Öykü
ve roman yazarı. 1980, İzmir doğumlu. Tam adı Dilek Köse Kırdar. Yazar Nevres
Kırdar’ın kızıdır. İlköğrenimini Gazipaşa İlkokulunda tamamladı. İzmir Özel
Türk Koleji (1998), Bilkent Üniversitesi İnsani Bilimler ve Edebiyat Fakültesi
İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü (2003) mezunu.
Üniversite
eğitimini tamamlarken aynı zamanda Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesinden
İngilizce öğretmenlik formasyonu aldı 1985’ten itibaren Ankara TED Kolejinde
İngilizce öğretmenliği yaptı.
İLESAM’ın
2008 yılında düzenlediği I. Ulusal “Esere ve Emeğe Saygı” Öykü Yarışmasında
“Yokuşa Doğru” adlı öyküsüyle Birincilik Ödülünü aldı.
ESERLERİ (Nevres
Kırdar ile):
Çocuk Romanı: İstanbullu
Martı (2007).
Roman: Benim İçin Ağla
(2008).
KAYNAK:
İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (11. Cilt, 2009).
Evden, işine uğurlanan bir adam gibi değil, barınabilecek bir yeri
olmayan, başarısız bir adam olarak ayrıldım. Daha doğrusu kovuldum. Karım, en
ağır sözleri söyledi.
Evden çıkarken başımı eğdim, bakışlarımı yere indirdim. Komşuların
kovulduğumu duymasından korkuyor, bana soracakları sorulardan çekiniyordum. Bu
yüzden adımlarım tezdi.
Evim gerçekten yaşanmaz bir hal almıştı. Karımın dudaklarından
dökülen kelimeler yenilir yutulur değildi. Gözleri, bana hep öfkeyle bakardı.
Karımın gözlerinde, kendimi görürdüm. Kırkına yeni girmiştim ama, saçlarımın
yarıdan fazlası beyazdı. Ne çabuk yaşlanmış, ne çabuk çökmüştüm.
Ailemi, yoksulluğa sürüklemiş olmanın ezikliğiyle, odama kapanır
romanlar yazardım. Keşke, elim başka bir iş tutsaydı. Örneğin, bir kamyon
şoförü olabilseydim. Uzun bir yolculuğun sonunda elim kolum, uzaklardan aldığım
hediyelerle dolu dönseydim evime. Karım ne kadar sevinirdi, boynuma sarılır
öperdi. Saymadım kaç yıl oldu beni öpmeyeli…
On beş yıldır, bıkmadan usanmadan söylediği sözleri, beni evden
kovarken de söylemişti:
“Böyle evlilik olmaz olsun! Çocuklarımı sünnet ettirmeye bile
paran olmadı! Babam olmasa çocuklarım sünnetsiz ve okulsuz kalacaktı. Senin
eline kalsaydık, onlar bu gün, hayatta değil mezarda olurlardı. Sen hayatını
bize değil, kitaplarına, romanlarına adadın. Bunca yıldır yazı yazmakla
uğraşacağına, sokaklardan kâğıt toplayıp satsan, cebin para görürdü. Tanıdığım
alkolikler alkolden, kumarbazlar kumardan vazgeçti, ama sen vazgeçemedin yazı
yazmaktan. Bilgisayarını satmakta geç bile kaldım, geç!”
Yollarda yürürken yağmur yağıyordu. Ne kitaplarımı alabildim
yanıma, ne de bir tek sigara. Yüreğimdeki yara ılık ılık kanıyordu. Hayvanlar
yaralandıkları zaman ne yaparlar? Bir in, avcılara hedef olmaktan korunacak bir
sığınak ararlar. Ben, hangi ine sığınır, hangi sığınakta soluklanırdım? O anda,
hayvanların düşünce sahibi olmamalarını kıskandım. Hayvanlar için gelecek
korkusu yoktur. Bu yüzden insanlar gibi çıldırmazlar. Ölüm onlar için sıradan
bir şeydir. Yakalanırlarsa ölüme, gözlerini yumar teslim olurlar. Doğaya teslim
oldukları gibi. Oysa ben, ne rüzgâra katlanabiliyorum ne soğuğa, ne de ölümü
göze alabiliyordum.
İnsan belli bir yaşa geldi mi, orada durmak, geçen yıllarına şöyle
bir bakmak istiyor. Ve her şeyin daha farklı yaşanmış olabileceği bir nokta
arıyor. Yönümü, hayatımı değiştirebilecek bir nokta… Hayatımda böyle bir nokta
olmadı mı hiç? Oldu da ben mi farkına varamadım? Yoksa görmek istemedim mi?
Yolumu ben çizmiştim başkası değil. Bu yoldan çıkmak için önce odamdan çıkmak
gerekliydi. Ama beni tutsak eden bir şey vardı. Yazı yazmak… Hem de açlığa,
susuzluğa rağmen yazı yazmak. Bu kendi kendime boynuma geçirdiğim bir ipti. Bu
ipten kurtulmam, geriye dönmem ise imkânsızdı.
Boynumdaki ipi, karımın gördüğü gibi yayıncılar da görüyordu.
“Bu adam yazarak ölecek. Karnı doysa da yazacak, doymasa da.”
diyorlardı… Çocukları varmış, karısı yoksulluktan çıldıracakmış. Emeğe
saygıymış, telif haklarıymış, peeeeh!..
Rüzgâr ağaçların dallarını savuruyordu. Fırtına değildi ama,
fırtınanın habercisiydi. Habercisi olsa neye yarar, içimdeki fırtınayı söküp
atamadıktan sonra. Yanımdan insanlar geçiyordu. Kimse bakmıyordu yüzüme, kimse
tanımıyordu beni.
Bir sokak köpeği takıldı peşime. Durdu, bana baktı. Burnu uzun,
gözleri çapaklıydı. Yanıma sokuldu, beni incelemeye, koklamaya başladı.
Hayvanların, insanların bakışlarına karşılık vermediği söylenir. Ama o anda
bunun doğru olmadığını öğrendim. Bunu beceremeyen biziz. Onun çapaklı
gözlerinde hiç panik yoktu ama, acı dolu bir hayat okunuyordu. Leğen kemikleri
çıkmış, karnı bir birine yapışmıştı. Açtı, çok açtı. Hemen ceplerimi yokladım.
Cebimde yalnızca gideceğim yere yetecek kadar param vardı. Bir sokak köpeğinin,
karnını doyuracak kadar param yoktu. Böyle zamanlarda elimi cebime attığımda
ceplerimin boş olmasına sinirlendiğim kadar, başka bir şeye sinirlenmezdim.
Yıllarca sömürdüler, ağaç kurtları gibi sardılar, tükettiler beynimi. Öfkem
yayıncılardan ve korsandan yanaydı. Karımın beni evden kovmasına değildi.
Bir simit aldım. Köpek, kendisi için aldığımı anladı. Bacaklarıma
sürtündü. (…)