Hazret-i Muhammed

Kanaat Önderi, Peygamber, Eğitimci

Doğum
Ölüm
Eğitim
Kur'an-ı Kerim, İlahi Vahiy
Diğer İsimler
Hazreti Muhammed. Son Peygamber. Örnek İnsan. Örnek Müslüman. Resulullah. Allah'ın Elçisi

 

O zaman İbrahim, ‘Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap. Burada oturanları, (onlardan) Allah’a ve ahiret gününe inananları çeşitli gıdalarla rızıklandır.’ Demişti de, Allah ‘İnanmayanları da bir süre yararlandırır, daha sonra onları cehennem azabıyla (karşı karşıya kalma) zorunda bırakırım. Orası ne kötü gidilecek bir yerdir’ buyurmuştu.

 

Hani, İbrahim, Kâbe’nin temellerini yükseltiyordu da İsmail ile (şöyle dua ediyorlardı): ‘ Bunu bizden kabul buyur, şüphesiz ki işitir ve bilirsin. Ey Rabbimiz, bizi sana teslimiyette sabit kıl.  Soyumuzdan sana boyun eğen bir ümmet yarat. Bize Hac ibadetimizi göster ve bizi bağışla. Sen kullarına acır ve (onları) bağışlarsın.

 

Ey Rabbimiz, o Müslüman ümmete kendilerinden bir Peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları her türlü şirk ve isyandan arındırsın. Şüphesiz ki izzet ve hikmet sahibi ancak sensin.” (Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi:126-129)

 

 

 

PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMU

 

Allah’ın Elçisi, Son Peygamber, İslam Dini Peygamberi, Müslümanların Öncüsü (D. 571, Mekke / Arabistan – Ö. 632, Medine / Arabistan).

Peygamberimizin doğumu ve öncesine ait olaylarla ilgili yüzyıllardan beri nesilden nesile aktarılan değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birine göre Peygamberimizin dedesi  Abdülmuttalib, bir gece rüyasında bir ağaç gördü. Ağacın boyu göklere yükselmiş, dalları doğu ve batıya gölgeler salmıştı. Işıl ışıl parıldayan görkemli ve sevimli bir ağaçtı bu. Gördü ki, Arap ve Arap olmayan çeşit çeşit dilleri konuşan değişik insanlar ona doğru koşuyor ve ışığın parlaklığına eklenerek ışığın aydınlığını daha da artırıyordu. Işığın yüksekliği de aynı biçimde gittikçe fazlalaşıyordu. Abdülmuttalib, elini uzatarak ağaçtan bir meyve koparmak istedi. Fakat ne kadar çabaladıysa eli yetişmedi. Birdenbire bağırarak uykusundan uyandı.

Mekke’nin yöneticisi olan Abdülmuttalib, gördüğü rüya hakkında uzun uzun düşündü. Ama ne kadar düşündüyse rüyanın anlamını bulmasına yarayacak bir yorum yapamadı. Rüyanın etkisinde kalmıştı ve ne anlama geldiğini çok merak ediyordu. Gördüğü rüyayı açıklayacak iyi bir yorumcu bulmayı candan arzuluyordu.

Rüyayı gördüğü gecenin sabahı erkenden uyandı. Aklına bir kâhin, yani bir rüya yorumcusu gelmişti. Fazla oyalanmadan kâhinin evine gitmek üzere sokağa çıktı. Hızlı adımlarla rüya tabircisinin evine ulaştı ve “Beni çok düşündüren bir rüya gördüm” diyerek rüyasını anlatmaya başladı.

Kâhin, Abdülmuttalib’in rüyasını sessizce dinledikten sonra şöyle dedi:

-      Senin soyundan çok kıymetli bir çocuk doğacak. Bu çocuk büyüdüğü zaman, dünyanın doğusundan batısına kadar her yerde insanların önderi olacak. Dünyanın her tarafında insanlar O’nun bildireceklerini kabul edecek.

Abdülmuttalib, kâhinin evinden sevinç içinde ayrıldı. Neşeli bir biçimde yürürken yolda oğlu Ebu Talib’i gördü. Rüyasını oğluna da anlattı ve:

-      Belki de kâhinin haber verdiği kişi sensin, dedi.

Fakat rüyada müjdelenen kişi Ebu Talib değildi. Beklenen çocuğun babası ve annesi olarak müjdelenen kişiler, Ebu Talib’in kardeşi Abdullah ve Abdullah’ın eşi Amine idi.

O günlerde Amine hamileydi ve şimdiye kadar anlatılanların aksine hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Halbuki tanıdığı birçok kadın, hamilelik süresinin çok zor geçtiğini söylemişlerdi.

Böylece birkaç ay geçti. Bir süre içinde birçok rüya gördü. Gördüğü rüyaların birinde kendisinden bir parlak ışık yükseliyordu. Yükselen bu ışık ünlü Şam kentinin saraylarını ve her tarafını aydınlatıyordu.

Başka bir akşam, dinleniyorken kendi adını çağıran bir ses duydu:

-Ey Amine! Sen, dünyanın en iyi çocuğunu karnında taşıyorsun. Çocuğun dünyaya geldiği zaman adını Muhammed koy ve onun sırrını sakla.

Amine heyecan içinde oturduğu yerden kalktı. Çevresine bakında fakat kimseyi göremedi. Uyumak istedi fakat uyuyamadı. Biraz önce duyduğu sesi yeniden duymaya başlamıştı:

-      Amine! O doğduğu zaman adını Muhammed koy.

Amine gördüğü rüyayı kimseye anlatmadı. Nihayet mutlu gün geldi. Amine, görülmemiş güzellikte bir oğlan çocuğu doğurdu. Bir haberci göndererek mutlu haberi Abdülmuttalib’e  duyurdu. O sırada Abdülmuttalib, Kâbe’de, Kureyş kabilesinin ileri gelenleriyle birlikteydi.

Onlar konuşmaya dalmış durumda iken, Amine’nin gönderdiği haberci gelip müjdeyi verdi:

-      Müjde! Amine’nin bir oğlu oldu.

Abdülmuttalib, bu haberi alınca büyük bir mutluluk duydu. Gülümseyerek oturduğu yerden kalktı ve vakit geçirmeden hemen Amine’nin yanına gitti. Çocuğu gördüğünde daha çok sevindi. Öksüz torununu bağrına bastı ve Amine’ye şöyle seslendi:

-      Ben onun adını Fesem koydum.

Fesem, Abdülmuttalib’in oğlu Ebu Talib’in dokuz yaşında ölen çocuğunun adıydı. Bu ölüme ailece çok üzülmüşlerdi. Abdülmuttalib, bu sebeple Amine’nin oğluna Fesem adını koyup, ölen torununun anısını yaşatmak istiyordu.

Fakat Amine kabul etmedi:

-      Üzgünüm ama bu arzunuzu yerine getiremeyeceğim. Çünkü bana rüyamda O’nun adını Muhammed koymam emredildi.

Abdülmuttalib, bu açıklamadan sonra arzusundan vazgeçti, çocuğu göğsüne bastırarak öptü ve:

-      Bu çocuk büyüdüğünde yüksek bir mevkiye ulaşacak. Bunu çok iyi hissediyorum, dedi.

Bazı Yahudiler, Arabistan’ın Yesrib (Medine) kentinde Araplarla birlikte yaşıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in dünyaya geldiği gün Medine’deki Yahudi bilginler bir Peygamberin ortaya çıkma dönemini yaşadıklarını söylüyorlardı. O gece bir  Yahudi müneccim (gök bilgini) gökyüzünde o geceye kadar görmediği parlaklıkta bir yıldız gördü. Derhal yüksek bir tepeye çıkıp haykırdı:

-      Ey Yahudi halkı! Ey Yahudi halkı!

Bu sesi duyarak toplanan halk, müneccime sormaya başladılar:

-      Ne var, ne oldu? Gecenin bu saatinde bizi neden çağırdın?

-      Büyük bir olay oldu.

-      Ne?

-      Ahmed yıldızı doğdu.

Aynı akşam bir Yahudi, Arap mahalleleri arasında dolaştı ve onlara, ailelerinde o gece bir oğlan çocuğu doğup doğmadığını sordu. Evet, Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gelmesini bekliyorlardı. Fakat, beklenen Peygamber ortaya çıktığında ve onları Müslüman olmaya çağırdığında pek çoğu sırtlarını dönecek, hatta aleyhinde çalışacaklardı.

Abdülmuttalib, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in  doğumunun yedinci gününde birkaç kurban kesilmesini emretti. Kureyş kabilesinin büyüklerini ziyafete çağırdı. Yemekten sonra odaya getirilen bebeği herkes elden ele dolaştırıp sevgiyle bağrına bastı. Çünkü bu bebek yetimdi, babası o daha doğmadan önce ölmüştü.

Birisi sordu:

-      Adını ne koydunuz?

Abdülmuttalib:

-      Muhammed, cevabını verdi.

Kureyş ileri gelenlerinden biri şaşkınlık içinde:

-   Nasıl oldu da Muhammed adını seçtiniz? Atalarınız ve akrabalarınızdan hiç birine bu adın verildiği şimdiye kadar duyulmuş değildir de?

Abdülmuttalib, ona bu ismin konulması için Amine’ye rüyasında emredildiğini söylemek istemiyordu. Çünkü Amine bu sırrını saklamasını ondan rica etmişti.

Bu bakımdan onlara:

-      O’nun adını Muhammed koydum ki, hem Allah hem de halk onu yüceltsin, dedi.

Konuklar evlerine döndü. Hiç biri bu çocuğun onları putlara tapmaktan alıkoyacağını ve her türlü kötülükten kurtarmak için geldiğini bilmiyordu.

 

 

 

 

“Seni bir yetim bulup barındırmadı mı?

Seni dalalette bulup hidayet etmedi mi?

Ve seni yoksul bulup zengin etmedi mi?

Öyle ise yetim geldiğinde onu hor görme.

Dilenciyi de reddetme.

Bununla birlikte Rabbinin nimetini söyle.”

(Kur’an-ı Kerim, Duha Suresi: 6-11)

 

 

 

ÇOCUKLUK DÖNEMİ

 

O dönemlerde Mekke halkının zenginleri, yeni doğan çocuklarını o dönemlerde daha iyi bakılıp beslenmeleri için süt annelere teslim ederlerdi. Şehrin dışında temiz havalı yerlerde oturan çocuk bakıcısı kadınlar, bu amaçla her yıl Mekke’ye gelir ve tanınmış ailelerin çocuklarını alıp götürürlerdi. Bu çocukları köylerinde sağlam gıdalarla besleyip geri getirir ve annelerine teslim ederlerdi. Bu işin karşılığında onlara bir takım hediyeler verilir, para yardımları yapılırdı.

O yıl süt anneler yine Mekke’ye inmiş ve her biri alıp götüreceği bir zengin çocuğu bulmuştu. Dul ve fakir bir kadın olan Amine’nin yetim çocuğu Muhammed’i  hiçbir süt anne alıp götürmek istememişti. O’nu da Beni Sa’d  kabilesinden Haris’in hanımı olan Halime aldı ve istemeyerek götürdü. Fakat Halime ve kocası küçük Muhammed’i götürdüklerine pişman olmadılar. Çünkü O’nun gelmesiyle birlikte o bölgede hayat birdenbire canlandı. Hayvanların sütü çoğaldı, herkesin neşesi yerine geldi. Halime ve kocası, O’nu kendi çocukları kadar çok seviyor ve gereken ilgiyi gösteriyordu. O, süt kardeşi Şeyma ile birlikte sık sık koyunları otlatmaya çıkıyordu.

Havanın çok sıcak olduğu bir gün yine kırlara gittiler. Dönüşlerinde Halime, kızı Şeyma’ya kızdı:

-      Bu kadar sıcak saatlerde O’nu güneşin altına niçin çıkarıyorsun?

Şeyma’nın verdiği cevap Halime’yi şaşırtmıştı:

- Muhammed’le dışarı çıktığımızda güneşin yakıcı sıcaklığını hiç hissetmedik. Nereye gittiysek bir bulut üzerimizde bizimle birlikte geliyordu.

Şeyma’nın yalancı olmadığını bilen Halime, bu olayı kocasına anlattı. Karı-koca, bu çocuğun olağanüstü bir takım özelliklere sahip olduğunu, diğer çocuklara benzemediğini anlamaya başlamışlardı. Sonunda Haris, O’nu götürüp annesine teslim etmenin daha iyi olacağını söyledi. Dört yaşındaki Muhammed’i Mekke’ye götürdü ve annesine teslim etti. Amine uzun zamandır görmediği oğlunu hasretle kucakladı. Yavrusuna kavuştuğu için sevinç gözyaşları döktü.  Artık oğlundan ayrılmamaya, nereye giderse O’nu da beraber götürmeye karar verdi.

Amine, çocuğuyla birlikte Yesrib’e (Medine) gidip kocasının mezarını ziyaret etmek ve oğlunu  Neccaroğullarından olan dayılarıyla tanıştırmak istiyordu. Bu nedenle uzun bir çöl yolculuğuna hazırlanıyordu. Hizmetçisi Ümmü Eymen’e deveyi ve yol azığı hazırlamasını söyledi. Oğlunu güneşten korumak için devenin üzerinde küçük bir taht kurdurttu.  Birlikte gitmek üzere Medine’ye doğru bir kervanın yola çıkmasını bekledi.  Kervan bulununca Amine, Muhammed ve Ümmü Eymen, üçü birlikte kervana katılıp üç gün süren yorucu bir yolculuktan sonra Yesrib’e ulaştılar.

Amine, oğlunu, kendi kabilesi olan Neccaroğullarının yanına götürüp dayılarıyla tanıştırdı.

Muhammed, bir ay süreyle dayılarının yanında kaldı. Orada, yeşillikler içinde, akarsular yanında, güzel bir iklimde yaşamaktan mutluydu. Akarsuların seslerini dinliyor, çiçek ve ağaç dolu bahçeleri dolaşıyordu.  Bunlar kendisi için bir yenilikti.  Çünkü doğduğu şehir olan Mekke’nin iklimi çok sıcaktı ve Yesrib gibi yeşillikler içinde değildi. Yesrib’de yüzmeyi öğrenmiş ve dayılarıyla güzel vakitler geçirmişti.  Sonunda gezi süresi sona erdi ve Mekke’ye dönüş yolculuğuna başladılar.

Yolda fırtına biçiminde esen şiddetli bir rüzgarla karşılaştılar. Amine rahatsızlığı nedeniyle bu zahmetli yolculuğa dayanamadı ve yolda hayatını kaybetti.  Muhammed, annesinin ölümüne çok üzüldü ve gözyaşlarını tutamadı. Ümmü Eymen, Amine’nin cesedini El Ebva köyüne getirip toprağa verdi. Ümmü Eymen ve yetim çocuk büyük bir acı içinde kervana katılıp Mekke’ye döndüler.

Annesini kaybeden Muhammed’i  dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı.  Dedesi O’nu çok seviyor ve O’na çok iyi davranıyordu. Yanında O olmadan yemeğini bile yemez, O’nsuz bir yere gitmezdi.

Bir gün Kâbe’nin yanına büyük bir halı serilmiş, Abdülmuttalib’in torunları onun çevresinde oynuyorlardı. Fakat dedelerinin korkusundan halının üzerinde oynamaya cesaret edemiyorlardı. Fakat küçük Muhammed hiç çekinmeden gelip halının üzerinde oturdu. Bunu gören amcaları öfkelenip onu hemen halının üzerinden uzaklaştırmak istediler.

Abdülmuttalib olayı izliyordu. Onlara kızarak şöyle dedi:

-  Torunumu rahat bırakın. Allah’a yemin ediyorum ki o ilerde yüce bir kişi olacaktır.

Sonra torununu yanına oturtup sevip okşamaya başladı.

Bir gün Abdülmuttalib hastalanıp yatağa düştü. Çocukları onu görmek için yanına gelmişlerdi. Torunu Muhammed, dedesinin yatağı ucunda oturmuş, onun perişan yüzünü seyrediyordu. Üzüntü adeta bütün vücudunu kaplamıştı. Çünkü babasından sonra annesini kaybettiği gibi, şimdi de tek koruyucusu olan dedesini kaybetmekte olduğunu fark ediyordu. Bundan sonra kim bakacaktı ona?

Ağır bir keder ve üzüntü küçücük yüreğinde yuvalanmıştı. Görünüşte hasta dedesine bakıyordu, fakat büyük bir üzüntü içindeydi. Dedesi, hayatının son dakikalarında yaşlı gözleriyle yanında oturmakta olan torunu Muhammed’e baktı.  Elleriyle onu şefkatle okşadı ve oğlu Ebu Talib’e vasiyet ederek, bundan böyle sevgili torununu ona emanet ettiğini söyledi.

Abdülmuttalib o gün gözlerini bu dünyaya kapadı. Torunu hüngür hüngür ağladı. Mekke şehri de tümüyle yas yeri haline geldi. Abdülmuttalib’in ölümü üzerine Mekke çarşılarında dükkânlar sahipleri tarafından kapatıldı.

Bundan böyle evinde yaşayacağı Ebu Talib, Muhammed’in amcalarından biriydi. Ebu Talib de tıpkı Abdülmuttalib gibi O’na çok iyi davrandı, sevgi ve şefkatten mahrum etmedi.

Kureyş kabilesi tüccarları mal götürmek üzere Şam yolculuğuna hazırlanıyordu. Başkanlığını Ebu Talib’in yaptığı kervanla hareket edecek olanlar, yol hazırlıklarını tamamlamış, develerini yüklemişlerdi.  Kervan yola çıkmak üzereydi. Ebu Talib de devesine binmiş gitmek üzere iken, yeğeni Muhammed, devenin yularını tutarak seslendi:

- Amca, beni kime emanet ederek gidiyorsun? Benim annemi de babamı da kaybettiğimi bilmiyor musun?

Bu sözleri duyan Ebu Talib’in yüreği burkulmuştu. Yeğenine şefkatle şu cevabı verdi:

- Hayır yavrum, seni burada bırakmıyor, seni de yanımda götürüyorum, dedi. Sonra  O’nu devesine bindirdi.

 Muhammed artık sevinçliydi. Çünkü Arabistan dışına ilk defa çıkıyordu. Şimdiye kadar görmediği birçok yeri bu gezi sırasında görebilecekti. Kervan günlerce süren uzun bir yolculuktan sonra Ürdün’ün doğusunda bir çarşıya vardı.  Burası birçok Rum’un da mallarını getirip sattıkları bir yerdi.

Çarşının yakınında, içinde Rahip Bahira’nın ibadetle meşgul olduğu bir manastır vardı. Birlikte geldikleri kervan şimdiye kadar birçok defa bu manastırın yanından geçmiş fakat hiçbir defasında Rahip Bahira’nın dikkatini çekmemişti.  Fakat bu kez, başında  Ebu Talib’in bulunduğu ve içinde Muhammed’in yer aldığı kervan, manastırın yanından geçerken Rahip Bahira, kervanın başkanı Ebu Talib’e şu haberi gönderdi:

- Ey Kureyş kabilesi, büyükleriniz ve küçüklerinizle tümünüzü yemeğe davet ediyorum. Buyurunuz, konuğum olunuz.

Kervan kafilesi hayretler içinde bulunduğu yerde durdu.  İçlerinden biri, Rahip Bahira’nın yanına gitti ve ona şöyle dedi:

- Ey Bahira, biz bu yoldan daha önce de birçok kez geçmiştik. Şimdiye kadar bizi davet etmediğin halde şimdi ne değişti de bizi davet ediyorsun? Çok merak ettik, sebebini açıklar mısın?

Bahira güldü:

- Doğru söylüyorsun, fakat şimdi tümünüz benim konuğumsunuz. Size bütün saygımı göstererek yemek ikram etmek, sizi misafir edip ağırlamak istiyorum.

Kervan kafilesinde bulunanlar bu davet üzere Bahira’nın evine gittiler. Ancak, küçük olduğu düşüncesiyle Muhammed’i develer ve eşyaların yanında nöbetçi bıraktılar.

Konuklar gelip, yemek başlayacağı sırada Rahip Bahira onlara sordu.

-      Hepiniz burada mısınız, içinizden gelmeyen var mı?

Biri cevap verdi:

- Evet Bahira, hepimiz davetinizi kabul edip geldik. Sadece aramızda en küçüğümüzü kervanın başında bıraktık, orada dinleniyor.

- O çocuğu da yanınızda getirmeliydiniz. Hepiniz burada iken bir yol arkadaşınızı yalnız bırakmanız ne kötü şey değil mi?

 Bahira’nın sözlerine konuklar da hak verdi. İçlerinden bir kişi şöyle cevap verdi Rahibe:

- Evet, en büyük iki putumuz olan Lat ve Uzza’ya yemin ederim ki bizler burada yemekte iken Muhammed’in dışarıda yalnız kalması çok ayıp oldu.

Bu konuşmalardan sonra gidip O’nu da getirip yanlarına oturttular.

Muhammed geldiğinde, Rahip Bahira  O’na şöyle seslendi:

- Sana bazı şeyler sormak istiyorum. Lat ve Uzza’ya yemin ederek cevap verir misin?

Hz. Muhammed putları sevmiyordu. Lat, Uzza ve diğer putlardan nefret ettiği için şöyle dedi:

- Ben Lat ve Uzza üzerine yemin etmem, Allah’a yemin ederim. Putların hiç birisini sevmem.

Bu sözleri dinleyen Bahira, O’na dikkatle baktı ve bu defa şöyle dedi:

-      O halde Allah’a yemin ederek soracaklarıma cevap verir misin?

Muhammed:

-      Ne istersen sor, dedi.

Rahip Bahira çeşitli sorular sordu. Düşünceleri, uykuları, rüyaları, hayalleri ve O’nun hakkında öğrenmek istediklerinin tümünü kendi ağzından duyduktan sonra, bu kez Ebu Talib’e dönerek sordu:

-      Bu çocukla ne gibi bir akrabalığın var?

Ebu Talib:

-      O benim oğlumdur, dedi.

Muhammed’de Peygamberliğin işaretlerini bulan Bahira, yeni Peygamberin yetim olduğunu bildiği için Ebu Talib’e dönerek:

- Hayır, o senin oğlun değil. Bu çocuğun babasının şu anda hayatta olmadığını sanıyorum, dedi.

Ebu Talib:

-      Evet, O benim kardeşimin oğludur.

Sonra ekledi:

-      Annesi hamile iken babası vefat etmişti.

Bahira:

-      Annesi yaşıyor mu?

Ebu Talib:

-      O da yakınlarda vefat etti.

Rahip Bahira iyi niyetli bir insandı ve öğreneceklerini öğrenmiş, müjdelenen son Peygamberi gördüğünü anlamıştı. O’na bir zarar gelmesini istemiyordu. Bu nedenle ısrarla Ebu Talib’i uyardı:

- Eğer O’na bir kötülük gelmesini istemiyorsan Şam’a götürme. Orada Yahudilerin bu çocuğa bir kötülük yapmasından endişeliyim. Sözlerimi dinleyecek olursan, O’nu Şam’a götürmez, Yahudi bilginlerinden uzak tutarsın. Eğer onlar benim anladığımı anlarlarsa muhakkak onu öldürmek isteyeceklerdir.

Ebu Talib, Rahip Bahira’nın iyi niyetle yaptığı uyarıyı dinleyip Muhammed’i Şam’a götürmedi. Kervanın mallarını da orada satıp Mekke’ye döndü.

Muhammed, Şam yolculuğundan döndükten sonra genellikle ailesinin koyunlarını otlatmaya götürüyor, şehirden uzak, doğanın kucağında tabiatın yaratılışını düşünüyordu.  Geceleri ise dünyanın sırlarını anlamak istercesine uzun uzun yıldızlara bakıyordu. Koyunları otlatırken onlara yumuşak davranıyor, incinmemeleri için elinden geleni yapıyordu. Çünkü gönlü sevgi doluydu.

Böylece O, kendisinden önce gelen Peygamberlerin yapmış olduğu gibi, günlerini bir süre çobanlık yaparak geçirdi. Çobanlık bir tür yöneticilikti. İlerde on binlerce, yüz binlerce kişiyi yönetecekti.

Muhammed, artık büyümüş, gençlik çağına girmişti.  Günlerden bir gün güzel bir olay gerçekleşti. Başka bir kabileye mensup bir kişi, mallarını satmak üzere Mekke’ye gelmişti. Kureyş soylularından biri, o kişiden mal aldığı halde parasını ödemedi. Mağdur durumda kalan satıcı, Kureyş kabilesinin ileri gelenlerinin yanına giderek yardım istediyse de kimse ona ilgi göstermedi. Çaresiz kalınca da Ebu Kubeys dağına çıktı,  durumunu bağıra bağıra anlatarak herkesin ilgisini çekmeyi başardı. Bunun üzerine. Muhammed’in amcalarından Zübeyir ile bazı Kureyş ileri gelenleri bir araya gelerek bu kişiye yardım etmeye, haklarını korumaya and içtiler. Muhammed de bu toplantıya katılmıştı. Çünkü O, zulme ve haksızlığa herkesten daha fazla karşıydı. Sonunda yabancı tüccarın malı kendisine geri verildi.

 

 

 

“(Ey Muhammed), gerçekten sen

  iyi ve yüce bir ahlâka sahipsin.”

 (Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi: 56)

 

 

 

GENÇLİK DÖNEMİ

 

Yirmibeş yaşına ulaştığı günlerde genç Muhammed’in güzel huyu ve iyi davranışları bütün Mekke’de dilere destan olmuştu. O’nun güzel ahlâkı, doğruluğu ve güvenilirliğine hiç bir şüphe duymadan inanan Mekke halkı onu Muhammed-ül Emin (Güvenilir Muhammed) diye adlandırdı.

O dönemde halkın saygı duyduğu ve ticaretle uğraşan bir kadın olan Huveylid kızı Hatice, yeni bir ticaret kervanı düzenleme hazırlığına başlamıştı. Birçok defa kervanlarında görevliler çalıştıran  Hatice, yeni kervanı için de güvenilir bir kişi arıyordu. Bu kişi kervanın başında Şam’a gidecek malları satıp dönecek ve kazançtan belli bir oranda kâr alacaktı.

Bir gün amcası Ebu Talib, Muhammed’e şöyle dedi:

- Gelirim az olduğu için zor günler geçiriyoruz. Akrabalarımızdan Hatice yeni bir kervanın başına sorumlu arıyor. Eğer onun yanına gidip kendini tanıtırsan, başkalarına tercih ederek seni işe alır. O senin güvenirliliğini bilenlerdendir.

Muhammed, bu teklifi uygun görmedi:

-      Kendisi çağırırsa olabilir, dedi.

Amcası:

-      Sen gitmezsen başkasını görevlendireceğinden endişeleniyorum.

Diyerek ısrar ettiyse de o kabul etmedi. Çünkü kendi işi için başkasına ricada bulunmayı sevmiyordu.

Ebu Talib, Hatice’nin yanına gidip sordu:

-      Muhammed’i işe almak istiyor musun?

Hatice:

-      Sen yabancı birisine de kefil olsaydın kabul ederdim. Kaldı ki tavsiye ettiğin kişi herkesçe tanınan, güvenilir ve dürüst bir insandır.

Hatice, odasında yalnız başına oturmuş sokağı seyrediyordu. Gözleri uzaklardan toz toprak içinde gelen bir kervana ilişti. Tüccarların dönüş zamanıydı, kervanın Şam’dan geldiğini anlamıştı.

Gelen kervan Hatice’nindi, Muhammed ve Meysere, kervanın önünde yürüyordu.  Meysere, Muhammed’e dönerek şöyle dedi:

-      En iyisi sen önden giderek, senin hatırın için Allah’ın nasip ettiği bu ticareti ona anlat.

Öğlen zamanıydı. Hatice, sokağı seyretmeye devam ederken, devesiyle gelmekte olan Muhammed’i gördü. Hemen yerinden kalkarak onu karşılamaya hazırlandı.

Muhammed, yolculuğun nasıl geçtiğini ve elde edilen kazancı anlattı. Hatice, O’nun sözlerini dikkatle ve coşkuyla dinlerken, yüreğine büyük bir sevgi yerleşiyordu. Muhammed sözlerini bitirince ona sordu:

-      Meysere nerede?

Muhammed cevap verdi:

-      Eşyaların yanında bekliyor.

Hatice rica etti:

-      O’nu yanıma gönderir misin?

Aslında O, Hatice’ye kervanın sağladığı kâr hakkında yeterli bilgileri vermişti.  Elde edilen kazanç geçen defa giden kervanın kazandırdıklarının iki katı kadardı.  Bu nedenle Meysere’yi çağırtmasının sebebi ticaret konusu değildi. Meysere’den Muhammed’in yolculuk esnasındaki davranışlarını öğrenmek istiyordu.

Hatice 40 yaşındaydı ve halk onu Kureyş kabilesinin adını saygıyla andığı tertemiz bir kadın olarak tanıyordu.  Kureyş’in büyükleri onunla evlenmek için birçok kez aracılar göndermişse de o her defasında bu teklifleri geri çevirmişti. Çünkü o, aradığı vasıflarda bir erkeği, kendini isteyenler arasında bulamamıştı. Fakat, Muhammed’i görür görmez aradığı erkeği bulduğunu anlamıştı. Onunla evlenmeyi düşünüyordu, fakat bu sırrı ona nasıl söyleyebilirdi ki?

Şam yolculuğu sırasında Muhammed ve Meysere arasında dostluk ve samimiyet kurulmuştu. Hatice, bunu düşünerek, Muhammed’in yanına Meysere’yi göndermeyi ve onunla bu meseleyi konuşmasını uygun gördü.

Meysere, Muhammed’in yanına gelerek, evlenmeyi düşünüp düşünmediğini sordu:

- Benim evlenmeye malım ve imkânım yoktur, cevabını aldı.

Meysere:

- Eğer imkân doğarsa ve seni hem güzel hem de şerefli bir kadının kocası olmaya davet ederlerse kabul eder misin?

Muhammed:

-      Kimdir bu? diye sordu.

Meysere cevap verdi:

-      Hatice.

Muhammed sordu:

-      Acaba o benimle evlenmeye hazır mı?

Meysere:

-      Sanıyorum ki, evet.

Nihayet Muhammed ile Hatice evlendiler. Nikah günü Hatice’nin akrabaları, Muhammed, amcalarından Ebu Talib ve Hamza bir araya geldiler. Düğün töreninde iki tarafın aile büyükleri karşılıklı konuşmalar yaptılar, konuşmalarında Muhammed ve Hatice’nin örnek kişiliklerini dile getirdiler ve bu nikahtan duydukları memnunluğu belirttiler.

 

Kureyş kabilesi el ele vererek Kâbe’yi onarmak istiyordu. Onarım için günlerce çalıştılar, sıra Hacerül Esved  (Siyah Taş)’in Kâbe’ye yerleştirilmesine gelince aralarında sert tartışmalar çıktı. Her aile Hacerül Esved’in yerleştirilmesi şerefine kendilerini layık buluyor, diğer ailelerin bu işe karışmasına izin vermek istemiyordu.  Bu anlaşmazlık yavaş ilerledi ve birbirleriyle kavgaya kadar gittiler.

Bu kötü gelişme üzerine Kureyş’in ileri gelenleri toplanarak kavgayı önlemek için kendi aralarında konuşup bir çare aramaya başladılar.

İçlerinden biri şöyle dedi:

-  Ey Kureyşliler, şu andan itibaren Kâbe’nin avlusuna ilk giren hakem olsun. Anlaşmazlığımızı ona söyleyelim, o ne derse kabul edelim.

Öneri kabul edildi ve oturup beklediler.

Mescidül Haram’a ilk giren Muhammed oldu.  Buna sevindiler:

- Bu gelen Muhammed-ül Emin’dir (Güvenilir Muhammed’dir), o haksızlık yapmaz, hangi çözüm yolunu önerirse kabul edeceğiz.

Birlikte Muhammed’in yanına gidip dertlerini anlattılar.

Muhammed onlara:

-      Bir örtü getirin, dedi.

Getirdiler. Hacerül Esved’i örtünün ortasına yerleştirdi ve sonra:

-      Hepiniz örtünün bir ucundan tutarak kaldırınız, dedi.

Böylece sorun çözümlenmiş oldu. Her kabile temsilcisi örtünün bir ucundan  tutarak Hacerül Esved’i hep birlikte konulacağı yere yükseltti. Muhammed de onu kendi eliyle yerine yerleştirdi.

Kureyş’in ileri gelenleri bu işe çok sevindiler. Çünkü O’nun sayesinde bir çatışma çıkmadan Siyah Taş yerine yerleştirilmişti.

 

 

Yaratan Rabbinin adıyla oku.

O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

Oku, senin  Rabbin en büyük kerem sahibidir.

Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.

İnsana bilmediğini öğretti.

Kendini müstağni (mülkünden dolayı hiçbir şeye muhtaç olmayan ve bağımsız)

gördüğünden  şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir.

Engellemekte olanı gördün mü?

Ya o (kul), doğru yol üzerinde ise?

Gördün mü? Ya (bu engellemek isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise?

O, gerçekten Allah’ın görmekte olduğunu bilmiyor mu?

Hayır; eğer o, (bu tutumuna) bir son vermeyecek olursa,

and olsun, onu alnının ortasından tutup sürükleyeceğiz,

o yalancı, günahkâr olan alnından.

O zaman da meclisini (yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın.

Biz de zebanileri çağıracağız.

Hayır; ona boyun eğme.

(Rabbine) secde et ve yaklaş.”

 

(Kur’an-ı Kerim, Alak Suresi)

 

 

VAHYİN BAŞLANGICI

 

Mekke’de her yıl panayırlar düzenlenir ve bu panayırlarda hem birçok malın satışı yapılır hem de şairler en güzel şiirlerini okurlardı. Peygamberimize ilk vahyin gelmesinin yaklaştığı aylarda Ukaz çarşısında yine bir panayır düzenlenmişti.  Bu panayır sırasında ünlü şair Kuss İbni Saide büyük ilgi toplayan bir kaside okudu. Saide'nin kızıl bir deve üzerinde okuduğu bu ünlü kasideyi Mekke’nin ileri gelenleri ve  panayırı izleyen herkes dikkatle dinledi ve takdir etti.  Kuss İbni Saide, son Peygamberin de kendisini dinlediğinden habersiz okuduğu bu ünlü kasidesinde Mekke halkına şöyle sesleniyordu:

 

– Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, ibret alınız.

Yaşayan ölür, ölen gider, olacaklar olur.

Çocuklar doğar, anne ve babalarının yerini tutar.

Sonra hepsi mahvolup gider.

Olayların ardı arkası kesilmez, hepsi birbirini izler.

Kulaklarınızı açın ve dikkat edin.

Gökte haber var, yerde alınacak ibretler var.

Yıldızlar yürür, denizler durur.

Gelenler kalmaz, gidenler gelmez.

 

And içiyorum, Allah’ın bir dini vardır.

Ve bu din şimdiki dininizden daha doğrudur.

Ve Allah’ın gelmek üzere olan bir Peygamberi vardır.

Gelmesi pek yaklaştı, gölgesi başınızın üstündedir.

O’na inanan ve güvenenlere ne mutlu.

O’na karşı çıkacaklara yazıklar olsun.

 

Hani atalarınız, babalarınız?

Hani taştan saraylar yapan Ad ve Semud kavimleri?

Hani ‘Ben sizin tanrınızım diyen Firavun ve Nemrut?’

Onlar sizden daha zengin ve daha kuvvetli değiller miydi?

Bu yer, onları değirmeninde öğüttü, toz edip dağıttı.

Kemikleri bile çürüyüp kayboldu.

Evleri yıkıldı, yurtları ıssız kaldı.

Yerlerini şimdi köpekler şenlendiriyor.

 

Siz de onlar gibi yanılmayın.

Her şey ölümlüdür, bunu bilin.

Ölümsüz olan sadece Allah’tır.

O Bir’dir, ortağı ve benzeri yoktur.

Doğmamış ve doğurmamıştır.

Gelip geçenlerden ibret almak gerekir.

Ölüm ırmağının girilecek yeri çoktur.

Çıkılacak yeri ise yoktur.

Büyük küçük herkes göçüp gidiyor.

Giden geri gelmiyor.

Biliyorum, herkese olan bana da olacak.”

 

Muhammed, Kuss İbni Saide’yi dikkatle dinliyor ve söylediklerine hak veriyordu. Bu şair, yakında bir Peygamberin geleceğini müjdeliyordu. Ama O, kendisine henüz vahiy gelmediği için, bu müjdelenen Peygamberin kendisi olduğunu bilmiyordu.

Hatice ile evlenmiş, mutluluk içinde yaşıyordu. Eşiyle birbirlerini seviyor ve sayıyorlardı.  O, bu dönemde doğa ve yaratılış konularına ilgi gösteriyordu. Bu konularda saatler boyu düşünüyordu.  Hatice ise, düşünürken onu rahatsız etmemeye dikkat ediyordu.  

Az önce Kâbe’den dönmüş, yine düşünüyordu. Halk,  taş ya da topraktan yapılmış 360 puta nasıl oluyor da tapıyordu? Onları kendi elleriyle yapmamışlar mıydı?  O taşlar birer cansız varlıktı, işitmiyor ve görmüyorlardı.  Kendilerine tapanlara herhangi bir yararrı olması mümkün değildi.  Muhammed onlara değil, her şeyi yaratan ve tek olan Allah’a inanıyordu.  O Allah ki, güneşi, ay’ı, gökyüzünü, yeryüzünü, şehirleri, dağları, insanları ve hayvanları yaratmıştı.  Düşünüyor ve inanıyordu ki herkesin tapması gereken bu tek olan Allah’tır. Dua edilmeye, istekte bulunulmaya, ibadet edilmeye layık olan sadece Allah’tır.  Böyle düşünüp inandığı için her ay birkaç defa ve her yıl Ramazan ayının bir günü Hira mağarasına gidiyordu. Orada halkın gürültüsünden uzakta Allah’a ibadet ediyor, aydınlık düşüncelere dalıyordu.

O, sessizliği ve yalnızlığı seviyordu. Çünkü insan, sessizlikte ve yalnızken Allah’a daha yakın olabilirdi.  Böylece yalancı dünyanın yapmacıklarıyla uğraşmaktan bir süre için dahi olsa kurtulmuş oluyordu.  Zihni, maddi kirlilikten temizlenerek kavrayış ışığını almaya hazırlanıyordu.  Muhammed bir ay boyunca bu mağarada ibadet etti. Mağaraya gidiş gelişlerinde gördüğü yoksul insanlara kendi ekmek ve suyundan ikram ediyordu.

Uykudayken güzel ve ilginç rüyalar görüyordu. Uyandığında rüya gerçekleşiyordu. Allah’a çokça ibadet ederek ruhu da temizleniyor ve Allah katında değeri artıyordu.

Kırk yaşına girdiği yıl da sık sık  Hira mağarasına giderek orada gündüzleri oruç tuttu, geceleri ise sürekli ibadetle meşgul oldu.  Yine böyle bir gün güneş batmak üzereyken, ibadetten sonra dinlenmek için biraz uyumak istedi.

Tam o sırada, uyku ile uyanıklık arasında iken isminin çağrıldığını duydu. Adını çağıran ses  ayrıca şöyle diyordu:

-      İkra! (Oku).

Muhammed sordu:

-      Neyi okuyayım?

Sanki bir kuvvetin yüreğine basıp sıktığını hissediyordu. Nefes nefese kalıyor, sonra biraz rahatlıyordu.

Ses tekrarlanıyordu:

-      Oku!

-      Ben okuma bilmem ki?

Melek, artık Peygamberlik derecesine yükselen Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Allah’ın ilk ayetlerini bildirdi:

 

Yaratan Rabbinin adıyla oku.

O, insanı bir kan pıhtısından yarattı.

Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir.

Ki, O, kalemle yazmayı öğretendir.

İnsana bilmediğini öğretti.”

 

Hz. Muhammed (s.a.v.) yerinden kalkıp mağaradan dışarı çıktı.

Birden gökyüzünden gelen aynı sesi duydu:

-      Ey Muhammed, sen Allah’ın Peygamberisin ve ben Cebrail’im.

Hz. Muhammed, başını kaldırıp gökyüzüne baktı ve gökyüzünün ufkunda Cebrail’i gördü. O bir melekti.

Cebrail tekrarladı:

-      Ey Muhammed, sen Allah’ın elçisisin ve ben Cebrail’im.

Hz. Muhammed ufku seyretmeye başladı, sonra bakışlarını gökyüzünde dolaştırıp duyduğu sesin sahibini görmek istedi. Bir anda gökyüzünün her köşesinde yine Cebrail’i görmeye başladı.

Gökyüzüne bakıp Cebrail’i seyrederken, eşi Hz. Hatice’nin gönderdiği bir kişi yanına gelince evine döndü.

Eve geldiği zaman, Hz. Hatice O’na şöyle dedi:

-      Ey Kasım’ın babası, neredeydin?.[1]  Kaç kişiyi seni bulsunlar diye ardından gönderdim.

Allah’ın elçisi, Cebrail’le görüşmesinin etkisindeydi, mübarek vücudunu titreme almıştı. Eşine seslenerek:

-      Benim üzerimi ört, benim üzerimi ört, dedi.

Hz. Hatice, bir örtü getirerek Hz. Muhammed’in üzerini örttü. O, biraz sakinleşince, bugün gördüklerini Hz. Hatice’ye anlattı.

Hz. Muhammed (s.a.v.) örtüsüne bürünmüş dinlenirken, yanına gelen Cebrail, Allah’ın yeni ayetlerini getirdi. Yüce Allah şöyle buyuruyordu:

 

“ – Ey (örtüsüne) bürünen Peygamber!

Kalk da (Kavmini Allah’ın azabı ile) korkut;

(iman etmezlerse başlarına gelecek kötü sonuçları kendilerine haber ver.)

Rabbini yücelt.

Elbiseni de (daima) temiz tut.

Pislikten kaçınıp uzaklaş.

Daha çok istekte bulunmak için iyilik yapma.

Rabbin için sabret

Çünkü o boruya (Sur’a) üfürüldüğü zaman,

İşte o gün oldukça zorlu bir gündür. Kâfirlere hiç kolay değildir.”

Kur’an-ı Kerim, Müdessir Suresi :  1 – 9)

               

Bu ayetler kendisine ulaşınca, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ruhu vahiy ışığı ile aydınlandı. Fakat, aynı zamanda Allah’ın kendisine yüklediği ağır ve yüce sorumluluklarını düşünmeye başlamıştı.

Cebrail artık Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanına sürekli olarak geliyor ve O’na Allah’ın emirlerini ulaştırıyordu.  Fakat bir süre sonra çok beklemesine rağmen Cebrail gelmemeye başladı. Çünkü Allah’ın mesajlarını her alışında  yüreği daha ferahladığı için vahyin sık sık gelmesini arzuluyordu.  Fakat günler ve aylar geçtiği halde uzun zaman  Cebrail gelmedi.

Vahyin gecikmesinin önemli bir nedeni vardı. Yüce Allah, vahiy göndermeyi geciktirerek, bu sözleri Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendisinin söylemediğini herkesin anlamasını istiyordu.

Bir gün yine Hira dağına giderek orada Cebrail’in gelmesini bekledi. Bir süre bekledikten sonra duymayı arzu ettiği sesi yeniden duydu. Cebrail O’na şöyle sesleniyordu:

-      Ey Muhammed, hiç şüphe etme, sen Allah’ın Peygamberisin.

Hz. Muhammed (s.a.v.) gözlerini gökyüzüne kaldırdığında Cebrail’i gördü ve sevindi. Cebrail, Allah’ın elçisine Kur’an’ın şu ayetlerini öğretmeye başladı:

 

– Bismillahirrahmanirrahim.

(Esirgeyen ve bağışlayan Allah’ın adıyla.)

Kuşluk vaktine and olsun.

‘Karanlığı iyice çöktüğü zaman’ geceye.

Rabbin seni terk etmedi ve darılmadı da,

Şüphesiz senin için son olan, ilk olandan daha iyidir.

Elbette Rabbin sana verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.

Sen bir yetim iken, seni bulup barındırmadı mı?

Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip iletmedi mi?

Bir yoksul iken seni bulup da zengin etmedi mi?

Öyleyse, sakın yetimleri üzüp-kahretme,

İsteyip-dilenene de azarlayıp-çıkışma,

Rabbinin nimetini ise, durmaksızın anlat.”

(Kur’an-ı Kerim, Duha Suresi : 1 – 11)

    

“Yarışı öne geçenler de

 öne geçmiş öncülerdir.

 İşte onlar,

Yakınlaştırılmış olanlardır.”

Kur’an-ı Kerim, Vakıa Suresi: 10 – 11)

 

 

İLK MÜSLÜMANLAR

 

Kureyş kabilesi büyük bir kıtlığa uğramıştı. Bu nedenle Ebu Talib, kalabalık olan ailesinin geçimini sağlamakta güçlük çekiyordu. Hz. Muhammed, Ebu Talib’in geçmişte kendisine yaptığı yardımları unutmadığı için öbür amcası Abbas’ın yanına gidip ona bir teklifte bulundu:

- Biliyorsun, kardeşin Ebu Talib zorluk içinde. Ona yardım edip yükünü azaltabilsek ne iyi olurdu? Her birimiz, onun çocuklarından birisini himayemiz altına alalım.

Abbas da bu düşünceyi beğendi, birlikte Ebu Talib’in yanına giderek düşüncelerini ona açtılar:

- Biz senin omuzlarındaki yükü azaltmak için çocuklarının sorumluluğunu üstlenmek istiyoruz. Teklifimizi kabul etmeni arzu ediyoruz.

Ebu Talib, bu teklife karşılık:

-      Çocuklarımdan Akil’i bana bırakın, diğerlerini alabilirsiniz.

Hz. Muhammed, amcası Ebu Talib’in oğullarından Ali’nin, Abbas ise Cafer’in bakımını üstlendiler.

Hz. Ali böylece küçük yaştan itibaren Hz. Peygamberin yanında onun terbiyesinde büyüdü.

Kadınlardan Müslümanlığı ilk kabul eden Hz. Hatice’ydi. Hz. Muhammed (s.a.v.) ne zaman namaza kalksa Hatice de onunla birlikte kalkıyordu. Bir süre yalnızca ikisi, kimseye görünmeden namaz kılıyorlardı.

Bir gün yine ikisi namaz kılarken Ali kapıdan içeri girdi ve namaz kıldıklarını gördü. Ali namaz bitene kadar bekledi. Onları seyrederken öylesine dalmıştı ki, Hz. Peygamber’in kendisine şöyle seslendiğini işiterek dalgınlığından kurtuldu:

-      Ey Ali, biz Allah’ın huzurunda namaz kılıyorduk. Sen de bizimle birlikte namaz kılacak mısın?

Ali:

-İsterim.

Ali, amcası oğlunun İslam’a davetini düşünerek danışmak için hemen babasının yanına gitti. Babasının evinde o gece sabaha kadar uyumadı, hep Hz. Muhammed (s.a.v.)’in namaz kılarken ve namazdan sonra okuduğu duaları ve namaz kılışını düşündü. Sonra Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ne kadar güvenilir bir insan olduğunu, şimdiye kadar hiç yalan söylememesiyle tanındığını düşündü. İşte o güvenilir insan  namaz kılıp, onu Allah’a ibadet etmeye çağırıyordu.

Sabahleyin daha gün doğmadan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanına gidip İslam’ı kabul ettiğini bildirdi. Allah’ın elçisi ona şöyle dedi:

- Bu din, Allah’ın dini, meleklerin dini, Allah’ın elçileri ve atam İbrahim’in dinidir. Allah beni halka bu dinle gönderdi.

Ali Müslüman olduktan sonra kararını babasına açıkladı. Babası da uygun gördü ve ona:

-      Muhammed seni hayırlı bir işten başkasına çağırmaz, dedi.

İlk Müslümanlardan biri de Ebu Zer’di.  Ebu Zer’in, Hz. Hatice, Zeyd, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’den sonra beşinci sırada olduğu bildirilmiştir. Ebu Zer’in kabilesi olan Gifarlılar eşkıyalıkla geçinen yağmacı bir topluluktu. Kâbe’deki  putları ziyarete gelenlerin bile yollarını keser, üstlerinde ne varsa kapıp kaçarlardı. Ebu Zer de aynı işle meşguldü.  Aslında o, duygulu bir insandı, kabilesinin yaptığı bu işlerden hoşlanmıyor, hatta nefret ediyordu.  Sonunda dayanamadı, yaşlı annesi ve bir kardeşiyle birlikte kabilesini terk ederek bir akrabasına sığındı.  Geldiği yer, Mekke’ye yakın bir köydü. Bir yolcudan, Mekke’de bir kişinin putperestliğe karşı çıkan bir din getirdiğini öğrendi.  Ebu Zer daha fazla bilgi toplaması için kardeşini  Mekke’ye gönderdi.

Kardeşi eve döndüğünde şöyle dedi:

- O tıpkı senin gibi, tek olan Allah’a inanıyor, iyilik yapılmasını emrediyor ve ayrıca Allah’ın Peygamberi olduğunu iddia ediyor. Mekkeliler O’nun  şair ve kâhin olduğunu söylüyorlar. Ben de bir şairim, kesinlikle diyebilirim ki, o şair değildir.  O, hep doğru sözler söylediği için, yalancılıkları ile tanınmış kâhinlere de benzemiyor.

Ebu Zer, Peygamber hakkında duyduğu bu sözlere çok memnun oldu. Aradığını bulmuştu. Hemen hazırlanıp yola çıktı.  Mekke’ye geldi ve Peygamberi arayıp onunla konuşmak istedi. Müslüman zannettiği birisinden Peygamberimizin adresini sordu. Bu soruyu sorar sormaz adam bağırdı:

-      Ey Kureyşliler, işte bir Müslüman!

Oraya toplananlar Ebu Zer’i fena şekilde dövdüler. Çünkü o günlerde hangi Müslüman’a rastlasalar dövüp hakaret ediyorlardı. Fakat yediği dayak Ebu Zer’i yıldırmadı, başaldığı yolu sonuna kadar sürdürecekti.

Aynı günlerde, iki kadının Kâbe’deki iki puta dua ettiğini gördü ve onlarla alay ederek “Bari onlarla evlenin” dedi. Kadınlar, Ebu Zer’in sözlerine çok kızdılar ama, karşılarındaki erkek olduğu için seslerini çıkaramayıp söylene söylene evlerine dönmek için yola koyuldular. Yolda onlara Peygamberimiz rastladı. Başlarından geçen hadiseyi sordu. İki kadın, onu tanımadıkları için olayı anlattılar. Hz. Muhammed (s.a.v.), yanında Hz. Ebubekir olduğu halde Kâbe’nin avlusuna geldi.  Ebu Zer, Peygamberimizi görür görmez tanıdı. O’nun Gifarlı olduğunu öğrendikten sonra ne yiyip ne içtiğini sordu.

-Sudan başka hiçbir şey... Gece gündüz zemzem suyu içiyorum. Şişmanladım bile dedi, Ebu Zer. Onu önce Ebubekir evinde misafir etti. Ertesi gün Hz. Ali, Peygamberimizin evine götürdü. Peygamberin evinde Müslümanlığı kabul etti.  Birkaç gün İslamî bilgiler öğrendikten sonra kabilesine döndü. Kısa bir süre sonra Gifar kabilesi tamamen Müslüman oldu ve Hz. Muhammed’in yolunda büyük hizmetler gördü.

Kureyş’in müşrikleri bir araya toplanarak İslam’ın yayılışından duydukları üzüntüyü ve eğlenceli lüks yaşantılarının sona ermesini konuşuyorlardı.

Ebu Süfyan, Ebu Cehil’e şöyle dedi:

- Öğrendiğime göre, senin kölenin kocası Ammar Bin Yasir, Muhammed’in sözlerinin etkisinde kalıp kendisini efendilerinin seviyesinde görmeye başlamış ve evini mescid haline getirmiş, bu adam şimdi Müslüman olmuş, Muhammed’in yolunda gidiyor. Efendisini hesaba katmıyor mu?

-  Çok kötü, çok kötü şeyler oluyor ya Ebu Süfyan, dedi Ebu Cehil ve sözlerine şöyle devam etti:

- Maalesef kölemiz Ammar gizlice Müslümanlığı kabul edip evini mescid yapmış ve bundan daha beteri, amcamın oğlu Erkam da Safa mahallesindeki evini Müslümanların gizli buluşma evi haline getirmiş. Muhammed, İslamî faaliyetlerle günden güne Müslümanlığı herkese yayıyor, bilmiyorum ona nasıl engel olabiliriz?...

 

Amine’nin amcası Sad, bir gece kendisini çok etkileyen bir rüya gördü. Gökyüzünde birden bire beliren Ay, karanlığı dağıtmıştı. Ay ışığının her tarafı gündüz gibi aydınlattığı sokakta Ali ve Zeyd İbni Haris’in gökyüzünde ay’ın çevresinde dolaştıklarını görünce, onlara seslendi:

-      Siz oraya ne zaman ulaştınız?

Ali ve Zeyd birlikte cevap verdiler:

-      Şimdi ulaştık ey Sad, sen de yanımıza gelsene?

Sad, ertesi sabah hemen geceleyin gördüğü rüyayı tabir ettirdi. Rüyayı şöyle yorumladılar:

-   Gökyüzünde karanlıkları yok eden ay ışığı, Muhammed’in haber verip öğrettiği Müslümanlık olabilir.

Sad, arkadaşına sordu:

-      Evet ama, Muhammed putlarımızı Lat ve Uzza’yı hiçe sayıyor.

Rüyayı yorumlayan arkadaşı, Sad’a şu cevabı verdi:

- O, halkı putlara kulluktan kurtarıp özgürlüğe kavuşturuyor. Muhammed insanlara İslam’ı müjdelerken kimseden bir çıkar beklemiyor, maddi bir şey istemiyor. Hem, Hatice ile evlendikten sonra onun mala mülke ihtiyacı kalmamıştır ve mevki bakımından  da Kureyş arasında çok saygın bir kişidir.  Hz. Muhammed’in İslam’a çağrısı, insanları, yeryüzünü, gökyüzünü, çölleri, havayı, suyu ve her şeyi yaratan Allah’a kul olmaya davettir.

Arkadaşının bu kısa yorumunu dinleyen Sad’ın yüreği ferahlamış, içi açılmıştı. Sevinç içinde sordu:

-      Şimdiye kadar kimler O’nun dinine girdiler?

Arkadaşı:

-      Ben, Ali, Ebubekir, Zeyd İbni Haris ve daha birkaç kişi.

-      Çabuk söyle, Muhammed’i nerede bulabilirim, evini tarif edebilir misin?

Sad, adresi alır almaz Allah’ın elçisini ziyarete gitti ve şahadet getirerek Müslümanların arasına katıldı.

 

Bilal’in yeni Müslüman olan arkadaşlarından biri, bir gece Bilal’in evi önüne gelip onu dışardan çağırdı:

-      Bilal! Bilal!

Siyahi bir köle olan Bilal sordu:

-      Kim o? Bu gece yarısı beni aramanızın herhalde önemli bir sebebi olmalı?

-      Elbette önemli bir haber getirdim, hiç öyle olmasa bu vakit gelir miydim?

Bilal merak içinde sordu:

-      Nedir bu önemli haber?

Arkadaşı:

-      Yaşadığımız şehirde yaşayan tanıdığımız bir insanı Allah Peygamber olarak görevlendirdi.

-      Görevlendirilen kişi kimdir?

-      Abdullah’ın oğlu Muhammed.

Daha sonra, Bilal arkadaşına sorduğu sorularla İslamiyet hakkında bilgiler edindi. Müslümanlık hakkında öğrendiği ilk bilgiler bile onda Allah’a ve İslam’a büyük bir sevgi uyandırdı. Hemen o gece şahadet getirip Müslüman oldu.

Müslümanların henüz sayısı azdı ve bu yeni dine girdikleri için onlara öfkelenen müşriklerin sayısı ise çoktu. Bu nedenle Müslümanlar Mekke’nin dışına çıkarak, Hz. Muhammed’in çevresinde toplanıp Müslümanlık hakkında bilgilerini geliştiriyor ve İslam’a göre ibadet etmeyi öğreniyorlardı. Müslümanların gizli toplantı ve ibadetleri, Allah'ın elçisinin emriyle İslam'a çağrıyı açıktan yapmayı emredene kadar gizlilik içinde sürdü.

İslam’a davetin ilk yıllarında İslam’a girenlerin bazılarının adları şunlardır:

Hatice, Ali, Zeyd, Ebubekir, Sad, Cafer, Ebu Zer, Halid İbni Said, Osman, Talha, Abdurrahman bin Avf, Ammar bin Yasir, Sümeyye, Erkam, Ömer, Hübab, Hamza.

İlk üç yılda Müslümanların sayısı yirmiye ulaştı.

 

 

 

“Önce en yakın akrabanı korkut.

Sana tabi olan müminlere kanadını indir.

Eğer sana isyan ederlerse

“Ben sizin yaptıklarınızdan uzağım” de.

Kadir, Galip ev kullarına karşı  çok merhametli olan

Allah’a tevekkül et.

O Allah, namaza kalktığın zaman seni görür.

Ve secde edenlerin içinde dolaşmanı da görür.

Çünkü O, her şeyi hakkıyla işitip bilendir.”

(Kur’an-ı Kerim, Şuara Suresi: 215 – 220)

 

 

 

İŞKENCE VE ZORLUK DÖNEMİ

 

 

Kureyş halkı, aralarında sık sık Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiği ve ona gökten vahiy geldiği haberini konuşup tartışıyordu. Allah’ın elçisi, halkını Allah’a inanmaya çağırıyor ve onların tanrılarına – yani putlarına – karşı çıkıyordu. O’nun çağrısına olumlu cevap verip Müslüman olanların sayısı  gittikçe çoğalmaya başlamıştı.  Bu nedenle müşrikler, Peygamber ve dostlarını gözetim altında tutmaya ve sayılarının artmasını önlemek için çareler aramaya başladılar.  

Yeni Müslüman olanlardan  Sad, diğer Müslümanların toplandığı eve gidip onlarla birlikte namaz kılmak için bir gün yine gizlice yola çıkmıştı.  Müşriklerden biri, Sad’ın haberi olmadan onu takip etti.  Kureyş casusu, Sad’ı izleyerek Hz. Muhammed ve arkadaşlarının toplandığı yeri öğrendi ve Müslümanların gizlice bir araya geldikleri bu evi hemen müşriklerin ileri gelenlerine bildirdi.

Sad’ın da gelmiş olduğu evde Hz. Muhammed (s.a.v.), namaz kılmak için yanındaki diğer Müslümanlarla birlikte ayağa kalktı. Bu sırada başta Ebu Cehil olmak üzere zorba müşriklerden bir grup, saklandıkları yerden namaz kılanları gözetlemeye başlamıştı.

Ebu Cehil, namazdan sonra evine dönmekte olan Sad’ın yolunu kesti ve hışımla sordu:

-      Orada ne yapıyordun?

Sad cevap vermedi.  Ebu Cehil, yanındakilere güvenerek Müslümanların namazıyla alay ettti. O alay ve hakaret ettikçe arkadaşları kahkahalarla gülüyorlardı.

Sad, inancına yapılan hakarete dayanamamış öfkeyle dişlerini sıkmıştı. Onu inancından döndüremeyeceğini anlayan müşrikler, hep birlikte saldırıp onu sokağın ortasında dövüp yaraladılar. Sad her ne kadar karşı koymaya çalışmış fakat, tek başına haklarından gelmeye gücü yetmemişti.

O gün Sad, Peygamber ve dostlarının yanına yaralı yüzüyle ve acılar içinde döndü. Hz. Muhammed (s.a.v.) Sad’ın kanlı yüzünü silerek onu teselli etti, sabırlı olması gerektiğini belirterek şöyle buyurdu:

-  Ne mutlu sana, kanı Allah yolunda dökülenlerden oldun.

O günlerde Cebrail, Hz. Muhammed’in yanına gelerek halkı açıkça İslam’a çağıran ilahi emirleri bildirdi. Cebrail’in getirdiği yeni ayetlerde yüce Allah şöyle buyuruyordu:

 

(Önce) akrabalarını (bulundukları yolun eğri olduğu hakkında) uyar.

Müminlerden sana uyanlara (hoşgörü, iyilik ve şefkat) kanadını indir.

Bununla birlikte (akrabalarından) sana karşı gelip baş kaldıranlara de ki: “ Ben sizin ( azgınlık ve sapıklıklarınız) dan uzağım.

O, güçlü, üstün ve merhametli olan (Allah)’a güvenip dayan. Allah seni ayakta durduğun halde de, secde edenler arasında dolaşırken de görüyor.

Çünkü O, her şeyi hakkıyla işiten ve bilendir.”

 

Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın emirleri kendisine ulaşınca, bu emirleri halka duyurmak için Safa dağının tepesine çıktı ve Kureyş halkını bu dağın eteklerinde toplanmaya çağırdı.

Allah’ın elçisi kendisini merakla dinleyen halka sordu:

- Şimdi ben size, bu dağın arkasına saklanıp bekleyen düşmanlar var, desem bana inanır mısınız, inanmaz mısınız?

Kureyşliler cevap verdi:

-      Evet inanırız, çünkü şimdiye kadar senin bir defa olsun yalan söylediğini işitmiş değiliz.

Hz. Muhammed (s.a.v.), sözlerine şöyle devam etti:

- İşte ben, size şimdi Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiğimi haber veriyorum; size Allah’ın emirlerini ulaştırıp, yapmakta olduklarınızın kötü sonuçlarından dolayı sizi uyarıyorum.

Allah’ın elçisi, seslenişini sürdürdü:

“-   Ey Abdülmenaf oğulları!

      Ey Zuhre oğulları!

      Ey Tim oğulları!

      Ey Makzum oğulları!

      Ey Esed oğulları!

Ben sizden herhangi bir maddi istekte bulunmuyorum. Allah bana yakınlarımı uyarmamı emretti. Sizden yalnız şu sözü söylemenizi bekliyorum: La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur.) deyin ki hidayete ulaşasınız.”

Birden Ebu Leheb, topluluğun arasından fırlayıp bağırdı:

-      Lanet olsun sana, bizi bunun için mi buraya topladın?

Allah’ın elçisi daha söyleyeceklerini tamamlamadan Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil gitmiş, diğer dinleyenler de dağılmıştı.  Hz. Muhammed (s.a.v.) Safa dağının tepesinde yapayalnız kalmıştı.

Ebu Leheb’in  Allah’ın elçisine bu tür çirkin müdahaleleri sebebiyle Allah şu ayetleri indirdi:

 

Ebu Leheb’in elleri kırılsın, kendisi de mahvolsun.

Malı ve kazancı onu azaptan kurtaramaz.

O, alevli bir cehenneme girecek.

Odun hamalı karısı da cehenneme girecek.

Boynunda hurma lifinden ip olduğu halde.”

 

Hz. Muhammed (s.a.v.) halkın kendisinden yüz çevirmesine üzüldü, ama umutsuzluğa kapılmadı; aksine Hz. Ali’ye, bir yemek daveti hazırlamasını ve Kureyş büyüklerini çağırmasını buyurdu. Hz. Ali söylenileni yaptı. Davete Ebu Talib, Hamza, Abbas, Ebu Leheb ile diğer Kureyş ileri gelenlerin birçoğu katıldılar. Yemek faslı bittikten sonra Hz. Muhammed (s.a.v.) misafirlerine şöyle seslendi:

- “Ben sizi dünya ve ahiret iyiliklerine davet ediyorum. Allah, bana, sizi kendisine ibadete çağırmamı emretti.”

Akrabaları , Peygamberin sözlerinden hiç hoşlanmadılar ve hemen evden ayrılıp gittiler.

Hz. Muhammed (s.a.v.) ve arkadaşları artık günlerce gizli olarak Safa dağı yakınındaki Erkam’ın evinde Allah’a ibadet ediyorlardı. Bir gün Ebu Cehil, yolda Hz. Muhammed (s.a.v.) ile karşılaştı ve onu tehdit ederek İslamiyete hakaret etmeye başladı. Allah’ın elçisi onu sessizlik içinde dinledi ve hiçbir cevap vermedi. Bu olaya tanık olan bir kişi Hz. Muhammed’in gösterdiği sabra hayret etti ve hemen gördüklerini o sırada avdan dönmekte olan Hamza’ya anlattı. Hamza, Abdülmuttalib’in oğullarından, yani Hz. Muhammed’in amcalarından biriydi, Hz. Muhammed’i çok severdi ve ona en küçük bir kötülüğün bile gelmesini istemezdi.

Olayın tanığı, Hamza’ya şöyle dedi:

-      Acaba, Ebu Cehil’in, kardeşin oğluna neler söylediğini, ona  ne kadar hakaret ettiğini biliyor musun?

Olayı öğrenen Hamza öfkelenerek hemen Kâbe’ye gitti. Ebu Cehil’i bir kalabalığın arasında otururken gördü. Görür görmez elindeki yayı karşısındakinin kafasına indirdi. Ebu Cehil’in yarılan kaşından kanlar sızmaya başladı. Arkadaşları Ebu Cehil’i savunmak için ayağa kalkarak Hamza’ya şöyle dediler:

-      Sen de yeğeninin dinine geçip Müslüman mı oldun?

Hamza onlara şu cevabı verdi:

- Ne kötülüğü var ki söylediklerinin? O Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiğini bildiriyor. O daima doğruyu söyler. Allah’a yemin ediyorum ki,  onun dinini bırakmayacağım. Eğer gücünüz yetiyorsa gelin de beni vazgeçirin!

Hamza böylece neler düşündüğünü düşmanlarının gözünün içine baka baka söyledi. O hem güçlü, hem de cesur bir kişiydi.

Hamza, müşriklerin yanından ayrılıp Hz. Peygamber’in yanına, Müslümanlığı kabul ettiğini bildirmeye ve Peygambere sadakatle bağlılığını haber vermeye gitti.

Hz. Muhammed’in bulunduğu yere ulaşınca, Hamza şöyle dedi:

-      Senin doğruyu söylediğine inanıyorum. Ey yeğenim, bana dinini açıkla, Müslümanlığı öğret. Çünkü ben artık bir bakar kör olarak eski yanlış dinime dönmek istemiyorum.

Hz. Peygamber (s.a.v.), Hamza’nın Müslümanların arasına katılmasından çok mutlu oldu.  Çünkü Allah, Peygamberin amcası ve Kureyşlilerin ileri gelenlerinden biri olan Hamza’yı Müslümanlara katmakla, yeni Müslümanların moral ve güç kazanmasını sağlamıştı.

Hz. Muhammed (s.a.v.), putlara tapmanın yanlış olduğunu anlatıyor, bu nedenle de Müşriklerin O’na duyduğu öfke artıyordu. Fakat Kureyşliler, Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talib’in ona iyi davrandığını, onu koruduğunu biliyorlardı. Bu durumu göz önüne alarak, Ebu Talib’in yanına gidip onunla görüşmeyi kararlaştırdılar.

Kureyş soylularından Utbe bin Rabia, Şeybe bin Rabia, Ebu Cehil, As ibni El Vail ve birkaç kişi daha Ebu Talib’in yanına giderek şöyle dediler:

- Sen büyüğümüz ve güvendiğimiz bir kimsesin. Bizimle, yeni bir din getirdiğini iddia edip putlarımızı hiçe sayan yeğenin Muhammed arasında hakemlik et ve O’nu putlarımıza karşı gelmekten vazgeçirt.

Bu istek üzerine Ebu Talib, bir haberci göndererek Hz. Muhammed’i görüşmeye çağırdı. Hz. Muhammed gelince, Ebu Talib O’na şöyle dedi:

- Ey yeğenim, bunlar senin kabilenin büyükleri sayılırlar. Senden, tanrılarına kötü söz söylemekten ve iddialarından vazgeçmeni istiyorlar.

Hz. Muhammed, amcasını dinledikten sonra şu cevabı verdi:

-      Amca, onları niçin kendi faydalarına olan bir şeye davet etmiyeyim?

Ebu Talib sordu:

-      Onları neye davet ediyorsun?

Hz. Peygamber:

-      Ben onları, anlamı çok iyi ve güzel olan bir kelimeyi kabul edip ona inanmaya çağırıyorum.

Ebu Cehil:

-      Nedir bu kelime? Bizden ne istiyorsan söyle, verelim.

-      Hz. Peygamber buyurdu:

-      La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) deyin.

Müşrikler, öfkeyle birbirlerinin yüzüne baktılar, sonra Hz. Muhammed’e dönerek şöyle dediler:

-      Bizden başka bir şey iste.

Hz. Muhammed cevap vermeyince, Ebu Talib’e şöyle dediler:

- Eğer  yeğenin mal ve para istiyorsa, kendisine hiç de az olmayacak kadar toplayıp verelim, kadın istiyorsa, ona Mekke’nin en güzel kızlarından beğendiklerini nikahlayalım. Şöhret istiyorsa, ona en önemli yöneticilik görevlerinden birini verelim.

Hz. Peygamber’in, bu sözlere daha fazla canı sıkıldı ve amcasına dönerek son sözünü söyledi:

- Ey amca, Allah’a yemin ederim ki, bunlar sağ elime Güneş’i sol elime de Ay’ı verseler ben yine bu davadan vazgeçmem, insanları İslam’a çağırmaktan geri durmam.

Müşrikler, toplantıdan ayrılıp gidince, Ebu Talib, Hz. Muhammed’e dostluğunu şöyle dile getirdi:

- Ey yeğenim, git ve anlatmak istediklerini anlat, Allah’a yemin ediyorum ki, seni hiçbir zaman onlara karşı yalnız bırakmayacağım.

Hz. Muhammed (s.a.v.) insanları Allah’a iman edip Müslüman olmaya çağırıyor, fakat müşrikler inkârcılıkta inat edip çeşitli bahaneler öne sürüyorlardı. Bazı müşrikler, “Eğer gerçekten Peygamber isen bize mucize göster” diyorlardı.  Yine bir gün Peygamberimizle tartışan müşriklerden biri gökyüzündeki Ay’ı işaret edip bağırdı:

-      Eğer sözlerine inanmamızı istiyorsan, gökteki Ay’ı ikiye böl de görelim!

Allah’ın elçisi Muhammed (s.a.v.), o esnada mübarek şahadet parmağını Ay’a doğru kaldırdı ve herkesin gözü önünde Ay ayrılıp ikiye bölündü. Bir süre iki parça halinde kalıp yeniden bütünleşti.

Bu mucizeyi seyreden bütün müşriklerin ağızları hayretten açık kaldı. Artık ne diyeceklerini şaşırmışlardı. Muhammed (s.a.v.) mucize göstererek Peygamber olduğunu ispat etmişti. İçlerinden bazıları hemen şahadet getirip Müslüman oldular. Bazıları ise son derece inatçıydı. Mucizeyi gördükleri halde Müslüman olmadılar. Başka bahane bulamayınca, “Muhammed bize sihir yaptı, biz de Ay’ın yarıldığını zannettik” dediler.

Halbuki bu olay gerçekten meydana gelmişti. Her şeyi yapabilmeye gücü yeten yüce Allah, Peygamberimize yardım etmek için, O’nun işaret etmesiyle Ay’ı bir süre için ikiye ayırmıştı. Nitekim uzaklardan gelip Mekke’ye bir gün sonra ulaşan kervanlar, yolda iken Ay’ı ikiye bölünmüş gördüklerini anlattılar. Peygamberimizin bu mucizesine İslam tarihinde “Şakkul Kamer mucizesi” adı verilmiştir.

Kureyş ileri gelenleri yeni dinin yayıldığını görerek, bu özgürlükçü dinin kendi bölgelerindeki insanları ve özellikle kölelerini etkilemesinden endişeleniyorlardı. Artık zorbalığa başvurmayı, Müslümanlığı kabul edenlere işkence yapmayı kararlaştırdılar.

Müşriklerin en zalimlerinden biri olan Umeyye bin Halef, yeni Müslüman olmuş zenci kölesi Bilal’i çöle götürüp kızgın kumların ortasına çıplak olarak yatırdı, üzerine ateş gibi sıcak büyük bir taş koyup seslendi:

-      Bu kızgın taşı Müslümanlıktan vazgeçip tekrar Lat ve Uzza adlı putlarımıza tapmayı kabul edinceye kadar göğsünün üzerinden kaldırmayacağım. Söyle bakalım, teklifimi kabul ettin mi?

Alevler saçan güneşin altında ateş parçası kesilmiş kumlar ve kaya parçası Bilal’in vücudunu yakıyor, ona dayanılmaz acılar veriyordu. Ümeyye, zenci kölesi Bilal’in bu işkenceye dayanamayacağından emindi. Bilal’in başı ucunda küstahça dikilip sordu yeniden:

- Muhammed’in bildirdiği Allah’a inanmaktan vazgeçip, yeniden putlarımıza inandığını söyle. Teklifimi kabul ediyor musun?

Bilal acılar içinde kıvranıyordu. Susuzluktan çatlamış dudakları güçlükle kımıldadı. Ümeyye, Bilal’in ne söylediğini duydu:

-      O birdir, Allah birdir. O’ndan başka ilah yoktur...

Ümeyye öfkeden köpürmüştü, aklından Bilal’e daha başka işkenceler yapmayı, ya da onu orada öldürmeyi geçiriyordu. Tam o sırada olayı Hz. Ebubekir gördü, birkaç dakika sonra Ümeyye’ye haber gönderip istediği kadar para vererek köle Bilal’i satın alıp özgürlüğüne kavuşturdu. Bu Bilal, İslam’ın ilk müezzini olacak Bilal’dir.

Müslümanlara zulüm ve işkence Mekke’nin her tarafında devam ediyordu.  Henüz sayıları çok az olduğu için Müslümanlar, kardeşlerine yapılan kötülüklerin hepsine engel olamıyorlardı. Müşrikler ise insanlık dışı baskı ve işkenceleriyle Müslümanları yıldırmak, böylece onları Allah’ın yolundan döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapıyordu. Mesela, Habeşli Bilal’in işkenceden kurtarılıp özgürlüğüne kavuşturulduğu günlerde, Beni Makzum oğulları kabilesinden Ammar bin Yasir’in yaşlı annesi ve babası, Müslüman oldular diye müşriklerin sürekli işkencelerine uğruyordu. Fakat bu yaşlı Müslümanlar bile müşriklerin zulmüne  pes etmediler.  Sonunda onlara işkence etmekten bıkan gaddar Ebu Cehil, Ammar bin Yasir’in yaşlı annesi ve babasını öldürdü.

Müşrikler, Müslümanlara zorluk ve güçlük çıkararak onları bunaltmak için hemen hemen bütün yolları denediler. Müslümanların su ve yiyecek edinmelerine, evlenmelerine, çalışmalarına varıncaya kadar her konuda engeller çıkarıp yasaklar koydular. Müslümanlara karşı hakaretler, saldırılar, işkenceler, hatta öldürme olayları artıyordu.  Fakat Müslümanlar bütün bu zorluklara, Allah’a dayanarak inançla ve sabırla direndiler; İslam’ın aydınlığından, inkârcılık ve bilgisizlik karanlığına bir daha geri dönmediler.

 

 

Kitap’ta Meryem’i an. Hani o, ailesinden ayrılıp

doğu tarafındaki bir yere çekilmişti.

Ona Cebrail’i gönderdik de kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü.

Meryem, Ona : “ Eğer Allah’tan korkanlardan isen, senden Allah’a sığınırım” dedi.

Melek : ‘Sana temiz bir erkek çocuk vermek için

Rabbinin gönderdiği bir elçiyim’ dedi.

Meryem : ‘Nasıl olur da benim oğlum olur?

Bana bir beşer eli dokunmamıştır.

Ve ben iffetsiz de değilim’ dedi.

Melek : “ Söylediğin gibisin, fakat Rabbin: ‘Bu bana göre kolaydır. Zira onu tarafımızdan bir ayet ve rahmet kılacağız. Bu hükmolunmuş bir emirdir’ buyuruyor dedi.”         

Kur’an-ı Kerim, Meryem Suresi: 16 – 21)

 

 

 

HABEŞİSTAN’A HİCRET

 

Velid ibni Muğire ile Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi, Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında bir karar vermek için bir araya geldiler.  Yakında Hac için,  çeşitli şehirlerden Mekke’ye gelecek insanlara Hz. Muhammed’in yeni dini anlatmasından duydukları endişeyi dile getirdiler.

Velid şöyle dedi:

-  Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden çok sayıda Arap yakında buraya gelecek. Sanıyorum ki, Muhammed hakkında bir şeyler duymuşlardır. Gelin, onlara Muhammed hakkında söyleyeceklerimizde görüş birliğine varalım. Böylece konuşmalarımızdan yalanlarımız ortaya çıkmasın.

Kendisini dinleyenler:

-      Evet öyle, peki söyle bakalım, ne yapalım?

Velid:

-      Hayır, siz bir yol gösterin, ben size uyayım.

Müşrikler:

-      Söyleyelim ki, Muhammed kâhindir (Falcıdır).

Velid:

-      O mecnundur (delidir) diyelim.

-      Hayır, o mecnun değil, delileri görüp tanıyoruz. Böyle bir şey söylersek bize kimse inanmaz.

-      Şair olduğunu söylesek nasıl olur?

-      Onun söyledikleri şiir değil ki, bu söz de inandırıcı değil.

-      Büyücüdür, diyelim.

-  Onun büyücü olduğuna halkı nasıl inandırabiliriz. Herkes büyücülerin nasıl insanlar olduğunu çok iyi biliyor.

-      Peki o zaman ne diyelim Velid? Bari sen bir fikir söyle.

Velid, sıkıntı içinde uzun uzun düşündü ve şöyle dedi:

- Putlarımıza yemin ederim ki, buraya gelecek insanlardan kim,  Muhammed’in söylediklerini duyarsa bizim şimdiye kadar inandıklarımızdan vazgeçecektir.

Velid ve diğer müşrikler bu konuda bir karara ve görüş birliğine varamadan umutsuzluk içinde dağıldılar.

Kureyş kabilesi Müslümanlara eziyet etmeye devam ediyordu. İşkencelerin artması ve baskıların çoğalması üzerine, aralarında Ebu Talib’in oğlu Cafer olmak üzere birçok Müslüman, başka bir ülkeye göç etme düşüncelerini Hz. Peygamber’e (s.a.v.) açtılar. Göç etmek isteyenler arasında Hz. Osman, Peygamberimizin kızı Rukiye ve Zübeyir ibni Avvam da bulunuyordu.

Göç etmek isteyenlere Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

- Eğer istiyorsanız, adil bir hükümdarın yönettiği Habeşistan’a hicret edebilirsiniz. Orası emin bir ülkedir. Allah hepinizin yardımcısı olsun.

Peygamberden izin alınınca, muhacirler gecenin karanlığı ve sessizliğinden yararlanarak, müşriklerin haberi olmadan Mekke’yi terk edip Kızıldeniz kıyılarına vardılar. Oradan bir gemi ile Afrika kıyılarına varıp Habeşistan'a geçtiler.

Kureyşliler, Müslümanların hicretinden korkup, onların ardından adamlarını gönderdiyseler de yetişemediler. Artık muhacirler güvenlik içinde  olabilecekleri bir ülkeye ulaşmıştılar.

Kureyşliler bir süre sonra Müslüman muhacirlerin Habeşistan’a ulaşıp, Habeş hükümdarı Necaşi’nin ülkesinde güvenlik ve huzur içinde yaşamaya başladıklarını öğrenince çılgına döndüler. Onları geri getirmenin yollarını düşündüler ve Necaşi’ye bir takım armağanlar götürüp onu aldatmayı, kendi isteklerine uygun hareket etmesini sağlamayı planladılar. Pahalı hediyeler hazırlayarak, Amr ibnül As ve Abdullah ibni Rebia’yı, Necaşi’nin ülkesine gönderdiler.

Amr ve Abdullah, Necaşi’nin huzuruna gelince şerefsizce yerlere kapaklanıp hediyelerini sundular. Necaşi, getirilen hediyeleri alıp, isteklerini öğrenmek için yanına oturmalarını söyledi.

Amr, şöyle dedi Necaşi’ye:

-      Dinimizden çıkan bazı kötü kişiler, ülkemizden kaçarak şimdi sizin ülkenizde yaşıyorlar.

Necaşi:

-      Peki onlardan ne istiyorsunuz?

Amr:

-      Onları bize geri vermeni istiyoruz. Bize geri ver ki işledikleri suçun cezasını verelim.

Necaşi:

- Hayır, dedi. Sizin iddialarınıza karşılık onların söyleyeceklerini dinlemeden size geri veremem.  Böyle diyen hükümdar, görüşlerini almak üzere huzuruna Müslümanları çağırttı. Necaşi, Müslümanlara müşriklerin iddialarını anlatıp, cevap olarak ne söyleyeceklerini sordu.

Müslümanlar şu cevabı verdi:

- Bunlar putperest halkın zalim temsilcileridir. Allah bize doğru yolu gösteren bir Peygamber gönderdi, biz de ona iman ettik. Bu müşrikler bu yüzden bize öfkelenip zulmetmek istiyorlar.

Necaşi,  Amr’a sordu:

-      Acaba bunlar sizin köleniz mi?

Amr:

-      Hayır.

Necaşi:

-      Peki bunlardan alacaklarınız mı var?

Amr:

-      Hayır.

Her iki tarafı dinleyen adaletli hükümdar Necaşi, verilen cevapları dinledikten sonra Müslümanların işleri başlarına dönmelerini emretti. Amr ile Abdullah ise, Necaşi’nin huzurundan umutsuz olarak ayrılıp dışarı çıktılar ve Müslümanları geri götürmenin bir başka formülünü düşünmeye başladılar.

Müslümanların Mekke’ye dönüşünü sağlayamayan Amr, düşüne düşüne yeni bir karara vardı, hemen dönüp Necaşi’nin huzuruna çıktı ve onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Necaşi, Amr’ın kendisine söylediklerini dinleyince kızgınlıkla Müslümanları yeniden huzuruna çağırttı. Necaşi’nin yanına gelenlerden Hz. Cafer, Müslümanların sözcülüğünü üstlenmişti.

Kral koltuğuna oturmuş olan Necaşi’nin bir yanında Amr ve Abdullah, diğer yanında keşişler duruyordu.

Necaşi’nin huzuruna gelirken Müslümanlar selam verdiler, fakat onun önünde secdeye kapanmadılar. Bu durumu fırsat bilen Amr, hemen atılarak Necaşi’ye şöyle dedi:

-      Gördün mü, bak senin huzurunda saygısızlık gösterip secde etmediler.

Amr’ın bu hatırlatması üzerine, muhafızlar ve keşişler de Müslümanlara:

-      Secde edin haydi, diye bağırdılar.

Müslümanlar yine secde etmedi. Hz. Cafer, Necaşi’ye durumu açıkladı:

-      Biz Müslümanlar, Allah’tan başkasının önünde eğilmeyiz.

Necaşi hayretler içinde sordu:

-      Sizi benim huzurumda secde etmekten alıkoyan nedir?

-  Bizim secde edeceğimiz varlık sadece Allah’tır. Bu nedenle Allah’tan başkasının huzurunda secde etmez, eğilmeyiz. Çünkü Allah birdir.

-      Sizin inandığınız nasıl bir dindir?

Cafer:

- Allah, bize aramızdan birini Peygamber olarak gönderdi ve Allah’ın elçisi bize, Allah’tan başka kimseye tapmamayı ve Allah’a ortak tanımamayı emretti. Dinimize göre, namaz kılmalı, zekât vermeliyiz. Allah bize iyilikleri emretmiş, kötülükleri yasaklamıştır.

Hz. Cafer, Müslümanlığın nasıl bir din olduğunu Necaşi’ye anlatırken, Amr hemen araya girdi:

- Yüce hükümdar, bu adamlar sizin İsa’ya da karşıdırlar. Necaşi, sakin bir biçimde Müslümanlara döndü:

-      Sizin dininiz, Meryem oğlu İsa hakkında ne diyor?

Cafer:

- Allah’ın Resulü Muhammed (s.a.v.), İsa (a.s) hakkında Allah’ın ayetlerini söylüyor.  Bizim dinimize göre Hz. Meryem, temiz ve bakire kadındır; hiçbir insan, çocuk doğurması için ona yaklaşmamıştır. Hz. İsa, Allah’ın sonsuz kudretinin bir işareti olarak bakire Meryem’den doğmuştur.

Cafer’in söylediklerini dinleyen Necaşi, elindeki asa ile önünde kısa bir çizgi çizdi ve rahiplerine şöyle dedi:

- Ey rahipler, bunların Meryem oğlu hakkında söyledikleri ile bizim söylediklerimiz arasında bu kısa çizgiden fazla bir fark yoktur.

Necaşi bu defa Müslümanlara dönerek şöyle dedi:

- Ne mutlu size ki, o değerli Peygamberin yanından gelmişsiniz. Acaba onun getirdiği mesajdan yanınızda bulunan bir bölümü var mı?

Necaşi’nin bu isteği üzerine Hz. Cafer:

-      Bismillahirrahmanirrahim (Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla) diye başlayarak, şu ayetli okudu:

“Kitap’ta Meryem’i an. Hani o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti.

Sonra onların önüne bir perde çekmişti. Ona Cebrail’i gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü.

Meryem, ona : ‘ Eğer Allah’tan korkanlardan isen, senden Allah’a sığınırım’ dedi.

Melek : ‘Sana temiz bir erkek çocuk vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim’ dedi.

Meryem : ‘ Nasıl olur da benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır ve ben iffetsiz de değilim’ dedi.

Melek : ‘Söylediğin gibisin, fakat Rabbin: ‘Bu bana göre kolaydır. Zira onu tarafımızdan bir ayet ve rahmet kılacağız. Bu verilmiş bir emirdir buyuruyor’ dedi.”

(Kur’an-ı Kerim, Meryem Suresi, Ayet:  16 – 21)

 

Necaşi bu ayetleri dinleyince, Müslümanlara şöyle dedi:

-      Gerçekten bu sözler, İsa’ya gelenlerin kaynağındadır. Artık benim ülkemde bütünüyle özgürsünüz.           

Müslümanlar sevinç içinde dışarı çıktılar. Amr ve Abdullah ise, başarısızlığa uğrayıp, verdikleri hediyelerin kendilerine iadesiyle yenilmiş olarak, üzüntüyle Mekke’nin yolunu tuttular.

 

 

“Tâ, Hâ.

Sana, Kur’an-ı zahmet çekesin diye indirmedik.

Allah’tan korkan kimseye öğüt için,

yeri ve yüksek gökleri yaratan tarafından

aralıklı olarak indirdik.

O Rahman, Arş’ı istila etti.

Göklerde, yerde, bu ikisinin arasında

ve toprağın altında olan bütün şeyler O’nundur.”

(Kur’an-ı Kerim, Tâhâ Suresi:  1- 6)

 

 

 

EKONOMİK BOYKOT

 

Havanın serin olduğu, ay ışığının her tarafı aydınlattığı bir gece, Yasir’in oğlu Ammar, evde namaz kılarken birden kapısı çalındı. Ammar’ın annesi kapıyı açtığında karşısında Peygamberin evlatlığı Zeyd’i gördü. Onu güler bir yüzle karşılayıp, oğlunun namaz kıldığıı odaya götürdü. Ammar, namazını bitirince Müslüman kardeşi Zeyd’i sevgiyle kucakladı.

Kucaklaşma bittikten sonra Zeyd:

-      Sana bir müjdem var, dedi.

Ammar:

-      Acaba yeni Müslüman olan mı var, diye sordu.

Zeyd, Ammar’ı daha fazla merakta bırakmadı:

- Bize ulaşan habere göre Hamza, Ebu Cehil’i müthiş bir biçimde döverek onu yerlere sermiş. Dövdükten sonra ona uyarıda bulunarak, eğer Peygambere bir daha çirkin bir davranışta bulunursa, onu yine döveceğini söylemiş ve artık Müslüman olduğunu bütün Kureyşlilere ilan etmiş.

Ammar, aldığı bu habere çok sevinerek:

- Allah’u Ekber! Diye haykırdı.

Zeyd, sözlerine devam etti:

-      Fakat, dedi, Mekke’de iktidar, şimdilik bu zorbaların elindedir.

Ammar:

- Hamza’nın Müslüman olması ve Ebu Cehil’e bir uyarı dayağı atmasından sonra durumumuz eskisi kadar kötü olamaz.

Ammar’ın isteği üzerine, Hamza’nın Müslüman oluşu öyküsünü ayrıntılarıyla anlatan Zeyd, sözlerini şöyle tamamladı:

- Hamza’nın savaş ilan etmesiyle elbette Müslümanların durumu değişir ve güçlenir. Müşrikler bu olay karşısında paniğe kapılmışlardır diyebilirim. Şimdi bunun halk arasındaki etkisini görmenin tam sırasıdır. Müslümanlar bu olayı İslam için büyük bir zafer olarak değerlendirecektir. Ayrıca bu olay müşriklerle Müslümanlar arasında yeni ve daha şiddetli bir mücadelenin başlangıcıdır.

Hattab’ın oğlu Ömer, Mekke’de cesareti ve yiğitliğiyle tanınmış güçlü ve korkusuz bir müşrikti. Kimsenin cesaret edemediklerini o korkmadan yapardı. Hemen herkes ondan korkar, bir toplulukta adı geçince ürperirlerdi.

Müşrikler, o günlerde İslamın yayılışını önlemek için yine bir toplantı düzenleyip bu defa Peygamberi öldürme kararı aldılar. Fakat bu önemli görevi kim yerine getirecekti? Kimse “Ben öldürürüm” deme yürekliliğini gösteremiyordu. Sonunda Ömer, ileri çıkarak: “Muhammedi ben öldüreceğim” dedi ve silahlarını kuşanıp yola çıktı. Atalarının dinini ve putları kötüleyen, halkı Müslüman olmaya çağıran Muhammed’i öldürmeye kararlıydı.

Yolda kızgın adımlarla yürürken, Nuaym isimli bir Müslümana rastladı. Ömer’i çok öfkeli gören Nuaym merak edip sordu:

-      Ya Ömer, böyle hiddetli hiddetli nereye gidiyorsun?

Ömer hiç çekinmeden cevap verdi:

-      Muhammed’i öldürmeye.

Nuaym üzüntü ve endişeyle:

-      Onu öldürmeye gücün yetmez ya Ömer, vazgeç bu istekten.

Ömer öfkelenerek bu Müslümanın yakasını tuttu:

-      Yoksa sende mi Müslüman oldun? Söyle, sende mi atalarımızın dinini bıraktın?

Yakasını güçlükle kurtaran Nuaym:

- Sen, dedi; beni bırak, kız kardeşin Fatma’ya sor bunu. Onun da Müslüman olduğunu bilmiyor musun?

Ömer bu haberi duyar duymaz yolunu değiştirip hızlı adımlarla kız kardeşinin evine gitti.

O sırada kız kardeşi Fatma, kocası ile birlikte Kur’an-ı Kerim’in yeni indirilmiş “Tâ, Hâ. Suresi”nin ayetlerini öğreniyordu. Pencereden, ne kadar gaddar olduğunu bildiği kardeşi Ömer’in geldiğini görünce korku içinde, eşini ve Kur’an hocasını gizleyip, Kur’an ayetlerini sakladı.

     Ömer içeri girer girmez sordu:

-      Söyle, Müslüman olmuşsun, öyle mi?

Kız kardeşi korkusundan önce inkâr etmek istediyse de, Ömer’in vurduğu şiddetli tokattan sonra, gözyaşları içinde haykırdı:

- Bana bak Ömer! Evet, Allah’a hamd olsun ki ben de artık Müslüman oldum! Beni öldürsen de Allah’a ve elçisine inanmaktan vazgeçmeyeceğim!

Ömer, suratı kan içerisinde kalmış kız kardeşinin bu inançlı karşı koyuşundan çok etkilenmişti. İşte karşısındaki kadın, kız kardeşi, Allah’a iman ettikten sonra, İslam yolunda ölmekten bile korkmuyordu. Kız kardeşinin etkileyici yürekli davranışıyla düşüncelere dalan Ömer, kız kardeşinden, demin okudukları Kur’an ayetlerini getirmesini ısrarla istedi.

Ömer, Kur’an ayetlerini okuyunca bütün varlığı ürpertilerle dolmuş, o katı kalpli Ömer yumuşamış ve Allah’ın ayetlerinin söyleniş güzelliği ve anlam derinliğine hayran olmuştu. Hayır, bunlar insan sözü olamazdı. Bu olağanüstü sözlerin bir benzerine hayatı boyunca tanık olmamıştı. Ayetleri bitirince okuduklarının Allah kelamı olduğundan şüphesi kalmamıştı.  Artık o, bir dönüm noktasındaydı.  Adeta yeniden doğmuş, eski Ömer uzaklara gitmiş ve şimdi kız kardeşinin yanında – elinde Kur’an ayetleri yazılı sayfalar- titreyen kişi yeni bir Ömer’di.

Kız kardeşinin evinden doğruca Peygamberin evine gitti. Azılı bir İslam düşmanı olarak tanıdıkları Ömer’i kapı önünde gören Müslümanlar onu içeri almakta önce tereddüt ettiler. Fakat Hz. Ali ve Hz. Hamza’nın;

- “Ömer eğer iyi niyetle geliyorsa başka, fakat kötülüğe yeltenirse, o daha kılıcına uzanmadan kellesini uçururuz, endişe edecek bir şey yok.” dediğini duyunca tereddütleri yok oldu.

Ömer, avluya girdiğinde üzerinde hala silahları vardı. Onu silahlı olarak Peygamberin huzuruna götürmek  sakıncalı olabilirdi. Bunu düşünen bazı Müslümanlar silahlarını almak istediler. Fakat Allah’ın Resulü, “Bırakın gelsin” diye haber gönderdi.

Ömer, Peygamberin huzuruna girince yere diz çöktü ve Müslüman olmak istediğini söyleyip şahadet getirerek Müslüman oldu. Ömer’in Müslüman oluşuyla Müslümanların sayısı 40 kişiye yükseldi ve o gün Hz. Ömer’in teklifiyle Müslümanlar, o güne kadar gizlice yaydıkları İslamiyet’i açıktan açığa haykırmaya karar verdiler. Kâbe’nin avlusunda tekbirler getirerek topluca namaz kıldılar. Müslümanların bu ilk büyük gösterisi müşrikleri daha da azdırdı. O günden sonra Müslümanlarla müşriklerin mücadelesi iyice şiddetlendi.

Hamza’dan sonra  Ömer’in Müslüman olarak Müslümanların gücüne güç katması, müşriklerin Müslümanlara karşı tutumlarını daha da sertleştirdi. Aldıkları yeni ve önemli bir kararla Müslümanlara ekonomik ambargo uygulamaya başladılar. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilişkisi bulunan herkesle ilişkiyi kesmeyi, onlarla alış veriş yapmamayı, evlenmemeyi, onları susuz ve yiyeceksiz bırakmayı bir antlaşma olarak yazıp onayladılar. Bu antlaşmayı Kâbe duvarına astıkları ilanla bütün Mekke’ye duyurdular.

Ekonomik ambargo üç yıl boyunca devam etti. Bu üç yıl içinde Müslümanlar tanımlanması çok zor acılar çektiler. Yokluk, açlık, susuzluk, hastalıklarla katlanılması güç, acılı bir dönem yaşadılar. Fakat her şeye rağmen sabrederek bu dönemin sona ereceğinden umut kesmediler. Ekonomik ambargonun sonuç vermediğini, Müslümanların moralini bozamadığını ve başkalarının da İslam’a girmesini önleyemediğini gören müşrikler çaresiz kalarak bu uygulamaya son verdiler. Bu hüzünlü yıllarda Hz. Hatice hastalıktan kurtulamayarak ruhunu Allah’a teslim etti.  O’nun vefatı Allah’ın elçisini çok üzdü.

Aynı yıl içinde Peygamberin amcası Ebu Talib de rahatsızlandı. Ebu Talib’in hastalanması müşriklere bir ümit verdi. Aralarında birkaç kişiyi görevlendirip ona gönderdiler. Ebu Talib’in yanına gelen müşrikler şöyle dediler:

- Muhammed’i yanına çağır, onunla aramızda bir anlaşmaya varalım, birbirimizin aleyhinde olmamaya söz verelim.

Ebu Talib’in daveti üzerine Hz. Muhammed (s.a.v.) onun yanına geldiyse de, Peygamberin kararlı tutumunu gören müşrikler, planları bozulmuş olarak çekip gitmek zorunda kaldılar.

Bu görüşmeden birkaç gün sonra Ebu Talib öldü. Peygamberin bundan duyduğu üzüntü, Hz. Hatice’nin vefatıyla duyduğu üzüntüye eklendi. Ayrıca Ebu Talib’in ölümüyle kendisini yıllarca korumuş bir insanı kaybetmiş oluyordu. Ekonomik ambargo ve iki önemli vefat nedeniyle bu yıl İslam tarihinde “Hüzün Yılı” olarak adlandırılmıştır.

Ebu Talib’in ölümünden sonra müşriklerin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) eziyetleri daha da şiddetlendi. Baskılar dayanılmaz bir hal alınca Allah’ın elçisi bir süre için Taif’e hicret etmeyi düşündü. Taif, Mekke’nin 74 mil doğusunda bir küçük şehirdi. Taif’e gittiğinde orada yaşayan kabilenin büyüklerinden sayılan üç  kardeşle karşılaştı. Onlarla görüşen Hz. Muhammed (s.a.v.) onları İslam’a davet etti, fakat alaylarıyla karşılaştı. Onlardan ayrılıp yoluna devam etti. Fakat  o kişiler kabilelerini Hz. Muhammed’e (s.a.v.) eziyet etmeye teşvik ettiğinden, geçtiği yollarda sürekli küfürle, taşlı kovalamalarla karşılaştı. Ancak O, bu şiddetli saldırıların hepsine sabretti.  Bölgeden iyice uzaklaşmıştı ki bir hurma ağacı görünce gölgesinde biraz  dinlenmek istedi. Ağaca yaslanarak her şeye gücü yeten yüce Allah’a uzun uzun dua etti, duasında halkın yanlış yollardan kurtulup hidayete kavuşması dileğinde bulundu.

O’nu uzaktan gören iki kişi, Edas isimli bir Hıristiyan köleyle birkaç salkım üzüm gönderdiler. Allah’ın elçisi, üzümü yemeye başlamadan “Bismillahirrahmanirrahim” deyince köle şaşırdı:

-      Bu sözü buranın halkı kullanmıyor,  dedi.

Hz. Peygamber, ona sordu:

-      Nerelisin, dinin nedir?

Edas cevap verdi:

-      Ben Hıristiyanım, Ninova halkındanım.

Peygamber buyurdu:

-      Salih kişi Yunus Peygamber’in ülkesinden misin?

Edas şaşkınlıkla sordu:

-      Sen onu nereden tanıyorsun?

-      O benim kardeşimdir, o Peygamberdi, ben de Peygamberim.

Edas, Resulullah’ın bu sözlerini duyunca hemen ona büyük bir hürmetle yaklaştı ve iki mübarek elini öptü.

Resulullah (s.a.v.), Taif’ten üzüntü içinde döndü. Mekke’de devam eden işkence ve eziyetlere sabırla tahammül ediyordu.  Zira her sıkıntıdan sonra bir ferahlık ve her zorluktan sonra bir kolaylık olduğunu biliyordu.

 

 

 

Eğer O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz,  (biliniz ki)

Allah ona yardım etmiştir.

Hani kâfirler, iki kişiden biri olarak

O’nu Mekke’den çıkarmışlardı,

İkisi mağarada iken arkadaşına:

Üzülme, Allah bizimle beraberdir” demişti.

Allah da O’nun üzerine

sükûn, huzur, gönül ferahlığı vermiş

Ve O’nu görmediğiniz askerlerle desteklemişti;

Aynı zamanda

Kâfirlerin sözünü alçalttıkça alçaltmıştı.

Allah’ın sözü en yücedir.

Allah biricik üstün

Ve (sonsuz) hikmet sahibidir.”

(Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi: 40)

 

 

 

 

     MEDİNE’YE HİCRET

 

     Yesrib (bugünkü Medine) kentinin Arap halkı, Evs ve Hazreç adıyla anılan iki kabileden oluşuyordu. Bunların yanında az sayıda Yahudi de bu şehirde yaşıyordu. Gerek Araplar ve gerekse Yahudiler olsun, çevrelerinde yaşayan bilge kişilerden yakında bir Peygamberin ortaya çıkacağını duymuşlardı. Hz. Muhammed (s.a.v) Mekke’de halkı İslam’a davet etmeye ve Allah’ın emirlerini onlara bildirmeye başlayınca, yayılmaya başlayan bu dini Medine halkı da duymuş ve İslam’ın  nasıl bir din olduğunu merak etmeye başlamışlardı.

     Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v), her Hac mevsiminde Mekke’ye gelen diğer Arapları İslam’a davet etmek için sık sık şehir dışına çıkıyordu. Peygamberliğinin on birinci yılında da yine Hac mevsiminde Mekke’nin dışına çıkıp bekledi. Akabe denilen yerde Mekke’ye gelmekte olan bir topluluğa rastladı.

     Resulullah (s.a.v), onlara sordu:

-      Kimlerdensiniz, nereden geliyorsunuz?

-      Hazreç kabilesindeniz, Medine’den geldik, dediler.

Peygamberimizin açıklamalarını dinleyen Ukbe bin Haris ve arkadaşları bu daveti severek kabul ettiler ve Müslüman oldular. Gelecek yıl aynı yerde buluşmak için sözleştiler. Bu önemli görüşmeye İslam tarihinde “Birinci Akabe Biatı” denilmiştir.

Hazreçli erkekler, Peygamberle görüştükten sonra Medine’ye döndüler ve ailelerini bu dine davet ettiler.

Onların daveti ve bilgi vermesi sonucu kısa zamanda Müslüman olan Medinelilerin sayısı çoğaldı. Artık Medine’de her sokak ve evde insanlar bu yeni dinden ve bu din ile bildirilen yararlı ve güzel ilkelerden söz ediyorlardı. Hz. Muhammed’in adı ve daveti dilden dile dolaşıyordu.

Bir yıl sonra yine Akabe mevkiinde Medine Müslümanlarından on iki kişi Resulullah’la görüştüler. Hepsi birlikte, Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zinadan vazgeçeceklerine, çocuklarını öldürmeyeceklerine söz verip Peygambere Biat ettiler; yani onun buyruklarıyla hareket edeceklerine and içtiler.

Resulullah (s.a.v), İslam’ı öğretmesi için Musab bin Umeyr’i on iki yeni Müslümanla birlikte Medine’ye gönderdi.

Peygamberliğinin on ikinci yılında çok önemli ve çok güzel bir olay oldu. Ünlü Miraç mucizesi gerçekleşti. Bir gece, Allah’ın vahiy meleği Cebrail (a.s) Peygamberimizi Mekke’deki evinden alıp Kudüs şehrindeki Mescid-i Aksa’ya getirdi ve oradan gökyüzüne çıkarttı. Allah’ın elçisinin gökyüzünde gördükleri dünyada gördüklerine benzemiyordu. Bilinmeyen bir yerde yüce Allah’la bizzat konuştu. O gece Allah, Peygamberimize, namazın bütün Müslümanlara farz kıldığını bildirdi. Peygamberimiz o gece evine döndüğünde yatağı henüz soğumamıştı. Miraç mucizesi çok kısa bir süre içinde meydana gelmişti. 

Peygamberimiz, ertesi gün miraç mucizesini bütün Müslümanlara duyurdu. Dinleyenler hayret içinde kaldı, herkes yüce Allah’ın ne kadar kudretli olduğunu daha iyi anladı.  Resulullah’ın miraçla ilgili olarak anlattığı her şeye Hz. Ebubekir başta olmak üzere bütün Müslümanlar hiçbir şüphe duymadan inandı ve kabul etti. Münafıklar ve kâfirler ise miraç mucizesine inanmadılar. Müşrikler, O’nu yalancı çıkarmak için Mescid-i Aksa hakkında birçok sorular sordu. Allah’ın Resulü (s.a.v), onlara Mescid-i Aksa hakkında en ince detaylara varıncaya kadar bilgiler verdi.

Ama inatçı kötü niyetli olan kâfirler yine inanmadılar. Onlar inanmadı ama İslamiyet Mekke dışına taşarak hızla yayılmaya devam etti.

Öbür yıl Medine Müslümanları yine Hac münasebetiyle  Mekke’ye gelerek Resulullah’la bir kez daha görüştüler. Bu defa sayıları yetmiş kişiye ulaşmıştı. Bu görüşmede Medine Müslümanları Hz. Muhammed (s.a.v)’i Medine’ye hicret etmeye davet etti, Resulullah’da kabul etti. Medine Müslümanları O’nu koruyup bütün güçleriyle İslam’ın yayılmasına yardımcı olacaklarına söz verdiler.

Medine’de İslam hızla yayılmaktayken, Mekke’de Müslümanlara baskı ve işkenceler tüm şiddetiyle devam ediyordu. Bu nedenle Resulullah (s.a.v.) Mekke’deki Müslümanlara:

- “Allah sizlere kardeşler kazandırmıştır. Sizlerin güvenlik içinde yaşayacağınız evler sağlanmıştır” dedi ve dostlarına Medine’ye hicret etmelerini emretti. Böylece Müslümanlar, yaşadıkları kenti, mallarını, mülklerini, akrabalarını, Allah yolunda terk edip geride bırakarak Medine’ye göç ettiler. Bir süre sonra Mekke’de Müslümanlardan Hz. Peygamber (s.a.v) ve yakın dostları Ali, Ebubekir ile birlikte birkaç ihtiyar, hasta, sahiplerinin Mekke’den ayrılmalarına izin vermediği köleler kalmıştı.

Mekkeli müşrikler, Müslümanların ard arda Medine’ye hicretinden de memnun olmadılar, hatta öfkelenip paniğe kapıldılar. Hz. Muhammed’in de bir süre sonra Medine’ye göç edip orada güçlenerek kendileriyle savaşmasından, Müslümanlara yaptıkları kötülüklerin hesabını sormasından endişe etmeye başlamışlardı.

Bu konuda bir çözüm yolu bulmak için düzenledikleri toplantıda çare olarak O’nu ani bir baskınla öldürmeyi kararlaştırdılar. Her kabileden bir genç seçilecek ve seçilenler kendilerine verilen görevi yerine getirecekti. Sorumluluğu bütün kabilelere ait olacağı için, onu öldürdükten sonra Peygamberin akrabalarının kimseyi sorumlu tutamamasını hesaplamışlardı.

Fakat Allah’ın hesabı elbette müşriklerin hesabından üstündü. Resulullah, bu komployu sezdiği için o gece Hz. Ali’in kendi yatağında yatmasına izin vererek, Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etmeye karar verdi. Hz.Ali ile anlaşıp, yol arkadaşıyla birlikte Mekke’den ayrıldı.

O gece, daha önce kararlaştırıldığı gibi, müşrik katiller Resulullah’ın evine kılıçlarını çekerek gizlice girdiler ve Peygamberin yatağına yaklaşıp onu hep birlikte öldürmeye hazırlandılar. Hz.Ali yataktan fırlayarak karşılarına dikilince, müşrikler şaşırdılar ve öfkelenip sordular:

-      Ali! Muhammed nerede?

-      Bilmiyorum.

Müşrikler bu cevabı alınca hemen Peygamberi yakalamak için harekete geçtiler, O’nu ve arkadaşını yakalamak için Mekke çevresine ekipler çıkardılar.

Resulullah, Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye göç etmeyi kararlaştırınca Hz. Ebubekir, oğlu Abdullah’a Mekke’de olup bitenleri kendisine rapor vermesini emretmişti.

Allah’ın elçisi ve arkadaşı, Mekke’den dışarı çıkıp Hira dağında bir mağaraya gizlendiler. İki arkadaş içeri girdikten sonra mağaranın ağzı örümcek ağlarıyla kaplandı. Müşriklerin bulmaması için Allah onlara yardım etmişti.

Biraz sonra kendilerini arayan müşrikler mağaranın önüne geldiler. Hz. Ebubekir seslerini duyunca heyecanlanıp:

-      Bu sesler, bizi arayanların sesleridir, dedi.

Resulullah buyurdu:

-      Ey Ebubekir, hiç şüphe yok ki Allah bizim yardımcımızdır.

Nitekim, Peygamber ve arkadaşının izini takip ederek mağaranın önüne kadar gelen müşrikler, mağaranın ağzını örümcek ağlarıyla kapanmış görünce birbirlerine şöyle dediler:

-      Demek ki buraya kadar gelmiş ve sonra yollarını değiştirip gitmişler. Çünkü mağaranın içinde olsalardı mağaranın ağzı örümcek ağlarıyla kapalı olmazdı.

Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir bir süre daha bu mağarada kaldılar. Daha sonra gündüzleri gizlenip geceleri yolculuk yaparak Medine’ye gittiler.

Yolculukları sırasında dört kişiydiler.  Peygamberimiz (s.a.v), en yakın arkadaşı Hz. Ebubekir, kılavuzları Abdullah bin Üreykıt, kendilerine yiyecek temin eden Amir bin Füheyre. Füheyre, Hz. Ebubekir’in azatlı kölesiydi.

 Dört yolcu Medine’ye doğru ilerlerken Mekke müşrikleri Peygamberimizi ve arkadaşlarını bulana yüz deve mükâfat verileceğini açıklamışlardı. Bu haberi duyanlardan biri de Beni Müdlic aşiretinden Süreka bin Malik idi.  Süreka, bu ödülü almak için devesine binip Peygamberimizi aramaya başladı ve uzun bir arayıştan sonra biraz ilerisinde develeriyle gitmekte olduğunu gördü. Ödülü kazanma heyecanı içerisinde onlara yaklaşmaya başladı. Süreka’yı hemen arkalarında gören Hz. Ebubekir:

-      Tehlike var ya Resulullah, dedi.

Peygamberimiz soğukkanlılığını kaybetmeden:

-      Allah bizimledir, merak etme, buyurdu.

O esnada Peygamberimizin mucizelerinden biri daha gerçekleşti. Kendilerine yaklaşmakta olan Süreka’nın ayakları dizlerine kadar kuma gömüldü. Süreka yaptığı hatayı anlayarak bu durumdan kurtulması için yalvarmaya başladı:

- Ey Muhammed, kurtulmam için dua et. Eğer beni kurtarırsan ben de seni yakalamak isteyenlere mani olurum.

Bu yalvarış üzerine Hz. Muhammed (s.a.v), Allah’a dua ederek Süreka’yı kurtarmasını niyaz etti. Duası kabul olundu. Peygamberimiz ve arkadaşları Medine’ye doğru yollarına devam etti. Süreka da geri döndü.  Yolda dört kişiyi arayan diğer müşriklere rastladı ve onları ters istikametlere gönderdi. Böylece sözünü tutmuş oldu.

Peygamberimiz ve arkadaşları Medine’ye bir saatlik mesafedeki Kuba köyünde birkaç gün konakladı. Orada ilk İslam şairlerinden Hassan bin Sabit, Peygamberimizin huzuruna çıkıp kasidesini okudu ve iltifat gördü.  Allah’ın Resulü (s.a.v), Kuba’da misafir olarak beklerken burada bir mescid yapılmasını emretti. Daha sonra kendisini karşılamaya gelen Müslümanlarla birlikte yüz kişilik bir kafile halinde Medine’ye hareket etti.

 

 

“Onlar, Allah’ın nurunu söndürmek isterler,

Kâfirler istemese de

Allah, nurunu tamamlayacaktır.”

(Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi: 32)

 

 

BEDİR SAVAŞI

 

Medine halkı, Resulullah (s.a.v)’in Mekke’den yola çıktığını öğrendiği günden itibaren, sevinç ve heyecan içinde yolunu beklediler. Her gün sabah erkenden şehir girişine gidiyor, orada uzun süre Peygamberin yolunu gözlüyorlardı.

Bir gün yine Medine erkekleri şehir dışına çıkarak Peygamberi karşılamaya gittiler. Çölün gündüz sıcaklığı şiddetlendi; fakat Peygamberden bir iz görünmedi. Çaresiz ve üzgün olarak dönmeye hazırlanırken, içlerinden birisi bağırdı:

-      Peygamber geldi! Resulullah geldi!

Bu sesi duyan Medine Müslümanları coşku içinde Peygamberi karşılamaya koştular. Halk onun çevresini sarmış selamlıyor; Peygamber, kendisini karşılayanların arasından geçiyordu. Kadınlar evlerin damlarına çıkmış birbirlerine soruyorlardı:

- Bana Peygamberi göster, Allah’ın elçisi hangisidir? Medine Müslümanlarının bayram günüydü, herkes büyük bir sevinç içerisindeydi. Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! sesleri tüm kenti inletiyordu.

Sevinç gösterileri ve haykırışları birbirine karışıyordu:

-      Allah-u Ekber! Peygamber geldi, hoş geldi.

-      Peygamberimiz geldi, Müslümanlara müjde, o geldi, o geldi.

Çocuklarıyla birlikte Müslüman halk aşağıdaki marşı birlikte okuyorlardı:

 

 “- Ayın on dördü bu gece üzerimize

Seniyyetül veda yöresinden doğdu

Hepimiz şükretmeliyiz Allah’a

Her zaman her zaman

Ey, bize Allah’ın gönderdiği ey,

 Yürekten uyacağız senin buyruklarına

 

     Allah’ın elçisi binlerce kadın ve erkeğin sevinç gösterileri arasında Medine kentine girdi. O güne kadar Yesrib adıyla anılan kentin adı Medinet-ül Resul (Peygamberin Şehri) olarak değişti.

     Medine’nin zenginleri ve kabile reisleri Peygamberin yanına gelerek onu soyluların evlerine davet ettiler. Peygamber bu davetlerin hiç birini kabul etmedi, kendisini davet edenlerin hiçbirisini üzmek istemiyordu. Sonunda hiç kimseyi üzmeyecek bir çözüm yolu buldu. “Beni buraya getiren deveyi kentin içine salıvereceğim. Nerede durursa orada konaklayacağım” dedi.

     Serbest bırakılan Peygamberin devesi, Medine sokaklarını dolaşarak şehrin aşağı kesiminde kurak bir bölgede, hurma depolarının yanında durdu. Peygamber, devesinden inerek buyurdu:

-      Allah bana bu bölgeyi nasip etti. İnşallah benim evim burada kurulacaktır.

Devenin durduğu yer, iki yetim çocuğa miras kalan bir araziydi. Bu çocukların koruyucusu olan Muaz, burasını Peygambere armağan etmek istedi. Fakat Peygamber kabul etmedi, bedelini ödedi. Müslümanlar el birliğiyle orada bir mescid ve Peygambere bir ev inşa ettiler. Allah’ın elçisi, ömrünün sonuna kadar bu evde yaşadı. Allah’ın elçisi, geçici olarak, devesinin durduğu yere en yakın ev olan Eba Eyyub el Ensari’nin evinde misafir oldu. Bu ev sahibi, yüce kişinin türbesi İstanbul’da Eyüp semtinde, adına yapılan camiin avlusundadır. İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden önce, Müslüman Arap ordularının İstanbul’u kuşatması sırasında Eba Eyyub el Ensari, şimdi türbesinin bulunduğu yerde şehit düşmüştü. Sonradan Müslüman Türkler bu sahabenin şehit olduğu bölgede büyük bir cami ve türbe yapmışlardır.

Muhacirler, Medine halkının çok büyük konukseverliğiyle karşılaştılar. Medine’ye Mekke’den göç eden Müslümanlara muhacir deniliyordu. Peygamber, muhacirlere yaptıkları yardım ve gösterdikleri konukseverlikten dolayı Medine Müslümanlarına Ensar adını verdi ve bu iki grup Müslümanlar arasında İslam kardeşliğini tesis etti.  Ensar, Allah yolunda Mekke’deki tüm eşyalarını bırakarak Medine’ye göç eden muhacir kardeşleriyle evlerini ve eşyalarını kardeşçe paylaştılar. Bu kardeşlik bağları Müslümanlar arasında sarsılmaz güçlü bir dayanışma ve bağlılık ortaya çıkardı. Bu şehirde yerleşip kendilerine iş bulana kadar, Medine halkı, muhacir kardeşlerini kendi evlerinde barındırdılar.

Resulullah, Medine halkının siyasi ve dini liderliğini üstlenerek, İslam ilkelerine göre oluşturduğu Medine anayasasını yürürlüğe koydu. Böylece tarihte ilk İslam devleti kurulmuş oldu. Bu ilk İslam anayasasına göre, halkın hangi kabileden ve milliyetten olmasına değil, Müslümanların tek ümmetten oluşmasına ve Müslüman olmayanlara da insanca yaşama hakları verilmesine önem verildi. Bu Anayasa, Yahudi kabilelerinden olan Beni Kureyza, Beni Kaynuka ve Beni Nadir tarafından da kabul edildi.

Müslümanlar cemaat halinde namaz kılmaktan geri kalmamak için vaktinden önce mescitte bulunuyorlardı. O dönemde Müslümanların namaz vaktini duyurmak için bir araçları ya da duyurma yöntemleri yoktu. Peygambere, namaz vaktini Müslümanlara duyurmak için mescidlere Yahudi’lerin kullandığı zillerden konulmasını önerdiler. Peygamber bu öneriyi kabul etmedi. Bir başkası, Hıristiyan’ların ki gibi çan çalınması teklifini getirdi, bu da kabul edilmedi. Bu sırada mescide giren bir kişi, gördüğü rüyaya dayanarak Ezanı önerdi. Bu öneri Peygamber tarafından kabul edildi.  Çünkü ezan sesi yürekten çıkıp yüreklere ulaşıyordu. Peygamberin emriyle Bilal, Medine Mescidi’nin damına çıkarak ilk ezanı okudu.

Peygambere, müşriklerin lideri Ebu Süfyan’ın Şam ticareti yolculuğundan döndüğü haberi verildi. Müşrikler, Medine’ye hicretten önce  Peygamber ve arkadaşlarına eziyetler etmiş, mallarını yağmalamış ve onların bütün eşyalarını bırakarak Mekke’den uzaklaşmak zorunda kalmalarına sebep olmuşlardı. İşte bu nedenle Allah’ın elçisi, Ebu Süfyan’ın kervanıyla ilgili olarak şöyle buyurdu:

- Müslümanların malları bu müşrik kervanın taşıdığı malların içindedir. Bu kervanı sarıp mallarınızı alın.

Muhacirler Peygamberin iznini aldıktan sonra mallarını almak için Ebu Süfyan’ın kervanını kuşattılar. Ebu Süfyan korku içinde, Mekke’deki müşrik dostlarına haber ulaştırdı:

- Ey Kureyş halkı, Ebu Süfyan’ın kervanı Muhammed ve arkadaşlarının saldırısına uğramıştır. Bu kervandaki mallarımıza kavuşabileceğinizi artık hiç sanmıyorum.

Daha önceden Müslümanlara kin bileyip duran Kureyş’li müşrikler bu haberi duyunca, savaş hazırlıklarına başladılar. Öncelikle Ebu Süfyan’ın kervanını korumak için, Ebu Leheb dışındaki tüm Kureyş soyluları iki yüz elli atlı ile birlikte hareket ettiler.

Öbür yandan Hz. Muhammed (s.a.v), İslam savaşçılarını toplayarak Medine dışına çıktı.  İki siyah bayraktan birini Hz. Ali, diğerini Ensar’dan bir Müslüman taşıyordu.  Orduda sadece iki at ve yetmiş deve bulunmaktaydı.  Her deve üç kişiyi taşıyordu.

İslam savaşçıları yoldayken, Peygambere, Kureyşlilerin Ebu Süfyan’ı korumak için bir ordu gönderdikleri haberi geldi.  Bu haber üzerine Allah’ın elçisi, savaş konusunda arkadaşlarıyla danışma toplantısı düzenledi. Müslümanlardan bir kişi ayağa kalkarak şöyle dedi:

- Ey Allah’ın Peygamberi, sen Allah’ın gösterdiği yoldan hareket et, biz seninle birlikte olacağız. İsrail oğullarının Musa’ya:

“ Sen Allah’ınla savaşa git biz burada seni bekliyoruz” dediği gibi demeyeceğiz. Tam tersine, sen ve Allah’la birlikte müşriklere karşı savaşacağız.

Bunları söyleyen bir Muhacirdi.

Peygamber, Ensar grubunun da görüşünü istedi:

-      Görüşlerinizi bildirmeye devam ediniz.

Ensar’ın ileri gelenlerinden Sad İbni Muaz söz aldı:

- Biz Ensar Müslümanlar da, sana önceden inandık, senin getirdiklerinin doğru olduğundan hiçbir zaman şüphe etmedik. Sana biat ettik, emirlerini yerine getireceğimize söz verdik.

Resulullah, arkadaşlarına danışmayı bitirdikten sonra, komutanlığını üstlendiği İslam ordusuyla Bedir bölgesine geldi ve buradaki su kuyularının yanına konakladı. Uzaktan müşrik ordusu görüldüğünde Peygamber ellerini gökyüzüne kaldırarak dua etmeye başladı.

- Ey Allah’ım; bunlar, askerleriyle birlikte kibirlenerek seninle savaşmaya, senin Peygamberini yalanlamaya gelen müşriklerdir. Allah’ım, vaat ettiğin yardımın sırasıdır. Allah’ım, eğer bu mümin topluluğun yok edilmesine izin verirsen, yeryüzünde sana kimse ibadet etmeyecek. Allah’ım, bize vaat ettiğini bağışla. Allah’ım, senin yardım ve zaferini diliyoruz.

Nihayet İslam ve Kureyş orduları karşı karşıya geldi. Kureyşlilerden birisi Müslümanların yakınındaki havuzu ele geçireceğine ya da kullanılmaz duruma getireceğine yemin etti.  Bu müşrik, Müslümanların havuzuna yaklaşırken Hz. Hamza ona izin vermedi ve bir kılıç darbesiyle onu cehenneme gönderdi.

İki ordu karşı karşıya gelince üç müşrik savaşçı ortaya çıkarak teke tek dövüş için Müslümanlardan üç kişi istediler. Bu isteklerini bağırarak bildirdiler.

-      Ey Muhammed, bize denk olan üç kişi gönder.

Peygamber, hemen üç İslam savaşçısına dövüş emrini verdi. Müşriklerin karşısına Hz. Hamza, Hz. Ali,  Ubeyde bin Haris çıktı.  Hz. Hamza ve Hz. Ali, rakiplerinin işini çabuk bitirdiler. Ubeyde de zorlu bir dövüşten sonra rakibinin hakkından geldi. Sonuç olarak üç Müslüman üç kâfiri kılıç darbeleriyle cehenneme yolladı. Müslümanlar sevinç içinde: “ Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!” diye haykırarak tekbir getirdiler. Müslümanlar her sevindiklerinde tekbir getirirlerdi.

Teke tek dövüşlerin ardından topluca savaş başladı. İslam ve müşrik ordusu göğüs göğüse müthiş bir çarpışmaya girerken Peygamber, arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:

- Muhammed’in de hayatını elinde tutana yemin ediyorum ki, bugün müşriklerle savaşan, düşmana sırtını çevirmeden ölen her Müslümanı Allah cennetine kavuşturacaktır.

Toplu savaş devam ederken müşrikler ağır kayıplara uğradılar. Müşriklerin büyüklerinden ve Müslümanlara çok eziyet eden bir kâfir olan Ebu Cehil de çarpışmalar sırasında bir Müslüman tarafından cezalandırılıp tepe taklak yere serildi.  İslam savaşçıları büyük bir cesaretle aslanlar gibi savaşıyor, müşrikleri darmadağın ediyorlardı. Müşrikler, büyüklerinin ve çok sayıda arkadaşlarının öldüğünü görünce selameti kaçmakta buldular. Onlar arkalarına bakmadan kaçıyor, Müslümanlar tekbir getirerek kovalıyorlardı. Müslüman savaşçılar müşriklerin bir bölümünü esir aldı.  Savaşın son saatlerinde Bilal, Mekke’de kendisine işkenceler yapan eski sahibi zalim Ümeyye bin Halef’i gördü. Bilal hemen kılıcıyla ona doğru atıldı ve kaçmasına fırsat vermeden bu zalim kâfiri şimşek gibi indirdiği kılıç darbeleriyle yere serdi. Böylece Bedir savaşında Mekke müşriklerinin büyüklerinden birisi daha ortadan kaldırılmış oldu.

Bedir savaşıyla Müslümanlar büyük bir zafer kazandılar. Kureyşliler de müthiş bir Müslüman tokadı yemiş oldular. Müminler moral kazandı, İslam düşmanları perişan oldu.  Bu savaşta Müslümanlar inançlı küçük bir ordunun büyük bir orduyu yenebileceğini öğrenmiş oldular.

Peygamber, müşrik esirlerin toplanmasını emretti.  Esirler korku içinde birbirlerinin yüzlerine baktılar. Peygamberin şimdi hepsinin öldürülmesi emrini vereceğini sanıyor ve bu emrin verilmesini bekliyorlardı.  Yanılıyorlardı.  Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) onlara,  içlerinde okuma yazma bilenlerin her biri on Müslümana okuma yazma öğretirse serbest bırakılacağını haber verdi.  Peygamber daha sonra arkadaşlarına dönerek, esirlere kesinlikle kötü davranmamalarını, yediklerinden yedirmelerini, giydiklerinden giydirmelerini emretti.  Peygamberin bu konuşması, İslamiyetin bilime ve öğrenmeye ne kadar önem verdiğini ve insanlara iyilikle davranmayı emrettiğini bildiriyordu.

 

 

Siz o zaman durmaksızın uzaklaşıyor

kimseye dönüp bakmıyordunuz, Peygamber de

sizi sürekli arkadan çağırıyordu. (Allah’da)

elinizden kaçırdıklarınıza ve size isabet edene

üzülmemeniz için sizi kederden kedere uğrattı.

Allah yaptıklarınızdan haberi olandır.”

“Sonra kederin ardından üzerinize bir güvenlik

duygusu indirdi, bir uyruklama ki,

içinizden bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da

canları derdine düşmüştü; Allah’a karşı haksız

yere cahiliye zannıyla zanlara kapılarak:

“Bu işten bize ne var ki?” diyorlardı,

De ki: “Kuşkusuz işin tümü Allah’ındır.”

Onlar, sana açıklamadıkları şeyi içlerinde

Tutuyorlar, “Bu işten bize bir şey olsaydı

biz burada öldürülmezdik” diyorlar,

De ki:

“Eğer evlerinizde de olsaydınız, üzerlerine

öldürülmesi yazılmış olanlar, yine kuşkusuz

devrilecekleri yerlere gidecekti. (Bunu)

Allah, sinelerinizdekini denemek ve

Kalplerinizde olanı arındırmak için (yaptı).

Allah sinelerin özünde saklı duranı bilendir.

 (Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi: 153 – 154)

 

 

UHUD SAVAŞI

 

Hz. Muhammed (s.a.v)’in başkomutanlığındaki İslam ordusu Bedir savaşında Müşriklerin ordusunu yenmiş ve Kureyşlilerin kendini çok beğenmiş ve zalim soylularından bir çoğu öldürülmüştü. Bu müthiş yenilgiyi müşrikler unutamadı. Günlerce yas tuttular ve aradan bir süre geçince hemen Bedir’in intikamını almayı düşünmeye başladılar. Bu amaçla, Kureyş’in ileri gelenlerini bir araya toplayan Ebu Süfyan, arkadaşlarına şöyle dedi:

- Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed, sizin aranızdan bir çoğunu öldürdü, gururunuzu beş paralık etti. Böyle devam ederse daha kötüsü olacak, Müslümanlar çoğalacak ve putlarımıza tapan, bize hürmet eden kimse kalmayacak. Onun ordusuyla yeniden savaşmalıyız. Bunun için de şimdiden güç birliği yapıp büyük bir ordu hazırlamalısınız.

Ebu Süfyan’ın bu intikamcı çağrısı etkili oldu ve Kureyş müşrikleri Müslümanlara karşı yeni bir savaş hazırlığına başladılar.

Bu arada Müslümanlara büyük bir darbe indirilmesini en çok arzu edenlerin başında Ebu Süfyan’ın karısı Hind geliyordu.  Müşriklerin en zalim ve kötü kişilerinden olan, Bedir savaşında bazı yakın akrabalarını kaybetmiş olan Hind, özellikle babasını cehenneme yollayan Hz. Hamza’dan intikam almak için sabırsızlanıyordu. Bu kinle, ünlü bir keskin nişancı olan Vahşi isimli  bir köleyi yanına çağırttı ve ona şöyle dedi:

- Eğer sen, onlarla yapacağımız savaşta Muhammed’in amcası Hamza’yı, iyi takip edip öldürürsen, seni serbest bırakacağım ve ayrıca hediyelerle mükâfatlandıracağım.

Hind, böylece Vahşi ile anlaştı, babası Utbe ve kardeşi Velid’in intikamını alacağı günü beklemeye başladı.

Hz. Peygamber (s.a.v), Müşriklerin savaş hazırlığını tamamlayıp Uhud dağı eteklerinde toplandığını öğrenmişti. Onlarla yapılacak savaşı görüşmek üzere Müslümanları danışma toplantısına çağırdı, bir araya gelen Müslümanlara şöyle buyurdu:

- Sizlerin görüşüne göre, düşmanı Medine surlarının önünde bekleterek onlara karşı bir savunma savaşı yapsak mı, yoksa onları şehir dışında karşılasak mı daha uygun olur? Fikirlerinizi söyleyin, tartışalım bir karara varalım.

Peygamberin kişisel görüşü, düşmanı şehir içinde bekleyerek bir savunma savaşı yapmaktı. Sayıca daha kalabalık olan müşrik ordusuyla açık sahada vuruşmak riskli bir savaş olacaktı. Halbuki onları derli toplu bir savunma ile büyük kayıplara uğratmak ihtimali mantığa daha uygun geliyordu. Müslümanların el birliğiyle savunacakları Medine’ye düşmanın girmesi çok zor, hatta imkânsız olacaktı.

Hz. Muhammed (s.a.v) bu görüşünü belirtmesine rağmen tek başına kesin bir karar  vermek istemedi.  Müslümanların çoğu hangi yöntemi beğenirse öyle yapmayı tercih edecekti.  Genç Müslümanlar başta olmak üzere birçok İslam savaşçısı, Müslümanların aktif durumda olacakları bir savaştan yanaydılar.

-      Ey Allah’ın elçisi! Düşmana saldırmamıza izin ver, bizi korkak sanmalarını istemiyoruz.

Peygamberin hicretinden önce Medine halkının yöneticiliğini yapmış olan Abdullah ibni Übeyy ise gençlerin görüşüne itiraz etti:

- Ey Allah’ın elçisi, şehirde kal ve sakın dışarı çıkma. Çünkü biz daha önce kaç defa dışarıya çıkarak düşmana saldırdıysak her seferinde yenilgiye uğradık. Ne zaman düşman şehrimizin önüne kadar gelip saldırmışsa onlar mağlup olmuşlardır.  Bundan dolayı, Ey Allah’ın Resulü, bırak onlar bulundukları yerde kalsınlar. Şimdi daha kötü durumdadırlar. Eğer şehre girerlerse erkeklerimiz onları öldürür, kadınlarımız ve çocuklarımız damlardan onlara taş yağdırırlar. Eğer kentimize saldırmaya cesaret edemeyerek bulundukları yerden dönerlerse yenilmiş olacaklardır.

Fakat zaman ilerledikçe dışarıdan gençlerin savaş isteyen sesleri gittikçe yükselerek geliyordu.

Halk arasında her iki görüşün taraftarları kendi fikirlerini benimsetmeye çalışırken, Peygamber (s.a.v) evine gitti. Onu, eve giderken gören genç İslam savaşçıları, Peygambere temsilci gönderip, kendilerini savaşa göndermesi için izin istemeyi kararlaştırdılar.

Biraz sonra Medine halkı, Hz. Peygamberin savaş elbisesini giyip silahlanmış olarak evden çıktığını gördü.

Şehirde kalınması düşüncesinde olanlar, bu görüşlerini tekrar belirtmek istediler. Peygamber ise şu cevabı verdi:

- Bu durumda, halkın çoğunluğu düşmanla savaş isterken şehirde kalıp düşmanı beklemek  bir Peygambere yakışmaz, ben daha önce sizi şehirde kalmaya davet ettim. Fakat çoğunluğunuz kabul etmeyerek şehir dışında vuruşmamızı istedi. Bundan sonra sizlerden savaşta takva, sabır ve gayeye uygun hareket etmenizi bekliyorum.

Hz. Peygamberin savaş kararını açıklamasından sonra Müslüman savaşçılar mescid de toplanmaya başladılar. Allah’ın elçisi, asker sayısı bin kişiye yaklaşan İslam ordusunu denetledi, ordunun başkomutanlığını üstlendi ve ordu sancağını Musab ibni Umeyr’e verdi.

Abdullah ibni Übeyy, kendisine değil de gençlerin sözüne uygun karar vermesine öfkelenmişti. Bu öfkeyle savaşa gidenleri geri çevirmek için büyük çaba gösterdi ve ordunun üçte birinin dönüp savaştan vazgeçmesine sebep oldu. Hz. Peygamber de geri dönmeyen Müslümanlarla yoluna devam etti.

İslam ordusu Uhud dağının eteklerine ulaştığında, Uhud dağının tepesine bir grup okçuyu yerleştirdi ve hiçbir şekilde yerlerini terk etmemeleri için onları sıkı sıkı uyardı. Yalnız emir verildiği takdirde orayı terk edebileceklerdi. Daha sonra ordunun geri kalan bölümünü savaş düzenine soktu.

İslam ordusu 700, Müşriklerin ordusu 3000 savaşçıdan oluşmuştu. Müşriklerin sahip olduğu at ve deve sayısı Müslümanlarınkinden dört kat fazlaydı. Sayı ve silah gücü bakımından müşrikler daha kuvvetli olduğu halde, Müslümanların coşkun imanlarından dolayı moral gücü üstünlüğü vardı.

Nihayet karşı tarafta, büyük bir tepe üzerinde görünen kalabalık müşrik ordusu gittikçe yaklaştı ve İslam ordusunun önüne geldiklerinde durdu. Müşriklerden biri ileri çıkarak Müslümanlardan vuruşmak için savaşçı istedi. Hz. Hamza öne çıktı ve yaptıkları dövüşün sonunda müşrik savaşçının işini bitirip kendi safına geri döndü. Müslümanlar “Allah-u Ekber! Allah’u Ekber!” diye haykırarak sevinçlerini dile getirdiler.

Sonra müşriklerden Ebu Talha Müslümanlardan savaşçı istedi, Hz. Ali öne çıktı ve kılıcıyla onu cehenneme gönderdi.

Daha sonra topluca savaş başladı. Müslümanlar tekbir getirerek müşriklere ağır kayıplar verdiriyor, sayıca daha fazla olmasına rağmen müşrikler bunalıp hep zor durumlara düşüyorlardı. Müşriklerin çok yetenekli süvari komutanı Halid İbni Velid, Müslümanları çembere almak için tetikte bekliyor, fırsat gözlüyordu. Ancak, Peygamber olmanın yanında son derece akıllı ve zeki bir başkomutan olan Hz. Muhammed’in dağın tepesine okçuları yerleştirmiş olması, Velid’in planlarını uygulamasına imkân bırakmıyordu.  Velid’in süvarileri ne zaman yaklaşsa, tepedeki Müslüman okçular onları ok yağmuruna tutuyor ve geri dönüp kaçmalarına sebep oluyordu.

Savaş ilerledikçe müşrik ordusu bozguna uğruyordu. Nihayet iyice moral çöküntüsü içine giren Kureyşliler kaçmaya başladı. Canlarını kurtarmak, daha hızlı kaçabilmek için bir takım eşya ve silahlarını da bırakıp gidiyorlardı. Ancak, Müslümanlar kaçan düşmanı takip edip kesin bir yenilgiye uğratmak, işlerini bitirmek yerine savaş alanını dolduran ganimetleri, eşyaları toplamaya başladılar. 

O sırada savaşın gidişini izleyen tepedeki Müslüman okçular da düşmanın kaçmakta olduğunu ve savaş alanındaki Müslümanların eşya toplamakta olduğunu görüp onlar da aşağıya inip bir şeyler toplamak istediler. Komutanları ne kadar onları uyarıp Peygamberin “yerinizden ayrılmayın” emrini hatırlattıysa da dinlemediler ve yerlerini terk edip mal toplayanlara katıldılar.

Halid bin Velid, atının üstünde, yanındaki süvarilerle birlikte tepeyi gözetliyordu.  Okçuların yerini terk ettiğini görünce aradığı fırsatı bulmuş oldu ve İslam ordusunu arkadan çevirme harekâtını başlattı. Okçular aşağıya indiği için dağın yamacından kolayca geçerek yeni durumdan haberleri olmayan Müslümanlara arkadan şiddetli bir saldırı düzenlediler.  Velid’in süvarileri Müslümanları gafil avladı ve Müslümanların zaferini büyük bir faciaya dönüştürdü. Beklenmedik bir saldırıya uğrayan Müslümanların bir çoğu şehit oldu, bir çoğu da yaralandı. Az önce savaşı kazandık zannederken şimdi kendilerini savunmakta güçlük çekiyorlardı. Ordu bozguna uğrayıp dağıldı, savaşçılar umutsuzca kaçıştılar.

Bozgun sırasında hedefine ulaşmak için fırsat kollayan birisi daha vardı. Bu, tetikçi Vahşi’ydi. Hind’in Hamza’yı öldürtmek için özgürlük vaat ettiği bu zenci köle de savaş boyunca adım adım izlediği Hz. Hamza’yı uygun bir durumda yakalayıp fırlattığı mızrağıyla şehit etti.  Vahşi, Hamza’nın yere yıkılışını görür görmez hemen efendisi Hind’e haber verdi. Hind sevinç çığlıkları atarak yırtıcı bir hayvan gibi şehit Hamza’nın cesedine çömeldi ve onun vücudunu yararak kanlı ciğerini ağzına koydu ve çiğnedi.

Neye uğradığını şaşıran Müslüman savaşçılar umutsuzluk ve şaşkınlık içinde Hz. Peygamberin çevresinden dağılmış, istemeden onu yalnız bırakmışlardı. Allah’ın elçisi yaralanmıştı, yanında birkaç Müslüman kalmıştı. Bu esnada Müslüman kadınlara örnek bir olay meydana geldi. Savaş yaralılarına su taşımakta olan  Ümmü Ümare adlı bir Müslüman kadın, Allah’ın elçisini yaralı ve yanında az sayıda Müslümanla birlikte kuşatılmış görünce dayanamadı. Hemen yerden bir kılıç kaparak Resulullah’ın yanına koştu ve Hz. Muhammed’i korumak için savaşmaya başladı.

Düşman savaşçılarından birisi bağırıyordu:

-      Muhammed’i bulun, nerede olduğunu söyleyin hemen öldüreyim!

Ümmü Ümare, bu şekilde bağıran müşrik savaşçının üzerine saldırdı, onunla dövüşmeye başladı. Dövüş sırasında yaralandı fakat düşman askerinin korkup kaçmasını da sağladı.

Ansızın bir ses duyuldu:

-      Muhammed öldü! Muhammed öldü!

Bu haber savaş meydanının her tarafına yayıldı ve oradakilerin çoğunluğu Peygamberin şehid olduğuna inandı.

Müşriklerin lideri Ebu Süfyan da, Hz. Peygamberin öldürüldüğünü sanarak savaşı durdurdu, ordusunu ve yaralılarını toplayıp Mekke’ye dönmeye karar verdi. Çünkü Ebu Süfyan’ın bu savaşta gerçekleştirmek istediği iki önemli olay vardı. Peygamber ve Hamza öldürüldüğüne göre amacına ulaşmış sayılırdı, geri dönmemesi için bir sebep kalmamış demekti.

Herkes gibi, Peygamberin şehit olduğuna inanan bir Müslüman, ansızın Allah’ın elçisini görünce sevinçle bağırdı:

-      Müslümanlara müjde, Resulullah yaşıyor!

Resulullah hemen eliyle işaret ederek susmasını istedi.

Peygamberin yaşadığı haberi yavaş yavaş duyuldu ve Müslümanlar yeniden toplanıp savaşmak istediler. Fakat bu defa Ebu Süfyan kabul etmedi, şöyle dedi:

-      Bugün Bedir’in intikamını aldık. Gelecek yıl yine saldıracağız.

Ebu Süfyan ordusunu toplayıp Mekke’ye doğru hareket etti. Hz. Muhammed (s.a.v) ise diğer Müslümanlarla birlikte şehitlerin gömülmesine yardım etti. Şehitlerin arasında dolaşırken gözü Hz. Hamza’nın göğsü parçalanmış cesedine ilişti ve üzüntüsünden mübarek gözleri yaşlarla doldu.

Müslümanlar ise, Peygamberin emirlerine uymadıkları için ve uğradıkları yenilgiden dolayı son derece üzgündüler. Ancak şu ayetin indirilmesiyle yürekleri biraz olsun ferahladı:

 

Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız en üstün olan sizlersiniz.

Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara değmiştir.

Allah, iman edenleri bilsin ve sizden şahitler edinsin diye biz,

bu günleri insanlar arasında nöbetleşe döndürürüz.

Allah zalimleri sevmez.

Ve Allah, inananları günahlarından temizlemek

ve kâfirleri tümüyle perişan etmek için böyle yapar. 

Allah’ın sizden cihad edenleri ve savaşın güçlüklerine

sabredenleri bilmeyeceğini ve siz sadece iman ettik demekle

Cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?

Siz, ölüme kavuşmadan önce onu temenni ediyordunuz.

Vefat eden arkadaşlarınıza baktığınızda onu gördünüz.”

 

                                        (Kur’an-ı Kerim, Al-i İmran Suresi: 139 – 143)

 

 

 

 Ey iman edenler! Size karşı düşman askeri geldiği zaman,

Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın.

Biz, onların üzerine şiddetli bir rüzgâr

Ve sizin görmediğiniz askerler göndermiştik.

Allah işlediğiniz şeyleri görendir.

 

Şunu da hatırla ki, onlar üst ve alt tarafınızdan gelmişlerdi.

O zaman gözler kararıp yürekler boğazlara gelmişti.

Siz Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.

İşte burada müminler imtihan olundular.

Ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar.

O zaman, münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar:

‘Allah’ın ve elçisinin bize vaat ettiği şeyler, ancak

aldatıcı şeylermiş’ diyorlardı.

 

Müminlerden Allah’a verdikleri sözlerde

sadık olan nice erkekler vardır. Onlardan

şehit olanlar ve şahadeti bekleyenler vardır.

Ve onlar verdikleri sözü hiçbir şekilde değiştirmediler.

Allah doğru olanların sadakatlerini mükâfatlandırır.

Ve münafıkları da dilerse azaplandırır,

Yahut tövbelerini kabul ederek bağışlar.

Allah, Gafur’dur, Rahim’dir.

 

Allah o kâfirleri kalplerindeki kinleri ile

bir iyiliğe ulaşmalarına izin vermeden reddetti,

geri çevirdi. Allah, savaşta müminlere yardım etti.

Allah güçlü, galip ve kudretlidir.”

(Kur’an-ı Kerim, Ahzap Suresi: 9 – 12 , 23 – 25)

 

 

HENDEK SAVAŞI

 

Medine Yahudileri, İslam’ın yayılmasını önlemek için Hz. Peygamber (s.a.v)’in aleyhinde planlar kurmaya başladılar. O’nu öldürüp rahatlamak istiyorlardı. Bu defa İslam düşmanı Kureyşlilerle Yahudilerin ileri gelenleri Müslümanlara karşı ortak bir mücadele yürütmek için anlaşmaya vardılar.

Yahudilerin temsilcileri, Mekke’ye giderek, Kureyşlilerin liderine şöyle dediler:

-      Artık haberiniz olsun, Muhammed’i yok etmek için sizinle birlikteyiz.

Kureyşlilerden birisi, Yahudilerden, Muhammed’in dini hakkında ne düşündüklerini sordu:

- Ey Yahudi temsilcileri, siz en iyi kitaba sahip olan Tevrat’a uygun hareket edenlersiniz. Muhammed’le düşüncelerimizin çok farklı olduğunu biliyorsunuz. Size göre, Muhammed’in dini mi, yoksa bizim dinimiz mi iyidir?

Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.v)’i kıskandıkları ve ona kin besledikleri için şöyle konuştular:

- Elbette sizin putlara tapmayı buyuran dininiz, Muhammed’in dininden çok daha iyidir. Sizin düşünceleriniz gerçeklere daha yakındır, bundan şüpheniz olmasın.

Yahudilerin bu ihaneti ile ilgili olarak yüce Allah, şu ayetleri gönderdi:

 

Bak, Allah’a nasıl iftira ediyorlar? Bu itirafları açıktır ve günah olarak onlara yeter.

Görmez misin ki kendilerine kitap indirilmiş olanlar, putlara ve şeytana iman edenler, kâfirler için:

‘Bunlar müminlerden daha doğru yoldadır’ derler.

İşte Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimseler bunlardır. Allah’ın lanetlediğine yardımcı bulamazsın.”

(Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi : 50, 51, 52)

 

Böylece Kureyşliler, Hz. Peygambere karşı savaşmak için Yahudilerle güç birliği antlaşmasına vardılar. Yahudiler, Kureyşlilerle yetinmeyerek, diğer Arap kabilelerini de Müslümanlara karşı kışkırtıp onlarla da sözleştiler.

Müslümanlar, İslam’ı yok etmek için Yahudilerin harekete geçtiklerini ve bu amaçla Kureyşlilerle ve diğer müşrik Arap kabileleriyle antlaşmalar yaptıklarını, Kureyşlilerin Ebu Süfyan komutasında bir ordu kurarak savaş hazırlıklarına başladığını öğrendiler. Bu gelişme üzerine Hz. Peygamberin emriyle bir savaş konseyi oluşturuldu. Konsey toplanarak müşrik saldırısına karşı Müslümanların nasıl bir savunma yapacağı konusunu görüşmeye başladı.

Bu görüşmeler sırasında Selman-ı Farisi adlı bir Müslüman ilginç bir fikir söyledi.  Selman-ı Farisi doğru yolu bulmak için İran’dan kaçmış ve Allah’ın elçisiyle görüştükten sonra İslam’ı kabul etmiş zeki bir Müslümandı.  Selman, ülkesindeki askeri bilgilere ve edindiği tecrübelere dayanarak, Medine kentinin önüne derin bir hendek kazılmasını önererek şöyle dedi:

- Ey Resulullah, Medine kentinin çevresinde bir hendek kazılması, sayı bakımından bizden kalabalık müşrik ordusuyla aramızda bir mesafe bulunmasını sağlamak açısından faydalıdır görüşündeyim.

Bu öneriyi Hz. Peygamber benimsedi ve hendeğin kazılmasına hemen başlanılmasını emretti.

Hendeğin kazıldığı günler, Oruç ayı olan Ramazana rastladığından Müslümanlar çok sıkıntılı günler geçirdiler. Ancak Allah’ın elçisinin bizzat onlara yardım etmesi onları sevindiriyor, çok yorulmalarına rağmen severek çalışıyorlardı.  Hendek kazanları teşvik eden Hz. Peygamber (s,a,v) onlara ibni Revaha adlı bir İslam şairinin şu şiirini okuyordu:

 

Allah’ım biz doğru yolu bulamazdık

Sen olmasaydın.

Armağan ettiğin nimetlerle

Huzur geldi bize.

Zorluklar karşısında güçlendik.

Komplo düzenlemiş aleyhimizde müşrikler

Fitnelerine izin vermeyeceğiz

Onlar ne kadar istese de.”

 

Hendek kazmakta olan Müslümanlar, İbni Revaha’nın bu şiirini dinledikten sonra şöyle karşılık veriyorlardı:

-      Biz Allah’ın Resulü’ne söz verdik, yaşadığımız sürece Allah yolunda savaşacağız.

Ebu Süfyan on bin müşrik savaşçıyla hendeğin öbür yanında, Hz. Peygamber (s.a.v) üç bin İslam savaşçısıyla hendeğin ardında savaşa hazırdılar, Müşrikler hendeği geçerek Medine’yi ele geçirmek, Müslümanlarsa onlara bu fırsatı vermemek istiyordu. Müşrikler gelmeden Allah’ın Resulü, Beni Kureyza Yahudilerinden Medine’yi birlikte savunmaları için söz almıştı. Medine Yahudilerinin lideri ise Müslümanlara karşı müşriklerle dayanışma kararı almıştı.  

Yahudilerin lideri, Beni Kureyza  Yahudilerini de ihanete ortak etmek için onların savundukları kaleye gitti. Kapıyı çalarak Beni Kureyza başkanına seslendi:

-      Hemen kapıyı aç.

Beni Kureyza başkanı, gelen kişinin niyetini bildiği için önce kapıyı açmamakta direndi ve şu cevabı verdi:

- Ben, Peygamberle bu şehri birlikte savunmak için anlaştım. Peygamberden şimdiye kadar hep iyilik gördüğüm için bu antlaşmaya sadık kalacağım.

Yahudilerin lideri ısrar etti:

-      Çabuk kapıyı aç, seninle konuşacağım önemli bir konu var.

Sonunda Yahudi liderinin isteği oldu, kapı açıldı.

Yahudilerin genel lideri, Beni Kureyza başkanına şöyle dedi:

-      Sana ömür boyu devam edecek bir şeref getirdim.

-      Nedir bu şeref?

-  Ben, Kureyşliler ve diğer Arap kabileleriyle antlaşma yaptım. Bir gün içinde Muhammed’in işini bitireceğiz. Sen de bu şereften mahrum kalmayasın istiyorum.

Beni Kureyza başkanı önce itiraz etti:

-      İyi ama, ben bu işin adamı değilim. Şimdiye kadar Muhammed’den hiçbir kötülük görmedim ki?

İki Yahudi lideri bir süre tartıştılar. Sonunda Beni Kureyza  Yahudileri de Müslümanlara karşı müşriklerle iş birliği yapıp Müslümanları arkadan vurmaya karar verdi.

Bu kötü haber ulaşınca, Allah’ın elçisi Müslümanlardan birkaç kişiyi Beni Kureyza kabilesine gönderip haberin doğruluk derecesini araştırmalarını istedi.

Müslüman temsilciler, haberin doğruluk derecesini sordukları zaman Yahudilerin alayları ile karşılaştılar. Müslümanların kuşatma altında bulunmasından yüreklenen Yahudiler, Müslüman temsilcilere şöyle dediler:

-      Allah’ın Peygamberi de kimdir, biz onunla hiçbir antlaşma yapmadık, hiçbir şeye söz vermedik.

Müslümanlar, Yahudilerin düşmanla ortak hareket ederek ihanet içinde bulundukları haberini Resulullah’a bildirdiler.

Kâfirler hendekten geçmeye çalışıyor, fakat Müslüman okçular müşrikleri hemen yerlerine oturtuyordu.  Kureyş ablukası bir ay devam etti.  Ebu Süfyan başlangıçta Müslümanların işini bir günde bitireceğini sanmıştı, fakat önüne çıkan hendek engeli onun arzularına engel oldu.  Şimdiye kadar böyle bir savunma yöntemiyle karşılaşmamışlardı.

Kuşatma devam ederken, müşriklerin usta ve ünlü süvarilerinden biri olan Amr ibni Abdud hendeğin dar olan bir bölümünden karşı tarafa atlamayı başardı. Bu başarısını gösteri haline dönüştürmek istedi. Hz. Peygamber, Hz. Ali’ye Abdud’un hakkından gelmesini buyurdu. İki usta savaşçının dövüşü çok yaman oldu.  Hz. Ali başlangıçta önemli bir yara almasına rağmen mücadelesini sürdürdü ve sonunda bu kâfiri cehenneme göndererek Müslümanlara büyük bir moral verdi.

Düşmanın kuşatması sürdükçe Müslümanlar daha zor durumda kalıyordu. Yiyecekleri azalmış, açlık baş göstermiş ve soğuk hava yüzünden ısınma zorluğu da başlamış, abluka gittikçe bunaltıcı bir hal almıştı. Müşrikler ise bütün ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlara sahiptiler. Kalabalık bir orduyla tehditleri, ekonomik zorluklarla birleşince Müslümanların üzerinde uzun süre dayanılması mümkün olmayan bir baskı ortamı meydana getirmişti. Ayrıca Yahudiler her an Müslümanları arkadan vurmayı bekliyorlardı.

Hz. Peygamber, Müslümanları bu zor durumdan kurtarması için Allah’a dua edip yakardı. Allah, Peygamberinin duasını kabul etti.

Müslümanlar zor durumdaydı. Allah yardım etmez ise kötü bir akibetle karşılaşacaklardı. Allah’ın elçisi her zaman olduğu gibi Allah’ın yardımını istedi. Resulullah’ın dua ettiği günün akşamı olağanüstü bir fırtına başladı. Hava daha da soğudu ve ansızın başlayan şiddetli fırtına ortalığı darmadağın etti. Müslümanlar şehre dönüp evlerine sığındılar. Şimdi zor durumda kalan, açıkta duran müşriklerdi. Müşriklerin çadırları yerlerinden sökülüp havalarda uçmaya, bütün eşyaları, hayvanları dört bir tarafa dağılmaya başladı. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Orduları dağılmış, her biri canını kurtarmak için sağa sola kaçışıyordu. Rüzgârdan kendilerini koruyacak bir sığınak arıyor fakat bulamıyorlardı.  Gittikçe şiddetlenen fırtına müşrikleri nefes nefese getirdi. Artık müşrik ordusu diye bir şey kalmamıştı. Göz gözü görmüyordu, ortalık toz dumandı.

Ertesi sabah fırtına yavaşladı ve nihayet kesildi. Müslümanlar hendeğin yanına koşup düşman karargahına baktıklarında orada sessizlik ve dağınıklıktan başka bir şey göremediler.

Peygamber buyurdu:

-      Kim düşmanın durumundan haber getirebilir?

Zübeyir bin Avvam:

-      Ben getiririm ey Allah’ın Resulü, dedi.

Zübeyir, Kureyş ordugahına ihtiyatla yaklaştı. Ancak dağılmış çadırlar, devrilmiş ve terkedilmiş eşyalardan başka bir şey görünmüyordu.

Sevinç içinde Müslümanların yanına döndü ve bağırdı:

-      Bütün müşrikler kaçmış, hiç kimse kalmamış!

Sevinçli haber bütün Medine halkına yayıldı. O gün Medine Müslümanları şu sloganı söylediler:

 

“- Allah’tan başka tanrı yoktur.

    Allah sözünde durdu.

    Kullarına yardım etti.

    Ordusunu yüceltti.

    Müşrik gruplarını tek başına yenilgiye uğrattı.”

 

Hz. Peygamber hemen şükür namazı kıldı ve Müslümanlara şöyle buyurdu:

-      Şimdi biz onlarla savaşacağız. Biz onların yanına gideceğiz.

Resulullah (s.a.v) kılıcını henüz kınına sokmamıştı ki, Cebrail’in yanına geldiğini gördü, Cebrail O’na şöyle dedi:

-      Ey Allah’ın Peygamberi kılıcını yerine mi koydun?

Peygamber:

-      Evet, dedi.

Cebrail:

-      Allah, Beni Kureyza Yahudilerinin semtine gitmeni ve onları dağıtmanı emrediyor.

Hendek savaşı öncesi Medine Yahudileri Müslümanlara ihanet etmiş, Hz. Peygambere komplo hazırlamışlardı. Eğer Allah'’n yardımı ulaşmasa ve bu yardım sayesinde müşriklerin kuşatması bozulmasa Müslümanlar savaşı kaybedecekti. Bundan dolayı, şimdi Medine Yahudileriyle hesaplaşmak, onlara ihanetlerinin bedelini ödetmek, onları Müslümanların yanından uzaklaştırmak gerekiyordu.

Peygamber, yüksek bir yere çıkıp seslendi:

- Ey Müslümanlar, sesimi duyan herkes, ikindi namazını Beni Kureyza semtinde kılacağımızı bilsin.

Peygamberin çağrısı üzerine bütün Müslümanlar silahlanıp Beni Kureyza Yahudilerinin oturduğu mahalleye hareket ettiler. Yahudiler, Müslümanların silahlarıyla geldiğini görünce ihanetlerini hatırlayıp korkudan titreyip kaçıştılar. Kalelerinin kapısını kapattılar, fakat orada uzun zaman kalabilecekleri kadar yiyecek ve içecekleri yoktu, teslim olmak zorundaydılar. Peygamber onlara son bir fırsat tanıyıp yaptıklarından pişman olarak Müslüman olmalarını teklif etti, fakat kabul etmediler, inkârcılık ve ihanetlerinde ısrar ettiler. Bunun üzerine Resulullah içlerinden bir temsilci göndermelerini istedi.

Temsilcileri, Müslümanlara komplo düzenleyip ihanet ettiklerini itiraf etti. İhanetin cezası idamdı. Hz. Peygamber (s.a.v) affedilmez ihanet suçunu işleyen Yahudi erkeklerinin kılıçtan geçirilmesini emretti. Müslümanları arkalarından vurmak isteyenler böylece cezalandırıldılar, Medine kenti Müslümanların daha büyük bir güven içinde yaşadıkları İslam kenti oldu. Allah kendisine inanan ve yolunda savaşan Müslümanları bu kentin sahibi yaptı. Hiç şüphe yoktur ki Allah’ın gücü her şeye yeter.

 

“Andolsun, Allah, Resulünün gördüğü

rüyanın hak olduğunu doğruladı.

Eğer Allah dilerse, mutlaka siz,

Mescid-i Haram’a güven içinde,

Saçlarınızı tıraş ettirmiş,

(kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca gireceksiniz.

Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi,

böylece de bundan önce size yakın bir fetih (nasip) kıldı.”

(Kur’an-ı Kerim, Fetih Suresi: 27)

 

 

HUDEYBİYE BARIŞI

 

Kureyş müşrikleri Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıyla İslamiyeti yok edip Hz. Muhammed (s.a.v)’i ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Ancak İslam dini bütün bu engellemelre rağmen yayılmaya devam ediyordu. İşkenceler, ekonomik boykotlar Müslümanları yıldıramıyor; çektikleri zorluklar onların İslam’a bağlılığını, Allah’a inançlarını daha da arttırıyordu. Müslümanların sayısı gün geçtikçe çoğalıyordu. Bedir savaşında 300 olan İslam savaşçılarının sayısı Uhud savaşında 700 kişiye, Hendek savaşında 3000 savaşçıya ulaşmıştı. Halk, gruplar halinde coşkuyla İslam dinine giriyordu. Çünkü İslam, insanları maddi ve manevi, her yönden mutluluğa kavuşturuyordu. İslamiyet bu nedenledir ki bütün dünyaya silah gücüyle değil, insanların isteyerek kabul etmeleriyle ve onu ortadan kaldırmak isteyenlerin silahlarına rağmen yayılmıştır.

Hz. Muhammed (s.a.v), bir gece rüyasında Mekke’ye Hac merasimi için gittiğini gördü ve bu rüyayı Allah’ın gösterdiğini bilerek Mekke’ye gitmeyi kararlaştırdı. Hac mevsimiydi ve halk çeşitli bölgelerden Mekke’ye geliyordu. Müslümanlar da Hac için beyaz ehram elbiselerini hazırlayarak hacı olmak arzusuyla Medine’den ayrıldılar. 1400 kişiydiler. Kureyşliler, Müslümanlar savaşa geliyor sanıp ürkmesinler diye, Müslümanlar yanlarına silahlarını almamışlardı. Onlar, savaşa değil, Kâbe’yi ziyarete gidiyorlardı.

Yolculuk sürerken bir kişi Peygamberimizin yanına gelip şöyle dedi:

- Ey Allah’ın elçisi, sizin yolculuğunuzdan haberdar olan Kureyşliler silahlanarak sizi Mekke’ye sokmamak için karar almışlar.

Hz. Peygamber, bu haber üzerine silahsız Müslümanlar yolda bir tehlikeyle karşılaşmasınlar diye başka bir yoldan hareketle kafileyi Hudeybiye denilen yere getirdi. Uzaktan Mekke gözüküyordu. Peygamber, Hac kafilesinin bir süre orada dinlenmesini emretti.

Kureyşlilerden birisi Peygamberimizin yanına gelip sordu:

-      Buraya niçin geldiniz?

Hz. Peygamber şu karşılığı verdi:

-      Savaşmak için değil, Allah’ın evi (Kâbe)’yi ziyaret ve ibadet etmek için.

Bu cevabı alan Kureyşlilerin temsilcisi, Mekke’ye döndü ve müşriklerin ileri gelenlerine duyurdu:

-      Muhammed savaşmaya değil, Kâbe’yi ziyarete gelmiş.

Peygamberimize duydukları kinle bazıları bağırdı:

- O bizimle savaşmak istemese de biz onunla savaşacağız. Onun Mekke’ye gelmesini kuvvet kullanarak engelleyeceğiz.

Fakat Kureyşliler, Hudeybiye’de arkadaşlarıyla birlikte bekleyen Peygamberimizin Hac isteği konusunda nasıl bir tavır takınacaklarına henüz bir karar verememişlerdi. Bu nedenle sürekli temsilci gönderip Peygamberin ne yapmak istediğini soruyorlardı. Hz. Peygamber her defasında onlara, Mekke’ye Hac için girmek istediklerini tekrarlıyordu.

Fakat Kureyşliler bir türlü Hac ziyaretine izin vermek istemiyorlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz, Mekke’ye bir Müslüman temsilci göndermeyi uygun gördü.

Müslümanların gönderdiği temsilcinin dönüşü gecikince, onun müşrikler tarafından öldürüldüğü söylentisi yayıldı. Peygamberimiz öfke ve endişe içindeki Müslümanları bir ağacın etrafında toplayarak, Kureyşlilerle kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair onlardan söz aldı. Müslümanlar coşku içinde, Peygamberimize, gerektiğinde müşriklerle kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına yürekten söz verip ant içtiler. Peygamberimizle arkadaşları arasındaki bu antlaşmaya İslam tarihinde ‘Rıdvan Sözleşmesi’ adı verilmiştir. Yüce Allah’ta Kur’an da bu antlaşmadan şöyle söz etmiştir:

 

Andolsun, Allah, sana o ağacın (Rıdvan ağacının) altında biat eden müminlerden razı olmuştur; kalplerinde olanı bilmiş ve böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir fethi sevap (karşılığı) olarak vermiştir.”

 

Müslümanlar, Müslüman temsilcinin iadesi için hareket etmeden önce ilahi zaferin ilk işaretleri göründü ve Peygamberimizin elçisi, yanında bir Kureyşliyle sapasağlam döndü. Peygamberimiz, gelen iki kişiyi uzaktan gördüğünde şöyle buyurdu:

-      Kureyşliler o kişiyi bizimle barış yapmak için göndermiş olmalılar.

Gerçekten de Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl bin Amr, anlaşma için gelmişti.

Hz. Peygamber (s.a.v) ile Süheyl, Müslümanlar ile Kureyşliler arasında yapılacak antlaşma için görüşmeler yaptılar. Yapılan anlaşmaya göre;

“Müslümanlar bu yıl Hac yapmaktan vazgeçip Medine’ye dönecekler. Gelecek yıl yine Hac zamanı Mekke’ye gelip  Kâbe’yi ziyaret etmelerine izin verilecekti.

İki taraf on yıl boyunca birbirlerine saldırmayacaklar, diğer kabileler de antlaşmalar yapabileceklerdi.

Mekke’den kaçıp Medine’ye sığınmak isteyenlere Kureyşlilerin tasvibi olmaksızın Medine’ye giriş izni verilmeyecekti. Fakat Mekke’ye gelecek kişileri Kureyşliler isterlerse Mekke’ye kabul edebileceklerdi.”

Antlaşma hükümleri Müslümanlar tarafından beğenilmedi. Bir çoğu sinirlenerek bu antlaşmanın iptal edilmesini istediler.

Antlaşmaya tepki gösterenlerden bir kişi Peygamberimizin yanına gelip şöyle dedi:

-      Sen Allah’ın Peygamberi değil misin?

-      Evet, Peygamberiyim.

-      Acaba biz Müslüman değil miyiz?

-      Evet, Müslümanız.

-      Acaba Kureyşliler müşrik değil mi?

-      Evet, müşrik.

-      Peki neden biz Müslüman iken, bizi küçük düşüren bu antlaşmayı kabul edelim?

Peygamber buyurdu:

-      Ben Allah’ın kulu ve elçisiyim. Hiçbir zaman Allah’ın bilgisi dışında hareket etmem ve O, beni hiçbir zaman yalnız bırakmaz.

Hz. Muhammed (s.a.v)’in bu açıklamasına rağmen bazı Müslümanlar antlaşmaya tepki göstermeye devam ettiler.

Hz. Peygamber (s.a.v), Hz. Ali’yi çağırıp Hudeybiye antlaşması metnini yazmasını istedi:

-      Yaz; Bismillahirrahmanirrahim.

Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl itiraz etti:

-      Bu başlangıç tarzı bize uygun değil, böyle yazılmasın.

Peygamberimiz buyurdu:

- Peki onu çiz; şunu yaz: Bu antlaşma Allah’ın elçisi Muhammed ile Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl bin Amr tarafından imzalanmıştır.

Süheyl yeniden itiraz etti:

-      Biz senin Peygamber olduğunu kabul etseydik, seninle savaşmazdık.

Peygamberimiz buyurdu:

- Peki, şöyle değiştir: Bu antlaşma, Abdullah oğlu Muhammed ile Süheyl bin Amr tarafından imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre: Müslümanlar bu yıl Kâbe’yi ziyaret etmeden Medine’ye dönecekler ve Hac ziyaretini gelecek yıl yapacaklardır. Müslümanlar ve Kureyşliler on yıl boyunca birbirlerine saldırmayacaklar ve başka kabilelerle antlaşmalar yapabileceklerdir. Mekke’den kaçanlar Medine’ye kabul edilmeyecek, fakat Mekke’ye kaçanları Kureyşliler Mekke’ye alabileceklerdir.

Bu barış antlaşması görünüşte Müslümanların aleyhine bazı hükümler taşıyorsa da aslında Müslümanların bir zaferiydi. Bazı Müslümanlar bunu anlayamıyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bu antlaşmanın gelecekte hangi gelişmelere yol açacağını çok iyi biliyordu. Çünkü bu antlaşma, her şeyden önce Müslümanların Mekke’ye kan dökmeden girmelerini sağlıyordu. Ayrıca bu antlaşma, müşrikler tarafından Müslümanların gücünün kabul edildiğini ortaya koyuyordu.  Nitekim bu antlaşmadan sonra Arap yarımadasında İslamiyet daha hızlı yayılmıştı.  Bir yıl içinde Müslümanların sayısı yedi yıldan beri  İslam’a girenlerin sayısını geçmişti. Bundan başka Mekke’den kaçıp Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar, Mekke’ye dönmeyip Kureyş kervanlarının başına bela olacaklar, Kureyşliler antlaşmanın bu maddesinin kendi aleyhlerine işlediğini görüp pişman olacaklardı. Müslümanlar Hudeybiye barışından sonra öylesine çoğalıp güçlendiler ki, bir yıl sonra Mekke’yi fethetmeye giderken on bin kişilik büyük bir ordu kuracak kuvvete ulaştılar.

Hz. Peygamber (s.a.v), arkadaşlarıyla birlikte Medine’ye döndükten sonra Allah, (c.c) Fetih suresini indirdi. Yüce Allah şöyle buyuruyordu:

 

Bismillahirrahmanirrahim.

(Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla)

(Ey Resulüm, Mekke’nin ve diğer memleketlerin fethine sebep olacak Hudeybiye barışı ile) biz sana gerçekten açık bir zafer verdik.

Öyle ki, (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini, (dinin yücelmesini) tamamlayacak ve seni dosdoğru bir yola yöneltecektir.

Ve Allah, seni eşi görülmemiş bir zafer ile galip ve üstün getirecektir.

Müminlerin kalplerine, imanlarına iman katıp güven duygusu ve huzur indiren O’dur. Göklerin ve yerlerin orduları Allah’ındır; Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.

(Bütün bunlar), mümin erkekleri ve mümin kadınları, içinde sonsuza kadar kalmak üzere,  altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların kötülüklerini örtüp bağışlaması içindir. İşte bu, Allah katında büyük kurtuluş ve mutluluktur.

Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunmakta olan münafık erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları azaplandırması için o kötülük çemberi tepelerine insin, Allah, onlara karşı gazaplanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları yer ne kötüdür.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah üstün ve güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.

Hiç şüphesiz biz seni bir  şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik.

(Gönderdik) ki Allah’a ve Resulüne inanasınız, onu savunasınız, onu en içten bir saygıyla yüceltesiniz ve sabah akşam O’nu (Allah’ı) zikredesiniz.

Hiç şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah’a biat etmişlerdir. Allah’ın eli, onların elinin üzerindedir (yardımcıdır). Şu halde kim verdiği sözü bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a karşı verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”                                            

 (Kur’an-ı Kerim  ‘Fetih Suresi 1-10)

 

Hz. Muhammed (s.a.v) bu sureyi okuyup duyurunca Müslümanlar sevinip huzura kavuştular. Yüce Allah bu ayetleriyle Peygamberimizin Hudeybiye barışını imzalamakla doğru bir karar verdiğini bildiriyor ve Mekke’nin Müslümanların eline geçeceğini müjdeliyordu.

Hudeybiye barışı Müslümanlara İslam’ı öğrenip başkalarına öğretme fırsatı verdi. Hem Allah’ın Peygamberinden İslam’ı daha iyi öğrendiler, hem de çok sayıda kişinin Müslüman olmasına vesile oldular. Müşriklerin cephesi günden güne zayıflarken, Müslümanların cephesi her geçen gün gelişip güçlendi.

 

 De ki, ‘Ey Kitap ehli, bizimle sizin aranızda

ortak (olacak) bir kelimeye gelin.

(Şöyle ki:)

Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim.

O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım

ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi tanrılar (olarak) tanımayalım’.

Eğer yine de yüz çevirirlerse deyin ki:

Şahid olun biz gerçekten Müslümanız.”                                                                                                

Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Suresi: 64)

 

 

İSLAMIN YAYILIŞI

 

Hudeybiye barışından sonra Müslümanların sayısı hızla çoğalmaya başlamıştı. Allah, Peygamberini tüm dünya insanları için göndermiş olduğundan, Hz. Muhammed (s.a.v) İslamiyeti tüm dünyaya yaymak için önce çevresindeki ülkelerden başlayarak, komşu ülkelerin hükümdarlarına elçiler göndermeyi kararlaştırdı.

Allah’ın elçisi hükümdarlara gönderilmek üzere kendi adına mektuplar yazdırdı. Bu mektuplar, “Resulullah Muhammed”, yani “Allah’ın elçisi Muhammed” yazılı bir mühürle mühürlendi.

Çok sayıda Müslüman, diğer insanlara İslamiyeti öğretmek için çeşitli bölgelere gittiler. Hz. Peygamber birkaç kişiyi de hükümdarlara yazılan mektupları götürmeleri için görevlendirdi. O, yakın bölgelere gönderilenlerin gönüllü olarak gideceklerini, uzak yörelere gönderilenlerin nazlanabileceğini biliyordu. Bu yüzden arkadaşlarını çevresine topladı ve onlara şöyle dedi:

- Ey Allah’ın bir olduğuna ve beni Peygamber olarak gönderdiğine inananlar, inandıklarınızı diğer insanlara da duyurarak görevinizi yapın. Görevinizi yapın ki Allah sizi rahmetine kavuştursun. Havarilerin Meryemoğlu İsa ile ayrılığa düştükleri gibi benimle ayrılığa düşmeyin.

Bir Müslüman sordu:

-      Havariler kimlerdi ve Hz. İsa ile nasıl bir ihtilafa düşmüşlerdi?

Allah’ın elçisi cevap verdi:

- Havariler, Meryem oğlu İsa’nın arkadaşlarıydı. İsa onları çeşitli bölgelere gönderip Allah’ın dinini duyurmalarını istedi. Fakat yakın bölgelere gönderilenler itiraz etmeden giderken, uzak yerlere gönderilenler verilen görevi yerine getirmediler. İsa da onları Allah’a şikayet etti ve Havariler ertesi sabah uyandıklarında kendi lisanlarını unutup gönderildikleri yerin dilini konuşmaya başladıklarını gördüler.

Hz. Peygamber’in (s.a.v) arkadaşları, İsa’nın havarileri gibi ayrılık göstermediler ve Peygamberin gönderdiği yerlere itiraz etmeden gittiler.

Hz. Peygamber (s.a.v) sahabelerden Dihyetül Kelbi’yi bir mektupla birlikte Bizans İmparatoru Herakliyus’u İslam’a davet etmeye gönderdi. Dihye, İmparatorun kafilesine Kudüs’e giderlerken rastladı. Dihye, görüşme isteğinde olduğunu bildirince, İmparatorun memurları şöyle dediler:

- Sayın imparatorun huzuruna varınca hemen secdeye kapanacaksın ve o izin vermedikçe başını yerden kaldırmayacaksın. Buranın töresi budur, sakın unutma.

Dihye:

- Ben bir Müslümanım, dedi. Böyle bir hareket yapamam. Çünkü bir Müslüman Allah’tan başkasının önünde eğilmez.

Memurlar:

-      Nasıl istersen. Sen buna razı olmazsan İmparatorumuz seninle görüşmeyi kabul etmez.

Dihye, bütün ısrar ve uyarılara rağmen, imparatorun önünde eğilmeden mektubu ona verdi.

İmparator, Kudüs’teki sarayında Peygamberimizin mektubunu tercüme ettirip okuttu.

Mektup şöyleydi:

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile.

Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Rumların büyük lideri Herakliyus’a.

Hidayete gelene selam olsun. Seni Müslüman olmaya çağırıyorum. Müslüman ol ve kurtuluşa ulaş.  Müslüman olursan Allah sana iki kat sevap verir. Eğer Müslüman olmak istemezsen halkının günahı da sanadır...”

 

Mektubu okuyan imparator, Hz. Peygamber hakkında daha fazla bilgiler edinmek istedi. Memurlarını Şam kentine gönderdi ve oraya ticaret için gelmiş olan birkaç Kureyşli Arabı sarayına çağırttı. Onlara Peygamberimiz hakkında birkaç soru yöneltti.

Herakliyus sordu:

-      O nasıl bir aileye mensuptur?

Kureyşli tüccarların en yaşlısı cevap verdi:

-      O temiz, şerefli ve tanınmış bir ailedendir.

-      Acaba, Peygamberliğini bildirmeden önce ve sonra yalan söylediğine hiç tanık oldunuz mu?

-      Hayır, O asla yalan söylemez.

-      Peki, ona inanların çoğu tanınmış ve zengin kişiler mi, yoksa yoksullar mı?

-     Ona en çok, ezilmiş ve hor görülmüş yoksul insanlar bağlandılar. Fakat zenginlerden de Müslüman olanlar vardır.

İmparator:

-      O, sizin nelere inanmanızı, neler yapmanızı istiyor?

Kureyşli tüccar:

- O, bizden, Allah’tan başka tanrı olmadığına ve kendisinin Allah’ın elçisi olduğuna inanmamızı istiyor. Atalarınız gibi putlara tapmayın, sadece bir olan, her şeyin yaratıcısı Allah’a ibadet edin, namaz kılın, zekat verin, oruç tutun, yalan söylemeyin, sözünüzde durun, emanete hıyanet etmeyin, diyor.

Kureyşli tüccarın verdiği cevapları dinleyen imparator Herakliyus, en son şu sözü söyledi:

-      O gerçekten bir Peygamberdir. Eğer yakınında olsam ona hizmet ederdim.

 

Hz. Peygamber (s.a.v) İran Kisra’sına da şu mektubu gönderdi:

 

Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile.

Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den, İranlıların büyük lideri Kisra’ya.

Hidayete gelenlere, Allah ve elçisine inananlara, Allah’tan başka tanrı olmadığını kabul edenlere selam olsun. Ben seni Müslüman olmaya çağırıyorum. Çünkü ben bütün insanları Allah’ın dinine davet etmek için gönderilen Peygamberim. O halde İslam’ı kabul et ve kurtuluşa ulaş. Eğer Müslüman olmazsan bütün mecusilerin (İran’da o zaman ateşe tapmakta olan halkın) günahı sanadır.

 

Peygamberimiz bu mektubu İran Kisra’sına, Abdullah bin Hüzeyfe ile göndermişti. Hüzeyfe İran’a gitmiş, mektubu saraya ulaştırmıştı. Fakat Kisra kendini çok beğenmiş kibirli bir hükümdardı. Mektubun daha baş tarafını okurken sinirlendi ve mektubu yırtıp attı. Hüzeyfe Medine’ye dönüp başından geçenleri anlattı. Hüzeyfe’yi dinledikten sonra Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

- Kısa bir zaman sonra Kisra’nın bütün saltanatı ve ülkesi Müslümanların eline geçecektir.

Gerçekten de öyle oldu. Peygamberimizin vefatından kısa bir süre sonra Halife Hz. Ömer zamanında İslam orduları İran’ı fethettiler ve İran’ı yönetmekte olan Sasanilerin başkenti Medayin şehrini bütün hazineleriyle birlikte ele geçirdiler.

Hz. Peygamber (s.a.v), üçüncü mektubu Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye gönderdi. Bu görevi Amr bin Ümeyye üstlendi. Habeş hükümdarı daha önce de, müşriklerin zulmünden Habeşistan’a kaçıp göç eden Müslümanlara yakınlık gösterip yardımcı olmuştu.

Amr bin Ümeyye, Peygamberimizin mektubunu verince Necaşi tevazu göstermek için tahtından indi, mektubu başının üstüne koydu ve şahadet getirip hemen Müslüman oldu.

Hz. Peygamber, mektubunda Necaşi’ye çağrıda bulunarak Müslüman olmasını istemişti. Müslümanlığı kabul eden Habeş hükümdarı Peygamberimize şu mektupla cevap verdi:

 

Necaşi’den Allah’ın elçisi Muhammed’e.

Ey Allah’ın elçisi, Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun. Senin Allah tarafından görevlendirilen Peygamber olduğunu ve sözlerinin doğruluğunu kabul ediyorum, sana biat ediyorum.”

 

Hz. Peygamber (s.a.v), bir mektup da Mısır hükümdarı Mukavkıs’a gönderdi. Mukavkıs’a gönderilen mektubu Peygamberimizin arkadaşlarından Hatip bin Belte götürdü.

Hatip, mektubu alıp ailesiyle vedalaştıktan sonra çöl yolunu tuttu. Uzun ve zorlu geçen çöl yolculuğundan sonra Mısır’ın İskenderiye kentine ulaştı. Hatip’e, hükümdarın o sırada deniz kenarında dinlenmekte olduğunu söylediler, o da tarif edilen yere gitti, Peygamberimizin mektubunu hükümdara teslim etti.

 

Mektup şöyleydi:

 

“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile.

Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Mısır’ın büyük lideri Mukavkıs’a.

Hidayete gelene selam olsun. Ben seni Müslüman olmaya çağırıyorum. Müslüman olup kurtuluşa ulaşırsan Allah sana iki kat sevap verecektir. Eğer Müslümanlığı kabul etmezsen Kıbtilerin (Mısır halkının) günahı sanadır...”

 

Mektubu okuyan Mukavkıs, Peygamberimizin temsilcisi Hatip’e şu soruyu sordu:

-      Madem o bir Peygamberdir, düşmanlarını yenmesi için neden beddua etmiyor?

Hatip cevap verdi:

İsa Peygamber de kendisini öldürmeye teşebbüs edenlere beddua etmemişti.

Mukavkıs:

-      Sen bilgili bir kişisin ve bilgili bir kimsenin yanından geldiğin anlaşılıyor.

Hatip:

- Peygamberimiz halkı İslam’a çağırdığında ona müşrikler ve Yahudiler karşı çıktılar, Hıristiyanlar bir düşmanlık göstermediler. Musa Peygamber nasıl İsa Peygamberi müjdelemişse, o da Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v)’in geleceğini müjdelemiştir. Tevrat’ın İncil’e çağırdığı gibi biz de seni İslam’a çağırıyoruz.

Mukavkıs, Peygamberimizin elçisi Hatip’e çok nezaket gösterdi ve onu Mariye ve Siyrin adlı iki cariye ve değerli hediyelerle Medine’ye uğurladı.

Hz. Peygamberin İslam’ın yayılması için çeşitli ülkelere gönderdiği elçiler Medine’ye döndüler. Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından elçiler gönderilen pek çok ülke birkaç yıl sonra Allah’ın dinini kabul edip Müslüman oldular.

 

 “De ki, Hak geldi ve bâtıl yok oldu

Bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”

(Kur’an-ı Kerim, İsrâ Suresi: 81)

 

MEKKE’NİN FETHİ

 

Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında imzalanan Hudeybiye antlaşmasına göre her iki tarafın müttefiklerine de saldırı yapılmayacaktı. Mekkeli müşriklerin dostları olan kabilelerle Medineli Müslümanların dostları olan kabileler de savaşın dışında olacaklar ve bunlarla da barış içinde yaşanacaktı.  Fakat bu antlaşmaya rağmen Mekkeli müşriklerin dostlarından Beki kabilesinden bir grup, Müslümanların dost ve yardımcılarından olan Huzaa kabilesine saldırdı. Bu saldırıya Mekkeli müşrikler de silah vererek yardımcı oldular. Bu durum Hudeybiye antlaşmasının bozulması anlamına geliyordu. Saldırıya uğrayan Huzaa kabilesi bir heyet göndererek Medineli Müslümanlardan yardım istedi. Peygamberimiz de yardım için onlara söz verdi.

Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan, Hudeybiye antlaşmasının bu maddesinin değiştirilmesi ve Peygamberden merhamet dilemek için istemeye istemeye Medine’ye geldi. Burada Allah’ın elçisiyle görüşüp Mekkeli müşriklere güvence verilmesini isteyecek, daha sonra müşrikler güçlendiğinde Müslümanların işini bitirmeye çalışacaktı. Elbette ki, durumu daha iyi değerlendiren Peygamberimiz, Ebu Süfyan’ın oyununa gelmedi.  Ebu Süfyan, Peygamberimizle görüştü, fakat Resulullah (s.a.v) onunla fazla ilgilenmedi ve istediği cevabı vermedi. Ebu Süfyan, Peygamberimizin yanından ayrıldıktan sonra, arkadaşlarından bazılarıyla görüşerek onlardan kendisiyle ilgilenmelerini, Peygamberle arasında ricacı olmalarını istedi. Fakat kimse bu İslam düşmanının isteğini yerine getirmedi. Sonunda Kureyş kabilesinin lideri eli boş, başarısızlığa uğramış olarak Mekke’ye döndü.

Hz. Peygamber (s.a.v), Müslümanlara büyük bir savaşa hazırlanmalarını emretti, fakat nereye gideceklerini belirtmedi. Bütün hazırlıklar tamamlanınca Mekke’ye hareket edileceğini duyurdu. Aynı zamanda İslam savaşçılarını, emri olmadan yola çıkmamaları konusunda uyardı. Çünkü o, kinci bir kişi değildi, kimseden intikam alınmasını istemiyordu ve Mekke’ye kan dökülmeden girilmesini istiyordu.

İslam ordusu, yola koyulurken, Hz. Peygamber (s.a.v) mübarek ellerini yukarıya kaldırıp yüce Allah’a dua etti:

- Allah’ım, Mekke’ye ulaşıncaya kadar bizi Kureyşlilerin gözleri ve kulaklarından sakla. (Mekke’ye varıncaya kadar, oraya gitmekte olduğumuzu duyup görmelerine fırsat verme)

Resulullah (s.a.v) İslam ordusunun yürüyüşünü Mekke önlerine kadar sürdürüp, Mekke yakınlarında kamp kurdu. Onunla birlikte on bin İslam savaşçısı bulunuyordu.  O günlere kadar Mekke de Müslümanların dostu olarak kalan tek kişi Peygamberimizin amcası Abbas’tı. Abbas, müşriklerin Müslümanlar hakkında aldığı kararları Peygamberimize bildiriyordu. Artık Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleşmek için yola çıktı ve fazla yol gitmeden muhteşem İslam ordusuyla karşılaştı ve kendisi de aralarına katıldı.

Vakit akşam olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v) düşmana İslam ordusunun ihtişamını göstermek için alevleri yükseklere çıkan on bin ateş yakılmasını emretti.  Ateşler yakılınca her taraf alevlerin ışığıyla aydınlandı.  Mekkeliler, biraz sonra o tarafa baktıklarında çok daha kalabalık bir ordunun gelmekte olduğunu zannedeceklerdi.

O gece bütün İslam savaşçıları namaz kılıp Kur’an okuyarak, hep zikir ve ibadetle meşgul oldular. Onlar, gündüzün aslanları, gecenin ibadet edenleriydi.

Abbas, Peygamberin atına binerek bu defa Mekke’ye doğru yola çıktı. O, Kureyşlilere Hz. Peygamberin çok büyük bir orduyla yaklaşmakta olduğunu, onun karşısında durmalarının mümkün olmadığını, bildirmek istiyordu. Onlara, eğer Peygamberin gazabıyla karşılaşmak istemiyorlarsa Peygambere güvenip onu güzel bir biçimde karşılamalarını söyleyecekti.

Bu sırada, uzaklarda yanan büyük ateş çemberini görüp ne olduğunu merak eden Ebu Süfyan ve arkadaşları da durumu öğrenmek için Mekke dışına çıkmışlardı.

Ebu Süfyan, on bin ateşin ateşten bir şehir gibi alevlerini göğe yükselttiği tarafa bakarak:

-      Ben şimdiye kadar böylesine görkemli bir ordu daha görmedim, dedi.

Karanlıkta Mekke’ye gitmekte olan Abbas, Ebu Süfyan’ın sesini tanıyarak ona yaklaştı ve şöyle dedi:

- Ey Ebu Süfyan, haberin olsun, bu gelen Muhammed’dir. O şimdi savaşçılarıyla Mekke’ye girmeye hazırlanıyor. Bu muazzam ateşler de onun ordusunundur.

Ebu Süfyan’ın vücudu korkudan titremeye başladı, titrek bir sesle Abbas’a:

-      Abbas, anam – babam sana kurban olsun, söyle benim için çare nedir? Diye seslendi.

Abbas, şu cevabı verdi:

- Şimdi beni iyi dinle. Allah’a yemin ederim ki, Peygamber galip gelirse, senin boynunu ben vuracağım. Henüz vakit geçmeden gel seni onun yanına götüreyim de belki hayatını bağışlar.

Ebu Süfyan, Abbas’ın atının arkasına bindi ve ikisi birlikte Peygamberin çadırına ulaşmak için yola koyuldular.

Ordunun bulunduğu yere geldiklerinde Ebu Süfyan’ı görenler ona kızgınlıkla bakıyor, fakat yanında Abbas bulunduğu için seslerini çıkarmıyorlardı.

Peygamberin çadırına yaklaşırken Hz. Ömer’e yakalandılar. Hz. Ömer’in niyeti bu azılı İslam düşmanını hemen orada öldürmekti. Fakat Abbas onu sakinleştirip mani oldu. Abbas ve Ömer, Ebu Süfyan’ı getirdiklerini haber vermek için Resulullah’ın huzuruna çıktılar. Hz. Peygamber, Abbas’tan onu nasıl getirdiğini ve hakkında düşündüklerini dinledi. Hz. Ömer’de Ebu Süfyan’ı cezalandırma görüşünde olduğunu belirtti. Hz. Peygamber, onları dinledikten sonra Abbas’tan Ebu Süfyan’ı sabaha kadar saklayıp, ertesi gün yanına getirmesini istedi.

Sabahleyin Abbas, Ebu Süfyan’ı Hz. Peygamberin yanına getirdi. Resulullah (s.a.v), Ebu Süfyan’a şöyle dedi:

-      Acaba Allah’ın bir olduğunu anlamanın vakti gelmedi mi?

Ebu Süfyan:

- Anam ve babam sana kurban olsun, gerçekten büyük ve yakınlarıyla ilgilenen bir kişisin. Eğer Allah’tan başka tanrı olsaydı, şimdiye kadar bize yardım etmesi gerekirdi.

Ebu Süfyan, o gün şahadet getirip Müslüman oldu. Onun görünürde ve korkuyla Müslümanlığı kabul etmesi Peygamberimizin arzusu değildi. Ancak azılı bir müşriğin inadının kırılması, İslam ordusunun Mekke’ye kan dökülmeden girmesini sağlamak yönünden son derece yararlıydı.

Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Süfyan’ın Müslüman olması ile ilgili olarak şöyle buyurdu:

-  Mekke halkından kim silahını bırakırsa, kim evinden dışarı çıkmaz veya Ebu Süfyan’ın evine sığınırsa, kim Kâbe’ye sığınırsa, İslam ordusu şehre girdiğinde güvenlik içinde olacaktır.

İslam ordusu Mekke’ye girmek üzereydi. Hz. Muhammed (s.a.v), devesine bindi. Ebu Süfyan da, Peygamberin duyurusunu ulaştırmak üzere Mekke’ye döndü ve halkı toplayıp şöyle seslendi:

- Kısa bir süre sonra İslam ordusu Mekke’ye girecek. Kendilerine karşı koymayacak kişilere hiçbir zarar ve kötülükte bulunmayacaklar. İslam ordusu geldiğinde, benim evimde toplananlar güvenlik içinde olacaklar. Kâbe’nin çevresinde toplananlar güvenlikte olacaklar.

Mekke halkı evlerine çekilirken İslam ordusu büyük bir coşku ve görkemle Mekke’ye girdi. Halktan hiç kimse karşı koymadı.  Hz. Peygamber (s.a.v) devesinin üzerinde Allah’a şükrederek dua okudu.  Mekke halkı, Peygamberin kimseye saldırmak veya intikam amacında olmadığını anlayınca evlerinden dışarıya çıktılar. Peygamber ve tüm Müslümanlar Kâbe’ye gidip Beytullah’ı tavaf ettiler. Resulullah Kâbe’nin önünde şu duayı okudu:

 

Allah’tan başka ilah yoktur.

Allah birdir, ortağı yoktur.

Allah sözünde durdu ve kullarına yardım etti.

Allah, düşman gruplarını tek başına yenilgiye uğrattı.”

 

Hz. Peygamber (s.a.v), duadan sonra Mekke halkına şöyle seslendi:

 

Ey Kureyş halkı, Allah sizden bencilliği, kendini beğenmişliği, bilgisizliği ve kavmiyetçiliği uzaklaştırdı. Allah sizi bu cahilliye dönemi anlayışlarından kurtardı. İnsanlar Adem’dendir. Adem de topraktan yaratılmıştır.

Ey insanlar, Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak, Allah katında en iyi olanınız takvası en fazla olanınızdır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır.”   (Kur’an-ı Kerim, Hucurat Suresi, Ayet: 13)

 

Resulullah sözlerini bitirdikten sonra, orada toplanmış olan tüm Mekke halkını bir sessizlik kaplamıştı. Herkes, daha önce Peygambere ve diğer Müslümanlara yapmış oldukları kötülükleri hatırlayarak kendilerini cezalandırılmaya layık görüyorlardı. Fakat yine de Peygamberimizin iyiliğine ve bağışlayıcılığına güveniyorlardı.

-      Ey Kureyşliler, size  nasıl davranacağımı umuyorsunuz?

Resulullah’ın  merhametli olduğunu bilen halk şu cevabı verdi:

-      Biz senden sadece iyilik bekliyoruz, seni halkımızın büyüğü biliyoruz.

Allah’ın elçisi, Mekke halkını tümüyle affetti. Aralarında Müslümanlara işkence, baskı, zulüm, hakaret ve türlü kötülüklerde bulunanları bile bağışladı. Resulullah, tıpkı kardeşlerinden kötülük görmüş olan Hz. Yusuf (a.s)’ın söylediklerini söyledi.

-      Bugün artık size kötülük yoktur. Allah günahlarınızı affetsin. Allah iyilerin en iyisidir.

Hz. Peygamber (s.a.v) daha sonra yanında diğer İslam büyükleriyle birlikte Kâbe’ye girdi ve oradaki putları kırıp parçaladı. Putları kırarken şu ayeti okuyordu:

-      “De ki, Hak geldi batıl yok oldu. Batıl yok olmaya mahkûmdur.”

Putlardan temizlenince, Bilal, Kâbe’nin damına çıkarak Mekke’de ilk ezanı okudu.

O zamandan şimdiye kadar Kâbe’de ve tüm dünya camilerinde  günde beş vakit ezan okunur. Müezzinler, okudukları ezanla Müslümanları günde beş vakit, Allah’ın bir ve Hz. Muhammed’in onun elçisi olduğunu hatırlatmaya, namaz kılmaya, kurtuluşa, Allah’ın en büyük kudret sahibi olduğunu unutmamaya çağır maktadır.

 

 

“Allah size birçok yerde

ve Huneyn gününde yardım etmiştir.

Huneyn günü çokluğunuz

sizi hayrete düşürmüşken size

bir faydası dokunmadı.

Korkunuzdan dünya size dar geldi.

Sonra geriye dönüp kaçtınız.

Sonra Allah Resulü ile müminlerin

Üzerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirdi,

sizin görmediğiniz orduları da indirdi

ve küfre sapmış olanları azaplandırdı.

Bu, küfre sapanların cezasıdır.”

(Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi: 25 – 26)

 

 

HUNEYN SAVAŞI

 

İslamiyet Mekke ve civarında günden güne yayılıyordu. Fakat, Mekke’nin güneyinde bulunan Hevazin kabilesi putperestliğe diğer kabilelerden daha sıkı sarılmıştı. Müslümanlığı kabul etmemekte direndikleri gibi Müslümanlara saldırmayı da planlıyorlardı. Bu inat ve kötü niyet içindeki Hevazin ve Sakif kabilelerinin ileri gelenleri aralarında bir toplantı düzenleyerek,  ortaklaşa güçlü bir müşrik ordusu kurmayı kararlaştırdılar. Böylece, İslamiyeti daha Arap yarımadasının dışına yayılmadan yok etmeyi tasarlıyorlardı.

Bu haber  Hz. Peygamber’e ulaştığı zaman haberin doğruluğunu araştırmak için bir Müslümanı o yöreye görevli olarak gönderdi. Peygamberimiz mecbur kalmadıkça savaş yapmak istemiyordu. Ancak mecbur kalınınca, Müslümanları savunmak için savaşa karar veriyordu. Daha önce de hep böyle olmuştu. Kureyş müşriklerinin Medine’ye saldırmak istemesi yüzünden   Bedir savaşı meydana gelmişti. Yine Kureyşliler,  Bedir savaşının intikamını almak için Uhud savaşının yapılmasına neden oldular. Aynı şekilde Yahudiler ve Kureyşliler güç birliği yaparak Hendek savaşını başlatmışlardı. Hz. Peygamber, hiçbir zaman savaşı başlatan taraf olmamış, o her zaman Müslümanların varlığını korumak için savaşmıştır.

Haberin doğruluğunu araştırmak için gönderilen Müslüman görevli, dönüşünde Resulullah’a, Hevazin ve Sakif kabilelerinin savaşa hazırlandığı haberinin doğru olduğunu bildirdi.

Hz. Peygamber (s.a.v) de, düşmanın kalleşçe bir saldırısına uğramamak için İslam ordusuna savaşa hazırlanması emrini verdi ve ardından  on bin mücahitle Mekke’den çıktı. Ebu Süfyan da iki bin savaşçısıyla ona katıldı. Mekke halkı İslam ordusuna çok miktarda silah yardımında bulundu. Huneyn savaşına giden ordu, o zamana kadar hazırlanan en güçlü İslam ordusuydu.

Hevazin kabilesinin topladığı kişiler arasında Sad’ın oğulları da bulunuyordu. Bu aile, Peygamberimizin çocukluğunu aralarında geçirdiği aileydi.  Kabilelerin topladığı grupların liderleri deneyimli ve savaşçı kişilerdi.  Ayrıca yaşlı savaşçıların tecrübelerinden de yararlanıyorlardı. Baş komutanları ise 30 yaşında bir genç olan Malik ibni Avf idi. Malik, emrindeki insanların tümüne haber gönderip bütün mallarını ve hayvanlarını birlikte getirmelerini emretmişti. Emir yerine getirilince ortalığı kadın, çocuk ve hayvanların çıkardıkları sesler kapladı. Bu sesleri tecrübelerinden istifade edilen eski bir savaşçı olan ihtiyar kör duydu ve çevresindekilere seslerin sebebini sordu. İhtiyara şu cevabı verdiler:

-      Malik, halka, ailelerini ve hayvanlarını birlikte getirmelerini emretti.

İhtiyar, Malik’i çağırtıp sordu:

-      Duyduğum hayvan sesleri ve çocuk ağlamaları nedir?

Malik:

-      Evet, herkese, bütün askerlere, aile ve hayvanlarını birlikte getirmelerini ben emrettim.

-      Neden?

-      Arkalarına ailelerini ve hayvanlarını bırakmak suretiyle askerlerin daha iyi savaşmalarını istiyorum.

İhtiyar, Malik’e böyle bir karardan vazgeçmesini tavsiye ettiyse de, genç komutan bu öğüdü dinlemeyeceğini söyleyip ihtiyarın yanından ayrıldı.

Malik, askerlerin arkasına develeri, koyunları, inekleri, kadınları ve çocukları yerleştirerek aynı zamanda savaştan kaçmalarını önlemek istiyordu.

İslam ordusu hareket ederek düşman ordusuna yakın bir boğaza ulaştı. Ordunun geniş bir alana çıkabilmesi için bu geçitten geçmesi gerekiyordu. Boğazın ardındaki geniş sahanın arkasında Hevazin ve Sakif kabileleri savaşçıları mevzilenmişlerdi.

Müslüman gözcülerden biri Hz. Peygambere gelerek şu haberi verdi:

-      Her iki kabilenin savaşçıları aileleri ve hayvanlarıyla birlikte Huneyn’de toplanmışlar.

Hz. Peygamber, gülerek buyurdu:

-      İnşallah, onların beraberinde getirdikleri Müslümanların ganimetleri olur.

Resulullah, böyle dedikten sonra ordu sancağını Hz. Ali’ye vererek İslam ordusuna saldırmaya geçmelerini emretti.               

Vakit sabahın erken saatleriydi, şafak henüz sökmemişti, Huneyn boğazı aydınlanmamıştı. Müslümanlar boğaza girer girmez düşmanlar saklandıkları yerlerden çıkarak ok ve taş yağmurunu başlattılar ve ardından kılıçlarıyla Müslümanlara saldırdılar. İslam ordusu yenilgiye uğrayıp boğazdan geri döndü. Ordu bu beklenmedik saldırıyla dağıldı. Müslümanların korku içinde kaçışmaları Peygamberimizi çok üzdü ve o, yanındaki birkaç Müslümanla savaşmayı sürdürdü. Peygamberin yakın arkadaşları, dağılan Müslüman savaşçılara çağrıda bulundular:

- Ey Ensar topluluğu! Hudeybiye ağacının altında Peygambere biat edenler! Ey Muhacirler! Muhammed yaşıyor. Ona koşun, Onun savaştığı gibi savaşın.

Müslümanlar, kılıcıyla savaşmakta olan Hz. Peygamberi de görüp dağılmış olmalarından utanıp geri döndüler ve yeniden savaşmaya başladılar.

Hz. Peygamber sağına bakıp seslendi:

-      Ey Muhacir topluluğu!

Muhacir Müslümanlar toparlanmayı sürdürerek haykırdılar:

-      Lebbeyk! Ey Allah’ın elçisi, seninle birlikteyiz.

Hz. Peygamber soluna bakıp seslendi:

-      Ey Ensar topluluğu!

Ensar Müslümanlar ordudaki yerlerini alarak haykırdılar:

-      Lebbebyk! Ey Allah’ın elçisi, seninle birlikteyiz.

Böylece toparlanan Müslümanlar düşmana topluca şiddetli bir saldırıya geçtiler. Hevazin müşriklerini boğazdan dışarı attılar. Savaş daha sonra geniş bir alanda devam etti. Artık büyük bir İslam komutanı olan Halid bin Velid’in süvarileri düşmana saldırıp ağır kayıplar verdirdiler. Bu sırada savaş şiddetlenmiş, Peygamber efendimiz Müslümanları savaşa teşvik etmeye devam ediyordu. Savaş ilerledikçe Müslümanların üstünlüğü kendini düşmana kabul ettirmeye başladı. Hevazin erkekleri kaçmaya başladılar.

İslam ordusuna Huneyn savaşından ganimet olarak 24 bin koyun, 6 bin at ve deve düştü. Hevazinlerin komutanı Malik, yanında kalan bir miktar savaşçısıyla kaçarak Taif kalesine sığındı.

Gözcüler, Peygambere, Malik’in Taif kalesine kaçtığını ve orada kendisine iki yıl yetecek kadar yiyecek bulunduğunu haber verdiler. Peygamber, kaleye gidilip Malik’le savaşılmasını emretti.

Taif kalesi abluka altına alındı. Kuşatma sırasında kaleden atılan ok ve taşlarla birkaç Müslüman yaralandı. Ünlü İslam savaşçılarından Halid bin Velid, kaledekilere seslenerek kendisiyle dövüşecek bir kişi göndermelerini istedi, fakat kabul etmediler, cevap olarak şöyle dediler:

- Hiç birimiz dışarı çıkmayacağız. Burada iki yıl yetecek kadar yiyecek stokumuz vardır. O zamana kadar bekleyin. Yiyeceklerimiz bittiğinde dışarı çıkıp sizinle ölümüne savaşacağız.

Taif kalesinin ele geçirilmesi için çareler araştırılırken, Yemenlilerin, taş fırlatmaya yarayan mancınık isimli bir kuşatma silahını öğrendikleri belirtildi. Peygamberin buyruğuyla Selman, Yemen’e gidip bu silahı gördü ve nasıl yapılıp kullanıldığını öğrenerek döndü. Müslümanlar kuşatmanın bundan sonraki bölümünde bu silahı da kullandılar. Ancak kuşatma uzun sürmesine rağmen çok sağlam olan bu kalenin ele geçirilmesi başarılamıyordu.

Hz. Peygamber, ablukanın devam edip etmemesi konusunda arkadaşlarının görüşünü sordu, onlar da şöyle dediler:

- Ey Allah’ın elçisi, yuvada bir tilki var, biraz uzun bir uğraşma göze alınırsa yakalanması mümkündür. Eğer fazla uğraşmaya değmez denilirse, bu durumda ondan bize bir zarar gelmeyeceği zaten bellidir.

Hz. Peygamber, Hevazinleri yenip onların düşmanlığından Müslümanları korumak amacına ulaşmış olduğu için, ablukanın kaldırılmasını emretti.

Müslümanlar, dönüş yolculuğu sırasında Hz. Peygamberden, Hevazin ve Sakif kabilesine beddua etmesini istediler. Resulullah, bu teklifi kabul etmedi, insanlara beddua etmeyi sevmediği ve insanlara iyilik etmeye gönderildiği için dua etti:

- Allah’ım, Hevazin ve Sakif kabilesine de hidayete ulaşmayı, Müslümanlıkla şereflenmelerini nasip et.

Esir kadınlardan biri, Müslümanların yanına gelerek:

-      Ben sizin önderinizin kız kardeşiyim, dedi.

Müslümanlar bunu duyunca şaşkınlık gösterdiler. Çünkü Peygamberimizin kardeşi ve kız kardeşi yoktu. Onu Peygamberin huzuruna götürdüler.

Kadın sordu:

-      Beni tanıdın mı?

Peygamber, tanımaya çalıştı ve soruyla karşılık verdi:

-      Kimsiniz?

-      Ben senin süt kardeşlerinden, Halime’nin kızlarından Şeyma’yım.

Peygamber buyurdu:

- Evet bu kadın benim süt kardeşimdir, Halime ve Haris’in kızlarındandır.

Peygamberimiz, yerinden kalkıp abasını yere serdi ve esir kadını oturmaya davet etti. Gözlerinde yaşlar birikerek, Şeyma’ya süt annesi Halime ve kocası Haris’i sordu.

Kadın:

-      İkisi de vefat etti, dedi.

Bu sırada Peygamberin yanına gelen bir kişi, Hevazin ve Sakif kabilesinden geri kalanların da Müslüman olmak istediklerini haber verdi. Allah, Peygamberinin duasını kabul etmişti.

Esirlerin arasında, Peygamberimizin süt annesi Halime’nin yakın akrabaları da bulunuyordu. Aralarından birini Peygambere ricacı olarak gönderdiler:

- Senin esirlerin arasında süt kardeşlerin, süt kız kardeşlerin, süt halaların da bulunuyor. Bu kişiler, sana çocukluğunda hizmet edenlerin yakınlarıdır, onların hepsini serbest bırakmalısın.

Hz. Peygamber (s.a.v) biraz düşündükten sonra şöyle buyurdu:

- Ben kendi payımı, ayrıca Abdülmuttalib oğullarının payını hemen bağışlıyorum. Ancak Muhacir’in ve Ensar’ın payları için söz sahibi kendileridir. İkindi namazından sonra cemaate görüşümü açıklayacağım ve onlara da aynı şeyi tavsiye edeceğim.

Diğer Müslümanlar da Resulullah’ın yaptığını yaparak esirlerini serbest bıraktılar.

Serbest bırakılan esirlerin Müslümanlığa duydukları sevgi ve sempati iki kat arttı. Hepsi kendi arzularıyla şahadet getirip Müslüman oldular.

Taif yöresinde Müslümanlığı kabul etmeyen, sadece Taif kalesinde direnişini sürdüren Malik ve arkadaşları kalmıştı. Hz. Peygamber haber göndererek onu yeniden Müslüman olmaya çağırdı ve Müslüman olursa onu serbest bırakacağını ayrıca 100 deve ile mükâfatlandıracağını bildirdi. Haber Malik’e ulaştı ve o da yapılan teklifi kabul ederek gelip Müslüman oldu. Resulullah (s.a.v) ona verdiği sözü tuttu, hediyelerini verdiği gibi onu Nasr, Semale ve Seleme kabilelerinin başkanı yaptı.

Hz. Peygamber, daha sonra Huneyn savaşından ele geçirilen ganimetleri İslam savaşçıları arasında paylaştırdı ve önderlik payını yeni Müslüman olan Kureyş liderlerine dağıttı.

Bazı Müslümanlar, Peygamberimizin bu bağışlamalarının amacını kavrayamayarak serzenişte bulundular.

Resulullah, onlara şöyle buyurdu:

- İslam’a ısınmaları için Kureyşlilere verdiğim bu kadarcık maldan dolayı niçin rahatsız oluyorsunuz? Acaba onların evlerine develeri ve koyunlarıyla gitmelerinden, sizin Peygamberle birlikte evinize gitmenizden daha değerli midir?

Peygamberin güzel sözleri ve daha sonra eklediği dua biraz önce serzenişte bulunan Müslümanları yatıştırdı. O sözleri söylediklerine pişman olarak yaşlı gözlerle:

- Ey Allah’ın elçisi, senden hiçbir şikayetimiz yoktur, daha değerli olan kendi payımıza razıyız, dediler.

 

 

Ey Nebi, kâfirler ve münafıklarla cihad et.

Onların karşılarında çetin ol.

Onların yurdu cehennemdir.

Orası ne fena gidilecek yerdir.

..........

Bilmezler mi ki Allah,

onların gizlendiklerini

ve gizli haberleşme ve konuşmalarını bilir.

Allah, bilinmeyenleri en iyi bilicidir.

..........

Onlar için ister bağışlanma dile

ister dileme (farketmez).

Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen,

Allah elbette onları bağışlamayacaktır.

Bu böyledir.

Çünkü onlar Allah ve Peygamberi inkâr ettiler.

Allah ise hak yolundan çıkmış olanları

doğru yola eriştirmez.

Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi: 73,78,80)

 

 

TEBÜK SAVAŞI

 

Medine’ye gelen haberlerden, Arabistan’ın kuzeyinde Müslümanlara saldırmak üzere büyük bir ordu hazırlandığı anlaşılıyordu. Bu bölgedeki bazı Arap kabileleri İslamiyeti ortadan kaldırma planı yaparak Romalılarla işbirliği içine girmişlerdi. Bu hazırlıkları öğrenen Hz. Peygamber (s.a.v) Medine ve Mekke civarındaki bütün Müslümanlara haber göndererek toplanmalarını ve İslam ordularına maddi yardımlarda bulunmalarını istedi. Peygamberimizin bu çağrısına bütün Müslümanlar hemen uydular ve yardımlarını göndermeye başladılar. Müslüman kadınlar, İslam ordusunu daha da güçlendirmek için kollarından ve boyunlarından değerli süs eşyalarını, takılarını çıkarıp seve seve armağan ediyorlardı. Müslümanlar içinde en anlamlı maddi yardımı Hz. Ebubekir yaptı. Hz. Ebubekir bütün malını ve parasını İslam ordusuna bağışladı. Onun bu hareketi Müslümanlar arasında takdirle karşılanmıştı. Çünkü şimdiye kadar birçok kimse değerli yardımlarda bulunmuş ama sahip olduğu bütün mal varlığını Allah yolunda feda edene rastlanmamıştı. Hz. Ebubekir’den sonra en büyük maddi yardımı Hz. Osman yaptı. Hz. Osman da İslam savaşçıları için 300 deve, çok miktarda gıda maddesi ve ayrıca 1000 altın bağışladı.

Önceki savaşlarında gidilecek yer yola çıkılmadan belirtilmiyordu. Düşmanlar duyup hazırlık yapabilirlerdi. Fakat bu defa durum değişikti, gidilecek yer uzaktı. Bu nedenle Müslümanların uzun yola göre hazırlık yapmaları gerekiyordu. İyi hazırlık yapmayan Müslümanlar yolda çok zorluk çekebilirlerdi. Bu yüzden Suriye’ye doğru gidileceği İslam askerlerine duyuruldu.

Öbür yandan münafıklar ve müşrikler Müslümanların moralini bozmak için çaba gösteriyorlardı. Bu kadar sıcak havada yola çıkılmaz diyerek orduya katılacak askerlerin sayısını azaltmak istiyorlardı. Fakat Müslümanlar onların kışkırtmalarına aldanmadılar. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v) bu kışkırtmaları duyduğunda şöyle buyurmuştu:

-      Cehennem sıcağı daha hararetlidir!

Münafıklar, İslam ordusunun gücünü zayıflatmak için başka sözler de söylüyorlardı. Münafıkların lideri Abdullah ibni Übey şöyle diyordu:

- Roma devletini Muhammed oyuncak mı sanıyor? Onun bütün ordusuyla birlikte esir olacağını gözlerimle görür gibiyim.

Bu tür konuşmalar bilinçli Müslümanlara hiçbir etki yapmıyordu, fakat inancı biraz zayıf olanların savaşa gitme istekleri azalıyordu.

Her şeye rağmen Müslümanların çoğu, münafık ve müşriklerin aldatıcı sözlerine kanmadı ve büyük çoğunluk savaş yolculuğuna çıkmak için pek çok fedakârlıklara katlanarak hazırlıklarını sürdürdü. Arabistan’ın dört bir yanından akın akın Müslüman savaşçılar Medine’ye gelerek İslam ordusuna katılmışlardı. Peygamberimiz, kendisi yokken İslam devletinin işlerini yürütmek üzere Muhammed bin Mesleme’yi Medine’de kalmak üzere görevlendirdi. Ordu harekete hazırdı. Binekleri olmayan bazı Müslümanlar orduya katılmadılar. Bazıları ise savaşa gidemeyecek kadar ihtiyar ve hastaydı. Bunların dışında kalanlar savaşmaya hazır durumda bekliyorlardı.

Hz. Muhammed (s.a.v) komutasındaki İslam ordusu Suriye’ye doğru yola çıktı.  Orduda  on bin atlı olmak üzere toplam otuz bin kişi bulunuyordu. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra Tebük’e ulaşıp orada konakladılar. Tebük, Medine ile Şam arasındaydı. İslam ordusu düşman topraklarına girmiş fakat onlardan henüz bir karşı hareket başlamamıştı. Hz. Peygamber ordusuyla bir süre beklediği halde Romalılar ve müşrik Araplar, Müslümanlarla savaşma cesaretini gösteremediler. İslam ordusunun Şam kapılarına dayanarak Bizans İmparatorluğuna meydan okuması, Bizanslıları ve o yörenin Araplarını dehşet içerisinde bırakmıştı. Deniz kenarında Eyle isimli bir yörenin hükümdarı olan Yuhana, Peygamberimize 300 altın vergi getirdi ve onunla bir antlaşma yapıldı. Daha sonra Cerbe ve Erzuh yörelerinin müşrikleri de Müslümanlardan korkarak 100’er altın vergi getirdiler.

Hz. Muhammed (s.a.v)  buraya kadar gelmişken Dümetil Cendel yöresini de İslam egemenliğine alıp öyle gitmek istiyordu. Bu amaçla Halid bin Velid’in emrine 100 savaşçı vererek  Dümetil Cendel  bölgesine gönderdi. Halid bin Velid o bölgeyi ele geçirdi ve kalenin komutanı Ükeydir’i esir alarak Peygamberimizin huzuruna getirdi. Ükeydir Müslümanlara vergi vermeyi kabul ettiğini bildirince şartlı olarak serbest bırakıldı.

Ordusuyla birlikte Tebük’te yirmi gün düşmanı bekleyen Hz. Peygamber (s.a.v), artık geri dönüp dönmeme konusunda arkadaşlarının görüşlerini bildirmelerini istedi.

Hz. Ömer şöyle dedi:

-      Eğer emir Allah tarafından geliyorsa buyurun gidelim.

Peygamberimiz,  Hz. Ömer’e şu cevabı verdi:

-      Eğer Allah’tan emir almış olsaydım sizin düşüncenizi sormazdım.

Bunun üzerine Hz. Ömer:

- Ey Allah’ın elçisi, Suriye’de onların birçok kuvvetleri vardır. Daha ileri gitmeyelim. Şimdilik geri dönelim. Nasılsa bu yıl onları korkuttuk. Bakalım ileride Allah ne gösterecek.

Geriye dönüş konusunda görüşler açıklandığı sırada Suriye bölgesinde bulaşıcı bir hastalık olan cüzzam hastalığının başladığı haberi geldi. Bu haber üzerine Resulullah, cüzzam hastalığının bulunduğu yere gidilmesini yasaklayarak Medine’ye dönüş emrini verdi. Bunun üzerine ordu geriye dönüş hazırlıklarına başladı.

Tebük seferine çıkan İslam ordusu saygınlığını artırmış olarak dönüyordu. Bu ordu düşmanların karşılaşmaktan korktuğu bir orduydu.  Bu durum orduya katılan Müslümanlar için onur vericiydi. Savaşa katılmayan münafıklar üzüntülerinden çatlayacaklardı.

Fakat İslam ordusu Medine’ye dönüş yolculuğunu sürdürürken münafıklar alçakça bir ihanet içindeydiler. Peygamberimize suikast hazırlamışlardı.  Müslümanların Akabe’den geceleyin geçeceğini hesaplamış, orada ansızın karşısına çıkıp O’nu şehit etmeyi planlamışlardı. Günlerden beri bu suikastın hazırlıklarını yapıyorlardı. Acaba, Allah’ın elçisi onları fark etmeyecek miydi? Onlar elbette bunu bilmiyorlar, sadece kurdukları planı uygulayacaklarına inanıyorlardı. Allah’a şükürler olsun ki Cebrail vasıtasıyla  bütün hazırlıklar Peygamberimize bildirilmişti.  Akabe’ye geldiklerinde Resulullah şüpheli karaltıları hemen fark etti. Bu karaltılar diğerlerine benzemiyordu. Çünkü yerlerinde durmuyor, sürekli hareket ediyorlardı. Resulullah onların suikastçı olduğunu anlayınca Hz. Huzeyfe’ye emredip hainleri dağıtmasını istedi. Hz. Huzeyfe bu iğrenç komployu hazırlayan münafıkları yakaladı ve hemen öldürmek istedi. Fakat yakalananlar şahadet getirip Müslüman olduklarını söylüyorlardı. Merhametli yüce Peygamberimiz suikastçıların öldürülmesine izin vermedi.

Komplocuları yakalayan Huzeyfe, münafıklar konusunda Resulullah’ın bir sırdaşıydı. Münafıklar, kendilerini kimsenin bilmediği ve gerçek yüzleriyle tanımadığını sanıyorken yanılıyorlardı. Çünkü Allah’ın elçisi hepsini tanıyor ve gizli gizli yaptıklarını dahi öğreniyor ve Huzeyfe’ye bildiriyordu.  Peygamberimiz ve Huzeyfe, münafıkların bütün çabalarını bilir, gerektiğinde onların cezalandırılmasına karar verirlerdi.

Medine’deki münafıklar da rahat durmuyorlardı. Bunlar kendileri gibi iki yüzlü insanların bir araya geldikleri bir özel mescid (Mescid-i Dırar) yaptırmışlardı.  Bu Mescid-i Dırar’da toplanıyorlardı. Münafıklar Müslümanlara karşı açıkça düşmanlık yapmaktan çekiniyorlardı. Bu yüzden sinsice hareket etmeyi tercih ediyorlardı.  Diğer Müslümanları kötü yola düşürmek için Küba mescidinin yanına kurmuşlardı Dırar mescidini.  Peygamberimiz Tebük savaşına orduyla birlikte giderken münafıklardan Ebu Amir Fasık şöyle demişti:

- Büyük bir mescid yaparak içine güveneceğimiz (münafık) kişileri yerleştirin.  Ben şimdi Bizans askerlerinin yanına gidip onları buraya getireceğim. Rum askerleriyle Muhammed’i Medine’den çıkarırız.

Münafıklar bu planı yaptıktan sonra Ebu Amir, Şam’a gitmiş, arkadaşları da fitne yuvasını tamamlamışlardı.  Müslümanlara ihanet etmek üzere ordunun dönüşünü bekliyorlardı.

Fakat müthiş bir şekilde aldanıyorlardı.  Çünkü yüce Allah, Dırar mescidinin hangi amaçla yapıldığını Peygambere bildirmişti. Peygamberimiz Medine’ye hemen Müslümanlara emredip Dırar mescidini yıktırdı. Münafıklar şaşkınlık içindeydi.  Umduklarının tersiyle karşılaşmışlardı. Çünkü Allah’ın elçisi Tebük’ten zafer kazanarak dönmüş, hemen fitne yuvasını yıktırmış ve halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmıştı.  Bütün herkes neşe içindeydi.  Kadınlar seviniyor, çocuklar bağırıyor ve herkes beklediği kimseyi karşılamanın heyecanını yaşıyordu. Tıpkı bundan önceki savaşlarda olduğu gibi, orduya katılmamış olanlar, daha sonra Peygamberimizin huzuruna çıkıyorlar ve özür dileyerek suçlarının bağışlanmasını istiyorlardı.

Orduya katılmayarak Medine’de kalanlardan hasta ve ihtiyar olanlara Hz. Peygamber (s.a.v) bir şey söylemedi. Fakat hiçbir özrü olmaksızın savaşmaktan kaçanların, münafıkların affedilmesi mümkün değildi. Böyle kişilerle ilgili olarak Allah şu ayetleri gönderdi:

 

Bismillahirrahmanirrahim.

Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (Fark etmez.) Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen (bile), Allah elbette onları bağışlamayacaktır. Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Peygamberi inkâr ettiler. Allah ise doğru yoldan sapanları Hak yola (bir  daha ) ulaştırmaz.

(Savaşa çıkmayıp) Resulullah’tan ayrılarak geriye kalanlar (evlerinde) oturmalarıyla sevindiler de Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşmaktan hoşlanmadılar ve ‘Bu sıcakta savaşa çıkmayın’ dediler. De ki: Cehennemin ateşi daha sıcaktır.                                                                                                                  (Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi : 80 – 81)

 

Özürsüz olarak savaşa gitmeyenleri  Peygamberimiz uzun zaman affetmedi.  Bütün halk, hatta eşleri ve çocukları bile onlara yüz vermediler ve konuşmadılar. Her gün utançtan yerin dibine geçiyorlardı. Böylece bir süre geçti.  Artık yapmış olduklarından iyice pişman olmuşlar ve Allah’ın kendilerini affetmesini bekliyorlardı. Bir süre azap içinde yaşadıktan sonra Allah onları affetti ve onlar da artık İslam için savaşmaktan geri kalmayacaklarına hem kendi kendilerine hem  Peygamberimize söz verdiler.

Tebük savaşından sonra İslam dini çevredeki Hıristiyanlar tarafından da duyuldu ve benimsenmeye başlandı. Artık İslamiyet yeni kabileler yeni insanlar arasında da hızla yayılıyordu.

Tebük savaşı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Medine’ye hicretinden dokuz yıl sonra meydana gelmişti. Birkaç yıl sonra şu önemli olaylar oldu:

Peygamberimize yeni Habeş kralı  Eshame’nin

öldüğü haberi geldi. Eshame, kendisinden önceki kral Necaşi gibi Müslümanlığı kabul etmişti. Resulullah onun vefat ettiği haberini duyunca Müslümanları toplayıp onun için cenaze namazı kıldırdı.

Sonraki haftalarda Resulullah’ın kızlarından Ümmü Gülsüm vefat etti. Ümmü Gülsüm aynı zamanda Hz. Osman’ın eşiydi. Daha sonra münafıkların liderlerinden Abdullah ibni Übey öldü. Onun ölümü münafıkları yalnız ve çaresiz bıraktı. Bunun sonucu olarak Medine’deki münafıkların sayısı azalmaya başladı. Pek çoğu tevbe ederek birer samimi Müslüman haline geldiler.

Birkaç ay sonra Arabistan’ın Necid ve Yemen bölgelerinden pek çok kişi, bazıları yüzlerce kişilik kafileler halinde Medine’ye gelip Allah’ın dinine girmek istediklerini bildirdiler, şahadet getirip Müslüman oldular. Peygamberimiz bu bölgelerde oturan diğer insanlar da İslam’ı duysunlar ve doğru yolu öğrensinler diye Hz. Ali, Hz. Halid bin Velid ve Muaz ibni Cebel’i tebliğci olarak gönderdi. Bu ünlü Müslümanlarında gösterdiği gayretlerle kısa zamanda İslamiyet Yemen ve Necid’de binlerce kişi tarafından öğrenildi ve benimsendi. Artık hemen hemen bütün Arap kabileleri Müslüman olmuşlardı.

 

“Bugün dininizi kemale erdirdim ve

üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım.

Size din olarak İslam’ı verip ondan hoşnut oldum.”

(Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi: 33)

 

    

VEDA HACCI

 

Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Medine’ye hicret edişinin onuncu yılında Mekke’ye gidileceğini ve Hac yapılacağını buyurdu. Bunun üzerine bütün Müslümanlar bulundukları yerlerden akın akın Medine’ye gelmeye başladılar. Medine on binlerce Müslümanla dolup taştı. Müslümanlar toplanıp hazırlıklarını bitirince Allah’ın elçisi (s.a.v) ailesi, yakınları ve diğer Müslümanlarla birlikte Hac yolculuğuna başladı. Bu kalabalık Hac kafilesinde kırk bin Müslüman bulunuyordu. Geceyi Zü’l Huleyfe mevkiinde geçirdiler, ertesi gün ihrama girdiler ve Mekke’ye vardılar. Peygamberimiz, Şeybe kapısından Mekke’ye girdiklerinde onu Mekke Müslümanları sevgi gösterileriyle karşıladılar. Sokaklar Müslümanlarla dolup taşmıştı.

Resulullah, Mekke’ye girer girmez Kâbe’yi ziyarete gitti. Beytullah’ı dualar okuyarak tavaf etti. O sırada Hz. Ali de kalabalık bir  Hac  kafilesiyle Mekke’ye ulaşmış ve Peygamberimizle görüşüp geldiğini haber vermişti.

Hac cuma gününe rastlamıştı. Bu yüzden Hacc-ı Ekber oluyordu. Ayrıca bu Hacc’a o tarihe kadar ilk defa yüz bine yakın Müslüman katılmıştı.

Son haccını (Veda Haccı) yaptığı o gün Peygamberimiz ünlü  Veda Hutbesi’ni okudu. Peygamberimiz yüz bine yakın Müslümana şöyle seslendi:

 

Ey İnsanlar!... Hamd ve şükür yalnız Allah’a mahsustur. Biz yalnız O’na şükreder ve yalnız O’ndan yardım dileriz.

Ey Allah’ın kulları! Size Allah’tan korkmanızı emreder ve O’na itaat etmenizi vasiyet ederim.

Ey İnsanlar! Bu gününüz nasıl mukaddes bir gün ise ve bu ay nasıl mukaddes bir aysa, bu şehir nasıl mukaddes bir şehirse; biliniz ki, canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da birbirinize karşı mukaddestir ve bunlara her türlü saldırı haramdır.

Cahiliye döneminin faizi kaldırılmıştır. Allah’ın emri ile faizcilik artık yasaktır.

Cahiliye döneminin kan davaları kaldırılmıştır. Kasıtlı olarak adam öldürenler kısasla cezalandırılır.

Ey İnsanlar! Kadınlarınızın sizin üzerinizde ve sizin de kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Allah’tan korkunuz ve kadınlara en iyi şekilde davranınız. Benden sonra küfre sapıp birbirinizi öldürerek kâfirlerden olmayınız. Size öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarılır ve uyarsanız, sapıklığa düşmezsiniz. Bu Allah’ın kitabı (Kur’an) ve Peygamberinin sünnetidir.

Ey İnsanlar! Şüphesiz Rabbiniz birdir. Atanız da birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah yanında en değerliniz O’ndan en çok korkanınızdır. Arapların Arap olmayanlara hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva (Allah’tan korkmak ve O’na tam bir inançla inanıp ibadet etmek) iledir.

 

Allah’ın Peygamberi, Veda Hutbesi’ni tamamlayınca sıra şu önemli soruyu sormasına gelmişti. Resulullah o muhteşem Müslüman topluluğuna sordu:

-      Ey İnsanlar, tebliğ ettim mi? (Bildirdim mi?)

Aynı soruyu üç defa sordu ve her defasında kendisini dinlemekte olan Müslümanlardan şu cevabı aldı:

-      Evet... Evet... Evet...

Daha sonra kollarını yukarıya doğru kaldırıp:

-      Şahit ol Ya Rabbi!... Şahit ol Ya Rabbi!... Dedi.

Sonra yeniden Müslümanlara dönerek:

-      Hazır olanlar, burada bulunmayanlara iletsin, buyurdu.

Kalabalık o kadar büyüktü ki Peygamberimizin hutbesini uzakta dinleyenlerin duymaması ihtimali vardı. Bu nedenle birkaç Müslüman, Peygamberimizin söylediği her cümleyi yüksek sesle tekrarlıyor ve böylece uzaktakilere duyururdu.  Sesin son ulaştığı yerde yine birkaç Müslüman, aynı cümleyi yine yüksek sesle tekrarlayarak daha uzaklara uzaklaştırıyordu. Böylece Veda Hutbesi ağızdan ağıza dalga dalga haykırışlarla heyecan verici bir şekilde yüz bine yakın Müslümana duyuruluyordu.

Hutbe bittikten sonra,  Müslümanların ilk ve ünlü müezzini Habeşli Bilal yanık sesiyle ikindi ezanını okudu. Peygamberimizin imamlığıyla on binlerce Müslüman ikindi namazını birlikte kıldı. Çok görkemli bir namazdı bu.

O gün akşama doğru yüce Allah şu ayeti gönderdi:

 

Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’ı beğendim ve ondan hoşnut oldum.”

                                                            (Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi : 3

Bu Kur’an-ı Kerim’in son ayetiydi. İslam dini tamamlanmış olduğuna göre Resulullah’ın da ödevi bitmiş sayılırdı. Bu ayet,  aynı zamanda Peygamberimizin yakında vefat edeceğini, bu dünyadan ahiret dünyasına göçeceğini bildiriyordu.

Allah’ın elçisinin en yakın arkadaşlarından olan Hz. Ebubekir, bu ayeti duyunca ağlamaya başlamıştı. Anlamını biliyordu çünkü.

Hac ibadetinden sonra hacılar dağılmış, Resulullah (s.a.v)’de Medine’ye dönmüşlerdi. Medine’ye geldiklerinde artık ahirete göçeceğini yakın arkadaşlarına ima etmişti.

O günlerde Peygamberimizin küçük yaştaki oğlu İbrahim vefat etti. Resulullah, İbrahim’in vefatına çok üzülmüş gözlerinde yaşlar birikmişti.

İbrahim’in  öldüğü gün  güneş tutulmuştu. Müslümanlar gökyüzüne bakıp:

- Hz. İbrahim’in vefatına güneş bile yas tuttu, dediler.

Resulullah bu söylentiyi duyunca üzüldü. Kimsenin böyle yanlış düşünmesini istemiyordu. Şöyle buyurdu:

-  Ay ve Güneş Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren varlıklardandır. Onlar hiçbir kimsenin doğumu veya ölümü için tutulmazlar.

Mezar kazılmıştı. Resulullah oğlunun konacağı yeri görmek için çukura indi ve bir köşesinin eğri olduğunu görünce düzeltilmesini istedi. Mezarı kazanlar şaşkınlık gösterip şöyle dediler:

-      Ey Allah’ın elçisi, bu bir mezardır ve eğri olması ölüyü rahatsız etmez.

Peygamberimiz onlara şu cevabı verdi:

-      Evet, çukurun eğriliği ölüye bir eziyet vermez ama bizim gözümüzü rahatsız eder.

Mezar düzeltildikten sonra İbrahim toprağa verildi. Peygamberimizin bu davranışı onun güzelliğe ve sanata verdiği önemin bir örneğidir.

Bu arada bazı yalancı Peygamberler ortaya çıkmıştı. Yemane bölgesinde Müseylemetül Kezzap, Yemen bölgesinde Esved Ansi, Peygamber olduklarını iddia ederek bazı cahil insanları aldatmaya ve İslamiyetten soğutmaya başladılar. Bunlardan Müseyleme, yalancının ve hokkabazın tekiydi.  Gösterdiği birkaç hokkabazlıkla çevresindekileri kendisine çekmeyi başarmıştı. Büyücülük yapan Esved Ansi ise Yemen’de iyice güçlenip Müslümanların temsilcisini kovmuş, çevresine korku salarak birçok kişiye saldırıp mallarını ellerinden almıştı. Sonunda Müslümanlar yeniden bölgeye egemen oldular ve Esved Ansi’nin kanlı saltanatına son verdiler. Esved Ansi de kocasını öldürmüş olduğu bir kadın tarafından vurularak öldürüldü.

Müseyleme, bir ara iyice azıtıp Peygamberimize bir mektup göndermiş, mektupta şöyle yazmıştı:

-      Yeryüzünün yarısı sizin yarısı bizimdir.

Resullullah, Müseyleme’ye şu müthiş cevabı vermişti:

-      Yeryüzü Allah’a aittir. O, toprağı iyi kullananlara verir.

Daha sonra Peygamberimiz, ünlü sahtekâr Müseyleme’nin üzerine İslam askerlerini gönderip onu etkisiz hale getirdi.

Yalancı Peygamberlerden bir başkasının adı Tuleyha idi. Esed kabilesinin şeyhi olan Tuleyha, susuz kalan kabilesine su bulunca onları kendisinin Peygamber olduğuna inandırmıştı. Halid bin Velid, emrindeki askerlerle onu kovaladığında Tuleyha yaptıklarından pişmanlık duyarak af diledi. Gerçek Peygamberin Hz. Muhammed (s.a.v) olduğunu kabul etti.

 İslam ordusu Tebük savaşıyla Roma İmparatorluğunun bazı bölgelerini ele geçirmişti. Peygamberimiz, Arabistan’ın kuzeyindeki bu yörelerin yeniden Hıristiyanların eline geçmesini istemiyor, bu amaçla tedbirler almayı düşünüyordu. Romalılar her an büyük bir ordu ile Müslümanların almış oldukları toprakları yeniden işgal etmek için harekete geçebilirdi. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v) bir ordu hazırlayarak komutanlığına Zeyd’in oğlu Üsame’yi atadı. Peygamberimiz, torunlarından sonra en çok Üsame’ye sevgi göstermişti. Peygamberin en yakın arkadaşlarından Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir de şimdi onun kumandası altındaydı. Bazı Müslümanlar onun komutan olmasından memnun olmadılar. Halbuki Resulullah ne yaptığını çok iyi biliyordu. Üsame, Zeyd’in oğluydu. Peygamberimiz, Üsame’yi komutanlığa getirirken bütün insanlara Müslümanların kardeş olduğunu, birbirlerine eşit olduğunu babası eskiden köle olan birisinin bir Müslüman olarak diğerlerinden farklı olmadığını göstermek istiyordu. Aynı zamanda, Üsame’nin babası Tebük Savaşı’nda şehit olmuştu.

Ordu hazırlanmıştı. Resulullah (s.a.v)’den hareket emri vermesi bekleniyordu. Hz. Muhammed (s.a.v) ordusunun başına geçen Üsame’ye şöyle buyurmuştu:

-      Babanın şehit olduğu yere git ve düşmanları Müslümanların atlarıyla çiğnet.

Bu büyük bir emirdi ve hemen yerine getirilmesi gerekiyordu. Fakat daha ordu harekete hazırlanırken Peygamberimiz hastalanarak yatağa düştüler. Ama o hastalanmasına rağmen ordunun geri kalmasını istemiyordu. Resulullah, hasta yatağından kalkarak ordu sancağını Üsame’ye verdi ve Medine dışına ordu karargâhı kuruldu. Burada biraz bekleyecekler ve daha sonra hareket edeceklerdi. Fakat Resulullah’ın hastalığının ciddi oluşunun anlaşılması nedeniyle İslam ordusu vefatına yakın günlerde Peygamberimizi yalnız bırakıp gitmeyi kabullenemiyordu.

 

 

 

“Seni, âlemlere rahmet olarak gönderdik.”

Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi: 107)

 

 

           

PEYGAMBERİMİZİN VEFATI

 

Resulullah (s.a.v) hastalanmış, namazını bile güçlükle kılıyordu. Çok istediği halde her vakit mescide gidemiyordu. Yine mescide güçlükle gidebildiği bir gün, Müslümanlardan iki kişinin yardımıyla minbere çıkmış, Allah’a şükürler edip cemaate öğütlerde bulunduktan sonra şöyle buyurmuştu:

-      Ey İnsanlar, kimin sırtına vurmuş isem, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin alacağı varsa, gelsin alsın.

Peygamberimiz bunları söyledikten sonra öğlen namazını kıldırdı. Sahabelerden biri çıkarak üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ona borcunu ödedi. Sonra yine Müslümanlara dua etti. Allah’ın elçisi, konuşmasının devamında, müşriklere karşı uyanık olunmasını, onların fitne çıkarmasına fırsat verilmemesini istiyordu. Bütün Müslümanlar Peygamberimizi gözleri yaşlı olarak dinliyordu.

Resulullah bütün Müslümanları ağlatan şu sözleri söylemişti:

-      Yüce Allah, bir kulunu dünya ve ahiret arasında serbest bırakmıştır.

Bu kul kendisinden başkası değildir. Görevi sona erince Allah onu hayatının son günlerine getirmişti. Resulullah o gün Müslümanlara yaptığı konuşmasını “sizi Allah’a ısmarladım” sözleriyle tamamladı.

Sonraki günlerde Peygamberimizin hastalığı ağırlaşmaya başlamıştı. Bütün Müslümanlar üzüntü içinde onun çevresinde dönüp duruyorlardı. O günlerde ancak iki defa daha mescide gidebildi. Hz. Ali ve Hz. Abbas’ın yardımıyla çıktığı minberde Müslümanlara hastalığı konusunda bilgi verdi ve öğütlerini söyledi. Resulullah, kendisini üzüntü içinde dinleyen Müslümanlara şöyle seslendi:

- Ey İnsanlar, duyduğuma göre benim öleceğimi düşünüp üzülüyormuşsunuz. Hangi Peygamber kendi ümmeti arasında sonsuza kadar yaşadı ki? Ben de sonsuz kadar yaşamayacağım, bir gün ben de Allah’a kavuşacağım.

Resulullah, sonra Ensar Müslümanlara seslenip Muhacir Müslümanlara iyi davranmalarını söyledi. Daha sonra  Muhacir Müslümanlara seslenerek onlardan da Ensar Müslümanlara güzel davranışlar içinde olmalarını istedi. Ensar’ın Muhacirlere yardım edip mallarını ortaklaşa kullandığı hicret günlerini hatırlattı ve birbirlerinin hatalarını bağışlamalarını öğütledi. Bu sözlerin ardından yine bütün Müslümanlara dualar edip, tüm Müslümanların ellerini ve dillerini kötülüklerden uzak tutmalarını emretti.

O gün namazdan sonra hastalığı daha da ağırlaştı. Vefatına üç gün kala yerinden kalkamaz olmuştu. Artık mescide gidip imamlık yapamayınca:

-      Ebubekir’e söyleyiniz müminlere namaz kıldırsın, buyurdu.

Peygamberimizin bu emri, vefatından sonra halifelik görevine Hz. Ebubekir’i daha layık gördüğü şeklinde yorumlandı. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin vefatına üç gün kala imamlık görevini üzerine aldı ve Resulullah’ın sağlığında on yedi kez imamlık görevi yaptı.

Peygamberimizin rahatsızlığı Pazar günü daha da artınca, Üsame ordusunun başından ayrılarak O’nun huzuruna çıktı. Resulullah Üsame’nin beklemesini istemiyordu, fakat konuşamadı. Sadece ellerini kaldırıp Üsame ve İslam ordusu için dua etti.

632 yılının Rebîülevvel ayının on ikinci günü, Pazartesi günüydü. Peygamberimiz biraz iyileşmişti. Mescide gittiğinde müminler Hz. Ebubekir’in ardında namaz kılıyorlardı.  O’da cemaatin arasında namazını kıldı. Herkes Resulullah’ın artık tamamen iyileştiğini sanıp seviniyordu. Halbuki Peygamberimiz iyi değildi. Namazdan hemen sonra Hz. Aişe’nin odasına giderek döşeğe yattı. Artık rahat uyuyabilirdi. Çünkü Allah’ın kendisine verdiği Peygamberlik görevini başarıyla yerine getirmişti. Allah’ın bildirdiği emir ve yasakları insanlara duyurmuştu. Artık Allah’ın kitabı Kur’an’a uygun hareket eden on binlerce Müslüman vardı. Bundan dolayı Allah’a şükrediyor ve İslam ümmeti için dualar ediyordu.

O gün Peygamberimizin hastalığı her saat biraz daha ağırlaştı. Dizleri dibinde oturan kızı Hz. Fatıma durmadan ağlıyordu. Resulullah’ın dünyadan çekilerek ahirete göçmesine çok az bir zaman kalmıştı. Vahiy meleği Hz. Cebrail ve ölüm meleği Hz. Azrail, Peygamberimizin yanındaydı. Hz. Azrail, Allah’ın verdiği emri yerine getirdi ve Peygamberimizin ruhunu alıp Allah’a teslim etti. Böylece son Peygamber Hz. Muhammed de (s.a.v) bu dünyadaki hayatını bitirerek öbür dünyaya göçmüştü. Çünkü bu dünyada yaşayan bütün insanların hayatı geçicidir, ölümsüz olan sadece Allah’tır.

Peygamberimizin vefat etmek üzere olduğunu öğrenen Üsame, Ömer, Ebu Ubeyde hemen geri dönerek Peygamberimizin evine geldiler. Çünkü böyle bir günde savaşa gitmek uygun değildi. Resulullah’ın vefat ettiğini öğrenince ağlamaya başladılar. Özellikle kadınların ağlayışları bütün Müslümanların yüreğini parçalıyordu.

Müslümanlar büyük bir üzüntü içindeydiler. Kimse ne yapacağını ve ne söyleyeceğini bilmeyecek kadar şaşırmış, kederlerinden bulundukları yere çakılıp kalmışlardı.

Resulullah’ın vefatına en çok üzülenlerden biri de Hz. Ömer’di. Herkesin Peygamberimizin naaşı çevresinde ağlayıp sızlaması onun yüreğindeki acıyı daha da derinleştirmiş ve sinirlenmeye başlamıştı. Bu acı içinde kılıcını çekip bağırmıştı:

-      Kim, Muhammed öldü derse, onun başını bu kılıçla keserim.

Hz. Ali bir köşede derin bir üzüntü içinde oturuyor, kimseye bir şey söylemiyordu. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin üzerine örtülen örtüyü açmış, gözleri yaşlar içinde şu güzel sözünü söylüyordu:

-      Ah! Ölümün de hayatın gibi güzel.

Hz. Ebubekir, Resulullah’ın nur içindeki mübarek cesedini  yeniden örttü. Resulullah’ın Ehli Beytini (ailesini) teselli edip mescitte toplanan Müslümanların yanına geldi. Bir çoğu panik halindeki Müslümanlara şu veciz sözleri söyledi:

- Ey İnsanlar! Kim, Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a tapanlar bilsin ki Allah ölümsüzdür.

Hz. Ebubekir, Müslümanların yüreğini yumuşatan bu sözlerden sonra şu ayeti okudu:

 

- Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip gitmiştir. O ölür veya öldürülürse geri mi döneceksiniz. Kim geriye (İslam öncesi bilgisizlik günlerine) dönerse Allah'a bir zarar veremez.  Allah, İslam nimetine şükredenleri mükâfatlandıracaktır."

 

Hz. Ebubekir’in okuduğu bu ayet, Uhud savaşında Peygamberimiz öldü diye bir söylenti çıktığı zaman indirilmişti. Bu ayeti daha önce defalarca okumuş olan Müslümanlar, Peygamberimiz vefat edince üzüntülerinden unutmuşlardı. Sadece Hz. Ebubekir şaşkınlıktan kendisini kurtarıp Müslümanların şaşkınlığa düşmesini önledi. Hz. Ebubekir bu ayeti okuyunca Peygamberimizin vefat ettiğine inanabilen Hz. Ömer üzüntüsünden düşüp bayılmıştı.

Peygamberimizin vefatından sonra bir süre bocalayan Müslümanlar, Hz. Ebubekir’in olgun bir biçimde onları uyarmasıyla kendilerine geldiler. İlk andaki büyük panik ortadan kalkmış fakat henüz bütünüyle toparlanamamışlardı. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği gün sevinç içinde coşan Müslümanlar, vefattan sonra matem havası yaşanan şehirde gözleri yaşlı sessizce bekliyorlardı. Herkes Peygamberi kaybetmenin derin üzüntüsü içindeydi. Her zaman kendilerine doğru yolu gösteren, uyaran Peygamber artık yaşamıyordu. Resulullah’ın toprağa verilmesi işini yerine getirmeye hazırlanan Hz. Ali ve Hz. Abbas aşırı kederden zor adım atıyorlardı. Hz. Ebubekir de bir yandan Müslümanlara öğütler verip onları sakinleştirmeye çalışırken öbür yandan kendi göz yaşlarını tutamıyordu.

Bu şaşkınlığın sebeplerinden birisi de Müslümanların öndersiz kalmasıydı. Müslümanlar ne zaman öndersiz kalsa şaşkınlığa düşmüşlerdir. Elbette Resulullah (s.a.v)’ın vefatından sonra da İslamiyet devam edecekti. Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleri Müslümanlara her zaman için yol göstericiydi. Ama, Müslümanların birliğini koruyacak ve İslam kanunlarını uygulayacak yeni liderin belirlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle Müslümanlar, daha Peygamberimizi toprağa vermeden halife seçme telaşına düştüler.

Halifenin seçilmesi kolay olmadı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Muhacirler Mekke döneminde Peygamberle birlikte birçok zorluklara katlandıkları ve ilk Müslüman oldukları için muhacirlerden birisinin halife olmasını istiyorlardı. Ensar Müslümanlar da, Medine’ye hicret eden Müslümanlara  fedakarlık göstererek yardım ettikleri ve İslam’ın yayılmasına büyük hizmetlerde bulundukları için Medineli Müslümanlardan birisinin halife olmasını uygun görüyordular. Hatta Medine Müslümanlarından Evs kabilesinden olanlar, Hazrec kabilesinden olanlar kendilerinden birinin halife seçilmesi için çaba sarf etmeye başlamışlardı. Halife seçimi az kalsın Müslümanların birbirine düşman hale gelmesine sebep olacaktı. Sonunda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer  harekete geçerek Müslümanların halife seçimi nedeniyle birbirine düşmesini önlediler. Peygamberimizin hastalığında imamlık görevini  Hz. Ebubekir’e verdiğini hatırlayan Müslümanlar, Resulullah’ın bu davranışını bir vasiyet olarak kabul ederek Hz. Ebubekir’i Müslümanların halifesi seçtiler.

Müslümanlar gruplar halinde gelip Hz. Ebubekir’e biat ettiler. (O’nu önder olarak kabul edip buyruklarına uyacaklarına söz verdiler.) Hz.Ali ve bazı İslam büyükleri, önceleri halife seçiminde kendilerine danışılmaması nedeniyle darılmışlardı. Fakat Müslümanlar arasında fitneye sebep olmamak için sonradan gelip Hz. Ebubekir’in halifeliğini kabul ettiler

Halife seçilmişti. Fakat yapılması gereken iki önemli görev daha vardı. Resulullah ordusunun hareket etmesini buyurmuş, fakat vefatı nedeniyle ordu Medine’den ayrılmamıştı. Peygamberin emri yerine getirilmeli ve ordu savaşa gönderilmeliydi. Ve daha fazla gecikmeden Resulullah’ın mübarek naaşının toprağa verilmesi gerekiyordu.

Ordu sancağı Peygamberin kapısının önünden alınıp Üsame’nin kapısı önüne dikildi. Bu demek oluyordu ki Resulullah’ın hazırladığı ordu görevini yapacaktı. Ordunun hareket edeceği haberi tellallar aracılığı ile bütün Müslümanlara duyuruldu. Üsame, yeniden şehir dışına çıkıp ordugahını kurdu. Orduya katılan Müslümanlar Allah yolunda savaşarak şehid olmayı arzuluyorlardı. Bazı Müslümanlar çok genç olması yüzünden Üsame’nin komutanlığına itiraz ettiler. Fakat Hz. Ebubekir, bu isteği dile getirenlere karşı çıktı ve:

-      Ben nasıl onu komutanlıktan alabilirim, O’nu Resulullah görevlendirdi, deyince onlar da isteklerinden hemen vazgeçtiler.

Hz. Ebubekir, Medine dışında belli bir yere kadar ordusuyla beraber gitti. O, atının üzerindeki Üsame’nin yanında yaya yürüyordu. Üsame, halifenin yaya oluşuna sıkıldı:

-      Ya sen ata bin, yahut ben de yaya yürüyeyim, dedi.

Hz. Ebubekir, O’na şu cevabı verdi:

-      Olmaz. Ne sen atından in, ne de ben ata bineyim. Allah yolunda benim de ayaklarım biraz tozlansa ne olur?

Halife Ebubekir, orduyu uğurlayıp döndü. Üsame’ye en son şöyle demişti:

-      Allah selamet versin. Git, Resulullah sana nasıl dediyse öyle yap, başka türlü hareket etme.

Halife seçimi sorunu çözümlendikten ve ordu görevine gönderildikten sonra sıra Resulullah’ın naaşını toprağa vermeye gelmişti. Fakat bu konuda karar vermek kolay olmadı. Peygamberimizin nereye gömülmesi daha uygun olacaktı? Bütün Müslümanlar Peygamberimizin türbesinin kendi bölgelerinde olmasını arzu ediyorlardı. Bazıları Mekke’yi, bazıları Medine’yi daha uygun görüyor, görüşlerini kabul ettirmek için tartışıyorlardı. Hz. Ebubekir bu meseleyi de fitneye fırsat vermeden çözümleme büyüklüğünü gösterdi. O, Resulullah’tan işittiği Hadis’i hatırlatınca mesele halledilmiş oldu.

Peygamberimiz şöyle buyurmuştu:

-      Peygamberler, öldükleri yere gömülürler.

Bu hadis gereğince Peygamberimizin vefat ettiği yerde bir mezar hazırlandı ve Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) vefat ettiği yere gömüldü. Daha sonra mezarın üzerine “Ravza-ı Mutahhara” adı verilen bir türbe yapıldı.

Üsame’nin komutasındaki İslam ordusu, Suriye bölgesine giderek, o yörede Müslümanları tehdit eden müşrik güçleri temizledikten sonra Medine’ye geri döndü. İslam ordusu, görevini başarıyla yerine getirmiş, ordunun başarısından bütün Müslümanlar moral kazanmışlardı.

Peygamberimizin vefatından sonra Müslümanların önderliğini bir süre Hz. Ebubekir yaptı. O’ndan sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali halife oldular. Daha sonra İslamiyet bütün dünyaya yayıldı ve Müslümanlar birçok devletler kurdular.

KAYNAK: İhsan Işık / Peygamberimizin Hayatı (1986 ve muhtelif basımlar)

 

 

 

 



[1] Peygamberimizin  Kasım adında bir oğlu olmuş, ancak küçük yaşta vefat etmişti.

Bir Hadis

PEYGAMBERİMİZ BUYURUYOR Kİ

PEYGAMBERİMİZ BUYURUYOR Kİ

 

Çok secde ederek namaz kılmaya çalış. Sen her secde ettiğinde Allah senin dereceni yükseltir ve o secde sayesinde günahlardan temizlenirsin.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 Güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır ve Allah katında daha sevgilidir. Bununla birlikte hiç biri iyilikten uzak değildir. Dünya ve Ahiret için faydası olan şeye hırsla çalış. Allah’tan yardım iste, acizlik gösterme. Eğer başına bir iş gelirse ‘şöyle yapsaydım şöyle olurdu’ deme. ‘Allah takdir etti ve dilediğini yaptı’ de. Çünkü ‘şöyle yapsaydım’ deyip durmak şeytanın kuşku vermelerine yol açar.

(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Bütün ümmetim cennete girecek, yalnız istemeyenler dışında.

-            Ey Allah’ın Resulü, kim istemez? denildi.

-            Bana itaat eden cennete girer, dinlemeyen cenneti istememiş demektir, buyurdu.

(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Sizden biriniz kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz.

(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Sizden bir kimse bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle karşı çıksın. Bu sonuncusu imanın en zayıf derecesidir.

(Bu Hadis’i Müslim ve Tirmizi bildirmiştir.)

 

***

 

 

- Hangi cihadın sevabı daha çoktur? diye soruldu.

- Zalim yöneticinin önünde söylenen gerçek sözdür, buyurdu.                                            (Bu Hadis’i Nesei bildirmiştir.)

 

***

 

 

  Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhacir de Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınandır.                               

(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)       

 

***

 

 

Müminler, birbirlerini sevmekte, acımakta ve korumakta bir vücut gibidirler. Vücudun herhangi bir organı rahatsız olursa diğer organları da bu yüzden rahatsızlanır.

(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)   

 

***

 

    

Sabah namazını kılan kimse Allah’ın himayesindedir.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

                                                 

Müslüman Müslümanın kardeşidir, ona ihanet etmez, onu yalanlamaz, onu utandırmaz. Her Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı, kanı haramdır. Takva işte bunlardır. Bir kimseye kötülük olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeterlidir.

 (Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)

 

***

 

 

Sizden biriniz kendisi için sevdiği bir şeyi başkası için sevmedikçe olgun bir mümin olamaz.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Resulullah:                                                                                                                        - İster zalim, ister mazlum olsun, mümin kardeşinize yardım ediniz, buyurdu.                             

Sahabelerden biri:

- Ey Allah’ın Peygamberi, mazlum olan kimseye yardım ederim ama, zalime nasıl yardım edebilirim? Dedi.

Resulullah:

-            Zalimi zulüm yapmaktan alı korsun, işte bu ona yardımdır, buyurdu.

(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Müslümanın Müslüman üzerinde altı hakkı vardır. Bunlar: Karşılaştığın zaman ona selam ver. Davet edilirsen git. Nasihat isterse et. Aksırır da Allah’a hamd ederse sende ona “Allah sana rahmet etsin” de. Hastalandığında hatırını sor. Vefatında cenaze merasimine katıl.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Kim, eli dar olan borçluya kolaylık gösterirse,  Allah da dünya ve ahirette ona kolaylık gösterir.

(Bu Hadis'i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Müslüman Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslümana zulüm etmez, ona haksızlık edenin elinde bırakmaz.

Bir kimse Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım eder.

Bir kimse bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da ona karşılık kıyamet gününün kederlerinden birini giderir.

Bir kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun ayıbını örter.

(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

 

Yemeğin kötüsü, zenginlerin çağrılıp yoksulların çağrılmadığı düğün yemeğidir.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)      

 

***

                                                                                                

Kimse kadınına kin beslemesin. Çünkü hoşlanmadığı huyları varsa da, ona karşılık memnun olacağı huyları da vardır.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Hepiniz çobansınız ve hepiniz birlikte olduklarınızdan sorumlusunuz. Yöneticiler yönettiklerinin koruyucusudur. Aile reisi aile bireylerinin çobanıdır. Kadın da kocasının, evinin ve çocuklarının koruyucusudur.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Müminlerin inanç bakımından en mükemmel olanı ahlâk bakımından en iyi olanıdır ve hayırlı olanı da kadınlara hayırlı olanıdır.

 (Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)

 

***

 

 

Emri altında bulunanların geçim kazancını kısmak bir kimseye günah olarak yeter.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Yedi yaşına girdiğinde çocuğa namaz kılmasını emrediniz.

 (Bu Hadis’i Ebu Davud  bildirmiştir.)

 

***

 

 

Bir kimse, rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini isterse, akrabasını görüp gözetsin.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Büyük günahlar; Allah’a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek, haksız yere adam öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.

 (Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Şairlerin söylediği en doğru söz, Lebid’in şu sözüdür:

-            İyi biliniz ki, Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Akşama ulaştığında sabahı, sabahleyin de akşamı bekleme. Hastalanmadan önce sağlığından, ölmeden önce hayatından yararlan. Zamanını boş geçirme.

 (Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Ölmeyi istemeyin. Zamanı gelmeden ölmek için dua etmeyin. Çünkü ölünce yapılacak şey kalmaz. Halbuki müminin hayatta kalması iyiliklerini arttırır.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Cehennemlikleri size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını iyilik yapmaktan esirgeyen, kendini beğenmiş kimselerdir.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Sizin en iyileriniz, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Kolaylaştırın, zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

  Güçlü kişi, güreşte başkalarını yenen değildir. Güçlü kişi, sinirlendiği zaman iradesine hakim olandır.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Müşriklere karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad (mücadele) ediniz.

 (Bu Hadis’i Ebu Davud bildirmiştir.)

 

***

 

 

Münafıkların üç belirtisi vardır: Yalan söylerler, sözlerinde durmazlar, emanete hıyanet ederler.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

İpekli elbise giymek ve altın kullanmak ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına helaldir.

 (Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)

 

***

 

 

Bismillah de, sağ elinle önünden ye.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

Savaş hiledir.

(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Ey insanlar! Selamı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabanızı ziyaret ediniz. İnsanlar uykudayken namaz kılınız. Bunları yapınız ki selametle cennete giresiniz.

 (Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)

 

***

 

 

Üç defa kapıyı çalın. İzin verilirse girin. Aksi halde geri dönün.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Allah yolunda ayağı tozlanan kimseye cehennem ateşi dokunmaz.

 (Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı gönülden isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitler derecesine ulaştırır.

 (Bu Hadis’i Müslim  bildirmiştir.)

 

***

 

 

Merhamet etmeyene merhamet edilmez.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Sizin en iyileriniz, Kur’an-ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.

 (Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Geceleyin Bakara suresinin sondaki iki ayetini okuyana onlar yeterlidir.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Temizlik imanın yarısıdır.

 (Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)

 

***

 

 

Ezanı işittiğiniz zaman, müezzinin söylediklerini tekrar ediniz.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

 

***

 

 

Beş vakit namaz, kapınızın önünde akıp giden ve insanın beş defa yıkandığı bol sulu bir nehir gibidir.

 (Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)

 

***

 

 

Cemaatle kılınan namazın sevabı, yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha fazladır.

 (Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)

ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL MUHAMMED

ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL MUHAMMED

 

YUNUS EMRE

 

Canım feda olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefaat eyle bu kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed

Mümin olanların çoktur cefası
Ahirette olur zevk-ü safası
On sekiz bin âlemin Mustafa'sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed

Aşık Yunus n'eyler cihanı sensiz
Sen hak peygambersin şeksiz gümansız
Sana uymayanlar gider imansız
Adı güzel kendi güzel Muhammed

 

Yazar: YUNUS EMRE

EY SEVGİLİ

EY SEVGİLİ  

 

SEZAİ KARAKOÇ

 

Senin kalbinden sürgün oldum ilkin

Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süregi

Bütün törenlerin şölenlerin âyinlerin yortuların dışında

Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Aşkın bu en onulmazından koparıp

Bir tuz bulutu gibi

Savuran yüreğime

Ah uzatma dünya sürgünümü benim

Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil

Ayaklarımdan belli

 

Lambalar eğri

Aynalar akrep meleği

Zaman çarpılmış atın son hayali

Ev miras değil mirasın hayaleti

Ey gönlümün doğurduğu

Büyüttüğü emzirdiği

Kuş tüyünden

Ve kuş sütünden

Geceler ve gündüzlerde

İnsanlığa anıt gibi yükselttiği

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünüm benim

 

Bütün şiirlerde söylediğim sensin

Suna dedimse sen, Leyla dedimse sensin

Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin, Belkıs'ın

Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine âşikarsın bellisin

Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için

Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini

Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini

Ey gönüllerin en yumuşağı en derini

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta

Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında

Çatı katlarında bodrum katlarında

Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba

Hep Kanlıca'da Emirgan'da

Kandilli'nin kurşuni şafaklarında

Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında, yazında

Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında

Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Ey çağdaş Kudüs (Meryem)

Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)

Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında

Köle gibi satıldım pazarlar pazarında

Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında

Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında

Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında

Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda

Verilmemiş hesapların korkusuyla

Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim

Af dilemeye geldim affa layık olmasam da

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Uzatma dünya sürgünümü benim

 

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır

Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır

Ask celladından ne çıkar madem ki yar vardır

Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır

Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır

O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır

Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır

Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır

Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır

Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır

Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır

Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır

Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır

Senden umut kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır

Sevgili

En sevgili

Ey sevgili

Yazar: SEZAİ KARAKOÇ

GOETHE ve Hz. MUHAMMED

 

GOETHE ve Hz. MUHAMMED

 

Goethe'ye göre Hz. Peygamber, insanlığın manevî lideri olarak, onun tâbiriyle “bir din dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almış, Allah’a eriştirmeğe çalışmaktadır.

 

Aydınlanmacı düşünürlerin olabildiğince rağbet ve itibar gördükleri 18 yüzyılın ortalarındayız… Her türlü fikrin cirit attığı bir çıfıt çarşısı gibidir Avrupa. Namlı Ansiklopediciler, faydalı-zararlı demeden, birbiriyle yarışırcasına yeni fikirler sürmektedirler düşünce pazarına. En şedit muarızlarının dahi düşüncelerini hür olarak ifade etmeleri için kahramanca varlığını ortaya koyan Voltaire, başta kilise olmak üzere, mukaddes zırhlar kuşanan her görüşe saldırmakta, kendince tüm önyargıları yargılamaktadır; ne var ki kendisi de önyargılardan tamamen arınmış değildir. Bazı konularda onun zeki ve aydınlık kafasını yönlendiren de yine önyargılardır. Anlaşılan o ki, asırların tortusu kolay kolay yok edilemiyor.

Aralık 1770. Voltaire, Mahomet başlıklı dramını ekte bir mektupla birlikte Büyük Friedrich’e takdim eder. Neler yazılıdır bu mektupta bir göz atalım:

“Bu deve tüccarının yurdunda bir kargaşa çıkarması; birkaç Kureyşli ile birlikte halkını baş melek Cebrail ile konuştuğuna inandırmak istemesi; böbürlenerek göklere yükseldiğini ve sindirimi zor kitabının bir bölümünün orada bizzat kendisine teslim edildiğini söylemesi, her sayfasında akl-ı selimi titretmesi… Bütün bunlar hiçbir insanın affedemeyeceği şeyler, hatta bu kişi bir Türk olarak dünyaya gelmiş olsa bile; hatta hurâfenin, her türlü tabii ışığı boğduğunu varsaysak dahi.”

İmdi, yukarıdaki satırların yazarına sorarsanız, fanatizmle ve insan bilincine musallat olmuş önyargılarla savaşmaktadır; ancak kendi söylediklerin ilmîlik ve doğruluk kıstası nedir? “Türk olarak dünyaya gelmiş olmak” nasıl bir cürümdür? Burada akl-ı selim değil, akl-ı selimi dehşete düşüren bir fanatizm, çağlar içerisinde oluşmuş iflah olmaz bir Türk fobisi konuşmaktadır. Gerçi İslâm dinine ve Hazreti Peygambere yöneltilen bu kritiğin asıl hedefi Vatikan imiş; ancak ister istemez bu okların bir kısmı Müslümanların şuuruna saplanmaktadır.

Gelgelelim Goethe, İslâm ve Hz. Muhammed konusunda Voltaire ile aynı fikri paylaşmamaktadır. Nasıl paylaşsın ki, Voltaire’in nazarında Hz. Peygamber, “insafsız ve acımasız bir zorba, safdil insanları muhteris gayeleri için kullanan, istismar eden bir sahtekâr”dır. Voltaire tarihî hakikatleri de mezkûr dramına kurban eder; Hz. Peygamber, Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden birine mensup olduğu halde Voltaire, dramında ona doğuştan bir köle rolü verir. Bir dinin peygamberine kadınlarla alakalı ahlâk dışı davranışlar yakıştırmak ne derece ahlâkla bağdaşır bilemiyoruz; ama dramın yazarı bir şekilde bunu da başarmış. Hz. Peygamberi “kayalardan fışkıran bir dağ pınarı”na benzeten Goethe ile o’nu “sahte bir peygamber” ve bir “tiran” olarak gören Voltaire’in anlaşması mümkün mü? Elbette değil, ancak kaderin cilvesine bakın ki, yine de Voltaire’nin Le Fanatisme ou Mahomet le prophète (Fanatizm yahut Muhammed Peygamber) başlıklı dramı tercüme etmek ona kalacaktır.

Yıl 1799, Dük Carl August, Weimar Sarayı’nda Voltaire’ın Le Fanatisme ou Mahomet le prophète adlı bu dramının sahnelenmesini istemektedir; bunun için dramın evvela Almancaya tercüme edilmesi gerekmektedir ve bu işi Goethe’den başka başaracak yok gibidir. Vakıa Goethe, hiç sevmediği bu dramın tercümesini üstlenmek mecburiyetinde kalır. Kısa zamanda bitirir tercümeyi; ancak orijinali “aleksandriner” (mısraları on ikişer heceli şiir) olarak yazılan dram, serbest olarak tercüme edilir. Aslında bu durum bile Goethe’nin tercüme ettiği eseri sevmediğini ve bu işi ne kadar gönülsüz yaptığını ortaya koymaktadır. Nihayet eser, 30 Ocak 1800 tarihinde Düşes Luise’nin doğum gününde ilk kez temsil edilir.

Evet, Goethe bu tercümeyi yapmıştır; fakat çok sıkıntılı ve gönülsüz bir tercümedir bu. Onun bu sıkıntısı mektuplarında adamakıllı hissedilmektedir. Wilhelm von Humbolt’a yazdığı bir mektubunda bu sıkıntısını şöyle dile getiriyor: “Aslında pek tuhaf bir sebepten dolayı Voltaire’nin Muhammed dramını Almancaya tercüme ediyorum.” Peki, bu “tuhaf sebep” nedir diye sormadan edemiyor insan. Sözüne bir “hüküm” gibi itibar edilen şairi, böyle bir tercümeye icbar eden ne olabilir? O yıllarda Weimar Tiyatrosu’nun malî durumu derin derin düşündürmektedir Goethe’yi. Kendisi de bir dram yazarı olan şair, yardım almadan tiyatronun ayakta kalmasının zor olduğunu görmektedir. O itibarla tiyatronun finans kaynağı olarak gördüğü prenslerin, düklerin ve paralı aristokratların gönlünü bir şekilde hoş tutmak mecburiyetindedir. Gönlünü hoş tutmak durumunda olduğu prenslerden birisi de Carl August’tur. İşte 3 Ocak 1800 tarihinde prens August’a yazdığı bir mektubunda bu sıkıntısı açıkça hissedilmektedir:

“Tabir caizse Prensimin arzusu beni, bazılarına pek tuhaf gelecek bu işi yani Voltaire’nin Muhammed dramını tercüme etmeyi üstlenmeye mecbur etti. Ona çok şey borçluyum; doğrusu varlığımı borçluyum ona. Tamamen gönülden isteyerek, evet, hatta isteklerimin de fevkinde, şu naçiz tabiatımın ifade etmekte zorlandığı zat-ı şahânelerinin isteklerini olabildiğince karşılamayı vazife sayıyorum.”

Görüldüğü üzere Goethe, malûm “tuhaf sebeplerden dolayı” Voltaire’in Mahomet dramını tercüme etmek mecburiyetinde kaldığını sadece dostlarına değil, bilakis bu işi kendisine veren Prens Carl August’a da açıkça söylemektedir. Şair, dinleri yıkmak gibi imkânsız bir işi kafaya koymuş Voltaire’in önyargılarla örülü bu dramından hiç haz almamıştır. Bir kere o, Voltaire’in Hz. Peygamber hakkındaki görüşlerinin ilmî ve tarihî gerçeklerle örtüşmediği kanaatini taşımaktadır. Belki bu yüzden olsa gerek mağduru olduğu bu tercüme olayında da eserin bazı kısımlarını iyi niyetle olabildiğince rötuşlamak ve düzeltmek mecburiyetinde kalmıştır. Elbette o, kuşatıcı zekâsıyla yanlışları fark ediyor, bu meyanda Voltaire’in Hz. Muhammed’i anlamadığını, büyük yanlışlıklar, eksiklikler ve tezatlar içerisinde yüzdüğünü görüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Goethe, Voltaire’in sadece Hz. Muhammed’i değil, aynı zamanda Kitabı Mukaddes’i, Shakespeare’i ve tabiatı da anlamadığına kaani idi. İşte bu yüzden, böyle bir çıfıtın eserini tercümenin nefsine ne kadar ters geldiğini, kendisine ne kadar acı verdiğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Faust’un şairi bundan son derece müteessir, mutsuz ve hatta mağdurdur.

İmdi Goethe’yi böyle bir tercümeyi yapmaya icbar eden sebepler ortada iken, iki güzîde dostunun serzenişleri de üstüne gelecektir. Kadîm dostu Schiller, “Yıkık mâbedlerde dolaşıyorsun” diye onu bu neviden çalışmalardan uzak durması için ikaz edecektir. Schiller, şairin de bir “Muhammed Dramı” kaleme aldığını öteden beri bildiği için, burada kastettiği, hem Voltaire’den tercüme ettiği Mahomet başlıklı dram, hem de şairin başlayıp ikmal edemediği, fragman olarak kalan “Muhammed” dramıdır. Goethe’nin “Muhammed” başlıklı bu dramından ileride söz edeceğiz; ancak evvela Herder’in bu mevzulardaki tavrına bakalım.

Voltaire’in bu eseri Weimar’da sahnelenmeden önce tiyatro oyuncuları, Goethe’nin evinde ve sarayda sadece okuma provaları yapmakla kalmıyor, Goethe’den dram hakkında dersler de alıyorlardı. Bu çalışmalara pek mütecessis bir zekâ olan Herder de katılmaktadır. Filozof Herder’in eser hakkında neler düşündüğünü eşi Caroline’nin dostu Knebel’e yazdığı 3 Haziran 1800 tarihli mektubundan öğreniyoruz. Bu mektubunda Bayan Caroline, eşinin kanaatini şöyle izhar ediyor:

“Goethe tarafından serbest vezinle tercüme edilen Muhammed dramının okumasında eşim de bulundu. Harika, mükemmel mısralar, diyordu eşim –fakat muhteva- insanlığa ve her şeye karşı işlenmiş bir günah."

Caroline Herder’in 31 Haziran 1800 tarihinde aynı adrese gönderdiği başka bir mektubundan anlıyoruz ki Herder, bir gün önce dramın ilk temsilini seyretmiş ve pek müteessir olmuştur; çünkü dram gerçek bir mütefekkire yakışmayacak isnatlar, yalanlar, çamur atmalar ve garazkâr ifadelerle estetik ölçülerin ve kaygıların ötesine taşınmıştır. Dram berbat olmasına berbattır ama Herder’i öfkelendiren asıl şey bu değildir. Herderler, yıllardan beri tanıdıkları, itibar ettikleri ve güvendikleri bir aile dostları olan Goethe’nin Hz. Muhammed’e düpedüz çamur atan, hakaret eden, aşağılayan böylesine bir eseri tercüme etmesini bir türlü anlayamamaktadırlar. Kelimenin tam anlamıyla Goethe’nin kendilerini aldattığına ve hatta sattığına inanmaktadırlar. Oysa Goethe, yukarıda da vurguladığımız gibi, bu işi hatıra binaen, istemeyerek ve hatta biraz zoraki yapmış; yapmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla derdini kimseye anlatamayan şair, gerçekte mağdurken, asıl suçlu durumuna düşmüştür. Dahası var; şair, Voltaire’nin bazı düşüncelerine, özellikle dramın son monolog kısmına tercüme marifetiyle müdahale edip düzelttiği için de edebî bir eseri tahrif cürmünü işlemiş oluyor sanki. Caroline Herder’in satırlarından anlaşılan o ki Herderler, aslında Voltaire’nin garazkâr duygularla kaleme aldığı Muhammed dramının günahını da Goethe’ye yüklemişlerdir:

“Dün Muhammed dramındaydık. Başlangıçta oyunun yeniliği (davranışlardaki uygunluk, hareketlerdeki tavır ve dil) hoşa gitti derken ve Goethe’nin dilinin büyüsü ve ritim kulakları eğlendirirken, her sahnede olup bitenler asabımızı bozdu. Tarihe ve insanlığa karşı böylesine bir cürümü (Muhammed’i kaba, müptezel bir sahtekâr, bir katil ve bir şehvet düşkünü yapmasını) Goethe’den asla beklemiyordum [Goethe’nin böyle bir tercümeyi yapacağına yani Voltaire’nin Hz. Muhammed’i hâşâ “katil, sahtekâr ve şehvet düşkünü” olarak vasfettiği mahut dramını tercüme edeceğine inanmadığını söylüyor. S.Ö]. Kaba ve rezil tiranlık, sahtekârlık ve şehvet düşkünlüğü kutlanıyor!”

Evet, Caroline Herder, aynen böyle yazıyor, Goethe’nin “Tarihe ve insanlığa karşı böyle bir cürümü” nasıl işlediğine bir türlü akıl erdiremediklerini vurguluyordu; oysa Goethe, başına gelecekleri önceden hissetmiş gibi, aynı adrese, Knebel’e yazdığı 10 Haziran 1880 tarihli mektubunda bu olaydan dolayı masumiyetini şöyle dile getiriyordu:

“Benim [tercüme ettiğim] Muhammed dramına iyi not vermen çok hoş. Orijinaliyle karşılaştırma imkânı, düşünen Almanları, her iki milletin sanat alâkaları hakkında uzun uzun düşündürmeli. Tanrı bana böyle okuyucular nasip etsin.”

İşin aslına bakacak olursanız Herder’in endişe ve korkuları boşunaydı; çünkü Goethe’nin Hz. Peygamber hakkındaki olumlu fikri hiç değişmemişti. Goethe, Voltaire’nin Mahomet dramını tercüme etmeden çok önceleri, daha 23 yaşında iken bir “Muhammed” piyesi yazmayı tasarlamış, ancak her nedense bunu bir türlü tamamlayamamıştı. Bu nâtamam dramda Goethe, Hz. Peygamberi ıssız bir çölde, yıldızlı bir sema altında, ezelî ve ebedî Allah’ı arayan kararlı bir irade olarak tasvir eder. Şair, Dichtung und Wahrheit adlı eserinde yarım kalan bu “Muhammed” trajedisini yazma fikrinin nereden aklına geldiğini ve trajedinin muhtevasını şöyle özetlemektedir:

“Benim gerek aşırı derecede serbest olan muhayyilem, gerekse büsbütün gayesiz ve plansız hayat tarzım dolayısıyla, Lavater’le Basedow’un, mânevi, hattâ dinî vasıtaları dünyevî maksatlar için kullanmakta oldukları gözümden kaçmamıştı. Bu iki adamın, her biri kendi tarzında herkesi tenvir, irşat ve ikna etmeye çalışırken, bu gayretlerinin arkasında, gerçekleşmelerine çok önem verdikleri bazı niyetler gizlediklerini, benim gibi kabiliyetini ve günlerini maksatsız bir şekilde israf eden bir gencin hemen fark etmemesine imkân yoktu. Bu işte Lavater, nâzik ve akıllı, Basedow ise sert, insafsız, hattâ kaba davranıyordu; aynı zamanda ikisi de heveskârlıklarından, teşebbüs ve faaliyetlerinin seçkinliğinden o derece emin bulunuyorlardı ki, insan onları ister istemez dürüst bilip sevmek ve saymak lüzumunu hissediyordu. Bu hususta bilhassa Lavater’i överek, onun gerçekten daha yüksek maksatlar takip ettiğini söylemek, kurnazca hareket etmesi dolayısıyla da gayenin vasıtayı mubah kıldığını kabul etmek mümkündü. Ben her ikisini de tetkik ederken, onlara kendi fikrimi açıkça söyleyip, buna karşılık onların fikirlerini de dinlerken, seçkin bir adamın kendi içindeki ilâhîliği başkalarına da yaymak istemesinin pek tabii olduğu düşüncesi zihnimde canlanmıştı; fakat sonra böyle bir adam, olgun olmayan insanlarla karşılaşıyor ve bunlar üzerinde müessir olabilmek için, aynı seviyeye inmek zorunda kalıyordu; bu suretle de, o büyük üstünlüklerinin pek çoğunu feda ediyor ve sonunda bunları büsbütün elden bırakıyordu. O yüce ve ebedî gaye dünyevî maksatların içerisine gömülüyor ve bunlarla birlikte fâni akıbetlere sürükleniyordu. Böylece, o iki adamın hayat seyrini bu görüş zaviyesinden tetkik edince, onları hem övülmeye hem de acınmaya değer bulmuştum; çünkü her ikisinin de üstün bir gayeyi bayağısına feda etmek zorunda kalabileceğini önceden görür gibi olmuştum. Fakat bu nevi mülâhazaların hepsini en son haddine kadar takip ettiğim ve tecrübemin dar sınırlarını aşarak bu halin tarihteki benzerlerini de aradığım için, hiçbir vakit bir düzenbaz olduğuna inanmadığım Muhammed’in hayatından net bir şekilde tesbit etmiş bulunduğum, insanları saadete eriştirecek yerde felâkete sürükleyen davranış tarzlarını ele alarak, bir dram vücuda getirmek tasavvuru gelişmişti bende. Bundan kısa bir müddet önce ben bu şarklı peygamberin hayatını büyük bir ilgiyle okuyup incelemiştim ve bu sebepten, zihnimde bu fikir belirdiği vakit, epeyce hazırlıklı bulunuyordum. Tiyatro için, zaman ve mekânların dilenildiği gibi değiştirilebilmesi hususunda elde edilmiş bulunan serbestlikten geniş ölçüde faydalanmaklığıma rağmen, tasarladığım eserin bütünü daha çok, benim tekrar meylettiğim, muntazam piyes şekline yakışıyordu. Dram, Muhammed’in tek başına gece vakti berrak bir semanın altında söylediği bir kasideyle başlıyordu. Bu kasidenin mevzuu şöyleydi: Muhammed önce sayısız yıldızları birer ilâh sayarak, hepsine birden tapıyor; sonra bizim Jüpiter dediğimiz, Gad adındaki yıldız meydana çıkınca, bunu yıldızların şahı bilerek, yalnız buna taabbüt ediyor. Çok geçmeden ay yükseliyor ve onun hem gözünü hem de gönlünü teshir eyliyor; ondan sonra da doğan güneşin mükemmel bir şekilde canlanıp kuvvetlendiğini görerek, bu yeni mâbuda tapmak zorunda kalıyor. Fakat bu değişiklikler ne kadar sevimli olursa olsun, gene ona huzursuzluk veriyor ve ruhu bir kere daha üstün bir mâbut bulacağını hissediyor. Ben bu kasideyi büyük bir şevkle nazmetmiştim; şimdi kaybolmuş bulunmasına rağmen bu pekâlâ, bir koro ilâhisi olarak bestelenmek üzere, tekrar meydana getirilebilir, ifâde değişikliği dolayısiyle de, musikişinaslara bile tavsiye edilebilir. Fakat bu işte, benim o zaman da tasavvur etmiş olduğum gibi, bir kervanın reisini ailesiyle ve bütün kabîlesiyle birlikte göz önüne getirmek lâzımdır; bu takdirde seslerin değişik, koronun da kudretli olması pekâlâ temin edilmiş olabilir.

Böylece Muhammed kendi kendine ihtida ettikten sonra, bu duygu ve düşüncelerini yakınlarına bildiriyor; bunun üzerine karısiyle Ali ona kayıtsız şartsız iltihak ediyorlar. İkinci perdede hem kendisi hem de ondan bile daha ateşli bir gayretle Ali, bu itikadı kabîlenin içinde yaymaya çalışıyorlar. Bu sırada, karakterlerin çeşitliliğine göre, bazı kimselerin onlara uydukları, bazılarının da karşı koydukları görülüyor. İkilik başlıyor, savaş kızışıyor ve Muhammed kaçmağa mecbur oluyor. Üçüncü perdede düşmanlarını yeniyor, dinini umumîleştiriyor ve Kâbe’yi sanemlerden temizliyor; fakat her şey kuvvetle yapılamayacağı için, hileye de başvurmak zorunda kalıyor. Dünyevî meşgale büyüyüp çoğalıyor, ulvî gaye ise geriliyor ve bulanıyor. Dördüncü perdede Muhammed fütuhatına devam ediyor, mezhebin yayılması gayeden ziyade bahane oluyor, akla gelebilen bütün vasıtalara başvuruluyor; bu arada gaddarlıklar da eksik olmuyor. Muhammed’in, kocasını idam ettirmiş olduğu bir kadın, onu zehirliyor. Beşinci perdede o zehirlendiğini hissediyor. Onun o büyük metaneti, tekrar kendine gelişi ve o yüksek mefkûreye dönüşü, herkesi hayran bırakıyor. O, mezhebini temizliyor, ülkesini kuvvetlendiriyor, ondan sonra da ölüyor.

İşte zihnimi uzun müddet işgal eden bu eserin taslağı böyleydi; ben, her zaman bir eseri yazmaya başlamadan önce, onu muhayyilemde toparlamak lüzumunu hissederdim. Bir dehânın, karakter ve fikir kuvvetiyle insanlara yapabileceği tesirin hepsini, aynı zamanda da onun bu arada ne kazanıp ne kaybettiğini, belirtmek icabediyordu. Araya katılacak bir çok şarkılar önceden nazmedilmişti; bunlardan meydanda kalmış olan tek parça da, şiirlerim arasında bulunan ‘Muhammed’in Şarkısı’ başlıklı manzumedir. Piyeste Ali’nin bu şarkıyı efendisinin şerefine, başarılarının en yüksek noktasına varmış bulundukları bir sırada ve zehrin tesiriyle vuku bulan değişiklikten biraz önce okuması gerekiyordu. Eserin bazı münferid parçalarının ne maksatla tasarlandıklarını hatırlıyorsam da, bunları burada anlatmak, bu mevzuu lüzumundan fazla uzatmak demek olurdu.”

Bugün bir fragman olarak şairin eserleri arasında mevcut olan bu “Muhammed Dramı”nı Goethe, 1773 yılında kaleme almıştı. O yıllarda şair, hocası Herder’in tefekkür yörüngesinde idi. Ne var ki, başlangıçta Herder’in rehberliğinde tanıştığı İslâm kültüründen daha sonra kopmamış, tam aksine bilgilerini zamanla daha da pekiştirmiştir. Daha açık söylemek gerekirse, Herder’in korktuğu başına gelmemiş yani öğrencisi Goethe, aradan yıllar geçince Hz. Peygambere sırt çevirmemiş, bilakis daha da bağlanmıştır. Dolayısıyla iyi niyetli ve geniş ufuklu Herder’in bu konudaki tüm endişeleri bir vehimden ibaretti. Goethe’nin Voltaire’den tercüme ettiği o talihsiz Mahomet dramı, tüm edebî ve zihnî faaliyetleri göz önünde bulunduruldukta, şairin hayatında sadece bir epizod kadar yer işgal ediyordu; ancak ne yazık ki yine de menfi çağrışımlarından kolay kolay kurtulmak mümkün değildi.

Öte yandan Goethe’nin yukarıda bahsettiği ve kaybolduğunu zannettiği “Muhammed Dramı”nın giriş monoloğu daha sonraları metrûkâtı arasından çıkacaktır. Goethe’nin vahdet inancının bir belgesi olan ve mezkûr fragmanda Hz. Peygamber’e okuttuğu bu şiir aynen şöyledir:

MAHOMET (ALLEİN).

Teilen kann ich euch nicht dieser Seele Gefühl.

Fühlen kann ich euch nicht allen ganzes Gefühl.

Wer, wer wendet dem Flehn sein Ohr?

Dem bittenden Auge den Blick?

 

Sieh, er blinket herauf, Gad, der freundliche Stern.

Sei mein Herr du, mein Gott! Gnädig winkt er mir zu!

Bleib! Bleib’ Wendst du dein Auge weg?

Wie? Liebt’ ich ihn, der sich verbirgt?

Sei gesegnet, o Mond! Führer du des Gestirns,

Sei mein Herr du, mein Gott! Du beleuchtest den Weg.

Lass! Lass nicht in der Finsternis

Mich! Irren mit irrendem Volk.

Sonn’, dir glühenden, weiht sich das glühende Herz.

Sei mein Herr du, mein Gott! Leit’, allsehende, mich.

Steigst auch du hinab, herrliche?

Tief hüllet mich Finsternis ein.

Hebe, liebendes Herz, dem Erschaffenden dich!
Sei mein Herr du, mein Gott! Du allliebender, du,
Der die Sonne, den Mond und die Stern’
Schuf, Erde und Himmel und mich.

Rahatlıkla anlaşılacağı üzere Goethe, dramda Hz. Muhammed’e söylettiği bu monologunu, bu yıldızlar kasidesini Kur’an’dan ilham alarak yazmıştır. Burada şairin, şairlik fantezisini ve hürriyetini kullanarak Kur’an’ın 6. Sûresinde geçen Hz. İbrahim kıssasını biraz değiştirdiği görülmektedir. Kur’an’da nakledilen olay aynen şöyledir:

“İbrahim, babası Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti. Böylece biz, kesin iman edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk. Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız batınca, batanları sevmem, dedi. Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan topluluklardan olurum, dedi. Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (Sure 6/75-79)

Dramındaki yıldızlar kasidesini tamamıyla bu âyetlerden aldığı ilhamla yazdığı apaçık ortada olduğu halde Goethe, olayı Hz. Muhammed’in başından geçmiş gibi anlatmaktadır. Şairin bu âyetlerden haberdar olmaması ihtimal dışıdır, çünkü Maracci’nin Latince Kur’an tercümesinden bu âyetleri bizzat kendisi not etmiştir. Demek oluyor ki Goethe, dramında sadece “zaman ve mekânların dilenildiği gibi değiştirilebilmesi hususunda, elde edilmiş bulunan serbestlikten geniş ölçüde faydalanmak”la kalmamış, bilakis aynı zamanda olayı, yani Kur’an’da anlatılan İbrahim kıssasını da kısmen değiştirme yoluna gitmiştir. Yoksa Goethe, Kur’an’da nakledilen olayda zannedildiği gibi Hz. İbrahim ile Hz. Muhammed’i karıştırmamıştır.

Bu dramıyla Goethe, yukarıdaki alıntıda da açıkça ifâde ettiği üzere, “Bir dehânın, karakter ve fikir kuvvetiyle insanlara yapabileceği tesirin hepsini, aynı zamanda da onun bu arada ne kazanıp ne kaybettiğini” göstermek istiyordu. Bunun için Hz. Muhammed fevkalâde uygundu; çünkü Hz. Peygamber, hem ilâhî mesajın taşıyıcısı hem de siyasi bir lider, bir başkumandan ve bir cihangir idi; maksadına ulaşmak için gerektiğinde savaşı bir hile olarak kullanabiliyordu. Şu var ki dramın kahramanı ilâhî mesajı sadece söz marifetiyle değil, aynı zamanda güçlü bir serdar ve siyasi bir kişilik olarak güç kullanmak suretiyle de insanlığa, geniş kitlelere yaymaya çalışacaktır. Hal böyle olunca ister istemez hata, taksir (kusur), tedbirsizlik ve cürüm işlenmiş, bu suretle kahramanın yüce safiyetine gölge düşmüş ve bunun neticesinde de ilâhî olanın tesiri azalmış olacaktır. Unutmamak gerekir ki Goethe, bütün bu tezatları dramda bir iç gerilim yaratmak için düşünmüştür; yoksa Hz. Peygamberin masumiyetine gölge düşürmek, O’nun yüce sâfiyetini sorgulamak için değil. Zaten Goethe de Dichtung und Wahrheit adlı eserinin on dördüncü bölümünde bu durumu aynen teyid etmektedir:

“Tasavvur edilebilen her türlü vasıtaları kullanmak mecburiyeti yüz gösterir. Zulüm de eksik olmaz. İdam ettirdiği bir erkeğin karısı onu zehirler. Beşinci perdede hisseder ki zehirlenmiştir. Onun o büyük metaneti, tekrar kendine gelişi ve o yüksek mefkûreye dönüşü, herkesi hayran bırakır. O, öğretisini daha da saflaştırmış, devletini sapasağlam bir hâle getirmiş olarak sonunda ölüyor.”

Görüldüğü üzere Goethe dramında, dünyevî olanla ilahî olan arasındaki ince perdeyi kımıldatarak bir estetik gerilim yaratmayı başarmıştır. Esasen Hz. Peygamber de tamamen bu vakıaya dikkatleri çekmiş ve buyurmuştur ki, “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya için ve yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalışınız.” Demek oluyor ki tümden dünya meşguliyetlerine dalmak, ilâhî kapasitede zorunlu olarak bir daralma yaratmaktadır. O yüzden Goethe, “Dünyevî meşgale çoğalıyor ve geniş¬liyor, ilâhî olan ise, geriliyor ve bulanıyor” demektedir.

Tefekkürün yüksek irtifalarında Goethe, kahramanlarına yer yer şiirler, ilâhiler okutmaktadır. Bunlardan birisini, yukarıda verildiği üzere, Hz. Muhammed’e okutmuştur; ancak ikinci bir nağme daha vardır ki bunun cidden eşi benzeri yoktur. “Muhammed’in Nağmesi” (Mahomets Gesang) başlıklı bu ilâhi Hz. Peygamber’i tebcil için kaleme alınmıştır. Bu şiiri Hz. Ali, Hz. Peygamber zafer ve muvaffakiyetin zirvesinde iken, dramdaki o mâhut zehir hadisesiyle ortaya çıkan durumdan az evvel, Hz. Peygamber’in yüce şanını tebcil için okuyacaktır.

İmdi, bu harikulâde Kaside-i Muhammediye’nin içeriğine geçmeden önce burada bir hususu belirtmekte fayda var: Goethe’nin bu fragmanı, bu Muhammed Dramı her ne kadar mükemmel bir dram olsa da, eserin sahnede gösterilmesi, zannımca, etik ve estetik bakımdan sakıncalı olurdu. Zira Hz. Peygamber’in bir suretinin dahi bulunmadığı ve görüntüsünün tamamen Müslüman’ın muhayyilesine bırakıldığı bizim gibi Müslüman ülkelerde yüce peygamberi sahnede göstermek, hem Müslüman’ın hayâl dünyasını hem de manevi dünyasını yıkmak anlamına gelir. Sadece Hz. Peygamber’in değil diğer tüm peygamberlerin de bir tiyatro kahramanı olarak sahneye çıkarılmaları, onların asırlar boyunca muhayyilemizde yüceltilen ilâhi varlıklarını yaralar. Nitekim bu satırların yazarı, Federal Almanya’nın Bonn kentindeki şehir operasında Strauss’un harikulâde bestesiyle sahnelenen Salome piyesini seyrettiğinde ve Hz. Yahya peygamberi sahnede gördüğünde aynı duyguları yaşamıştı. O itibarla, insanlığın hayal ve hâfızasına hürmeten, Peygamberlerin ruhaniyetlerine saygı icabı onların sûretlerini sahnelerden uzak tutmak, en azından etik olarak daha uygun olur, diye düşünürüm.

KASİDE-İ MUHAMMEDİYE

Gelelim Kaside-i Muhammediye’ye… Hz. Muhammed hakkında yazılmış kasidelerin en güzellerinden biri olan bu kaside üzerinde biraz durmak istiyoruz; ancak evvelâ o yüksek nağmeyi, o ulvî şiiri duymaya çalışalım:

MAHOMETS GESANG

 

Seht den Felsenquell,

Freudehell,

Wie ein Sternenblick;

Über Wolken

Nährten seine Jugend

Gute Geister

Zwischen Klippen im Gebüsch.

 

Jünglingsfrisch

Tanzt er aus der Wolke

Auf die Marmorfelsen nieder,

Jauchzet wieder

Nach dem Himmel.

 

Durch die Gipfelgänge

Jagt er bunten Kieseln nach,

Und mit frühem Führertritt

Reißt er seine Bruderquellen

Mit sich fort.

 

Drunten werden in dem Tal

Unter seinem Fußtritt Blumen,

Und die Wiese

ebt von seinem Hauch.

 

Doch ihn hält kein Schattental,

Keine Blumen,

Die ihm seine Knie umschlingen,

Ihm mit Liebesaugen schmeicheln:

Nach der Ebne dringt sein Lauf

Schlangenwandelnd.

 

Bäche schmiegen

Sich gesellig an. Nun tritt er

In die Ebne silberprangend,

Und die Ebne prangt mit ihm,

Und die Flüsse von der Ebne

Und die Bäche von den Bergen

Jauchzen ihm und rufen: Bruder!

Bruder, nimm die Brüder mit,

Mit zu deinem alten Vater,

Zu dem ewgen Ozean,

Der mit ausgespannten Armen

Unser wartet

Die sich, ach! vergebens öffnen,

Seine Sehnenden zu fassen;

Denn uns frißt in öder Wüste

Gierger Sand; die Sonne droben

Saugt an unserm Blut; ein Hügel

Hemmet uns zum Teiche! Bruder,

Nimm die Brüder von der Ebne,

Nimm die Brüder von den Bergen

Mit, zu deinem Vater mit!

 

Kommt ihr alle! –

Und nun schwillt er

Herrlicher; ein ganz Geschlechte

Trägt den Fürsten hoch empor!

Und im rollenden Triumphe

Gibt er Ländern Namen, Städte

Werden unter seinem Fuß.

 

Unaufhaltsam rauscht er weiter,

Läßt der Türme Flammengipfel,

Marmorhäuser, eine Schöpfung

Seiner Fülle, hinter sich.

 

Zedernhäuser trägt der Atlas

Auf den Riesenschultern; sausend

Wehen über seinem Haupte

Tausend Flaggen durch die Lüfte,

Zeugen seiner Herrlichkeit.

 

Und so trägt er seine Brüder,

Seine Schätze, seine Kinder

Dem erwartenden Erzeuger

Freudebrausend an das Herz

Hz. Muhammed’in Nağmesi

 

Türkçesi:

 

MUHAMMED KASİDESİ

 

Kayalıklardan fışkıran,

Şu neşe pınarına bakın,

Bir yıldız çakışı sanki;

Bulutlar üzerinde

Yüce ruhlar beslemiş gençliğini,

Derûnunda koruluktaki kayalıkların.

 

Taptaze gençliğiyle,

Sıyrılıp bulutlardan

Raks eder gibi iner mermer kayalara

Haykırır sevincini yine

Sînesinden asumana.

 

Katmış da önüne rengârenk çakılları

Sürüklüyor dağ geçitlerinden aşağı,

Ve bir önder azmiyle

Götürüyor beraberinde,

Nice kardeş pınarları.

 

Vadilerden aşağı

Çiçeklenir geçtiği yerler,

Ve çimenler

Soluğuyla yeşerir.

 

Lâkin eyleyemez onu,

Ne gölgeli vadiler,

Ne sevdalı bakışlarla yüze gülerek,

Dizlerine kapanan çiçekler:

Basıp ovayı tâ içlere kadar ilerler,

Sonra döne dolana akar gider.

 

Yoldaşı oluverir akarsular.

Ve şimdi gümüş parıltılar içinde

Girer ovaya,

Ve onunla parıldar ova,

Ve ovalardan gelen ırmaklardan

Ve dağlardan inen derelerden

Sevinçle bir ses yükselir: Kardeş!

Kardeş, kardeşlerini de al yanına,

O kadîm Yaradana,

Kucağını açıp bizi bekleyen

O ebedî ummana kavuştur,

Ah! O kollar ki beyhûde açılmış,

Bağrına basmak için hasret çekenleri;

Zira şu ıssız çölün

Haris kumları bizi yiyip bitirecek;

Güneş yukardan kanımızı içecek;

Bir tümsek engel göle ulaşmamıza!

Kardeş!

Al ovalardan bütün kardeşleri,

Dağlardan bütün kardeşleri al

Eriştir hepsini yüce Yaradana!

 

Haydi, gelin hepiniz!-

Nasıl da coşmakta şevkle;

Bir nesil ki taşıyor yücelere önderini!

Parlak zaferlerle ilerlerken,

Ülkelere ad verir,

Geçtiği yerlerde şehirler kurulur.

 

Durdurulamaz, muttasıl akar köpürerek

Öyle cömert bir fıtrat ki o,

Parlayan kuleleri,

Ve görkemli mermer sarayları

Böylece ardında bırakır gider.

 

Sanki atlas; sedir ağacından gemileri,

Taşıyor devâsâ omuzlarında;

Ve bir uğultu ki rüzgârda,

Sırtında binlerce yelkenli,

Hep onun ihtişamına şahit.

 

Ve böylece bütün kardeşlerini,

Evlatlarını, hazinelerini,

Neşe saçan kalbiyle

Götürür bekleyen Yaradana.

 

İmdi, “Muhammed’in Nağmesi” başlıklı şiir bu. Başlık yanıltıcı olabilir; şiir, Hz. Peygamberin terennüm ettiği bir şiir değil, tam aksine Hz. Muhammed’i yüceltmek üzere yazılmış bir tür na’t, bir kaside. Esasen Goethe, bu şiiri Muhammed Dramı’nda Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın karşılıklı olarak kıta kıta okumaları için kaleme almış. Ne var ki mezkûr dram tamamlanmayınca, geriye bu iki şiir kalıyor. Bu eseri kaleme almadan önce Goethe, Avrupa’da o zamana kadar Hz. Muhammed hakkında neşredilmiş tüm kitapları okuyor. Şunu belirtelim ki şairler prensinin Hz. Peygamber hakkında okuduğu kitapların hemen hepsi maalesef önyargılarla dolu menfî kitaplardır. Daha doğrusu bu kitaplarda Hz. Peygamber, iktidar düşkünü, şiddet yanlısı bir sahtekâr, bir tiran ve yalancı bir peygamber olarak tanıtılıyor; fakat buna rağmen Goethe, mütecessis dehâ kudreti, sezgisi ve müthiş zekâsıyla bu menfî kitapların ve önyargılar cürufunun içerisinden “fışkıran bir neşe pınarı” olan Hz. Peygambere ulaşmayı başarmıştır. İşte bu muhteşem şiir, bu harikulâde kaside böyle bir tecessüsün eseridir. Doğrusu Goethe, bu şiirinde -her ne kadar Hz. Peygamber’i bir dâhi olarak takdim etmek doğru değilse de- Hz. Peygamberi, insanlığın manevî lideri bir “dehâ” olarak tebcil etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber, insanlığın manevî lideri olarak, onun tâbiriyle “bir din dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına almış, Allah’a eriştirmeğe çalışmaktadır.

 

Böylece şiirin asıl mânâ alanına intikal etmiş bulunuyoruz. Öyleyse idrakimizin tüm ışıklarını sonuna kadar açarak şiirde resmedilen bu muhteşem mânâ akışını temâşâ edelim.

 

Daha şiirin ilk mısralarında estetik büyüsüyle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Kayalardan fışkıran berrak bir pınar… Beyaz inciler gibi raksedercesine mermer kayalar üzerine dökülür ve parlak bir ışık huzmesi gibi yukarı sıçrar, tül tül dağılır… Hayat verici, taze, canlı, serinletici su ve suyun harikulâde sesi… İlk mısralarda irademizi âdeta sihirleyen bu estetik görünüş, bu gümüş parıltı gittikçe büyüyen, açılan ve diğer akarsuları, çayları ve dereleri de bünyesine katmak suretiyle daha da güçlenen, güçlendikçe güzelleşen, büyük görkemli kayalar üzerine tül tül dağılan, yayılan ve yeniden toparlanan, sonra daha güçlü olarak akışına devam eden ve zamanla tüm renk ve ışık oyunlarıyla gözü, sesin çeşitli tını ve renklerinden oluşan bir âhenk ve ritimle de kulakları kendine bend eden bir güç, ihtişam ve coşku ırmağı halinde okyanusun derinliklerine iner.

 

İlk bakışta gördüğümüz estetik manzara budur; dağ doruklarından bir ışık seli halinde inen ve bütün diğer dereleri ve küçük nehirleri de kendine katarak hiçbir engel tanımadan okyanusa koşan gümüş bir parıltı.

 

Peki, hepsi bu kadar mı? Hayır… Öyleyse manzaraya biraz daha yakından bakalım: Dağ doruklarındaki kayalıklardan gür bir ışık seli gibi fışkıran berrak, pırıl pırıl bir pınar, omuzlarımızdan dökülür gibi, hayat saçarak, susuz gönülleri serinletircesine yüce dağlardan iniyor; kayalıkların arasından köpük köpük dökülerek, çağlayarak aşağılara doğru akıyor. Bu coşkun akış, bu heybetli geliş esnasında gittikçe güçlenen ve köpüren pınar, dağ geçitlerinden geçerken rengârenk çakılları önüne katar, kardeş pınarları yanına alır ve daha da güçlenerek, kükreyen bir aslan gibi vadilere iner. Onun soluğunu duyan çemen çocukları bir bir seyre çıkarlar; süsenler dillenir, menekşeler titreşir, sümbüller ve laleler yakasını açar, gelincikler el ele tutuşur ve her zaman gözü yaşlı nergis başta olmak üzere tüm yüzler güler. Gelişini hasretle bekleyen, kutlayan, buna içtenlikle sevinen, bayram eden bahar çocukları, gidişine üzülür, gözyaşı dökerler; ayrılmasın diye yalvarıp yakarırlar, dizlerine kapanırlar; vadi yemyeşil ipek halılar serer ayağına, güzel kokuyu sevdiği için çiçekler en güzel kokuları takdim ederler ona. Gitmesini istemezler, çünkü onunla iklim değişmiştir, bahar gelmiştir gönüllerine. O ise, ovayı tâ içlerine kadar sulayıp, ışıklandırdıktan sonra kararlı adımlarla yoluna devam etmek ister. Uzun zaman onlarla olamaz, eğlenemez, çünkü hasretle kendisini bekleyen kardeşlerini de alacaktır kollarına; ovalardan çayları, dağlardan inen dereleri de kardeşçe kucaklayıp bağrına basacaktır. Peki, bütün çaylar, dereler ve küçük akarsular bu ana ırmakla birleşmeğe can atarken, kendi başına akıp giden, ana ırmakla birleşmek istemeyen, yanlış yolda olan ve yanlış istikamette akan sular çıkmayacak mıdır? Çıkacaktır belki, çünkü kalpleri mühürlü olanlar da vardır. Onlar sapkınlardır; Allah’ın ipine sarılmayanlar elbette yanlış yola gideceklerdir. Allah’ın ipi gürül gürül akan ırmağa benzer; bu ırmak, ilâhî mesajın taşıyıcısı, ilâhî bilgilerin menbaı Hz. Peygamberdir. Bu ilâhî mesajı taşıyan Hz. Peygamberi hiçbir engel durduramaz; o hiçbir yerde eğlenemez. Onun görevi bu ilâhî mesajı tüm insanlara ulaştırmaktır.

 

Evet, bu ilâhî mesajın taşıyıcısı hiçbir yerde eğlenemez, kalamaz, çünkü kâinatın her yerinde insanlık onu beklemektedir. Dağlardan kopup gelen nice dereler, onun kucağına atlarcasına şelalelerden aşağı bırakan köpüklü sular ve kızgın güneşin altında, parlak kumlar üzerinde sessizce akan çaylar onun sesini duyuyorlar, onu bekliyorlar, ona sığınmak istiyorlar. Ve pek garibâne duygularla, “Gel, bizi de kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır!” diye yalvarıyorlar; “Şu ıssız, vahşi çölün, muhteris kumları bizi yiyip bitirecek, güneş yukardan kanımızı içecek!” diyorlar. İşte bu yüzden, o nurdan nehir, omuzlarında dehânın ağır yüküyle yoluna devam etmek mecburiyetindedir; zira o, beşeriyetin acılarını dindirmekle görevlidir. İşte bu yüzden o, kırık kalpleri onarmak, üzgün yüzleri güldürmek, geçtiği yerlerde mamur medeniyetler inşa etmek üzere yoluna devam etmek istemektedir. O, geçtiği yerlerdeki harabeleri mamur bir medeniyete dönüştürmüş, ardında ışıl ışıl yanan minareler, kuleler ve pırıl pırıl mermer saraylar serpiştirmiştir.

 

Nihayet, başlangıçta kaynağından taşarak menziline ulaşmak üzere yola koyulan, hiçbir yerde durmayan, durdurulamayan bu gümüş ırmak, zamanla çayları, dereleri, diğer akarsuları da bünyesine katarak ve gittikçe daha da güçlenerek büyük bir coşku ve ihtişamla ve de gücünün zirvesinde ummana ulaşıyor. Şiirin başından sonuna kadar irâdemizi esir eden ve bakışımızı büyüleyen nurdan bir ırmak akmaktadır gözümüzün önünden. Şiirde verilen manzara, ahenk, renk, ses ve ışık öylesine güçlüdür ki, bu durum, şiirden kopmayı imkânsız kılmaktadır. Manzaraya hâkim olan, bakışımızı esir alan berrak pınar, gürül gürül akan ırmak harikulâde bir metafordur. Rahatlıkla anlaşılacağı üzere bu mecazla anlatılmak istenen yüce insan, adı sadece şiirin başlığında zikredilen Hz. Muhammed’dir. Hz. Peygamber burada berrak akan bir sudur, bir pınardır, bir nurdur. Saf su, saf ışıkla sembolleşen yüce Peygamber, pür nur bir rehber, kararlı bir lider olarak ilâhî mesajı susuz gönüllere taşımaktadır. Bu dehâ, tıpkı coşkun bir ırmak gibi mukaddes yolculuğuna başlar, zamanla tüm öteki kardeşlerini de kollarına alarak, elde ettiği zaferlerle gittikçe güçlenir ve nihayet ilâhî bir güzellik, azamet ve ihtişam içerisinde ummana varır. Manzara budur ve şiirde “fışkıran pınar” ve “coşkun akan ırmak” sembolüyle baştan sona, çocukluğundan hayatının sonuna kadar Hz. Peygamber’in hayatı anlatılmaktadır. Goethe burada Hz. Muhammed’i kendini tümden Allah’a adamış gerçek dindar adamın bir prototipi, Allah’ın gerçek kulu (abduhu lafzının tarif ettiği üzere) olarak takdim etmektedir.

Üstünkörü bir bakışla şiirdeki estetik manzara böyle görünmektedir; ancak bu estetik görüntü bize şiirin anlatmak istediklerini tümüyle vermekten halen çok uzaktır. Şiiri hakkıyla değerlendirmek için bütünüyle muhtevaya, yapıya ve teferruata daha yakından bakmak gerekmektedir; ancak evvela neşrinden sonra şiirin yarattığı yankılara bir göz atalım.

 

KAYNAK: Goethe ve Hz. Muhammed (Timeturk,  01.03.2010).

 

 

Yazar: KAYNAK: Goethe ve Hz. Muhammed (Timeturk, 01.03.2010).

HİCRET

HİCRET

 

NECİP FAZIL KISAKÜREK



Mekke'yle Medine arası yollar;
Çizik çizik hasret yarası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah'a varası yollar.
Mekke'yle Medine arası yollar;

Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin

Hicret, yurtdışında aranan destek;
Dava sahibine öz yurdu köstek.
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezi çevreden fethidir istek.
Hicret, yurtdışında aranan destek.

İnsan koşar ufuk kaçar beraber;
Ufukta, varılmaz gayeden haber.
O ki, eteğinde ufuk ve gaye,
O ki, Gaye-İnsan, Ufuk-Peygamber.
İnsan koşar ufuk kaçar beraber;

Ayakta, Medine müslümanları;
İslam'ın "Yardımcısı" kahramanları...
Rasûller Rasûlü uğrunda fedâ,
Malları, canları, hânümanları...
Ayakta, Medine müslümanları;

Yazar: NECİP FAZIL KISAKÜREK

MUHAMMED’İN YAKARIŞI

MUHAMMED’İN YAKARIŞI

 

RAINER MARIA RILKE

Gerçi saklandığı yere, o pek yüce olan
Girince bir bakışta tanınan Melek
Dimdik ve görkemli parıltılar salan:
Yalvardı bütün iddialardan vazgeçerek

İzin verilsin diye gezgin kalmasına
Eskisi gibi, dalgın bir tacir olarak yani;
Okumuşluğu yoktu, fazla gelirdi ona da
Bilginlere de görmek sözün böylesini.

Melekse emredercesine gösteriyordu
Levhasına yazılanları yalvarana
Gösteriyor ve istiyordu tekrar: Oku

Okudu O da: Öyle ki Melek hayrandı.
Çoktan okumuş denirdi artık ona
Yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.

Yazar: RAINER MARIA RILKE

O GECE

O GECE

 

MEHMET AKİF ERSOY

 

On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!


Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!


Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,


Bir kerede, mamure-I dünya, o zamanlar, Açıklama: Bir Gece
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.


Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!


Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin.
Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.


Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!


Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!


Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi geberdi!


Alemlere rahmetti evet şer-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.


Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyet-i, medyun O'na ferdi.

 Açıklama: Bir Gece
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.

 

 

 

Yazar: MEHMET AKİF ERSOY

ÖRNEK İNSAN ve ÖRNEK MÜSLÜMAN

ÖRNEK İNSAN ve ÖRNEK MÜSLÜMAN

 

Dinlerin önemini yitireceği kehanetinin iflasından sonra, özellikle İslam dini, dünya gündeminin hep birinci sırasında yer almaya devam ediyorsa…

 

İslam’ın çeşitli yönleri üzerinde tartışmayı sürdüren binlerce yazar ve politikacı ortaya koydukları görüşlerle zihinleri aydınlatmakta yeterli olamıyorsa…

 

Gerçek İslam budur denilebilecek birinci elden en doğru bilginin İslam Peygamberi’nin hayatında olduğunu hatırlamak herhalde en doğrusudur.

 

İhsan Işık

Yazar: İHSAN IŞIK

PEYGAMBER MUHAMMED'E (DAĞ PINARI)

PEYGAMBER MUHAMMED'E
Alman şaair Goethe nin Hz Muhammed'e ithaf ettiği şiir(DAĞ PINARI)

 

GOETHE

 


Sevinç, sevinç berraklık
Yıldız, yıldız parlaklık
O ki bir dağ pınarı
Bulutlar üstü aklık

 

Yücelik eşiği
Yamaçlar, loş kuytular
Melek sallar beşiği,
Nur içinde uykular

 

Semada bir coşkunluk
Dar geçitler vadiler
Her pınar oluk, oluk,
O pınara erdiler

 

Nefesiyle yeşermiş,
Çimenler ve çiçekler,
Gümüş ışıklar sermiş,
Onun yolunu bekler

 

Pınarlar haykırıyor;
"Sakın bırakma bizi!
Çöller kızgın, akmak zor
Kum yutar hepimizi"

 

Peki der dağ pınar'ı
Toplayıp pınarları
Kabarır, coşar, taşar
Yeni ülkeler aşar

 

Doğar geçtiği yerde
Şehirler, mamureler
Nakışlar mermerlerde,
Alev uçlu kuleler

 

Bağlılarını taşır,
Eteğin Rahman'a
Yürür, gider, karışır
O ilahi Ummana"

 

Yazar: GOETHE

SANA HAYRANDIR EFENDİM

SANA HAYRANDIR EFENDİM

 

ALİ ULVİ KURUCU


Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân'dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim.

Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından,
Asilere lütfun, yüce fermândır Efendim..

Ta Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkın, Kur'ân'dır Efendim.

Aşkınla buhurdan gibi tütmekde bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim...

Dağ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim...

Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın,
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim...

Yazar: ALİ ULVİ KURUCU

TARİH SIRASINA GÖRE PEYGAMBERİMİZİN HAYATI

TARİH SIRASINA GÖRE PEYGAMBERİMİZİN HAYATI

 

İhsan IŞIK

 

570 yılında Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) Mekke’de doğdu. Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine’dir. Doğumundan birkaç ay önce babasız kaldı.

577 yılında Peygamberimiz yedi yaşındayken annesi Amine vefat etti. Çocukluğunda O’nu dedesi Abdülmuttalib, dedesinin ölümünden sonra da amcası Ebu Talib korudu.

595 yılında, 25 yaşında iken 40 yaşında iyi ahlaklıyla tanınmış bir dul kadın olan Hz. Hatice ile evlendi. Peygamberimizin soyunu sürdüren çocukları Hz. Hatice’den olmuşlardır.

610 yılında yüce Allah, Hz. Muhammed’i peygamberlikle görevlendirdi. Peygamberimize Hz.Cebrail’in getirdiği ilk Kur’an ayeti “Oku” diye başlamıştır.

612 yılından itibaren Kureyşli müşrikler, Peygamberimize ve ilk Müslümanlara üç ay boyunca her türlü işkence, baskı ve hakaretleri yaptılar.

615 yılında Resulullah, işkenceye dayanamayan bazı Müslümanların Habeşistan’a hicretine izin verdi.

620 yılında Peygamberimizin koruyucusu, amcası (Hz,Ali’nin babası) Ebu Talib ve Peygamberimizin eşi Hz, Hatice vefat ettiler. Resullullah aynı yıl hz. Aişe ile nişanlandı.

622 yılında Peygamberimiz, arkadaşı Hz.Ebu Bekir ile birlikte Medine’ye hicret etti. Büyük sevgi gösterileriyle karşılandı.

624 yılında Bedir Savaşı oldu. Peygamberimizin Başkomutanı olduğu İslam ordusu, daha kalabalık olan müşrik ordusunu yendi. Aynı yıl Peygamberimiz Beni Nadir gazvesine katıldı ve Müslümanlara tuzak kuran Yahudileri cezalandırdı.

625 yılında Uhud Savaşı oldu. Bu savaşta Müslümanlar önce galip duruma geçtiler. Sonra Peygamberimizin bazı emirlerine uymayı ihmal edince yenildiler.

627 yılında Peygamberimiz Müreysi gazvesine katıldı ve Kureyş müşrikler ile işbirliği yapan Müreysi müşriklerini cezalandırdı. Aynı yıl Hendek Savaşı oldu. Medine’yi kuşatan müşrikler Allah’ın gönderdiği şiddetli fırtına ile silahlarını ve eşyalarını bırakarak kaçtılar.

628 yılında Hudeybiye Barışı yapıldı. Bu barışın yapılmasıyla Müslümanlar İslam’ı yaymaya daha fazla zaman buldu ve Müslümanların sayısı hızla çoğaldı. Aynı yıl Hayber Kalesi fethedildi. Müslümanları tehdit eden Hayber Yahudileri cezalandırıldı. Bir Yahudi kadının ikram ettiği yemek Peygamberimizi zehirledi, hastalanmasına sebep oldu. Yine 628 yılında Peygamberimiz, Bizans İmparatoru Herakliyus’a, İran Kisrası’na, Mısır sultanı Mukavkıs’a  ve Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye mektup gönderdi ve onları Müslüman olmaya çağırdı.

629 yılında Mute Savaşı yapıldı. Peygamberimiz Suriye bölgesini ellerinde tutan Rumların üzerine bir ordu gönderdi ve üç bin kişilik bir ordu ile yüz bin kişilik düşman ordusunu bozguna uğrattı.

630 yılında Mekke fethedildi. Peygamberimiz Mekke’ye girince ilk iş olarak Kabe’yi putlardan temizledi.

631 yılında Tebük Savaşı yapıldı. Bizans Ordusu İslam Ordusunun karşısına çıkma cesaretini gösteremedi. Peygamberimiz Arabistan’ın kuzeyini İslam devletinin egemenliğine soktu.

632yılında Peygamberimiz Veda Haccını yapıp Veda Hutbesini okudu. Medineye döndüğünde hastalandı. Birkaç ay sonra hastalığı arttı ve vefat etti. Vefat ettiği yere gömüldü. Peygamberimizin mezarı Medine’dedir.

 

Yazar: İHSAN IŞIK

TOLSTOY ve HZ. MUHAMMED

TOLSTOY ve HZ. MUHAMMED

 

"...Bunu söylemek ne kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan (Hıristiyanlık'tan) mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden Muhammediliği; tek Allah'ı ve onun Peygamberini kabul ederdi."

 

Lev N. TOLSTOY (1828-1910)

 

Ünlü Rus yazarı L N. Tolstoy, 1908 yılında, Abdullah EI-SÜHREVERDİ'nin Hindistan'da basılmış "Hz. Muhammed'in Hadisleri" kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir risale (kitapçık) tertip etmiş, bunu Rusya'nın 'Posrednik' adlı yayınevinde bastırmıştır.

Rus halkı ve özellikle Rus aydınları, L. N. Tolstoy'u ilahi bir kuvvete sahip gibi seviyorlardı ve onun İslamiyeti kabul etmesinin duyulmasının Rus toplumu içinde İslam'a güçlü bir akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy'un Hz.Muhammed' in hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Tolstoy, bu risale (kitapçık) ile Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle tanıştırmıştır. Hadislerden seçtiği konularda 'fakirlik' ve 'eşitlik' gibi kavramları esas almış, Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir nitelikte olmasına özen göstermiştir.

Tolstoy, seçip kitapçık haline getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve fedakârlığın yerinin İslam olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha ötesinin de yerinin yine İslam olduğunu vurgulamak istemiştir...

(Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu ALİYEV)

 

Yazar: (Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu ALİYEV)

HZ. MUHAMMED (s.a.v) (Özet Bilgi)

HZ. MUHAMMED (s.a.v) (Özet Bilgi)

Son Peygamber, İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v), 570 yılında Mekke’de doğdu. Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine’dir. Doğumundan birkaç ay önce babası vefat edince yetim kaldı.

577 yılında Peygamberimiz yedi yaşındayken annesi Amine de vefat etti. Çocukluğunda O’nu dedesi Abdülmuttalib, dedesinin ölümünden sonra da amcası Ebu Talib korudu.

595 yılında, 25 yaşında iken, iyi ahlaklıyla tanınmış 40 yaşında bir dul kadın olan Hz. Hatice ile evlendi. Peygamberimizin soyunu sürdüren çocukları Hz. Hatice’den olmuşlardır.

610 yılında yüce Allah, Hz. Muhammed’i Peygamberlikle görevlendirdi. Peygamberimize Hz. Cebrail’in getirdiği ilk Kur’an ayeti “Oku” diye başlamıştır.

612 yılından itibaren Kureyşli müşrikler, Peygamberimize ve ilk Müslümanlara üç ay boyunca her türlü işkence, baskı ve hakaretleri yaptılar.

615 yılında Resulullah, işkenceye dayanamayan bazı Müslümanların Habeşistan’a hicretine izin verdi.

620 yılında Peygamberimizin koruyucusu, amcası (Hz, Ali’nin babası) Ebu Talib ve Peygamberimizin eşi Hz, Hatice vefat ettiler. Resullullah aynı yıl Hz. Aişe ile nişanlandı.

622 yılında Peygamberimiz, en yakın arkadaşı Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etti. Medine halkının büyük sevgi gösterileriyle karşılandı.

624 yılında Bedir Savaşı oldu. Peygamberimizin Başkomutanı olduğu İslam ordusu, daha kalabalık olan müşrik ordusunu yenerek büyük bir zafer kazandı. Aynı yıl Peygamberimiz Beni Nadir gazvesine katıldı ve Müslümanlara tuzak kuran Yahudileri cezalandırdı.

625 yılında Uhud Savaşı oldu. Bu savaşta Müslümanlar önce galip duruma geçtiler. Sonra Peygamberimizin bazı emirlerine uymayı ihmal edince yenildiler.

627 yılında Peygamberimiz Müreysi gazvesine katıldı ve Kureyş müşrikleri ile işbirliği yapan Müreysi müşriklerini cezalandırdı. Aynı yıl Hendek Savaşı oldu. Medine’yi kuşatan müşrikler Allah’ın gönderdiği şiddetli fırtına ile silahlarını ve eşyalarını bırakarak kaçtılar.

628 yılında Müslümanlar ile Kureyşli müşrikler arasında Hudeybiye Barışı yapıldı. Bu barışın yapılmasıyla Müslümanlar İslam’ı yaymaya daha fazla zaman buldu ve Müslümanların sayısı hızla çoğaldı. Aynı yıl Hayber Kalesi fethedildi. Müslümanları tehdit eden Hayber Yahudileri cezalandırıldı. Bir Yahudi kadının ikram ettiği yemek Peygamberimizi zehirledi, hastalanmasına sebep oldu.

Yine 628 yılında Peygamberimiz, Bizans İmparatoru Herakliyus’a, İran Kisrası’na, Mısır sultanı Mukavkıs’a  ve Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye mektup gönderdi ve onları Müslüman olmaya çağırdı.

629 yılında Mute Savaşı yapıldı. Peygamberimiz Suriye bölgesini ellerinde tutan Rumların üzerine bir ordu gönderdi ve üç bin kişilik bir ordu ile yüz bin kişilik düşman ordusunu bozguna uğrattı.

630 yılında Mekke fethedildi. Peygamberimiz Mekke’ye girince ilk iş olarak Kâbe’yi putlardan temizledi.

631 yılında Tebük Savaşı yapıldı. Bizans Ordusu İslam Ordusunun karşısına çıkma cesaretini gösteremedi. Peygamberimiz, bu zafer sonucu Arabistan’ın kuzeyini İslam devletinin egemenliğine soktu.

632 yılında Peygamberimiz Veda Haccını yapıp ünlü Veda Hutbesini okudu. Medine'ye döndüğünde hastalandı.

 

Peygamberimizin Vefatı

 

Medine'ye dönüşünden birkaç ay sonra Resulullah'ın (s.a.v) hastalığı artmış, namazını bile güçlükle kılıyordu. Çok istediği halde her vakit mescide gidemiyordu. Yine mescide güçlükle gidebildiği bir gün, Müslümanlardan iki kişinin yardımıyla minbere çıkmış, Allah’a şükürler edip cemaate öğütlerde bulunduktan sonra vedalaşarak şöyle buyurmuştu:

-      "Ey İnsanlar, kimin sırtına vurmuş isem, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin alacağı varsa, gelsin alsın".

Peygamberimiz bunları söyledikten sonra öğlen namazını kıldırdı. Sahabelerden biri çıkarak üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen ona borcunu ödedi. Sonra yine Müslümanlara dua etti. Allah’ın elçisi, konuşmasının devamında, müşriklere karşı uyanık olunmasını, onların fitne çıkarmasına fırsat verilmemesini istiyordu. Bütün Müslümanlar Peygamberimizi gözleri yaşlı olarak dinliyordu.

Resulullah o gün, kendisini kastederek bütün Müslümanları ağlatan şu sözleri söylemişti:

-      "Yüce Allah, bir kulunu dünya ve ahiret arasında serbest bırakmıştır".

Bu kul kendisinden başkası değildi. Görevi sona erince Allah onu hayatının son günlerine getirmişti. Resulullah o gün Müslümanlara yaptığı konuşmasını “Sizi Allah’a ısmarladım” sözleriyle tamamladı.

Sonraki günlerde Peygamberimizin hastalığı ağırlaşmaya başlamıştı. Bütün Müslümanlar üzüntü içinde onun çevresinde dönüp duruyorlardı. O günlerde ancak iki defa daha mescide gidebildi. Hz. Ali ve Hz. Abbas’ın yardımıyla çıktığı minberde Müslümanlara hastalığı konusunda bilgi verdi ve öğütlerini söyledi. Resulullah, kendisini üzüntü içinde dinleyen Müslümanlara şöyle seslendi:

- "Ey insanlar, duyduğuma göre benim öleceğimi düşünüp üzülüyormuşsunuz. Hangi Peygamber kendi ümmeti arasında sonsuza kadar yaşadı ki? Ben de sonsuz kadar yaşamayacağım, bir gün ben de Allah’a kavuşacağım".

Resulullah, sonra Medineli Ensar Müslümanlara seslenip, Medine'ye göç etmiş Mekkeli Muhacir Müslümanlara iyi davranmalarını söyledi. Daha sonra Muhacir Müslümanlara seslenerek onlardan da Ensar Müslümanlara güzel davranışlar içinde olmalarını istedi. Ensar’ın Muhacirlere yardım edip mallarını ortaklaşa kullandığı hicret günlerini hatırlattı ve birbirlerinin hatalarını bağışlamalarını öğütledi. Bu sözlerin ardından yine bütün Müslümanlara dualar edip, tüm Müslümanların ellerini ve dillerini kötülüklerden uzak tutmalarını emretti.

O gün namazdan sonra hastalığı daha da ağırlaştı. Vefatına üç gün kala yerinden kalkamaz olmuştu. Artık mescide gidip imamlık yapamayınca:

-      "Ebubekir’e söyleyiniz müminlere namaz kıldırsın" buyurdu.

Peygamberimizin bu emri, vefatından sonra halifelik görevine Hz. Ebubekir’i daha layık gördüğü şeklinde yorumlandı. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin vefatına üç gün kala imamlık görevini üzerine aldı ve Resulullah’ın sağlığında on yedi kez imamlık görevi yaptı.

Peygamberimizin rahatsızlığı Pazar günü daha da artınca, Hz. Üsame, ordusunun başından ayrılarak O’nun huzuruna çıktı. Resulullah Üsame’nin beklemesini istemiyordu, fakat konuşamadı. Sadece ellerini kaldırıp Üsame ve İslam ordusu için dua etti.

632 yılının Rebîülevvel ayının on ikinci günü, Pazartesi günüydü. Peygamberimiz biraz iyileşmişti. Mescide gittiğinde müminler Hz. Ebubekir’in ardında namaz kılıyorlardı.  O’da cemaatin arasında namazını kıldı. Herkes Resulullah’ın artık tamamen iyileştiğini sanıp seviniyordu. Halbuki Peygamberimiz iyi değildi.

Namazdan hemen sonra Hz. Aişe’nin odasına giderek döşeğe yattı. Artık rahat uyuyabilirdi. Çünkü Allah’ın kendisine verdiği Peygamberlik görevini başarıyla yerine getirmişti. Allah’ın bildirdiği emir ve yasakları insanlara duyurmuştu. Artık Allah’ın kitabı Kur’an’a uygun hareket eden on binlerce Müslüman vardı. Bundan dolayı Allah’a şükrediyor ve İslam ümmeti için dualar ediyordu.

O gün Peygamberimizin hastalığı her saat biraz daha ağırlaştı. Dizleri dibinde oturan kızı Hz. Fatıma durmadan ağlıyordu. Resulullah’ın dünyadan çekilerek ahirete göçmesine çok az bir zaman kalmıştı. Vahiy meleği Hz. Cebrail ve ölüm meleği Hz. Azrail, Peygamberimizin yanındaydı.

Hz. Azrail, Allah’ın verdiği emri yerine getirdi ve Peygamberimizin ruhunu alıp Allah’a teslim etti. Böylece son Peygamber Hz. Muhammed de (s.a.v) bu dünyadaki hayatını bitirerek öbür dünyaya göçmüştü. Çünkü bu dünyada yaşayan bütün insanların hayatı geçicidir, ölümsüz olan sadece Allah’tır.

Peygamberimizin vefat etmek üzere olduğunu öğrenen Üsame, Ömer, Ebu Ubeyde hemen geri dönerek Peygamberimizin evine geldiler. Çünkü böyle bir günde savaşa gitmek uygun değildi. Resulullah’ın vefat ettiğini öğrenince ağlamaya başladılar. Özellikle kadınların ağlayışları bütün Müslümanların yüreğini parçalıyordu.

Müslümanlar büyük bir üzüntü içindeydiler. Kimse ne yapacağını ve ne söyleyeceğini bilmeyecek kadar şaşırmış, kederlerinden bulundukları yere çakılıp kalmışlardı.

Resulullah’ın vefatına en çok üzülenlerden biri de Hz. Ömer’di. Herkesin Peygamberimizin naaşı çevresinde ağlayıp sızlaması onun yüreğindeki acıyı daha da derinleştirmiş ve sinirlenmeye başlamıştı. Bu acı içinde kılıcını çekip bağırmıştı:

-      "Kim, Muhammed öldü derse, onun başını bu kılıçla keserim".

Hz. Ali, bir köşede derin bir üzüntü içinde oturuyor, kimseye bir şey söylemiyordu. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin üzerine örtülen örtüyü açmış, gözleri yaşlar içinde şu güzel sözünü söylüyordu:

-      "Ah! Ölümün de hayatın gibi güzel".

Hz. Ebubekir, Resulullah’ın nur içindeki mübarek cesedini yeniden örttü. Resulullah’ın Ehli Beytini (ailesini) teselli edip mescitte toplanan Müslümanların yanına geldi. Bir çoğu panik halindeki Müslümanlara şu veciz sözleri söyledi:

- "Ey İnsanlar! Kim, Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki Muhammed ölmüştür. Allah’a tapanlar bilsin ki Allah ölümsüzdür".

Hz. Ebubekir, Müslümanların yüreğini yumuşatan bu sözlerden sonra şu ayeti okudu:

 

-      Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip gitmiştir. O ölür veya öldürülürse geri mi döneceksiniz. Kim geriye (İslam öncesi bilgisizlik günlerine) dönerse Allah'a bir zarar veremez.  Allah, İslam nimetine şükredenleri mükâfatlandıracaktır."

 

Hz. Ebubekir’in okuduğu bu ayet, Uhud savaşında Peygamberimiz öldü diye bir söylenti çıktığı zaman indirilmişti. Bu ayeti daha önce defalarca okumuş olan Müslümanlar, Peygamberimiz vefat edince üzüntülerinden unutmuşlardı. Sadece Hz. Ebubekir şaşkınlıktan kendisini kurtarıp Müslümanların şaşkınlığa düşmesini önledi. Hz. Ebubekir bu ayeti okuyunca Peygamberimizin vefat ettiğine inanabilen Hz. Ömer üzüntüsünden düşüp bayılmıştı.

Peygamberimizin vefatından sonra bir süre bocalayan Müslümanlar, Hz. Ebubekir’in olgun bir biçimde onları uyarmasıyla kendilerine geldiler. İlk andaki büyük panik ortadan kalkmış fakat henüz bütünüyle toparlanamamışlardı. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği gün sevinç içinde coşan Müslümanlar, vefattan sonra matem havası yaşanan şehirde gözleri yaşlı sessizce bekliyorlardı. Herkes Peygamberi kaybetmenin derin üzüntüsü içindeydi. Her zaman kendilerine doğru yolu gösteren, uyaran Peygamber artık yaşamıyordu. Resulullah’ın toprağa verilmesi işini yerine getirmeye hazırlanan Hz. Ali ve Hz. Abbas aşırı kederden zor adım atıyorlardı. Hz. Ebubekir de bir yandan Müslümanlara öğütler verip onları sakinleştirmeye çalışırken öbür yandan kendi göz yaşlarını tutamıyordu.

Bu şaşkınlığın sebeplerinden birisi de Müslümanların öndersiz kalmasıydı. Müslümanlar ne zaman öndersiz kalsa şaşkınlığa düşmüşlerdir. Elbette Resulullah (s.a.v)’ın vefatından sonra da İslamiyet devam edecekti. Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleri Müslümanlara her zaman için yol göstericiydi. Ama, Müslümanların birliğini koruyacak ve İslam kanunlarını uygulayacak yeni liderin belirlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle Müslümanlar, daha Peygamberimizi toprağa vermeden halife seçme telaşına düştüler.

Halifenin seçilmesi kolay olmadı. Her kafadan bir ses çıkıyordu. Muhacirler Mekke döneminde Peygamberle birlikte birçok zorluklara katlandıkları ve ilk Müslüman oldukları için muhacirlerden birisinin halife olmasını istiyorlardı. Ensar Müslümanlar da, Medine’ye hicret eden Mekkeli Müslümanlara fedakarlık göstererek yardım ettikleri ve İslam’ın yayılmasına büyük hizmetlerde bulundukları için Medineli Müslümanlardan birisinin halife olmasını uygun görüyordular. Hatta Medine Müslümanlarından Evs kabilesinden olanlar, Hazrec kabilesinden olanlar kendilerinden birinin halife seçilmesi için çaba sarf etmeye başlamışlardı. Halife seçimi az kalsın Müslümanların birbirine düşman hale gelmesine sebep olacaktı.

Sonunda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer harekete geçerek Müslümanların halife seçimi nedeniyle birbirine düşmesini önlediler. Peygamberimizin hastalığında imamlık görevini Hz. Ebubekir’e verdiğini hatırlayan Müslümanlar, Resulullah’ın bu davranışını bir vasiyet olarak kabul ederek Hz. Ebubekir’i Müslümanların halifesi seçtiler.

Müslümanlar gruplar halinde gelip Hz. Ebubekir’e biat ettiler. (O’nu önder olarak kabul edip buyruklarına uyacaklarına söz verdiler.) Hz. Ali ve bazı İslam büyükleri, önceleri halife seçiminde kendilerine danışılmaması nedeniyle darılmışlardı. Fakat Müslümanlar arasında fitneye sebep olmamak için sonradan gelip Hz. Ebubekir’in halifeliğini kabul ettiler

Halife seçilmişti. Fakat yapılması gereken iki önemli görev daha vardı. Resulullah ordusunun hareket etmesini buyurmuş, fakat vefatı nedeniyle ordu Medine’den ayrılmamıştı. Peygamberin emri yerine getirilmeli ve ordu savaşa gönderilmeliydi. Ve daha fazla gecikmeden Resulullah’ın mübarek naaşının toprağa verilmesi gerekiyordu.

Ordu sancağı Peygamberin kapısının önünden alınıp Üsame’nin kapısı önüne dikildi. Bu demek oluyordu ki Resulullah’ın hazırladığı ordu görevini yapacaktı. Ordunun hareket edeceği haberi tellallar aracılığı ile bütün Müslümanlara duyuruldu. Üsame, yeniden şehir dışına çıkıp ordugahını kurdu. Orduya katılan Müslümanlar Allah yolunda savaşarak şehid olmayı arzuluyorlardı. Bazı Müslümanlar çok genç olması yüzünden Üsame’nin komutanlığına itiraz ettiler. Fakat Hz. Ebubekir, bu isteği dile getirenlere karşı çıktı ve:

-      "Ben nasıl onu komutanlıktan alabilirim, O’nu Resulullah görevlendirdi"  deyince onlar da isteklerinden hemen vazgeçtiler.

     Hz. Ebubekir, Medine dışında belli bir yere kadar ordusuyla beraber gitti. O, atının üzerindeki Üsame’nin yanında yaya yürüyordu. Üsame, halifenin yaya oluşuna sıkıldı:

-      "Ya sen ata bin, yahut ben de yaya yürüyeyim" dedi.

Hz. Ebubekir, O’na şu cevabı verdi:

-      "Olmaz. Ne sen atından in, ne de ben ata bineyim. Allah yolunda benim de ayaklarım biraz tozlansa ne olur?"

Halife Ebubekir, orduyu uğurlayıp döndü. Üsame’ye en son şöyle demişti:

-      "Allah selamet versin. Git, Resulullah sana nasıl dediyse öyle yap, başka türlü hareket etme".

Halife seçimi sorunu çözümlendikten ve ordu görevine gönderildikten sonra sıra Resulullah’ın naaşını toprağa vermeye gelmişti. Fakat bu konuda karar vermek kolay olmadı.

Peygamberimizin nereye gömülmesi daha uygun olacaktı? Bütün Müslümanlar Peygamberimizin türbesinin kendi bölgelerinde olmasını arzu ediyorlardı. Bazıları Mekke’yi, bazıları Medine’yi daha uygun görüyor, görüşlerini kabul ettirmek için tartışıyorlardı. Hz. Ebubekir bu meseleyi de fitneye fırsat vermeden çözümleme büyüklüğünü gösterdi. O, Resulullah’tan işittiği Hadis’i hatırlatınca mesele halledilmiş oldu.

Peygamberimiz şöyle buyurmuştu:

-      "Peygamberler, öldükleri yere gömülürler".

Bu hadis gereğince Peygamberimizin vefat ettiği yerde bir mezar hazırlandı ve Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) vefat ettiği yere gömüldü. Daha sonra mezarın üzerine “Ravza-ı Mutahhara” adı verilen bir türbe yapıldı.

Üsame’nin komutasındaki İslam ordusu, Suriye bölgesine giderek, o yörede Müslümanları tehdit eden müşrik güçleri temizledikten sonra Medine’ye geri döndü. İslam ordusu, görevini başarıyla yerine getirmiş, ordunun başarısından bütün Müslümanlar moral kazanmışlardı.

Peygamberimizin vefatından sonra Müslümanların önderliğini bir süre Hz. Ebubekir yaptı. O’ndan sonra Hz. Ömer, sonra Hz. Osman, sonra Hz. Ali halife oldular. Daha sonra İslamiyet bütün dünyaya yayıldı ve Müslümanlar birçok devletler kurdular.

KAYNAK: İhsan Işık / Peygamberimizin Hayatı (1986)

 

 

 

Yazar: İHSAN IŞIK

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör