden koğuş kapısı açılıverdi! Hemen iç bölüme çekildik. Gazino
bütünüyle askerle doldu. Her operasyonda olduğu gibi önce dışarı
çıkarılacaktık. Gerek tecritte, gerek koğuşlarda gönüllü dışarı çıkılmıyordu.
İster gönüllü, ister direnerek çıkılsın, dışarıdaki tezgâhtan nasılsa
geçiliyordu!
Teker teker dışarı çıkarılmamız oldukça
uzun sürdü. Beklenmeyen bir anda yıldırım hızıyla başlayan bir operasyon olduğu
için, önceden tasarladığımız gibi yatakhanenin kapısına ranzalarla barikat
kuramamıştık. Yatakhanede oluşan direniş yumağından birer birer iplik gibi
çekiliyor, tekmelerle yumruklarla havalandırmaya atılıyorduk. Ayakkabısını
giyme olanağı bulamamış olanlar da vardı aramızda.
Soğuk yağmurlu bir havanın altında geçen
saatlerden sonra, içeriye koridora alındığımızda henüz işin yarısındaydık! Önce
soyma, sonra bulunduğumuz bölümün alt katındaki çamaşırhane kapısı yanındaki
merdiven altına sürükleyip, saç kesme eylemi gerçekleşti!
Bu operasyonun ardından, yeniden tecrit
koğuşuna atılan dokuz kişi kalmıştık. Öteki arkadaşlar, B bloğun öteki
tarafındaki daha önce kadınlar koğuşu olarak kullanılan hücremsi koğuşlara
konulmuşlardı.
Yeniden koğuşa girdiğimde, karşılaştığım
görüntüden irkildim. Ranzalar alınmış, yataklar koğuşun iki bölümüne dağıtılmış
ve hatta yer yer içleri boşaltılmış, ıslatılmış durumdaydı. Tüm eşyalarımız ise
yerlerdeydi. Bir bölümü parçalanmış, ezilmiş, gözlükler resmen çiğnenmişti...
Tüm bu görüntünün ortasında da, saldırıya uğramış yani parçalanmış ekmek
parçaları arasında iki karavana duruyordu!
Bir arkadaşımız koğuşun ortasında biraz
yer açtı. Tabaklara koyduğu yemeklerin başına birerli ikişerli çöktük. Kafamı
kaldırıp, bir arkadaşlarımın yüzlerine, bir çevremdeki henüz etkisinden
kurtulamadığım görüntüye, son olarak da önümdeki tabağa baktım. Tüm olanlardan
sonra yemek, hiçbir şey olmamışçasına yemek yemek, çok zor geliyordu. Ama
cezaevinde günlük yaşantı her şeye karşın sürdürülmek zorundaydı: Dayağımızı da
yiyecektik, tayınımızı da!..”
Devrimden Konuşuyorduk
Kitabın giriş bölümünden – 5. sayfa
Dörtnala Bir Koşu
Küçük odanın içi, yere serili yataktan
yükselen sigara dumanıyla dolmuştu. Bir sigara içimlik kadar sürede tek söz
çıkmadı ağızlarından. Güneş, koca kentin üstüne iç sıkıntısı gibi çöken kapkara
bulutları delmiş ve kalın tül perdeyi de geçerek yatağın ayakucuna değin
yaklaşmıştı...
Selma, aralarında duran kül tablasına
sigarasını bastırdıktan sonra hafifçe geriye doğru kaykıldı. Göğüslerinin tümü
ortaya çıkmıştı...
İlk kez Fırat’ın yanında soyunmuştu
Selma. Ancak, bu pek kolay olmamıştı. Tanıştıkları zamanlar Üsküdar’daki bir
arkadaşlarının evine giderlerdi birlikte olmak için. Fırat’ın yanında her zaman
çok rahat olan, kendini mutlu ve güçlü hisseden Selma, sıra soyunmaya
geldiğinde değişiveriyordu. Ya karanlıkta soyunurdu, ya da yorganın altında.
Sevgilisinin çıplaklığından bile utanç duyar; kendi insanca duygularından
utanırdı...
Dizlerini karnına doğru çekti bu kez.
Uzun saçları omuzlarından aşağıya doğru sarkıyordu. Dik göğüsleri olduğu gibi
ortaya çıkmıştı. Ama o, gerçekte bunu düşünemeyecek denli uzaktı
çıplaklığından. Birkaç dakikadır, karşısındaki beyaz kireçle sıvalı duvarda
asılı eski ve bir bölümü yırtılmış bir resme takılmıştı gözleri. Dingin bir
sesle konuşmaya başlarken, yine aynı yerde noktalanmıştı bakışları:
-Söylediklerim seni şaşırtmasın. Beni
yanlış anlama. Salt kadınsı duygularla konuştuğumu da sanma. Beni bugüne
ulaştıran geçmişimden hiç yakınmıyorum, ama sürekli sorup duruyorum kendime.
Nereye gidiyoruz? Neler oluyor Fırat? Sorup duruyorum kendi kendime, yanıt
alamıyorum. Belki yardımcı olursun, bir şeyler söylersin, çünkü her şeyi
bilirsin diye düşünüyorum. Sen de susuyorsun!
Selma, her şeyi konuşmak istiyordu. Her
geçen gün daha da karmaşık hâle gelen sorulara yanıtlar bulamıyordu. O gün her
şeyi anlatmaya, sormaya kararlıydı...
-Hayatımın en güzel yıllarını okul
döneminde yaşadım. Onca olay, onca koşuşturmaca içinde mutluydum. Anımsıyor
musun bir gün bile yanında üzgün durduğumu? Biz birbirimizi çok sevmiştik. Bir
davaya bağlandığımız için, yaşamı da çok sevmiştik. Söyler misin, bir gün bile
eksildik mi, geri kaldık mı o koşturmacada? Doludizgin yaşadık hep. Ama hep
gelecek için yaşadık. Hiçbir zaman, yaşadığımız gün için yaşamadık Fırat!
Gerçekte ise, bunu göremeyecek, gördüğümüz anlarda da soramayacak denli
sarhoştuk biz. Buna sarhoşluk diyorum ben. Yaşadığımız en mutlu günü bile, o
günü yaşamak bilinciyle yaşadık mı hiç?
Başını çevirerek baktı bir an. Fırat’ın
suskunluğuna sesleniyordu artık:
-Arkadaşlarımı düşündüm teker teker
geçen gün. Yüksek okul günlerimi düşündüm yeniden. Gözlerim yaşardı. Geçmişi,
ilk tanıştığımız günleri mi arıyorum, diye sordum kendi kendime... Hayır Fırat!
Bu bir arayış ve eskiye özlem değil. Ben seninle bugün de mutluyum... Ağzımı
bile açmadım şimdiye kadar. Birçok arkadaş gibi okulu bitiremediğimden de söz
etmedim. Çizdiğim yolda mutluydum. Seninle birlikte olmak yetiyordu bana...
Fırat, en küçük bir tepki
göstermeksizin, anlatmasını ister gibi dinliyordu... Biraz daha kaydı yatağa.
Bu sıra sağ elini, Selma’nın sol dizkapağının üstüne koymuş, böylece Selma’nın
bükülü sol bacağı da onun bacaklarının yanına uzanmıştı... Odadaki derin
sessizliğe ayak uydurmuş, dingin bir çehreyle onu dinleyen Fırat’ın yanında, o
günleri yaşıyormuşçasına yeniden konuşmaya başladı Selma:
-Sanki bir tek şey için yaşıyorduk
Fırat! Giyimimiz de bıyığımız da aynı damgayı taşıyordu. Özel yaşamımız yoktu.
Bundan hiç yakınmıyorduk da. Birçoklarımız gibi biz de ana babalarımızın ahını
alma pahasına salt “devrim nikâhı”yla girdik birbirimizin koynuna. Bunların
hepsi güzeldi ama! Bir davaya inanıyorduk ve bu bize yetiyordu...
Odada çıt sesi çıkmadan geçen birkaç
dakikadan sonra yeniden Fırat’a döndürdü yüzünü. Sesi titremeye başlamıştı
artık konuşurken:
-Bugün inanmıyorum sanma. Bugün de en az
o günkü kadar içten bağlıyım tutkularıma. Ama nedense bugün bu yetmiyor,
inanmak yetmiyor Fırat. Geçmişte düşünmüyordum ve hiç kimse de “Düşün!” demiyordu bana. Yalnızca inanıyordum.
Bugün ise düşünüyorum ve bunun için doğrularla yanlışları ayıramıyorum.
Geçmişte her şey doğruydu benim için. Bugün yanlışlar da var ve sen
susuyorsun...
Acı bir gülümsemeyle baktı bir an
Fırat’a. Buğulanmış gözlerini yüzünden ayırmadan ekledi:
- Ama ben, bazı şeyleri biliyorum. Senin
sıranı beklediğini de!..
Sürgündeki Yabancı
Bölüm 20 - İki Yabancı / Sayfa 129
Kulaklarında hep
aynı ses, gözlerinin ufkunda hep aynı görüntüyle girdi gara. Üzerindeki
giysilerinden başka küçük bir el çantası vardı yanında. Geldiği gibi
gidecekti... Dostlarına gündüz veda etmiş, yapayalnız ve buradan kaçar gibi
uzaklaşmak istemişti... Çevresinde gördüğü insanların birçoğu da onun gibi
uzaklara gidiyor, uzaklardan geliyorlardı.
Kalkış saatini
bildiği halde, cebindeki bileti çıkardı, baktı. Hareket etmesine on beş dakika
vardı trenin. Yukarı, peronların olduğu bölüme çıktı. Basamakları tırmanırken
trenin geliş zamanı da duyurulmuştu. Üç dakikalık bir gecikmeyle gelecekti
tren. Yeniden inmedi aşağıya. Dudaklarında sigara, bir boydan bir boya, birkaç
kez yürüdü. Akşamın karanlığına karışan tren sesleri, derin bir hüznü
çağrıştırıyorlardı ona o an...
Beklediği tren
gara girdiğinde, sanki bir oyunun son perdesi sahneleniyor, bir başlangıcın
sonu, yeni bir sonun başlangıcı yaşanıyordu. Uzaklardan gelenler indiler,
uzaklara gidecekler bindiler. Tren yol alıncaya değin ağır ağır ilerledi
içeride. Yolculuk yapacağı vagona geldiğinde, koridor biraz daha
seyrekleşmişti. Gireceği kompartımanın önünde durdu, içeriye baktı. Önce camın
yanında oturan bir kadın çarptı gözüne. Onun yanındaki yer boştu. Hemen aynı
sırada kapının girişinde bir adam, bir Alman'a benziyordu görünümü,
bulunuyordu. Öteki yana daha sonra baktı. Kapının girişinde, bir genç vardı.
Kendi koltuğu boş duruyordu. İçeriye girmeden üzerindeki paltosunu çıkardı.
Kapıdan girerken selam verdi alçak bir sesle. Selamını gençle, kadın aldılar.
Camın kenarında kadının tam karşısındaki koltuk onundu. Çantasını, ardından
paltosunu yukarı yerleştirdi. Oturur oturmaz girişte selamını almayan adama
ilişti gözü. İri yarı biriydi. Dimdik oturuyor, önüne bakıyordu. Ondan başını
çevirdiğinde karşısındaki kadınla göz göze geliverdiler. Bakışlarını kaçırmadı
ikisi de, ikisi de hafiften gülümsedi.
Tren yeni
bilinmezlere doğru yol alırken, ayrılığın hüznü gözlerinin önüne bir sis
perdesi örmüştü. Dalıp dalıp gidiyordu için için yaşadığı anıların ardında. Bir
ara yerinden kalkıp çantasına uzandı, bir gazeteyle yeniden oturdu yerine.
Gazetenin birinci sayfasına şöyle bir göz attı. İç sayfaları karıştırırken
karşısındaki kadına ilişti gözü. Yine bakıştılar. Yalnızca kadın gülümsedi bu
kez.
-Yabancı
mısınız? dedi beklenmeyen bir soruyla.
-Türk'üm, dedi
Kemal.
İlgisi
dağılmıştı gazeteden... Onu hâlâ sıcak bir gülümseyişle izleyen kadın,
-Nereye
gidiyorsunuz? dedi.
-Uzaklara!
Kadına gizemli
gelmişti bu yanıt. Aynı soruyu yeniden sormadı, ama bu kez daha dikkatle baktı
Kemal'e. Gülümsemesi, yanaklarını hafiften pembeleştirdiği ve dudaklarına kadar
indiği anlar, olduğundan genç ve güzel görünüyordu. Sarı, sapsarı saçları,
kıvır kıvır omuz başlarına kadar dökülüyordu. Dudakları, göz kapakları gibi
boyalıydı. Hafif makyajlı yüzü, onu oldukça havalı yapmıştı. Çok dinlendirici
bir görünümü vardı. En küçük bir acı ve hüzün yaşamamış, tanımamış olduğu
izlenimi veriyordu. Uzun boylu biri olmalıydı. Dik oturmasına karşın, dizleri
Kemal'in bacaklarına değiyordu neredeyse. Üzerindeki el örgüsü yakalı kazak,
açık kahverengi, motifli eteğine uyuyor, giyinmesini bilen beğeni sahibi biri
olduğu belli oluyordu.
Kemal, başını
kaldırmadan gazetesini okudu bir süre. Karşısındaki kadının kendisini izlediği
duygusuna kapılıyordu sık sık. Gözlerini kaldırdı bir ara. Kadın gerçekten ona
bakıyordu.
-Uzaklara, çok
mu uzaklara gidiyorsunuz? dedi düşünceli bir ses tonuyla.
-Neden
ilgileniyorsunuz?
Kadın buna yanıt
vermek yerine,
-Adınızı
öğrenebilir miyim? dedi.
Kemal hiç
düşünmeden,
-Murat, dedi...
Bir Daha Susma
Yüreğim
Bölüm 12 – Sayfa
54
Bizlerin Alman vatandaşlığına geçmesine
karşı olmanızı da anlamak istemiyorum. Belli ki, Alman vatandaşlığını bize
yakıştıramıyorsunuz. Oysa, Alman vatandaşı olmak hem hakkımız, hem de gerekli
gibi geliyor bana. Bu ülkeye yerleşmişsek, bunun başka yolu yok gibi. Ama bu
demek değil ki artık Türk değiliz. Değil
bir, bana yüz Alman kimliği verseler ben yine Türk’üm. Bunu
değiştirmeye gücüm yetmez. Türklüğümü, bir gömlek gibi üzerimden atamam ki!
Üstelik, Türk olmayı ben seçmedim. Tıpkı sizin Alman olmayı seçmediğiniz gibi.
Doğuştan Türk olmuşum ben. Alman vatandaşı olsam bile yine Türk’üm. Yalnızca
Türk olduğum için beni küçük görmeye hakkınız yok. Dinimi değiştirebilirim, bu
olanaklı olur, ama milliyetimi değiştiremem. Siz de öyle. Müslüman da olsanız,
dininizi Alman olarak yaşamaya devam edersiniz...
Almanya’yı da
seviyorum, Türkiye’yi de. Kimi kez, “Hangi ülkeyi daha çok seviyorum ki?” diye
düşünüyorum. Türkiye’yi daha çok seviyorum gibime geliyor. Belki de öyle değil! Çünkü burada
yaşamak istiyorum. Türkiye’de ara sıra bulunmak, gezmek, abrabalarımızı görmek iyi, ama ben Almanya’yı, Almanya’nın Köln
kentini, Köln’ün Ehrenfeld’ini arıyorum. Burada kendimi evimde hissediyorum. Türkiye’de bana “Alamancı” dediklerinde
hoşuma gitmese de, bunda gerçek payı var. Gerçekten de ben Almanyalı bir Türk
kızıyım. Ama iki tarafta da “yabancı” görülmek beni üzüyor. Bana “Alamancı” denmesi, beni yabancı gördükleri
için böyle söylemeseler, pek rahatsız etmez. Ben, orada yabancı değilim.
Türkiye’ye gezmeye giden bir Alman, bir İngiliz gibi miyim ki yabancı olayım!
Bir insan, iki ülkeyi kendi ülkesi göremez mi?
Neden olmasın! Burada kafam pek karışmıyor da, “Sen kimsin?” sorusuna yanıt
verirken aynı şey olmuyor her zaman. Alman vatandaşlığına geçince ve hatta
aradan yıllar geçse de Türk olarak kalırız gibime geliyor. Kökümüzden,
geçmişimizden kopamayız. Anlayacağınız, yarın çoktan başladı; ama dün hâlâ
sürüyor... Hiçbir insan kopamaz kökünden. İsterse dünyanın bir ucuna gitsin...
Babamın kafasına esse, Türkiye’ye dönsek, buradaki geçmişimiz de ardımızdan
gelir, bizi orada rahat bırakmaz... İçimizdeki Almanya öyle hale gelir ki,
belki de içime sığmaz olur... Siz emekli olunca başka bir ülkeye yerleşseniz,
Alman olmaktan vaz mı geçeceksiniz? Alman bayrağı artık bir değer taşımayacak
mı?.. Türkiye’de yaşayan ve oraya yerleşen
Almanlar için, Almanya artık her şeyiyle geride mi kaldı? Onlar için
Almanya’nın ve Alman bayrağının bir anlamı ve önemi yok mu?..
Hem Alman, hem Türk olabilir
miyim? Ya da biraz Alman, biraz da Türk hissedebilir miyim kendimi? Yeniden
yeniden kendime soruyorum... İçimdeki sıkıntıyı görüyorsunuz. Kendime “Türk” dediğim zaman,
tek bir kimliğe sığmadığımı fark ediyorum....
Ne olursam olayım, artık kendimden
utanmıyorum kimi arkadaşlarım gibi. Türklüğümden, Müslümanlığımdan, gitgide
bunlara eklenmeye başlayan Alman yanımdan utanmıyorum... Kim olduğunu, ne
olduğunu söyleyemeyen insanın durumunu biraz bilirim. Selma Kürt ve Alevi.
Eskiden Kürt olduğunu söyleyemezdi, Alevi olduğunu saklardı. Artık böyle değil.
Bu daha iyi. Çünkü kim olduğunu söyleyemeyen insan, içinde bir hapishane
yaratır... Görüyorsunuz, bizde kimlik çok, ama Almanya’dan başka vatanımız
diyebileceğimiz ve sevebileceğimiz bir ülke daha var: Türkiye. Bunu, bize çok
görmeyiniz lütfen!..
Almanya da bana anam babam gibi yakın. Nasıl
onların bir parçasıysam, Almanya’nın da öyle. Almanya bensiz, ben Almanyasız
düşünülemem. Burasını evim görüyorum, ama bir Alman gibi Alman olamam.
Türklüğümü unuttursalar, beni asimile etmeyi başarsalar bile, benden Alman gibi
Alman yapamazlar. Benden ancak Türk gibi bir Alman olur!
Ben kendimi Alman olarak görsem,
Almanlar beni böyle görecekler mi? Kimi bir Türk’e, bana Almanlığı
yakıştıramayacak ve böylece kafasındaki duvarı yıkamayarak bölücü olacak. Kimi
de, Alman vatandaşlığına geçsem bile, beni Türk olarak görmek isteyecek ve
bundan hiç rahatsızlık duymayacak. Şimdi gittiğim okuldaki öğretmenim Bay
Müller de bunlardan biri. O, Türkleri bir Alman gibi seviyor, İtalyanları
seviyor, Faslı, Tunusluları seviyor. Benim Türklüğüm onu hiç rahatsız etmiyor.
İnsanların hepsi böyle olmuyor işte!..
Biz öğrenciler, hangi öğretmen
kimle iyi anlaşıyor, kim kimi sevmez anlarız. Ama Türk olarak bir farkımız daha
vardır: Kim, hangi öğretmen Türkleri, yabancıları sevmez, hangisi sever bunu
biliriz. Bize kötü bir şey söylemeseler de onları fark ederiz. Bir duygudur
içimizde bu. Gelip yerleşivermiştir bir şekilde ve çoğu kez farkında olmadan.
Yabancıları sevmeyen
öğretmenlerin birçoğu, bu özelliklerini belli etmemeye çalışır. Ama, kim
kendini saklayabilir ki? Sevmezler de,
bizimle pek uğraşmazlar sizin gibi. Belki de bir kader birliği yaptığımızı
düşünürler. Bizi, bir fabrikadaki makine, ya da bir depodaki mal gibi görürler.
Bir nesneyizdir onlar için. İşlerine bağlıdırlar. Bu nedenle onlara pek ağır
gelmeyiz. Bize ders vermeleri neşelerini pek kaçırmaz, ya da bize duygularını
belli etmezler...
Ya siz!... Siz daha açık
yüreklisiniz ve duygularınızı gizlemeye gerek görmezsiniz. Kısacası, size göre
de bir nesneyiz! Büyükbabamın sıktığı bir vida gibiyiz!..
Bazı
insan halleri vardır ki yaşamadan anlaşılamaz. Bazı insan manzaraları vardır ki
yaşamadan yazılamaz. Şakir Bilgin işte böylesi insan manzaralarını yaşayıp
yazıya döken az sayıdaki yazarlardan biridir.
Şakir
Bilgin yetenekleri, olanakları ölçüsünde; kavrayabildiği koşulları değiştirmek
için çıkmıştı yola. İnsanca yaşanabilen bir ülke ve dünya özlemiydi aklında
çiçeklenen. Binlerce insanın başına gelen, onun da başına geldi. Yeryüzü
cennetini yaratayım derken, zalimlerin cehennemine düştü!
Şakir
Bilgin, sadece söylenmiş bir türküyü tekrarlayan kişi değildi. Yüzeceği denizi,
söyleyeceği türküyü kendi emeğiyle yaratan insanlardandı. Aktarmacı değil,
üretici olmaya çalışıyordu. Safını, yolunu kendi bilinci ve vicdanına göre
seçti.
İlk
kitabı “Güneş Her Gün Doğar” 1988 yılında İstanbul’da, Yön Yayınları’ndan
çıkmıştı. Bunu, “Devrimden Konuşuyorduk” (1990), “Laßt die Berge unsere
Geschichte erzählen” (Dağlar Anlatır Bizim Öykümüzü) adlı Almanca kitabı
izledi. “Sürgündeki Yabancı” 1998 Ocak ayında, İstanbul’da, Pencere
Yayınları’ndan çıkmıştı. Bu kitaplarını Almanya’da Önel Yayınev’inde basılan
“Bir Daha Susma Yüreğim” (2001), “Güzellikler Yeter Bana” (2002) ve “Kirli
Çoraplar” (2019) romanları izledi.
12
Eylül 1980 darbesinin üstünden 40 yıl geçti. Bu arada Şakir Bilgin’in 12 Eylül
üzerini yazdığı kitapları tükendi. “Güneş Her Gün Doğar”, “Devrimden
Konuşuyorduk” ve “Sürgündeki Yabancı” 40. Yılda 12 Eylül Üçlemesi olarak yeniden
Kibele Yayınevi tarafından yayınlandı.
12
Eylül 1980 darbesini ve darbeden sonra Almanya’da 15 yıl siyasi sürgün hayatını
yaşamış bir devrimci, TÖB-DER’li bir öğretmen ve yazar Kemal Yalçın olarak bu
yazımda Şakir Bilgin’in yaşadığı acıları paylaşmak ve Eylül Üçlemesi’ni
tanıtmak istiyorum.
Bir
yazarı ve yapıtlarını, yaşam serüvenini izleyerek daha bütünlüklü
anlayabiliriz. Bu gereklilik Şakir Bilgin gibi kendi yaşadığı gerçekliği
öyküleştiren, romanlaştıran bir yazar için daha önemli oluyor.
Şakir
Bilgin hayatını rüzgarlara vermedi
Şakir
Bilgin, 1951 yılında Mengen kazası, Pazarköy bucağında doğdu. Babası Köy
Enstitüsü çıkışlı bir öğretmendi. Annesi köy kökenli bir ev hanımıydı. Ailenin
dört çocuğundan ikincisiydi. Çocukluğu köylerde geçti. Ortaokulu Mengen’de
okudu. 1968 yılında Bolu Erkek Öğretmen Okulu’nu bitirdi. 4 yıl köy okullarında
öğretmenlik yaptı. 1973’de İstanbul Atatürk Eğitim Enstitüsü Beden Eğitimi
Bölümüne girdi. Türkiye’nin en çalkantılı yıllarıydı. Toplum kabına sığmıyor,
her kesim kendine çıkış yolları arıyordu. İlerici- gerici ayrımı, sağ sol
çatışmaları ortaokullara kadar inmişti. Yüksek öğrenim yılları çatışmalar
içinde geçti.
Şakir
Bilgin Eğitim Enstitüsü’ne başladığında siyasal tutumunu belirlemişti. Devrimci
bir öğrenci olarak boykotlarda, direnişlerde yer alıyordu. Birçok devrimci
öğrenci gibi polisin, MHP’lilerin saldırısına uğradı. Yaralı arkadaşlarını
kucağında taşıdı. Yaşam o yıllarda hoşgörü, iyi niyet tanımıyordu. Siyasal
ayrımlara kan bulaşmıştı.
Beden
Eğitimi öğretmeni olarak 1976’da Niğde Lisesi’ne atandı. Fakat Niğde’de sağ
terör ortalığı kasıp kavuruyordu. Can güvenliği kaygısıyla öğretmenliğe
başlayamadı. Almanya’ya öğretmen olarak atanmış olan babasının yanına geldi.
Köln
Akademisi’nde spor ihtisası yaptı. 1978 yılında Köln’de Türkçe öğretmenliğine
başladı. Aynı yıl Köln Öğretmenler Derneği’ni kurdular. 2 yıl Kurucu
Başkanlığı’nı yürüttü. Daha sonra Köln Halk Derneği’nin başkanlığını yaptı.
1982
Kasım ayı başlarında Türkiye’ye gitti. 13 Ocak 1983 günü örgütlü çalışma yaptığı
savıyla siyasi polis tarafından yakalandı. 45 gün siyasi şubede gözetimde
kaldı. İşkenceden geçti. 37 ay Alemdağ, Metris, Sağmalcılar Hücre Tipi
Cezaevi’nde tutuklu kaldı. 12 Eylül rejiminin ne olduğunu etiyle kemiğiyle
yaşayarak gördü. İnsan onurunu koruma mücadesine katıldı. Toplam 100 günün
üzerinde açlık grevlerine, ölüm oruçlarına katıldı. Ölüm kokusunu ilk kez o
yıllar kokladı. Ölüm kokusunu duyumsadığı açlık grevinin ilerlemiş günlerinde
başını yastığa koyduğunda Pazarköy’ün deresinde bulurdu kendini! Cezaevi
döneminin sadece bir yılında yazma olanağı bulabildi. Aylarca yazacak kalem
bile verilmemişti. Yazmak da yazışmak da yasaktı.
Tutukluluk
döneminde Almanya’da geniş dayanışma eylemleri oldu. Alman Eğitim ve Bilim
Sendikası (GEW) geniş ve etkin dayanışma örgütledi. Askeri Mahkemelerde görülen
Devrimci Sol Davası’ndan yargılanan üyeleri Şakir Bilgin’in duruşmalarına 5
ayrı gözlemci heyeti gönderdi. Devletin en üst düzeyinde, serbest bırakılması
ve Almanya’ya tekrar gelebilmesi için girişimlerde bulundu. Bu girişimler
sonucunda 1986 Şubat’ında özgürlüğüne kavuşabildi.
1987 Nisan ayında Almanya’ya gelerek, Köln
yakınlarındaki Pulheim kentine yerleşti ve tekrar öğretmenliğe başladı. Siyasal
uğraşını kaldığı yerden omuzladı. Toplumsal sorunlara duyarlılığı bu kez insan
hakları alanındaki çalışmalarda ürün verdi. Türkiye-Almanya İnsan Hakları
Derneği’nin (TÜDAY) kurulması için yoğun çabalar yürüttü. Bu derneğin iki yıl
“kurucu başkanlığını” yaptı.
Yazmak
boynunun borcu olmuştu
Her
yazarın, yazmaya başlamasının bir nedeni vardır. Yazmak bir tutkuya dönüşünce
üretken ve içten olur. Gelip geçici bir sevdayla yazar olunmaz.
Şakir
Bilgin, kendini yazmaya yönelten Ali Rıza adlı koğuş arkadaşını ilk kitabında
şöyle anlatıyor:
“Cezaevine
Ahmet Altan’ın `Sudaki İz’ kitabının girdiği günlerdi... Kitabın açıkça taraf
tutmasına bir şey dediği yoktu Ali Rıza’nın. ‘Yaşamın salt çürüyen, ölen yönüne
sahip çıkmasını’ bir türlü kabullenemiyordu. ‘Bir roman yazmak gerekir. Bizleri
yazmak gerekir... Dayı, sen bunu yazarsın...’ diyordu. Ben de Ali Rıza’ya söz
verdim. Eğer günün birinde bir roman yazarsam seni de anlatacağım, dedim.”
Bir
soru, bir söz, bir bakış, bir damla sevda yeter bazen başlamaya. Şakir Bilgin
de Ali Rıza’ya verdiği sözü Metris’ten kurtulup Almanya’ya gelir gelmez yerine
getirmiş denebilir. Özgürlüğüne kavuşması için yorulmadan, tavsatmadan
dayanışma eylemi yapan Alman - Türk arkadaşları da, “Yaz Şakir... Yazmalısın!
Yaz ki unutulmasın! Yaz ki çektiklerin güle dönüşsün!” dediler.
Güneş Her Gün Doğar
“Güneş Her Gün Doğar”a işte bu havada başladı.
256 sayfalık kitabın ilk taslağını 15 günde yazdı. İlk kitabına bir rapor yazma
düşüncesiyle başladı. Ama bu çalışma günce-anı türünde bir yapıtla sonuçlandı.
Söz
vermişti Ali Rıza’ya, Ali Rızalara ve kendi vicdanına: “Gerçekleri çarpıtmadan,
tarafsız bir yazar olarak kaleme alacağım! Devrimci mücadelede ve içerde
tanıdığım insanları kimini hain, kimini kahraman olarak görmeden olduğu gibi
anlatacağım!”
Şakir
Bilgin yazarlığında bu ilkeyi korudu. Sol örgütler içinde bir insanın hem vezir
hem de rezil edilmesinin alışkanlık haline geldiği ortamda, insanları yalnızca
bir solcu olarak değil, önce bir insan olarak görmeye çalıştı. İnsanın güçlü ve
güçsüz yönleriyle bir bütün olduğunun altını çizdi eserlerinde.
Bu
anlayışı, geçmişi sorgularken de uyguladı. Yenilgiyi destanlaştırmadı. Ne
geçmişe övgü düzüp, gözlere perde çekti; ne de yaşanan sürecin olumsuzluklarına
bağlanıp umutsuzluk yaydı. Cezaevleri gerçekliğine ışık tutan ve tarihe bu
anlamda kayıt düşen kitapların başında gelen “Güneş Her Gün Doğar”, insanlığın
sönmeyen umudunun sesidir. En güçsüz olunan günlerde ve ortamda bile yaşamı
filizlendirmek için direnen devrimcilerin gülümsemesidir.
Devrimden
Konuşuyorduk
Şakir Bilgin’in ikinci kitabı “Devrimden
Konuşuyorduk” 352 sayfalık bir roman. “Güneş Her Gün Doğar”ın bir bakıma
devamı; bir bakıma da bozgunu ve çöküşü önlemeye çalışan umutlu, kişilikli,
çalışkan bir devrimcinin, Fırat’ın iki buçuk yıllık yaşamının öyküsü.
Roman,
“Küçük odanın içi, yere serili yataktan yükselen sigara dumanlarıyla dolmuştu.
Bir sigara içimlik kadar sürede tek söz çıkmadı ağızlarından. Güneş, koca
kentin üstüne iç sıkıntısı gibi çöken kapkara bulutları delmiş ve kalın tül
perdeyi de geçerek yatağın ayak ucuna değin yaklaşmıştı...” cümleleriyle
başlıyor. Ve “Deniz hep mavi olacak Fırat! Dün maviydi, bugün mavi, yarın da
mavi olacak!..” umuduyla bitiyor.
Sel
suları gibi boz bulanık bir akışa kapılıyor okuyucu. Nefes aldırmıyor insana.
1980 öncesini ve sonrasını yaşamış her devrimci bir yönüyle kendisini bulur
Fırat’ta. Unuttum sandığın bir yaranın acısı yakar yüreğini.
“Devrimden
Konuşuyorduk”u okurken; “Biz ne yaptık?” ile “Ben ne yaptım?” soruları iç içe
geçiyor beyinde. İlk kitapta başlayan sorgulama ikincisinde derinleşiyor. Birincisi
bir gözlem, ikincisi ise bir hesaplaşma. Yazar, “Güneş Her Gün Doğar”da sürece,
gerçekliğe bakmaya başlıyor. “Devrimden Konuşuyorduk”da insanın gözündeki perde
kalkıyor. İdeolojik, siyasal kaygılar düşünmeyi sınırlamıyor. Bu anlamda, bu
roman yazarın kendini aşma ve özgürleşme sürecini gözler önüne seriyor.
Bir
yerde “Gerçek suçlu kim?” diye soruyor. “İnsanları kişiliksizleştiren,
düşüncelerini özgürce açıklamalarını engelleyen, bağımsız düşünce üretme
eylemliliğini ortadan kaldıran, insanları bir diğerinin kopyası olarak gören
anlayışta mı; yoksa her şeye karşın bunlara baş eğenlerde mi? Arkadaşlarımızın
düşüncelerini özgürce çatışmaya sokamadığı ortamda, hangimiz özgürlüğümüzü tam
olarak kullandığımızı söyleyebiliriz? Bizler de tutsağız, hem de kendimizin
tutsağı, küçük hazların tutsağı!” (s.292)
Bu
soruları sormak ve bu yanıtı vermek kolay değildir özgürlüğün olmadığı siyasal
geleneklerde. Şakir Bilgin bu soruları sormanın sonuçlarını bile bile yazıyor.
Çünkü, bazı “sol” çevrelerde, bazı gerçeklerin tartışılması; “nerede yanlış
yaptık?” sorusunun cesaretle sorulması çoğu kez korkaklık ve döneklik damgası
yemekle; yazarın sorumsuzca karalanmaya çalışılmasıyla sonuçlanıyor.
Sürgündeki Yabancı”
Eylül
Üçlemesi’nin son romanı “Sürgündeki Yabancı”, “Güneş Her Gün Doğar” ve
“Devrimden Konuşuyorduk” kitaplarının devamıdır. Hatta “Devrimden Konuşuyorduk”
romanındaki ikinci kişi Kemal, “Sürgündeki Yabancı” romanının baş kişisi olmuş
denebilir.
Bu
üçlemenin ilk ikisinin mekânı Türkiye, İstanbul, cezaevleridir. Üçüncü kitabın
mekânı ise Almanya, İsviçre ve
Fransa’dır. Bu üçlemedeki kişiler belli siyasal örgütlerden insanlardır. Yazar
“Devrimden Konuşuyorduk” romanında çökmüş, bozguna uğramış sol örgütlerin
Türkiye koşullarındaki insanlarını işliyor. “Sürgündeki Yabancı” romanında ise
bozgundan kaçmak zorunda kalmış, yaşayabilmek için Avrupa’ya sığınmış
insanların bir tablosunu vermeye çalışıyor.
Romanın
baş kişisi Kemal, sudan çıkmış balığa dönmüştür. Kökü Türkiye’de, aklı
Türkiye’de, var olduğu kişilik Türkiye’de kalmıştır. Kemal Avrupa’daki binlerce
Kemal’in özetidir. Bu nedenle kitabı okuyan her sığınmacı, Kemal’in kişiliğinde
kendini yaşar, kendini bulur.
“Sürgündeki
Yabancı”da kişiler köksüz ağaç gibidir. Çoğunun isimleri takmadır. Gerçek
kişilikleri yok olmuş gibidir. Kişilerin adları vardır. Ama bu adların
özgülleştiği kişilikler yoktur. İnsanlar birbirinin kopyası gibidir. Hemen
hemen hepsi kişilik kopuşuna uğramıştır. Bu nedenle insani değerler aşınmıştır.
Evlilik, sevgi Almanya’da oturum izni alabilmek, sınır dışı edilmeyi
önleyebilmek için bir araca dönüşmüştür. “Devrimden Konuşuyorduk”ta Fırat sekiz
yıl beraber yaşadığı nikahlı karısına yıllarca “karım” diyemez. “Sürgündeki
Yabancı”daki Kemal de, birlikte yaşadığı Sabine adlı genç kadına “sevgilim”
diyemez. Birbirlerini severler. Ama bu beraberlikten olacak çocuklarını
benimseyemez. Kemal, doğacak çocuğuna bir ad bile düşünemez. Doğacak çocuk bir
yabancıdır kendi varlığına.
Dünyayı
değiştirme heyecanıyla yola çıkmış insanlar, sığındıkları ülkede ekmek parası
için sosyal yardım kurumlarının kapılarında sürünürler. Birçoğunun, içindeki
isyanı dillendirecek dilleri de yoktur. Emeğin kurtuluşu için ölümü göğüsleyen
birçok kişi, bir gün bile ücretli işçi olmamış; adımını fabrika kapısından
içeri atmamıştır. Bu insanlar Avrupa’nın zengin sokaklarında en çok yalpalayan
kişiliklere dönmüştür.
Bütün
bu çöküş içinde ayakta kalabilenlerden çoğu, Türkiye’de fabrika işçisi olarak
ekmeğini kazanan, kendi varlığını değiştirmek için samimice devrimci uğraşın
bir dalından tutanlar olmuştur. Bu insanlar buldukları işte çalışmaya,
Türkiye’de bıraktıkları yaşamı Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde yeniden
kurmaya uğraşmışlardır.
“Güneş
Her Gün Doğar”la başlayan, “Devrimden Konuşuyorduk” romanında derinleşen
kendini ve gerçekliği anlama ve yaratma uğraşı, “Sürgündeki Yabancı” romanında
Avrupa boyutunda devam ediyor.
Yazar,
zor bir içeriği edebiyatın olanaklarıyla omuzlamış. Yazmak, Şakir Bilgin’de
kendini yeniden üretme süreci haline gelmiş. Okuyucu, bu süreçte kendini buluyor.
Değişimin önce kendimizden başlaması gerektiğinin bilinci beynimizi
aydınlatıyor.
Bochum,
19 Ocak 2021
Kemal
Yalçın
“Eylül Üçlemesi” Güneş Her Gün Doğar,
Devrimden Konuşuyorduk, Sürgündeki Yabancı adlı kitaplardan oluşuyor. Bu
kitapların mevcudu bitmişti. Kibele Yayınevi 12 Eylül 1980 darbesinin 40.
Yılında Şakir Bilgin’in kitaplarını “Eylül Üçlemesi” olarak üç kitaplık bir set
olarak yeniden yayınladı. Kibele Yayınevi’ne bu değerbilir anlayışından dolayı
çok teşekkür ederim. Yazar Şakir Bilgin’i daha yakından tanıyabilmek ve bu
kitaplarını daha iyi anlayabilmek için, “Eylül Üçlemesi” 5 Ocak 2021 günü
kendisiyle yaptığım söyleşiyi aynen yayınlıyorum. Bochum, 17.2.2021, Kemal
Yalçın
Kemal
Yalçın: 1-Yazarlık serüveni nasıl başladı? Neden ve ne zaman yazmaya başladın?
Şakir
Bilgin:
Benim
için yazmak, kendimi ve siyasi düşüncelerimi ifade edebilmek anlamında bir
eylemlilikti; bu bakışla yazmaya başladım önce. Bu yazıların çoğu da kendi
adımla yazılmayan makalelerden, siyasi yazılardan oluşuyordu.
Kitap
yazmak düşüncesi sonraki yıllarda oluştu. Bu da, yine, siyasi bir dışavurum
gereksinimiyle gündeme geldi. İlk
kitabım, “Güneş Her Gün Doğar”dan bahsediyorum.
1987
yılında üç yılı aşkın cezaevi yaşamımın ardından yeniden Almanya’ya dönmüştüm.
Benimle ilgili yürütülen ve dört yıl süren bir Özgürlük ve Dayanışma
Kampanyasının sonucu serbest bırakılmıştım. Gözler üzerimdeydi ve benimle
ilgili dayanışma yürütün çevreler, başta GEW (Almanya- Eğitim ve Bilim
Sendikası) olmak üzere, yaşadıklarımı anlatmamı bekliyorlardı. Buradan
hareketle, yani Almanya kamuoyunun beklentilerine yanıt vermek amacıyla ilk
kitabımı yazmaya karar verdim.
Kitabı
yazmıştım ama içimde bir tereddüt vardı; acaba ortaya bir kitap çıkmış mıydı?
Kendi gözlemlerim ve anılarım ekseninde oluşturduğum “cezaevleri gerçeği
kitabı”ndan hocamız Server Tanilli’nin de haberi vardı. Kitabın taslağını ilk
okuyan kişi o oldu. Kitaptan çok etkilenmişti ve hemen yayımlanması önerisinde
bulundu. Ayrıca, kitaba önsöz de yazmak istiyordu. Kısacası, yazarlık serüvenim
böyle başlamış oldu.
2-Özelikle
yeni baskısı çıkan üçlemeyi yazma düşüncesi nereden geldi? Nasıl oluştu?
İlk
kitabım yankılar yarattı, olumlu eleştiriler aldı. Zamanın tanınmış dergileri,
“2000’e Doğru” ve “Nokta”da kitapla ilgili önemli yazılar yayımlandı.
Cumhuriyet Gazetesi de yer verdi kitaba. Bunun üzerine bu kitabın devamı
niteliğinde ama roman türünde bir kitap yazma düşüncesi oluştu. Anı-günce
tarzında bazı yönleriyle biyografik bir roman özelliği de taşıyan ilk kitabımla
ele alamadığım konuları bir romanla ele alabilirdim. Kısacası, bir devrimcinin
kendisi, yoldaşları ve ailesiyle olan ilişkileri ve hesaplaşmalarını konu alan
“Devrimden Konuşuyorduk” böyle bir
süreçte oluştu.
Devrimcilerin
dünyasına sorgulayıcı bir bakışla içten bakan, “Biz ne yaptık? Suçlu kim?”
sorularına cesaretle yanıtlar arayan bir roman çıktı ortaya. Kitap, nesnel bir
yaklaşım ve cesaretle, alışılmış kalıp ve yargıların üzerine giden özelliğiyle
dikkat çekti ve bu anlamda türünün ilk örneklerinden oldu.
Bu
kitaplardan sonra devrimcilerin yurt dışındaki siyasi yaşamını ele alan bir
kitap yazma düşüncesi oluştu bende. 12 Eylül yurt dışında da sürüyordu ve
binlerce devrimci Avrupa’da yeni bir yaşam serüvenine girmek zorunda kalmıştı.
Ancak, Avrupa’da sığınacak bir “liman” arayan siyasi sığınmacıların dünyası ve
yaşamı edebiyatta yerini bulamamıştı. Sürgünde yaşayanlar özlemleri, düşleri ve
Avrupa kapısındaki hayal kırıklıklarıyla edebiyat dünyasına girmeliydiler.
“Sürgündeki
Yabancı” ile, önceki kitaplarımda anlattığım devrimcilerin dünyasını bu kez
sürgünde ele aldım. Kitap, sürgün ve göç romanları içinde bir yer edindi,
eleştirmen ve sosyologlarca türünün başarılı örnekleri içinde gösterildi.
Üçü
de 12 Eylül süreciyle ilgili olan kitaplarım Kibele Yayınları tarafından “Eylül
Üçlemesi” olarak İstanbul’da bu ay yeniden yayımlandı.
3-Kitapların
hazırlık ve yazma süreci kaç yıl sürdü?
Birinci
kitabım "Güneş Her Gün Doğar"ın ilk taslağı, belki inandırıcı gelmez
ama üçüncü hafta içinde tamamlandı. İçimde yıllardır birikenler sanki bir an
önce dışarı çıkmak istiyordu; bir an önce bir tanık olarak görevimi yerine
getirmeli ve 12 Eylül askeri yönetiminin kirli yüzünü ve devrimcilerin
cezaevlerinde acılar, baskılar ve yoksunluklar içinde geçen yaşamını Almanya
kamuoyuna anlatmalıydım.
İkinci
kitabım “Devrimden Konuşuyorduk”ta ele aldığım konular da tanığı olduğum ve
öznesi olarak içerisinde bulunduğum devrimcilerin dünyasında geçiyordu. Yani
iyi bildiğim ve tanığı olduğum bir yaşamdı anlatacağım ve kendime,
arkadaşlarıma, devrimcilere söylemem gerekenler vardı. Benim konuşmam, yani
vicdanımın ve değerler dünyamın dile gelmesi bir görevdi. Bu baskılanmayla
oluştu kitap kafamda ve içimdekiler zaman geçmeden yazıya dökülmeliydi. 1989
yılı yaz tatilinde temmuz başında başladım kitabı yazmaya. Türkiye’ye
gidemiyordum. Bunun burukluğu içinde oturdum masama. Elimde yalnızca konu
başlıklarının ve ana karakterlerin yer aldığı bir sayfa vardı. Noel öncesi yani
dört, dört buçuk ayda kitabımı bitirmiştim.
“Sürgündeki
Yabancı”yı yazma düşüncesi 1990’lı yılların başlarında oluştu. Türkiye-Almanya
İnsan Hakları Derneği’ni (TÜDAY) kurmuştuk ve bunun başkanlığını yapıyordum.
Birçok siyasi sığınmacı ile ilişkiler içindeydim, bu kişilerin sorunlarının da
parçası olmuştum. Gözlemlerim ve tanığı olduklarım beni yeni bir kitap yazmaya
doğru sürüklüyordu. Ancak harekete geçmem uzun zaman aldı. Kitabın çatısını bir
kişinin öyküsü üzerine kurmalıydım. Sonunda tanıdığım bir devrimci arkadaşın
dünyasına adım attım. Onun yaşadıklarını ne kadar yüzeysel bildiğim ortaya
çıktı bu arada. Dünyasına girdikçe sarsıldım yaşadıklarından. 1995 yılı paskalya tatilinde kitabı yazmaya
başladım. Masamda kısa bir söyleşi vardı. Bunun yanında kitapta yer alacak
bölümlerin ve karakterlerin yer aldığı bir taslak hazırlamıştım. Yani bu kez daha ciddi bir ön çalışma
yapmıştım. Yıl sonunda, yani 8 ay içinde kitap bitti.
4-Nasıl
yazıyorsun? Evde mi, otelde mi, tek başına mı?
Yazdığım
tüm kitaplar önce iç dünyamda ve kafamda oluşur. Bu anın gelmesi bazen uzun sürer. Yani bu, “cemre düşmesi”
gibidir bende. İçimde bir kor yanmalıdır kitabın başına oturduğumda. Yazmaya
başladığımda içimdeki bu duyguyu hissetmeliyimdir.
Kitaplarımı,
evimde ve çalışma odamda yazarım. Kendi kendimi daha iyi buluyorum bu şekilde.
Tek başıma olmalıyım yazarken. Çocukluğumun ve gençliğimin dünyasının kapısı da
hep açık olmalı... Burada “Sürgündeki Yabancı”yı yazarken bile bana çoğu kez
yöresel Anadolu ezgileri ve Anadolu Rock müziği eşlik etmiştir.
5-Öğretmenlik
yazar olmanı etkiledi mi? Yazar olarak mı, bir iş insanı olarak mı yazıyorsun?
Öğretmenliğim,
yazar olmamı etkilemedi. Ancak yazarken öğretmenlik mesleğinin
kazandırdıklarının büyük yararını gördüm. Burada Türkçe öğretmenliği yapmıştım
ve böylece Türk dilini öğrenme olanağım olmuştu. Ayrıca “insan”a yakın olmuştum
yıllarca; toplumsallığımı böyle yoğun bir alanda sürdürmüştüm. Bunun
kazandırdıkları azımsanamayacak kadar çok oldu.
Son
on beş yıl içinde öğretmenlik dışında iş insanı olarak yaşamımı sürdürsem bile
bir iş insanı kişiliğiyle yazmıyorum. İçimde hiç böyle bir şekillenme ve duygu
yok. Ben her ne kadar 70 yaşına gelen biri olsam da, daha çok genç bir devrimci
öğretmen olarak yazın uğraşı içinde olduğum duygusuyla yazıyorum. Belki de bu,
bir ön koşullanma...
6-12
Eylül 1980 döneminin edebiyata yansıması nasıl oldu?
12
Eylül dönemi her alanda toplumsal baskıların artığı açık faşist bir dönem
olarak tarihe geçmiştir. Sanat ve edebiyat alanı da toplumun bir parçası olarak
bundan payını almıştır. Yazar örgütleri kapatılmış, kültür ve edebiyat
dergileri yasaklanmıştır. Nazi dönemini anımsatan şekilde kitaplar yakılmıştır.
Bizde edebiyat dünyası, daha çok sol, ilerici aydınların ve yazarların eserleri
ve mücadeleleriyle öne çıktığı bir dünyadır. Bu anlamda yazarlar-çizerler
baskıların doğrudan hedefi olmuşlardır.
12
Eylül döneminin edebiyatta yeterince yansımasını bulduğunu ve edebiyatın 12
Eylül ile yeterince yüzleştiğini söylemek zordur. Bunda “sol”un 12 Eylül ve
geçmişi ile yeterince yüzleşmemesi de etkilidir kuşkusuz. Söylediğim gibi bizde
yazar dünyası daha çok sol dünyanın bir parçası gibidir... Biraz da bu nedenle olacak, 12 Eylül dönemi
ile ilgili birçok kitap yayımlanmasına karşın bunlar içinde “içerden”
yazılanlar azınlıktadır.
12
Eylül’ün edebiyata etkisinin en çok görüldüğü alan yurt dışıdır. Yurt dışına
gelme durumunda olan birçok aydın, yazar ve sosyalist devrimci, buradaki yaşamı
kültürel ve sanatsal yönden zenginleştirmişler, göç edebiyatının ivme
kazanmasında etkili olmuşlardır. Öte
yandan Türkiyeli göçmen topluma artı değer katmışlardır. Bugün yurt dışında
Türk edebiyatı alanında ürün veren yazarların çoğu 12 Eylül sürgünleridir.
7-12
Eylül 1980 döneminin senin yazarlık hayatındaki yeri ve etkisi nedir?
Benim
yazarlık yaşamımda 12 Eylül’ün çok önemli bir yeri ve etkisi vardır. Zaten ilk
kitaplarım doğrudan 12 Eylül ile ilgili kitaplardır.
Kuşkusuz
edebiyat, siyasetin doğrudan bir unsuru ve onun araçsallaştırdığı, onun
eklentisi bir sanat olmamalıdır. Ancak, toplumsal gerçekçi yaklaşımla,
edebiyatın siyasal ve sosyal işlevi de olmalıdır bana göre; bir bakıma dünyayı
ve toplumsal yaşamı estetik ölçütlerle yeniden üreten ve yorumlayan sosyal bir
bilimdir edebiyat. Türkiye’deki
karşı-devrimci rejimlere, 12 Eylül’e ve onun türevi iktidarlara karşı bir duruş
ve mücadele sorunu vardır hâlâ karşımızda; maalesef 12 Eylül süreklilik
kazanmıştır. Bu anlamda yazarların, sanat ve edebiyat alanındaki çabaları ve
üretkenliğinde, böyle bir sorunu görmezden gelmesi ve etkilenmemesi
olanaksızdır. Benim de yazarlık yaşamımda ve yazınsal uğraşlarımda, güzel bir
toplum ve güzel bir Türkiye sevdası önemli bir etkiye sahiptir.
Çok
teşekkür ederim Sevgili Şakir. Sana başarılar dilerim.
Ben
de çok teşekkür ederim Kemal.
Bochum-Köln
5 Ocak 2021, Kemal Yalçın- Şakir Bilgin