Tasavvuf önderi, Halvetiyye tarikatının kolu Celvetiyye tarikatının kurucusu, şair ve yazar (D. H. 948 / M. 1541, Şereflikoçhisar / Ankara – Ö. 1628, Üsküdar / İstanbul).
Aziz
Mahmud Hüdayi, Anadolu’da yetişen büyük mutasavvıflardan olup, Halvetiyye
tarikatının kolu Celvetiyye tarikatının kurucusudur. Türbesi İstanbul Üsküdar’dadır.
Ayşe Hümaşah Sultan ile evliydi; Ali Murtaza Efendi, Evliya Mehmet Muhtar
Efendi adlarında iki çocuğu bilinmektedir.
Fadlullah
bin Mahmûd'un oğlu olan Aziz Mahmud Hüdayi, 1541 yılında Koçhisar'da doğmuş,
çocukluğu Sivrihisar'da geçmiştir. O, bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz
pâdişâh devrini idrâk etmiş bir gönül sultanıdır. Asrında, gerek eserleri,
gerekse sohbet, irşâd, vaaz ve nasîhatleri ile ümmet için bir feyiz kaynağı
olmuştur.
Osmanlı
devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir. Asıl adı Mahmûd'dur.
"Hüdayi" ismi ve "Aziz" sıfatı kendisine sonradan
verilmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri'nin neslinden olup, "seyyid"dir.
Bunu ilâhîlerinin birinde: Ceddim ü pîrim sultan Sensin yâ Resûlallâh diyerek
kendisi de ifâde eder.
Hüdâyî
Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsîli yanında tasavvufî bir
alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle
de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde'nin muîdi
olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık
vazîfelerinde bulundu. Son olarak da Bursa'ya tâyin edildiler. Hocası başkadı,
kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk
mahkemesinde kadı nâibi oldu.
Hüdâyî
Hazretleri, üstâdı Üftâde'nin vefatından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin
Efendi'nin delâletiyle İstanbul'a yerleşti.
O'nun
Üsküdar'da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitab eden
mâneviyat ve irfân mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve
alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle
III. Murâd Han, I. Ahmed Han, II. Genç Osman Han ve IV. Murâd Han, Hüdâyî
Hazretleri'nin yakın irşâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan IV.
Murâd Han'ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebû
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri'nin türbe-i seâdetlerinde Hazret-i Ömer'in kılıcını
yeni pâdişâha bizzat kuşandırmıştır.
Aziz
Mahmud Hüdayi Hazretleri, 1628 yılında İstanbul Üsküdar’da vefat etmiştir.
ESERLERİ:
Arapça
ve Türkçe otuz kadar eseri bulunan Aziz Mahmud Hüdâyî, devrinin anlayışına
uyarak eserlerinin çoğunu Arapça, bazılarını yazmıştır.
Arapça Kitapları:
1.
Nefâʾisü’l-mecâlis. Tasavvufî bir tefsirdir. Ancak Kur’an âyetlerinin tamamı
değil seçilen bazı âyetler açıklanmıştır. Yazmalarının bir kısmı iki, diğerleri
üç cilt halinde olup en düzgün ve en eski nüshası Süleymaniye
Kütüphanesi’ndedir (Şehid Ali Paşa, nr. 172-174).
2.
Câmiʿu’l-feżâʾil ve ḳāmiʿu’r-reẕâʾil. İlmî, amelî ve ahlâkî faziletleri anlatan
bu eser, Hüdâyî’nin en meşhur ve en yaygın eserlerinden biri olup en eski
nüshası Köprülü Kütüphanesi’ndedir (nr. 1853/3). Eser H. Kâmil Yılmaz
tarafından İlim Amel ve Seyr ü Sülûk adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir (İstanbul
1988).
3.
Miftâḥu’ṣ-ṣalât ve mirḳātü’n-necât. Namazın fazilet ve hikmetlerini anlatan
risâlede Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve Şehâbeddin Sühreverdî gibi büyük
mutasavvıfların fikirlerine de yer verilmiştir. 1010 (1601) tarihli en eski
yazma nüshası Murad Molla Kütüphanesi’ndedir (nr. 1314/4). Bu risâle de H.
Kâmil Yılmaz tarafından tercüme edilerek İlim Amel ve Seyr ü Sülûk adlı eserin
sonunda yayımlanmıştır.
4.
Ḫulâṣatü’l-aḫbâr fî aḥvâli’n-nebiyyi’l-muḫtâr. Hüdâyî’nin hilkat, varlık ve
hakîkat-i Muhammediyye gibi tasavvufî konuları işlediği yaklaşık altmış
varaklık bir eseridir. En eski yazma nüshası 1037 (1627) tarihli olup Hacı
Selim Ağa Kütüphanesi’ndedir (Aziz Mahmud Hüdâyî, nr. 258).
5.
Ḥabbetü’l-maḥabbe. Allah, Peygamber ve Ehl-i beyt sevgisini anlatan küçük bir
risâledir. Ahmed Remzi Akyürek tarafından Mahbûbü’l-ahibbe adıyla tercüme
edilen bu risâleyi Rasim Deniz yeni harflerle yayımlamıştır (Habbetü’l-Mahabbe
Tercümesi Mahbûbü’l-ahibbe, Kayseri 1982).
6.
Keşfü’l-ḳınâʿ ʿan vechi’s-semâʿ. Semâın meşruiyetini müdafaa için yazılmış olan
bu risâlenin 1016 (1607) tarihli nüshası Köprülü Kütüphanesi’ndedir (nr.
1583/7). Eser H. Kâmil Yılmaz tarafından tercüme edilerek neşredilmiştir
(“Hüdâyî’nin Semâ Risâlesi”, MÜİFD, IV [1986], s. 273-284).
Bunlardan
başka Ḥayâtü’l-ervâḥ ve necâtü’l-eşbâh, el-Fetḥu’l-ilâhî, Tecelliyât, eṭ-Ṭarîḳatü’l-Muḥammediyye,
Fetḥu’l-bâb ve refʿu’l-ḥicâb, el-Mecâlisü’l-vaʿẓıyye adlı Arapça eserleri
vardır. Şeyhi Üftâde’nin sohbetlerinde tuttuğu notlardan meydana gelen Vâḳıʿât
adlı eser de genellikle Hüdâyî’ye nisbet edilmiştir. Yazmaları genellikle üç
cilt halinde tertip edilmiş olan eserin, üzerinde Hüdâyî’nin hattı olduğuna
dair bir kayıt bulunan nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndedir (Aziz Mahmud
Hüdâyî, nr. 250).
Türkçe
Kitapları:
1. Divan. Dîvân-ı İlâhiyyât olarak da bilinen
eserde Hüdâyî’nin 255 kadar ilâhisinden başka rubâî ve kıtalar da vardır. Divan
Kemaleddin Şenocak ve Ziver Tezeren tarafından ayrı ayrı yayımlanmıştır
(İstanbul 1970, 1986).
2.
Necâtü’l-garîk fi’l-cem‘i ve’t-tefrîk. Tasavvuf terimlerinden olan cem‘ ve
farkın manzum olarak anlatıldığı bir risâledir.
3.
Tarîkatnâme. Celvetiyye tarikatı âdâbını anlatan bir risâledir. Bu üç eser Nûri
adlı bir kişi tarafından Külliyyât-ı Hazret-i Hüdâyî adıyla yayımlanmıştır
(İstanbul 1287). Bu neşrin sonunda Hüdâyî’nin kısa bir hal tercümesiyle tarikat
silsilesine de yer verilmiştir. Aynı eserleri, Hüdâyî Âsitânesi’nin son
postnişinlerinden Mehmed Gülşen Efendi (ö. 1925), başına daha geniş bir hal
tercümesi ve Hüdâyî’nin Arapça eṭ-Ṭarîḳatü’l-Muḥammediyye adlı eserini de ilâve
ederek yeniden neşretmiştir (İstanbul 1338).
4.
Mektûbât. Hüdâyî’nin III. Murad’a ve diğer padişahlarla bazı devlet erkânına
gönderdiği mektuplardır. Çoğu III. Murad’a yazılan 152’si Türkçe, yirmi iki
kadarı da Arapça mektuptan oluşan bir nüsha Süleymaniye Kütüphanesi’ndedir
(Fâtih, nr. 2572).
5.
Nesâih ve Mevâiz. Hüdâyî’nin vaaz ve nasihatlerini ihtiva eden eser 237 varak
olup kırk üç bölümden oluşur. Bilinen tek yazma nüshası Hacı Selim Ağa
Kütüphanesi’ndedir (Aziz Mahmud Hüdâyî, nr. 266).
6.
Mi‘râciyye. Mi‘rac hadisesini âyet ve hadislerin ışığı altında anlatan bir
risâle olup bir nüshası Hacı Selim Ağa Kütüphanesi’ndedir (Aziz Mahmud Hüdâyî,
nr. 262).
Hüdâyî
Kütüphanesi
Adıyla
anılan kütüphane, Aziz Mahmud Hüdâyî Külliyesi içinde iken tekkelerin
kapatılmasından sonra Hacı Selim Ağa’ya taşınmıştır.
Aziz Mahmud
Hüdayi Türbesi
Aziz
Mahmud Hüdayi Hazretleri'nin türbesi Üsküdar'daki dergâhındadır. Âşıkları, onu
ziyâret etmekte, feyz ve bereketlerinden istifâde etmektedirler. Külliye içinde
Dergahın
bakımıyla ilgilenen Aziz Mahmud Hüdayi Vakfı aynı dergahta hizmet vermektedir. Aziz
Mahmud Hüdayi Vakfı, bakanlar kurulu kararıyla vergiden muaf tutulmuştur.
Hayatı dizilere
konu oldu
Aziz
Mahmud Hüdayi’nin hayatı dizilerde de konu olmuş, Muhteşem Yüzyıl: Kösem
dizisinde Aziz Mahmud Hüdayi karakterini
ünlü oyuncu Muhammet Uzuner canlandırmıştır.
KAYNAK:
Hasan Kâmil Yılmaz / “Aziz Mahmud Hüdayi” (TDV İslâm Ansiklopedisi, 4.
Cilt, s. 338-340; islamansiklopedisi.org.tr,
erişim 28.01.2021), Aziz Mahmud Hüdayi
Hazretleri kimdir? (haberturk.com, 27.11.2015), Azîz Mahmûd Hüdâyi
Hazretleri’nin Hayatı (hudayivakfi, org,
18 Ekim 2016), Muhammet Uzuner (imdb.com, 28.01.2021).
İLAHİ 1
Neyleyeyim
dünyâyı
Bana
Allâh’ım gerek.
Gerekmez
mâsivâyı
Bana
Allâh’ım gerek.
Ehl-i
dünyâ dünyâda
Ehl-i
ukbâ ukbâda
Her
biri bir sevdâda
Bana
Allâh’ım gerek.
Dertli
dermanın ister
Kullar
sultânın ister
Âşık
cânânın ister
Bana
Allâh’ım gerek.
Bülbül
güle karşı zâr
Pervâneyi
yakmış nâr
Her
kulun bir derdi var
Bana
Allâh’ım gerek.
Beyhûde
hevâyı ko
Hakk’ı
bula-gör yâ hû
Hüdâyî’nin
sözü bu
Bana
Allâh’ım gerek.
İLAHİ 2
Kim
umar senden vefâyı,
Yalan
dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan
dünyâ değil misin?
Yürü
hey bî-vefâ yürü,
Sensin
hod bir köhne karı.
Nice
yüz bin erden geri
Kalan
dünyâ değil misin?
Kastedip
halkın özüne,
Toprak
doldurup gözüne,
Ehl-i
gafletin yüzüne
Gülen
dünyâ değil misin?
Eğer,
şâh u eğer bende
Her
kişiyi salan bende
Kimse
mekân tutmaz sende
Vîrân
dünyâ değil misin?
Kimisini
nâlân edip
Kimisini
giryân edip
Âhir-i
kâr uryân edip
Soyan
dünyâ değil misin?
İşin
gücün dâim yalan
Çok
kişiden arta kalan
Nice
kerre boşaluben
Dolan
dünyâ değil misin?
İLAHİ 3
Ezelden
aşk ile biz yâne geldik!
Hakîkat,
şem’ine pervâne geldik!
Tenezzül
eyleyip vahdet ilinden,
Bu
kesret âlemin seyrâne geldik!
Geçip
fermân ile bunca avâlim
Gezerken
âlem-i insâne geldik!
Fenâ
buldu vücûd-i fânî mutlak,
Bıraktık
katreyi ummâne geldik!
Nemiz
ola Hudâyâ Sana lâyık
Hemân
bir lûtf ile ihsâne geldik!
Umarız
erelim bâkî hayâta,
Civâr-ı
Hazret-i Rahmân’e geldik!
Geçip
âhir bu kesret âleminden,
Hüdâyî
halvet-i Sultân’e geldik!..
İLAHİ 4
Kudûmun
rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh
Zuhûrun
derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllâh
Nebî
idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre
İmâmü’l-enbiyâ
olsan revâdır yâ Rasûlâllâh
Hüdâyî’ye
şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın
Kapına
intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllâh…
İLAHİ 5
Allâhümme
yâ Hâdî
Âsân
eyle yolumuz!
Sehhil
ubûra’l vâdî
Tiz
geçir tut elimiz!
Yâ
Rab fazl u cûd ile
Kemâl-i
şuhûd ile
Hakkânî
vücûd ile
Islâh
eyle hâlimiz!
KAYNAK:
Azîz Mahmûd Hüdâyi Hazretleri’nin Hayatı
(hudayivakfi, org, 18 Ekim 2016).
Cihan
Pâdişahlarına Yön Veren Eşsiz Bir Mâneviyat Sultânı
Osmanlı
devri İstanbul velîlerinin büyüklerindendir.
Asıl
adı Mahmûd’dur. “Hüdâyî” ismi ve “Azîz” sıfatı kendisine sonradan verilmiştir.
Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin neslinden olup, “seyyid”dir. Bunu ilâhîlerinin
birinde:
Ceddim
ü pîrim sultan
Sen’sin
yâ Rasûlâllâh
diyerek
kendisi de ifâde eder.
Koçhisar’da
doğmuş, çocukluğu Sivrihisar’da geçmiştir.
O,
bir asra yakın ömür sürmüş ve sekiz pâdişah devrini idrâk etmiş bir gönül
sultânıdır. Asrında, gerek eserleri, gerekse sohbet, irşad, vaaz ve nasihatleri
ile ümmet için bir feyiz kaynağı olmuştur.
İlim,
tasavvuf ve edebiyat sahalarında parlak bir hüviyete sahip bulunan Hüdâyî
Hazretleri, mâneviyat rehberleri arasında müstesnâ bir mevkii hâizdir. O,
kuruluş yıllarında Şeyh Edebali Hazretleri’nin yapmış olduğu kıymetli irşad, hizmet
ve faâliyeti, aynı aşk, vecd ve heyecanla yürütebilen nâdir bir mânevî
şahsiyettir. Allah rızâsı istikâmetinde ihlâs, samîmiyet ve gayret üzere
hareket eden Hüdâyî Hazretleri, sahip olduğu zâhirî ve bâtınî liyâkat sebebiyle
de hem pâdişahların hem de bütün tebaanın sevdiği bir Hak dostu olarak tebârüz
etmiştir.
Osmanlı’nın
yükselişten yavaş yavaş duraklamaya doğru seyir takip eden bir devrinde yaşayan
Hüdâyî Hazretleri, bir yandan sultanların âdil, gayretli ve mâneviyat
bakımından güçlü ve zinde olmaları için büyük himmetler sarf etmiş, bir yandan
da birtakım kargaşadan bunalan devlet ricâlinin ve halkın gönül yaralarını
âdeta hâzık bir hekim gibi sarmasını bilmiştir. Bundan dolayı hemen herkes,
onun sohbet, irşad ve hizmet sofrasına koşarak ferahlamış; dergâhı, gönüllerin
huzur ve saâdete kavuştuğu bir mekân olmuştur.
Gerçekten
onun devri, saâdetle felâketin birbirini takip ettiği çileli bir zamana
rastlamaktadır. Zira siyâsî bakımdan gittikçe artan ve ictimâî bünyeyi de son
derece sarsan çalkantılar, bu devirde görülmeye başlamıştır. Askerdeki disiplin
ve nizâmın sarsılıp bozulmasının, 2. Genç Osman’ı fecî bir sûrette katletme
derecesine ulaştığı ve 4. Murad’ın tahtının önünde sadrâzamı Hâfız Ahmed
Paşa’nın yeniçeriler tarafından parçalanıp kanlarının tahta bile bulaşmış
olduğu düşünülürse, o günlerin siyâsî ahvâli daha iyi anlaşılır.
İşte
böyle çalkantılı bir devirde İslâm tasavvufunun tesellî edici nefhasıyla
Hakk’ın ve hakîkatin sesine çağıran Hüdâyî Hazretleri, dergâhına diğerlerine
nazaran çok farklı bir hüviyet kazandırmıştır. Öyle ki, devlet idâresinde azl
ve nefyedilen kimselerin ve cemiyette zuhûr eden anarşinin önünden kaçanların
sığındıkları yegâne yer, onun dergâh-ı şerîfi olmuştur. Nitekim Halil Paşa,
Dilâver Paşa ve Ali Paşa gibi zevât, başları her dara düştükçe bu dergâha
sığınmışlardır. Bu yönüyle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâh-ı şerîfi, kimsenin
zarar ve ziyânının erişemeyeceği, günümüz tâbiriyle bir nevî dokunulmazlığı
olan emîn bir mekân hüviyetine bürünmüştür. Denilebilir ki, o zamanlar Osmanlı
mülkünde bu mekândan başka hiçbir dergâh, bu kadar hürmet ve ihtirâma nâil
değildi.
Burada Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin
böyle bir makâmı hâiz oluşu ve sahip bulunduğu müstesnâ liyâkati elde edişinin
nasıl tahakkuk ettiği üzerinde hâssaten ve dikkatle durmak gerekir. Zira onu bu
kemâle ulaştıran metod, mâneviyat yolunda yürüyenlere müstesnâ bir numûne-i
imtisâldir.
***
Hüdâyî
Hazretleri, talebelik yıllarında ciddî bir ilim tahsili yanında tasavvufî bir
alâka ile gönül âlemini de az-çok yoğurmuştu. Gayret ve çalışkanlığı sebebiyle
de medresede kendisiyle husûsî bir şekilde ilgilenen hocası Nâzırzâde’nin muîdi
olmuştu. Sonraki yıllarda hocası Nâzırzâde ile birlikte muhtelif kadılık
vazifelerinde bulundu. Son olarak da Bursa’ya tâyin edildiler. Hocası başkadı,
kendisi de Ferhâdiye medresesinde müderrisliğin yanında Câmi-i Atîk
mahkemesinde kadı nâibi oldu.
Onun
kâmil mânâda tasavvufa sülûk edip mârifetullâha nâil olması da işte bu zamana
rastlar. Şöyle ki:
Her
türlü ilmî liyâkat ve makamına rağmen Hüdâyî Hazretleri, o zamanlar Bursa
kadılığı vazifesini yürüten Kadı Mahmûd Efendi adında sayısız kadıdan sadece
biriydi. Bir gün karşısına o güne kadar hiç rastlamadığı türden pek farklı bir
dâvâ çıktı. İki gözünden sel gibi yaşlar akıtan bir kadıncağız, kocasından
şikâyetle mahkemeye mürâcaat etmişti. Kendisini dinleyen Kadı Mahmûd’a şunları
söyledi:
“–Kadı Efendi! Kocam her sene hacca gitmeye
niyet eder, fakat bir türlü fakirlikten dolayı gidemez. Bu sene de hacca
gideceğim diye tutturdu. Hattâ: «–Eğer bu sene hacca gidemezsem seni
boşayacağım!» dedi. Daha sonra kurban bayramına yakın ortalıktan kayboluverdi.
Beş altı gün sonra da ortaya çıkıp hacca gidip geldiğini söyledi. Hiç böyle bir
şey olur mu? Kadı Efendi! Artık bu yalancı adamdan boşanmak istiyorum!..”
Kadı
Mahmûd Efendi, yapılan şikâyetin tahkîki için kadının kocasını çağırttı ve ona
hanımının söylediklerinin doğru olup olmadığını sordu. Adam cevâben:
“–Kadı
Efendi! Hanımımın söyledikleri de doğrudur, benim söylediklerim de. Bilesiniz
ki ben gerçekten hacca gidip gelmiş bulunmaktayım. Hattâ o mübârek beldelerde
bâzı Bursalı hacılarla da görüştüm ve kendilerine getirmeleri için birtakım
hediyeler emânet ettim…” dedi.
Kadı
Mahmûd Efendi şaşırdı:
“–Bu
nasıl olur efendi?!.” diye sordu.
Adamcağız
da anlatmaya başladı:
“–Efendim,
her sene olduğu gibi bu sene de hacca gidemeyince, büyük bir üzüntüyle Eskici
Mehmed Dede’ye gittim. O da, benim elimi tutarak gözümü yummamı istedi. Gözümü
açtığımda ise Kâbe’deydim!..” dedi.
Böyle
bir hâdiseye ilk defa şâhid olan Kadı Efendi, bunun mümkün olamayacağını
söyleyerek adamın ifâdelerini kabul etmedi.
Bunun
üzerine hâlâ mukaddes topraklardaki rûhâniyet ve mâneviyat iklîminin taze
hissiyâtı içinde olan adamcağız, saf, fakat mânidar bir cevapla haykırdı:
“–Kadı efendi! Allah Teâlâ’nın düşmanı olan
şeytan bir anda bütün dünyayı dolaşıyor da, Allah dostu olan has bir kul, niçin
bir anda Kâbe’ye gidemesin?” dedi.
Kadı
Mahmûd Efendi de, bu cevabı gâyet mânidar bularak kararı Bursalı hacıların
dönüşüne tehir etti. Bursalı hacılar döndüğünde de yaptığı tahkîkat neticesinde
meseleyi olduğu gibi öğrendi ve büyük bir hayret ve şaşkınlık içerisinde dâvâyı
iptal etmek zorunda kaldı.
Fakat,
yüreğine muammâlı bir kor düşmüş, zihni karmakarışık olmuştu. Ruh ve irâde
çağlayanı, sarhoş bir hâlde akmaya başladı. Ne yapacağını düşünürken gönlüne
damlayan bir ilhamla derhâl Eskici Mehmed Dede’ye koştu. Hakîkat ve esrâr
deryâsına dalabilmek için ona intisâb etmek istedi. Ancak Eskici Dede:
“–Kadı
Efendi! Nasîbiniz benden değil, zamanın mürşid-i kâmili Muhammed Üftâde
Hazretleri’ndendir.” dedi.
Bu
defa Kadı Mahmûd, aynı niyet ve sâikle Üftâde Hazretleri’nin dergâhına yöneldi.
Fakat hikmet-i ilâhî olarak dergâha yaklaştığında atının ayakları kayalara
saplandı. O da, atından indi ve yürüyerek dergâha vardı. Pîr’in önünde el
bağlayıp onun talebesi olmak istedi.
Meşhur
Bursa kadısı Mahmûd Efendi’yi şaşaalı kaftanlar içinde gören Hazret-i Pîr,
gelişen ahvâlden mânen haberdardı. Ancak Kadı Efendi’nin niyet ve samîmiyet
derecesini iyice ölçmek istercesine talebeliğe hemen kabul etmedi:
“–Gidin
Kadı Efendi! Sizin şöhrete boğulmuş, mal ve makam debdebesi içinde şaşaalı bir
hayâtınız var. Bu kapı ise, yokluk kapısıdır. Zâten atınız bile buraya gelmek
istemediğinden kayalara saplanmadı mı?” dedi ve dergâhın kapısına doğru yürüdü.
Bir
yandan şeyhin mânevî câzibesi, diğer yandan da gördüğü açık kerâmetler
karşısında hayret vâdilerinde dolaşan Kadı Mahmûd Efendi, hakîkati idrâk
etmişti. Kararı kesindi. Zira nefs engelini aşıp vâsıl-ı ilâllâh olabilmesi
için vakit geçirmeden artık böyle bir kapıya teslim olması zarûrî idi. Hemen
şeyhin arkasından koşup boyun büktü ve:
“–Efendim!
İrâdesiz ve şaşkın bir vaziyetteyim. Âdeta dipsiz bir uçuruma düşer gibiyim. Ne
olur bana himmet ve yardım elinizi uzatınız. Bu bîçâreyi talebeniz olmakla
şereflendiriniz!” dedi.
Bunun
üzerine tebessüm eden Üftâde Hazretleri, talebelik için kadılık ve müderrisliği
bırakması, elindeki bütün mal ve mülkü fakirlere dağıtması ve nefsini terbiye
edebilmek için sıkı bir riyâzata girmesi gibi üç büyük şart koştu. Çünkü
nefsini tanıyıp terbiye etmesi zarûriydi. Kadı Mahmûd Efendi’nin cân u gönülden
teslim olması ile de onu mürîdlerinin arasına dâhil eyledi.[1]
Sonra
da Kadı Mahmûd’un kalbindeki kesâfetin temizlenmesi için, yani kadılık
makamının kendisine verdiği gurur, kibir ve ucubu bertaraf etmek için
sırtındaki süslü kaftanıyla Bursa sokaklarında ciğer satmasını emir buyurdu.
Ayrıca dergâhın helâ temizliği vazifesini de ona verdi.
Üftâde
Hazretleri’nin huzûruna tam bir teslîmiyet ve hâlisiyet içinde gelen Kadı
Mahmûd Efendi, üstâdının emirlerine cân u gönülden tâbî oldu. Nefsâniyetini
besleyen bütün dünyevî alâkalardan el çekti. Kendisini samîmiyetle mürşidinin
tâlimatlarına râm ederek kısa zamanda büyük mesâfeler aldı. Öyle ki, onu
sırtındaki süslü kaftanıyla ciğer satarken gören ahâlînin:
“–Bizim kadı efendi, delirmiş gâlibâ!”
“–Kadılığı
bırakmış ama, kaftanını bırakamamış zavallı!..” şeklindeki sözlerine dahî
aldırmadan üstâdının verdiği vazifeleri şevkle îfâya çalıştı.
Böylece yüce bir olgunluğa hızlı bir şekilde
yol almaya başladı. Şeyhinin gözünde ve gönlünde gittikçe kadr u kıymet sahibi
oldu.
Nefsindeki
son varlık ve benlik emâresini bertaraf etmesi ise, pek meşhurdur:
Bir
gün Kadı Mahmûd, helâ temizlemekle meşgulken, dışarıdan kulağına kadar gelen
bir nidâ duydu:
“–Ey
âhâli! Duyduk-duymadık demeyin; şehrimize yeni kadı geliyor!..”
Gönlünün
zayıf bir ânını yakalayan nefsi, birden büyük bir vesvese fırtınası kopardı:
“–Demek
yerime yeni bir kadı geliyor!. Âh bîçâre Mahmûd, sen böylesine şerefli bir
mesleği bıraktın da, tuttun helâ temizleyiciliği yapıyorsun! Söyle bakalım,
bunca yıldır ne kazandın!” dedi.
Nefsinin
bu tehlikeli serkeşliği karşısında hemen toparlanan Kadı Mahmûd Efendi, büyük
bir iç ürperişiyle hocasını hatırladı. Zira ona kendisine şart koşulan emirleri
yerine getireceğine dâir söz vermişti. Derhâl tevbe ve istiğfâr ile nefsinin
son derece tehlikeli vesvesesine şiddetli bir şekilde mukàbele etti:
“–Ey Mahmûd! Sen, nefsini ayaklar altına
alacağına dâir üstâdına söz vermedin miydi? Nerede şimdi sözün? Söyle bu hâlin
nedir?..”
Ancak Kadı Mahmûd, bu hâle o kadar üzülmüştü
ki, nefsinin iğfâline karşı birtakım azarlarla tavır koymak, gönlündeki
pişmanlık ve teessürü teskîn etmedi. Hiç düşünmeden elindeki süpürgeyi bir
tarafa fırlattı ve nefsine cezâ olarak helâ taşlarını sakalıyla temizlemeye
karar verdi. Tam bu esnâda Üftâde Hazretleri kapıda göründü. Kadı Mahmûd’a mütebessim
bir çehre, yumuşak bir ses ve latîf bir edâyla, hitâb etti:
“–Evlâdım Mahmûd! Bilirsin ki sakal mübârek
bir Sünnet-i Seniyye’dir.” dedi ve yerleri sakalıyla temizlemesine mânî oldu.
Sonra
şöyle buyurdu:
“–Evlâdım Mahmûd! Seyr u sülûk yolunda verdiğim
hizmetlerin gâyesi, işte bu mertebeyi geçebilmen içindi. Muvaffak kılan Allâh’a
hamdolsun! Gayri bundan böyle vazifen benim abdest suyumu hazırlayıp
döküvermendir!..”
Kadı
Mahmûd, bu vazifeyi de büyük bir titizlik ve kemâl-i edeple îfâya çalıştı. Hiç
aksatmadan her sabah abdest suyunu hazırladı ve hocasına abdest aldırdı.
Bir
kış günüydü. Kadı Mahmûd, biraz gecikerek kalkmıştı. Bu sebeple hocasının
suyunu ısıtmaya vakit bulamadı. Büyük bir üzüntüye gark oldu ve gözlerinden
yaşlar damladı. Gayr-i irâdî bir şekilde su testisini göğsünün üzerine
bastırarak “Allah” lâfzını söylemekten başka bir şey yapamadı. O esnâda hocası
kapıda göründü. Kendisinden abdest suyunu getirip dökmesini istedi. O da
çâresiz ve irâdesiz bir şekilde bu emre baş kesti ve büyük bir endişe içinde
suyu hocasının ellerine dökmeye başladı. Su, mübârek ellerine değer değmez
Üftâde Hazretleri, yavaşça başını kaldırdı ve talebesinin kaygılı hâline nazar
ederek tebessümle:
“–Su
biraz fazla ısınmış evlâdım!” dedi.
Buna
pek şaşıran Kadı Mahmûd Efendi, hafif bir sesle:
“–Nasıl
olur efendim? Suyu ısıtmamıştım ki!..” dedi.
Üftâde
Hazretleri de:
“–Evlâdım!
Farkında değilsin; bu su, odun ateşiyle değil, gönül ateşiyle ısınmış!..”
cevabını verdi.
Zira
Hüdâyî Hazretleri, girdiği sıkı riyâzatla nefsinin terbiyesi yolunda
helâllerden istifâdeyi bile asgarîye indirmiş ve gönlünü tamamen Hakk’a râm
ederek rûhunu kuvvetlendirmeye muvaffak olmuştu. Neticede bu güzel hâlin
bereketlerine nâil olmuş, ayrıca dirilerden çok ölülerle görüşüp konuşur bir
hâle gelmişti. Bir defasında dergâhın yolu üzerinde daha evvel vefât etmiş
bulunan bir müezzine rastlayıp ona selâm verdikten sonra bunu üstâdına arz
etti. Hazret-i Üftâde ise:
“–Evlâdım! Yapmış olduğun riyâzat sâyesinde
rûhunu iyice kemâle erdirip kuvvetlendirmişsin. Biz dahî riyâzâtımız zamanında
aynı hâl içinde idik.” buyurdular.
***
Bir
gün Üftâde Hazretleri, mürîdleri ile beraber bir kır sohbetine çıkmıştı. Emri
üzerine bütün dervişler, kırın en güzel yerlerini dolaşarak hocalarına birer
demet çiçek getirdiler. Ancak Kadı Mahmûd Efendi’nin elinde sapı kırılmış
solgun bir çiçek vardı sadece. Diğerlerinin neş’eyle elindekileri hocalarına
takdîminden sonra Kadı Mahmûd, boynunu bükerek bu kırık ve solmuş çiçeği Üftâde
Hazretleri’ne takdim etti.
Üftâde
Hazretleri, diğer mürîdânın meraklı bakışları arasında sordu:
“–Evlâdım
Mahmûd! Herkes demet demet çiçek getirdikleri hâlde, sen niçin sapı kırık
solgun bir çiçek getirdin?..”
Kadı
Mahmûd, edeple başını önüne indirerek cevap verdi:
“–Efendim!
Size ne takdîm etsem, azdır!.. Ancak hangi çiçeğe koparmak için elimi
uzattıysam onu «Allah Allah» diyerek Rabbini tesbîh eder bir hâlde buldum.
Gönlüm onların bu zikirlerine mânî olmaya râzı gelmedi. Çâresiz ben de elimdeki
şu tesbîhine devam edemeyen çiçeği getirmek zorunda kaldım!..”
Bu
güzel ve mânâ dolu cevâba son derece memnûn olan Üftâde Hazretleri’nin dilinden
o anda:
“–Hüdâyî,
Hüdâyî… Evlâdım! Bundan sonra ismin Hüdâyî olsun!.. Ey Hüdâyî! Bu kır
gezisinden yalnız sen nasiplenmişsin..” ifâdeleri döküldü.
Böylece
Kadı Mahmûd, Hüdâyî oldu. Zira o, artık kâinattaki esrâr-ı ilâhiyyeye ve kudret
akışlarına âşinâ olmuştu. Âdeta kâinat, kendisine sırlarını açan canlı bir
kitap hâline gelmişti.
Bundan
böyle Hüdâyî diye anılan Kadı Mahmûd Efendi, hâiz bulunduğu üstün ve müstesnâ
mânevî mertebesi dolayısıyla hürmeten ismine “Azîz” sıfatı da ilâve edilerek
Azîz Mahmûd Hüdâyî diye yâd olundu.
***
Yalnızca
üç sene gibi kısa bir zamanda Üftâde Hazretleri’nin baş talebesi durumuna
gelmiş bulunan Hüdâyî Hazretleri’nin bu yükselişi dolayısıyla eski dervişândan
bâzılarında hoşnudsuzluk görülmeye başlamıştı. Bunun farkına varan Üftâde
Hazretleri, onların gönül âlemlerini tashîh için şu güzel usûle başvurdu:
Bir
kış akşamıydı. Üftâde Hazretleri, talebelerine mâneviyat dolu bir sohbet
yaptıktan sonra sofranın hazırlanmasını emir buyurdu. Ardından talebelerinin
sofraya getirdikleri nîmetlere nazar ederek mânidar bir şekilde:
“–Evlâtlarım!
Acabâ asmasından daha yeni kopmuş taze üzüm bulmak mümkün müdür?” dedi.
Bütün
dervişler, bu suâle şaşırarak birbirlerinin yüzlerine baktılar. Hattâ bir
kısmı:
«Bu
kış mevsiminde taze üzüm olmaz ki!» diye düşündü.
Ancak üstâdına büyük bir teslîmiyetle bağlı
olan ve birçok merhaleyi geçmiş bulunan Mahmûd Hüdâyî Hazretleri, bu talepte
bir hikmet olduğunu düşünerek edeple:
“–Hocam!
Müsâadeniz olursa, arzunuzu yerine getireyim!” dedi.
Verilen
izin üzerine de hemen bağa gitti. Bütün asmalar kar altındaydı. Birini seçip
karlarını temizlediğinde salkım salkım taze ve olgun üzümlerle karşılaştı.
Bunun, üstâdının bir kerâmeti olduğunu düşünerek elindeki sepeti doldurdu ve
doğruca dergâhın yolunu tuttu. Yolda zikrullâh ile meşgul bir vaziyette
gelirken her taraf kar içinde olması sebebiyle fark edemediği bir kuyunun içine
düştü. Kuyu derin olduğu için bir türlü de içinden çıkamadı. Çaresiz bir hâlde
idi ki, yukarıdan bir ses duydu:
“–Evlâdım!
Uzat elini!”
Baktı;
nur yüzlü bir zâttı. Elini uzattı ve kuyudan çıktı. Hazret-i Hüdâyî, kendisini
kurtaran bu zâta, henüz kim olduğunu soracaktı ki, o bir anda ortalıktan
kayboldu.
Nihâyet
elinde taze üzüm sepeti ile dergâha varan Hüdâyî Hazretleri, başından geçenleri
üstâdına nakletti. Üftâde Hazretleri de, onu kuyudan kurtaran kimsenin Hızır
-aleyhisselâm- olduğunu beyândan sonra diğer dervişlere:
“–Evlâdımız
Hüdâyî’nin kemâli tamam olmuştur. O hilâfeti çoktan hak etmişti zaten.”
dediler.
Bundan
sonra Üftâde Hazretleri, onu halîfesi olarak Sivrihisar’a gönderdi. Bir müddet
orada hizmet eden Hüdâyî Hazretleri, bilâhare mânevî bir işaretle Bursa’ya
döndü. Son demlerini yaşayan üstâdı Üftâde Hazretleri’ne büyük bir gönül
iştiyâkı içinde hizmet etti. Bu hizmetten gâyet memnun kalan Hazret-i Üftâde
bir gün:
“–Oğlum!
Pâdişahlar rikâbında yürüsün!” diye duâda bulundu.[2]
Hüdâyî
Hazretleri, üstâdı’nın vefâtından sonra Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi’nin
delâletiyle İstanbul’a yerleşti.
Onun
Üsküdar’da kurduğu dergâh, kısa zamanda her tabakadan insana hitâb eden
mâneviyat ve irfan mektebi hâline geldi. Cihan sultanlarının teveccüh ve
alâkasını celb etti. Onları da dergâhın dervişleri arasına kattı. Husûsiyle 3.
Murad Han, 1. Ahmed Han, 2. Genç Osman Han ve 4. Murad Han, Hüdâyî
Hazretleri’nin yakın irşâdına mazhar oldular. Hüdâyî Hazretleri, bunlardan 4.
Murad Hân’ın kılıç kuşanma merâsiminde bizzat bulunmuş ve âdet olduğu üzere Ebû
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin türbe-i saâdetlerinde Hazret-i Ömer’in kılıcını
yeni pâdişâha bizzat kuşandırmıştır.
***
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin İstanbul’a
geldiği yıllarda Osmanlı tahtında 3. Murad Han bulunmaktaydı. Bu pâdişah,
başlangıçta gerek Devlet-i Aliyye’nin geniş sınırlarına ve ihtişâmına, gerekse
yaşının gençliğine ve zindeliğine aldanarak aşırı bir güven ve rahatlık içinde
hareket ediyordu. Bu sebeple birtakım noksanlıklar da hâliyle yaşanıyordu. İşte
bunu fark eden Hüdâyî Hazretleri, hiç kimsenin cür’et dahî edemeyeceği bir
vazifeyi, yani sultânı irşad vazifesini zarûreten üstlendi. 3. Murad Hân’a, onu
Hak ve hakîkate yönlendirici mektuplar yazdı. Bu mektupların, mâhiyetlerine
göre, gerektiğinde yumuşak, gerektiğinde sert bir üslûbu hâiz olması, Hazret-i
Hüdâyî’nin bu irşad vazifesinde ne kadar salâhiyet, tasarruf, nüfûz ve tesire
mâlik olduğunu göstermesi bakımından câlib-i dikkattir. Zira celâdeti sebebiyle
3. Murad’a bu îkazların, yüksek seviyede bir mânevî tasarrufu bulunmayanlar
tarafından yapılması mümkün değildi. Muhtelif zamanlara âit mektuplardan bâzı
bölümler şöyledir:
“Sultânım!
Şerîat gemisine binip takvâ yelkenlerini açarak hakîkat denizinde Hakk’a
muhabbet rüzgârıyla îtidâl ve istikâmet üzere yol al! Zâhirin ve bâtının
şartlarını, yani şerîat ahkâmı ile tarîkat ve hakîkat esaslarını tam olarak
yerine getir! Adâlet dedikleri, işte budur!..”
“Saâdetli Pâdişâhım! Sizin saltanatınız
zamanında olan kuvvet, kudret ve şevket hiçbir zaman olmamıştır… Ancak biliniz
ki, Allah ve Rasûlü’nün biricik arzusu, zulmün kaldırılıp adâletin ikàmesidir.
Bid’atlerin atılıp Sünnet’lerin icrâsıdır.”
“Sultânım! Allâh’ın kulları sizden şefkat ve
merhamet bekler. Eğer halka şefkat ve merhametle muâmelede bulunmazsanız ihânet
etmiş olursunuz! Bu durumda onlar, kırık gönüllerle nefret içerisinde sizden
yüz çevirirler. Yapageldikleri hayır-duâyı da keserler…”
“Sultânım! Sakarya suyunu geçip odun
tedârikini murâd etmişsiniz. Halk bundan çok memnun olmuştur. Zira ihtiyaç
çoktur. Merhum dedeniz Sultan Süleyman Han, Kâğıthâne suyunu getirip halka
bununla ziyâfet çekmişti. Siz de odun getirerek fukarâyı sevindirdiniz.”
“Sultânım! Bizim işimiz ashâb-ı gurur ve
gaflet olanları nasihat ve vaaz ile îkaz ve irşâd eylemektir. Takvâ yoluna
girip amel-i sâlih işlemeye teşviktir. Böylece ıslâh edici sâlihlerden olmak,
Cenâb-ı Allah’tan murâdımızdır. Müfsid ve müstedriclerden olmaktan Allâh’a
sığınırız.”
Bu
şekilde kıymetli nasihat ve irşadlarıyla başta sultan olmak üzere bütün devlet
ricâli arasında tesir ve nüfûzu artan Hüdâyî Hazretleri, Ferhad Paşa ile Tebriz
seferine de katılmış ve orduya mânevî kumandanlık yapmıştır.
***
Azîz
Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed ile münâsebet halkasının ilkini
teşkil eden rüyâ tâbiri hâdisesi pek meşhurdur. Bu tâbirle birlikte Hüdâyî
Hazretleri’ne alâka ve hürmeti son derece artan 1. Ahmed Han, Hazret-i Pîr’in
ilâhîlerine nazîre yazacak kadar onda fânîleşmiştir.
Hazret-i Yûsuf -aleyhisselâm-’ın rüyâ tâbiri
ilminden son derece nasibdar olan Hüdâyî -kuddise sirruh-’un, bu yönüyle cihan
sultanlarını istikâmetlendirmesi ve yapmış olduğu tâbirlerdeki isâbeti, onun bu
husustaki liyâkat ve salâhiyetinin bir nişânesidir.
Bir gün Sultan Ahmed Han, çok sevdiği üstâdı
Hüdâyî Hazretleri’ne kıymetli bir hediye göndermişti. Fakat Hüdâyî Hazretleri
kabûl etmedi. Bunun üzerine Sultan Ahmed, hediyeyi uhdesinden çıkarmış
bulunduğu için onu devrin şeyhlerinden Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’ne
gönderdi. Abdülmecîd Sivâsî Hazretleri’nin hediyeyi kabul etmesi münâsebetiyle
de bir ziyâret esnâsında:
“–Efendi Hazretleri! Ben bu hediyeyi daha
evvel Hüdâyî Hazretleri’ne göndermiştim; kabul buyurmamıştı. Fakat siz kabul
buyurdunuz!” dedi.
İfâdelerdeki
nükteyi anlayan Sivâsî Hazretleri de şu mânidar cevabı verdi:
“–Sultânım!
Hazret-i Hüdâyî bir ankàdır ki, lâşeye tenezzül etmez!”
Bu
cevaptan memnun olan Sultan, aradan birkaç gün geçtikten sonra Hüdâyî
Hazretleri’ne uğradı. Ona da:
“–Efendim!
Sizin kabul etmemiş olduğunuz o hediyeyi Abdülmecîd Efendi kabul buyurdu.”
dedi.
Hüdâyî
Hazretleri de mütebessim bir çehre ile:
“–Sultânım!
Abdülmecîd Efendi bir deryâdır. Koca deryâya bir damlacık mâsivâ kiri düşmesi,
onun sâfiyetine zarar vermez!” buyurdu.[3]
Bu
menkıbe, iki büyük Allah dostunun birbirlerine olan muhabbet ve tâzimlerini,
husûsiyle Hüdâyî Hazretleri’nin kemâlini göstermektedir. Zira mânevî
münâsebetlerde irşad vazifesi dolayısıyla, pâdişahla yakınlık kuran Hüdâyî
Hazretleri, maddî münâsebetlerde ise son derece müstağnî idi. Zira dünyaya meyl
ü muhabbeti artırıp mâneviyâtı zedeleyebilecek bir tehlike arz eden maddî
ikramlar, onun asıl vazifesi olan irşad faâliyetine mânî olabilirdi. Ancak bâzı
durumlarda pâdişah ihsânının reddedilmemesinin de bir ikrâm olduğu an’anesine
riâyet etmişse de, aldıklarını dergâh inşâsında, mürîdâna hizmette ve kurduğu
vakıf hizmetlerinde kullanmıştır. Bâzı hâllerde de kendisine takdîm edilen
hediyeleri geri göndermiştir.
***
1.
Ahmed Han’dan sonra 2. Genç Osman ile de irtibâtını devam ettiren Hüdâyî
Hazretleri, bu yeni ve heyecan dolu genç pâdişâhı da istikâmetlendirmek
husûsunda büyük gayretler sarf etti. 2. Genç Osman ki, Devlet-i Aliyye’nin
duraklama devrine girdiğini görerek bu gidişâta dur diyebilmek için yeni
hamleler tasarlayan ideal sahibi bir pâdişahtı. Bu arada hacca gitmeye
niyetlendi. O zamana kadar pâdişahlardan hiçbiri, o devirlerde hacca
gidiş-geliş takriben bir yıl sürmesi dolayısıyla devlet nizâmı bozulmasın diye
şeyhülislâmların müsâade vermemeleri üzerine hacca gitmemiş, hepsi de vekil
göndermek sûretiyle bu farîzayı îfâ etmişlerdi.
Buradaki
nükteyi çok iyi bilen Hüdâyî Hazretleri, Sultan Genç Osman’ın hacca niyetlenip
kadîm an’aneyi bozmasını doğru bulmayarak onu îkâz etti, hacca gitmekten
vazgeçirmeye çalıştı. Ancak Sultan, gençliği ve tecrübesizliği sebebiyle bu
arzusundan vazgeçmedi ve Hüdâyî Hazretleri’nin ısrarlı îkazlarına rağmen
teslîmiyette zaaf göstererek bu niyetini gerçekleştirme yolunda teşebbüse
geçti. Neticede bu teşebbüs, yeniçeriler arasında ciddî bir rahatsızlığa yol
açtı. Birtakım fitnecilerin de müdâhil olmasıyla Sultân’ın Hicaz’a gitmesinden
maksadın, oralardan toparlayacağı bir ordu ile yeniçerileri bertaraf edeceği
şeklinde anlaşıldı. Sultân’ın bu hamlesini akàmete uğratmak isteyen zorbabaşılar,
derhâl hâdiseyi körükleyerek taraftarlarını harekete geçirdiler ve tarihte
“hâile”, yani dram diye anılagelen mâlum çirkin cinâyeti işlediler.
Bu
hâdise, Hüdâyî Hazretleri’nin mânevî îkâzındaki sır dolu ısrarın ehemmiyetini
hazin bir şekilde sergilemiştir.
Devlet
ricâlinden diğer bâzıları ise, ortalığı saran anarşiden korunabilmek için
Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına sığınmışlar, böylece kendilerini büyük bir
tehlikeden muhâfaza edebilmişlerdir. Zira Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına gerek
devlet, gerekse ehl-i şekàvet herhangi bir müdâhalede bulunamazdı. Bugünkü
tâbirle dergâhın âdeta dokunulmazlığı vardı. Dolayısıyla buraya sığınanlar,
öldürülmek istenen kimseler bile olsa, kılına dahî zarar gelmez, haklı iseler
Hazret-i Pîr’in delâletiyle -Halil Paşa gibi- iâde-i îtibâra mazhar olurlardı.
***
2.Genç Osman’ın şehâdeti üzerine tahta
geçen 4. Murad Han, henüz on dört yaşında idi. Eyüp’te yapılan kılıç kuşanma
merâsimine evvelce beyân ettiğimiz üzere devrin en mûteber şeyhi sıfatıyla Azîz
Mahmûd Hüdâyî Hazretleri çağırıldı ve Hazret-i Pîr, hayır-duâ ile yeni sultâna
kılıç kuşandırdı.
4.
Murad Han, tahta geçtiğinde çok küçük yaşlarda olduğundan ipler vâlidesinin ve
birtakım devlet ricâlinin elindeydi. Zaman zaman bu durumdan bunalan 4. Murad
Han, tebdîl-i kıyafetle Hüdâyî Hazretleri’nin dergâhına giderek gönlünü mânen
takviye eder, ileriki günlere hazırlanırdı. Bu ziyâretleri samimî bir dervişin
edep ölçüleri içinde gerçekleştiren 4. Murad Han, bir gün yanına lalasını da
almıştı. Dergâhın kapısına varıp tokmağı hafifçe çaldıklarında içeriden bir
dervişin:
“–Kimdir?”
suâline lala, alışkın olduğu üzere derhâl:
“–Yedi
iklîm pâdişâhı es-Sultân ibnü’s-Sultân Murad Hân-ı Râbi‘ Efendimiz teşrîf
eylediler. Hemen Şeyh Hazretlerine bildirile!..” deyiverdi.
Derviş
de:
“–Bu
kapı saltanat kapısı değil!” cevabını vererek kapıyı açmadı.
Lalasının
hâline tebessüm eden 4. Murad Han:
“–Lala!
Bu kapı kulluk ve gönül kapısıdır.” dedi ve tokmağı tekrar tıklattı. İçeriden
gelen aynı suâle büyük bir edeple:
“–Şeyh
Hazretleri’ne Murad kulunuz geldi deyiniz!” ifâdesiyle mukàbele etti.
Bunun
üzerine kapı açıldı ve içeri alındılar.
O
sıralar hayli yaşlanmış bulunan Hüdâyî Hazretleri, her türlü liyâkatle kemâle
erebilmesi için 4. Murad Hân’a müstesnâ bir alâka göstermekteydi.
İşte
bu alâka ve muhtelif irşadlarının bir bereketidir ki 4. Murad Han, gün geçtikçe
madden ve mânen tekâmül, tecrübe ve seviye kazandı. Büyük dâvâları
omuzlayabilecek bir kıvama geldi. Vakti gelince de yaptığı ciddî hamlelerle
ordudaki ve ahâlî arasındaki disiplini sağlayarak daha o gün yıkılma
tehkilesiyle karşı karşıya bulunan devleti büyük bir bâdireden kurtardı.
***
İşte
Hüdâyî Hazretleri’nin en büyük kerâmetleri, cihan sultanlarını bu şekilde
yönlendirebilmesi olmuştur. Bununla birlikte onun, erbâbının gönül hissiyâtını
besleyici birçok kerâmetleri de bulunmaktadır.
Hüdâyî
Hazretleri’nin pek meşhur olan kerâmetlerinden biri de, gâyet fırtınalı bir
havada hiçbir kayıkçının denize açılamadığı bir zamanda kendi kayığına binerek
birkaç müridiyle Üsküdar’dan sâlim bir şekilde karşıya geçmesidir. Allah
Teâlâ’nın izniyle kayığın takip ettiği yol, âdeta süt-liman olmuş ve dört bir
yanda şaha kalkmış dalgalar bu Allah dostunun kayığına hiçbir zarar vermemişti.
Hâlen
Üsküdar ile Sarayburnu arasındaki bu yola “Hüdâyî Yolu” denir. Bilen
kayıkçılar, şiddetli fırtınalarda bu yolu takip ederler. Bu durum, Hüdâyî
Hazretleri’nin günümüze kadar uzanan bâriz bir kerâmetidir.
Osmanlı
Devleti’nin son günlerine kadar Boğaz’da deniz seferi yapan kaptanlar;
yolcularını, Üsküdar’dan geçerken Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh-
dergâhına, Beşiktaş önünden geçerken Yahyâ Efendi dergâhına, Beykoz’dan
geçerken de Hazret-i Yûşâ -aleyhisselâm- tarafına doğru tevcîh ederek
“Fâtiha”ya dâvet ederlerdi.
Bir
zamanlar halkın, İstanbul’da medfun olan büyük velîlere karşı edebi işte
böyleydi!
***
Bir
kimse Hüdâyî Hazretleri’nin kimyâ ilmine vâkıf olduğunu duyarak Hazret-i Pîr’e
geldi ve:
“–Efendim!
Sizin kimyâ ilmine vâkıf olduğunuzu duydum, ne buyurursunuz?” dedi.
Hüdâyî
Hazretleri, hiçbir şey söylemeden yakınındaki asma dalından üç yaprak kopardı
ve üzerlerine üfledi. Allâh’ın izniyle yapraklar, birer altın varak hâline
geldi.
Hâdiseyi şaşkın bir şekilde seyreden zavallı
adam da, aynı şeyi yaptıysa da buna muvaffak olamadı. Adamı mânidar bir şekilde
seyreden Hüdâyî Hazretleri şöyle buyurdu:
“–Oğlum!
Bilesin ki kimyâ ilmini öğrenmek, nefsini kimyâ etmekten ibarettir…”
***
İstanbul’da
çok şiddetli bir tâun hastalığı zuhûr etmişti. Her gün binlerce kişi bu
hastalıktan ölüp gitmekteydi. Elinden bir şey gelmeyen ahâlî, çaresiz bir hâlde
Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’ne koştu. Gözyaşlarıyla duâ taleb etti. O da
şöyle buyurdu:
“–Bu türlü işlere karışmak bizim meşrebimize
uygun değildir. Ancak mâdem ki hastalığın şiddeti dolayısıyla ısrâr
ediyorsunuz, öyleyse Karacaahmed kabristanına gidiniz. Orada bir servi ağacının
altında bir hasıra sarılıp yatan ve «Hasır-pûş Dede» denilen bir zât vardır.
Ona başvurun! Eğer kabul etmeyecek olursa, selâmımızı söyleyin!..”
Bunun üzerine halk, doğruca denilen şahsa
gitti. Fakat meczup meşrepli bu zât, halkın merâmını dinleyince büyük bir öfke
ile bağırıp çağırarak herkesi kovdu ve hasırına bürünerek yattı. Çekine çekine
tekrar yanına geldiler ve bu defa Hazret-i Pîr’in selâmını ilettiler. Selâmı
alır almaz ayağa fırlayan meczup Hasır-pûş Dede, hemen kendisinden istenilen
duâya başladı. Duâdan sonra da:
“–Bugün
bir kimsenin daha cenâzesi kaldırıldıktan sonra bu hastalık da kalksın!” dedi.
Ardından
Hüdâyî Hazretleri’nin başka bir emri olup olmadığını sordu ve tekrar hasırına
büründü.
Gerçekten
o gün tâundan bir kişi daha vefat ettikten sonra hastalık tamamıyla ortadan
kalktı.
***
Hüdâyî
Hazretleri’nin ilmî hüviyeti sâyesinde ulemâdan da birçok mürîdi vardı.
Şeyhülislâm Hoca Sâdeddin Efendi, oğlu Es’ad Efendi gibi zâtlar, onun irşad
halkasına katılanlardandı. Tasavvuf, tefsir, fıkıh gibi muhtelif alanlarda
otuza yakın eser vermiştir. Kadılık ve müderrislik vazifelerini bırakmışsa da,
bu onun bir nevî vazife değişikliği sebebiyledir. Yoksa dîn-i mübîn yolunda ne
ilmi bir kenara bırakmak, ne de irfâna meyletmemek doğru değildir. Zira ilimsiz
bir irfân ve irfânsız bir ilim, serâpâ ziyandır. Bunun için tasavvufa girdikten
sonra:
İlâhî
çün halâs ettin müderrislik kazâsından
Visâlin
lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından
demekle
birlikte bizzat şeyhinin emri muvâcehesinde vâizlik vazifesine devam etmiştir.
Ayrıca kendisinden önceki büyük sûfîler gibi tefsir ve hadis derslerini de
sürdürmüştür. Çünkü o, bunları değil, nefsini terk etmişti.
Hüdâyî
Hazretleri’nin yapmış olduğu bu tefsir ve hadis derslerine iştirâk edip de
icâzet alan bir hayli talebesi vardır. Halîfelerinden Saçlı İbrahim Efendi ve
Filibeli İsmail Efendi de bunlardandır.
Bu
meyanda İsmail Hakkı Bursevî Hazretleri şöyle der:
“Velîler
arasında kalem ehli olanlar, peygamberler arasında “rasûl” olanlar gibidir.
Hazret-i Hüdâyî de, yazmış olduğu eserleriyle bu rütbeyi hâiz olarak şeyhi
Üftâde Hazretleri’ne bir ayna vazifesi görmüştür.”
***
İrşad
ve mânevî terbiyesini şiirleriyle de devam ettiren Azîz Mahmûd Hüdâyî
Hazretleri, bu sahada da gönülleri tenvîr eden pek tesirli eserler vermiştir.
Bugün dahî büyük bir gönül hazzı içinde söylenmekte olan pek çok bestelenmiş
şiiri vardır.
Hüdâyî
Hazretleri, bu şiirlerinden birinde gönülden mâsivânın çıkarılıp sırf Allah
muhabbetinin yerleştirilmesi husûsunu şöyle ifâde eder:
Neyleyeyim
dünyâyı
Bana
Allâh’ım gerek.
Gerekmez
mâsivâyı
Bana
Allâh’ım gerek.
Ehl-i
dünyâ dünyâda
Ehl-i
ukbâ ukbâda
Her
biri bir sevdâda
Bana
Allâh’ım gerek.
Dertli
dermanın ister
Kullar
sultânın ister
Âşık
cânânın ister
Bana
Allâh’ım gerek.
Bülbül
güle karşı zâr
Pervâneyi
yakmış nâr
Her
kulun bir derdi var
Bana
Allâh’ım gerek.
Beyhûde
hevâyı ko
Hakk’ı
bula-gör yâ hû
Hüdâyî’nin
sözü bu
Bana
Allâh’ım gerek.
Hüdâyî
Hazretleri, şiirlerinde Yûnus Emre Hazretleri’nin takip ettiği yoldan giderek
gönülleri mâneviyat ile yoğurur. Kulları, bu dünyanın aldatıcı ve geçiciliği
karşısında îkâz eder:
Kim
umar senden vefâyı,
Yalan
dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan
dünyâ değil misin?
Yürü
hey bî-vefâ yürü,
Sensin
hod bir köhne karı.
Nice
yüz bin erden geri
Kalan
dünyâ değil misin?
Kastedip
halkın özüne,
Toprak
doldurup gözüne,
Ehl-i
gafletin yüzüne
Gülen
dünyâ değil misin?
Eğer,
şâh u eğer bende
Her
kişiyi salan bende
Kimse
mekân tutmaz sende
Vîrân
dünyâ değil misin?
Kimisini
nâlân edip
Kimisini
giryân edip
Âhir-i
kâr uryân edip
Soyan
dünyâ değil misin?
İşin
gücün dâim yalan
Çok
kişiden arta kalan
Nice
kerre boşaluben
Dolan
dünyâ değil misin?
Bu
şekilde dünyanın hakîkatini insana hatırlatan Hüdâyî Hazretleri, insanın sahip
olduğu yüce makâma, yani halîfetullâh olma sırrına dikkat çeker. Bu sırrı,
insanın Hak katından bu varlık âlemine gelişi ve yine Hakk’a dönüşü hakîkati
çerçevesinde şöyle anlatır:
Ezelden
aşk ile biz yâne geldik!
Hakîkat,
şem’ine pervâne geldik!
Tenezzül
eyleyip vahdet ilinden,
Bu
kesret âlemin seyrâne geldik!
Geçip
fermân ile bunca avâlim
Gezerken
âlem-i insâne geldik!
Fenâ
buldu vücûd-i fânî mutlak,
Bıraktık
katreyi ummâne geldik!
Nemiz
ola Hudâyâ Sana lâyık
Hemân
bir lûtf ile ihsâne geldik!
Umarız
erelim bâkî hayâta,
Civâr-ı
Hazret-i Rahmân’e geldik!
Geçip
âhir bu kesret âleminden,
Hüdâyî
halvet-i Sultân’e geldik!..
Bütün
evliyâullâh gibi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dâsitânî
muhabbetinde zirveleşen Azîz Mahmûd Hüdâyî -kuddise sirruh-, gönlündeki Rasûlullah
aşkını şöyle dile getirir:
Kudûmun
rahmet ü zevk u safâdır yâ Rasûlâllâh
Zuhûrun
derd-i uşşâka devâdır yâ Rasûlâllâh
Nebî
idin dahî Âdem dururken mâ u tıyn içre
İmâmü’l-enbiyâ
olsan revâdır yâ Rasûlâllâh
Hüdâyî’ye
şefâat kıl eğer zâhir eğer bâtın
Kapına
intisâb etmiş gedâdır yâ Rasûlâllâh…
Hüdâyî
Hazretleri, bir gün mürîdleriyle birlikte kayıkla Boğaz’ı geçerken şiddetli bir
fırtına çıkmış, şu şiirle Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir:
Allâhümme
yâ Hâdî
Âsân
eyle yolumuz!
Sehhil
ubûra’l vâdî
Tiz
geçir tut elimiz!
Yâ
Rab fazl u cûd ile
Kemâl-i
şuhûd ile
Hakkânî
vücûd ile
Islâh
eyle hâlimiz!
Görüldüğü
gibi hizmetini geniş bir sahaya yayıp muvaffakıyetle sürdürmüş olan Hüdâyî
Hazretleri, yaşamış olduğu asra ve sonraki yüzyıllara silinmez bir mühür vurmuş
olarak 1628 milâdî tarihinde ardında sayısız muhib, müntesib ile pek çok eser
ve vakıf bırakarak bahtiyar bir şekilde rahmet-i Rahmân’a yürümüştür.
Rahmetullâhi
aleyh!
***
Onun
yapmış olduğu hizmetler, devletin ve milletin selâmeti açısından pek mühim bir
ehemmiyeti hâizdir. O, cihan pâdişahlarını dahî yönlendirebilmiş, böylece koca
bir mülkün emîn ellerde temâdîsini temin etmişti. O dönemlerde yavaş yavaş
başlayan tekke-medrese mücâdelesi dolayısıyla sarayda ve ilim erbâbı arasında
bir hayli nüfûz ve tesiri azalan tasavvufî hayatı, tekrar dirilterek cemiyete
yeni bir zindelik kazandırmıştı.
Onun
mânevî tasarrufu vefatından sonra da devam etmiştir:
1638’de
Bağdat seferine çıkan 4. Murad’ın dirâyetini bilen Safevî hükümdârı, onun
Bağdat önlerine gelmesi hâlinde şehri mutlak sûrette kaybedeceğini bildiğinden
Sultân’ı bir suikastle ortadan kaldırmanın daha yerinde olduğunu düşünerek üç
husûsî yetiştirilmiş casusu Osmanlı ordusuna göndermişti. Bunlar, bir gece
sekiz kadar nöbetçiyi aşarak Sultân’ın yanına kadar girmeyi başardılar. Hemen
hançerlerini çekip yatağın başına yaklaştılar. Uyumakta olan Sultan, o anda bir
rüyâ görmeye başladı:
Çok sevdiği rahmetli üstâdı Azîz Mahmûd
Hüdâyî Hazretleri, kendisine misâfir olmuştu. Birlikte oturuyorlardı. Ancak o
esnâda Hazret-i Pîr’in o vakte kadar kendisinden görülmemiş bir sür’atle birden
ayağa kalkmasıyla haykırması bir oldu:
“–Oğlum
Murad! Ayağa kalk!”
Zaten
hocası daha ayağa kalkarken edeben ayağa kalkmaya davranan 4. Murad Han, gelen
emirle daha bir hızla yerinden doğruldu. Rüyâda gerçekleşen bu doğruluşla
birlikte uyanarak gerçekte de yatağından kalkıverdi ve başında bulunan eli
hançerli üç şahsı fark etti. Derhâl üzerlerine yorganını fırlattı ve başı
ucunda duran yaklaşık üç yüz kiloluk topuzunu kavradığı gibi üçünü de yere
serdi. Böylece hocası Hüdâyî Hazretleri’nin yeni bir tasarrufuyla mutlak bir
suikastten kurtulmuş oldu.
Hazret-i
Pîr’in vefâtından sonra gerçekleşen bu tasarrufu, günümüzde de hâlen cârîdir ve
birçok yaşanmış misâlleri vardır. İbret ve mâlumat bakımından bir misâl daha
zikredelim:
***
Yıl
1975. Öğle namazına yakın bir vakitte Hazret-i Pîr’in türbesi önüne nur yüzlü,
buğday tenli ve tıknaz boylu bir genç gelmişti. O an tesâdüfen Azîz Mahmûd
Hüdâyî Câmii’nin imamına rastladı ve:
“–Efendim!
Ben Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi görmeye geldim! Kendisiyle nasıl görüşebilirim? Acabâ
şu an burada mıdır?” diye sordu.
Böyle
bir suâl karşısında şaşıran imam Muharrem Efendi:
“–Oğlum!
Evet Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Hazret-i
Pîr’in orada olduğunu duyan genç, sevinçle:
“–Lütten
beni onunla görüştürünüz!” dedi.
Fakat
buna bir mânâ veremeyen Muharrem Efendi, türbenin yanında olduklarından tekrar:
“–Oğlum!
Azîz Mahmûd Hüdâyî burada!” dedi.
Genç
de, talebini tekrarladı:
“–O
zaman benimle görüştür! Ben onunla görüşmek istiyorum!” dedi.
Muharrem
Efendi, hâlâ gencin hâlinden bir şey anlamadığından meseleyi çözebilmek için:
“–Evlâdım!
Sen Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi tanıyor ve biliyor musun?” diye sordu.
Yüzü
gibi sînesi de sâf olan delikanlı, lâfın böyle uzayıp gitmesine ve muhâtabının
kendisini neden Mahmûd Hüdâyî ile görüştürmek istemediğine hayret ederek:
“–Ben
Azîz Mahmûd Hüdâyî’yi yakından tanıyorum. Beni buraya o dâvet etti. Biz onunla
ziyâret husûsunda sözleşmiştik. Benim geleceğimden haberi var.” dedi.
Sözün
burasında Muharrem Efendi, meselenin farklı bir vechesi ve sırlı bir nüktesi
mevcut olduğunu idrâk etti ve merakla sordu:
“–Evlâdım!
Nasıl sözleştiniz?”
Genç
anlatmaya başladı:
“–Efendim ben 1974 Kıbrıs harekâtında
paraşütle indirilen komando grubundandım. Biz, ordumuzun denizden, Rumlar’ın da
Beşparmak dağlarından karşılıklı mücâdelelerini sürdürdükleri bir hengâmda
paraşütlerle atladık. Ancak hava pek rüzgârlı olduğundan her birimiz bir tarafa
savruluyorduk. Ben de düşman hatlarına düştüm. Ağaçlık bir mevkîde iki yandan
gelen cehennemî bir ateş altında kaldım. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde büyük
bir şaşkınlık içindeyken karşıma uzun boylu, heybetli ve nur yüzlü ihtiyar bir
baba çıktı. Bana tatlı ve mütebessim bir çehre ile baktı ve:
«–Oğlum!
Burası düşman hattıdır. Ne işin var burada? Niçin tek başına bu hatta girdin?»
dedi.
Ben
de:
«–Baba!
Ben gelmedim, rüzgâr buraya düşürdü.» dedim.
Nur
yüzlü ihtiyar, hafifçe başını salladı:
«–Ben
de harbe geldim. Sizden evvel gönderildim. Buraları çok iyi bilirim. Hangi
birliktensin oğlum? Gel seni onların yanına götüreyim!» dedi.
Birlikte
müthiş bir ateş çemberi altında yola koyulduk. O mübârek insan, gâyet sâkin bir
yolda yürüyormuşçasına rahattı. Her hâli beni ayrı bir şaşkınlığa sevk
ediyordu. Bana ismimi, nereli olduğumu vs. birçok suâller sordu. Ben de
istediği cevapları verdikten sonra iyice merak edip kendisini sordum:
«–Baba!
Ya sen kimsin?»
O
da:
«–Oğlum!
Bana Azîz Mahmûd Hüdâyî derler.» dedi.
Sonra:
«–Baba!
Sen bana çok büyük bir iyilikte bulundun? Şâyet memlekete sağ-sâlim dönersem,
bir vefâ borcu olarak seni ziyâret etmek isterim. Adresini verir misin?» dedim.
O
güzel yüzlü mübârek insan, adres olarak sadece:
«–Oğlum!
Üsküdar’a gelip kime sorsan beni sana gösterirler!» dedi.
Bu
arada birliğime gelmiştik. Minnet, muhabbet ve hürmetle bu güzel insanın elini
öptüm. Kendisiyle vedâlaştım. Sonra da kumandanımın yanına gittim.
Beni
bir anda karşısında gören kumandanım, pek şaşırdı. Benim o ateş çemberinden
nasıl olup da kurtularak birliğime ulaştığıma hayretle haykırdı:
«–Buraya
nasıl gelebildin?!»
Ben
de:
«–Beni,
yaşlı, güzel bir baba getirdi.» dedim.
Harp
bittikten sonra memleketime döndüm. Ancak Azîz Mahmûd Hüdâyî’nin bana yapmış
olduğu iyilik hiçbir vakit aklımdan çıkmadığı için bir vefâ borcu olarak
nihâyet ziyâretine niyetlenip Üsküdar’a geldim. Sorduğum kimseler:
«O
mübârek bir zâttır» diyerek burayı târif ettiler.”
Bu
arada sükût edip derin bir nefes alan genç, Muharrem Efendi’ye önceki talebini
tekrarladı:
“–Efendim!
İşte Azîz Mahmûd Hüdâyî ile böyle tanıştık. Artık himmet edin de beni
kendisiyle görüştürün!” dedi.
Böylece
meseleyi bütün yönleriyle öğrenen Muharrem Efendi, şâhid olduğu bu mânevî
manzara karşısında pek duygulandı. Yalvarırcasına gözlerinin içine bakan
delikanlıya bir müddet hiçbir şey diyemedi. Sonra da kendini toparlayıp içli
bir sesle âdeta kekeleyerek hulâsaten:
“–Evlâdım!
Azîz Mahmûd Hüdâyî, hayatta olan bir kimse değil, 1541-1628 yılları arasında
yaşamış bulunan büyük bir Allah dostudur. Herhâlde seni buraya Fâtiha okuman
için çağırmış olmalıdır! İşte türbesi!” diyebildi.
Bu cevabı duyan vefâkâr ve îmanlı genç,
daha o an öğrendiği hakîkat üzerine son derece müteessir oldu. Kendisini görmek
niyet ve hasretiyle geldiği ve hayatını borçlu olduğu büyük velînin sadece
türbesiyle karşılaşmıştı. Harp sahasının o müthiş hengâmında yaşadığı mânevî
tasarrufun daha yeni yeni farkına vardı ve bir çağlayan hâlinde hıçkırmaya başladı.
Ellerini yüzüne kapadı; uzun bir müddet içli içli ağladı.
Hüdâyî
mihrabının imamı da ağlıyordu…
Bu
hâdise, Allâh’ın velî kullarına bahşettiği mânevî tasarrufu ne güzel sergiler.
Bu tasarruf, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den zamanımıza
kadar gelen evliyâullâhın mânevî yardımlarından sadece bir misâldir.
Şunu
unutmamak lâzımdır ki, fâil-i mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır. O’nun kullara bu
nevî yardımları da, gerek melekler vâsıtasıyla, gerekse Allâh’ın velî kulları
vâsıtasıyla günümüze kadar varolagelmiştir.
***
Azîz
Mahmûd Hüdâyî Hazretleri’nin Sultan 1. Ahmed Hân’ın talebi üzerine yaptığı şu
duâsı ne kadar mânâlı ve güzeldir:
“Yâ
Rabbî! Kıyâmete kadar bizim yolumuzda bulunanlar, bizi sevenler ve ömründe bir
kere türbemize gelip rûhumuza Fâtiha okuyanlar bizimdir… Bize mensub olanlar,
denizde boğulmasınlar; âhir ömürlerinde fakirlik görmesinler; îmanlarını
kurtarmadıkça ölmesinler; öleceklerini bilsinler ve haber versinler ve de
ölümleri denizde boğularak olmasın!..”
Bütün
ulemâ ve evliyâ, bu duânın kabul olduğunu, bu yola mensub olanların denizde
boğulmadıklarını ve pek çok kimsenin vefât günlerine yakın, öleceklerini haber
verdiklerini bildirmişlerdir.
Zamanında
ve daha sonraki yıllarda tesir ve nüfûzu devam eden Hüdâyî Hazretleri hakkında
son derece tâzimli ve hürmetkâr ifâdeler kullanılmıştır. Bunlardan bir kısmı
şöyledir:
Zamanın
kutbu, Azîz, zamanın müfredi, hakîkat sırlarının hazinesine vâsıl, mücâhede
mihrâbının mumu, tarîkat-i Muhammediyye sırlarını şerh eden, hakîkat-i
Ahmediyye nurlarının indiği gönül, sultân-ı sâbit-kadem-i makâm-ı hilâfet ve
velâyet.
Yâ
Rabbî! Kurmuş olduğu vakfı, vermiş olduğu eserleri ve mânevî tasarrufuyla
asırlardır gönülleri feyiz-yâb eyleyen Hüdâyî Hazretleri’nin himmetinden
bizleri de nasibdâr eyle!
Âmîn!
[1]. Hüdâyî Hazretleri’nin Üftâde Hazretleri’ne
intisâbı ile alâkalı diğer bir rivâyet daha vardır ki şöyledir:
Hazret-i
Hüdâyî, Bursa’da kadı nâibliği ve müderrislik yaparken bir gece rüyâsında
kıyâmetin kopup Sırât ve Mîzân’ın kurulduğunu ve nice takdir ettiği kıymetli
kimselerin hattâ çok sevdiği hocası Nâzırzâde’nin dahî cehennemlikler arasında
olduğunu gördü. Bundan gerekli dersi alarak büyük bir gayret ve irâde ile
dünyevî meşgalelerini terk etti ve Üftâde Hazretleri’nin talebeleri arasına
dâhil oldu.
[2]. Üftâde Hazretleri’nin bu duâsı tahakkuk
etmiştir. “1. Ahmed Han” bahsine bakınız.
[3]. Ahmed Han ile Hüdâyî Hazretleri arasındaki
yakınlık ve muhabbet tezâhürleriyle yaşanan diğer bir kısım tecellîler, 1.
Ahmed Han mevzuunda anlatılmıştır.
KAYNAK:
Azîz Mahmûd Hüdâyi Hazretleri’nin Hayatı
(hudayivakfi, org, 18 Ekim 2016).