“ O zaman İbrahim, ‘Rabbim! Burayı güvenli bir
şehir yap. Burada oturanları, (onlardan) Allah’a ve ahiret gününe inananları
çeşitli gıdalarla rızıklandır.’ Demişti de, Allah ‘İnanmayanları da bir süre
yararlandırır, daha sonra onları cehennem azabıyla (karşı karşıya kalma) zorunda
bırakırım. Orası ne kötü gidilecek bir yerdir’ buyurmuştu.
Hani, İbrahim, Kâbe’nin temellerini yükseltiyordu da
İsmail ile (şöyle dua ediyorlardı): ‘ Bunu bizden kabul buyur, şüphesiz ki
işitir ve bilirsin. Ey Rabbimiz, bizi sana teslimiyette sabit kıl. Soyumuzdan sana boyun eğen bir ümmet yarat.
Bize Hac ibadetimizi göster ve bizi bağışla. Sen kullarına acır ve (onları) bağışlarsın.
Ey Rabbimiz, o Müslüman ümmete kendilerinden bir Peygamber gönder ki, onlara ayetlerini okusun. Kitabı ve hikmeti öğretsin, onları her türlü şirk ve isyandan arındırsın. Şüphesiz ki izzet ve hikmet sahibi ancak sensin.” (Kur’an-ı Kerim, Bakara Suresi:126-129)
PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMU
Allah’ın Elçisi, Son Peygamber, İslam Dini Peygamberi, Müslümanların Öncüsü (D. 571, Mekke / Arabistan – Ö. 632, Medine / Arabistan).
Peygamberimizin doğumu ve
öncesine ait olaylarla ilgili yüzyıllardan beri nesilden nesile aktarılan
değişik rivayetler vardır. Bu rivayetlerden birine göre Peygamberimizin
dedesi Abdülmuttalib, bir gece rüyasında
bir ağaç gördü. Ağacın boyu göklere yükselmiş, dalları doğu ve batıya gölgeler
salmıştı. Işıl ışıl parıldayan görkemli ve sevimli bir ağaçtı bu. Gördü ki,
Arap ve Arap olmayan çeşit çeşit dilleri konuşan değişik insanlar ona doğru
koşuyor ve ışığın parlaklığına eklenerek ışığın aydınlığını daha da
artırıyordu. Işığın yüksekliği de aynı biçimde gittikçe fazlalaşıyordu.
Abdülmuttalib, elini uzatarak ağaçtan bir meyve koparmak istedi. Fakat ne kadar
çabaladıysa eli yetişmedi. Birdenbire bağırarak uykusundan uyandı.
Mekke’nin yöneticisi olan Abdülmuttalib, gördüğü rüya
hakkında uzun uzun düşündü. Ama ne kadar düşündüyse rüyanın anlamını bulmasına
yarayacak bir yorum yapamadı. Rüyanın etkisinde kalmıştı ve ne anlama geldiğini
çok merak ediyordu. Gördüğü rüyayı açıklayacak iyi bir yorumcu bulmayı candan
arzuluyordu.
Rüyayı gördüğü gecenin sabahı erkenden uyandı. Aklına
bir kâhin, yani bir rüya yorumcusu gelmişti. Fazla oyalanmadan kâhinin evine
gitmek üzere sokağa çıktı. Hızlı adımlarla rüya tabircisinin evine ulaştı ve
“Beni çok düşündüren bir rüya gördüm” diyerek rüyasını anlatmaya başladı.
Kâhin, Abdülmuttalib’in rüyasını sessizce dinledikten
sonra şöyle dedi:
-
Senin soyundan
çok kıymetli bir çocuk doğacak. Bu çocuk büyüdüğü zaman, dünyanın doğusundan
batısına kadar her yerde insanların önderi olacak. Dünyanın her tarafında
insanlar O’nun bildireceklerini kabul edecek.
Abdülmuttalib, kâhinin
evinden sevinç içinde ayrıldı. Neşeli bir biçimde yürürken yolda oğlu Ebu
Talib’i gördü. Rüyasını oğluna da anlattı ve:
-
Belki de kâhinin
haber verdiği kişi sensin, dedi.
Fakat rüyada müjdelenen kişi
Ebu Talib değildi. Beklenen çocuğun babası ve annesi olarak müjdelenen kişiler,
Ebu Talib’in kardeşi Abdullah ve Abdullah’ın eşi Amine idi.
O günlerde Amine hamileydi ve şimdiye kadar
anlatılanların aksine hiçbir rahatsızlık duymuyordu. Halbuki tanıdığı birçok
kadın, hamilelik süresinin çok zor geçtiğini söylemişlerdi.
Böylece birkaç ay geçti. Bir süre içinde birçok rüya
gördü. Gördüğü rüyaların birinde kendisinden bir parlak ışık yükseliyordu.
Yükselen bu ışık ünlü Şam kentinin saraylarını ve her tarafını aydınlatıyordu.
Başka bir akşam, dinleniyorken kendi adını çağıran bir
ses duydu:
-Ey Amine! Sen, dünyanın en
iyi çocuğunu karnında taşıyorsun. Çocuğun dünyaya geldiği zaman adını Muhammed
koy ve onun sırrını sakla.
Amine heyecan içinde oturduğu yerden kalktı. Çevresine
bakında fakat kimseyi göremedi. Uyumak istedi fakat uyuyamadı. Biraz önce
duyduğu sesi yeniden duymaya başlamıştı:
-
Amine! O doğduğu
zaman adını Muhammed koy.
Amine gördüğü rüyayı kimseye anlatmadı. Nihayet mutlu
gün geldi. Amine, görülmemiş güzellikte bir oğlan çocuğu doğurdu. Bir haberci
göndererek mutlu haberi Abdülmuttalib’e
duyurdu. O sırada Abdülmuttalib, Kâbe’de, Kureyş kabilesinin ileri
gelenleriyle birlikteydi.
Onlar konuşmaya dalmış durumda iken, Amine’nin
gönderdiği haberci gelip müjdeyi verdi:
-
Müjde! Amine’nin
bir oğlu oldu.
Abdülmuttalib, bu haberi
alınca büyük bir mutluluk duydu. Gülümseyerek oturduğu yerden kalktı ve vakit
geçirmeden hemen Amine’nin yanına gitti. Çocuğu gördüğünde daha çok sevindi.
Öksüz torununu bağrına bastı ve Amine’ye şöyle seslendi:
-
Ben onun adını
Fesem koydum.
Fesem, Abdülmuttalib’in oğlu
Ebu Talib’in dokuz yaşında ölen çocuğunun adıydı. Bu ölüme ailece çok
üzülmüşlerdi. Abdülmuttalib, bu sebeple Amine’nin oğluna Fesem adını koyup,
ölen torununun anısını yaşatmak istiyordu.
Fakat Amine kabul etmedi:
-
Üzgünüm ama bu
arzunuzu yerine getiremeyeceğim. Çünkü bana rüyamda O’nun adını Muhammed koymam
emredildi.
Abdülmuttalib, bu açıklamadan
sonra arzusundan vazgeçti, çocuğu göğsüne bastırarak öptü ve:
-
Bu çocuk büyüdüğünde
yüksek bir mevkiye ulaşacak. Bunu çok iyi hissediyorum, dedi.
Bazı Yahudiler, Arabistan’ın
Yesrib (Medine) kentinde Araplarla birlikte yaşıyorlardı. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
dünyaya geldiği gün Medine’deki Yahudi bilginler bir Peygamberin ortaya çıkma
dönemini yaşadıklarını söylüyorlardı. O gece bir Yahudi müneccim (gök bilgini) gökyüzünde o
geceye kadar görmediği parlaklıkta bir yıldız gördü. Derhal yüksek bir tepeye
çıkıp haykırdı:
-
Ey Yahudi halkı!
Ey Yahudi halkı!
Bu sesi duyarak toplanan
halk, müneccime sormaya başladılar:
-
Ne var, ne oldu?
Gecenin bu saatinde bizi neden çağırdın?
-
Büyük bir olay
oldu.
-
Ne?
-
Ahmed yıldızı
doğdu.
Aynı akşam bir Yahudi, Arap
mahalleleri arasında dolaştı ve onlara, ailelerinde o gece bir oğlan çocuğu doğup
doğmadığını sordu. Evet, Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in gelmesini
bekliyorlardı. Fakat, beklenen Peygamber ortaya çıktığında ve onları Müslüman
olmaya çağırdığında pek çoğu sırtlarını dönecek, hatta aleyhinde
çalışacaklardı.
Abdülmuttalib, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in doğumunun yedinci gününde birkaç kurban
kesilmesini emretti. Kureyş kabilesinin büyüklerini ziyafete çağırdı. Yemekten
sonra odaya getirilen bebeği herkes elden ele dolaştırıp sevgiyle bağrına
bastı. Çünkü bu bebek yetimdi, babası o daha doğmadan önce ölmüştü.
Birisi sordu:
-
Adını ne
koydunuz?
Abdülmuttalib:
-
Muhammed,
cevabını verdi.
Kureyş ileri gelenlerinden
biri şaşkınlık içinde:
- Nasıl oldu da Muhammed adını seçtiniz?
Atalarınız ve akrabalarınızdan hiç birine bu adın verildiği şimdiye kadar
duyulmuş değildir de?
Abdülmuttalib, ona bu ismin
konulması için Amine’ye rüyasında emredildiğini söylemek istemiyordu. Çünkü
Amine bu sırrını saklamasını ondan rica etmişti.
Bu bakımdan onlara:
-
O’nun adını Muhammed
koydum ki, hem Allah hem de halk onu yüceltsin, dedi.
Konuklar evlerine döndü. Hiç
biri bu çocuğun onları putlara tapmaktan alıkoyacağını ve her türlü kötülükten
kurtarmak için geldiğini bilmiyordu.
“Seni bir yetim bulup barındırmadı mı?
Seni dalalette bulup hidayet etmedi mi?
Ve
seni yoksul bulup zengin etmedi mi?
Öyle ise yetim geldiğinde onu hor görme.
Dilenciyi de reddetme.
Bununla birlikte Rabbinin nimetini söyle.”
(Kur’an-ı Kerim, Duha
Suresi: 6-11)
ÇOCUKLUK DÖNEMİ
O dönemlerde Mekke halkının
zenginleri, yeni doğan çocuklarını o dönemlerde daha iyi bakılıp beslenmeleri
için süt annelere teslim ederlerdi. Şehrin dışında temiz havalı yerlerde oturan
çocuk bakıcısı kadınlar, bu amaçla her yıl Mekke’ye gelir ve tanınmış ailelerin
çocuklarını alıp götürürlerdi. Bu çocukları köylerinde sağlam gıdalarla
besleyip geri getirir ve annelerine teslim ederlerdi. Bu işin karşılığında
onlara bir takım hediyeler verilir, para yardımları yapılırdı.
O yıl süt anneler yine Mekke’ye
inmiş ve her biri alıp götüreceği bir zengin çocuğu bulmuştu. Dul ve fakir bir
kadın olan Amine’nin yetim çocuğu Muhammed’i
hiçbir süt anne alıp götürmek istememişti. O’nu da Beni Sa’d kabilesinden Haris’in hanımı olan Halime aldı
ve istemeyerek götürdü. Fakat Halime ve kocası küçük Muhammed’i götürdüklerine
pişman olmadılar. Çünkü O’nun gelmesiyle birlikte o bölgede hayat birdenbire
canlandı. Hayvanların sütü çoğaldı, herkesin neşesi yerine geldi. Halime ve
kocası, O’nu kendi çocukları kadar çok seviyor ve gereken ilgiyi gösteriyordu.
O, süt kardeşi Şeyma ile birlikte sık sık koyunları otlatmaya çıkıyordu.
Havanın çok sıcak olduğu bir
gün yine kırlara gittiler. Dönüşlerinde Halime, kızı Şeyma’ya kızdı:
-
Bu kadar sıcak
saatlerde O’nu güneşin altına niçin çıkarıyorsun?
Şeyma’nın verdiği cevap
Halime’yi şaşırtmıştı:
- Muhammed’le dışarı
çıktığımızda güneşin yakıcı sıcaklığını hiç hissetmedik. Nereye gittiysek bir
bulut üzerimizde bizimle birlikte geliyordu.
Şeyma’nın yalancı olmadığını
bilen Halime, bu olayı kocasına anlattı. Karı-koca, bu çocuğun olağanüstü bir
takım özelliklere sahip olduğunu, diğer çocuklara benzemediğini anlamaya
başlamışlardı. Sonunda Haris, O’nu götürüp annesine teslim etmenin daha iyi
olacağını söyledi. Dört yaşındaki Muhammed’i Mekke’ye götürdü ve annesine
teslim etti. Amine uzun zamandır görmediği oğlunu hasretle kucakladı. Yavrusuna
kavuştuğu için sevinç gözyaşları döktü.
Artık oğlundan ayrılmamaya, nereye giderse O’nu da beraber götürmeye
karar verdi.
Amine, çocuğuyla birlikte
Yesrib’e (Medine) gidip kocasının mezarını ziyaret etmek ve oğlunu Neccaroğullarından olan dayılarıyla
tanıştırmak istiyordu. Bu nedenle uzun bir çöl yolculuğuna hazırlanıyordu.
Hizmetçisi Ümmü Eymen’e deveyi ve yol azığı hazırlamasını söyledi. Oğlunu
güneşten korumak için devenin üzerinde küçük bir taht kurdurttu. Birlikte gitmek üzere Medine’ye doğru bir kervanın
yola çıkmasını bekledi. Kervan bulununca
Amine, Muhammed ve Ümmü Eymen, üçü birlikte kervana katılıp üç gün süren yorucu
bir yolculuktan sonra Yesrib’e ulaştılar.
Amine, oğlunu, kendi kabilesi
olan Neccaroğullarının yanına götürüp dayılarıyla tanıştırdı.
Muhammed, bir ay süreyle
dayılarının yanında kaldı. Orada, yeşillikler içinde, akarsular yanında, güzel
bir iklimde yaşamaktan mutluydu. Akarsuların seslerini dinliyor, çiçek ve ağaç
dolu bahçeleri dolaşıyordu. Bunlar
kendisi için bir yenilikti. Çünkü
doğduğu şehir olan Mekke’nin iklimi çok sıcaktı ve Yesrib gibi yeşillikler
içinde değildi. Yesrib’de yüzmeyi öğrenmiş ve dayılarıyla güzel vakitler
geçirmişti. Sonunda gezi süresi sona
erdi ve Mekke’ye dönüş yolculuğuna başladılar.
Yolda fırtına biçiminde esen
şiddetli bir rüzgarla karşılaştılar. Amine rahatsızlığı nedeniyle bu zahmetli
yolculuğa dayanamadı ve yolda hayatını kaybetti. Muhammed, annesinin ölümüne çok üzüldü ve gözyaşlarını
tutamadı. Ümmü Eymen, Amine’nin cesedini El Ebva köyüne getirip toprağa verdi.
Ümmü Eymen ve yetim çocuk büyük bir acı içinde kervana katılıp Mekke’ye
döndüler.
Annesini kaybeden Muhammed’i dedesi Abdülmuttalib himayesine aldı. Dedesi O’nu çok seviyor ve O’na çok iyi
davranıyordu. Yanında O olmadan yemeğini bile yemez, O’nsuz bir yere gitmezdi.
Bir gün Kâbe’nin yanına büyük
bir halı serilmiş, Abdülmuttalib’in torunları onun çevresinde oynuyorlardı.
Fakat dedelerinin korkusundan halının üzerinde oynamaya cesaret edemiyorlardı. Fakat
küçük Muhammed hiç çekinmeden gelip halının üzerinde oturdu. Bunu gören
amcaları öfkelenip onu hemen halının üzerinden uzaklaştırmak istediler.
Abdülmuttalib olayı izliyordu.
Onlara kızarak şöyle dedi:
- Torunumu rahat bırakın. Allah’a yemin
ediyorum ki o ilerde yüce bir kişi olacaktır.
Sonra torununu yanına oturtup
sevip okşamaya başladı.
Bir gün Abdülmuttalib
hastalanıp yatağa düştü. Çocukları onu görmek için yanına gelmişlerdi. Torunu Muhammed,
dedesinin yatağı ucunda oturmuş, onun perişan yüzünü seyrediyordu. Üzüntü adeta
bütün vücudunu kaplamıştı. Çünkü babasından sonra annesini kaybettiği gibi,
şimdi de tek koruyucusu olan dedesini kaybetmekte olduğunu fark ediyordu.
Bundan sonra kim bakacaktı ona?
Ağır bir keder ve üzüntü
küçücük yüreğinde yuvalanmıştı. Görünüşte hasta dedesine bakıyordu, fakat büyük
bir üzüntü içindeydi. Dedesi, hayatının son dakikalarında yaşlı gözleriyle
yanında oturmakta olan torunu Muhammed’e baktı.
Elleriyle onu şefkatle okşadı ve oğlu Ebu Talib’e vasiyet ederek, bundan
böyle sevgili torununu ona emanet ettiğini söyledi.
Abdülmuttalib o gün gözlerini
bu dünyaya kapadı. Torunu hüngür hüngür ağladı. Mekke şehri de tümüyle yas yeri
haline geldi. Abdülmuttalib’in ölümü üzerine Mekke çarşılarında dükkânlar
sahipleri tarafından kapatıldı.
Bundan böyle evinde
yaşayacağı Ebu Talib, Muhammed’in amcalarından biriydi. Ebu Talib de tıpkı
Abdülmuttalib gibi O’na çok iyi davrandı, sevgi ve şefkatten mahrum etmedi.
Kureyş kabilesi tüccarları
mal götürmek üzere Şam yolculuğuna hazırlanıyordu. Başkanlığını Ebu Talib’in
yaptığı kervanla hareket edecek olanlar, yol hazırlıklarını tamamlamış,
develerini yüklemişlerdi. Kervan yola
çıkmak üzereydi. Ebu Talib de devesine binmiş gitmek üzere iken, yeğeni Muhammed,
devenin yularını tutarak seslendi:
- Amca, beni kime emanet
ederek gidiyorsun? Benim annemi de babamı da kaybettiğimi bilmiyor musun?
Bu sözleri duyan Ebu Talib’in
yüreği burkulmuştu. Yeğenine şefkatle şu cevabı verdi:
- Hayır yavrum, seni burada
bırakmıyor, seni de yanımda götürüyorum, dedi. Sonra O’nu devesine bindirdi.
Muhammed artık sevinçliydi. Çünkü Arabistan
dışına ilk defa çıkıyordu. Şimdiye kadar görmediği birçok yeri bu gezi sırasında
görebilecekti. Kervan günlerce süren uzun bir yolculuktan sonra Ürdün’ün
doğusunda bir çarşıya vardı. Burası birçok
Rum’un da mallarını getirip sattıkları bir yerdi.
Çarşının yakınında, içinde
Rahip Bahira’nın ibadetle meşgul olduğu bir manastır vardı. Birlikte geldikleri
kervan şimdiye kadar birçok defa bu manastırın yanından geçmiş fakat hiçbir
defasında Rahip Bahira’nın dikkatini çekmemişti. Fakat bu kez, başında Ebu Talib’in bulunduğu ve içinde Muhammed’in yer
aldığı kervan, manastırın yanından geçerken Rahip Bahira, kervanın başkanı Ebu
Talib’e şu haberi gönderdi:
- Ey Kureyş kabilesi,
büyükleriniz ve küçüklerinizle tümünüzü yemeğe davet ediyorum. Buyurunuz,
konuğum olunuz.
Kervan kafilesi hayretler
içinde bulunduğu yerde durdu. İçlerinden
biri, Rahip Bahira’nın yanına gitti ve ona şöyle dedi:
- Ey Bahira, biz bu yoldan
daha önce de birçok kez geçmiştik. Şimdiye kadar bizi davet etmediğin halde
şimdi ne değişti de bizi davet ediyorsun? Çok merak ettik, sebebini açıklar
mısın?
Bahira güldü:
- Doğru söylüyorsun, fakat
şimdi tümünüz benim konuğumsunuz. Size bütün saygımı göstererek yemek ikram
etmek, sizi misafir edip ağırlamak istiyorum.
Kervan kafilesinde bulunanlar
bu davet üzere Bahira’nın evine gittiler. Ancak, küçük olduğu düşüncesiyle Muhammed’i
develer ve eşyaların yanında nöbetçi bıraktılar.
Konuklar gelip, yemek
başlayacağı sırada Rahip Bahira onlara sordu.
-
Hepiniz burada
mısınız, içinizden gelmeyen var mı?
Biri cevap verdi:
- Evet Bahira, hepimiz
davetinizi kabul edip geldik. Sadece aramızda en küçüğümüzü kervanın başında
bıraktık, orada dinleniyor.
- O çocuğu da yanınızda
getirmeliydiniz. Hepiniz burada iken bir yol arkadaşınızı yalnız bırakmanız ne
kötü şey değil mi?
Bahira’nın sözlerine konuklar da hak verdi.
İçlerinden bir kişi şöyle cevap verdi Rahibe:
- Evet, en büyük iki putumuz
olan Lat ve Uzza’ya yemin ederim ki bizler burada yemekte iken Muhammed’in
dışarıda yalnız kalması çok ayıp oldu.
Bu konuşmalardan sonra gidip
O’nu da getirip yanlarına oturttular.
Muhammed geldiğinde, Rahip
Bahira O’na şöyle seslendi:
- Sana bazı şeyler sormak
istiyorum. Lat ve Uzza’ya yemin ederek cevap verir misin?
Hz. Muhammed putları
sevmiyordu. Lat, Uzza ve diğer putlardan nefret ettiği için şöyle dedi:
- Ben Lat ve Uzza üzerine
yemin etmem, Allah’a yemin ederim. Putların hiç birisini sevmem.
Bu sözleri dinleyen Bahira,
O’na dikkatle baktı ve bu defa şöyle dedi:
-
O halde Allah’a
yemin ederek soracaklarıma cevap verir misin?
Muhammed:
-
Ne istersen sor,
dedi.
Rahip Bahira çeşitli sorular
sordu. Düşünceleri, uykuları, rüyaları, hayalleri ve O’nun hakkında öğrenmek
istediklerinin tümünü kendi ağzından duyduktan sonra, bu kez Ebu Talib’e
dönerek sordu:
-
Bu çocukla ne
gibi bir akrabalığın var?
Ebu Talib:
-
O benim oğlumdur,
dedi.
Muhammed’de Peygamberliğin
işaretlerini bulan Bahira, yeni Peygamberin yetim olduğunu bildiği için Ebu
Talib’e dönerek:
- Hayır, o senin oğlun değil.
Bu çocuğun babasının şu anda hayatta olmadığını sanıyorum, dedi.
Ebu Talib:
-
Evet, O benim
kardeşimin oğludur.
Sonra ekledi:
-
Annesi hamile
iken babası vefat etmişti.
Bahira:
-
Annesi yaşıyor
mu?
Ebu Talib:
-
O da yakınlarda
vefat etti.
Rahip Bahira iyi niyetli bir
insandı ve öğreneceklerini öğrenmiş, müjdelenen son Peygamberi gördüğünü
anlamıştı. O’na bir zarar gelmesini istemiyordu. Bu nedenle ısrarla Ebu Talib’i
uyardı:
- Eğer O’na bir kötülük
gelmesini istemiyorsan Şam’a götürme. Orada Yahudilerin bu çocuğa bir kötülük
yapmasından endişeliyim. Sözlerimi dinleyecek olursan, O’nu Şam’a götürmez,
Yahudi bilginlerinden uzak tutarsın. Eğer onlar benim anladığımı anlarlarsa
muhakkak onu öldürmek isteyeceklerdir.
Ebu Talib, Rahip Bahira’nın
iyi niyetle yaptığı uyarıyı dinleyip Muhammed’i Şam’a götürmedi. Kervanın mallarını
da orada satıp Mekke’ye döndü.
Muhammed, Şam yolculuğundan
döndükten sonra genellikle ailesinin koyunlarını otlatmaya götürüyor, şehirden
uzak, doğanın kucağında tabiatın yaratılışını düşünüyordu. Geceleri ise dünyanın sırlarını anlamak
istercesine uzun uzun yıldızlara bakıyordu. Koyunları otlatırken onlara yumuşak
davranıyor, incinmemeleri için elinden geleni yapıyordu. Çünkü gönlü sevgi
doluydu.
Böylece O, kendisinden önce
gelen Peygamberlerin yapmış olduğu gibi, günlerini bir süre çobanlık yaparak
geçirdi. Çobanlık bir tür yöneticilikti. İlerde on binlerce, yüz binlerce
kişiyi yönetecekti.
Muhammed, artık büyümüş,
gençlik çağına girmişti. Günlerden bir
gün güzel bir olay gerçekleşti. Başka bir kabileye mensup bir kişi, mallarını
satmak üzere Mekke’ye gelmişti. Kureyş soylularından biri, o kişiden mal aldığı
halde parasını ödemedi. Mağdur durumda kalan satıcı, Kureyş kabilesinin ileri
gelenlerinin yanına giderek yardım istediyse de kimse ona ilgi göstermedi.
Çaresiz kalınca da Ebu Kubeys dağına çıktı,
durumunu bağıra bağıra anlatarak herkesin ilgisini çekmeyi başardı.
Bunun üzerine. Muhammed’in amcalarından Zübeyir ile bazı Kureyş ileri gelenleri
bir araya gelerek bu kişiye yardım etmeye, haklarını korumaya and içtiler. Muhammed
de bu toplantıya katılmıştı. Çünkü O, zulme ve haksızlığa herkesten daha fazla
karşıydı. Sonunda yabancı tüccarın malı kendisine geri verildi.
“(Ey Muhammed), gerçekten
sen
iyi ve yüce bir ahlâka sahipsin.”
(Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi: 56)
GENÇLİK DÖNEMİ
Yirmibeş yaşına ulaştığı
günlerde genç Muhammed’in güzel huyu ve iyi davranışları bütün Mekke’de dilere
destan olmuştu. O’nun güzel ahlâkı, doğruluğu ve güvenilirliğine hiç bir şüphe
duymadan inanan Mekke halkı onu Muhammed-ül Emin (Güvenilir Muhammed) diye
adlandırdı.
O dönemde halkın saygı
duyduğu ve ticaretle uğraşan bir kadın olan Huveylid kızı Hatice, yeni bir
ticaret kervanı düzenleme hazırlığına başlamıştı. Birçok defa kervanlarında
görevliler çalıştıran Hatice, yeni
kervanı için de güvenilir bir kişi arıyordu. Bu kişi kervanın başında Şam’a
gidecek malları satıp dönecek ve kazançtan belli bir oranda kâr alacaktı.
Bir gün amcası Ebu Talib, Muhammed’e
şöyle dedi:
- Gelirim az olduğu için zor
günler geçiriyoruz. Akrabalarımızdan Hatice yeni bir kervanın başına sorumlu
arıyor. Eğer onun yanına gidip kendini tanıtırsan, başkalarına tercih ederek
seni işe alır. O senin güvenirliliğini bilenlerdendir.
Muhammed, bu teklifi uygun
görmedi:
-
Kendisi çağırırsa
olabilir, dedi.
Amcası:
-
Sen gitmezsen
başkasını görevlendireceğinden endişeleniyorum.
Diyerek ısrar ettiyse de o
kabul etmedi. Çünkü kendi işi için başkasına ricada bulunmayı sevmiyordu.
Ebu Talib, Hatice’nin yanına
gidip sordu:
-
Muhammed’i işe
almak istiyor musun?
Hatice:
-
Sen yabancı
birisine de kefil olsaydın kabul ederdim. Kaldı ki tavsiye ettiğin kişi
herkesçe tanınan, güvenilir ve dürüst bir insandır.
Hatice, odasında yalnız
başına oturmuş sokağı seyrediyordu. Gözleri uzaklardan toz toprak içinde gelen
bir kervana ilişti. Tüccarların dönüş zamanıydı, kervanın Şam’dan geldiğini
anlamıştı.
Gelen kervan Hatice’nindi, Muhammed
ve Meysere, kervanın önünde yürüyordu.
Meysere, Muhammed’e dönerek şöyle dedi:
-
En iyisi sen
önden giderek, senin hatırın için Allah’ın nasip ettiği bu ticareti ona anlat.
Öğlen zamanıydı. Hatice, sokağı
seyretmeye devam ederken, devesiyle gelmekte olan Muhammed’i gördü. Hemen
yerinden kalkarak onu karşılamaya hazırlandı.
Muhammed, yolculuğun nasıl
geçtiğini ve elde edilen kazancı anlattı. Hatice, O’nun sözlerini dikkatle ve
coşkuyla dinlerken, yüreğine büyük bir sevgi yerleşiyordu. Muhammed sözlerini
bitirince ona sordu:
-
Meysere nerede?
Muhammed cevap verdi:
-
Eşyaların yanında
bekliyor.
Hatice rica etti:
-
O’nu yanıma
gönderir misin?
Aslında O, Hatice’ye kervanın
sağladığı kâr hakkında yeterli bilgileri vermişti. Elde edilen kazanç geçen defa giden kervanın
kazandırdıklarının iki katı kadardı. Bu
nedenle Meysere’yi çağırtmasının sebebi ticaret konusu değildi. Meysere’den Muhammed’in
yolculuk esnasındaki davranışlarını öğrenmek istiyordu.
Hatice 40 yaşındaydı ve halk
onu Kureyş kabilesinin adını saygıyla andığı tertemiz bir kadın olarak
tanıyordu. Kureyş’in büyükleri onunla
evlenmek için birçok kez aracılar göndermişse de o her defasında bu teklifleri
geri çevirmişti. Çünkü o, aradığı vasıflarda bir erkeği, kendini isteyenler
arasında bulamamıştı. Fakat, Muhammed’i görür görmez aradığı erkeği bulduğunu
anlamıştı. Onunla evlenmeyi düşünüyordu, fakat bu sırrı ona nasıl
söyleyebilirdi ki?
Şam yolculuğu sırasında Muhammed
ve Meysere arasında dostluk ve samimiyet kurulmuştu. Hatice, bunu düşünerek, Muhammed’in
yanına Meysere’yi göndermeyi ve onunla bu meseleyi konuşmasını uygun gördü.
Meysere, Muhammed’in yanına
gelerek, evlenmeyi düşünüp düşünmediğini sordu:
- Benim evlenmeye malım ve
imkânım yoktur, cevabını aldı.
Meysere:
- Eğer imkân doğarsa ve seni
hem güzel hem de şerefli bir kadının kocası olmaya davet ederlerse kabul eder
misin?
Muhammed:
-
Kimdir bu? diye
sordu.
Meysere cevap verdi:
-
Hatice.
Muhammed sordu:
-
Acaba o benimle
evlenmeye hazır mı?
Meysere:
-
Sanıyorum ki,
evet.
Nihayet Muhammed ile Hatice
evlendiler. Nikah günü Hatice’nin akrabaları, Muhammed, amcalarından Ebu Talib
ve Hamza bir araya geldiler. Düğün töreninde iki tarafın aile büyükleri
karşılıklı konuşmalar yaptılar, konuşmalarında Muhammed ve Hatice’nin örnek
kişiliklerini dile getirdiler ve bu nikahtan duydukları memnunluğu belirttiler.
Kureyş kabilesi el ele
vererek Kâbe’yi onarmak istiyordu. Onarım için günlerce çalıştılar, sıra
Hacerül Esved (Siyah Taş)’in Kâbe’ye
yerleştirilmesine gelince aralarında sert tartışmalar çıktı. Her aile Hacerül
Esved’in yerleştirilmesi şerefine kendilerini layık buluyor, diğer ailelerin bu
işe karışmasına izin vermek istemiyordu.
Bu anlaşmazlık yavaş ilerledi ve birbirleriyle kavgaya kadar gittiler.
Bu kötü gelişme üzerine
Kureyş’in ileri gelenleri toplanarak kavgayı önlemek için kendi aralarında
konuşup bir çare aramaya başladılar.
İçlerinden biri şöyle dedi:
- Ey Kureyşliler, şu andan itibaren Kâbe’nin
avlusuna ilk giren hakem olsun. Anlaşmazlığımızı ona söyleyelim, o ne derse
kabul edelim.
Öneri kabul edildi ve oturup
beklediler.
Mescidül Haram’a ilk giren Muhammed
oldu. Buna sevindiler:
- Bu gelen Muhammed-ül
Emin’dir (Güvenilir Muhammed’dir), o haksızlık yapmaz, hangi çözüm yolunu
önerirse kabul edeceğiz.
Birlikte Muhammed’in yanına
gidip dertlerini anlattılar.
Muhammed onlara:
-
Bir örtü getirin,
dedi.
Getirdiler. Hacerül Esved’i
örtünün ortasına yerleştirdi ve sonra:
-
Hepiniz örtünün
bir ucundan tutarak kaldırınız, dedi.
Böylece sorun çözümlenmiş
oldu. Her kabile temsilcisi örtünün bir ucundan
tutarak Hacerül Esved’i hep birlikte konulacağı yere yükseltti. Muhammed
de onu kendi eliyle yerine yerleştirdi.
Kureyş’in ileri gelenleri bu
işe çok sevindiler. Çünkü O’nun sayesinde bir çatışma çıkmadan Siyah Taş yerine
yerleştirilmişti.
“Yaratan Rabbinin adıyla
oku.
O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı.
Oku, senin Rabbin en büyük kerem sahibidir.
Ki O, kalemle (yazmayı) öğretendir.
İnsana bilmediğini
öğretti.
Kendini müstağni
(mülkünden dolayı hiçbir şeye muhtaç olmayan ve bağımsız)
gördüğünden şüphesiz, dönüş yalnızca Rabbinedir.
Engellemekte olanı gördün
mü?
Ya o (kul), doğru yol
üzerinde ise?
Gördün mü? Ya (bu engellemek
isteyen) yalanlıyor ve yüz çeviriyor ise?
O, gerçekten Allah’ın
görmekte olduğunu bilmiyor mu?
Hayır; eğer o, (bu
tutumuna) bir son vermeyecek olursa,
and olsun, onu alnının
ortasından tutup sürükleyeceğiz,
o yalancı, günahkâr olan
alnından.
O zaman da meclisini
(yakın çevresini ve yandaşlarını) çağırsın.
Biz de zebanileri
çağıracağız.
Hayır; ona boyun eğme.
(Rabbine) secde et ve
yaklaş.”
(Kur’an-ı Kerim, Alak
Suresi)
VAHYİN BAŞLANGICI
Mekke’de her yıl panayırlar
düzenlenir ve bu panayırlarda hem birçok malın satışı yapılır hem de şairler en
güzel şiirlerini okurlardı. Peygamberimize ilk vahyin gelmesinin yaklaştığı
aylarda Ukaz çarşısında yine bir panayır düzenlenmişti. Bu panayır sırasında ünlü şair Kuss İbni
Saide büyük ilgi toplayan bir kaside okudu. Saide'nin kızıl bir deve üzerinde
okuduğu bu ünlü kasideyi Mekke’nin ileri gelenleri ve panayırı izleyen herkes dikkatle dinledi ve
takdir etti. Kuss İbni Saide, son Peygamberin
de kendisini dinlediğinden habersiz okuduğu bu ünlü kasidesinde Mekke halkına
şöyle sesleniyordu:
“ – Ey insanlar! Geliniz,
dinleyiniz, ibret alınız.
Yaşayan ölür, ölen gider,
olacaklar olur.
Çocuklar doğar, anne ve
babalarının yerini tutar.
Sonra hepsi mahvolup
gider.
Olayların ardı arkası
kesilmez, hepsi birbirini izler.
Kulaklarınızı açın ve
dikkat edin.
Gökte haber var, yerde
alınacak ibretler var.
Yıldızlar yürür, denizler
durur.
Gelenler kalmaz, gidenler
gelmez.
And içiyorum, Allah’ın bir
dini vardır.
Ve bu din şimdiki
dininizden daha doğrudur.
Ve Allah’ın gelmek üzere
olan bir Peygamberi vardır.
Gelmesi pek yaklaştı,
gölgesi başınızın üstündedir.
O’na inanan ve güvenenlere
ne mutlu.
O’na karşı çıkacaklara
yazıklar olsun.
Hani atalarınız,
babalarınız?
Hani taştan saraylar yapan
Ad ve Semud kavimleri?
Hani ‘Ben sizin tanrınızım
diyen Firavun ve Nemrut?’
Onlar sizden daha zengin
ve daha kuvvetli değiller miydi?
Bu yer, onları
değirmeninde öğüttü, toz edip dağıttı.
Kemikleri bile çürüyüp
kayboldu.
Evleri yıkıldı, yurtları ıssız
kaldı.
Yerlerini şimdi köpekler
şenlendiriyor.
Siz de onlar gibi
yanılmayın.
Her şey ölümlüdür, bunu
bilin.
Ölümsüz olan sadece
Allah’tır.
O Bir’dir, ortağı ve
benzeri yoktur.
Doğmamış ve doğurmamıştır.
Gelip geçenlerden ibret
almak gerekir.
Ölüm ırmağının girilecek
yeri çoktur.
Çıkılacak yeri ise yoktur.
Büyük küçük herkes göçüp
gidiyor.
Giden geri gelmiyor.
Biliyorum, herkese olan
bana da olacak.”
Muhammed, Kuss İbni Saide’yi
dikkatle dinliyor ve söylediklerine hak veriyordu. Bu şair, yakında bir Peygamberin
geleceğini müjdeliyordu. Ama O, kendisine henüz vahiy gelmediği için, bu
müjdelenen Peygamberin kendisi olduğunu bilmiyordu.
Hatice ile evlenmiş, mutluluk
içinde yaşıyordu. Eşiyle birbirlerini seviyor ve sayıyorlardı. O, bu dönemde doğa ve yaratılış konularına
ilgi gösteriyordu. Bu konularda saatler boyu düşünüyordu. Hatice ise, düşünürken onu rahatsız etmemeye
dikkat ediyordu.
Az önce Kâbe’den dönmüş, yine
düşünüyordu. Halk, taş ya da topraktan
yapılmış 360 puta nasıl oluyor da tapıyordu? Onları kendi elleriyle yapmamışlar
mıydı? O taşlar birer cansız varlıktı,
işitmiyor ve görmüyorlardı. Kendilerine
tapanlara herhangi bir yararrı olması mümkün değildi. Muhammed onlara değil, her şeyi yaratan ve
tek olan Allah’a inanıyordu. O Allah ki,
güneşi, ay’ı, gökyüzünü, yeryüzünü, şehirleri, dağları, insanları ve hayvanları
yaratmıştı. Düşünüyor ve inanıyordu ki herkesin
tapması gereken bu tek olan Allah’tır. Dua edilmeye, istekte bulunulmaya,
ibadet edilmeye layık olan sadece Allah’tır.
Böyle düşünüp inandığı için her ay birkaç defa ve her yıl Ramazan ayının
bir günü Hira mağarasına gidiyordu. Orada halkın gürültüsünden uzakta Allah’a
ibadet ediyor, aydınlık düşüncelere dalıyordu.
O, sessizliği ve yalnızlığı
seviyordu. Çünkü insan, sessizlikte ve yalnızken Allah’a daha yakın
olabilirdi. Böylece yalancı dünyanın
yapmacıklarıyla uğraşmaktan bir süre için dahi olsa kurtulmuş oluyordu. Zihni, maddi kirlilikten temizlenerek
kavrayış ışığını almaya hazırlanıyordu. Muhammed
bir ay boyunca bu mağarada ibadet etti. Mağaraya gidiş gelişlerinde gördüğü
yoksul insanlara kendi ekmek ve suyundan ikram ediyordu.
Uykudayken güzel ve ilginç
rüyalar görüyordu. Uyandığında rüya gerçekleşiyordu. Allah’a çokça ibadet
ederek ruhu da temizleniyor ve Allah katında değeri artıyordu.
Kırk yaşına girdiği yıl da
sık sık Hira mağarasına giderek orada
gündüzleri oruç tuttu, geceleri ise sürekli ibadetle meşgul oldu. Yine böyle bir gün güneş batmak üzereyken,
ibadetten sonra dinlenmek için biraz uyumak istedi.
Tam o sırada, uyku ile
uyanıklık arasında iken isminin çağrıldığını duydu. Adını çağıran ses ayrıca şöyle diyordu:
-
İkra! (Oku).
Muhammed sordu:
-
Neyi okuyayım?
Sanki bir kuvvetin yüreğine
basıp sıktığını hissediyordu. Nefes nefese kalıyor, sonra biraz rahatlıyordu.
Ses tekrarlanıyordu:
-
Oku!
-
Ben okuma bilmem
ki?
Melek, artık Peygamberlik
derecesine yükselen Hz. Muhammed (s.a.v.)’e Allah’ın ilk ayetlerini bildirdi:
“Yaratan Rabbinin adıyla
oku.
O, insanı bir kan
pıhtısından yarattı.
Oku, senin Rabbin en büyük
kerem sahibidir.
Ki, O, kalemle yazmayı
öğretendir.
İnsana bilmediğini öğretti.”
Hz. Muhammed (s.a.v.)
yerinden kalkıp mağaradan dışarı çıktı.
Birden gökyüzünden gelen aynı
sesi duydu:
-
Ey Muhammed, sen
Allah’ın Peygamberisin ve ben Cebrail’im.
Hz. Muhammed, başını kaldırıp
gökyüzüne baktı ve gökyüzünün ufkunda Cebrail’i gördü. O bir melekti.
Cebrail tekrarladı:
-
Ey Muhammed, sen
Allah’ın elçisisin ve ben Cebrail’im.
Hz. Muhammed ufku seyretmeye
başladı, sonra bakışlarını gökyüzünde dolaştırıp duyduğu sesin sahibini görmek
istedi. Bir anda gökyüzünün her köşesinde yine Cebrail’i görmeye başladı.
Gökyüzüne bakıp Cebrail’i
seyrederken, eşi Hz. Hatice’nin gönderdiği bir kişi yanına gelince evine döndü.
Eve geldiği zaman, Hz. Hatice
O’na şöyle dedi:
-
Ey Kasım’ın
babası, neredeydin?.[1] Kaç kişiyi seni bulsunlar diye ardından
gönderdim.
Allah’ın elçisi, Cebrail’le
görüşmesinin etkisindeydi, mübarek vücudunu titreme almıştı. Eşine seslenerek:
-
Benim üzerimi
ört, benim üzerimi ört, dedi.
Hz. Hatice, bir örtü
getirerek Hz. Muhammed’in üzerini örttü. O, biraz sakinleşince, bugün
gördüklerini Hz. Hatice’ye anlattı.
Hz. Muhammed (s.a.v.)
örtüsüne bürünmüş dinlenirken, yanına gelen Cebrail, Allah’ın yeni ayetlerini
getirdi. Yüce Allah şöyle buyuruyordu:
“ – Ey (örtüsüne) bürünen Peygamber!
Kalk da (Kavmini Allah’ın
azabı ile) korkut;
(iman etmezlerse başlarına
gelecek kötü sonuçları kendilerine haber ver.)
Rabbini yücelt.
Elbiseni de (daima) temiz
tut.
Pislikten kaçınıp uzaklaş.
Daha çok istekte bulunmak
için iyilik yapma.
Rabbin için sabret
Çünkü o boruya (Sur’a)
üfürüldüğü zaman,
İşte o gün oldukça zorlu
bir gündür. Kâfirlere hiç kolay değildir.”
Kur’an-ı Kerim, Müdessir
Suresi : 1 – 9)
Bu ayetler kendisine
ulaşınca, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ruhu vahiy ışığı ile aydınlandı. Fakat, aynı
zamanda Allah’ın kendisine yüklediği ağır ve yüce sorumluluklarını düşünmeye
başlamıştı.
Cebrail artık Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
yanına sürekli olarak geliyor ve O’na Allah’ın emirlerini ulaştırıyordu. Fakat bir süre sonra çok beklemesine rağmen
Cebrail gelmemeye başladı. Çünkü Allah’ın mesajlarını her alışında yüreği daha ferahladığı için vahyin sık sık
gelmesini arzuluyordu. Fakat günler ve
aylar geçtiği halde uzun zaman Cebrail
gelmedi.
Vahyin gecikmesinin önemli
bir nedeni vardı. Yüce Allah, vahiy göndermeyi geciktirerek, bu sözleri Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in kendisinin söylemediğini herkesin anlamasını istiyordu.
Bir gün yine Hira dağına
giderek orada Cebrail’in gelmesini bekledi. Bir süre bekledikten sonra duymayı
arzu ettiği sesi yeniden duydu. Cebrail O’na şöyle sesleniyordu:
-
Ey Muhammed, hiç
şüphe etme, sen Allah’ın Peygamberisin.
Hz. Muhammed (s.a.v.)
gözlerini gökyüzüne kaldırdığında Cebrail’i gördü ve sevindi. Cebrail, Allah’ın
elçisine Kur’an’ın şu ayetlerini öğretmeye başladı:
“ –
Bismillahirrahmanirrahim.
(Esirgeyen ve bağışlayan
Allah’ın adıyla.)
Kuşluk vaktine and olsun.
‘Karanlığı iyice çöktüğü
zaman’ geceye.
Rabbin seni terk etmedi ve
darılmadı da,
Şüphesiz senin için son
olan, ilk olandan daha iyidir.
Elbette Rabbin sana
verecek, böylece sen hoşnut kalacaksın.
Sen bir yetim iken, seni
bulup barındırmadı mı?
Ve seni yol bilmez iken,
doğru yola yöneltip iletmedi mi?
Bir yoksul iken seni bulup
da zengin etmedi mi?
Öyleyse, sakın yetimleri
üzüp-kahretme,
İsteyip-dilenene de
azarlayıp-çıkışma,
Rabbinin nimetini ise,
durmaksızın anlat.”
(Kur’an-ı Kerim, Duha Suresi : 1 –
11)
“Yarışı öne geçenler de
öne geçmiş öncülerdir.
İşte onlar,
Yakınlaştırılmış
olanlardır.”
Kur’an-ı Kerim, Vakıa Suresi: 10 – 11)
İLK MÜSLÜMANLAR
Kureyş kabilesi büyük bir kıtlığa
uğramıştı. Bu nedenle Ebu Talib, kalabalık olan ailesinin geçimini sağlamakta
güçlük çekiyordu. Hz. Muhammed, Ebu Talib’in geçmişte kendisine yaptığı
yardımları unutmadığı için öbür amcası Abbas’ın yanına gidip ona bir teklifte
bulundu:
- Biliyorsun, kardeşin Ebu
Talib zorluk içinde. Ona yardım edip yükünü azaltabilsek ne iyi olurdu? Her
birimiz, onun çocuklarından birisini himayemiz altına alalım.
Abbas da bu düşünceyi
beğendi, birlikte Ebu Talib’in yanına giderek düşüncelerini ona açtılar:
- Biz senin omuzlarındaki
yükü azaltmak için çocuklarının sorumluluğunu üstlenmek istiyoruz. Teklifimizi
kabul etmeni arzu ediyoruz.
Ebu Talib, bu teklife
karşılık:
-
Çocuklarımdan
Akil’i bana bırakın, diğerlerini alabilirsiniz.
Hz. Muhammed, amcası Ebu
Talib’in oğullarından Ali’nin, Abbas ise Cafer’in bakımını üstlendiler.
Hz. Ali böylece küçük yaştan
itibaren Hz. Peygamberin yanında onun terbiyesinde büyüdü.
Kadınlardan Müslümanlığı ilk
kabul eden Hz. Hatice’ydi. Hz. Muhammed (s.a.v.) ne zaman namaza kalksa Hatice
de onunla birlikte kalkıyordu. Bir süre yalnızca ikisi, kimseye görünmeden
namaz kılıyorlardı.
Bir gün yine ikisi namaz
kılarken Ali kapıdan içeri girdi ve namaz kıldıklarını gördü. Ali namaz bitene
kadar bekledi. Onları seyrederken öylesine dalmıştı ki, Hz. Peygamber’in
kendisine şöyle seslendiğini işiterek dalgınlığından kurtuldu:
-
Ey Ali, biz
Allah’ın huzurunda namaz kılıyorduk. Sen de bizimle birlikte namaz kılacak
mısın?
Ali:
-İsterim.
Ali, amcası oğlunun İslam’a
davetini düşünerek danışmak için hemen babasının yanına gitti. Babasının evinde
o gece sabaha kadar uyumadı, hep Hz. Muhammed (s.a.v.)’in namaz kılarken ve
namazdan sonra okuduğu duaları ve namaz kılışını düşündü. Sonra Hz. Muhammed (s.a.v.)’in
ne kadar güvenilir bir insan olduğunu, şimdiye kadar hiç yalan söylememesiyle
tanındığını düşündü. İşte o güvenilir insan
namaz kılıp, onu Allah’a ibadet etmeye çağırıyordu.
Sabahleyin daha gün doğmadan
Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanına gidip İslam’ı kabul ettiğini bildirdi. Allah’ın
elçisi ona şöyle dedi:
- Bu din, Allah’ın dini,
meleklerin dini, Allah’ın elçileri ve atam İbrahim’in dinidir. Allah beni halka
bu dinle gönderdi.
Ali Müslüman olduktan sonra
kararını babasına açıkladı. Babası da uygun gördü ve ona:
-
Muhammed seni
hayırlı bir işten başkasına çağırmaz, dedi.
İlk Müslümanlardan biri de
Ebu Zer’di. Ebu Zer’in, Hz. Hatice,
Zeyd, Hz. Ali ve Hz. Ebubekir’den sonra beşinci sırada olduğu bildirilmiştir.
Ebu Zer’in kabilesi olan Gifarlılar eşkıyalıkla geçinen yağmacı bir topluluktu.
Kâbe’deki putları ziyarete gelenlerin
bile yollarını keser, üstlerinde ne varsa kapıp kaçarlardı. Ebu Zer de aynı
işle meşguldü. Aslında o, duygulu bir
insandı, kabilesinin yaptığı bu işlerden hoşlanmıyor, hatta nefret ediyordu. Sonunda dayanamadı, yaşlı annesi ve bir
kardeşiyle birlikte kabilesini terk ederek bir akrabasına sığındı. Geldiği yer, Mekke’ye yakın bir köydü. Bir
yolcudan, Mekke’de bir kişinin putperestliğe karşı çıkan bir din getirdiğini
öğrendi. Ebu Zer daha fazla bilgi
toplaması için kardeşini Mekke’ye
gönderdi.
Kardeşi eve döndüğünde şöyle
dedi:
- O tıpkı senin gibi, tek
olan Allah’a inanıyor, iyilik yapılmasını emrediyor ve ayrıca Allah’ın Peygamberi
olduğunu iddia ediyor. Mekkeliler O’nun
şair ve kâhin olduğunu söylüyorlar. Ben de bir şairim, kesinlikle
diyebilirim ki, o şair değildir. O, hep
doğru sözler söylediği için, yalancılıkları ile tanınmış kâhinlere de
benzemiyor.
Ebu Zer, Peygamber hakkında
duyduğu bu sözlere çok memnun oldu. Aradığını bulmuştu. Hemen hazırlanıp yola
çıktı. Mekke’ye geldi ve Peygamberi
arayıp onunla konuşmak istedi. Müslüman zannettiği birisinden Peygamberimizin
adresini sordu. Bu soruyu sorar sormaz adam bağırdı:
-
Ey Kureyşliler,
işte bir Müslüman!
Oraya toplananlar Ebu Zer’i
fena şekilde dövdüler. Çünkü o günlerde hangi Müslüman’a rastlasalar dövüp
hakaret ediyorlardı. Fakat yediği dayak Ebu Zer’i yıldırmadı, başaldığı yolu
sonuna kadar sürdürecekti.
Aynı günlerde, iki kadının
Kâbe’deki iki puta dua ettiğini gördü ve onlarla alay ederek “Bari onlarla
evlenin” dedi. Kadınlar, Ebu Zer’in sözlerine çok kızdılar ama, karşılarındaki
erkek olduğu için seslerini çıkaramayıp söylene söylene evlerine dönmek için
yola koyuldular. Yolda onlara Peygamberimiz rastladı. Başlarından geçen
hadiseyi sordu. İki kadın, onu tanımadıkları için olayı anlattılar. Hz. Muhammed
(s.a.v.), yanında Hz. Ebubekir olduğu halde Kâbe’nin avlusuna geldi. Ebu Zer, Peygamberimizi görür görmez tanıdı. O’nun
Gifarlı olduğunu öğrendikten sonra ne yiyip ne içtiğini sordu.
-Sudan başka hiçbir şey...
Gece gündüz zemzem suyu içiyorum. Şişmanladım bile dedi, Ebu Zer. Onu önce
Ebubekir evinde misafir etti. Ertesi gün Hz. Ali, Peygamberimizin evine
götürdü. Peygamberin evinde Müslümanlığı kabul etti. Birkaç gün İslamî bilgiler öğrendikten sonra
kabilesine döndü. Kısa bir süre sonra Gifar kabilesi tamamen Müslüman oldu ve
Hz. Muhammed’in yolunda büyük hizmetler gördü.
Kureyş’in müşrikleri bir
araya toplanarak İslam’ın yayılışından duydukları üzüntüyü ve eğlenceli lüks
yaşantılarının sona ermesini konuşuyorlardı.
Ebu Süfyan, Ebu Cehil’e şöyle
dedi:
- Öğrendiğime göre, senin
kölenin kocası Ammar Bin Yasir, Muhammed’in sözlerinin etkisinde kalıp
kendisini efendilerinin seviyesinde görmeye başlamış ve evini mescid haline
getirmiş, bu adam şimdi Müslüman olmuş, Muhammed’in yolunda gidiyor. Efendisini
hesaba katmıyor mu?
- Çok kötü, çok kötü şeyler oluyor ya Ebu
Süfyan, dedi Ebu Cehil ve sözlerine şöyle devam etti:
- Maalesef kölemiz Ammar
gizlice Müslümanlığı kabul edip evini mescid yapmış ve bundan daha beteri,
amcamın oğlu Erkam da Safa mahallesindeki evini Müslümanların gizli buluşma evi
haline getirmiş. Muhammed, İslamî faaliyetlerle günden güne Müslümanlığı
herkese yayıyor, bilmiyorum ona nasıl engel olabiliriz?...
Amine’nin amcası Sad, bir
gece kendisini çok etkileyen bir rüya gördü. Gökyüzünde birden bire beliren Ay,
karanlığı dağıtmıştı. Ay ışığının her tarafı gündüz gibi aydınlattığı sokakta
Ali ve Zeyd İbni Haris’in gökyüzünde ay’ın çevresinde dolaştıklarını görünce,
onlara seslendi:
-
Siz oraya ne
zaman ulaştınız?
Ali ve Zeyd birlikte cevap
verdiler:
-
Şimdi ulaştık ey
Sad, sen de yanımıza gelsene?
Sad, ertesi sabah hemen
geceleyin gördüğü rüyayı tabir ettirdi. Rüyayı şöyle yorumladılar:
- Gökyüzünde karanlıkları yok eden ay ışığı, Muhammed’in
haber verip öğrettiği Müslümanlık olabilir.
Sad, arkadaşına sordu:
-
Evet ama, Muhammed
putlarımızı Lat ve Uzza’yı hiçe sayıyor.
Rüyayı yorumlayan arkadaşı,
Sad’a şu cevabı verdi:
- O, halkı putlara kulluktan
kurtarıp özgürlüğe kavuşturuyor. Muhammed insanlara İslam’ı müjdelerken
kimseden bir çıkar beklemiyor, maddi bir şey istemiyor. Hem, Hatice ile
evlendikten sonra onun mala mülke ihtiyacı kalmamıştır ve mevki bakımından da Kureyş arasında çok saygın bir
kişidir. Hz. Muhammed’in İslam’a
çağrısı, insanları, yeryüzünü, gökyüzünü, çölleri, havayı, suyu ve her şeyi
yaratan Allah’a kul olmaya davettir.
Arkadaşının bu kısa yorumunu
dinleyen Sad’ın yüreği ferahlamış, içi açılmıştı. Sevinç içinde sordu:
-
Şimdiye kadar
kimler O’nun dinine girdiler?
Arkadaşı:
-
Ben, Ali,
Ebubekir, Zeyd İbni Haris ve daha birkaç kişi.
-
Çabuk söyle, Muhammed’i
nerede bulabilirim, evini tarif edebilir misin?
Sad, adresi alır almaz
Allah’ın elçisini ziyarete gitti ve şahadet getirerek Müslümanların arasına katıldı.
Bilal’in yeni Müslüman olan
arkadaşlarından biri, bir gece Bilal’in evi önüne gelip onu dışardan çağırdı:
-
Bilal! Bilal!
Siyahi bir köle olan Bilal
sordu:
-
Kim o? Bu gece
yarısı beni aramanızın herhalde önemli bir sebebi olmalı?
-
Elbette önemli
bir haber getirdim, hiç öyle olmasa bu vakit gelir miydim?
Bilal merak içinde sordu:
-
Nedir bu önemli
haber?
Arkadaşı:
-
Yaşadığımız
şehirde yaşayan tanıdığımız bir insanı Allah Peygamber olarak görevlendirdi.
-
Görevlendirilen
kişi kimdir?
-
Abdullah’ın oğlu Muhammed.
Daha sonra, Bilal arkadaşına
sorduğu sorularla İslamiyet hakkında bilgiler edindi. Müslümanlık hakkında
öğrendiği ilk bilgiler bile onda Allah’a ve İslam’a büyük bir sevgi uyandırdı.
Hemen o gece şahadet getirip Müslüman oldu.
Müslümanların henüz sayısı
azdı ve bu yeni dine girdikleri için onlara öfkelenen müşriklerin sayısı ise çoktu.
Bu nedenle Müslümanlar Mekke’nin dışına çıkarak, Hz. Muhammed’in çevresinde
toplanıp Müslümanlık hakkında bilgilerini geliştiriyor ve İslam’a göre ibadet
etmeyi öğreniyorlardı. Müslümanların gizli toplantı ve ibadetleri, Allah'ın
elçisinin emriyle İslam'a çağrıyı açıktan yapmayı emredene kadar gizlilik
içinde sürdü.
İslam’a davetin ilk
yıllarında İslam’a girenlerin bazılarının adları şunlardır:
Hatice, Ali, Zeyd, Ebubekir,
Sad, Cafer, Ebu Zer, Halid İbni Said, Osman, Talha, Abdurrahman bin Avf, Ammar
bin Yasir, Sümeyye, Erkam, Ömer, Hübab, Hamza.
İlk üç yılda Müslümanların
sayısı yirmiye ulaştı.
“Önce en yakın akrabanı korkut.
Sana tabi olan müminlere kanadını indir.
Eğer sana isyan ederlerse
“Ben sizin
yaptıklarınızdan uzağım” de.
Kadir, Galip ev kullarına karşı çok merhametli olan
Allah’a tevekkül et.
O
Allah, namaza kalktığın zaman seni görür.
Ve
secde edenlerin içinde dolaşmanı da görür.
Çünkü O, her şeyi hakkıyla işitip bilendir.”
(Kur’an-ı Kerim, Şuara
Suresi: 215 – 220)
İŞKENCE VE ZORLUK DÖNEMİ
Kureyş halkı, aralarında sık
sık Hz. Muhammed (s.a.v.)’in Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiği ve
ona gökten vahiy geldiği haberini konuşup tartışıyordu. Allah’ın elçisi, halkını
Allah’a inanmaya çağırıyor ve onların tanrılarına – yani putlarına – karşı çıkıyordu.
O’nun çağrısına olumlu cevap verip Müslüman olanların sayısı gittikçe çoğalmaya başlamıştı. Bu nedenle müşrikler, Peygamber ve dostlarını
gözetim altında tutmaya ve sayılarının artmasını önlemek için çareler aramaya
başladılar.
Yeni Müslüman olanlardan Sad, diğer Müslümanların toplandığı eve gidip
onlarla birlikte namaz kılmak için bir gün yine gizlice yola çıkmıştı. Müşriklerden biri, Sad’ın haberi olmadan onu
takip etti. Kureyş casusu, Sad’ı
izleyerek Hz. Muhammed ve arkadaşlarının toplandığı yeri öğrendi ve Müslümanların
gizlice bir araya geldikleri bu evi hemen müşriklerin ileri gelenlerine
bildirdi.
Sad’ın da gelmiş olduğu evde
Hz. Muhammed (s.a.v.), namaz kılmak için yanındaki diğer Müslümanlarla birlikte
ayağa kalktı. Bu sırada başta Ebu Cehil olmak üzere zorba müşriklerden bir grup,
saklandıkları yerden namaz kılanları gözetlemeye başlamıştı.
Ebu Cehil, namazdan sonra
evine dönmekte olan Sad’ın yolunu kesti ve hışımla sordu:
-
Orada ne
yapıyordun?
Sad cevap vermedi. Ebu Cehil, yanındakilere güvenerek Müslümanların
namazıyla alay ettti. O alay ve hakaret ettikçe arkadaşları kahkahalarla gülüyorlardı.
Sad, inancına yapılan
hakarete dayanamamış öfkeyle dişlerini sıkmıştı. Onu inancından
döndüremeyeceğini anlayan müşrikler, hep birlikte saldırıp onu sokağın
ortasında dövüp yaraladılar. Sad her ne kadar karşı koymaya çalışmış fakat, tek
başına haklarından gelmeye gücü yetmemişti.
O gün Sad, Peygamber ve
dostlarının yanına yaralı yüzüyle ve acılar içinde döndü. Hz. Muhammed (s.a.v.)
Sad’ın kanlı yüzünü silerek onu teselli etti, sabırlı olması gerektiğini
belirterek şöyle buyurdu:
- Ne mutlu sana, kanı Allah yolunda
dökülenlerden oldun.
O günlerde Cebrail, Hz. Muhammed’in
yanına gelerek halkı açıkça İslam’a çağıran ilahi emirleri bildirdi. Cebrail’in
getirdiği yeni ayetlerde yüce Allah şöyle buyuruyordu:
“(Önce) akrabalarını
(bulundukları yolun eğri olduğu hakkında) uyar.
Müminlerden sana uyanlara
(hoşgörü, iyilik ve şefkat) kanadını indir.
Bununla birlikte
(akrabalarından) sana karşı gelip baş kaldıranlara de ki: “ Ben sizin ( azgınlık
ve sapıklıklarınız) dan uzağım.
O, güçlü, üstün ve
merhametli olan (Allah)’a güvenip dayan. Allah seni ayakta durduğun halde de,
secde edenler arasında dolaşırken de görüyor.
Çünkü O, her şeyi hakkıyla
işiten ve bilendir.”
Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın
emirleri kendisine ulaşınca, bu emirleri halka duyurmak için Safa dağının
tepesine çıktı ve Kureyş halkını bu dağın eteklerinde toplanmaya çağırdı.
Allah’ın elçisi kendisini
merakla dinleyen halka sordu:
- Şimdi ben size, bu dağın
arkasına saklanıp bekleyen düşmanlar var, desem bana inanır mısınız, inanmaz
mısınız?
Kureyşliler cevap verdi:
-
Evet inanırız,
çünkü şimdiye kadar senin bir defa olsun yalan söylediğini işitmiş değiliz.
Hz. Muhammed (s.a.v.),
sözlerine şöyle devam etti:
- İşte ben, size şimdi Allah
tarafından Peygamber olarak gönderildiğimi haber veriyorum; size Allah’ın
emirlerini ulaştırıp, yapmakta olduklarınızın kötü sonuçlarından dolayı sizi uyarıyorum.
Allah’ın elçisi, seslenişini
sürdürdü:
“- Ey Abdülmenaf oğulları!
Ey Zuhre oğulları!
Ey Tim oğulları!
Ey Makzum oğulları!
Ey Esed oğulları!
Ben sizden herhangi bir maddi
istekte bulunmuyorum. Allah bana yakınlarımı uyarmamı emretti. Sizden yalnız şu
sözü söylemenizi bekliyorum: La ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur.)
deyin ki hidayete ulaşasınız.”
Birden Ebu Leheb, topluluğun
arasından fırlayıp bağırdı:
-
Lanet olsun sana,
bizi bunun için mi buraya topladın?
Allah’ın elçisi daha
söyleyeceklerini tamamlamadan Ebu Leheb ve karısı Ümmü Cemil gitmiş, diğer
dinleyenler de dağılmıştı. Hz. Muhammed
(s.a.v.) Safa dağının tepesinde yapayalnız kalmıştı.
Ebu Leheb’in Allah’ın elçisine bu tür çirkin müdahaleleri
sebebiyle Allah şu ayetleri indirdi:
“Ebu Leheb’in elleri
kırılsın, kendisi de mahvolsun.
Malı ve kazancı onu
azaptan kurtaramaz.
O, alevli bir cehenneme
girecek.
Odun hamalı karısı da
cehenneme girecek.
Boynunda hurma lifinden ip
olduğu halde.”
Hz. Muhammed (s.a.v.) halkın
kendisinden yüz çevirmesine üzüldü, ama umutsuzluğa kapılmadı; aksine Hz. Ali’ye,
bir yemek daveti hazırlamasını ve Kureyş büyüklerini çağırmasını buyurdu. Hz.
Ali söylenileni yaptı. Davete Ebu Talib, Hamza, Abbas, Ebu Leheb ile diğer
Kureyş ileri gelenlerin birçoğu katıldılar. Yemek faslı bittikten sonra Hz. Muhammed
(s.a.v.) misafirlerine şöyle seslendi:
- “Ben sizi dünya ve ahiret
iyiliklerine davet ediyorum. Allah, bana, sizi kendisine ibadete çağırmamı
emretti.”
Akrabaları , Peygamberin
sözlerinden hiç hoşlanmadılar ve hemen evden ayrılıp gittiler.
Hz. Muhammed (s.a.v.) ve
arkadaşları artık günlerce gizli olarak Safa dağı yakınındaki Erkam’ın evinde
Allah’a ibadet ediyorlardı. Bir gün Ebu Cehil, yolda Hz. Muhammed (s.a.v.) ile
karşılaştı ve onu tehdit ederek İslamiyete hakaret etmeye başladı. Allah’ın elçisi
onu sessizlik içinde dinledi ve hiçbir cevap vermedi. Bu olaya tanık olan bir
kişi Hz. Muhammed’in gösterdiği sabra hayret etti ve hemen gördüklerini o
sırada avdan dönmekte olan Hamza’ya anlattı. Hamza, Abdülmuttalib’in
oğullarından, yani Hz. Muhammed’in amcalarından biriydi, Hz. Muhammed’i çok
severdi ve ona en küçük bir kötülüğün bile gelmesini istemezdi.
Olayın tanığı, Hamza’ya şöyle
dedi:
-
Acaba, Ebu Cehil’in,
kardeşin oğluna neler söylediğini, ona
ne kadar hakaret ettiğini biliyor musun?
Olayı öğrenen Hamza
öfkelenerek hemen Kâbe’ye gitti. Ebu Cehil’i bir kalabalığın arasında otururken
gördü. Görür görmez elindeki yayı karşısındakinin kafasına indirdi. Ebu
Cehil’in yarılan kaşından kanlar sızmaya başladı. Arkadaşları Ebu Cehil’i
savunmak için ayağa kalkarak Hamza’ya şöyle dediler:
-
Sen de yeğeninin
dinine geçip Müslüman mı oldun?
Hamza onlara şu cevabı verdi:
- Ne kötülüğü var ki
söylediklerinin? O Allah tarafından Peygamber olarak gönderildiğini bildiriyor.
O daima doğruyu söyler. Allah’a yemin ediyorum ki, onun dinini bırakmayacağım. Eğer gücünüz
yetiyorsa gelin de beni vazgeçirin!
Hamza böylece neler
düşündüğünü düşmanlarının gözünün içine baka baka söyledi. O hem güçlü, hem de
cesur bir kişiydi.
Hamza, müşriklerin yanından
ayrılıp Hz. Peygamber’in yanına, Müslümanlığı kabul ettiğini bildirmeye ve Peygambere
sadakatle bağlılığını haber vermeye gitti.
Hz. Muhammed’in bulunduğu
yere ulaşınca, Hamza şöyle dedi:
-
Senin doğruyu
söylediğine inanıyorum. Ey yeğenim, bana dinini açıkla, Müslümanlığı öğret.
Çünkü ben artık bir bakar kör olarak eski yanlış dinime dönmek istemiyorum.
Hz. Peygamber (s.a.v.),
Hamza’nın Müslümanların arasına katılmasından çok mutlu oldu. Çünkü Allah, Peygamberin amcası ve
Kureyşlilerin ileri gelenlerinden biri olan Hamza’yı Müslümanlara katmakla,
yeni Müslümanların moral ve güç kazanmasını sağlamıştı.
Hz. Muhammed (s.a.v.), putlara
tapmanın yanlış olduğunu anlatıyor, bu nedenle de Müşriklerin O’na duyduğu öfke
artıyordu. Fakat Kureyşliler, Hz. Muhammed’in amcası Ebu Talib’in ona iyi davrandığını,
onu koruduğunu biliyorlardı. Bu durumu göz önüne alarak, Ebu Talib’in yanına
gidip onunla görüşmeyi kararlaştırdılar.
Kureyş soylularından Utbe bin
Rabia, Şeybe bin Rabia, Ebu Cehil, As ibni El Vail ve birkaç kişi daha Ebu
Talib’in yanına giderek şöyle dediler:
- Sen büyüğümüz ve
güvendiğimiz bir kimsesin. Bizimle, yeni bir din getirdiğini iddia edip
putlarımızı hiçe sayan yeğenin Muhammed arasında hakemlik et ve O’nu
putlarımıza karşı gelmekten vazgeçirt.
Bu istek üzerine Ebu Talib,
bir haberci göndererek Hz. Muhammed’i görüşmeye çağırdı. Hz. Muhammed gelince,
Ebu Talib O’na şöyle dedi:
- Ey yeğenim, bunlar senin
kabilenin büyükleri sayılırlar. Senden, tanrılarına kötü söz söylemekten ve
iddialarından vazgeçmeni istiyorlar.
Hz. Muhammed, amcasını
dinledikten sonra şu cevabı verdi:
-
Amca, onları
niçin kendi faydalarına olan bir şeye davet etmiyeyim?
Ebu Talib sordu:
-
Onları neye davet
ediyorsun?
Hz. Peygamber:
-
Ben onları,
anlamı çok iyi ve güzel olan bir kelimeyi kabul edip ona inanmaya çağırıyorum.
Ebu Cehil:
-
Nedir bu kelime?
Bizden ne istiyorsan söyle, verelim.
-
Hz. Peygamber
buyurdu:
-
La ilahe illallah
(Allah’tan başka ilah yoktur) deyin.
Müşrikler, öfkeyle
birbirlerinin yüzüne baktılar, sonra Hz. Muhammed’e dönerek şöyle dediler:
-
Bizden başka bir
şey iste.
Hz. Muhammed cevap
vermeyince, Ebu Talib’e şöyle dediler:
- Eğer yeğenin mal ve para istiyorsa, kendisine hiç
de az olmayacak kadar toplayıp verelim, kadın istiyorsa, ona Mekke’nin en güzel
kızlarından beğendiklerini nikahlayalım. Şöhret istiyorsa, ona en önemli
yöneticilik görevlerinden birini verelim.
Hz. Peygamber’in, bu sözlere
daha fazla canı sıkıldı ve amcasına dönerek son sözünü söyledi:
- Ey amca, Allah’a yemin
ederim ki, bunlar sağ elime Güneş’i sol elime de Ay’ı verseler ben yine bu
davadan vazgeçmem, insanları İslam’a çağırmaktan geri durmam.
Müşrikler, toplantıdan
ayrılıp gidince, Ebu Talib, Hz. Muhammed’e dostluğunu şöyle dile getirdi:
- Ey yeğenim, git ve anlatmak
istediklerini anlat, Allah’a yemin ediyorum ki, seni hiçbir zaman onlara karşı
yalnız bırakmayacağım.
Hz. Muhammed (s.a.v.)
insanları Allah’a iman edip Müslüman olmaya çağırıyor, fakat müşrikler inkârcılıkta
inat edip çeşitli bahaneler öne sürüyorlardı. Bazı müşrikler, “Eğer gerçekten Peygamber
isen bize mucize göster” diyorlardı.
Yine bir gün Peygamberimizle tartışan müşriklerden biri gökyüzündeki
Ay’ı işaret edip bağırdı:
-
Eğer sözlerine
inanmamızı istiyorsan, gökteki Ay’ı ikiye böl de görelim!
Allah’ın elçisi Muhammed (s.a.v.),
o esnada mübarek şahadet parmağını Ay’a doğru kaldırdı ve herkesin gözü önünde
Ay ayrılıp ikiye bölündü. Bir süre iki parça halinde kalıp yeniden bütünleşti.
Bu mucizeyi seyreden bütün
müşriklerin ağızları hayretten açık kaldı. Artık ne diyeceklerini şaşırmışlardı.
Muhammed (s.a.v.) mucize göstererek Peygamber olduğunu ispat etmişti.
İçlerinden bazıları hemen şahadet getirip Müslüman oldular. Bazıları ise son
derece inatçıydı. Mucizeyi gördükleri halde Müslüman olmadılar. Başka bahane
bulamayınca, “Muhammed bize sihir yaptı, biz de Ay’ın yarıldığını zannettik”
dediler.
Halbuki bu olay gerçekten
meydana gelmişti. Her şeyi yapabilmeye gücü yeten yüce Allah, Peygamberimize
yardım etmek için, O’nun işaret etmesiyle Ay’ı bir süre için ikiye ayırmıştı.
Nitekim uzaklardan gelip Mekke’ye bir gün sonra ulaşan kervanlar, yolda iken
Ay’ı ikiye bölünmüş gördüklerini anlattılar. Peygamberimizin bu mucizesine
İslam tarihinde “Şakkul Kamer mucizesi” adı verilmiştir.
Kureyş ileri gelenleri yeni
dinin yayıldığını görerek, bu özgürlükçü dinin kendi bölgelerindeki insanları
ve özellikle kölelerini etkilemesinden endişeleniyorlardı. Artık zorbalığa
başvurmayı, Müslümanlığı kabul edenlere işkence yapmayı kararlaştırdılar.
Müşriklerin en zalimlerinden
biri olan Umeyye bin Halef, yeni Müslüman olmuş zenci kölesi Bilal’i çöle
götürüp kızgın kumların ortasına çıplak olarak yatırdı, üzerine ateş gibi sıcak
büyük bir taş koyup seslendi:
-
Bu kızgın taşı Müslümanlıktan
vazgeçip tekrar Lat ve Uzza adlı putlarımıza tapmayı kabul edinceye kadar göğsünün
üzerinden kaldırmayacağım. Söyle bakalım, teklifimi kabul ettin mi?
Alevler saçan güneşin altında
ateş parçası kesilmiş kumlar ve kaya parçası Bilal’in vücudunu yakıyor, ona
dayanılmaz acılar veriyordu. Ümeyye, zenci kölesi Bilal’in bu işkenceye
dayanamayacağından emindi. Bilal’in başı ucunda küstahça dikilip sordu yeniden:
- Muhammed’in bildirdiği
Allah’a inanmaktan vazgeçip, yeniden putlarımıza inandığını söyle. Teklifimi
kabul ediyor musun?
Bilal acılar içinde
kıvranıyordu. Susuzluktan çatlamış dudakları güçlükle kımıldadı. Ümeyye,
Bilal’in ne söylediğini duydu:
-
O birdir, Allah
birdir. O’ndan başka ilah yoktur...
Ümeyye öfkeden köpürmüştü,
aklından Bilal’e daha başka işkenceler yapmayı, ya da onu orada öldürmeyi
geçiriyordu. Tam o sırada olayı Hz. Ebubekir gördü, birkaç dakika sonra
Ümeyye’ye haber gönderip istediği kadar para vererek köle Bilal’i satın alıp
özgürlüğüne kavuşturdu. Bu Bilal, İslam’ın ilk müezzini olacak Bilal’dir.
Müslümanlara zulüm ve işkence
Mekke’nin her tarafında devam ediyordu.
Henüz sayıları çok az olduğu için Müslümanlar, kardeşlerine yapılan
kötülüklerin hepsine engel olamıyorlardı. Müşrikler ise insanlık dışı baskı ve
işkenceleriyle Müslümanları yıldırmak, böylece onları Allah’ın yolundan
döndürmek için ellerinden gelen her türlü kötülüğü yapıyordu. Mesela, Habeşli
Bilal’in işkenceden kurtarılıp özgürlüğüne kavuşturulduğu günlerde, Beni Makzum
oğulları kabilesinden Ammar bin Yasir’in yaşlı annesi ve babası, Müslüman
oldular diye müşriklerin sürekli işkencelerine uğruyordu. Fakat bu yaşlı Müslümanlar
bile müşriklerin zulmüne pes
etmediler. Sonunda onlara işkence
etmekten bıkan gaddar Ebu Cehil, Ammar bin Yasir’in yaşlı annesi ve babasını
öldürdü.
Müşrikler, Müslümanlara
zorluk ve güçlük çıkararak onları bunaltmak için hemen hemen bütün yolları
denediler. Müslümanların su ve yiyecek edinmelerine, evlenmelerine,
çalışmalarına varıncaya kadar her konuda engeller çıkarıp yasaklar koydular. Müslümanlara
karşı hakaretler, saldırılar, işkenceler, hatta öldürme olayları
artıyordu. Fakat Müslümanlar bütün bu
zorluklara, Allah’a dayanarak inançla ve sabırla direndiler; İslam’ın
aydınlığından, inkârcılık ve bilgisizlik karanlığına bir daha geri dönmediler.
“Kitap’ta Meryem’i an. Hani o, ailesinden ayrılıp
doğu tarafındaki bir yere
çekilmişti.
Ona Cebrail’i gönderdik
de kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü.
Meryem, Ona : “ Eğer Allah’tan korkanlardan
isen, senden Allah’a sığınırım” dedi.
Melek : ‘Sana temiz bir
erkek çocuk vermek için
Rabbinin gönderdiği bir
elçiyim’ dedi.
Meryem : ‘Nasıl olur da
benim oğlum olur?
Bana bir beşer eli
dokunmamıştır.
Ve ben iffetsiz de
değilim’ dedi.
Melek : “ Söylediğin
gibisin, fakat Rabbin: ‘Bu bana göre kolaydır. Zira onu tarafımızdan bir ayet
ve rahmet kılacağız. Bu hükmolunmuş bir emirdir’ buyuruyor dedi.”
Kur’an-ı Kerim,
Meryem Suresi: 16 – 21)
HABEŞİSTAN’A HİCRET
Velid ibni Muğire ile
Kureyş’in ileri gelenlerinden birkaç kişi, Hz. Muhammed (s.a.v.) hakkında bir
karar vermek için bir araya geldiler.
Yakında Hac için, çeşitli
şehirlerden Mekke’ye gelecek insanlara Hz. Muhammed’in yeni dini anlatmasından
duydukları endişeyi dile getirdiler.
Velid şöyle dedi:
- Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden çok sayıda
Arap yakında buraya gelecek. Sanıyorum ki, Muhammed hakkında bir şeyler
duymuşlardır. Gelin, onlara Muhammed hakkında söyleyeceklerimizde görüş
birliğine varalım. Böylece konuşmalarımızdan yalanlarımız ortaya çıkmasın.
Kendisini dinleyenler:
-
Evet öyle, peki
söyle bakalım, ne yapalım?
Velid:
-
Hayır, siz bir
yol gösterin, ben size uyayım.
Müşrikler:
-
Söyleyelim ki, Muhammed
kâhindir (Falcıdır).
Velid:
-
O mecnundur
(delidir) diyelim.
-
Hayır, o mecnun
değil, delileri görüp tanıyoruz. Böyle bir şey söylersek bize kimse inanmaz.
-
Şair olduğunu
söylesek nasıl olur?
-
Onun söyledikleri
şiir değil ki, bu söz de inandırıcı değil.
-
Büyücüdür,
diyelim.
- Onun büyücü olduğuna halkı nasıl
inandırabiliriz. Herkes büyücülerin nasıl insanlar olduğunu çok iyi biliyor.
-
Peki o zaman ne
diyelim Velid? Bari sen bir fikir söyle.
Velid, sıkıntı içinde uzun
uzun düşündü ve şöyle dedi:
- Putlarımıza yemin ederim
ki, buraya gelecek insanlardan kim, Muhammed’in
söylediklerini duyarsa bizim şimdiye kadar inandıklarımızdan vazgeçecektir.
Velid ve diğer müşrikler bu
konuda bir karara ve görüş birliğine varamadan umutsuzluk içinde dağıldılar.
Kureyş kabilesi Müslümanlara
eziyet etmeye devam ediyordu. İşkencelerin artması ve baskıların çoğalması
üzerine, aralarında Ebu Talib’in oğlu Cafer olmak üzere birçok Müslüman, başka
bir ülkeye göç etme düşüncelerini Hz. Peygamber’e (s.a.v.) açtılar. Göç etmek isteyenler
arasında Hz. Osman, Peygamberimizin kızı Rukiye ve Zübeyir ibni Avvam da
bulunuyordu.
Göç etmek isteyenlere Hz. Peygamber
şöyle buyurdu:
- Eğer istiyorsanız, adil bir
hükümdarın yönettiği Habeşistan’a hicret edebilirsiniz. Orası emin bir ülkedir.
Allah hepinizin yardımcısı olsun.
Peygamberden izin alınınca,
muhacirler gecenin karanlığı ve sessizliğinden yararlanarak, müşriklerin haberi
olmadan Mekke’yi terk edip Kızıldeniz kıyılarına vardılar. Oradan bir gemi ile
Afrika kıyılarına varıp Habeşistan'a geçtiler.
Kureyşliler, Müslümanların
hicretinden korkup, onların ardından adamlarını gönderdiyseler de
yetişemediler. Artık muhacirler güvenlik içinde
olabilecekleri bir ülkeye ulaşmıştılar.
Kureyşliler bir süre sonra Müslüman
muhacirlerin Habeşistan’a ulaşıp, Habeş hükümdarı Necaşi’nin ülkesinde güvenlik
ve huzur içinde yaşamaya başladıklarını öğrenince çılgına döndüler. Onları geri
getirmenin yollarını düşündüler ve Necaşi’ye bir takım armağanlar götürüp onu
aldatmayı, kendi isteklerine uygun hareket etmesini sağlamayı planladılar.
Pahalı hediyeler hazırlayarak, Amr ibnül As ve Abdullah ibni Rebia’yı, Necaşi’nin
ülkesine gönderdiler.
Amr ve Abdullah, Necaşi’nin
huzuruna gelince şerefsizce yerlere kapaklanıp hediyelerini sundular. Necaşi,
getirilen hediyeleri alıp, isteklerini öğrenmek için yanına oturmalarını
söyledi.
Amr, şöyle dedi Necaşi’ye:
-
Dinimizden çıkan
bazı kötü kişiler, ülkemizden kaçarak şimdi sizin ülkenizde yaşıyorlar.
Necaşi:
-
Peki onlardan ne
istiyorsunuz?
Amr:
-
Onları bize geri
vermeni istiyoruz. Bize geri ver ki işledikleri suçun cezasını verelim.
Necaşi:
- Hayır, dedi. Sizin iddialarınıza
karşılık onların söyleyeceklerini dinlemeden size geri veremem. Böyle diyen hükümdar, görüşlerini almak üzere
huzuruna Müslümanları çağırttı. Necaşi, Müslümanlara müşriklerin iddialarını
anlatıp, cevap olarak ne söyleyeceklerini sordu.
Müslümanlar şu cevabı verdi:
- Bunlar putperest halkın
zalim temsilcileridir. Allah bize doğru yolu gösteren bir Peygamber gönderdi,
biz de ona iman ettik. Bu müşrikler bu yüzden bize öfkelenip zulmetmek
istiyorlar.
Necaşi, Amr’a sordu:
-
Acaba bunlar
sizin köleniz mi?
Amr:
-
Hayır.
Necaşi:
-
Peki bunlardan
alacaklarınız mı var?
Amr:
-
Hayır.
Her iki tarafı dinleyen
adaletli hükümdar Necaşi, verilen cevapları dinledikten sonra Müslümanların
işleri başlarına dönmelerini emretti. Amr ile Abdullah ise, Necaşi’nin
huzurundan umutsuz olarak ayrılıp dışarı çıktılar ve Müslümanları geri
götürmenin bir başka formülünü düşünmeye başladılar.
Müslümanların Mekke’ye
dönüşünü sağlayamayan Amr, düşüne düşüne yeni bir karara vardı, hemen dönüp Necaşi’nin
huzuruna çıktı ve onun kulağına bir şeyler fısıldadı. Necaşi, Amr’ın kendisine
söylediklerini dinleyince kızgınlıkla Müslümanları yeniden huzuruna çağırttı.
Necaşi’nin yanına gelenlerden Hz. Cafer, Müslümanların sözcülüğünü üstlenmişti.
Kral koltuğuna oturmuş olan
Necaşi’nin bir yanında Amr ve Abdullah, diğer yanında keşişler duruyordu.
Necaşi’nin huzuruna gelirken Müslümanlar
selam verdiler, fakat onun önünde secdeye kapanmadılar. Bu durumu fırsat bilen
Amr, hemen atılarak Necaşi’ye şöyle dedi:
-
Gördün mü, bak
senin huzurunda saygısızlık gösterip secde etmediler.
Amr’ın bu hatırlatması
üzerine, muhafızlar ve keşişler de Müslümanlara:
-
Secde edin haydi,
diye bağırdılar.
Müslümanlar yine secde
etmedi. Hz. Cafer, Necaşi’ye durumu açıkladı:
-
Biz Müslümanlar,
Allah’tan başkasının önünde eğilmeyiz.
Necaşi hayretler içinde
sordu:
-
Sizi benim
huzurumda secde etmekten alıkoyan nedir?
- Bizim secde edeceğimiz varlık sadece
Allah’tır. Bu nedenle Allah’tan başkasının huzurunda secde etmez, eğilmeyiz.
Çünkü Allah birdir.
-
Sizin inandığınız
nasıl bir dindir?
Cafer:
- Allah, bize aramızdan
birini Peygamber olarak gönderdi ve Allah’ın elçisi bize, Allah’tan başka
kimseye tapmamayı ve Allah’a ortak tanımamayı emretti. Dinimize göre, namaz
kılmalı, zekât vermeliyiz. Allah bize iyilikleri emretmiş, kötülükleri
yasaklamıştır.
Hz. Cafer, Müslümanlığın
nasıl bir din olduğunu Necaşi’ye anlatırken, Amr hemen araya girdi:
- Yüce hükümdar, bu adamlar
sizin İsa’ya da karşıdırlar. Necaşi, sakin bir biçimde Müslümanlara döndü:
-
Sizin dininiz,
Meryem oğlu İsa hakkında ne diyor?
Cafer:
- Allah’ın Resulü Muhammed (s.a.v.),
İsa (a.s) hakkında Allah’ın ayetlerini söylüyor. Bizim dinimize göre Hz. Meryem, temiz ve
bakire kadındır; hiçbir insan, çocuk doğurması için ona yaklaşmamıştır. Hz.
İsa, Allah’ın sonsuz kudretinin bir işareti olarak bakire Meryem’den doğmuştur.
Cafer’in söylediklerini
dinleyen Necaşi, elindeki asa ile önünde kısa bir çizgi çizdi ve rahiplerine
şöyle dedi:
- Ey rahipler, bunların
Meryem oğlu hakkında söyledikleri ile bizim söylediklerimiz arasında bu kısa
çizgiden fazla bir fark yoktur.
Necaşi bu defa Müslümanlara
dönerek şöyle dedi:
- Ne mutlu size ki, o değerli
Peygamberin yanından gelmişsiniz. Acaba onun getirdiği mesajdan yanınızda
bulunan bir bölümü var mı?
Necaşi’nin bu isteği üzerine
Hz. Cafer:
-
Bismillahirrahmanirrahim
(Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla) diye başlayarak, şu ayetli okudu:
“Kitap’ta Meryem’i an. Hani
o, ailesinden ayrılıp doğu tarafında bir yere çekilmişti.
Sonra onların önüne bir perde
çekmişti. Ona Cebrail’i gönderdik de, kendisine düzgün bir insan şeklinde
göründü.
Meryem, ona : ‘ Eğer
Allah’tan korkanlardan isen, senden Allah’a sığınırım’ dedi.
Melek : ‘Sana temiz bir erkek
çocuk vermek için Rabbinin gönderdiği bir elçiyim’ dedi.
Meryem : ‘ Nasıl olur da
benim oğlum olur? Bana bir beşer eli dokunmamıştır ve ben iffetsiz de değilim’
dedi.
Melek : ‘Söylediğin gibisin,
fakat Rabbin: ‘Bu bana göre kolaydır. Zira onu tarafımızdan bir ayet ve rahmet
kılacağız. Bu verilmiş bir emirdir buyuruyor’ dedi.”
(Kur’an-ı Kerim, Meryem
Suresi, Ayet: 16 – 21)
Necaşi bu ayetleri
dinleyince, Müslümanlara şöyle dedi:
-
Gerçekten bu
sözler, İsa’ya gelenlerin kaynağındadır. Artık benim ülkemde bütünüyle
özgürsünüz.
Müslümanlar sevinç içinde
dışarı çıktılar. Amr ve Abdullah ise, başarısızlığa uğrayıp, verdikleri
hediyelerin kendilerine iadesiyle yenilmiş olarak, üzüntüyle Mekke’nin yolunu
tuttular.
“Tâ, Hâ.
Sana, Kur’an-ı zahmet
çekesin diye indirmedik.
Allah’tan korkan kimseye
öğüt için,
yeri ve yüksek gökleri
yaratan tarafından
aralıklı olarak indirdik.
O Rahman, Arş’ı istila
etti.
Göklerde, yerde, bu
ikisinin arasında
ve toprağın altında olan
bütün şeyler O’nundur.”
(Kur’an-ı Kerim, Tâhâ Suresi: 1-
6)
EKONOMİK BOYKOT
Havanın serin olduğu, ay
ışığının her tarafı aydınlattığı bir gece, Yasir’in oğlu Ammar, evde namaz
kılarken birden kapısı çalındı. Ammar’ın annesi kapıyı açtığında karşısında Peygamberin
evlatlığı Zeyd’i gördü. Onu güler bir yüzle karşılayıp, oğlunun namaz kıldığıı
odaya götürdü. Ammar, namazını bitirince Müslüman kardeşi Zeyd’i sevgiyle
kucakladı.
Kucaklaşma bittikten sonra
Zeyd:
-
Sana bir müjdem
var, dedi.
Ammar:
-
Acaba yeni Müslüman
olan mı var, diye sordu.
Zeyd, Ammar’ı daha fazla
merakta bırakmadı:
- Bize ulaşan habere göre
Hamza, Ebu Cehil’i müthiş bir biçimde döverek onu yerlere sermiş. Dövdükten
sonra ona uyarıda bulunarak, eğer Peygambere bir daha çirkin bir davranışta
bulunursa, onu yine döveceğini söylemiş ve artık Müslüman olduğunu bütün
Kureyşlilere ilan etmiş.
Ammar, aldığı bu habere çok
sevinerek:
- Allah’u Ekber! Diye
haykırdı.
Zeyd, sözlerine devam etti:
-
Fakat, dedi,
Mekke’de iktidar, şimdilik bu zorbaların elindedir.
Ammar:
- Hamza’nın Müslüman olması
ve Ebu Cehil’e bir uyarı dayağı atmasından sonra durumumuz eskisi kadar kötü
olamaz.
Ammar’ın isteği üzerine,
Hamza’nın Müslüman oluşu öyküsünü ayrıntılarıyla anlatan Zeyd, sözlerini şöyle
tamamladı:
- Hamza’nın savaş ilan etmesiyle
elbette Müslümanların durumu değişir ve güçlenir. Müşrikler bu olay karşısında
paniğe kapılmışlardır diyebilirim. Şimdi bunun halk arasındaki etkisini
görmenin tam sırasıdır. Müslümanlar bu olayı İslam için büyük bir zafer olarak
değerlendirecektir. Ayrıca bu olay müşriklerle Müslümanlar arasında yeni ve
daha şiddetli bir mücadelenin başlangıcıdır.
Hattab’ın oğlu Ömer, Mekke’de
cesareti ve yiğitliğiyle tanınmış güçlü ve korkusuz bir müşrikti. Kimsenin
cesaret edemediklerini o korkmadan yapardı. Hemen herkes ondan korkar, bir
toplulukta adı geçince ürperirlerdi.
Müşrikler, o günlerde İslamın
yayılışını önlemek için yine bir toplantı düzenleyip bu defa Peygamberi öldürme
kararı aldılar. Fakat bu önemli görevi kim yerine getirecekti? Kimse “Ben
öldürürüm” deme yürekliliğini gösteremiyordu. Sonunda Ömer, ileri çıkarak: “Muhammedi
ben öldüreceğim” dedi ve silahlarını kuşanıp yola çıktı. Atalarının dinini ve
putları kötüleyen, halkı Müslüman olmaya çağıran Muhammed’i öldürmeye
kararlıydı.
Yolda kızgın adımlarla
yürürken, Nuaym isimli bir Müslümana rastladı. Ömer’i çok öfkeli gören Nuaym
merak edip sordu:
-
Ya Ömer, böyle
hiddetli hiddetli nereye gidiyorsun?
Ömer hiç çekinmeden cevap
verdi:
-
Muhammed’i
öldürmeye.
Nuaym üzüntü ve endişeyle:
-
Onu öldürmeye gücün
yetmez ya Ömer, vazgeç bu istekten.
Ömer öfkelenerek bu Müslümanın
yakasını tuttu:
-
Yoksa sende mi Müslüman
oldun? Söyle, sende mi atalarımızın dinini bıraktın?
Yakasını güçlükle kurtaran
Nuaym:
- Sen, dedi; beni bırak, kız
kardeşin Fatma’ya sor bunu. Onun da Müslüman olduğunu bilmiyor musun?
Ömer bu haberi duyar duymaz
yolunu değiştirip hızlı adımlarla kız kardeşinin evine gitti.
O sırada kız kardeşi Fatma,
kocası ile birlikte Kur’an-ı Kerim’in yeni indirilmiş “Tâ, Hâ. Suresi”nin
ayetlerini öğreniyordu. Pencereden, ne kadar gaddar olduğunu bildiği kardeşi
Ömer’in geldiğini görünce korku içinde, eşini ve Kur’an hocasını gizleyip,
Kur’an ayetlerini sakladı.
Ömer içeri girer girmez sordu:
-
Söyle, Müslüman
olmuşsun, öyle mi?
Kız kardeşi korkusundan önce
inkâr etmek istediyse de, Ömer’in vurduğu şiddetli tokattan sonra, gözyaşları
içinde haykırdı:
- Bana bak Ömer! Evet, Allah’a hamd olsun ki ben de
artık Müslüman oldum! Beni öldürsen de Allah’a ve elçisine inanmaktan
vazgeçmeyeceğim!
Ömer, suratı kan içerisinde
kalmış kız kardeşinin bu inançlı karşı koyuşundan çok etkilenmişti. İşte
karşısındaki kadın, kız kardeşi, Allah’a iman ettikten sonra, İslam yolunda
ölmekten bile korkmuyordu. Kız kardeşinin etkileyici yürekli davranışıyla
düşüncelere dalan Ömer, kız kardeşinden, demin okudukları Kur’an ayetlerini
getirmesini ısrarla istedi.
Ömer, Kur’an ayetlerini
okuyunca bütün varlığı ürpertilerle dolmuş, o katı kalpli Ömer yumuşamış ve Allah’ın
ayetlerinin söyleniş güzelliği ve anlam derinliğine hayran olmuştu. Hayır, bunlar
insan sözü olamazdı. Bu olağanüstü sözlerin bir benzerine hayatı boyunca tanık
olmamıştı. Ayetleri bitirince okuduklarının Allah kelamı olduğundan şüphesi
kalmamıştı. Artık o, bir dönüm
noktasındaydı. Adeta yeniden doğmuş,
eski Ömer uzaklara gitmiş ve şimdi kız kardeşinin yanında – elinde Kur’an
ayetleri yazılı sayfalar- titreyen kişi yeni bir Ömer’di.
Kız kardeşinin evinden
doğruca Peygamberin evine gitti. Azılı bir İslam düşmanı olarak tanıdıkları Ömer’i
kapı önünde gören Müslümanlar onu içeri almakta önce tereddüt ettiler. Fakat
Hz. Ali ve Hz. Hamza’nın;
- “Ömer eğer iyi niyetle
geliyorsa başka, fakat kötülüğe yeltenirse, o daha kılıcına uzanmadan kellesini
uçururuz, endişe edecek bir şey yok.” dediğini duyunca tereddütleri yok oldu.
Ömer, avluya girdiğinde
üzerinde hala silahları vardı. Onu silahlı olarak Peygamberin huzuruna
götürmek sakıncalı olabilirdi. Bunu
düşünen bazı Müslümanlar silahlarını almak istediler. Fakat Allah’ın Resulü,
“Bırakın gelsin” diye haber gönderdi.
Ömer, Peygamberin huzuruna
girince yere diz çöktü ve Müslüman olmak istediğini söyleyip şahadet getirerek Müslüman
oldu. Ömer’in Müslüman oluşuyla Müslümanların sayısı 40 kişiye yükseldi ve o
gün Hz. Ömer’in teklifiyle Müslümanlar, o güne kadar gizlice yaydıkları
İslamiyet’i açıktan açığa haykırmaya karar verdiler. Kâbe’nin avlusunda
tekbirler getirerek topluca namaz kıldılar. Müslümanların bu ilk büyük
gösterisi müşrikleri daha da azdırdı. O günden sonra Müslümanlarla müşriklerin
mücadelesi iyice şiddetlendi.
Hamza’dan sonra Ömer’in Müslüman olarak Müslümanların gücüne
güç katması, müşriklerin Müslümanlara karşı tutumlarını daha da sertleştirdi.
Aldıkları yeni ve önemli bir kararla Müslümanlara ekonomik ambargo uygulamaya
başladılar. Hz. Muhammed (s.a.v.) ile ilişkisi bulunan herkesle ilişkiyi
kesmeyi, onlarla alış veriş yapmamayı, evlenmemeyi, onları susuz ve yiyeceksiz
bırakmayı bir antlaşma olarak yazıp onayladılar. Bu antlaşmayı Kâbe duvarına
astıkları ilanla bütün Mekke’ye duyurdular.
Ekonomik ambargo üç yıl
boyunca devam etti. Bu üç yıl içinde Müslümanlar tanımlanması çok zor acılar
çektiler. Yokluk, açlık, susuzluk, hastalıklarla katlanılması güç, acılı bir
dönem yaşadılar. Fakat her şeye rağmen sabrederek bu dönemin sona ereceğinden
umut kesmediler. Ekonomik ambargonun sonuç vermediğini, Müslümanların moralini
bozamadığını ve başkalarının da İslam’a girmesini önleyemediğini gören
müşrikler çaresiz kalarak bu uygulamaya son verdiler. Bu hüzünlü yıllarda Hz.
Hatice hastalıktan kurtulamayarak ruhunu Allah’a teslim etti. O’nun vefatı Allah’ın elçisini çok üzdü.
Aynı yıl içinde Peygamberin
amcası Ebu Talib de rahatsızlandı. Ebu Talib’in hastalanması müşriklere bir
ümit verdi. Aralarında birkaç kişiyi görevlendirip ona gönderdiler. Ebu
Talib’in yanına gelen müşrikler şöyle dediler:
- Muhammed’i yanına çağır,
onunla aramızda bir anlaşmaya varalım, birbirimizin aleyhinde olmamaya söz
verelim.
Ebu Talib’in daveti üzerine
Hz. Muhammed (s.a.v.) onun yanına geldiyse de, Peygamberin kararlı tutumunu
gören müşrikler, planları bozulmuş olarak çekip gitmek zorunda kaldılar.
Bu görüşmeden birkaç gün
sonra Ebu Talib öldü. Peygamberin bundan duyduğu üzüntü, Hz. Hatice’nin
vefatıyla duyduğu üzüntüye eklendi. Ayrıca Ebu Talib’in ölümüyle kendisini
yıllarca korumuş bir insanı kaybetmiş oluyordu. Ekonomik ambargo ve iki önemli
vefat nedeniyle bu yıl İslam tarihinde “Hüzün Yılı” olarak adlandırılmıştır.
Ebu Talib’in ölümünden sonra
müşriklerin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) eziyetleri daha da şiddetlendi. Baskılar
dayanılmaz bir hal alınca Allah’ın elçisi bir süre için Taif’e hicret etmeyi
düşündü. Taif, Mekke’nin 74 mil doğusunda bir küçük şehirdi. Taif’e gittiğinde
orada yaşayan kabilenin büyüklerinden sayılan üç kardeşle karşılaştı. Onlarla görüşen Hz. Muhammed
(s.a.v.) onları İslam’a davet etti, fakat alaylarıyla karşılaştı. Onlardan
ayrılıp yoluna devam etti. Fakat o
kişiler kabilelerini Hz. Muhammed’e (s.a.v.) eziyet etmeye teşvik ettiğinden,
geçtiği yollarda sürekli küfürle, taşlı kovalamalarla karşılaştı. Ancak O, bu
şiddetli saldırıların hepsine sabretti. Bölgeden
iyice uzaklaşmıştı ki bir hurma ağacı görünce gölgesinde biraz dinlenmek istedi. Ağaca yaslanarak her şeye
gücü yeten yüce Allah’a uzun uzun dua etti, duasında halkın yanlış yollardan
kurtulup hidayete kavuşması dileğinde bulundu.
O’nu uzaktan gören iki kişi,
Edas isimli bir Hıristiyan köleyle birkaç salkım üzüm gönderdiler. Allah’ın
elçisi, üzümü yemeye başlamadan “Bismillahirrahmanirrahim” deyince köle
şaşırdı:
-
Bu sözü buranın
halkı kullanmıyor, dedi.
Hz. Peygamber, ona sordu:
-
Nerelisin, dinin
nedir?
Edas cevap verdi:
-
Ben Hıristiyanım,
Ninova halkındanım.
Peygamber buyurdu:
-
Salih kişi Yunus Peygamber’in
ülkesinden misin?
Edas şaşkınlıkla sordu:
-
Sen onu nereden
tanıyorsun?
-
O benim kardeşimdir,
o Peygamberdi, ben de Peygamberim.
Edas, Resulullah’ın bu
sözlerini duyunca hemen ona büyük bir hürmetle yaklaştı ve iki mübarek elini
öptü.
Resulullah (s.a.v.), Taif’ten
üzüntü içinde döndü. Mekke’de devam eden işkence ve eziyetlere sabırla tahammül
ediyordu. Zira her sıkıntıdan sonra bir
ferahlık ve her zorluktan sonra bir kolaylık olduğunu biliyordu.
“Eğer
O’na (Muhammed’e) yardım etmezseniz, (biliniz
ki)
Allah ona yardım etmiştir.
Hani kâfirler, iki kişiden biri olarak
O’nu Mekke’den çıkarmışlardı,
İkisi mağarada iken arkadaşına:
Üzülme, Allah bizimle beraberdir” demişti.
Allah da O’nun üzerine
sükûn, huzur,
gönül ferahlığı vermiş
Ve O’nu görmediğiniz askerlerle
desteklemişti;
Aynı zamanda
Kâfirlerin sözünü alçalttıkça alçaltmıştı.
Allah’ın sözü en yücedir.
Allah biricik üstün
Ve (sonsuz) hikmet sahibidir.”
(Kur’an-ı Kerim,
Tevbe Suresi: 40)
Yesrib
(bugünkü Medine) kentinin Arap halkı, Evs ve Hazreç adıyla anılan iki kabileden
oluşuyordu. Bunların yanında az sayıda Yahudi de bu şehirde yaşıyordu. Gerek
Araplar ve gerekse Yahudiler olsun, çevrelerinde yaşayan bilge kişilerden
yakında bir Peygamberin ortaya çıkacağını duymuşlardı. Hz. Muhammed (s.a.v)
Mekke’de halkı İslam’a davet etmeye ve Allah’ın emirlerini onlara bildirmeye
başlayınca, yayılmaya başlayan bu dini Medine halkı da duymuş ve İslam’ın nasıl bir din olduğunu merak etmeye
başlamışlardı.
Peygamberimiz
Hz. Muhammed (s.a.v), her Hac mevsiminde Mekke’ye gelen diğer Arapları İslam’a
davet etmek için sık sık şehir dışına çıkıyordu. Peygamberliğinin on birinci
yılında da yine Hac mevsiminde Mekke’nin dışına çıkıp bekledi. Akabe denilen
yerde Mekke’ye gelmekte olan bir topluluğa rastladı.
Resulullah
(s.a.v), onlara sordu:
-
Kimlerdensiniz,
nereden geliyorsunuz?
-
Hazreç
kabilesindeniz, Medine’den geldik, dediler.
Peygamberimizin açıklamalarını dinleyen Ukbe bin Haris
ve arkadaşları bu daveti severek kabul ettiler ve Müslüman oldular. Gelecek yıl
aynı yerde buluşmak için sözleştiler. Bu önemli görüşmeye İslam tarihinde
“Birinci Akabe Biatı” denilmiştir.
Hazreçli erkekler, Peygamberle görüştükten sonra
Medine’ye döndüler ve ailelerini bu dine davet ettiler.
Onların daveti ve bilgi vermesi sonucu kısa zamanda
Müslüman olan Medinelilerin sayısı çoğaldı. Artık Medine’de her sokak ve evde
insanlar bu yeni dinden ve bu din ile bildirilen yararlı ve güzel ilkelerden
söz ediyorlardı. Hz. Muhammed’in adı ve daveti dilden dile dolaşıyordu.
Bir yıl sonra yine Akabe mevkiinde Medine
Müslümanlarından on iki kişi Resulullah’la görüştüler. Hepsi birlikte, Allah’a
ortak koşmayacaklarına, hırsızlık yapmayacaklarına, zinadan vazgeçeceklerine,
çocuklarını öldürmeyeceklerine söz verip Peygambere Biat ettiler; yani onun
buyruklarıyla hareket edeceklerine and içtiler.
Resulullah (s.a.v), İslam’ı öğretmesi için Musab bin
Umeyr’i on iki yeni Müslümanla birlikte Medine’ye gönderdi.
Peygamberliğinin on ikinci yılında çok önemli ve çok
güzel bir olay oldu. Ünlü Miraç mucizesi gerçekleşti. Bir gece, Allah’ın vahiy
meleği Cebrail (a.s) Peygamberimizi Mekke’deki evinden alıp Kudüs şehrindeki
Mescid-i Aksa’ya getirdi ve oradan gökyüzüne çıkarttı. Allah’ın elçisinin
gökyüzünde gördükleri dünyada gördüklerine benzemiyordu. Bilinmeyen bir yerde
yüce Allah’la bizzat konuştu. O gece Allah, Peygamberimize, namazın bütün
Müslümanlara farz kıldığını bildirdi. Peygamberimiz o gece evine döndüğünde
yatağı henüz soğumamıştı. Miraç mucizesi çok kısa bir süre içinde meydana
gelmişti.
Peygamberimiz, ertesi gün miraç mucizesini bütün
Müslümanlara duyurdu. Dinleyenler hayret içinde kaldı, herkes yüce Allah’ın ne
kadar kudretli olduğunu daha iyi anladı.
Resulullah’ın miraçla ilgili olarak anlattığı her şeye Hz. Ebubekir
başta olmak üzere bütün Müslümanlar hiçbir şüphe duymadan inandı ve kabul etti.
Münafıklar ve kâfirler ise miraç mucizesine inanmadılar. Müşrikler, O’nu yalancı
çıkarmak için Mescid-i Aksa hakkında birçok sorular sordu. Allah’ın Resulü
(s.a.v), onlara Mescid-i Aksa hakkında en ince detaylara varıncaya kadar
bilgiler verdi.
Ama inatçı kötü niyetli olan kâfirler yine
inanmadılar. Onlar inanmadı ama İslamiyet Mekke dışına taşarak hızla yayılmaya
devam etti.
Öbür yıl Medine Müslümanları yine Hac
münasebetiyle Mekke’ye gelerek
Resulullah’la bir kez daha görüştüler. Bu defa sayıları yetmiş kişiye
ulaşmıştı. Bu görüşmede Medine Müslümanları Hz. Muhammed (s.a.v)’i Medine’ye hicret
etmeye davet etti, Resulullah’da kabul etti. Medine Müslümanları O’nu koruyup bütün
güçleriyle İslam’ın yayılmasına yardımcı olacaklarına söz verdiler.
Medine’de İslam hızla yayılmaktayken, Mekke’de
Müslümanlara baskı ve işkenceler tüm şiddetiyle devam ediyordu. Bu nedenle
Resulullah (s.a.v.) Mekke’deki Müslümanlara:
- “Allah sizlere kardeşler kazandırmıştır. Sizlerin
güvenlik içinde yaşayacağınız evler sağlanmıştır” dedi ve dostlarına Medine’ye
hicret etmelerini emretti. Böylece Müslümanlar, yaşadıkları kenti, mallarını,
mülklerini, akrabalarını, Allah yolunda terk edip geride bırakarak Medine’ye
göç ettiler. Bir süre sonra Mekke’de Müslümanlardan Hz. Peygamber (s.a.v) ve
yakın dostları Ali, Ebubekir ile birlikte birkaç ihtiyar, hasta, sahiplerinin
Mekke’den ayrılmalarına izin vermediği köleler kalmıştı.
Mekkeli müşrikler, Müslümanların ard arda Medine’ye
hicretinden de memnun olmadılar, hatta öfkelenip paniğe kapıldılar. Hz.
Muhammed’in de bir süre sonra Medine’ye göç edip orada güçlenerek kendileriyle
savaşmasından, Müslümanlara yaptıkları kötülüklerin hesabını sormasından endişe
etmeye başlamışlardı.
Bu konuda bir çözüm yolu bulmak için düzenledikleri
toplantıda çare olarak O’nu ani bir baskınla öldürmeyi kararlaştırdılar. Her
kabileden bir genç seçilecek ve seçilenler kendilerine verilen görevi yerine
getirecekti. Sorumluluğu bütün kabilelere ait olacağı için, onu öldürdükten
sonra Peygamberin akrabalarının kimseyi sorumlu tutamamasını hesaplamışlardı.
Fakat Allah’ın hesabı elbette müşriklerin hesabından
üstündü. Resulullah, bu komployu sezdiği için o gece Hz. Ali’in kendi yatağında
yatmasına izin vererek, Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye hicret etmeye karar
verdi. Hz.Ali ile anlaşıp, yol arkadaşıyla birlikte Mekke’den ayrıldı.
O gece, daha önce kararlaştırıldığı gibi, müşrik
katiller Resulullah’ın evine kılıçlarını çekerek gizlice girdiler ve Peygamberin
yatağına yaklaşıp onu hep birlikte öldürmeye hazırlandılar. Hz.Ali yataktan
fırlayarak karşılarına dikilince, müşrikler şaşırdılar ve öfkelenip sordular:
-
Ali! Muhammed
nerede?
-
Bilmiyorum.
Müşrikler bu cevabı alınca hemen Peygamberi yakalamak
için harekete geçtiler, O’nu ve arkadaşını yakalamak için Mekke çevresine
ekipler çıkardılar.
Resulullah, Hz. Ebubekir ile birlikte Medine’ye göç
etmeyi kararlaştırınca Hz. Ebubekir, oğlu Abdullah’a Mekke’de olup bitenleri
kendisine rapor vermesini emretmişti.
Allah’ın elçisi ve arkadaşı, Mekke’den dışarı çıkıp
Hira dağında bir mağaraya gizlendiler. İki arkadaş içeri girdikten sonra
mağaranın ağzı örümcek ağlarıyla kaplandı. Müşriklerin bulmaması için Allah
onlara yardım etmişti.
Biraz sonra kendilerini arayan müşrikler mağaranın
önüne geldiler. Hz. Ebubekir seslerini duyunca heyecanlanıp:
-
Bu sesler, bizi
arayanların sesleridir, dedi.
Resulullah buyurdu:
-
Ey Ebubekir, hiç
şüphe yok ki Allah bizim yardımcımızdır.
Nitekim, Peygamber ve arkadaşının izini takip ederek
mağaranın önüne kadar gelen müşrikler, mağaranın ağzını örümcek ağlarıyla
kapanmış görünce birbirlerine şöyle dediler:
-
Demek ki buraya
kadar gelmiş ve sonra yollarını değiştirip gitmişler. Çünkü mağaranın içinde
olsalardı mağaranın ağzı örümcek ağlarıyla kapalı olmazdı.
Peygamberimiz ve Hz. Ebubekir bir süre daha bu
mağarada kaldılar. Daha sonra gündüzleri gizlenip geceleri yolculuk yaparak
Medine’ye gittiler.
Yolculukları sırasında dört kişiydiler. Peygamberimiz (s.a.v), en yakın arkadaşı Hz.
Ebubekir, kılavuzları Abdullah bin Üreykıt, kendilerine yiyecek temin eden Amir
bin Füheyre. Füheyre, Hz. Ebubekir’in azatlı kölesiydi.
Dört yolcu
Medine’ye doğru ilerlerken Mekke müşrikleri Peygamberimizi ve arkadaşlarını
bulana yüz deve mükâfat verileceğini açıklamışlardı. Bu haberi duyanlardan biri
de Beni Müdlic aşiretinden Süreka bin Malik idi. Süreka, bu ödülü almak için devesine binip Peygamberimizi
aramaya başladı ve uzun bir arayıştan sonra biraz ilerisinde develeriyle
gitmekte olduğunu gördü. Ödülü kazanma heyecanı içerisinde onlara yaklaşmaya
başladı. Süreka’yı hemen arkalarında gören Hz. Ebubekir:
-
Tehlike var ya
Resulullah, dedi.
Peygamberimiz soğukkanlılığını kaybetmeden:
-
Allah bizimledir,
merak etme, buyurdu.
O esnada Peygamberimizin mucizelerinden biri daha
gerçekleşti. Kendilerine yaklaşmakta olan Süreka’nın ayakları dizlerine kadar
kuma gömüldü. Süreka yaptığı hatayı anlayarak bu durumdan kurtulması için
yalvarmaya başladı:
- Ey Muhammed, kurtulmam için dua et. Eğer beni
kurtarırsan ben de seni yakalamak isteyenlere mani olurum.
Bu yalvarış üzerine Hz. Muhammed (s.a.v), Allah’a dua
ederek Süreka’yı kurtarmasını niyaz etti. Duası kabul olundu. Peygamberimiz ve
arkadaşları Medine’ye doğru yollarına devam etti. Süreka da geri döndü. Yolda dört kişiyi arayan diğer müşriklere
rastladı ve onları ters istikametlere gönderdi. Böylece sözünü tutmuş oldu.
Peygamberimiz ve arkadaşları Medine’ye bir saatlik
mesafedeki Kuba köyünde birkaç gün konakladı. Orada ilk İslam şairlerinden
Hassan bin Sabit, Peygamberimizin huzuruna çıkıp kasidesini okudu ve iltifat
gördü. Allah’ın Resulü (s.a.v), Kuba’da
misafir olarak beklerken burada bir mescid yapılmasını emretti. Daha sonra
kendisini karşılamaya gelen Müslümanlarla birlikte yüz kişilik bir kafile
halinde Medine’ye hareket etti.
“Onlar,
Allah’ın nurunu söndürmek isterler,
Kâfirler
istemese de
Allah, nurunu tamamlayacaktır.”
(Kur’an-ı
Kerim, Tevbe Suresi: 32)
Medine halkı, Resulullah (s.a.v)’in Mekke’den yola
çıktığını öğrendiği günden itibaren, sevinç ve heyecan içinde yolunu
beklediler. Her gün sabah erkenden şehir girişine gidiyor, orada uzun süre Peygamberin
yolunu gözlüyorlardı.
Bir gün yine Medine erkekleri şehir dışına çıkarak Peygamberi
karşılamaya gittiler. Çölün gündüz sıcaklığı şiddetlendi; fakat Peygamberden
bir iz görünmedi. Çaresiz ve üzgün olarak dönmeye hazırlanırken, içlerinden
birisi bağırdı:
-
Peygamber geldi!
Resulullah geldi!
Bu sesi duyan Medine Müslümanları coşku içinde Peygamberi
karşılamaya koştular. Halk onun çevresini sarmış selamlıyor; Peygamber,
kendisini karşılayanların arasından geçiyordu. Kadınlar evlerin damlarına çıkmış
birbirlerine soruyorlardı:
- Bana Peygamberi göster, Allah’ın elçisi hangisidir?
Medine Müslümanlarının bayram günüydü, herkes büyük bir sevinç içerisindeydi.
Allah-u Ekber! Allah-u Ekber! sesleri tüm kenti inletiyordu.
Sevinç gösterileri ve haykırışları birbirine
karışıyordu:
-
Allah-u Ekber! Peygamber
geldi, hoş geldi.
-
Peygamberimiz
geldi, Müslümanlara müjde, o geldi, o geldi.
Çocuklarıyla birlikte Müslüman halk aşağıdaki marşı
birlikte okuyorlardı:
“-
Ayın on dördü bu gece üzerimize
Seniyyetül
veda yöresinden doğdu
Hepimiz
şükretmeliyiz Allah’a
Her
zaman her zaman
Ey,
bize Allah’ın gönderdiği ey,
Yürekten
uyacağız senin buyruklarına”
Allah’ın
elçisi binlerce kadın ve erkeğin sevinç gösterileri arasında Medine kentine
girdi. O güne kadar Yesrib adıyla anılan kentin adı Medinet-ül Resul (Peygamberin
Şehri) olarak değişti.
Medine’nin
zenginleri ve kabile reisleri Peygamberin yanına gelerek onu soyluların
evlerine davet ettiler. Peygamber bu davetlerin hiç birini kabul etmedi,
kendisini davet edenlerin hiçbirisini üzmek istemiyordu. Sonunda hiç kimseyi
üzmeyecek bir çözüm yolu buldu. “Beni buraya getiren deveyi kentin içine salıvereceğim.
Nerede durursa orada konaklayacağım” dedi.
Serbest
bırakılan Peygamberin devesi, Medine sokaklarını dolaşarak şehrin aşağı
kesiminde kurak bir bölgede, hurma depolarının yanında durdu. Peygamber,
devesinden inerek buyurdu:
-
Allah bana bu
bölgeyi nasip etti. İnşallah benim evim burada kurulacaktır.
Devenin durduğu yer, iki yetim çocuğa miras kalan bir
araziydi. Bu çocukların koruyucusu olan Muaz, burasını Peygambere armağan etmek
istedi. Fakat Peygamber kabul etmedi, bedelini ödedi. Müslümanlar el birliğiyle
orada bir mescid ve Peygambere bir ev inşa ettiler. Allah’ın elçisi, ömrünün
sonuna kadar bu evde yaşadı. Allah’ın elçisi, geçici olarak, devesinin durduğu
yere en yakın ev olan Eba Eyyub el Ensari’nin evinde misafir oldu. Bu ev
sahibi, yüce kişinin türbesi İstanbul’da Eyüp semtinde, adına yapılan camiin
avlusundadır. İstanbul’un Fatih Sultan Mehmet tarafından fethedilmesinden önce,
Müslüman Arap ordularının İstanbul’u kuşatması sırasında Eba Eyyub el Ensari,
şimdi türbesinin bulunduğu yerde şehit düşmüştü. Sonradan Müslüman Türkler bu
sahabenin şehit olduğu bölgede büyük bir cami ve türbe yapmışlardır.
Muhacirler, Medine halkının çok büyük
konukseverliğiyle karşılaştılar. Medine’ye Mekke’den göç eden Müslümanlara
muhacir deniliyordu. Peygamber, muhacirlere yaptıkları yardım ve gösterdikleri
konukseverlikten dolayı Medine Müslümanlarına Ensar adını verdi ve bu iki grup
Müslümanlar arasında İslam kardeşliğini tesis etti. Ensar, Allah yolunda Mekke’deki tüm
eşyalarını bırakarak Medine’ye göç eden muhacir kardeşleriyle evlerini ve
eşyalarını kardeşçe paylaştılar. Bu kardeşlik bağları Müslümanlar arasında
sarsılmaz güçlü bir dayanışma ve bağlılık ortaya çıkardı. Bu şehirde yerleşip
kendilerine iş bulana kadar, Medine halkı, muhacir kardeşlerini kendi evlerinde
barındırdılar.
Resulullah, Medine halkının siyasi ve dini liderliğini
üstlenerek, İslam ilkelerine göre oluşturduğu Medine anayasasını yürürlüğe
koydu. Böylece tarihte ilk İslam devleti kurulmuş oldu. Bu ilk İslam
anayasasına göre, halkın hangi kabileden ve milliyetten olmasına değil,
Müslümanların tek ümmetten oluşmasına ve Müslüman olmayanlara da insanca yaşama
hakları verilmesine önem verildi. Bu Anayasa, Yahudi kabilelerinden olan Beni
Kureyza, Beni Kaynuka ve Beni Nadir tarafından da kabul edildi.
Müslümanlar cemaat halinde namaz kılmaktan geri
kalmamak için vaktinden önce mescitte bulunuyorlardı. O dönemde Müslümanların
namaz vaktini duyurmak için bir araçları ya da duyurma yöntemleri yoktu. Peygambere,
namaz vaktini Müslümanlara duyurmak için mescidlere Yahudi’lerin kullandığı
zillerden konulmasını önerdiler. Peygamber bu öneriyi kabul etmedi. Bir
başkası, Hıristiyan’ların ki gibi çan çalınması teklifini getirdi, bu da kabul
edilmedi. Bu sırada mescide giren bir kişi, gördüğü rüyaya dayanarak Ezanı
önerdi. Bu öneri Peygamber tarafından kabul edildi. Çünkü ezan sesi yürekten çıkıp yüreklere
ulaşıyordu. Peygamberin emriyle Bilal, Medine Mescidi’nin damına çıkarak ilk
ezanı okudu.
Peygambere, müşriklerin lideri Ebu Süfyan’ın Şam
ticareti yolculuğundan döndüğü haberi verildi. Müşrikler, Medine’ye hicretten
önce Peygamber ve arkadaşlarına
eziyetler etmiş, mallarını yağmalamış ve onların bütün eşyalarını bırakarak
Mekke’den uzaklaşmak zorunda kalmalarına sebep olmuşlardı. İşte bu nedenle
Allah’ın elçisi, Ebu Süfyan’ın kervanıyla ilgili olarak şöyle buyurdu:
- Müslümanların malları bu müşrik kervanın taşıdığı
malların içindedir. Bu kervanı sarıp mallarınızı alın.
Muhacirler Peygamberin iznini aldıktan sonra mallarını
almak için Ebu Süfyan’ın kervanını kuşattılar. Ebu Süfyan korku içinde,
Mekke’deki müşrik dostlarına haber ulaştırdı:
- Ey Kureyş halkı, Ebu Süfyan’ın kervanı Muhammed ve
arkadaşlarının saldırısına uğramıştır. Bu kervandaki mallarımıza
kavuşabileceğinizi artık hiç sanmıyorum.
Daha önceden Müslümanlara kin bileyip duran Kureyş’li
müşrikler bu haberi duyunca, savaş hazırlıklarına başladılar. Öncelikle Ebu
Süfyan’ın kervanını korumak için, Ebu Leheb dışındaki tüm Kureyş soyluları iki
yüz elli atlı ile birlikte hareket ettiler.
Öbür yandan Hz. Muhammed (s.a.v), İslam savaşçılarını
toplayarak Medine dışına çıktı. İki
siyah bayraktan birini Hz. Ali, diğerini Ensar’dan bir Müslüman taşıyordu. Orduda sadece iki at ve yetmiş deve
bulunmaktaydı. Her deve üç kişiyi
taşıyordu.
İslam savaşçıları yoldayken, Peygambere, Kureyşlilerin
Ebu Süfyan’ı korumak için bir ordu gönderdikleri haberi geldi. Bu haber üzerine Allah’ın elçisi, savaş
konusunda arkadaşlarıyla danışma toplantısı düzenledi. Müslümanlardan bir kişi
ayağa kalkarak şöyle dedi:
- Ey Allah’ın Peygamberi, sen Allah’ın gösterdiği
yoldan hareket et, biz seninle birlikte olacağız. İsrail oğullarının Musa’ya:
“ Sen Allah’ınla savaşa git biz burada seni
bekliyoruz” dediği gibi demeyeceğiz. Tam tersine, sen ve Allah’la birlikte
müşriklere karşı savaşacağız.
Bunları söyleyen bir Muhacirdi.
Peygamber, Ensar grubunun da görüşünü istedi:
-
Görüşlerinizi
bildirmeye devam ediniz.
Ensar’ın ileri gelenlerinden Sad İbni Muaz söz aldı:
- Biz Ensar Müslümanlar da, sana önceden inandık,
senin getirdiklerinin doğru olduğundan hiçbir zaman şüphe etmedik. Sana biat
ettik, emirlerini yerine getireceğimize söz verdik.
Resulullah, arkadaşlarına danışmayı bitirdikten sonra,
komutanlığını üstlendiği İslam ordusuyla Bedir bölgesine geldi ve buradaki su
kuyularının yanına konakladı. Uzaktan müşrik ordusu görüldüğünde Peygamber
ellerini gökyüzüne kaldırarak dua etmeye başladı.
- Ey Allah’ım; bunlar, askerleriyle birlikte
kibirlenerek seninle savaşmaya, senin Peygamberini yalanlamaya gelen
müşriklerdir. Allah’ım, vaat ettiğin yardımın sırasıdır. Allah’ım, eğer bu
mümin topluluğun yok edilmesine izin verirsen, yeryüzünde sana kimse ibadet
etmeyecek. Allah’ım, bize vaat ettiğini bağışla. Allah’ım, senin yardım ve
zaferini diliyoruz.
Nihayet İslam ve Kureyş orduları karşı karşıya geldi.
Kureyşlilerden birisi Müslümanların yakınındaki havuzu ele geçireceğine ya da
kullanılmaz duruma getireceğine yemin etti.
Bu müşrik, Müslümanların havuzuna yaklaşırken Hz. Hamza ona izin vermedi
ve bir kılıç darbesiyle onu cehenneme gönderdi.
İki ordu karşı karşıya gelince üç müşrik savaşçı
ortaya çıkarak teke tek dövüş için Müslümanlardan üç kişi istediler. Bu
isteklerini bağırarak bildirdiler.
-
Ey Muhammed, bize
denk olan üç kişi gönder.
Peygamber, hemen üç İslam savaşçısına dövüş emrini
verdi. Müşriklerin karşısına Hz. Hamza, Hz. Ali, Ubeyde bin Haris çıktı. Hz. Hamza ve Hz. Ali, rakiplerinin işini
çabuk bitirdiler. Ubeyde de zorlu bir dövüşten sonra rakibinin hakkından geldi.
Sonuç olarak üç Müslüman üç kâfiri kılıç darbeleriyle cehenneme yolladı.
Müslümanlar sevinç içinde: “ Allah-u Ekber! Allah-u Ekber!” diye haykırarak
tekbir getirdiler. Müslümanlar her sevindiklerinde tekbir getirirlerdi.
Teke tek dövüşlerin ardından topluca savaş başladı.
İslam ve müşrik ordusu göğüs göğüse müthiş bir çarpışmaya girerken Peygamber,
arkadaşlarına şöyle sesleniyordu:
- Muhammed’in de hayatını elinde tutana yemin ediyorum
ki, bugün müşriklerle savaşan, düşmana sırtını çevirmeden ölen her Müslümanı
Allah cennetine kavuşturacaktır.
Toplu savaş devam ederken müşrikler ağır kayıplara
uğradılar. Müşriklerin büyüklerinden ve Müslümanlara çok eziyet eden bir kâfir
olan Ebu Cehil de çarpışmalar sırasında bir Müslüman tarafından cezalandırılıp
tepe taklak yere serildi. İslam
savaşçıları büyük bir cesaretle aslanlar gibi savaşıyor, müşrikleri darmadağın
ediyorlardı. Müşrikler, büyüklerinin ve çok sayıda arkadaşlarının öldüğünü
görünce selameti kaçmakta buldular. Onlar arkalarına bakmadan kaçıyor, Müslümanlar
tekbir getirerek kovalıyorlardı. Müslüman savaşçılar müşriklerin bir bölümünü
esir aldı. Savaşın son saatlerinde
Bilal, Mekke’de kendisine işkenceler yapan eski sahibi zalim Ümeyye bin Halef’i
gördü. Bilal hemen kılıcıyla ona doğru atıldı ve kaçmasına fırsat vermeden bu
zalim kâfiri şimşek gibi indirdiği kılıç darbeleriyle yere serdi. Böylece Bedir
savaşında Mekke müşriklerinin büyüklerinden birisi daha ortadan kaldırılmış
oldu.
Bedir savaşıyla Müslümanlar büyük bir zafer
kazandılar. Kureyşliler de müthiş bir Müslüman tokadı yemiş oldular. Müminler
moral kazandı, İslam düşmanları perişan oldu.
Bu savaşta Müslümanlar inançlı küçük bir ordunun büyük bir orduyu
yenebileceğini öğrenmiş oldular.
Peygamber, müşrik esirlerin toplanmasını emretti. Esirler korku içinde birbirlerinin yüzlerine
baktılar. Peygamberin şimdi hepsinin öldürülmesi emrini vereceğini sanıyor ve
bu emrin verilmesini bekliyorlardı.
Yanılıyorlardı. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v) onlara, içlerinde okuma yazma
bilenlerin her biri on Müslümana okuma yazma öğretirse serbest bırakılacağını
haber verdi. Peygamber daha sonra
arkadaşlarına dönerek, esirlere kesinlikle kötü davranmamalarını, yediklerinden
yedirmelerini, giydiklerinden giydirmelerini emretti. Peygamberin bu konuşması, İslamiyetin bilime
ve öğrenmeye ne kadar önem verdiğini ve insanlara iyilikle davranmayı
emrettiğini bildiriyordu.
“Siz
o zaman durmaksızın uzaklaşıyor
kimseye
dönüp bakmıyordunuz, Peygamber de
sizi
sürekli arkadan çağırıyordu. (Allah’da)
elinizden
kaçırdıklarınıza ve size isabet edene
üzülmemeniz
için sizi kederden kedere uğrattı.
Allah
yaptıklarınızdan haberi olandır.”
“Sonra
kederin ardından üzerinize bir güvenlik
duygusu
indirdi, bir uyruklama ki,
içinizden
bir grubu sarıveriyordu. Bir grup da
canları
derdine düşmüştü; Allah’a karşı haksız
yere
cahiliye zannıyla zanlara kapılarak:
“Bu
işten bize ne var ki?” diyorlardı,
De
ki: “Kuşkusuz işin tümü Allah’ındır.”
Onlar,
sana açıklamadıkları şeyi içlerinde
Tutuyorlar,
“Bu işten bize bir şey olsaydı
biz
burada öldürülmezdik” diyorlar,
De ki:
“Eğer evlerinizde
de olsaydınız, üzerlerine
öldürülmesi
yazılmış olanlar, yine kuşkusuz
devrilecekleri
yerlere gidecekti. (Bunu)
Allah,
sinelerinizdekini denemek ve
Kalplerinizde
olanı arındırmak için (yaptı).
Allah
sinelerin özünde saklı duranı bilendir.”
(Kur’an-ı
Kerim, Al-i İmran Suresi: 153 – 154)
Hz. Muhammed (s.a.v)’in başkomutanlığındaki İslam
ordusu Bedir savaşında Müşriklerin ordusunu yenmiş ve Kureyşlilerin kendini çok
beğenmiş ve zalim soylularından bir çoğu öldürülmüştü. Bu müthiş yenilgiyi
müşrikler unutamadı. Günlerce yas tuttular ve aradan bir süre geçince hemen
Bedir’in intikamını almayı düşünmeye başladılar. Bu amaçla, Kureyş’in ileri
gelenlerini bir araya toplayan Ebu Süfyan, arkadaşlarına şöyle dedi:
- Ey Kureyş’in büyükleri! Muhammed, sizin aranızdan
bir çoğunu öldürdü, gururunuzu beş paralık etti. Böyle devam ederse daha kötüsü
olacak, Müslümanlar çoğalacak ve putlarımıza tapan, bize hürmet eden kimse
kalmayacak. Onun ordusuyla yeniden savaşmalıyız. Bunun için de şimdiden güç
birliği yapıp büyük bir ordu hazırlamalısınız.
Ebu Süfyan’ın bu intikamcı çağrısı etkili oldu ve
Kureyş müşrikleri Müslümanlara karşı yeni bir savaş hazırlığına başladılar.
Bu arada Müslümanlara büyük bir darbe indirilmesini en
çok arzu edenlerin başında Ebu Süfyan’ın karısı Hind geliyordu. Müşriklerin en zalim ve kötü kişilerinden
olan, Bedir savaşında bazı yakın akrabalarını kaybetmiş olan Hind, özellikle
babasını cehenneme yollayan Hz. Hamza’dan intikam almak için sabırsızlanıyordu.
Bu kinle, ünlü bir keskin nişancı olan Vahşi isimli bir köleyi yanına çağırttı ve ona şöyle dedi:
- Eğer sen, onlarla yapacağımız savaşta Muhammed’in
amcası Hamza’yı, iyi takip edip öldürürsen, seni serbest bırakacağım ve ayrıca
hediyelerle mükâfatlandıracağım.
Hind, böylece Vahşi ile anlaştı, babası Utbe ve
kardeşi Velid’in intikamını alacağı günü beklemeye başladı.
Hz. Peygamber (s.a.v), Müşriklerin savaş hazırlığını
tamamlayıp Uhud dağı eteklerinde toplandığını öğrenmişti. Onlarla yapılacak
savaşı görüşmek üzere Müslümanları danışma toplantısına çağırdı, bir araya
gelen Müslümanlara şöyle buyurdu:
- Sizlerin görüşüne göre, düşmanı Medine surlarının
önünde bekleterek onlara karşı bir savunma savaşı yapsak mı, yoksa onları şehir
dışında karşılasak mı daha uygun olur? Fikirlerinizi söyleyin, tartışalım bir
karara varalım.
Peygamberin kişisel görüşü, düşmanı şehir içinde
bekleyerek bir savunma savaşı yapmaktı. Sayıca daha kalabalık olan müşrik
ordusuyla açık sahada vuruşmak riskli bir savaş olacaktı. Halbuki onları derli
toplu bir savunma ile büyük kayıplara uğratmak ihtimali mantığa daha uygun
geliyordu. Müslümanların el birliğiyle savunacakları Medine’ye düşmanın girmesi
çok zor, hatta imkânsız olacaktı.
Hz. Muhammed (s.a.v) bu görüşünü belirtmesine rağmen
tek başına kesin bir karar vermek
istemedi. Müslümanların çoğu hangi
yöntemi beğenirse öyle yapmayı tercih edecekti.
Genç Müslümanlar başta olmak üzere birçok İslam savaşçısı, Müslümanların
aktif durumda olacakları bir savaştan yanaydılar.
-
Ey Allah’ın
elçisi! Düşmana saldırmamıza izin ver, bizi korkak sanmalarını istemiyoruz.
Peygamberin hicretinden önce Medine halkının
yöneticiliğini yapmış olan Abdullah ibni Übeyy ise gençlerin görüşüne itiraz
etti:
- Ey Allah’ın elçisi, şehirde kal ve sakın dışarı
çıkma. Çünkü biz daha önce kaç defa dışarıya çıkarak düşmana saldırdıysak her
seferinde yenilgiye uğradık. Ne zaman düşman şehrimizin önüne kadar gelip
saldırmışsa onlar mağlup olmuşlardır.
Bundan dolayı, Ey Allah’ın Resulü, bırak onlar bulundukları yerde kalsınlar.
Şimdi daha kötü durumdadırlar. Eğer şehre girerlerse erkeklerimiz onları öldürür,
kadınlarımız ve çocuklarımız damlardan onlara taş yağdırırlar. Eğer kentimize
saldırmaya cesaret edemeyerek bulundukları yerden dönerlerse yenilmiş olacaklardır.
Fakat zaman ilerledikçe dışarıdan gençlerin savaş
isteyen sesleri gittikçe yükselerek geliyordu.
Halk arasında her iki görüşün taraftarları kendi
fikirlerini benimsetmeye çalışırken, Peygamber (s.a.v) evine gitti. Onu, eve giderken
gören genç İslam savaşçıları, Peygambere temsilci gönderip, kendilerini savaşa
göndermesi için izin istemeyi kararlaştırdılar.
Biraz sonra Medine halkı, Hz. Peygamberin savaş
elbisesini giyip silahlanmış olarak evden çıktığını gördü.
Şehirde kalınması düşüncesinde olanlar, bu görüşlerini
tekrar belirtmek istediler. Peygamber ise şu cevabı verdi:
- Bu durumda, halkın çoğunluğu düşmanla savaş isterken
şehirde kalıp düşmanı beklemek bir Peygambere
yakışmaz, ben daha önce sizi şehirde kalmaya davet ettim. Fakat çoğunluğunuz
kabul etmeyerek şehir dışında vuruşmamızı istedi. Bundan sonra sizlerden
savaşta takva, sabır ve gayeye uygun hareket etmenizi bekliyorum.
Hz. Peygamberin savaş kararını açıklamasından sonra
Müslüman savaşçılar mescid de toplanmaya başladılar. Allah’ın elçisi, asker
sayısı bin kişiye yaklaşan İslam ordusunu denetledi, ordunun başkomutanlığını
üstlendi ve ordu sancağını Musab ibni Umeyr’e verdi.
Abdullah ibni Übeyy, kendisine değil de gençlerin
sözüne uygun karar vermesine öfkelenmişti. Bu öfkeyle savaşa gidenleri geri
çevirmek için büyük çaba gösterdi ve ordunun üçte birinin dönüp savaştan
vazgeçmesine sebep oldu. Hz. Peygamber de geri dönmeyen Müslümanlarla yoluna
devam etti.
İslam ordusu Uhud dağının eteklerine ulaştığında, Uhud
dağının tepesine bir grup okçuyu yerleştirdi ve hiçbir şekilde yerlerini terk
etmemeleri için onları sıkı sıkı uyardı. Yalnız emir verildiği takdirde orayı
terk edebileceklerdi. Daha sonra ordunun geri kalan bölümünü savaş düzenine
soktu.
İslam ordusu 700, Müşriklerin ordusu 3000 savaşçıdan
oluşmuştu. Müşriklerin sahip olduğu at ve deve sayısı Müslümanlarınkinden dört
kat fazlaydı. Sayı ve silah gücü bakımından müşrikler daha kuvvetli olduğu
halde, Müslümanların coşkun imanlarından dolayı moral gücü üstünlüğü vardı.
Nihayet karşı tarafta, büyük bir tepe üzerinde görünen
kalabalık müşrik ordusu gittikçe yaklaştı ve İslam ordusunun önüne
geldiklerinde durdu. Müşriklerden biri ileri çıkarak Müslümanlardan vuruşmak
için savaşçı istedi. Hz. Hamza öne çıktı ve yaptıkları dövüşün sonunda müşrik
savaşçının işini bitirip kendi safına geri döndü. Müslümanlar “Allah-u Ekber!
Allah’u Ekber!” diye haykırarak sevinçlerini dile getirdiler.
Sonra müşriklerden Ebu Talha Müslümanlardan savaşçı
istedi, Hz. Ali öne çıktı ve kılıcıyla onu cehenneme gönderdi.
Daha sonra topluca savaş başladı. Müslümanlar tekbir
getirerek müşriklere ağır kayıplar verdiriyor, sayıca daha fazla olmasına
rağmen müşrikler bunalıp hep zor durumlara düşüyorlardı. Müşriklerin çok
yetenekli süvari komutanı Halid İbni Velid, Müslümanları çembere almak için
tetikte bekliyor, fırsat gözlüyordu. Ancak, Peygamber olmanın yanında son
derece akıllı ve zeki bir başkomutan olan Hz. Muhammed’in dağın tepesine
okçuları yerleştirmiş olması, Velid’in planlarını uygulamasına imkân
bırakmıyordu. Velid’in süvarileri ne
zaman yaklaşsa, tepedeki Müslüman okçular onları ok yağmuruna tutuyor ve geri
dönüp kaçmalarına sebep oluyordu.
Savaş ilerledikçe müşrik ordusu bozguna uğruyordu.
Nihayet iyice moral çöküntüsü içine giren Kureyşliler kaçmaya başladı.
Canlarını kurtarmak, daha hızlı kaçabilmek için bir takım eşya ve silahlarını
da bırakıp gidiyorlardı. Ancak, Müslümanlar kaçan düşmanı takip edip kesin bir
yenilgiye uğratmak, işlerini bitirmek yerine savaş alanını dolduran ganimetleri,
eşyaları toplamaya başladılar.
O sırada savaşın gidişini izleyen tepedeki Müslüman
okçular da düşmanın kaçmakta olduğunu ve savaş alanındaki Müslümanların eşya
toplamakta olduğunu görüp onlar da aşağıya inip bir şeyler toplamak istediler.
Komutanları ne kadar onları uyarıp Peygamberin “yerinizden ayrılmayın” emrini
hatırlattıysa da dinlemediler ve yerlerini terk edip mal toplayanlara
katıldılar.
Halid bin Velid, atının üstünde, yanındaki süvarilerle
birlikte tepeyi gözetliyordu. Okçuların
yerini terk ettiğini görünce aradığı fırsatı bulmuş oldu ve İslam ordusunu
arkadan çevirme harekâtını başlattı. Okçular aşağıya indiği için dağın
yamacından kolayca geçerek yeni durumdan haberleri olmayan Müslümanlara arkadan
şiddetli bir saldırı düzenlediler. Velid’in
süvarileri Müslümanları gafil avladı ve Müslümanların zaferini büyük bir
faciaya dönüştürdü. Beklenmedik bir saldırıya uğrayan Müslümanların bir çoğu
şehit oldu, bir çoğu da yaralandı. Az önce savaşı kazandık zannederken şimdi
kendilerini savunmakta güçlük çekiyorlardı. Ordu bozguna uğrayıp dağıldı,
savaşçılar umutsuzca kaçıştılar.
Bozgun sırasında hedefine ulaşmak için fırsat kollayan
birisi daha vardı. Bu, tetikçi Vahşi’ydi. Hind’in Hamza’yı öldürtmek için
özgürlük vaat ettiği bu zenci köle de savaş boyunca adım adım izlediği Hz.
Hamza’yı uygun bir durumda yakalayıp fırlattığı mızrağıyla şehit etti. Vahşi, Hamza’nın yere yıkılışını görür görmez
hemen efendisi Hind’e haber verdi. Hind sevinç çığlıkları atarak yırtıcı bir
hayvan gibi şehit Hamza’nın cesedine çömeldi ve onun vücudunu yararak kanlı
ciğerini ağzına koydu ve çiğnedi.
Neye uğradığını şaşıran Müslüman savaşçılar umutsuzluk
ve şaşkınlık içinde Hz. Peygamberin çevresinden dağılmış, istemeden onu yalnız
bırakmışlardı. Allah’ın elçisi yaralanmıştı, yanında birkaç Müslüman kalmıştı.
Bu esnada Müslüman kadınlara örnek bir olay meydana geldi. Savaş yaralılarına
su taşımakta olan Ümmü Ümare adlı bir
Müslüman kadın, Allah’ın elçisini yaralı ve yanında az sayıda Müslümanla
birlikte kuşatılmış görünce dayanamadı. Hemen yerden bir kılıç kaparak
Resulullah’ın yanına koştu ve Hz. Muhammed’i korumak için savaşmaya başladı.
Düşman savaşçılarından birisi bağırıyordu:
-
Muhammed’i bulun,
nerede olduğunu söyleyin hemen öldüreyim!
Ümmü Ümare, bu şekilde bağıran müşrik savaşçının
üzerine saldırdı, onunla dövüşmeye başladı. Dövüş sırasında yaralandı fakat
düşman askerinin korkup kaçmasını da sağladı.
Ansızın bir ses duyuldu:
-
Muhammed öldü!
Muhammed öldü!
Bu haber savaş meydanının her tarafına yayıldı ve
oradakilerin çoğunluğu Peygamberin şehid olduğuna inandı.
Müşriklerin lideri Ebu Süfyan da, Hz. Peygamberin
öldürüldüğünü sanarak savaşı durdurdu, ordusunu ve yaralılarını toplayıp
Mekke’ye dönmeye karar verdi. Çünkü Ebu Süfyan’ın bu savaşta gerçekleştirmek
istediği iki önemli olay vardı. Peygamber ve Hamza öldürüldüğüne göre amacına
ulaşmış sayılırdı, geri dönmemesi için bir sebep kalmamış demekti.
Herkes gibi, Peygamberin şehit olduğuna inanan bir
Müslüman, ansızın Allah’ın elçisini görünce sevinçle bağırdı:
-
Müslümanlara
müjde, Resulullah yaşıyor!
Resulullah hemen eliyle işaret ederek susmasını
istedi.
Peygamberin yaşadığı haberi yavaş yavaş duyuldu ve
Müslümanlar yeniden toplanıp savaşmak istediler. Fakat bu defa Ebu Süfyan kabul
etmedi, şöyle dedi:
-
Bugün Bedir’in
intikamını aldık. Gelecek yıl yine saldıracağız.
Ebu Süfyan ordusunu toplayıp Mekke’ye doğru hareket
etti. Hz. Muhammed (s.a.v) ise diğer Müslümanlarla birlikte şehitlerin
gömülmesine yardım etti. Şehitlerin arasında dolaşırken gözü Hz. Hamza’nın
göğsü parçalanmış cesedine ilişti ve üzüntüsünden mübarek gözleri yaşlarla
doldu.
Müslümanlar ise, Peygamberin emirlerine uymadıkları
için ve uğradıkları yenilgiden dolayı son derece üzgündüler. Ancak şu ayetin
indirilmesiyle yürekleri biraz olsun ferahladı:
“Gevşemeyin, üzülmeyin; eğer inanmışsanız en üstün
olan sizlersiniz.
Eğer bir yara aldıysanız, o kavme de benzeri bir yara
değmiştir.
Allah, iman edenleri bilsin ve sizden şahitler edinsin
diye biz,
bu günleri insanlar arasında nöbetleşe döndürürüz.
Allah zalimleri sevmez.
Ve Allah, inananları günahlarından temizlemek
ve kâfirleri tümüyle perişan etmek için böyle
yapar.
Allah’ın sizden cihad edenleri ve savaşın güçlüklerine
sabredenleri bilmeyeceğini ve siz sadece iman ettik
demekle
Cennete gireceğinizi mi sanıyorsunuz?
Siz, ölüme kavuşmadan önce onu temenni ediyordunuz.
Vefat eden arkadaşlarınıza baktığınızda onu gördünüz.”
(Kur’an-ı
Kerim, Al-i İmran Suresi: 139 – 143)
“Ey iman
edenler! Size karşı düşman askeri geldiği zaman,
Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın.
Biz, onların üzerine şiddetli bir rüzgâr
Ve sizin görmediğiniz askerler göndermiştik.
Allah işlediğiniz şeyleri görendir.
Şunu da hatırla ki, onlar üst ve alt tarafınızdan
gelmişlerdi.
O zaman gözler kararıp yürekler boğazlara gelmişti.
Siz Allah’a karşı çeşitli zanlarda bulunuyordunuz.
İşte burada müminler imtihan olundular.
Ve şiddetli bir sarsıntı ile sarsıldılar.
O zaman, münafıklarla kalplerinde hastalık bulunanlar:
‘Allah’ın ve elçisinin bize vaat ettiği şeyler, ancak
aldatıcı şeylermiş’ diyorlardı.
Müminlerden Allah’a verdikleri sözlerde
sadık olan nice erkekler vardır. Onlardan
şehit olanlar ve şahadeti bekleyenler vardır.
Ve onlar verdikleri sözü hiçbir şekilde
değiştirmediler.
Allah doğru olanların sadakatlerini mükâfatlandırır.
Ve münafıkları da dilerse azaplandırır,
Yahut tövbelerini kabul ederek bağışlar.
Allah, Gafur’dur, Rahim’dir.
Allah o kâfirleri kalplerindeki kinleri ile
bir iyiliğe ulaşmalarına izin vermeden reddetti,
geri çevirdi. Allah, savaşta müminlere yardım etti.
Allah güçlü, galip ve kudretlidir.”
(Kur’an-ı
Kerim, Ahzap Suresi: 9 – 12 , 23 – 25)
Medine Yahudileri, İslam’ın yayılmasını önlemek için
Hz. Peygamber (s.a.v)’in aleyhinde planlar kurmaya başladılar. O’nu öldürüp
rahatlamak istiyorlardı. Bu defa İslam düşmanı Kureyşlilerle Yahudilerin ileri
gelenleri Müslümanlara karşı ortak bir mücadele yürütmek için anlaşmaya
vardılar.
Yahudilerin temsilcileri, Mekke’ye giderek,
Kureyşlilerin liderine şöyle dediler:
-
Artık haberiniz
olsun, Muhammed’i yok etmek için sizinle birlikteyiz.
Kureyşlilerden birisi, Yahudilerden, Muhammed’in dini
hakkında ne düşündüklerini sordu:
- Ey Yahudi temsilcileri, siz en iyi kitaba sahip olan
Tevrat’a uygun hareket edenlersiniz. Muhammed’le düşüncelerimizin çok farklı
olduğunu biliyorsunuz. Size göre, Muhammed’in dini mi, yoksa bizim dinimiz mi
iyidir?
Yahudiler, Hz. Muhammed (s.a.v)’i kıskandıkları ve ona
kin besledikleri için şöyle konuştular:
- Elbette sizin putlara tapmayı buyuran dininiz,
Muhammed’in dininden çok daha iyidir. Sizin düşünceleriniz gerçeklere daha
yakındır, bundan şüpheniz olmasın.
Yahudilerin bu ihaneti ile ilgili olarak yüce Allah,
şu ayetleri gönderdi:
“Bak, Allah’a nasıl iftira ediyorlar? Bu itirafları
açıktır ve günah olarak onlara yeter.
Görmez misin ki kendilerine kitap indirilmiş olanlar,
putlara ve şeytana iman edenler, kâfirler için:
‘Bunlar müminlerden daha doğru yoldadır’ derler.
İşte Allah’ın kendilerine lanet ettiği kimseler
bunlardır. Allah’ın lanetlediğine yardımcı bulamazsın.”
(Kur’an-ı Kerim, Nisa Suresi : 50, 51, 52)
Böylece Kureyşliler, Hz. Peygambere karşı savaşmak
için Yahudilerle güç birliği antlaşmasına vardılar. Yahudiler, Kureyşlilerle
yetinmeyerek, diğer Arap kabilelerini de Müslümanlara karşı kışkırtıp onlarla
da sözleştiler.
Müslümanlar, İslam’ı yok etmek için Yahudilerin
harekete geçtiklerini ve bu amaçla Kureyşlilerle ve diğer müşrik Arap
kabileleriyle antlaşmalar yaptıklarını, Kureyşlilerin Ebu Süfyan komutasında
bir ordu kurarak savaş hazırlıklarına başladığını öğrendiler. Bu gelişme
üzerine Hz. Peygamberin emriyle bir savaş konseyi oluşturuldu. Konsey
toplanarak müşrik saldırısına karşı Müslümanların nasıl bir savunma yapacağı
konusunu görüşmeye başladı.
Bu görüşmeler sırasında Selman-ı Farisi adlı bir
Müslüman ilginç bir fikir söyledi.
Selman-ı Farisi doğru yolu bulmak için İran’dan kaçmış ve Allah’ın elçisiyle
görüştükten sonra İslam’ı kabul etmiş zeki bir Müslümandı. Selman, ülkesindeki askeri bilgilere ve
edindiği tecrübelere dayanarak, Medine kentinin önüne derin bir hendek
kazılmasını önererek şöyle dedi:
- Ey Resulullah, Medine kentinin çevresinde bir hendek
kazılması, sayı bakımından bizden kalabalık müşrik ordusuyla aramızda bir
mesafe bulunmasını sağlamak açısından faydalıdır görüşündeyim.
Bu öneriyi Hz. Peygamber benimsedi ve hendeğin
kazılmasına hemen başlanılmasını emretti.
Hendeğin kazıldığı günler, Oruç ayı olan Ramazana
rastladığından Müslümanlar çok sıkıntılı günler geçirdiler. Ancak Allah’ın
elçisinin bizzat onlara yardım etmesi onları sevindiriyor, çok yorulmalarına
rağmen severek çalışıyorlardı. Hendek
kazanları teşvik eden Hz. Peygamber (s,a,v) onlara ibni Revaha adlı bir İslam
şairinin şu şiirini okuyordu:
“Allah’ım biz doğru yolu bulamazdık
Sen olmasaydın.
Armağan ettiğin nimetlerle
Huzur geldi bize.
Zorluklar karşısında güçlendik.
Komplo düzenlemiş aleyhimizde müşrikler
Fitnelerine izin vermeyeceğiz
Onlar ne kadar istese de.”
Hendek kazmakta olan Müslümanlar, İbni Revaha’nın bu
şiirini dinledikten sonra şöyle karşılık veriyorlardı:
-
Biz Allah’ın
Resulü’ne söz verdik, yaşadığımız sürece Allah yolunda savaşacağız.
Ebu Süfyan on bin müşrik savaşçıyla hendeğin öbür
yanında, Hz. Peygamber (s.a.v) üç bin İslam savaşçısıyla hendeğin ardında
savaşa hazırdılar, Müşrikler hendeği geçerek Medine’yi ele geçirmek,
Müslümanlarsa onlara bu fırsatı vermemek istiyordu. Müşrikler gelmeden Allah’ın
Resulü, Beni Kureyza Yahudilerinden Medine’yi birlikte savunmaları için söz
almıştı. Medine Yahudilerinin lideri ise Müslümanlara karşı müşriklerle
dayanışma kararı almıştı.
Yahudilerin lideri, Beni Kureyza Yahudilerini de ihanete ortak etmek için
onların savundukları kaleye gitti. Kapıyı çalarak Beni Kureyza başkanına seslendi:
-
Hemen kapıyı aç.
Beni Kureyza başkanı, gelen kişinin niyetini bildiği
için önce kapıyı açmamakta direndi ve şu cevabı verdi:
- Ben, Peygamberle bu şehri birlikte savunmak için
anlaştım. Peygamberden şimdiye kadar hep iyilik gördüğüm için bu antlaşmaya
sadık kalacağım.
Yahudilerin lideri ısrar etti:
-
Çabuk kapıyı aç,
seninle konuşacağım önemli bir konu var.
Sonunda Yahudi liderinin isteği oldu, kapı açıldı.
Yahudilerin genel lideri, Beni Kureyza başkanına şöyle
dedi:
-
Sana ömür boyu devam
edecek bir şeref getirdim.
-
Nedir bu şeref?
- Ben,
Kureyşliler ve diğer Arap kabileleriyle antlaşma yaptım. Bir gün içinde
Muhammed’in işini bitireceğiz. Sen de bu şereften mahrum kalmayasın istiyorum.
Beni Kureyza başkanı önce itiraz etti:
-
İyi ama, ben bu
işin adamı değilim. Şimdiye kadar Muhammed’den hiçbir kötülük görmedim ki?
İki Yahudi lideri bir süre tartıştılar. Sonunda Beni
Kureyza Yahudileri de Müslümanlara karşı
müşriklerle iş birliği yapıp Müslümanları arkadan vurmaya karar verdi.
Bu kötü haber ulaşınca, Allah’ın elçisi Müslümanlardan
birkaç kişiyi Beni Kureyza kabilesine gönderip haberin doğruluk derecesini
araştırmalarını istedi.
Müslüman temsilciler, haberin doğruluk derecesini
sordukları zaman Yahudilerin alayları ile karşılaştılar. Müslümanların kuşatma
altında bulunmasından yüreklenen Yahudiler, Müslüman temsilcilere şöyle
dediler:
-
Allah’ın Peygamberi
de kimdir, biz onunla hiçbir antlaşma yapmadık, hiçbir şeye söz vermedik.
Müslümanlar, Yahudilerin düşmanla ortak hareket ederek
ihanet içinde bulundukları haberini Resulullah’a bildirdiler.
Kâfirler hendekten geçmeye çalışıyor, fakat Müslüman
okçular müşrikleri hemen yerlerine oturtuyordu.
Kureyş ablukası bir ay devam etti.
Ebu Süfyan başlangıçta Müslümanların işini bir günde bitireceğini
sanmıştı, fakat önüne çıkan hendek engeli onun arzularına engel oldu. Şimdiye kadar böyle bir savunma yöntemiyle
karşılaşmamışlardı.
Kuşatma devam ederken, müşriklerin usta ve ünlü
süvarilerinden biri olan Amr ibni Abdud hendeğin dar olan bir bölümünden karşı
tarafa atlamayı başardı. Bu başarısını gösteri haline dönüştürmek istedi. Hz. Peygamber,
Hz. Ali’ye Abdud’un hakkından gelmesini buyurdu. İki usta savaşçının dövüşü çok
yaman oldu. Hz. Ali başlangıçta önemli
bir yara almasına rağmen mücadelesini sürdürdü ve sonunda bu kâfiri cehenneme
göndererek Müslümanlara büyük bir moral verdi.
Düşmanın kuşatması sürdükçe Müslümanlar daha zor
durumda kalıyordu. Yiyecekleri azalmış, açlık baş göstermiş ve soğuk hava
yüzünden ısınma zorluğu da başlamış, abluka gittikçe bunaltıcı bir hal almıştı.
Müşrikler ise bütün ihtiyaçlarını karşılayacak imkânlara sahiptiler. Kalabalık
bir orduyla tehditleri, ekonomik zorluklarla birleşince Müslümanların üzerinde
uzun süre dayanılması mümkün olmayan bir baskı ortamı meydana getirmişti.
Ayrıca Yahudiler her an Müslümanları arkadan vurmayı bekliyorlardı.
Hz. Peygamber, Müslümanları bu zor durumdan kurtarması
için Allah’a dua edip yakardı. Allah, Peygamberinin duasını kabul etti.
Müslümanlar zor durumdaydı. Allah yardım etmez ise
kötü bir akibetle karşılaşacaklardı. Allah’ın elçisi her zaman olduğu gibi
Allah’ın yardımını istedi. Resulullah’ın dua ettiği günün akşamı olağanüstü bir
fırtına başladı. Hava daha da soğudu ve ansızın başlayan şiddetli fırtına
ortalığı darmadağın etti. Müslümanlar şehre dönüp evlerine sığındılar. Şimdi
zor durumda kalan, açıkta duran müşriklerdi. Müşriklerin çadırları yerlerinden
sökülüp havalarda uçmaya, bütün eşyaları, hayvanları dört bir tarafa dağılmaya
başladı. Neye uğradıklarını şaşırmışlardı. Orduları dağılmış, her biri canını
kurtarmak için sağa sola kaçışıyordu. Rüzgârdan kendilerini koruyacak bir
sığınak arıyor fakat bulamıyorlardı.
Gittikçe şiddetlenen fırtına müşrikleri nefes nefese getirdi. Artık
müşrik ordusu diye bir şey kalmamıştı. Göz gözü görmüyordu, ortalık toz
dumandı.
Ertesi sabah fırtına yavaşladı ve nihayet kesildi.
Müslümanlar hendeğin yanına koşup düşman karargahına baktıklarında orada
sessizlik ve dağınıklıktan başka bir şey göremediler.
Peygamber buyurdu:
-
Kim düşmanın
durumundan haber getirebilir?
Zübeyir bin Avvam:
-
Ben getiririm ey
Allah’ın Resulü, dedi.
Zübeyir, Kureyş ordugahına ihtiyatla yaklaştı. Ancak
dağılmış çadırlar, devrilmiş ve terkedilmiş eşyalardan başka bir şey
görünmüyordu.
Sevinç içinde Müslümanların yanına döndü ve bağırdı:
-
Bütün müşrikler
kaçmış, hiç kimse kalmamış!
Sevinçli haber bütün Medine halkına yayıldı. O gün
Medine Müslümanları şu sloganı söylediler:
“- Allah’tan başka tanrı yoktur.
Allah
sözünde durdu.
Kullarına
yardım etti.
Ordusunu yüceltti.
Müşrik
gruplarını tek başına yenilgiye uğrattı.”
Hz. Peygamber hemen şükür namazı kıldı ve Müslümanlara
şöyle buyurdu:
-
Şimdi biz onlarla
savaşacağız. Biz onların yanına gideceğiz.
Resulullah (s.a.v) kılıcını henüz kınına sokmamıştı
ki, Cebrail’in yanına geldiğini gördü, Cebrail O’na şöyle dedi:
-
Ey Allah’ın Peygamberi
kılıcını yerine mi koydun?
Peygamber:
-
Evet, dedi.
Cebrail:
-
Allah, Beni
Kureyza Yahudilerinin semtine gitmeni ve onları dağıtmanı emrediyor.
Hendek savaşı öncesi Medine Yahudileri Müslümanlara
ihanet etmiş, Hz. Peygambere komplo hazırlamışlardı. Eğer Allah'’n yardımı
ulaşmasa ve bu yardım sayesinde müşriklerin kuşatması bozulmasa Müslümanlar
savaşı kaybedecekti. Bundan dolayı, şimdi Medine Yahudileriyle hesaplaşmak,
onlara ihanetlerinin bedelini ödetmek, onları Müslümanların yanından
uzaklaştırmak gerekiyordu.
Peygamber, yüksek bir yere çıkıp seslendi:
- Ey Müslümanlar, sesimi duyan herkes, ikindi namazını
Beni Kureyza semtinde kılacağımızı bilsin.
Peygamberin çağrısı üzerine bütün Müslümanlar
silahlanıp Beni Kureyza Yahudilerinin oturduğu mahalleye hareket ettiler.
Yahudiler, Müslümanların silahlarıyla geldiğini görünce ihanetlerini hatırlayıp
korkudan titreyip kaçıştılar. Kalelerinin kapısını kapattılar, fakat orada uzun
zaman kalabilecekleri kadar yiyecek ve içecekleri yoktu, teslim olmak
zorundaydılar. Peygamber onlara son bir fırsat tanıyıp yaptıklarından pişman
olarak Müslüman olmalarını teklif etti, fakat kabul etmediler, inkârcılık ve
ihanetlerinde ısrar ettiler. Bunun üzerine Resulullah içlerinden bir temsilci
göndermelerini istedi.
Temsilcileri, Müslümanlara komplo düzenleyip ihanet
ettiklerini itiraf etti. İhanetin cezası idamdı. Hz. Peygamber (s.a.v)
affedilmez ihanet suçunu işleyen Yahudi erkeklerinin kılıçtan geçirilmesini
emretti. Müslümanları arkalarından vurmak isteyenler böylece cezalandırıldılar,
Medine kenti Müslümanların daha büyük bir güven içinde yaşadıkları İslam kenti
oldu. Allah kendisine inanan ve yolunda savaşan Müslümanları bu kentin sahibi
yaptı. Hiç şüphe yoktur ki Allah’ın gücü her şeye yeter.
“Andolsun, Allah, Resulünün gördüğü
rüyanın hak olduğunu doğruladı.
Eğer Allah dilerse, mutlaka siz,
Mescid-i Haram’a güven içinde,
Saçlarınızı tıraş ettirmiş,
(kiminiz de) kısaltmış olarak (ve) korkusuzca
gireceksiniz.
Fakat Allah, sizin bilmediğinizi bildi,
böylece de bundan önce size yakın bir fetih (nasip)
kıldı.”
(Kur’an-ı
Kerim, Fetih Suresi: 27)
HUDEYBİYE BARIŞI
Kureyş müşrikleri Bedir, Uhud ve Hendek savaşlarıyla
İslamiyeti yok edip Hz. Muhammed (s.a.v)’i ortadan kaldırmaya çalışmışlardı.
Ancak İslam dini bütün bu engellemelre rağmen yayılmaya devam ediyordu.
İşkenceler, ekonomik boykotlar Müslümanları yıldıramıyor; çektikleri zorluklar
onların İslam’a bağlılığını, Allah’a inançlarını daha da arttırıyordu.
Müslümanların sayısı gün geçtikçe çoğalıyordu. Bedir savaşında 300 olan İslam
savaşçılarının sayısı Uhud savaşında 700 kişiye, Hendek savaşında 3000
savaşçıya ulaşmıştı. Halk, gruplar halinde coşkuyla İslam dinine giriyordu.
Çünkü İslam, insanları maddi ve manevi, her yönden mutluluğa kavuşturuyordu.
İslamiyet bu nedenledir ki bütün dünyaya silah gücüyle değil, insanların
isteyerek kabul etmeleriyle ve onu ortadan kaldırmak isteyenlerin silahlarına rağmen
yayılmıştır.
Hz. Muhammed (s.a.v), bir gece rüyasında Mekke’ye Hac
merasimi için gittiğini gördü ve bu rüyayı Allah’ın gösterdiğini bilerek
Mekke’ye gitmeyi kararlaştırdı. Hac mevsimiydi ve halk çeşitli bölgelerden
Mekke’ye geliyordu. Müslümanlar da Hac için beyaz ehram elbiselerini
hazırlayarak hacı olmak arzusuyla Medine’den ayrıldılar. 1400 kişiydiler.
Kureyşliler, Müslümanlar savaşa geliyor sanıp ürkmesinler diye, Müslümanlar
yanlarına silahlarını almamışlardı. Onlar, savaşa değil, Kâbe’yi ziyarete
gidiyorlardı.
Yolculuk sürerken bir kişi Peygamberimizin yanına
gelip şöyle dedi:
- Ey Allah’ın elçisi, sizin yolculuğunuzdan haberdar
olan Kureyşliler silahlanarak sizi Mekke’ye sokmamak için karar almışlar.
Hz. Peygamber, bu haber üzerine silahsız Müslümanlar
yolda bir tehlikeyle karşılaşmasınlar diye başka bir yoldan hareketle kafileyi
Hudeybiye denilen yere getirdi. Uzaktan Mekke gözüküyordu. Peygamber, Hac
kafilesinin bir süre orada dinlenmesini emretti.
Kureyşlilerden birisi Peygamberimizin yanına gelip
sordu:
-
Buraya niçin
geldiniz?
Hz. Peygamber şu karşılığı verdi:
-
Savaşmak için
değil, Allah’ın evi (Kâbe)’yi ziyaret ve ibadet etmek için.
Bu cevabı alan Kureyşlilerin temsilcisi, Mekke’ye
döndü ve müşriklerin ileri gelenlerine duyurdu:
-
Muhammed
savaşmaya değil, Kâbe’yi ziyarete gelmiş.
Peygamberimize duydukları kinle bazıları bağırdı:
- O bizimle savaşmak istemese de biz onunla
savaşacağız. Onun Mekke’ye gelmesini kuvvet kullanarak engelleyeceğiz.
Fakat Kureyşliler, Hudeybiye’de arkadaşlarıyla
birlikte bekleyen Peygamberimizin Hac isteği konusunda nasıl bir tavır
takınacaklarına henüz bir karar verememişlerdi. Bu nedenle sürekli temsilci
gönderip Peygamberin ne yapmak istediğini soruyorlardı. Hz. Peygamber her
defasında onlara, Mekke’ye Hac için girmek istediklerini tekrarlıyordu.
Fakat Kureyşliler bir türlü Hac ziyaretine izin vermek
istemiyorlardı. Bunun üzerine Peygamberimiz, Mekke’ye bir Müslüman temsilci
göndermeyi uygun gördü.
Müslümanların gönderdiği temsilcinin dönüşü gecikince,
onun müşrikler tarafından öldürüldüğü söylentisi yayıldı. Peygamberimiz öfke ve
endişe içindeki Müslümanları bir ağacın etrafında toplayarak, Kureyşlilerle
kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarına dair onlardan söz aldı.
Müslümanlar coşku içinde, Peygamberimize, gerektiğinde müşriklerle kanlarının
son damlasına kadar savaşacaklarına yürekten söz verip ant içtiler. Peygamberimizle
arkadaşları arasındaki bu antlaşmaya İslam tarihinde ‘Rıdvan Sözleşmesi’ adı
verilmiştir. Yüce Allah’ta Kur’an da bu antlaşmadan şöyle söz etmiştir:
“Andolsun, Allah, sana o ağacın (Rıdvan ağacının)
altında biat eden müminlerden razı olmuştur; kalplerinde olanı bilmiş ve
böylece üzerlerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirmiştir ve onlara yakın bir
fethi sevap (karşılığı) olarak vermiştir.”
Müslümanlar, Müslüman temsilcinin iadesi için hareket
etmeden önce ilahi zaferin ilk işaretleri göründü ve Peygamberimizin elçisi,
yanında bir Kureyşliyle sapasağlam döndü. Peygamberimiz, gelen iki kişiyi
uzaktan gördüğünde şöyle buyurdu:
-
Kureyşliler o
kişiyi bizimle barış yapmak için göndermiş olmalılar.
Gerçekten de Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl bin Amr,
anlaşma için gelmişti.
Hz. Peygamber (s.a.v) ile Süheyl, Müslümanlar ile
Kureyşliler arasında yapılacak antlaşma için görüşmeler yaptılar. Yapılan
anlaşmaya göre;
“Müslümanlar bu yıl Hac yapmaktan vazgeçip Medine’ye
dönecekler. Gelecek yıl yine Hac zamanı Mekke’ye gelip Kâbe’yi ziyaret etmelerine izin verilecekti.
İki taraf on yıl boyunca birbirlerine
saldırmayacaklar, diğer kabileler de antlaşmalar yapabileceklerdi.
Mekke’den kaçıp Medine’ye sığınmak isteyenlere
Kureyşlilerin tasvibi olmaksızın Medine’ye giriş izni verilmeyecekti. Fakat
Mekke’ye gelecek kişileri Kureyşliler isterlerse Mekke’ye kabul
edebileceklerdi.”
Antlaşma hükümleri Müslümanlar tarafından beğenilmedi.
Bir çoğu sinirlenerek bu antlaşmanın iptal edilmesini istediler.
Antlaşmaya tepki gösterenlerden bir kişi Peygamberimizin
yanına gelip şöyle dedi:
-
Sen Allah’ın Peygamberi
değil misin?
-
Evet, Peygamberiyim.
-
Acaba biz
Müslüman değil miyiz?
-
Evet, Müslümanız.
-
Acaba Kureyşliler
müşrik değil mi?
-
Evet, müşrik.
-
Peki neden biz
Müslüman iken, bizi küçük düşüren bu antlaşmayı kabul edelim?
Peygamber buyurdu:
-
Ben Allah’ın kulu
ve elçisiyim. Hiçbir zaman Allah’ın bilgisi dışında hareket etmem ve O, beni
hiçbir zaman yalnız bırakmaz.
Hz. Muhammed (s.a.v)’in bu açıklamasına rağmen bazı
Müslümanlar antlaşmaya tepki göstermeye devam ettiler.
Hz. Peygamber (s.a.v), Hz. Ali’yi çağırıp Hudeybiye
antlaşması metnini yazmasını istedi:
-
Yaz;
Bismillahirrahmanirrahim.
Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl itiraz etti:
-
Bu başlangıç
tarzı bize uygun değil, böyle yazılmasın.
Peygamberimiz buyurdu:
- Peki onu çiz; şunu yaz: Bu antlaşma Allah’ın elçisi
Muhammed ile Kureyşlilerin temsilcisi Süheyl bin Amr tarafından imzalanmıştır.
Süheyl yeniden itiraz etti:
-
Biz senin Peygamber
olduğunu kabul etseydik, seninle savaşmazdık.
Peygamberimiz buyurdu:
- Peki, şöyle değiştir: Bu antlaşma, Abdullah oğlu
Muhammed ile Süheyl bin Amr tarafından imzalanmıştır. Bu antlaşmaya göre:
Müslümanlar bu yıl Kâbe’yi ziyaret etmeden Medine’ye dönecekler ve Hac
ziyaretini gelecek yıl yapacaklardır. Müslümanlar ve Kureyşliler on yıl boyunca
birbirlerine saldırmayacaklar ve başka kabilelerle antlaşmalar
yapabileceklerdir. Mekke’den kaçanlar Medine’ye kabul edilmeyecek, fakat
Mekke’ye kaçanları Kureyşliler Mekke’ye alabileceklerdir.
Bu barış antlaşması görünüşte Müslümanların aleyhine
bazı hükümler taşıyorsa da aslında Müslümanların bir zaferiydi. Bazı
Müslümanlar bunu anlayamıyordu. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v) bu antlaşmanın
gelecekte hangi gelişmelere yol açacağını çok iyi biliyordu. Çünkü bu antlaşma,
her şeyden önce Müslümanların Mekke’ye kan dökmeden girmelerini sağlıyordu.
Ayrıca bu antlaşma, müşrikler tarafından Müslümanların gücünün kabul edildiğini
ortaya koyuyordu. Nitekim bu antlaşmadan
sonra Arap yarımadasında İslamiyet daha hızlı yayılmıştı. Bir yıl içinde Müslümanların sayısı yedi
yıldan beri İslam’a girenlerin sayısını
geçmişti. Bundan başka Mekke’den kaçıp Medine’ye kabul edilmeyen Müslümanlar,
Mekke’ye dönmeyip Kureyş kervanlarının başına bela olacaklar, Kureyşliler
antlaşmanın bu maddesinin kendi aleyhlerine işlediğini görüp pişman
olacaklardı. Müslümanlar Hudeybiye barışından sonra öylesine çoğalıp
güçlendiler ki, bir yıl sonra Mekke’yi fethetmeye giderken on bin kişilik büyük
bir ordu kuracak kuvvete ulaştılar.
Hz. Peygamber (s.a.v), arkadaşlarıyla birlikte
Medine’ye döndükten sonra Allah, (c.c) Fetih suresini indirdi. Yüce Allah şöyle
buyuruyordu:
“Bismillahirrahmanirrahim.
(Esirgeyen ve Bağışlayan Allah’ın Adıyla)
(Ey Resulüm, Mekke’nin ve diğer memleketlerin fethine
sebep olacak Hudeybiye barışı ile) biz sana gerçekten açık bir zafer verdik.
Öyle ki, (bu yüzden) Allah, senin geçmiş ve gelecek
günahını bağışlayıp üzerindeki nimetini, (dinin yücelmesini) tamamlayacak ve
seni dosdoğru bir yola yöneltecektir.
Ve Allah, seni eşi görülmemiş bir zafer ile galip ve
üstün getirecektir.
Müminlerin kalplerine, imanlarına iman katıp güven
duygusu ve huzur indiren O’dur. Göklerin ve yerlerin orduları Allah’ındır;
Allah, bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.
(Bütün bunlar), mümin erkekleri ve mümin kadınları,
içinde sonsuza kadar kalmak üzere,
altından ırmaklar akan cennetlere sokması ve onların kötülüklerini örtüp
bağışlaması içindir. İşte bu, Allah katında büyük kurtuluş ve mutluluktur.
Bir de; kötü bir zan ile zanda bulunmakta olan münafık
erkeklerle münafık kadınları ve müşrik erkeklerle müşrik kadınları
azaplandırması için o kötülük çemberi tepelerine insin, Allah, onlara karşı
gazaplanmış, onları lanetlemiş ve onlara cehennemi hazırlamıştır. Varacakları
yer ne kötüdür.
Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah üstün ve
güçlü olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.
Hiç şüphesiz biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak
gönderdik.
(Gönderdik) ki Allah’a ve Resulüne inanasınız, onu
savunasınız, onu en içten bir saygıyla yüceltesiniz ve sabah akşam O’nu
(Allah’ı) zikredesiniz.
Hiç şüphesiz sana biat edenler, ancak Allah’a biat
etmişlerdir. Allah’ın eli, onların elinin üzerindedir (yardımcıdır). Şu halde
kim verdiği sözü bozarsa, ancak kendi aleyhine bozmuş olur. Kim de Allah’a
karşı verdiği söze vefa gösterirse, Allah ona büyük bir mükâfat verecektir.”
(Kur’an-ı
Kerim ‘Fetih Suresi 1-10)
Hz. Muhammed (s.a.v) bu sureyi okuyup duyurunca
Müslümanlar sevinip huzura kavuştular. Yüce Allah bu ayetleriyle Peygamberimizin
Hudeybiye barışını imzalamakla doğru bir karar verdiğini bildiriyor ve
Mekke’nin Müslümanların eline geçeceğini müjdeliyordu.
Hudeybiye barışı Müslümanlara İslam’ı öğrenip
başkalarına öğretme fırsatı verdi. Hem Allah’ın Peygamberinden İslam’ı daha iyi
öğrendiler, hem de çok sayıda kişinin Müslüman olmasına vesile oldular.
Müşriklerin cephesi günden güne zayıflarken, Müslümanların cephesi her geçen
gün gelişip güçlendi.
De ki, ‘Ey
Kitap ehli, bizimle sizin aranızda
ortak (olacak) bir kelimeye gelin.
(Şöyle ki:)
Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim.
O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım
ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi tanrılar (olarak)
tanımayalım’.
Eğer yine de yüz çevirirlerse deyin ki:
Şahid olun biz gerçekten Müslümanız.”
Kur’an-ı Kerim, Âl-i İmran Suresi: 64)
İSLAMIN YAYILIŞI
Hudeybiye barışından sonra Müslümanların sayısı hızla
çoğalmaya başlamıştı. Allah, Peygamberini tüm dünya insanları için göndermiş
olduğundan, Hz. Muhammed (s.a.v) İslamiyeti tüm dünyaya yaymak için önce çevresindeki
ülkelerden başlayarak, komşu ülkelerin hükümdarlarına elçiler göndermeyi
kararlaştırdı.
Allah’ın elçisi hükümdarlara gönderilmek üzere kendi
adına mektuplar yazdırdı. Bu mektuplar, “Resulullah Muhammed”, yani “Allah’ın
elçisi Muhammed” yazılı bir mühürle mühürlendi.
Çok sayıda Müslüman, diğer insanlara İslamiyeti
öğretmek için çeşitli bölgelere gittiler. Hz. Peygamber birkaç kişiyi de
hükümdarlara yazılan mektupları götürmeleri için görevlendirdi. O, yakın
bölgelere gönderilenlerin gönüllü olarak gideceklerini, uzak yörelere
gönderilenlerin nazlanabileceğini biliyordu. Bu yüzden arkadaşlarını çevresine
topladı ve onlara şöyle dedi:
- Ey Allah’ın bir olduğuna ve beni Peygamber olarak
gönderdiğine inananlar, inandıklarınızı diğer insanlara da duyurarak görevinizi
yapın. Görevinizi yapın ki Allah sizi rahmetine kavuştursun. Havarilerin
Meryemoğlu İsa ile ayrılığa düştükleri gibi benimle ayrılığa düşmeyin.
Bir Müslüman sordu:
-
Havariler
kimlerdi ve Hz. İsa ile nasıl bir ihtilafa düşmüşlerdi?
Allah’ın elçisi cevap verdi:
- Havariler, Meryem oğlu İsa’nın arkadaşlarıydı. İsa
onları çeşitli bölgelere gönderip Allah’ın dinini duyurmalarını istedi. Fakat
yakın bölgelere gönderilenler itiraz etmeden giderken, uzak yerlere
gönderilenler verilen görevi yerine getirmediler. İsa da onları Allah’a şikayet
etti ve Havariler ertesi sabah uyandıklarında kendi lisanlarını unutup
gönderildikleri yerin dilini konuşmaya başladıklarını gördüler.
Hz. Peygamber’in (s.a.v) arkadaşları, İsa’nın
havarileri gibi ayrılık göstermediler ve Peygamberin gönderdiği yerlere itiraz
etmeden gittiler.
Hz. Peygamber (s.a.v) sahabelerden Dihyetül Kelbi’yi
bir mektupla birlikte Bizans İmparatoru Herakliyus’u İslam’a davet etmeye
gönderdi. Dihye, İmparatorun kafilesine Kudüs’e giderlerken rastladı. Dihye,
görüşme isteğinde olduğunu bildirince, İmparatorun memurları şöyle dediler:
- Sayın imparatorun huzuruna varınca hemen secdeye
kapanacaksın ve o izin vermedikçe başını yerden kaldırmayacaksın. Buranın
töresi budur, sakın unutma.
Dihye:
- Ben bir Müslümanım, dedi. Böyle bir hareket yapamam.
Çünkü bir Müslüman Allah’tan başkasının önünde eğilmez.
Memurlar:
-
Nasıl istersen.
Sen buna razı olmazsan İmparatorumuz seninle görüşmeyi kabul etmez.
Dihye, bütün ısrar ve uyarılara rağmen, imparatorun
önünde eğilmeden mektubu ona verdi.
İmparator, Kudüs’teki sarayında Peygamberimizin
mektubunu tercüme ettirip okuttu.
Mektup şöyleydi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile.
Allah’ın kulu ve elçisi Muhammed’den, Rumların büyük
lideri Herakliyus’a.
Hidayete gelene selam olsun. Seni Müslüman olmaya
çağırıyorum. Müslüman ol ve kurtuluşa ulaş.
Müslüman olursan Allah sana iki kat sevap verir. Eğer Müslüman olmak
istemezsen halkının günahı da sanadır...”
Mektubu okuyan imparator, Hz. Peygamber hakkında daha
fazla bilgiler edinmek istedi. Memurlarını Şam kentine gönderdi ve oraya
ticaret için gelmiş olan birkaç Kureyşli Arabı sarayına çağırttı. Onlara Peygamberimiz
hakkında birkaç soru yöneltti.
Herakliyus sordu:
-
O nasıl bir
aileye mensuptur?
Kureyşli tüccarların en yaşlısı cevap verdi:
-
O temiz, şerefli
ve tanınmış bir ailedendir.
-
Acaba, Peygamberliğini
bildirmeden önce ve sonra yalan söylediğine hiç tanık oldunuz mu?
-
Hayır, O asla
yalan söylemez.
-
Peki, ona
inanların çoğu tanınmış ve zengin kişiler mi, yoksa yoksullar mı?
- Ona en
çok, ezilmiş ve hor görülmüş yoksul insanlar bağlandılar. Fakat zenginlerden de
Müslüman olanlar vardır.
İmparator:
-
O, sizin nelere
inanmanızı, neler yapmanızı istiyor?
Kureyşli tüccar:
- O, bizden, Allah’tan başka tanrı olmadığına ve
kendisinin Allah’ın elçisi olduğuna inanmamızı istiyor. Atalarınız gibi putlara
tapmayın, sadece bir olan, her şeyin yaratıcısı Allah’a ibadet edin, namaz
kılın, zekat verin, oruç tutun, yalan söylemeyin, sözünüzde durun, emanete
hıyanet etmeyin, diyor.
Kureyşli tüccarın verdiği cevapları dinleyen imparator
Herakliyus, en son şu sözü söyledi:
-
O gerçekten bir Peygamberdir.
Eğer yakınında olsam ona hizmet ederdim.
Hz. Peygamber (s.a.v) İran Kisra’sına da şu mektubu
gönderdi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile.
Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den, İranlıların
büyük lideri Kisra’ya.
Hidayete gelenlere, Allah ve elçisine inananlara,
Allah’tan başka tanrı olmadığını kabul edenlere selam olsun. Ben seni Müslüman
olmaya çağırıyorum. Çünkü ben bütün insanları Allah’ın dinine davet etmek için
gönderilen Peygamberim. O halde İslam’ı kabul et ve kurtuluşa ulaş. Eğer
Müslüman olmazsan bütün mecusilerin (İran’da o zaman ateşe tapmakta olan
halkın) günahı sanadır.”
Peygamberimiz bu mektubu İran Kisra’sına, Abdullah bin
Hüzeyfe ile göndermişti. Hüzeyfe İran’a gitmiş, mektubu saraya ulaştırmıştı.
Fakat Kisra kendini çok beğenmiş kibirli bir hükümdardı. Mektubun daha baş
tarafını okurken sinirlendi ve mektubu yırtıp attı. Hüzeyfe Medine’ye dönüp
başından geçenleri anlattı. Hüzeyfe’yi dinledikten sonra Hz. Peygamber şöyle
buyurdu:
- Kısa bir zaman sonra Kisra’nın bütün saltanatı ve
ülkesi Müslümanların eline geçecektir.
Gerçekten de öyle oldu. Peygamberimizin vefatından
kısa bir süre sonra Halife Hz. Ömer zamanında İslam orduları İran’ı fethettiler
ve İran’ı yönetmekte olan Sasanilerin başkenti Medayin şehrini bütün
hazineleriyle birlikte ele geçirdiler.
Hz. Peygamber (s.a.v), üçüncü mektubu Habeşistan
hükümdarı Necaşi’ye gönderdi. Bu görevi Amr bin Ümeyye üstlendi. Habeş
hükümdarı daha önce de, müşriklerin zulmünden Habeşistan’a kaçıp göç eden
Müslümanlara yakınlık gösterip yardımcı olmuştu.
Amr bin Ümeyye, Peygamberimizin mektubunu verince
Necaşi tevazu göstermek için tahtından indi, mektubu başının üstüne koydu ve
şahadet getirip hemen Müslüman oldu.
Hz. Peygamber, mektubunda Necaşi’ye çağrıda bulunarak
Müslüman olmasını istemişti. Müslümanlığı kabul eden Habeş hükümdarı Peygamberimize
şu mektupla cevap verdi:
“Necaşi’den Allah’ın elçisi Muhammed’e.
Ey Allah’ın elçisi, Allah’ın selamı, rahmeti ve
bereketi senin üzerine olsun. Senin Allah tarafından görevlendirilen Peygamber
olduğunu ve sözlerinin doğruluğunu kabul ediyorum, sana biat ediyorum.”
Hz. Peygamber (s.a.v), bir mektup da Mısır hükümdarı
Mukavkıs’a gönderdi. Mukavkıs’a gönderilen mektubu Peygamberimizin
arkadaşlarından Hatip bin Belte götürdü.
Hatip, mektubu alıp ailesiyle vedalaştıktan sonra çöl
yolunu tuttu. Uzun ve zorlu geçen çöl yolculuğundan sonra Mısır’ın İskenderiye
kentine ulaştı. Hatip’e, hükümdarın o sırada deniz kenarında dinlenmekte
olduğunu söylediler, o da tarif edilen yere gitti, Peygamberimizin mektubunu
hükümdara teslim etti.
Mektup şöyleydi:
“Rahman ve Rahim olan Allah’ın adı ile.
Allah’ın kulu ve Resulü Muhammed’den Mısır’ın büyük
lideri Mukavkıs’a.
Hidayete gelene selam olsun. Ben seni Müslüman olmaya
çağırıyorum. Müslüman olup kurtuluşa ulaşırsan Allah sana iki kat sevap
verecektir. Eğer Müslümanlığı kabul etmezsen Kıbtilerin (Mısır halkının) günahı
sanadır...”
Mektubu okuyan Mukavkıs, Peygamberimizin temsilcisi
Hatip’e şu soruyu sordu:
-
Madem o bir Peygamberdir,
düşmanlarını yenmesi için neden beddua etmiyor?
Hatip cevap verdi:
İsa Peygamber de kendisini öldürmeye teşebbüs edenlere
beddua etmemişti.
Mukavkıs:
-
Sen bilgili bir
kişisin ve bilgili bir kimsenin yanından geldiğin anlaşılıyor.
Hatip:
- Peygamberimiz halkı İslam’a çağırdığında ona
müşrikler ve Yahudiler karşı çıktılar, Hıristiyanlar bir düşmanlık
göstermediler. Musa Peygamber nasıl İsa Peygamberi müjdelemişse, o da Peygamberimiz
Hz. Muhammed (s.a.v)’in geleceğini müjdelemiştir. Tevrat’ın İncil’e çağırdığı
gibi biz de seni İslam’a çağırıyoruz.
Mukavkıs, Peygamberimizin elçisi Hatip’e çok nezaket
gösterdi ve onu Mariye ve Siyrin adlı iki cariye ve değerli hediyelerle
Medine’ye uğurladı.
Hz. Peygamberin İslam’ın yayılması için çeşitli
ülkelere gönderdiği elçiler Medine’ye döndüler. Hz. Muhammed (s.a.v) tarafından
elçiler gönderilen pek çok ülke birkaç yıl sonra Allah’ın dinini kabul edip
Müslüman oldular.
“De ki, Hak
geldi ve bâtıl yok oldu
Bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(Kur’an-ı Kerim, İsrâ Suresi: 81)
MEKKE’NİN FETHİ
Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında imzalanan
Hudeybiye antlaşmasına göre her iki tarafın müttefiklerine de saldırı
yapılmayacaktı. Mekkeli müşriklerin dostları olan kabilelerle Medineli
Müslümanların dostları olan kabileler de savaşın dışında olacaklar ve bunlarla
da barış içinde yaşanacaktı. Fakat bu antlaşmaya
rağmen Mekkeli müşriklerin dostlarından Beki kabilesinden bir grup,
Müslümanların dost ve yardımcılarından olan Huzaa kabilesine saldırdı. Bu saldırıya
Mekkeli müşrikler de silah vererek yardımcı oldular. Bu durum Hudeybiye
antlaşmasının bozulması anlamına geliyordu. Saldırıya uğrayan Huzaa kabilesi
bir heyet göndererek Medineli Müslümanlardan yardım istedi. Peygamberimiz de
yardım için onlara söz verdi.
Müşriklerin ileri gelenlerinden Ebu Süfyan, Hudeybiye
antlaşmasının bu maddesinin değiştirilmesi ve Peygamberden merhamet dilemek
için istemeye istemeye Medine’ye geldi. Burada Allah’ın elçisiyle görüşüp
Mekkeli müşriklere güvence verilmesini isteyecek, daha sonra müşrikler
güçlendiğinde Müslümanların işini bitirmeye çalışacaktı. Elbette ki, durumu
daha iyi değerlendiren Peygamberimiz, Ebu Süfyan’ın oyununa gelmedi. Ebu Süfyan, Peygamberimizle görüştü, fakat
Resulullah (s.a.v) onunla fazla ilgilenmedi ve istediği cevabı vermedi. Ebu
Süfyan, Peygamberimizin yanından ayrıldıktan sonra, arkadaşlarından bazılarıyla
görüşerek onlardan kendisiyle ilgilenmelerini, Peygamberle arasında ricacı olmalarını
istedi. Fakat kimse bu İslam düşmanının isteğini yerine getirmedi. Sonunda
Kureyş kabilesinin lideri eli boş, başarısızlığa uğramış olarak Mekke’ye döndü.
Hz. Peygamber (s.a.v), Müslümanlara büyük bir savaşa
hazırlanmalarını emretti, fakat nereye gideceklerini belirtmedi. Bütün
hazırlıklar tamamlanınca Mekke’ye hareket edileceğini duyurdu. Aynı zamanda
İslam savaşçılarını, emri olmadan yola çıkmamaları konusunda uyardı. Çünkü o,
kinci bir kişi değildi, kimseden intikam alınmasını istemiyordu ve Mekke’ye kan
dökülmeden girilmesini istiyordu.
İslam ordusu, yola koyulurken, Hz. Peygamber (s.a.v)
mübarek ellerini yukarıya kaldırıp yüce Allah’a dua etti:
- Allah’ım, Mekke’ye ulaşıncaya kadar bizi
Kureyşlilerin gözleri ve kulaklarından sakla. (Mekke’ye varıncaya kadar, oraya
gitmekte olduğumuzu duyup görmelerine fırsat verme)
Resulullah (s.a.v) İslam ordusunun yürüyüşünü Mekke
önlerine kadar sürdürüp, Mekke yakınlarında kamp kurdu. Onunla birlikte on bin
İslam savaşçısı bulunuyordu. O günlere
kadar Mekke de Müslümanların dostu olarak kalan tek kişi Peygamberimizin amcası
Abbas’tı. Abbas, müşriklerin Müslümanlar hakkında aldığı kararları Peygamberimize
bildiriyordu. Artık Mekke’yi terk edip Medine’ye yerleşmek için yola çıktı ve
fazla yol gitmeden muhteşem İslam ordusuyla karşılaştı ve kendisi de aralarına
katıldı.
Vakit akşam olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.v) düşmana
İslam ordusunun ihtişamını göstermek için alevleri yükseklere çıkan on bin ateş
yakılmasını emretti. Ateşler yakılınca
her taraf alevlerin ışığıyla aydınlandı.
Mekkeliler, biraz sonra o tarafa baktıklarında çok daha kalabalık bir
ordunun gelmekte olduğunu zannedeceklerdi.
O gece bütün İslam savaşçıları namaz kılıp Kur’an okuyarak,
hep zikir ve ibadetle meşgul oldular. Onlar, gündüzün aslanları, gecenin ibadet
edenleriydi.
Abbas, Peygamberin atına binerek bu defa Mekke’ye
doğru yola çıktı. O, Kureyşlilere Hz. Peygamberin çok büyük bir orduyla
yaklaşmakta olduğunu, onun karşısında durmalarının mümkün olmadığını, bildirmek
istiyordu. Onlara, eğer Peygamberin gazabıyla karşılaşmak istemiyorlarsa Peygambere
güvenip onu güzel bir biçimde karşılamalarını söyleyecekti.
Bu sırada, uzaklarda yanan büyük ateş çemberini görüp
ne olduğunu merak eden Ebu Süfyan ve arkadaşları da durumu öğrenmek için Mekke
dışına çıkmışlardı.
Ebu Süfyan, on bin ateşin ateşten bir şehir gibi
alevlerini göğe yükselttiği tarafa bakarak:
-
Ben şimdiye kadar
böylesine görkemli bir ordu daha görmedim, dedi.
Karanlıkta Mekke’ye gitmekte olan Abbas, Ebu Süfyan’ın
sesini tanıyarak ona yaklaştı ve şöyle dedi:
- Ey Ebu Süfyan, haberin olsun, bu gelen Muhammed’dir.
O şimdi savaşçılarıyla Mekke’ye girmeye hazırlanıyor. Bu muazzam ateşler de
onun ordusunundur.
Ebu Süfyan’ın vücudu korkudan titremeye başladı,
titrek bir sesle Abbas’a:
-
Abbas, anam –
babam sana kurban olsun, söyle benim için çare nedir? Diye seslendi.
Abbas, şu cevabı verdi:
- Şimdi beni iyi dinle. Allah’a yemin ederim ki, Peygamber
galip gelirse, senin boynunu ben vuracağım. Henüz vakit geçmeden gel seni onun
yanına götüreyim de belki hayatını bağışlar.
Ebu Süfyan, Abbas’ın atının arkasına bindi ve ikisi
birlikte Peygamberin çadırına ulaşmak için yola koyuldular.
Ordunun bulunduğu yere geldiklerinde Ebu Süfyan’ı
görenler ona kızgınlıkla bakıyor, fakat yanında Abbas bulunduğu için seslerini
çıkarmıyorlardı.
Peygamberin çadırına yaklaşırken Hz. Ömer’e
yakalandılar. Hz. Ömer’in niyeti bu azılı İslam düşmanını hemen orada
öldürmekti. Fakat Abbas onu sakinleştirip mani oldu. Abbas ve Ömer, Ebu
Süfyan’ı getirdiklerini haber vermek için Resulullah’ın huzuruna çıktılar. Hz. Peygamber,
Abbas’tan onu nasıl getirdiğini ve hakkında düşündüklerini dinledi. Hz. Ömer’de
Ebu Süfyan’ı cezalandırma görüşünde olduğunu belirtti. Hz. Peygamber, onları
dinledikten sonra Abbas’tan Ebu Süfyan’ı sabaha kadar saklayıp, ertesi gün
yanına getirmesini istedi.
Sabahleyin Abbas, Ebu Süfyan’ı Hz. Peygamberin yanına
getirdi. Resulullah (s.a.v), Ebu Süfyan’a şöyle dedi:
-
Acaba Allah’ın
bir olduğunu anlamanın vakti gelmedi mi?
Ebu Süfyan:
- Anam ve babam sana kurban olsun, gerçekten büyük ve
yakınlarıyla ilgilenen bir kişisin. Eğer Allah’tan başka tanrı olsaydı, şimdiye
kadar bize yardım etmesi gerekirdi.
Ebu Süfyan, o gün şahadet getirip Müslüman oldu. Onun
görünürde ve korkuyla Müslümanlığı kabul etmesi Peygamberimizin arzusu değildi.
Ancak azılı bir müşriğin inadının kırılması, İslam ordusunun Mekke’ye kan
dökülmeden girmesini sağlamak yönünden son derece yararlıydı.
Hz. Peygamber (s.a.v), Ebu Süfyan’ın Müslüman olması
ile ilgili olarak şöyle buyurdu:
- Mekke
halkından kim silahını bırakırsa, kim evinden dışarı çıkmaz veya Ebu Süfyan’ın
evine sığınırsa, kim Kâbe’ye sığınırsa, İslam ordusu şehre girdiğinde güvenlik
içinde olacaktır.
İslam ordusu Mekke’ye girmek üzereydi. Hz. Muhammed
(s.a.v), devesine bindi. Ebu Süfyan da, Peygamberin duyurusunu ulaştırmak üzere
Mekke’ye döndü ve halkı toplayıp şöyle seslendi:
- Kısa bir süre sonra İslam ordusu Mekke’ye girecek.
Kendilerine karşı koymayacak kişilere hiçbir zarar ve kötülükte
bulunmayacaklar. İslam ordusu geldiğinde, benim evimde toplananlar güvenlik
içinde olacaklar. Kâbe’nin çevresinde toplananlar güvenlikte olacaklar.
Mekke halkı evlerine çekilirken İslam ordusu büyük bir
coşku ve görkemle Mekke’ye girdi. Halktan hiç kimse karşı koymadı. Hz. Peygamber (s.a.v) devesinin üzerinde
Allah’a şükrederek dua okudu. Mekke
halkı, Peygamberin kimseye saldırmak veya intikam amacında olmadığını anlayınca
evlerinden dışarıya çıktılar. Peygamber ve tüm Müslümanlar Kâbe’ye gidip
Beytullah’ı tavaf ettiler. Resulullah Kâbe’nin önünde şu duayı okudu:
“Allah’tan başka ilah yoktur.
Allah birdir, ortağı yoktur.
Allah sözünde durdu ve kullarına yardım etti.
Allah, düşman gruplarını tek başına yenilgiye uğrattı.”
Hz. Peygamber (s.a.v), duadan sonra Mekke halkına
şöyle seslendi:
Ey Kureyş halkı, Allah sizden bencilliği, kendini
beğenmişliği, bilgisizliği ve kavmiyetçiliği uzaklaştırdı. Allah sizi bu
cahilliye dönemi anlayışlarından kurtardı. İnsanlar Adem’dendir. Adem de
topraktan yaratılmıştır.
Ey insanlar, Allah şöyle buyuruyor: “Ey insanlar, biz
sizi bir erkekle bir dişiden yarattık, birbirinizle tanışasınız diye
cemiyetlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak, Allah katında en iyi olanınız
takvası en fazla olanınızdır. Allah her şeyi bilir ve her şeyden haberdardır.” (Kur’an-ı
Kerim, Hucurat Suresi, Ayet: 13)
Resulullah sözlerini bitirdikten sonra, orada
toplanmış olan tüm Mekke halkını bir sessizlik kaplamıştı. Herkes, daha önce Peygambere
ve diğer Müslümanlara yapmış oldukları kötülükleri hatırlayarak kendilerini
cezalandırılmaya layık görüyorlardı. Fakat yine de Peygamberimizin iyiliğine ve
bağışlayıcılığına güveniyorlardı.
-
Ey Kureyşliler,
size nasıl davranacağımı umuyorsunuz?
Resulullah’ın
merhametli olduğunu bilen halk şu cevabı verdi:
-
Biz senden sadece
iyilik bekliyoruz, seni halkımızın büyüğü biliyoruz.
Allah’ın elçisi, Mekke halkını tümüyle affetti.
Aralarında Müslümanlara işkence, baskı, zulüm, hakaret ve türlü kötülüklerde
bulunanları bile bağışladı. Resulullah, tıpkı kardeşlerinden kötülük görmüş
olan Hz. Yusuf (a.s)’ın söylediklerini söyledi.
-
Bugün artık size
kötülük yoktur. Allah günahlarınızı affetsin. Allah iyilerin en iyisidir.
Hz. Peygamber (s.a.v) daha sonra yanında diğer İslam
büyükleriyle birlikte Kâbe’ye girdi ve oradaki putları kırıp parçaladı. Putları
kırarken şu ayeti okuyordu:
-
“De ki, Hak geldi
batıl yok oldu. Batıl yok olmaya mahkûmdur.”
Putlardan temizlenince, Bilal, Kâbe’nin damına çıkarak
Mekke’de ilk ezanı okudu.
O zamandan şimdiye kadar Kâbe’de ve tüm dünya
camilerinde günde beş vakit ezan okunur.
Müezzinler, okudukları ezanla Müslümanları günde beş vakit, Allah’ın bir ve Hz.
Muhammed’in onun elçisi olduğunu hatırlatmaya, namaz kılmaya, kurtuluşa,
Allah’ın en büyük kudret sahibi olduğunu unutmamaya çağır maktadır.
“Allah size birçok
yerde
ve Huneyn gününde yardım etmiştir.
Huneyn günü çokluğunuz
sizi hayrete düşürmüşken size
bir faydası dokunmadı.
Korkunuzdan dünya size dar geldi.
Sonra geriye dönüp kaçtınız.
Sonra Allah Resulü ile müminlerin
Üzerine ‘güven duygusu ve huzur’ indirdi,
sizin görmediğiniz orduları da indirdi
ve küfre sapmış olanları azaplandırdı.
Bu, küfre sapanların cezasıdır.”
(Kur’an-ı
Kerim, Tevbe Suresi: 25 – 26)
HUNEYN SAVAŞI
İslamiyet Mekke ve civarında günden güne yayılıyordu.
Fakat, Mekke’nin güneyinde bulunan Hevazin kabilesi putperestliğe diğer
kabilelerden daha sıkı sarılmıştı. Müslümanlığı kabul etmemekte direndikleri
gibi Müslümanlara saldırmayı da planlıyorlardı. Bu inat ve kötü niyet içindeki
Hevazin ve Sakif kabilelerinin ileri gelenleri aralarında bir toplantı
düzenleyerek, ortaklaşa güçlü bir müşrik
ordusu kurmayı kararlaştırdılar. Böylece, İslamiyeti daha Arap yarımadasının
dışına yayılmadan yok etmeyi tasarlıyorlardı.
Bu haber Hz. Peygamber’e
ulaştığı zaman haberin doğruluğunu araştırmak için bir Müslümanı o yöreye
görevli olarak gönderdi. Peygamberimiz mecbur kalmadıkça savaş yapmak
istemiyordu. Ancak mecbur kalınınca, Müslümanları savunmak için savaşa karar
veriyordu. Daha önce de hep böyle olmuştu. Kureyş müşriklerinin Medine’ye
saldırmak istemesi yüzünden Bedir
savaşı meydana gelmişti. Yine Kureyşliler,
Bedir savaşının intikamını almak için Uhud savaşının yapılmasına neden
oldular. Aynı şekilde Yahudiler ve Kureyşliler güç birliği yaparak Hendek
savaşını başlatmışlardı. Hz. Peygamber, hiçbir zaman savaşı başlatan taraf
olmamış, o her zaman Müslümanların varlığını korumak için savaşmıştır.
Haberin doğruluğunu araştırmak için gönderilen
Müslüman görevli, dönüşünde Resulullah’a, Hevazin ve Sakif kabilelerinin savaşa
hazırlandığı haberinin doğru olduğunu bildirdi.
Hz. Peygamber (s.a.v) de, düşmanın kalleşçe bir
saldırısına uğramamak için İslam ordusuna savaşa hazırlanması emrini verdi ve
ardından on bin mücahitle Mekke’den
çıktı. Ebu Süfyan da iki bin savaşçısıyla ona katıldı. Mekke halkı İslam
ordusuna çok miktarda silah yardımında bulundu. Huneyn savaşına giden ordu, o
zamana kadar hazırlanan en güçlü İslam ordusuydu.
Hevazin kabilesinin topladığı kişiler arasında Sad’ın
oğulları da bulunuyordu. Bu aile, Peygamberimizin çocukluğunu aralarında
geçirdiği aileydi. Kabilelerin topladığı
grupların liderleri deneyimli ve savaşçı kişilerdi. Ayrıca yaşlı savaşçıların tecrübelerinden de
yararlanıyorlardı. Baş komutanları ise 30 yaşında bir genç olan Malik ibni Avf
idi. Malik, emrindeki insanların tümüne haber gönderip bütün mallarını ve
hayvanlarını birlikte getirmelerini emretmişti. Emir yerine getirilince
ortalığı kadın, çocuk ve hayvanların çıkardıkları sesler kapladı. Bu sesleri
tecrübelerinden istifade edilen eski bir savaşçı olan ihtiyar kör duydu ve
çevresindekilere seslerin sebebini sordu. İhtiyara şu cevabı verdiler:
-
Malik, halka,
ailelerini ve hayvanlarını birlikte getirmelerini emretti.
İhtiyar, Malik’i çağırtıp sordu:
-
Duyduğum hayvan
sesleri ve çocuk ağlamaları nedir?
Malik:
-
Evet, herkese,
bütün askerlere, aile ve hayvanlarını birlikte getirmelerini ben emrettim.
-
Neden?
-
Arkalarına
ailelerini ve hayvanlarını bırakmak suretiyle askerlerin daha iyi savaşmalarını
istiyorum.
İhtiyar, Malik’e böyle bir karardan vazgeçmesini
tavsiye ettiyse de, genç komutan bu öğüdü dinlemeyeceğini söyleyip ihtiyarın
yanından ayrıldı.
Malik, askerlerin arkasına develeri, koyunları,
inekleri, kadınları ve çocukları yerleştirerek aynı zamanda savaştan
kaçmalarını önlemek istiyordu.
İslam ordusu hareket ederek düşman ordusuna yakın bir
boğaza ulaştı. Ordunun geniş bir alana çıkabilmesi için bu geçitten geçmesi
gerekiyordu. Boğazın ardındaki geniş sahanın arkasında Hevazin ve Sakif
kabileleri savaşçıları mevzilenmişlerdi.
Müslüman gözcülerden biri Hz. Peygambere gelerek şu
haberi verdi:
-
Her iki kabilenin
savaşçıları aileleri ve hayvanlarıyla birlikte Huneyn’de toplanmışlar.
Hz. Peygamber, gülerek buyurdu:
-
İnşallah, onların
beraberinde getirdikleri Müslümanların ganimetleri olur.
Resulullah, böyle dedikten sonra ordu sancağını Hz.
Ali’ye vererek İslam ordusuna saldırmaya geçmelerini emretti.
Vakit sabahın erken saatleriydi, şafak henüz sökmemişti,
Huneyn boğazı aydınlanmamıştı. Müslümanlar boğaza girer girmez düşmanlar
saklandıkları yerlerden çıkarak ok ve taş yağmurunu başlattılar ve ardından
kılıçlarıyla Müslümanlara saldırdılar. İslam ordusu yenilgiye uğrayıp boğazdan
geri döndü. Ordu bu beklenmedik saldırıyla dağıldı. Müslümanların korku içinde
kaçışmaları Peygamberimizi çok üzdü ve o, yanındaki birkaç Müslümanla savaşmayı
sürdürdü. Peygamberin yakın arkadaşları, dağılan Müslüman savaşçılara çağrıda
bulundular:
- Ey Ensar topluluğu! Hudeybiye ağacının altında Peygambere
biat edenler! Ey Muhacirler! Muhammed yaşıyor. Ona koşun, Onun savaştığı gibi
savaşın.
Müslümanlar, kılıcıyla savaşmakta olan Hz. Peygamberi
de görüp dağılmış olmalarından utanıp geri döndüler ve yeniden savaşmaya
başladılar.
Hz. Peygamber sağına bakıp seslendi:
-
Ey Muhacir
topluluğu!
Muhacir Müslümanlar toparlanmayı sürdürerek
haykırdılar:
-
Lebbeyk! Ey
Allah’ın elçisi, seninle birlikteyiz.
Hz. Peygamber soluna bakıp seslendi:
-
Ey Ensar
topluluğu!
Ensar Müslümanlar ordudaki yerlerini alarak
haykırdılar:
-
Lebbebyk! Ey
Allah’ın elçisi, seninle birlikteyiz.
Böylece toparlanan Müslümanlar düşmana topluca
şiddetli bir saldırıya geçtiler. Hevazin müşriklerini boğazdan dışarı attılar.
Savaş daha sonra geniş bir alanda devam etti. Artık büyük bir İslam komutanı
olan Halid bin Velid’in süvarileri düşmana saldırıp ağır kayıplar verdirdiler.
Bu sırada savaş şiddetlenmiş, Peygamber efendimiz Müslümanları savaşa teşvik
etmeye devam ediyordu. Savaş ilerledikçe Müslümanların üstünlüğü kendini
düşmana kabul ettirmeye başladı. Hevazin erkekleri kaçmaya başladılar.
İslam ordusuna Huneyn savaşından ganimet olarak 24 bin
koyun, 6 bin at ve deve düştü. Hevazinlerin komutanı Malik, yanında kalan bir
miktar savaşçısıyla kaçarak Taif kalesine sığındı.
Gözcüler, Peygambere, Malik’in Taif kalesine kaçtığını
ve orada kendisine iki yıl yetecek kadar yiyecek bulunduğunu haber verdiler. Peygamber,
kaleye gidilip Malik’le savaşılmasını emretti.
Taif kalesi abluka altına alındı. Kuşatma sırasında
kaleden atılan ok ve taşlarla birkaç Müslüman yaralandı. Ünlü İslam
savaşçılarından Halid bin Velid, kaledekilere seslenerek kendisiyle dövüşecek
bir kişi göndermelerini istedi, fakat kabul etmediler, cevap olarak şöyle
dediler:
- Hiç birimiz dışarı çıkmayacağız. Burada iki yıl
yetecek kadar yiyecek stokumuz vardır. O zamana kadar bekleyin. Yiyeceklerimiz
bittiğinde dışarı çıkıp sizinle ölümüne savaşacağız.
Taif kalesinin ele geçirilmesi için çareler
araştırılırken, Yemenlilerin, taş fırlatmaya yarayan mancınık isimli bir
kuşatma silahını öğrendikleri belirtildi. Peygamberin buyruğuyla Selman,
Yemen’e gidip bu silahı gördü ve nasıl yapılıp kullanıldığını öğrenerek döndü.
Müslümanlar kuşatmanın bundan sonraki bölümünde bu silahı da kullandılar. Ancak
kuşatma uzun sürmesine rağmen çok sağlam olan bu kalenin ele geçirilmesi
başarılamıyordu.
Hz. Peygamber, ablukanın devam edip etmemesi konusunda
arkadaşlarının görüşünü sordu, onlar da şöyle dediler:
- Ey Allah’ın elçisi, yuvada bir tilki var, biraz uzun
bir uğraşma göze alınırsa yakalanması mümkündür. Eğer fazla uğraşmaya değmez
denilirse, bu durumda ondan bize bir zarar gelmeyeceği zaten bellidir.
Hz. Peygamber, Hevazinleri yenip onların
düşmanlığından Müslümanları korumak amacına ulaşmış olduğu için, ablukanın
kaldırılmasını emretti.
Müslümanlar, dönüş yolculuğu sırasında Hz. Peygamberden,
Hevazin ve Sakif kabilesine beddua etmesini istediler. Resulullah, bu teklifi
kabul etmedi, insanlara beddua etmeyi sevmediği ve insanlara iyilik etmeye
gönderildiği için dua etti:
- Allah’ım, Hevazin ve Sakif kabilesine de hidayete
ulaşmayı, Müslümanlıkla şereflenmelerini nasip et.
Esir kadınlardan biri, Müslümanların yanına gelerek:
-
Ben sizin
önderinizin kız kardeşiyim, dedi.
Müslümanlar bunu duyunca şaşkınlık gösterdiler. Çünkü Peygamberimizin
kardeşi ve kız kardeşi yoktu. Onu Peygamberin huzuruna götürdüler.
Kadın sordu:
-
Beni tanıdın mı?
Peygamber, tanımaya çalıştı ve soruyla karşılık verdi:
- Kimsiniz?
-
Ben senin süt
kardeşlerinden, Halime’nin kızlarından Şeyma’yım.
Peygamber buyurdu:
- Evet bu kadın benim süt kardeşimdir, Halime ve
Haris’in kızlarındandır.
Peygamberimiz, yerinden kalkıp abasını yere serdi ve
esir kadını oturmaya davet etti. Gözlerinde yaşlar birikerek, Şeyma’ya süt
annesi Halime ve kocası Haris’i sordu.
Kadın:
-
İkisi de vefat
etti, dedi.
Bu sırada Peygamberin yanına gelen bir kişi, Hevazin
ve Sakif kabilesinden geri kalanların da Müslüman olmak istediklerini haber
verdi. Allah, Peygamberinin duasını kabul etmişti.
Esirlerin arasında, Peygamberimizin süt annesi
Halime’nin yakın akrabaları da bulunuyordu. Aralarından birini Peygambere
ricacı olarak gönderdiler:
- Senin esirlerin arasında süt kardeşlerin, süt kız
kardeşlerin, süt halaların da bulunuyor. Bu kişiler, sana çocukluğunda hizmet
edenlerin yakınlarıdır, onların hepsini serbest bırakmalısın.
Hz. Peygamber (s.a.v) biraz düşündükten sonra şöyle
buyurdu:
- Ben kendi payımı, ayrıca Abdülmuttalib oğullarının
payını hemen bağışlıyorum. Ancak Muhacir’in ve Ensar’ın payları için söz sahibi
kendileridir. İkindi namazından sonra cemaate görüşümü açıklayacağım ve onlara
da aynı şeyi tavsiye edeceğim.
Diğer Müslümanlar da Resulullah’ın yaptığını yaparak
esirlerini serbest bıraktılar.
Serbest bırakılan esirlerin Müslümanlığa duydukları
sevgi ve sempati iki kat arttı. Hepsi kendi arzularıyla şahadet getirip
Müslüman oldular.
Taif yöresinde Müslümanlığı kabul etmeyen, sadece Taif
kalesinde direnişini sürdüren Malik ve arkadaşları kalmıştı. Hz. Peygamber
haber göndererek onu yeniden Müslüman olmaya çağırdı ve Müslüman olursa onu
serbest bırakacağını ayrıca 100 deve ile mükâfatlandıracağını bildirdi. Haber
Malik’e ulaştı ve o da yapılan teklifi kabul ederek gelip Müslüman oldu.
Resulullah (s.a.v) ona verdiği sözü tuttu, hediyelerini verdiği gibi onu Nasr,
Semale ve Seleme kabilelerinin başkanı yaptı.
Hz. Peygamber, daha sonra Huneyn savaşından ele
geçirilen ganimetleri İslam savaşçıları arasında paylaştırdı ve önderlik payını
yeni Müslüman olan Kureyş liderlerine dağıttı.
Bazı Müslümanlar, Peygamberimizin bu bağışlamalarının
amacını kavrayamayarak serzenişte bulundular.
Resulullah, onlara şöyle buyurdu:
- İslam’a ısınmaları için Kureyşlilere verdiğim bu
kadarcık maldan dolayı niçin rahatsız oluyorsunuz? Acaba onların evlerine
develeri ve koyunlarıyla gitmelerinden, sizin Peygamberle birlikte evinize
gitmenizden daha değerli midir?
Peygamberin güzel sözleri ve daha sonra eklediği dua
biraz önce serzenişte bulunan Müslümanları yatıştırdı. O sözleri söylediklerine
pişman olarak yaşlı gözlerle:
- Ey Allah’ın elçisi, senden hiçbir şikayetimiz
yoktur, daha değerli olan kendi payımıza razıyız, dediler.
“Ey Nebi,
kâfirler ve münafıklarla cihad et.
Onların karşılarında çetin ol.
Onların yurdu cehennemdir.
Orası ne fena gidilecek yerdir.
..........
Bilmezler mi ki Allah,
onların gizlendiklerini
ve gizli haberleşme ve konuşmalarını bilir.
Allah, bilinmeyenleri en iyi bilicidir.
..........
Onlar için ister bağışlanma dile
ister dileme (farketmez).
Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen,
Allah elbette onları bağışlamayacaktır.
Bu böyledir.
Çünkü onlar Allah ve Peygamberi inkâr ettiler.
Allah ise hak yolundan çıkmış olanları
doğru yola eriştirmez.”
Kur’an-ı
Kerim, Tevbe Suresi: 73,78,80)
TEBÜK SAVAŞI
Medine’ye gelen haberlerden, Arabistan’ın kuzeyinde
Müslümanlara saldırmak üzere büyük bir ordu hazırlandığı anlaşılıyordu. Bu
bölgedeki bazı Arap kabileleri İslamiyeti ortadan kaldırma planı yaparak
Romalılarla işbirliği içine girmişlerdi. Bu hazırlıkları öğrenen Hz. Peygamber
(s.a.v) Medine ve Mekke civarındaki bütün Müslümanlara haber göndererek
toplanmalarını ve İslam ordularına maddi yardımlarda bulunmalarını istedi. Peygamberimizin
bu çağrısına bütün Müslümanlar hemen uydular ve yardımlarını göndermeye başladılar.
Müslüman kadınlar, İslam ordusunu daha da güçlendirmek için kollarından ve
boyunlarından değerli süs eşyalarını, takılarını çıkarıp seve seve armağan
ediyorlardı. Müslümanlar içinde en anlamlı maddi yardımı Hz. Ebubekir yaptı.
Hz. Ebubekir bütün malını ve parasını İslam ordusuna bağışladı. Onun bu
hareketi Müslümanlar arasında takdirle karşılanmıştı. Çünkü şimdiye kadar birçok
kimse değerli yardımlarda bulunmuş ama sahip olduğu bütün mal varlığını Allah
yolunda feda edene rastlanmamıştı. Hz. Ebubekir’den sonra en büyük maddi
yardımı Hz. Osman yaptı. Hz. Osman da İslam savaşçıları için 300 deve, çok
miktarda gıda maddesi ve ayrıca 1000 altın bağışladı.
Önceki savaşlarında gidilecek yer yola çıkılmadan
belirtilmiyordu. Düşmanlar duyup hazırlık yapabilirlerdi. Fakat bu defa durum
değişikti, gidilecek yer uzaktı. Bu nedenle Müslümanların uzun yola göre
hazırlık yapmaları gerekiyordu. İyi hazırlık yapmayan Müslümanlar yolda çok
zorluk çekebilirlerdi. Bu yüzden Suriye’ye doğru gidileceği İslam askerlerine duyuruldu.
Öbür yandan münafıklar ve müşrikler Müslümanların
moralini bozmak için çaba gösteriyorlardı. Bu kadar sıcak havada yola çıkılmaz
diyerek orduya katılacak askerlerin sayısını azaltmak istiyorlardı. Fakat
Müslümanlar onların kışkırtmalarına aldanmadılar. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v)
bu kışkırtmaları duyduğunda şöyle buyurmuştu:
-
Cehennem sıcağı
daha hararetlidir!
Münafıklar, İslam ordusunun gücünü zayıflatmak için
başka sözler de söylüyorlardı. Münafıkların lideri Abdullah ibni Übey şöyle
diyordu:
- Roma devletini Muhammed oyuncak mı sanıyor? Onun
bütün ordusuyla birlikte esir olacağını gözlerimle görür gibiyim.
Bu tür konuşmalar bilinçli Müslümanlara hiçbir etki
yapmıyordu, fakat inancı biraz zayıf olanların savaşa gitme istekleri
azalıyordu.
Her şeye rağmen Müslümanların çoğu, münafık ve
müşriklerin aldatıcı sözlerine kanmadı ve büyük çoğunluk savaş yolculuğuna
çıkmak için pek çok fedakârlıklara katlanarak hazırlıklarını sürdürdü.
Arabistan’ın dört bir yanından akın akın Müslüman savaşçılar Medine’ye gelerek
İslam ordusuna katılmışlardı. Peygamberimiz, kendisi yokken İslam devletinin
işlerini yürütmek üzere Muhammed bin Mesleme’yi Medine’de kalmak üzere
görevlendirdi. Ordu harekete hazırdı. Binekleri olmayan bazı Müslümanlar orduya
katılmadılar. Bazıları ise savaşa gidemeyecek kadar ihtiyar ve hastaydı.
Bunların dışında kalanlar savaşmaya hazır durumda bekliyorlardı.
Hz. Muhammed (s.a.v) komutasındaki İslam ordusu
Suriye’ye doğru yola çıktı. Orduda on bin atlı olmak üzere toplam otuz bin kişi
bulunuyordu. Uzun ve çileli bir yolculuktan sonra Tebük’e ulaşıp orada
konakladılar. Tebük, Medine ile Şam arasındaydı. İslam ordusu düşman
topraklarına girmiş fakat onlardan henüz bir karşı hareket başlamamıştı. Hz. Peygamber
ordusuyla bir süre beklediği halde Romalılar ve müşrik Araplar, Müslümanlarla
savaşma cesaretini gösteremediler. İslam ordusunun Şam kapılarına dayanarak
Bizans İmparatorluğuna meydan okuması, Bizanslıları ve o yörenin Araplarını
dehşet içerisinde bırakmıştı. Deniz kenarında Eyle isimli bir yörenin hükümdarı
olan Yuhana, Peygamberimize 300 altın vergi getirdi ve onunla bir antlaşma
yapıldı. Daha sonra Cerbe ve Erzuh yörelerinin müşrikleri de Müslümanlardan
korkarak 100’er altın vergi getirdiler.
Hz. Muhammed (s.a.v)
buraya kadar gelmişken Dümetil Cendel yöresini de İslam egemenliğine
alıp öyle gitmek istiyordu. Bu amaçla Halid bin Velid’in emrine 100 savaşçı
vererek Dümetil Cendel bölgesine gönderdi. Halid bin Velid o bölgeyi
ele geçirdi ve kalenin komutanı Ükeydir’i esir alarak Peygamberimizin huzuruna
getirdi. Ükeydir Müslümanlara vergi vermeyi kabul ettiğini bildirince şartlı
olarak serbest bırakıldı.
Ordusuyla birlikte Tebük’te yirmi gün düşmanı bekleyen
Hz. Peygamber (s.a.v), artık geri dönüp dönmeme konusunda arkadaşlarının görüşlerini
bildirmelerini istedi.
Hz. Ömer şöyle dedi:
-
Eğer emir Allah
tarafından geliyorsa buyurun gidelim.
Peygamberimiz,
Hz. Ömer’e şu cevabı verdi:
-
Eğer Allah’tan
emir almış olsaydım sizin düşüncenizi sormazdım.
Bunun üzerine Hz. Ömer:
- Ey Allah’ın elçisi, Suriye’de onların birçok
kuvvetleri vardır. Daha ileri gitmeyelim. Şimdilik geri dönelim. Nasılsa bu yıl
onları korkuttuk. Bakalım ileride Allah ne gösterecek.
Geriye dönüş konusunda görüşler açıklandığı sırada
Suriye bölgesinde bulaşıcı bir hastalık olan cüzzam hastalığının başladığı
haberi geldi. Bu haber üzerine Resulullah, cüzzam hastalığının bulunduğu yere
gidilmesini yasaklayarak Medine’ye dönüş emrini verdi. Bunun üzerine ordu
geriye dönüş hazırlıklarına başladı.
Tebük seferine çıkan İslam ordusu saygınlığını
artırmış olarak dönüyordu. Bu ordu düşmanların karşılaşmaktan korktuğu bir
orduydu. Bu durum orduya katılan
Müslümanlar için onur vericiydi. Savaşa katılmayan münafıklar üzüntülerinden
çatlayacaklardı.
Fakat İslam ordusu Medine’ye dönüş yolculuğunu
sürdürürken münafıklar alçakça bir ihanet içindeydiler. Peygamberimize suikast
hazırlamışlardı. Müslümanların Akabe’den
geceleyin geçeceğini hesaplamış, orada ansızın karşısına çıkıp O’nu şehit
etmeyi planlamışlardı. Günlerden beri bu suikastın hazırlıklarını yapıyorlardı.
Acaba, Allah’ın elçisi onları fark etmeyecek miydi? Onlar elbette bunu
bilmiyorlar, sadece kurdukları planı uygulayacaklarına inanıyorlardı. Allah’a
şükürler olsun ki Cebrail vasıtasıyla
bütün hazırlıklar Peygamberimize bildirilmişti. Akabe’ye geldiklerinde Resulullah şüpheli
karaltıları hemen fark etti. Bu karaltılar diğerlerine benzemiyordu. Çünkü
yerlerinde durmuyor, sürekli hareket ediyorlardı. Resulullah onların suikastçı
olduğunu anlayınca Hz. Huzeyfe’ye emredip hainleri dağıtmasını istedi. Hz.
Huzeyfe bu iğrenç komployu hazırlayan münafıkları yakaladı ve hemen öldürmek
istedi. Fakat yakalananlar şahadet getirip Müslüman olduklarını söylüyorlardı.
Merhametli yüce Peygamberimiz suikastçıların öldürülmesine izin vermedi.
Komplocuları yakalayan Huzeyfe, münafıklar konusunda
Resulullah’ın bir sırdaşıydı. Münafıklar, kendilerini kimsenin bilmediği ve
gerçek yüzleriyle tanımadığını sanıyorken yanılıyorlardı. Çünkü Allah’ın elçisi
hepsini tanıyor ve gizli gizli yaptıklarını dahi öğreniyor ve Huzeyfe’ye
bildiriyordu. Peygamberimiz ve Huzeyfe,
münafıkların bütün çabalarını bilir, gerektiğinde onların cezalandırılmasına
karar verirlerdi.
Medine’deki münafıklar da rahat durmuyorlardı. Bunlar
kendileri gibi iki yüzlü insanların bir araya geldikleri bir özel mescid
(Mescid-i Dırar) yaptırmışlardı. Bu
Mescid-i Dırar’da toplanıyorlardı. Münafıklar Müslümanlara karşı açıkça
düşmanlık yapmaktan çekiniyorlardı. Bu yüzden sinsice hareket etmeyi tercih
ediyorlardı. Diğer Müslümanları kötü
yola düşürmek için Küba mescidinin yanına kurmuşlardı Dırar mescidini. Peygamberimiz Tebük savaşına orduyla birlikte
giderken münafıklardan Ebu Amir Fasık şöyle demişti:
- Büyük bir mescid yaparak içine güveneceğimiz
(münafık) kişileri yerleştirin. Ben
şimdi Bizans askerlerinin yanına gidip onları buraya getireceğim. Rum
askerleriyle Muhammed’i Medine’den çıkarırız.
Münafıklar bu planı yaptıktan sonra Ebu Amir, Şam’a
gitmiş, arkadaşları da fitne yuvasını tamamlamışlardı. Müslümanlara ihanet etmek üzere ordunun dönüşünü
bekliyorlardı.
Fakat müthiş bir şekilde aldanıyorlardı. Çünkü yüce Allah, Dırar mescidinin hangi
amaçla yapıldığını Peygambere bildirmişti. Peygamberimiz Medine’ye hemen
Müslümanlara emredip Dırar mescidini yıktırdı. Münafıklar şaşkınlık içindeydi. Umduklarının tersiyle karşılaşmışlardı. Çünkü
Allah’ın elçisi Tebük’ten zafer kazanarak dönmüş, hemen fitne yuvasını
yıktırmış ve halk tarafından sevinç gösterileriyle karşılanmıştı. Bütün herkes neşe içindeydi. Kadınlar seviniyor, çocuklar bağırıyor ve
herkes beklediği kimseyi karşılamanın heyecanını yaşıyordu. Tıpkı bundan önceki
savaşlarda olduğu gibi, orduya katılmamış olanlar, daha sonra Peygamberimizin
huzuruna çıkıyorlar ve özür dileyerek suçlarının bağışlanmasını istiyorlardı.
Orduya katılmayarak Medine’de kalanlardan hasta ve
ihtiyar olanlara Hz. Peygamber (s.a.v) bir şey söylemedi. Fakat hiçbir özrü
olmaksızın savaşmaktan kaçanların, münafıkların affedilmesi mümkün değildi.
Böyle kişilerle ilgili olarak Allah şu ayetleri gönderdi:
“Bismillahirrahmanirrahim.
Onlar için ister bağışlanma dile, ister dileme (Fark
etmez.) Onlar için yetmiş defa bağışlanma dilesen (bile), Allah elbette onları
bağışlamayacaktır. Bu böyledir. Çünkü onlar, Allah ve Peygamberi inkâr ettiler.
Allah ise doğru yoldan sapanları Hak yola (bir
daha ) ulaştırmaz.
(Savaşa çıkmayıp) Resulullah’tan ayrılarak geriye kalanlar (evlerinde) oturmalarıyla sevindiler de Allah yolunda mallarıyla canlarıyla savaşmaktan hoşlanmadılar ve ‘Bu sıcakta savaşa çıkmayın’ dediler. De ki: Cehennemin ateşi daha sıcaktır.” (Kur’an-ı Kerim, Tevbe Suresi : 80 – 81)
Özürsüz olarak savaşa gitmeyenleri Peygamberimiz uzun zaman affetmedi. Bütün halk, hatta eşleri ve çocukları bile
onlara yüz vermediler ve konuşmadılar. Her gün utançtan yerin dibine
geçiyorlardı. Böylece bir süre geçti.
Artık yapmış olduklarından iyice pişman olmuşlar ve Allah’ın kendilerini
affetmesini bekliyorlardı. Bir süre azap içinde yaşadıktan sonra Allah onları
affetti ve onlar da artık İslam için savaşmaktan geri kalmayacaklarına hem
kendi kendilerine hem Peygamberimize söz
verdiler.
Tebük savaşından sonra İslam dini çevredeki
Hıristiyanlar tarafından da duyuldu ve benimsenmeye başlandı. Artık İslamiyet
yeni kabileler yeni insanlar arasında da hızla yayılıyordu.
Tebük savaşı, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Medine’ye
hicretinden dokuz yıl sonra meydana gelmişti. Birkaç yıl sonra şu önemli
olaylar oldu:
Peygamberimize yeni Habeş kralı Eshame’nin
öldüğü haberi geldi. Eshame, kendisinden önceki kral
Necaşi gibi Müslümanlığı kabul etmişti. Resulullah onun vefat ettiği haberini
duyunca Müslümanları toplayıp onun için cenaze namazı kıldırdı.
Sonraki haftalarda Resulullah’ın kızlarından Ümmü
Gülsüm vefat etti. Ümmü Gülsüm aynı zamanda Hz. Osman’ın eşiydi. Daha sonra
münafıkların liderlerinden Abdullah ibni Übey öldü. Onun ölümü münafıkları
yalnız ve çaresiz bıraktı. Bunun sonucu olarak Medine’deki münafıkların sayısı
azalmaya başladı. Pek çoğu tevbe ederek birer samimi Müslüman haline geldiler.
Birkaç ay sonra Arabistan’ın Necid ve Yemen
bölgelerinden pek çok kişi, bazıları yüzlerce kişilik kafileler halinde
Medine’ye gelip Allah’ın dinine girmek istediklerini bildirdiler, şahadet
getirip Müslüman oldular. Peygamberimiz bu bölgelerde oturan diğer insanlar da
İslam’ı duysunlar ve doğru yolu öğrensinler diye Hz. Ali, Hz. Halid bin Velid
ve Muaz ibni Cebel’i tebliğci olarak gönderdi. Bu ünlü Müslümanlarında
gösterdiği gayretlerle kısa zamanda İslamiyet Yemen ve Necid’de binlerce kişi
tarafından öğrenildi ve benimsendi. Artık hemen hemen bütün Arap kabileleri
Müslüman olmuşlardı.
“Bugün
dininizi kemale erdirdim ve
üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım.
Size din olarak İslam’ı verip ondan hoşnut
oldum.”
(Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi: 33)
VEDA HACCI
Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.v.), Medine’ye hicret
edişinin onuncu yılında Mekke’ye gidileceğini ve Hac yapılacağını buyurdu.
Bunun üzerine bütün Müslümanlar bulundukları yerlerden akın akın Medine’ye
gelmeye başladılar. Medine on binlerce Müslümanla dolup taştı. Müslümanlar
toplanıp hazırlıklarını bitirince Allah’ın elçisi (s.a.v) ailesi, yakınları ve
diğer Müslümanlarla birlikte Hac yolculuğuna başladı. Bu kalabalık Hac
kafilesinde kırk bin Müslüman bulunuyordu. Geceyi Zü’l Huleyfe mevkiinde
geçirdiler, ertesi gün ihrama girdiler ve Mekke’ye vardılar. Peygamberimiz,
Şeybe kapısından Mekke’ye girdiklerinde onu Mekke Müslümanları sevgi
gösterileriyle karşıladılar. Sokaklar Müslümanlarla dolup taşmıştı.
Resulullah,
Mekke’ye girer girmez Kâbe’yi ziyarete gitti. Beytullah’ı dualar okuyarak tavaf
etti. O sırada Hz. Ali de kalabalık bir
Hac kafilesiyle Mekke’ye ulaşmış
ve Peygamberimizle görüşüp geldiğini haber vermişti.
Hac cuma
gününe rastlamıştı. Bu yüzden Hacc-ı Ekber oluyordu. Ayrıca bu Hacc’a o tarihe
kadar ilk defa yüz bine yakın Müslüman katılmıştı.
Son haccını
(Veda Haccı) yaptığı o gün Peygamberimiz ünlü
Veda Hutbesi’ni okudu. Peygamberimiz yüz bine yakın Müslümana şöyle
seslendi:
“Ey İnsanlar!... Hamd ve şükür yalnız Allah’a
mahsustur. Biz yalnız O’na şükreder ve yalnız O’ndan yardım dileriz.
Ey Allah’ın kulları! Size Allah’tan korkmanızı emreder
ve O’na itaat etmenizi vasiyet ederim.
Ey İnsanlar! Bu gününüz nasıl mukaddes bir gün ise ve
bu ay nasıl mukaddes bir aysa, bu şehir nasıl mukaddes bir şehirse; biliniz ki,
canlarınız, mallarınız, ırzlarınız da birbirinize karşı mukaddestir ve bunlara
her türlü saldırı haramdır.
Cahiliye döneminin faizi kaldırılmıştır. Allah’ın emri
ile faizcilik artık yasaktır.
Cahiliye döneminin kan davaları kaldırılmıştır.
Kasıtlı olarak adam öldürenler kısasla cezalandırılır.
Ey İnsanlar! Kadınlarınızın sizin üzerinizde ve sizin
de kadınlarınız üzerinde haklarınız vardır. Allah’tan korkunuz ve kadınlara en
iyi şekilde davranınız. Benden sonra küfre sapıp birbirinizi öldürerek
kâfirlerden olmayınız. Size öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarılır ve
uyarsanız, sapıklığa düşmezsiniz. Bu Allah’ın kitabı (Kur’an) ve Peygamberinin
sünnetidir.
Ey İnsanlar! Şüphesiz Rabbiniz birdir. Atanız da
birdir. Hepiniz Adem’in çocuklarısınız. Adem ise topraktan yaratılmıştır. Allah
yanında en değerliniz O’ndan en çok korkanınızdır. Arapların Arap olmayanlara
hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva (Allah’tan korkmak ve O’na tam
bir inançla inanıp ibadet etmek) iledir.”
Allah’ın Peygamberi, Veda Hutbesi’ni tamamlayınca sıra
şu önemli soruyu sormasına gelmişti. Resulullah o muhteşem Müslüman topluluğuna
sordu:
-
Ey İnsanlar,
tebliğ ettim mi? (Bildirdim mi?)
Aynı soruyu üç defa sordu ve her defasında kendisini
dinlemekte olan Müslümanlardan şu cevabı aldı:
-
Evet... Evet...
Evet...
Daha sonra kollarını yukarıya doğru kaldırıp:
-
Şahit ol Ya
Rabbi!... Şahit ol Ya Rabbi!... Dedi.
Sonra yeniden Müslümanlara dönerek:
-
Hazır olanlar,
burada bulunmayanlara iletsin, buyurdu.
Kalabalık o kadar büyüktü ki Peygamberimizin hutbesini
uzakta dinleyenlerin duymaması ihtimali vardı. Bu nedenle birkaç Müslüman, Peygamberimizin
söylediği her cümleyi yüksek sesle tekrarlıyor ve böylece uzaktakilere
duyururdu. Sesin son ulaştığı yerde yine
birkaç Müslüman, aynı cümleyi yine yüksek sesle tekrarlayarak daha uzaklara
uzaklaştırıyordu. Böylece Veda Hutbesi ağızdan ağıza dalga dalga haykırışlarla
heyecan verici bir şekilde yüz bine yakın Müslümana duyuruluyordu.
Hutbe bittikten sonra,
Müslümanların ilk ve ünlü müezzini Habeşli Bilal yanık sesiyle ikindi
ezanını okudu. Peygamberimizin imamlığıyla on binlerce Müslüman ikindi namazını
birlikte kıldı. Çok görkemli bir namazdı bu.
O gün akşama doğru yüce Allah şu ayeti gönderdi:
“Bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve
üzerinizdeki nimetlerimi tamamladım. Sizin için din olarak İslam’ı beğendim ve
ondan hoşnut oldum.”
(Kur’an-ı Kerim, Maide Suresi : 3
Bu Kur’an-ı Kerim’in son ayetiydi. İslam dini
tamamlanmış olduğuna göre Resulullah’ın da ödevi bitmiş sayılırdı. Bu
ayet, aynı zamanda Peygamberimizin
yakında vefat edeceğini, bu dünyadan ahiret dünyasına göçeceğini bildiriyordu.
Allah’ın elçisinin en yakın arkadaşlarından olan Hz.
Ebubekir, bu ayeti duyunca ağlamaya başlamıştı. Anlamını biliyordu çünkü.
Hac ibadetinden sonra hacılar dağılmış, Resulullah
(s.a.v)’de Medine’ye dönmüşlerdi. Medine’ye geldiklerinde artık ahirete
göçeceğini yakın arkadaşlarına ima etmişti.
O günlerde Peygamberimizin küçük yaştaki oğlu İbrahim
vefat etti. Resulullah, İbrahim’in vefatına çok üzülmüş gözlerinde yaşlar
birikmişti.
İbrahim’in
öldüğü gün güneş tutulmuştu.
Müslümanlar gökyüzüne bakıp:
- Hz. İbrahim’in vefatına güneş bile yas tuttu,
dediler.
Resulullah bu söylentiyi duyunca üzüldü. Kimsenin
böyle yanlış düşünmesini istemiyordu. Şöyle buyurdu:
- Ay ve Güneş
Allah’ın birliğini ve kudretini gösteren varlıklardandır. Onlar hiçbir kimsenin
doğumu veya ölümü için tutulmazlar.
Mezar kazılmıştı. Resulullah oğlunun konacağı yeri
görmek için çukura indi ve bir köşesinin eğri olduğunu görünce düzeltilmesini
istedi. Mezarı kazanlar şaşkınlık gösterip şöyle dediler:
-
Ey Allah’ın
elçisi, bu bir mezardır ve eğri olması ölüyü rahatsız etmez.
Peygamberimiz onlara şu cevabı verdi:
-
Evet, çukurun
eğriliği ölüye bir eziyet vermez ama bizim gözümüzü rahatsız eder.
Mezar düzeltildikten sonra İbrahim toprağa verildi. Peygamberimizin
bu davranışı onun güzelliğe ve sanata verdiği önemin bir örneğidir.
Bu arada bazı yalancı Peygamberler ortaya çıkmıştı.
Yemane bölgesinde Müseylemetül Kezzap, Yemen bölgesinde Esved Ansi, Peygamber
olduklarını iddia ederek bazı cahil insanları aldatmaya ve İslamiyetten soğutmaya
başladılar. Bunlardan Müseyleme, yalancının ve hokkabazın tekiydi. Gösterdiği birkaç hokkabazlıkla
çevresindekileri kendisine çekmeyi başarmıştı. Büyücülük yapan Esved Ansi ise
Yemen’de iyice güçlenip Müslümanların temsilcisini kovmuş, çevresine korku
salarak birçok kişiye saldırıp mallarını ellerinden almıştı. Sonunda Müslümanlar
yeniden bölgeye egemen oldular ve Esved Ansi’nin kanlı saltanatına son
verdiler. Esved Ansi de kocasını öldürmüş olduğu bir kadın tarafından vurularak
öldürüldü.
Müseyleme, bir ara iyice azıtıp Peygamberimize bir
mektup göndermiş, mektupta şöyle yazmıştı:
-
Yeryüzünün yarısı
sizin yarısı bizimdir.
Resullullah, Müseyleme’ye şu müthiş cevabı vermişti:
-
Yeryüzü Allah’a
aittir. O, toprağı iyi kullananlara verir.
Daha sonra Peygamberimiz,
ünlü sahtekâr Müseyleme’nin üzerine İslam askerlerini gönderip onu etkisiz hale
getirdi.
Yalancı Peygamberlerden bir
başkasının adı Tuleyha idi. Esed kabilesinin şeyhi olan Tuleyha, susuz kalan
kabilesine su bulunca onları kendisinin Peygamber olduğuna inandırmıştı. Halid
bin Velid, emrindeki askerlerle onu kovaladığında Tuleyha yaptıklarından
pişmanlık duyarak af diledi. Gerçek Peygamberin Hz. Muhammed (s.a.v) olduğunu
kabul etti.
İslam ordusu Tebük savaşıyla Roma
İmparatorluğunun bazı bölgelerini ele geçirmişti. Peygamberimiz, Arabistan’ın
kuzeyindeki bu yörelerin yeniden Hıristiyanların eline geçmesini istemiyor, bu
amaçla tedbirler almayı düşünüyordu. Romalılar her an büyük bir ordu ile
Müslümanların almış oldukları toprakları yeniden işgal etmek için harekete
geçebilirdi. Bundan dolayı Resulullah (s.a.v) bir ordu hazırlayarak
komutanlığına Zeyd’in oğlu Üsame’yi atadı. Peygamberimiz, torunlarından sonra
en çok Üsame’ye sevgi göstermişti. Peygamberin en yakın arkadaşlarından Hz.
Ömer ve Hz. Ebubekir de şimdi onun kumandası altındaydı. Bazı Müslümanlar onun
komutan olmasından memnun olmadılar. Halbuki Resulullah ne yaptığını çok iyi
biliyordu. Üsame, Zeyd’in oğluydu. Peygamberimiz, Üsame’yi komutanlığa
getirirken bütün insanlara Müslümanların kardeş olduğunu, birbirlerine eşit
olduğunu babası eskiden köle olan birisinin bir Müslüman olarak diğerlerinden
farklı olmadığını göstermek istiyordu. Aynı zamanda, Üsame’nin babası Tebük
Savaşı’nda şehit olmuştu.
Ordu hazırlanmıştı.
Resulullah (s.a.v)’den hareket emri vermesi bekleniyordu. Hz. Muhammed (s.a.v)
ordusunun başına geçen Üsame’ye şöyle buyurmuştu:
-
Babanın şehit
olduğu yere git ve düşmanları Müslümanların atlarıyla çiğnet.
Bu büyük bir emirdi ve hemen
yerine getirilmesi gerekiyordu. Fakat daha ordu harekete hazırlanırken Peygamberimiz
hastalanarak yatağa düştüler. Ama o hastalanmasına rağmen ordunun geri
kalmasını istemiyordu. Resulullah, hasta yatağından kalkarak ordu sancağını
Üsame’ye verdi ve Medine dışına ordu karargâhı kuruldu. Burada biraz
bekleyecekler ve daha sonra hareket edeceklerdi. Fakat Resulullah’ın
hastalığının ciddi oluşunun anlaşılması nedeniyle İslam ordusu vefatına yakın
günlerde Peygamberimizi yalnız bırakıp gitmeyi kabullenemiyordu.
“Seni, âlemlere rahmet
olarak gönderdik.”
Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresi: 107)
PEYGAMBERİMİZİN VEFATI
Resulullah (s.a.v) hastalanmış, namazını bile güçlükle
kılıyordu. Çok istediği halde her vakit mescide gidemiyordu. Yine mescide
güçlükle gidebildiği bir gün, Müslümanlardan iki kişinin yardımıyla minbere
çıkmış, Allah’a şükürler edip cemaate öğütlerde bulunduktan sonra şöyle
buyurmuştu:
-
Ey İnsanlar,
kimin sırtına vurmuş isem, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin alacağı varsa,
gelsin alsın.
Peygamberimiz bunları söyledikten sonra öğlen namazını
kıldırdı. Sahabelerden biri çıkarak üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen
ona borcunu ödedi. Sonra yine Müslümanlara dua etti. Allah’ın elçisi,
konuşmasının devamında, müşriklere karşı uyanık olunmasını, onların fitne çıkarmasına
fırsat verilmemesini istiyordu. Bütün Müslümanlar Peygamberimizi gözleri yaşlı
olarak dinliyordu.
Resulullah bütün Müslümanları ağlatan şu sözleri
söylemişti:
-
Yüce Allah, bir
kulunu dünya ve ahiret arasında serbest bırakmıştır.
Bu kul kendisinden başkası değildir. Görevi sona
erince Allah onu hayatının son günlerine getirmişti. Resulullah o gün
Müslümanlara yaptığı konuşmasını “sizi Allah’a ısmarladım” sözleriyle
tamamladı.
Sonraki günlerde Peygamberimizin hastalığı ağırlaşmaya
başlamıştı. Bütün Müslümanlar üzüntü içinde onun çevresinde dönüp duruyorlardı.
O günlerde ancak iki defa daha mescide gidebildi. Hz. Ali ve Hz. Abbas’ın
yardımıyla çıktığı minberde Müslümanlara hastalığı konusunda bilgi verdi ve
öğütlerini söyledi. Resulullah, kendisini üzüntü içinde dinleyen Müslümanlara
şöyle seslendi:
- Ey İnsanlar, duyduğuma göre benim öleceğimi düşünüp
üzülüyormuşsunuz. Hangi Peygamber kendi ümmeti arasında sonsuza kadar yaşadı
ki? Ben de sonsuz kadar yaşamayacağım, bir gün ben de Allah’a kavuşacağım.
Resulullah, sonra Ensar Müslümanlara seslenip Muhacir
Müslümanlara iyi davranmalarını söyledi. Daha sonra Muhacir Müslümanlara seslenerek onlardan da
Ensar Müslümanlara güzel davranışlar içinde olmalarını istedi. Ensar’ın Muhacirlere
yardım edip mallarını ortaklaşa kullandığı hicret günlerini hatırlattı ve birbirlerinin
hatalarını bağışlamalarını öğütledi. Bu sözlerin ardından yine bütün
Müslümanlara dualar edip, tüm Müslümanların ellerini ve dillerini kötülüklerden
uzak tutmalarını emretti.
O gün namazdan sonra hastalığı daha da ağırlaştı.
Vefatına üç gün kala yerinden kalkamaz olmuştu. Artık mescide gidip imamlık
yapamayınca:
-
Ebubekir’e
söyleyiniz müminlere namaz kıldırsın, buyurdu.
Peygamberimizin bu emri, vefatından sonra halifelik görevine
Hz. Ebubekir’i daha layık gördüğü şeklinde yorumlandı. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin
vefatına üç gün kala imamlık görevini üzerine aldı ve Resulullah’ın sağlığında
on yedi kez imamlık görevi yaptı.
Peygamberimizin rahatsızlığı Pazar günü daha da artınca,
Üsame ordusunun başından ayrılarak O’nun huzuruna çıktı. Resulullah Üsame’nin
beklemesini istemiyordu, fakat konuşamadı. Sadece ellerini kaldırıp Üsame ve
İslam ordusu için dua etti.
632 yılının Rebîülevvel ayının on ikinci günü,
Pazartesi günüydü. Peygamberimiz biraz iyileşmişti. Mescide gittiğinde müminler
Hz. Ebubekir’in ardında namaz kılıyorlardı.
O’da cemaatin arasında namazını kıldı. Herkes Resulullah’ın artık
tamamen iyileştiğini sanıp seviniyordu. Halbuki Peygamberimiz iyi değildi.
Namazdan hemen sonra Hz. Aişe’nin odasına giderek döşeğe yattı. Artık rahat
uyuyabilirdi. Çünkü Allah’ın kendisine verdiği Peygamberlik görevini başarıyla
yerine getirmişti. Allah’ın bildirdiği emir ve yasakları insanlara duyurmuştu.
Artık Allah’ın kitabı Kur’an’a uygun hareket eden on binlerce Müslüman vardı.
Bundan dolayı Allah’a şükrediyor ve İslam ümmeti için dualar ediyordu.
O gün Peygamberimizin hastalığı her saat biraz daha
ağırlaştı. Dizleri dibinde oturan kızı Hz. Fatıma durmadan ağlıyordu. Resulullah’ın
dünyadan çekilerek ahirete göçmesine çok az bir zaman kalmıştı. Vahiy meleği
Hz. Cebrail ve ölüm meleği Hz. Azrail, Peygamberimizin yanındaydı. Hz. Azrail,
Allah’ın verdiği emri yerine getirdi ve Peygamberimizin ruhunu alıp Allah’a
teslim etti. Böylece son Peygamber Hz. Muhammed de (s.a.v) bu dünyadaki
hayatını bitirerek öbür dünyaya göçmüştü. Çünkü bu dünyada yaşayan bütün
insanların hayatı geçicidir, ölümsüz olan sadece Allah’tır.
Peygamberimizin vefat etmek üzere olduğunu öğrenen
Üsame, Ömer, Ebu Ubeyde hemen geri dönerek Peygamberimizin evine geldiler.
Çünkü böyle bir günde savaşa gitmek uygun değildi. Resulullah’ın vefat ettiğini
öğrenince ağlamaya başladılar. Özellikle kadınların ağlayışları bütün
Müslümanların yüreğini parçalıyordu.
Müslümanlar büyük bir üzüntü içindeydiler. Kimse ne
yapacağını ve ne söyleyeceğini bilmeyecek kadar şaşırmış, kederlerinden
bulundukları yere çakılıp kalmışlardı.
Resulullah’ın vefatına en çok üzülenlerden biri de Hz.
Ömer’di. Herkesin Peygamberimizin naaşı çevresinde ağlayıp sızlaması onun
yüreğindeki acıyı daha da derinleştirmiş ve sinirlenmeye başlamıştı. Bu acı
içinde kılıcını çekip bağırmıştı:
-
Kim, Muhammed
öldü derse, onun başını bu kılıçla keserim.
Hz. Ali bir köşede derin bir üzüntü içinde oturuyor, kimseye
bir şey söylemiyordu. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin üzerine örtülen örtüyü
açmış, gözleri yaşlar içinde şu güzel sözünü söylüyordu:
-
Ah! Ölümün de
hayatın gibi güzel.
Hz. Ebubekir, Resulullah’ın nur içindeki mübarek
cesedini yeniden örttü. Resulullah’ın
Ehli Beytini (ailesini) teselli edip mescitte toplanan Müslümanların yanına
geldi. Bir çoğu panik halindeki Müslümanlara şu veciz sözleri söyledi:
- Ey İnsanlar! Kim, Muhammed’e tapıyorsa bilsin ki
Muhammed ölmüştür. Allah’a tapanlar bilsin ki Allah ölümsüzdür.
Hz. Ebubekir, Müslümanların yüreğini yumuşatan bu
sözlerden sonra şu ayeti okudu:
- “Muhammed
ancak bir Peygamberdir. Ondan önce de Peygamberler gelip gitmiştir. O ölür veya
öldürülürse geri mi döneceksiniz. Kim geriye (İslam öncesi bilgisizlik
günlerine) dönerse Allah'a bir zarar veremez.
Allah, İslam nimetine şükredenleri mükâfatlandıracaktır."
Hz. Ebubekir’in okuduğu bu ayet, Uhud savaşında Peygamberimiz
öldü diye bir söylenti çıktığı zaman indirilmişti. Bu ayeti daha önce defalarca
okumuş olan Müslümanlar, Peygamberimiz vefat edince üzüntülerinden
unutmuşlardı. Sadece Hz. Ebubekir şaşkınlıktan kendisini kurtarıp Müslümanların
şaşkınlığa düşmesini önledi. Hz. Ebubekir bu ayeti okuyunca Peygamberimizin
vefat ettiğine inanabilen Hz. Ömer üzüntüsünden düşüp bayılmıştı.
Peygamberimizin vefatından sonra bir süre bocalayan
Müslümanlar, Hz. Ebubekir’in olgun bir biçimde onları uyarmasıyla kendilerine
geldiler. İlk andaki büyük panik ortadan kalkmış fakat henüz bütünüyle
toparlanamamışlardı. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği gün sevinç içinde
coşan Müslümanlar, vefattan sonra matem havası yaşanan şehirde gözleri yaşlı
sessizce bekliyorlardı. Herkes Peygamberi kaybetmenin derin üzüntüsü içindeydi.
Her zaman kendilerine doğru yolu gösteren, uyaran Peygamber artık yaşamıyordu.
Resulullah’ın toprağa verilmesi işini yerine getirmeye hazırlanan Hz. Ali ve
Hz. Abbas aşırı kederden zor adım atıyorlardı. Hz. Ebubekir de bir yandan
Müslümanlara öğütler verip onları sakinleştirmeye çalışırken öbür yandan kendi
göz yaşlarını tutamıyordu.
Bu şaşkınlığın sebeplerinden birisi de Müslümanların
öndersiz kalmasıydı. Müslümanlar ne zaman öndersiz kalsa şaşkınlığa
düşmüşlerdir. Elbette Resulullah (s.a.v)’ın vefatından sonra da İslamiyet devam
edecekti. Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleri Müslümanlara her zaman
için yol göstericiydi. Ama, Müslümanların birliğini koruyacak ve İslam
kanunlarını uygulayacak yeni liderin belirlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle
Müslümanlar, daha Peygamberimizi toprağa vermeden halife seçme telaşına
düştüler.
Halifenin seçilmesi kolay olmadı. Her kafadan bir ses
çıkıyordu. Muhacirler Mekke döneminde Peygamberle birlikte birçok zorluklara
katlandıkları ve ilk Müslüman oldukları için muhacirlerden birisinin halife
olmasını istiyorlardı. Ensar Müslümanlar da, Medine’ye hicret eden
Müslümanlara fedakarlık göstererek
yardım ettikleri ve İslam’ın yayılmasına büyük hizmetlerde bulundukları için Medineli
Müslümanlardan birisinin halife olmasını uygun görüyordular. Hatta Medine
Müslümanlarından Evs kabilesinden olanlar, Hazrec kabilesinden olanlar kendilerinden
birinin halife seçilmesi için çaba sarf etmeye başlamışlardı. Halife seçimi az
kalsın Müslümanların birbirine düşman hale gelmesine sebep olacaktı. Sonunda
Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer harekete
geçerek Müslümanların halife seçimi nedeniyle birbirine düşmesini önlediler. Peygamberimizin
hastalığında imamlık görevini Hz.
Ebubekir’e verdiğini hatırlayan Müslümanlar, Resulullah’ın bu davranışını bir
vasiyet olarak kabul ederek Hz. Ebubekir’i Müslümanların halifesi seçtiler.
Müslümanlar gruplar halinde gelip Hz. Ebubekir’e biat
ettiler. (O’nu önder olarak kabul edip buyruklarına uyacaklarına söz verdiler.)
Hz.Ali ve bazı İslam büyükleri, önceleri halife seçiminde kendilerine
danışılmaması nedeniyle darılmışlardı. Fakat Müslümanlar arasında fitneye sebep
olmamak için sonradan gelip Hz. Ebubekir’in halifeliğini kabul ettiler
Halife seçilmişti. Fakat yapılması gereken iki önemli
görev daha vardı. Resulullah ordusunun hareket etmesini buyurmuş, fakat vefatı
nedeniyle ordu Medine’den ayrılmamıştı. Peygamberin emri yerine getirilmeli ve
ordu savaşa gönderilmeliydi. Ve daha fazla gecikmeden Resulullah’ın mübarek
naaşının toprağa verilmesi gerekiyordu.
Ordu sancağı Peygamberin kapısının önünden alınıp Üsame’nin
kapısı önüne dikildi. Bu demek oluyordu ki Resulullah’ın hazırladığı ordu
görevini yapacaktı. Ordunun hareket edeceği haberi tellallar aracılığı ile
bütün Müslümanlara duyuruldu. Üsame, yeniden şehir dışına çıkıp ordugahını
kurdu. Orduya katılan Müslümanlar Allah yolunda savaşarak şehid olmayı
arzuluyorlardı. Bazı Müslümanlar çok genç olması yüzünden Üsame’nin
komutanlığına itiraz ettiler. Fakat Hz. Ebubekir, bu isteği dile getirenlere
karşı çıktı ve:
-
Ben nasıl onu
komutanlıktan alabilirim, O’nu Resulullah görevlendirdi, deyince onlar da
isteklerinden hemen vazgeçtiler.
Hz. Ebubekir,
Medine dışında belli bir yere kadar ordusuyla beraber gitti. O, atının
üzerindeki Üsame’nin yanında yaya yürüyordu. Üsame, halifenin yaya oluşuna
sıkıldı:
-
Ya sen ata bin,
yahut ben de yaya yürüyeyim, dedi.
Hz. Ebubekir, O’na şu cevabı verdi:
-
Olmaz. Ne sen
atından in, ne de ben ata bineyim. Allah yolunda benim de ayaklarım biraz
tozlansa ne olur?
Halife Ebubekir, orduyu uğurlayıp döndü. Üsame’ye en
son şöyle demişti:
-
Allah selamet
versin. Git, Resulullah sana nasıl dediyse öyle yap, başka türlü hareket etme.
Halife seçimi sorunu çözümlendikten ve ordu görevine
gönderildikten sonra sıra Resulullah’ın naaşını toprağa vermeye gelmişti. Fakat
bu konuda karar vermek kolay olmadı. Peygamberimizin nereye gömülmesi daha
uygun olacaktı? Bütün Müslümanlar Peygamberimizin türbesinin kendi bölgelerinde
olmasını arzu ediyorlardı. Bazıları Mekke’yi, bazıları Medine’yi daha uygun
görüyor, görüşlerini kabul ettirmek için tartışıyorlardı. Hz. Ebubekir bu
meseleyi de fitneye fırsat vermeden çözümleme büyüklüğünü gösterdi. O,
Resulullah’tan işittiği Hadis’i hatırlatınca mesele halledilmiş oldu.
Peygamberimiz
şöyle buyurmuştu:
-
Peygamberler,
öldükleri yere gömülürler.
Bu hadis gereğince Peygamberimizin vefat ettiği yerde
bir mezar hazırlandı ve Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) vefat ettiği yere
gömüldü. Daha sonra mezarın üzerine “Ravza-ı Mutahhara” adı verilen bir türbe
yapıldı.
Üsame’nin komutasındaki İslam ordusu, Suriye bölgesine
giderek, o yörede Müslümanları tehdit eden müşrik güçleri temizledikten sonra
Medine’ye geri döndü. İslam ordusu, görevini başarıyla yerine getirmiş, ordunun
başarısından bütün Müslümanlar moral kazanmışlardı.
Peygamberimizin vefatından sonra Müslümanların
önderliğini bir süre Hz. Ebubekir yaptı. O’ndan sonra Hz. Ömer, sonra Hz.
Osman, sonra Hz. Ali halife oldular. Daha sonra İslamiyet bütün dünyaya yayıldı
ve Müslümanlar birçok devletler kurdular.
KAYNAK: İhsan Işık / Peygamberimizin Hayatı (1986 ve muhtelif basımlar)
PEYGAMBERİMİZ
BUYURUYOR Kİ
Çok
secde ederek namaz kılmaya çalış. Sen her secde ettiğinde Allah senin dereceni
yükseltir ve o secde sayesinde günahlardan temizlenirsin.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Güçlü mümin zayıf müminden hayırlıdır ve Allah
katında daha sevgilidir. Bununla birlikte hiç biri iyilikten uzak değildir.
Dünya ve Ahiret için faydası olan şeye hırsla çalış. Allah’tan yardım iste,
acizlik gösterme. Eğer başına bir iş gelirse ‘şöyle yapsaydım şöyle olurdu’
deme. ‘Allah takdir etti ve dilediğini yaptı’ de. Çünkü ‘şöyle yapsaydım’ deyip
durmak şeytanın kuşku vermelerine yol açar.
(Bu
Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Bütün
ümmetim cennete girecek, yalnız istemeyenler dışında.
-
Ey Allah’ın
Resulü, kim istemez? denildi.
-
Bana itaat eden
cennete girer, dinlemeyen cenneti istememiş demektir, buyurdu.
(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Sizden
biriniz kendisi için istediğini kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz.
(Bu
Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Sizden
bir kimse bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin. Eğer buna gücü yetmezse
diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse kalbiyle karşı çıksın. Bu sonuncusu
imanın en zayıf derecesidir.
(Bu
Hadis’i Müslim ve Tirmizi bildirmiştir.)
***
-
Hangi cihadın sevabı daha çoktur? diye soruldu.
-
Zalim yöneticinin önünde söylenen gerçek sözdür, buyurdu. (Bu Hadis’i Nesei bildirmiştir.)
***
Müslüman, elinden ve dilinden Müslümanların
zarar görmediği kimsedir. Muhacir de Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınandır.
(Bu
Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Müminler,
birbirlerini sevmekte, acımakta ve korumakta bir vücut gibidirler. Vücudun
herhangi bir organı rahatsız olursa diğer organları da bu yüzden rahatsızlanır.
(Bu
Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Sabah
namazını kılan kimse Allah’ın himayesindedir.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Müslüman
Müslümanın kardeşidir, ona ihanet etmez, onu yalanlamaz, onu utandırmaz. Her
Müslümanın diğer Müslümana ırzı, malı, kanı haramdır. Takva işte bunlardır. Bir
kimseye kötülük olarak Müslüman kardeşini hor görmesi yeterlidir.
(Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)
***
Sizden
biriniz kendisi için sevdiği bir şeyi başkası için sevmedikçe olgun bir mümin
olamaz.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Resulullah:
- İster zalim, ister mazlum olsun, mümin
kardeşinize yardım ediniz, buyurdu.
Sahabelerden biri:
-
Ey Allah’ın Peygamberi, mazlum olan kimseye yardım ederim ama, zalime nasıl
yardım edebilirim? Dedi.
Resulullah:
-
Zalimi zulüm
yapmaktan alı korsun, işte bu ona yardımdır, buyurdu.
(Bu
Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Müslümanın
Müslüman üzerinde altı hakkı vardır. Bunlar: Karşılaştığın zaman ona selam ver.
Davet edilirsen git. Nasihat isterse et. Aksırır da Allah’a hamd ederse sende
ona “Allah sana rahmet etsin” de. Hastalandığında hatırını sor. Vefatında
cenaze merasimine katıl.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Kim,
eli dar olan borçluya kolaylık gösterirse,
Allah da dünya ve ahirette ona kolaylık gösterir.
(Bu
Hadis'i Müslim bildirmiştir.)
***
Müslüman
Müslümanın kardeşidir. Müslüman Müslümana zulüm etmez, ona haksızlık edenin
elinde bırakmaz.
Bir
kimse Müslüman kardeşinin bir ihtiyacını yerine getirirse, Allah da ona yardım
eder.
Bir
kimse bir Müslümanın bir sıkıntısını giderirse, Allah da ona karşılık kıyamet
gününün kederlerinden birini giderir.
Bir
kimse din kardeşinin ayıbını örterse, Allah da kıyamette onun ayıbını örter.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Yemeğin kötüsü, zenginlerin çağrılıp yoksulların
çağrılmadığı düğün yemeğidir.
(Bu Hadis’i
Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Kimse
kadınına kin beslemesin. Çünkü hoşlanmadığı huyları varsa da, ona karşılık
memnun olacağı huyları da vardır.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Hepiniz
çobansınız ve hepiniz birlikte olduklarınızdan sorumlusunuz. Yöneticiler
yönettiklerinin koruyucusudur. Aile reisi aile bireylerinin çobanıdır. Kadın da
kocasının, evinin ve çocuklarının koruyucusudur.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Müminlerin
inanç bakımından en mükemmel olanı ahlâk bakımından en iyi olanıdır ve hayırlı
olanı da kadınlara hayırlı olanıdır.
(Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)
***
Emri
altında bulunanların geçim kazancını kısmak bir kimseye günah olarak yeter.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Yedi
yaşına girdiğinde çocuğa namaz kılmasını emrediniz.
(Bu Hadis’i Ebu Davud bildirmiştir.)
***
Bir
kimse, rızkının bol olmasını ve ecelinin gecikmesini isterse, akrabasını görüp
gözetsin.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Büyük
günahlar; Allah’a ortak koşmak, ana babaya karşı gelmek, haksız yere adam
öldürmek ve yalan yere yemin etmektir.
(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Şairlerin
söylediği en doğru söz, Lebid’in şu sözüdür:
-
İyi biliniz ki,
Allah’tan başka her şey yok olmaya mahkûmdur.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Akşama
ulaştığında sabahı, sabahleyin de akşamı bekleme. Hastalanmadan önce
sağlığından, ölmeden önce hayatından yararlan. Zamanını boş geçirme.
(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Ölmeyi
istemeyin. Zamanı gelmeden ölmek için dua etmeyin. Çünkü ölünce yapılacak şey
kalmaz. Halbuki müminin hayatta kalması iyiliklerini arttırır.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Cehennemlikleri
size haber vereyim mi? Onlar katı yürekli, malını iyilik yapmaktan esirgeyen,
kendini beğenmiş kimselerdir.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Sizin
en iyileriniz, ahlâkı en güzel olanlarınızdır.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Kolaylaştırın,
zorlaştırmayın, müjdeleyin nefret ettirmeyin.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Güçlü kişi, güreşte başkalarını yenen
değildir. Güçlü kişi, sinirlendiği zaman iradesine hakim olandır.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Müşriklere
karşı mallarınız, canlarınız ve dillerinizle cihad (mücadele) ediniz.
(Bu Hadis’i Ebu Davud bildirmiştir.)
***
Münafıkların
üç belirtisi vardır: Yalan söylerler, sözlerinde durmazlar, emanete hıyanet
ederler.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
İpekli
elbise giymek ve altın kullanmak ümmetimin erkeklerine haram, kadınlarına
helaldir.
(Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)
***
Bismillah
de, sağ elinle önünden ye.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Savaş
hiledir.
(Bu
Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Ey
insanlar! Selamı yayınız. Yemek yediriniz. Akrabanızı ziyaret ediniz. İnsanlar
uykudayken namaz kılınız. Bunları yapınız ki selametle cennete giresiniz.
(Bu Hadis’i Tirmizi bildirmiştir.)
***
Üç
defa kapıyı çalın. İzin verilirse girin. Aksi halde geri dönün.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Allah
yolunda ayağı tozlanan kimseye cehennem ateşi dokunmaz.
(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Bir
kimse Allah yolunda şehit olmayı gönülden isterse, yatağında ölse bile Allah
onu şehitler derecesine ulaştırır.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Merhamet
etmeyene merhamet edilmez.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Sizin
en iyileriniz, Kur’an-ı öğrenen ve öğretenlerinizdir.
(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Geceleyin
Bakara suresinin sondaki iki ayetini okuyana onlar yeterlidir.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Temizlik
imanın yarısıdır.
(Bu Hadis’i Buhari bildirmiştir.)
***
Ezanı
işittiğiniz zaman, müezzinin söylediklerini tekrar ediniz.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
***
Beş
vakit namaz, kapınızın önünde akıp giden ve insanın beş defa yıkandığı bol sulu
bir nehir gibidir.
(Bu Hadis’i Müslim bildirmiştir.)
***
Cemaatle
kılınan namazın sevabı, yalnız başına kılınan namazdan yirmi yedi kat daha
fazladır.
(Bu Hadis’i Buhari ve Müslim bildirmişlerdir.)
ADI GÜZEL KENDİ GÜZEL
MUHAMMED
YUNUS EMRE
Canım feda olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Şefaat eyle bu kemter kuluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Mümin olanların çoktur cefası
Ahirette olur zevk-ü safası
On sekiz bin âlemin Mustafa'sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Aşık Yunus n'eyler cihanı sensiz
Sen hak peygambersin şeksiz gümansız
Sana uymayanlar gider imansız
Adı güzel kendi güzel Muhammed
EY SEVGİLİ
SEZAİ KARAKOÇ
Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süregi
Bütün törenlerin şölenlerin âyinlerin yortuların dışında
Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Uzatma dünya sürgünümü benim
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi
Savuran yüreğime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yorulduğum ayakkabılarımdan değil
Ayaklarımdan belli
Lambalar eğri
Aynalar akrep meleği
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras değil mirasın hayaleti
Ey gönlümün doğurduğu
Büyüttüğü emzirdiği
Kuş tüyünden
Ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde
İnsanlığa anıt gibi yükselttiği
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünüm benim
Bütün şiirlerde söylediğim sensin
Suna dedimse sen, Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin, Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine âşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzluğun haberini
Ey gönüllerin en yumuşağı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da
Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında, yazında
Şimdi onun birdenbire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çağdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bağışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Dağların yıkılışını gördüm bir Venüs bardağında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardığını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardığı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim, ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Ask celladından ne çıkar madem ki yar vardır
Yoktan da vardan da ötede bir Var vardır
Hep suç bende değil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme, kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş, göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Göğsünde sürgününü geri çağıran bir damar vardır
Senden umut kesmem, kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Goethe'ye göre Hz. Peygamber, insanlığın manevî lideri
olarak, onun tâbiriyle “bir din dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan fışkıran bir
pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle yanına
almış, Allah’a eriştirmeğe çalışmaktadır.
Aydınlanmacı
düşünürlerin olabildiğince rağbet ve itibar gördükleri 18 yüzyılın
ortalarındayız… Her türlü fikrin cirit attığı bir çıfıt çarşısı gibidir Avrupa.
Namlı Ansiklopediciler, faydalı-zararlı demeden, birbiriyle yarışırcasına yeni
fikirler sürmektedirler düşünce pazarına. En şedit muarızlarının dahi
düşüncelerini hür olarak ifade etmeleri için kahramanca varlığını ortaya koyan
Voltaire, başta kilise olmak üzere, mukaddes zırhlar kuşanan her görüşe
saldırmakta, kendince tüm önyargıları yargılamaktadır; ne var ki kendisi de
önyargılardan tamamen arınmış değildir. Bazı konularda onun zeki ve aydınlık
kafasını yönlendiren de yine önyargılardır. Anlaşılan o ki, asırların tortusu
kolay kolay yok edilemiyor.
Aralık 1770.
Voltaire, Mahomet başlıklı dramını ekte bir mektupla birlikte Büyük Friedrich’e
takdim eder. Neler yazılıdır bu mektupta bir göz atalım:
“Bu deve
tüccarının yurdunda bir kargaşa çıkarması; birkaç Kureyşli ile birlikte halkını
baş melek Cebrail ile konuştuğuna inandırmak istemesi; böbürlenerek göklere
yükseldiğini ve sindirimi zor kitabının bir bölümünün orada bizzat kendisine
teslim edildiğini söylemesi, her sayfasında akl-ı selimi titretmesi… Bütün
bunlar hiçbir insanın affedemeyeceği şeyler, hatta bu kişi bir Türk olarak
dünyaya gelmiş olsa bile; hatta hurâfenin, her türlü tabii ışığı boğduğunu
varsaysak dahi.”
İmdi, yukarıdaki
satırların yazarına sorarsanız, fanatizmle ve insan bilincine musallat olmuş
önyargılarla savaşmaktadır; ancak kendi söylediklerin ilmîlik ve doğruluk
kıstası nedir? “Türk olarak dünyaya gelmiş olmak” nasıl bir cürümdür? Burada
akl-ı selim değil, akl-ı selimi dehşete düşüren bir fanatizm, çağlar içerisinde
oluşmuş iflah olmaz bir Türk fobisi konuşmaktadır. Gerçi İslâm dinine ve
Hazreti Peygambere yöneltilen bu kritiğin asıl hedefi Vatikan imiş; ancak ister
istemez bu okların bir kısmı Müslümanların şuuruna saplanmaktadır.
Gelgelelim
Goethe, İslâm ve Hz. Muhammed konusunda Voltaire ile aynı fikri
paylaşmamaktadır. Nasıl paylaşsın ki, Voltaire’in nazarında Hz. Peygamber,
“insafsız ve acımasız bir zorba, safdil insanları muhteris gayeleri için
kullanan, istismar eden bir sahtekâr”dır. Voltaire tarihî hakikatleri de mezkûr
dramına kurban eder; Hz. Peygamber, Mekke’nin ileri gelen kabilelerinden birine
mensup olduğu halde Voltaire, dramında ona doğuştan bir köle rolü verir. Bir
dinin peygamberine kadınlarla alakalı ahlâk dışı davranışlar yakıştırmak ne
derece ahlâkla bağdaşır bilemiyoruz; ama dramın yazarı bir şekilde bunu da
başarmış. Hz. Peygamberi “kayalardan fışkıran bir dağ pınarı”na benzeten Goethe
ile o’nu “sahte bir peygamber” ve bir “tiran” olarak gören Voltaire’in
anlaşması mümkün mü? Elbette değil, ancak kaderin cilvesine bakın ki, yine de
Voltaire’nin Le Fanatisme ou Mahomet le prophète (Fanatizm yahut Muhammed
Peygamber) başlıklı dramı tercüme etmek ona kalacaktır.
Yıl 1799, Dük
Carl August, Weimar Sarayı’nda Voltaire’ın Le Fanatisme ou Mahomet le prophète
adlı bu dramının sahnelenmesini istemektedir; bunun için dramın evvela
Almancaya tercüme edilmesi gerekmektedir ve bu işi Goethe’den başka başaracak
yok gibidir. Vakıa Goethe, hiç sevmediği bu dramın tercümesini üstlenmek
mecburiyetinde kalır. Kısa zamanda bitirir tercümeyi; ancak orijinali
“aleksandriner” (mısraları on ikişer heceli şiir) olarak yazılan dram, serbest
olarak tercüme edilir. Aslında bu durum bile Goethe’nin tercüme ettiği eseri
sevmediğini ve bu işi ne kadar gönülsüz yaptığını ortaya koymaktadır. Nihayet
eser, 30 Ocak 1800 tarihinde Düşes Luise’nin doğum gününde ilk kez temsil
edilir.
Evet, Goethe bu
tercümeyi yapmıştır; fakat çok sıkıntılı ve gönülsüz bir tercümedir bu. Onun bu
sıkıntısı mektuplarında adamakıllı hissedilmektedir. Wilhelm von Humbolt’a
yazdığı bir mektubunda bu sıkıntısını şöyle dile getiriyor: “Aslında pek tuhaf
bir sebepten dolayı Voltaire’nin Muhammed dramını Almancaya tercüme ediyorum.”
Peki, bu “tuhaf sebep” nedir diye sormadan edemiyor insan. Sözüne bir “hüküm”
gibi itibar edilen şairi, böyle bir tercümeye icbar eden ne olabilir? O
yıllarda Weimar Tiyatrosu’nun malî durumu derin derin düşündürmektedir
Goethe’yi. Kendisi de bir dram yazarı olan şair, yardım almadan tiyatronun
ayakta kalmasının zor olduğunu görmektedir. O itibarla tiyatronun finans
kaynağı olarak gördüğü prenslerin, düklerin ve paralı aristokratların gönlünü
bir şekilde hoş tutmak mecburiyetindedir. Gönlünü hoş tutmak durumunda olduğu
prenslerden birisi de Carl August’tur. İşte 3 Ocak 1800 tarihinde prens
August’a yazdığı bir mektubunda bu sıkıntısı açıkça hissedilmektedir:
“Tabir caizse
Prensimin arzusu beni, bazılarına pek tuhaf gelecek bu işi yani Voltaire’nin
Muhammed dramını tercüme etmeyi üstlenmeye mecbur etti. Ona çok şey borçluyum;
doğrusu varlığımı borçluyum ona. Tamamen gönülden isteyerek, evet, hatta
isteklerimin de fevkinde, şu naçiz tabiatımın ifade etmekte zorlandığı zat-ı
şahânelerinin isteklerini olabildiğince karşılamayı vazife sayıyorum.”
Görüldüğü üzere
Goethe, malûm “tuhaf sebeplerden dolayı” Voltaire’in Mahomet dramını tercüme
etmek mecburiyetinde kaldığını sadece dostlarına değil, bilakis bu işi
kendisine veren Prens Carl August’a da açıkça söylemektedir. Şair, dinleri
yıkmak gibi imkânsız bir işi kafaya koymuş Voltaire’in önyargılarla örülü bu
dramından hiç haz almamıştır. Bir kere o, Voltaire’in Hz. Peygamber hakkındaki
görüşlerinin ilmî ve tarihî gerçeklerle örtüşmediği kanaatini taşımaktadır.
Belki bu yüzden olsa gerek mağduru olduğu bu tercüme olayında da eserin bazı
kısımlarını iyi niyetle olabildiğince rötuşlamak ve düzeltmek mecburiyetinde
kalmıştır. Elbette o, kuşatıcı zekâsıyla yanlışları fark ediyor, bu meyanda
Voltaire’in Hz. Muhammed’i anlamadığını, büyük yanlışlıklar, eksiklikler ve
tezatlar içerisinde yüzdüğünü görüyordu. Doğrusunu söylemek gerekirse, Goethe,
Voltaire’in sadece Hz. Muhammed’i değil, aynı zamanda Kitabı Mukaddes’i,
Shakespeare’i ve tabiatı da anlamadığına kaani idi. İşte bu yüzden, böyle bir
çıfıtın eserini tercümenin nefsine ne kadar ters geldiğini, kendisine ne kadar
acı verdiğini tahmin etmek zor olmasa gerektir. Faust’un şairi bundan son
derece müteessir, mutsuz ve hatta mağdurdur.
İmdi Goethe’yi
böyle bir tercümeyi yapmaya icbar eden sebepler ortada iken, iki güzîde
dostunun serzenişleri de üstüne gelecektir. Kadîm dostu Schiller, “Yıkık
mâbedlerde dolaşıyorsun” diye onu bu neviden çalışmalardan uzak durması için
ikaz edecektir. Schiller, şairin de bir “Muhammed Dramı” kaleme aldığını öteden
beri bildiği için, burada kastettiği, hem Voltaire’den tercüme ettiği Mahomet
başlıklı dram, hem de şairin başlayıp ikmal edemediği, fragman olarak kalan
“Muhammed” dramıdır. Goethe’nin “Muhammed” başlıklı bu dramından ileride söz
edeceğiz; ancak evvela Herder’in bu mevzulardaki tavrına bakalım.
Voltaire’in bu
eseri Weimar’da sahnelenmeden önce tiyatro oyuncuları, Goethe’nin evinde ve
sarayda sadece okuma provaları yapmakla kalmıyor, Goethe’den dram hakkında
dersler de alıyorlardı. Bu çalışmalara pek mütecessis bir zekâ olan Herder de
katılmaktadır. Filozof Herder’in eser hakkında neler düşündüğünü eşi
Caroline’nin dostu Knebel’e yazdığı 3 Haziran 1800 tarihli mektubundan
öğreniyoruz. Bu mektubunda Bayan Caroline, eşinin kanaatini şöyle izhar ediyor:
“Goethe
tarafından serbest vezinle tercüme edilen Muhammed dramının okumasında eşim de
bulundu. Harika, mükemmel mısralar, diyordu eşim –fakat muhteva- insanlığa ve
her şeye karşı işlenmiş bir günah."
Caroline
Herder’in 31 Haziran 1800 tarihinde aynı adrese gönderdiği başka bir
mektubundan anlıyoruz ki Herder, bir gün önce dramın ilk temsilini seyretmiş ve
pek müteessir olmuştur; çünkü dram gerçek bir mütefekkire yakışmayacak
isnatlar, yalanlar, çamur atmalar ve garazkâr ifadelerle estetik ölçülerin ve
kaygıların ötesine taşınmıştır. Dram berbat olmasına berbattır ama Herder’i
öfkelendiren asıl şey bu değildir. Herderler, yıllardan beri tanıdıkları, itibar
ettikleri ve güvendikleri bir aile dostları olan Goethe’nin Hz. Muhammed’e
düpedüz çamur atan, hakaret eden, aşağılayan böylesine bir eseri tercüme
etmesini bir türlü anlayamamaktadırlar. Kelimenin tam anlamıyla Goethe’nin
kendilerini aldattığına ve hatta sattığına inanmaktadırlar. Oysa Goethe,
yukarıda da vurguladığımız gibi, bu işi hatıra binaen, istemeyerek ve hatta
biraz zoraki yapmış; yapmak zorunda kalmıştır. Dolayısıyla derdini kimseye
anlatamayan şair, gerçekte mağdurken, asıl suçlu durumuna düşmüştür. Dahası
var; şair, Voltaire’nin bazı düşüncelerine, özellikle dramın son monolog
kısmına tercüme marifetiyle müdahale edip düzelttiği için de edebî bir eseri
tahrif cürmünü işlemiş oluyor sanki. Caroline Herder’in satırlarından anlaşılan
o ki Herderler, aslında Voltaire’nin garazkâr duygularla kaleme aldığı Muhammed
dramının günahını da Goethe’ye yüklemişlerdir:
“Dün Muhammed
dramındaydık. Başlangıçta oyunun yeniliği (davranışlardaki uygunluk,
hareketlerdeki tavır ve dil) hoşa gitti derken ve Goethe’nin dilinin büyüsü ve
ritim kulakları eğlendirirken, her sahnede olup bitenler asabımızı bozdu.
Tarihe ve insanlığa karşı böylesine bir cürümü (Muhammed’i kaba, müptezel bir
sahtekâr, bir katil ve bir şehvet düşkünü yapmasını) Goethe’den asla beklemiyordum
[Goethe’nin böyle bir tercümeyi yapacağına yani Voltaire’nin Hz. Muhammed’i
hâşâ “katil, sahtekâr ve şehvet düşkünü” olarak vasfettiği mahut dramını
tercüme edeceğine inanmadığını söylüyor. S.Ö]. Kaba ve rezil tiranlık,
sahtekârlık ve şehvet düşkünlüğü kutlanıyor!”
Evet, Caroline
Herder, aynen böyle yazıyor, Goethe’nin “Tarihe ve insanlığa karşı böyle bir
cürümü” nasıl işlediğine bir türlü akıl erdiremediklerini vurguluyordu; oysa
Goethe, başına gelecekleri önceden hissetmiş gibi, aynı adrese, Knebel’e
yazdığı 10 Haziran 1880 tarihli mektubunda bu olaydan dolayı masumiyetini şöyle
dile getiriyordu:
“Benim [tercüme
ettiğim] Muhammed dramına iyi not vermen çok hoş. Orijinaliyle karşılaştırma
imkânı, düşünen Almanları, her iki milletin sanat alâkaları hakkında uzun uzun
düşündürmeli. Tanrı bana böyle okuyucular nasip etsin.”
İşin aslına
bakacak olursanız Herder’in endişe ve korkuları boşunaydı; çünkü Goethe’nin Hz.
Peygamber hakkındaki olumlu fikri hiç değişmemişti. Goethe, Voltaire’nin
Mahomet dramını tercüme etmeden çok önceleri, daha 23 yaşında iken bir
“Muhammed” piyesi yazmayı tasarlamış, ancak her nedense bunu bir türlü
tamamlayamamıştı. Bu nâtamam dramda Goethe, Hz. Peygamberi ıssız bir çölde,
yıldızlı bir sema altında, ezelî ve ebedî Allah’ı arayan kararlı bir irade
olarak tasvir eder. Şair, Dichtung und Wahrheit adlı eserinde yarım kalan bu
“Muhammed” trajedisini yazma fikrinin nereden aklına geldiğini ve trajedinin
muhtevasını şöyle özetlemektedir:
“Benim gerek
aşırı derecede serbest olan muhayyilem, gerekse büsbütün gayesiz ve plansız
hayat tarzım dolayısıyla, Lavater’le Basedow’un, mânevi, hattâ dinî vasıtaları
dünyevî maksatlar için kullanmakta oldukları gözümden kaçmamıştı. Bu iki
adamın, her biri kendi tarzında herkesi tenvir, irşat ve ikna etmeye
çalışırken, bu gayretlerinin arkasında, gerçekleşmelerine çok önem verdikleri
bazı niyetler gizlediklerini, benim gibi kabiliyetini ve günlerini maksatsız
bir şekilde israf eden bir gencin hemen fark etmemesine imkân yoktu. Bu işte
Lavater, nâzik ve akıllı, Basedow ise sert, insafsız, hattâ kaba davranıyordu;
aynı zamanda ikisi de heveskârlıklarından, teşebbüs ve faaliyetlerinin
seçkinliğinden o derece emin bulunuyorlardı ki, insan onları ister istemez
dürüst bilip sevmek ve saymak lüzumunu hissediyordu. Bu hususta bilhassa
Lavater’i överek, onun gerçekten daha yüksek maksatlar takip ettiğini söylemek,
kurnazca hareket etmesi dolayısıyla da gayenin vasıtayı mubah kıldığını kabul
etmek mümkündü. Ben her ikisini de tetkik ederken, onlara kendi fikrimi açıkça
söyleyip, buna karşılık onların fikirlerini de dinlerken, seçkin bir adamın
kendi içindeki ilâhîliği başkalarına da yaymak istemesinin pek tabii olduğu
düşüncesi zihnimde canlanmıştı; fakat sonra böyle bir adam, olgun olmayan
insanlarla karşılaşıyor ve bunlar üzerinde müessir olabilmek için, aynı
seviyeye inmek zorunda kalıyordu; bu suretle de, o büyük üstünlüklerinin pek
çoğunu feda ediyor ve sonunda bunları büsbütün elden bırakıyordu. O yüce ve
ebedî gaye dünyevî maksatların içerisine gömülüyor ve bunlarla birlikte fâni
akıbetlere sürükleniyordu. Böylece, o iki adamın hayat seyrini bu görüş
zaviyesinden tetkik edince, onları hem övülmeye hem de acınmaya değer
bulmuştum; çünkü her ikisinin de üstün bir gayeyi bayağısına feda etmek zorunda
kalabileceğini önceden görür gibi olmuştum. Fakat bu nevi mülâhazaların hepsini
en son haddine kadar takip ettiğim ve tecrübemin dar sınırlarını aşarak bu
halin tarihteki benzerlerini de aradığım için, hiçbir vakit bir düzenbaz
olduğuna inanmadığım Muhammed’in hayatından net bir şekilde tesbit etmiş
bulunduğum, insanları saadete eriştirecek yerde felâkete sürükleyen davranış
tarzlarını ele alarak, bir dram vücuda getirmek tasavvuru gelişmişti bende.
Bundan kısa bir müddet önce ben bu şarklı peygamberin hayatını büyük bir
ilgiyle okuyup incelemiştim ve bu sebepten, zihnimde bu fikir belirdiği vakit,
epeyce hazırlıklı bulunuyordum. Tiyatro için, zaman ve mekânların dilenildiği
gibi değiştirilebilmesi hususunda elde edilmiş bulunan serbestlikten geniş
ölçüde faydalanmaklığıma rağmen, tasarladığım eserin bütünü daha çok, benim
tekrar meylettiğim, muntazam piyes şekline yakışıyordu. Dram, Muhammed’in tek
başına gece vakti berrak bir semanın altında söylediği bir kasideyle
başlıyordu. Bu kasidenin mevzuu şöyleydi: Muhammed önce sayısız yıldızları
birer ilâh sayarak, hepsine birden tapıyor; sonra bizim Jüpiter dediğimiz, Gad
adındaki yıldız meydana çıkınca, bunu yıldızların şahı bilerek, yalnız buna
taabbüt ediyor. Çok geçmeden ay yükseliyor ve onun hem gözünü hem de gönlünü teshir
eyliyor; ondan sonra da doğan güneşin mükemmel bir şekilde canlanıp
kuvvetlendiğini görerek, bu yeni mâbuda tapmak zorunda kalıyor. Fakat bu
değişiklikler ne kadar sevimli olursa olsun, gene ona huzursuzluk veriyor ve
ruhu bir kere daha üstün bir mâbut bulacağını hissediyor. Ben bu kasideyi büyük
bir şevkle nazmetmiştim; şimdi kaybolmuş bulunmasına rağmen bu pekâlâ, bir koro
ilâhisi olarak bestelenmek üzere, tekrar meydana getirilebilir, ifâde
değişikliği dolayısiyle de, musikişinaslara bile tavsiye edilebilir. Fakat bu
işte, benim o zaman da tasavvur etmiş olduğum gibi, bir kervanın reisini
ailesiyle ve bütün kabîlesiyle birlikte göz önüne getirmek lâzımdır; bu
takdirde seslerin değişik, koronun da kudretli olması pekâlâ temin edilmiş
olabilir.
Böylece Muhammed kendi kendine ihtida ettikten sonra, bu duygu ve düşüncelerini
yakınlarına bildiriyor; bunun üzerine karısiyle Ali ona kayıtsız şartsız
iltihak ediyorlar. İkinci perdede hem kendisi hem de ondan bile daha ateşli bir
gayretle Ali, bu itikadı kabîlenin içinde yaymaya çalışıyorlar. Bu sırada,
karakterlerin çeşitliliğine göre, bazı kimselerin onlara uydukları, bazılarının
da karşı koydukları görülüyor. İkilik başlıyor, savaş kızışıyor ve Muhammed
kaçmağa mecbur oluyor. Üçüncü perdede düşmanlarını yeniyor, dinini
umumîleştiriyor ve Kâbe’yi sanemlerden temizliyor; fakat her şey kuvvetle
yapılamayacağı için, hileye de başvurmak zorunda kalıyor. Dünyevî meşgale
büyüyüp çoğalıyor, ulvî gaye ise geriliyor ve bulanıyor. Dördüncü perdede
Muhammed fütuhatına devam ediyor, mezhebin yayılması gayeden ziyade bahane
oluyor, akla gelebilen bütün vasıtalara başvuruluyor; bu arada gaddarlıklar da
eksik olmuyor. Muhammed’in, kocasını idam ettirmiş olduğu bir kadın, onu
zehirliyor. Beşinci perdede o zehirlendiğini hissediyor. Onun o büyük metaneti,
tekrar kendine gelişi ve o yüksek mefkûreye dönüşü, herkesi hayran bırakıyor.
O, mezhebini temizliyor, ülkesini kuvvetlendiriyor, ondan sonra da ölüyor.
İşte zihnimi uzun
müddet işgal eden bu eserin taslağı böyleydi; ben, her zaman bir eseri yazmaya
başlamadan önce, onu muhayyilemde toparlamak lüzumunu hissederdim. Bir dehânın,
karakter ve fikir kuvvetiyle insanlara yapabileceği tesirin hepsini, aynı
zamanda da onun bu arada ne kazanıp ne kaybettiğini, belirtmek icabediyordu. Araya
katılacak bir çok şarkılar önceden nazmedilmişti; bunlardan meydanda kalmış
olan tek parça da, şiirlerim arasında bulunan ‘Muhammed’in Şarkısı’ başlıklı
manzumedir. Piyeste Ali’nin bu şarkıyı efendisinin şerefine, başarılarının en
yüksek noktasına varmış bulundukları bir sırada ve zehrin tesiriyle vuku bulan
değişiklikten biraz önce okuması gerekiyordu. Eserin bazı münferid parçalarının
ne maksatla tasarlandıklarını hatırlıyorsam da, bunları burada anlatmak, bu
mevzuu lüzumundan fazla uzatmak demek olurdu.”
Bugün bir fragman
olarak şairin eserleri arasında mevcut olan bu “Muhammed Dramı”nı Goethe, 1773
yılında kaleme almıştı. O yıllarda şair, hocası Herder’in tefekkür yörüngesinde
idi. Ne var ki, başlangıçta Herder’in rehberliğinde tanıştığı İslâm kültüründen
daha sonra kopmamış, tam aksine bilgilerini zamanla daha da pekiştirmiştir.
Daha açık söylemek gerekirse, Herder’in korktuğu başına gelmemiş yani öğrencisi
Goethe, aradan yıllar geçince Hz. Peygambere sırt çevirmemiş, bilakis daha da
bağlanmıştır. Dolayısıyla iyi niyetli ve geniş ufuklu Herder’in bu konudaki tüm
endişeleri bir vehimden ibaretti. Goethe’nin Voltaire’den tercüme ettiği o
talihsiz Mahomet dramı, tüm edebî ve zihnî faaliyetleri göz önünde
bulunduruldukta, şairin hayatında sadece bir epizod kadar yer işgal ediyordu;
ancak ne yazık ki yine de menfi çağrışımlarından kolay kolay kurtulmak mümkün
değildi.
Öte yandan
Goethe’nin yukarıda bahsettiği ve kaybolduğunu zannettiği “Muhammed Dramı”nın
giriş monoloğu daha sonraları metrûkâtı arasından çıkacaktır. Goethe’nin vahdet
inancının bir belgesi olan ve mezkûr fragmanda Hz. Peygamber’e okuttuğu bu şiir
aynen şöyledir:
MAHOMET (ALLEİN).
Teilen kann ich euch
nicht dieser Seele Gefühl.
Fühlen kann ich euch
nicht allen ganzes Gefühl.
Wer, wer wendet
dem Flehn sein Ohr?
Dem bittenden
Auge den Blick?
Sieh, er blinket
herauf, Gad, der freundliche Stern.
Sei mein Herr du,
mein Gott! Gnädig winkt er mir zu!
Bleib! Bleib’
Wendst du dein Auge weg?
Wie? Liebt’ ich
ihn, der sich verbirgt?
Sei gesegnet, o
Mond! Führer du des Gestirns,
Sei mein Herr du,
mein Gott! Du beleuchtest den Weg.
Lass! Lass nicht
in der Finsternis
Mich! Irren mit
irrendem Volk.
Sonn’, dir
glühenden, weiht sich das glühende Herz.
Sei mein Herr du,
mein Gott! Leit’, allsehende, mich.
Steigst auch du
hinab, herrliche?
Tief hüllet mich
Finsternis ein.
Hebe, liebendes Herz, dem Erschaffenden dich!
Sei mein Herr du, mein Gott! Du allliebender, du,
Der die Sonne, den Mond und die Stern’
Schuf, Erde und Himmel und mich.
Rahatlıkla
anlaşılacağı üzere Goethe, dramda Hz. Muhammed’e söylettiği bu monologunu, bu
yıldızlar kasidesini Kur’an’dan ilham alarak yazmıştır. Burada şairin, şairlik
fantezisini ve hürriyetini kullanarak Kur’an’ın 6. Sûresinde geçen Hz. İbrahim
kıssasını biraz değiştirdiği görülmektedir. Kur’an’da nakledilen olay aynen
şöyledir:
“İbrahim, babası
Âzer'e: Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de kavmini
de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum, demişti. Böylece biz, kesin iman
edenlerden olması için İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk.
Gecenin karanlığı onu kaplayınca bir yıldız gördü, Rabbim budur, dedi. Yıldız
batınca, batanları sevmem, dedi. Ay'ı doğarken görünce, Rabbim budur, dedi. O
da batınca, Rabbim bana doğru yolu göstermezse elbette yoldan sapan
topluluklardan olurum, dedi. Güneşi doğarken görünce de, Rabbim budur, zira bu
daha büyük, dedi. O da batınca, dedi ki: Ey kavmim! Ben sizin (Allah'a) ortak
koştuğunuz şeylerden uzağım. Ben hanîf olarak, yüzümü gökleri ve yeri yoktan
yaratan Allah'a çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (Sure 6/75-79)
Dramındaki
yıldızlar kasidesini tamamıyla bu âyetlerden aldığı ilhamla yazdığı apaçık
ortada olduğu halde Goethe, olayı Hz. Muhammed’in başından geçmiş gibi
anlatmaktadır. Şairin bu âyetlerden haberdar olmaması ihtimal dışıdır, çünkü
Maracci’nin Latince Kur’an tercümesinden bu âyetleri bizzat kendisi not
etmiştir. Demek oluyor ki Goethe, dramında sadece “zaman ve mekânların
dilenildiği gibi değiştirilebilmesi hususunda, elde edilmiş bulunan
serbestlikten geniş ölçüde faydalanmak”la kalmamış, bilakis aynı zamanda olayı,
yani Kur’an’da anlatılan İbrahim kıssasını da kısmen değiştirme yoluna
gitmiştir. Yoksa Goethe, Kur’an’da nakledilen olayda zannedildiği gibi Hz.
İbrahim ile Hz. Muhammed’i karıştırmamıştır.
Bu dramıyla
Goethe, yukarıdaki alıntıda da açıkça ifâde ettiği üzere, “Bir dehânın,
karakter ve fikir kuvvetiyle insanlara yapabileceği tesirin hepsini, aynı
zamanda da onun bu arada ne kazanıp ne kaybettiğini” göstermek istiyordu. Bunun
için Hz. Muhammed fevkalâde uygundu; çünkü Hz. Peygamber, hem ilâhî mesajın
taşıyıcısı hem de siyasi bir lider, bir başkumandan ve bir cihangir idi;
maksadına ulaşmak için gerektiğinde savaşı bir hile olarak kullanabiliyordu. Şu
var ki dramın kahramanı ilâhî mesajı sadece söz marifetiyle değil, aynı zamanda
güçlü bir serdar ve siyasi bir kişilik olarak güç kullanmak suretiyle de
insanlığa, geniş kitlelere yaymaya çalışacaktır. Hal böyle olunca ister istemez
hata, taksir (kusur), tedbirsizlik ve cürüm işlenmiş, bu suretle kahramanın
yüce safiyetine gölge düşmüş ve bunun neticesinde de ilâhî olanın tesiri
azalmış olacaktır. Unutmamak gerekir ki Goethe, bütün bu tezatları dramda bir
iç gerilim yaratmak için düşünmüştür; yoksa Hz. Peygamberin masumiyetine gölge
düşürmek, O’nun yüce sâfiyetini sorgulamak için değil. Zaten Goethe de Dichtung
und Wahrheit adlı eserinin on dördüncü bölümünde bu durumu aynen teyid
etmektedir:
“Tasavvur
edilebilen her türlü vasıtaları kullanmak mecburiyeti yüz gösterir. Zulüm de
eksik olmaz. İdam ettirdiği bir erkeğin karısı onu zehirler. Beşinci perdede
hisseder ki zehirlenmiştir. Onun o büyük metaneti, tekrar kendine gelişi ve o
yüksek mefkûreye dönüşü, herkesi hayran bırakır. O, öğretisini daha da
saflaştırmış, devletini sapasağlam bir hâle getirmiş olarak sonunda ölüyor.”
Görüldüğü üzere
Goethe dramında, dünyevî olanla ilahî olan arasındaki ince perdeyi kımıldatarak
bir estetik gerilim yaratmayı başarmıştır. Esasen Hz. Peygamber de tamamen bu
vakıaya dikkatleri çekmiş ve buyurmuştur ki, “Hiç ölmeyecekmiş gibi bu dünya
için ve yarın ölecekmiş gibi öbür dünya için çalışınız.” Demek oluyor ki tümden
dünya meşguliyetlerine dalmak, ilâhî kapasitede zorunlu olarak bir daralma
yaratmaktadır. O yüzden Goethe, “Dünyevî meşgale çoğalıyor ve geniş¬liyor,
ilâhî olan ise, geriliyor ve bulanıyor” demektedir.
Tefekkürün yüksek irtifalarında Goethe, kahramanlarına yer yer şiirler,
ilâhiler okutmaktadır. Bunlardan birisini, yukarıda verildiği üzere, Hz.
Muhammed’e okutmuştur; ancak ikinci bir nağme daha vardır ki bunun cidden eşi
benzeri yoktur. “Muhammed’in Nağmesi” (Mahomets Gesang) başlıklı bu ilâhi Hz.
Peygamber’i tebcil için kaleme alınmıştır. Bu şiiri Hz. Ali, Hz. Peygamber
zafer ve muvaffakiyetin zirvesinde iken, dramdaki o mâhut zehir hadisesiyle
ortaya çıkan durumdan az evvel, Hz. Peygamber’in yüce şanını tebcil için
okuyacaktır.
İmdi, bu
harikulâde Kaside-i Muhammediye’nin içeriğine geçmeden önce burada bir hususu
belirtmekte fayda var: Goethe’nin bu fragmanı, bu Muhammed Dramı her ne kadar
mükemmel bir dram olsa da, eserin sahnede gösterilmesi, zannımca, etik ve
estetik bakımdan sakıncalı olurdu. Zira Hz. Peygamber’in bir suretinin dahi
bulunmadığı ve görüntüsünün tamamen Müslüman’ın muhayyilesine bırakıldığı bizim
gibi Müslüman ülkelerde yüce peygamberi sahnede göstermek, hem Müslüman’ın
hayâl dünyasını hem de manevi dünyasını yıkmak anlamına gelir. Sadece Hz.
Peygamber’in değil diğer tüm peygamberlerin de bir tiyatro kahramanı olarak
sahneye çıkarılmaları, onların asırlar boyunca muhayyilemizde yüceltilen ilâhi
varlıklarını yaralar. Nitekim bu satırların yazarı, Federal Almanya’nın Bonn
kentindeki şehir operasında Strauss’un harikulâde bestesiyle sahnelenen Salome
piyesini seyrettiğinde ve Hz. Yahya peygamberi sahnede gördüğünde aynı
duyguları yaşamıştı. O itibarla, insanlığın hayal ve hâfızasına hürmeten,
Peygamberlerin ruhaniyetlerine saygı icabı onların sûretlerini sahnelerden uzak
tutmak, en azından etik olarak daha uygun olur, diye düşünürüm.
KASİDE-İ MUHAMMEDİYE
Gelelim Kaside-i
Muhammediye’ye… Hz. Muhammed hakkında yazılmış kasidelerin en güzellerinden
biri olan bu kaside üzerinde biraz durmak istiyoruz; ancak evvelâ o yüksek
nağmeyi, o ulvî şiiri duymaya çalışalım:
MAHOMETS GESANG
Seht den
Felsenquell,
Freudehell,
Wie ein
Sternenblick;
Über Wolken
Nährten seine
Jugend
Gute Geister
Zwischen Klippen
im Gebüsch.
Jünglingsfrisch
Tanzt er aus der
Wolke
Auf die
Marmorfelsen nieder,
Jauchzet wieder
Nach dem Himmel.
Durch die
Gipfelgänge
Jagt er bunten
Kieseln nach,
Und mit frühem
Führertritt
Reißt er seine
Bruderquellen
Mit sich fort.
Drunten werden in
dem Tal
Unter seinem
Fußtritt Blumen,
Und die Wiese
ebt von seinem
Hauch.
Doch ihn hält
kein Schattental,
Keine Blumen,
Die ihm seine
Knie umschlingen,
Ihm mit
Liebesaugen schmeicheln:
Nach der Ebne
dringt sein Lauf
Schlangenwandelnd.
Bäche schmiegen
Sich gesellig an.
Nun tritt er
In die Ebne
silberprangend,
Und die Ebne
prangt mit ihm,
Und die Flüsse
von der Ebne
Und die Bäche von
den Bergen
Jauchzen ihm und
rufen: Bruder!
Bruder, nimm die
Brüder mit,
Mit zu deinem
alten Vater,
Zu dem ewgen
Ozean,
Der mit
ausgespannten Armen
Unser wartet
Die sich, ach!
vergebens öffnen,
Seine Sehnenden zu
fassen;
Denn uns frißt in
öder Wüste
Gierger Sand; die
Sonne droben
Saugt an unserm
Blut; ein Hügel
Hemmet uns zum
Teiche! Bruder,
Nimm die Brüder
von der Ebne,
Nimm die Brüder
von den Bergen
Mit, zu deinem
Vater mit!
Kommt ihr alle! –
Und nun schwillt
er
Herrlicher; ein
ganz Geschlechte
Trägt den Fürsten
hoch empor!
Und im rollenden
Triumphe
Gibt er Ländern
Namen, Städte
Werden unter
seinem Fuß.
Unaufhaltsam
rauscht er weiter,
Läßt der Türme
Flammengipfel,
Marmorhäuser,
eine Schöpfung
Seiner Fülle,
hinter sich.
Zedernhäuser
trägt der Atlas
Auf den
Riesenschultern; sausend
Wehen über seinem
Haupte
Tausend Flaggen
durch die Lüfte,
Zeugen seiner
Herrlichkeit.
Und so trägt er
seine Brüder,
Seine Schätze,
seine Kinder
Dem erwartenden
Erzeuger
Freudebrausend an
das Herz
Hz. Muhammed’in
Nağmesi
Türkçesi:
MUHAMMED KASİDESİ
Kayalıklardan
fışkıran,
Şu neşe pınarına
bakın,
Bir yıldız çakışı
sanki;
Bulutlar üzerinde
Yüce ruhlar
beslemiş gençliğini,
Derûnunda
koruluktaki kayalıkların.
Taptaze
gençliğiyle,
Sıyrılıp
bulutlardan
Raks eder gibi
iner mermer kayalara
Haykırır
sevincini yine
Sînesinden
asumana.
Katmış da önüne
rengârenk çakılları
Sürüklüyor dağ
geçitlerinden aşağı,
Ve bir önder
azmiyle
Götürüyor
beraberinde,
Nice kardeş
pınarları.
Vadilerden aşağı
Çiçeklenir
geçtiği yerler,
Ve çimenler
Soluğuyla
yeşerir.
Lâkin eyleyemez
onu,
Ne gölgeli
vadiler,
Ne sevdalı
bakışlarla yüze gülerek,
Dizlerine kapanan
çiçekler:
Basıp ovayı tâ
içlere kadar ilerler,
Sonra döne dolana
akar gider.
Yoldaşı oluverir
akarsular.
Ve şimdi gümüş
parıltılar içinde
Girer ovaya,
Ve onunla
parıldar ova,
Ve ovalardan
gelen ırmaklardan
Ve dağlardan inen
derelerden
Sevinçle bir ses
yükselir: Kardeş!
Kardeş,
kardeşlerini de al yanına,
O kadîm Yaradana,
Kucağını açıp
bizi bekleyen
O ebedî ummana
kavuştur,
Ah! O kollar ki
beyhûde açılmış,
Bağrına basmak
için hasret çekenleri;
Zira şu ıssız
çölün
Haris kumları
bizi yiyip bitirecek;
Güneş yukardan
kanımızı içecek;
Bir tümsek engel
göle ulaşmamıza!
Kardeş!
Al ovalardan
bütün kardeşleri,
Dağlardan bütün
kardeşleri al
Eriştir hepsini
yüce Yaradana!
Haydi, gelin
hepiniz!-
Nasıl da coşmakta
şevkle;
Bir nesil ki
taşıyor yücelere önderini!
Parlak zaferlerle
ilerlerken,
Ülkelere ad
verir,
Geçtiği yerlerde
şehirler kurulur.
Durdurulamaz, muttasıl
akar köpürerek
Öyle cömert bir
fıtrat ki o,
Parlayan
kuleleri,
Ve görkemli
mermer sarayları
Böylece ardında
bırakır gider.
Sanki atlas;
sedir ağacından gemileri,
Taşıyor devâsâ
omuzlarında;
Ve bir uğultu ki
rüzgârda,
Sırtında binlerce
yelkenli,
Hep onun
ihtişamına şahit.
Ve böylece bütün
kardeşlerini,
Evlatlarını,
hazinelerini,
Neşe saçan
kalbiyle
Götürür bekleyen
Yaradana.
İmdi,
“Muhammed’in Nağmesi” başlıklı şiir bu. Başlık yanıltıcı olabilir; şiir, Hz.
Peygamberin terennüm ettiği bir şiir değil, tam aksine Hz. Muhammed’i yüceltmek
üzere yazılmış bir tür na’t, bir kaside. Esasen Goethe, bu şiiri Muhammed
Dramı’nda Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın karşılıklı olarak kıta kıta okumaları için
kaleme almış. Ne var ki mezkûr dram tamamlanmayınca, geriye bu iki şiir
kalıyor. Bu eseri kaleme almadan önce Goethe, Avrupa’da o zamana kadar Hz.
Muhammed hakkında neşredilmiş tüm kitapları okuyor. Şunu belirtelim ki şairler
prensinin Hz. Peygamber hakkında okuduğu kitapların hemen hepsi maalesef
önyargılarla dolu menfî kitaplardır. Daha doğrusu bu kitaplarda Hz. Peygamber,
iktidar düşkünü, şiddet yanlısı bir sahtekâr, bir tiran ve yalancı bir
peygamber olarak tanıtılıyor; fakat buna rağmen Goethe, mütecessis dehâ
kudreti, sezgisi ve müthiş zekâsıyla bu menfî kitapların ve önyargılar
cürufunun içerisinden “fışkıran bir neşe pınarı” olan Hz. Peygambere ulaşmayı
başarmıştır. İşte bu muhteşem şiir, bu harikulâde kaside böyle bir tecessüsün
eseridir. Doğrusu Goethe, bu şiirinde -her ne kadar Hz. Peygamber’i bir dâhi olarak
takdim etmek doğru değilse de- Hz. Peygamberi, insanlığın manevî lideri bir
“dehâ” olarak tebcil etmektedir. Ona göre Hz. Peygamber, insanlığın manevî
lideri olarak, onun tâbiriyle “bir din dâhisi” olarak, tıpkı kayalardan
fışkıran bir pınarın ummana koşması gibi, tüm insanları bir kardeş muhabbetiyle
yanına almış, Allah’a eriştirmeğe çalışmaktadır.
Böylece şiirin
asıl mânâ alanına intikal etmiş bulunuyoruz. Öyleyse idrakimizin tüm ışıklarını
sonuna kadar açarak şiirde resmedilen bu muhteşem mânâ akışını temâşâ edelim.
Daha şiirin ilk
mısralarında estetik büyüsüyle şöyle bir tablo çıkıyor karşımıza: Kayalardan
fışkıran berrak bir pınar… Beyaz inciler gibi raksedercesine mermer kayalar
üzerine dökülür ve parlak bir ışık huzmesi gibi yukarı sıçrar, tül tül dağılır…
Hayat verici, taze, canlı, serinletici su ve suyun harikulâde sesi… İlk
mısralarda irademizi âdeta sihirleyen bu estetik görünüş, bu gümüş parıltı
gittikçe büyüyen, açılan ve diğer akarsuları, çayları ve dereleri de bünyesine
katmak suretiyle daha da güçlenen, güçlendikçe güzelleşen, büyük görkemli
kayalar üzerine tül tül dağılan, yayılan ve yeniden toparlanan, sonra daha
güçlü olarak akışına devam eden ve zamanla tüm renk ve ışık oyunlarıyla gözü,
sesin çeşitli tını ve renklerinden oluşan bir âhenk ve ritimle de kulakları
kendine bend eden bir güç, ihtişam ve coşku ırmağı halinde okyanusun
derinliklerine iner.
İlk bakışta
gördüğümüz estetik manzara budur; dağ doruklarından bir ışık seli halinde inen
ve bütün diğer dereleri ve küçük nehirleri de kendine katarak hiçbir engel
tanımadan okyanusa koşan gümüş bir parıltı.
Peki, hepsi bu
kadar mı? Hayır… Öyleyse manzaraya biraz daha yakından bakalım: Dağ
doruklarındaki kayalıklardan gür bir ışık seli gibi fışkıran berrak, pırıl
pırıl bir pınar, omuzlarımızdan dökülür gibi, hayat saçarak, susuz gönülleri
serinletircesine yüce dağlardan iniyor; kayalıkların arasından köpük köpük
dökülerek, çağlayarak aşağılara doğru akıyor. Bu coşkun akış, bu heybetli geliş
esnasında gittikçe güçlenen ve köpüren pınar, dağ geçitlerinden geçerken
rengârenk çakılları önüne katar, kardeş pınarları yanına alır ve daha da
güçlenerek, kükreyen bir aslan gibi vadilere iner. Onun soluğunu duyan çemen
çocukları bir bir seyre çıkarlar; süsenler dillenir, menekşeler titreşir, sümbüller
ve laleler yakasını açar, gelincikler el ele tutuşur ve her zaman gözü yaşlı
nergis başta olmak üzere tüm yüzler güler. Gelişini hasretle bekleyen,
kutlayan, buna içtenlikle sevinen, bayram eden bahar çocukları, gidişine
üzülür, gözyaşı dökerler; ayrılmasın diye yalvarıp yakarırlar, dizlerine
kapanırlar; vadi yemyeşil ipek halılar serer ayağına, güzel kokuyu sevdiği için
çiçekler en güzel kokuları takdim ederler ona. Gitmesini istemezler, çünkü
onunla iklim değişmiştir, bahar gelmiştir gönüllerine. O ise, ovayı tâ içlerine
kadar sulayıp, ışıklandırdıktan sonra kararlı adımlarla yoluna devam etmek
ister. Uzun zaman onlarla olamaz, eğlenemez, çünkü hasretle kendisini bekleyen
kardeşlerini de alacaktır kollarına; ovalardan çayları, dağlardan inen dereleri
de kardeşçe kucaklayıp bağrına basacaktır. Peki, bütün çaylar, dereler ve küçük
akarsular bu ana ırmakla birleşmeğe can atarken, kendi başına akıp giden, ana
ırmakla birleşmek istemeyen, yanlış yolda olan ve yanlış istikamette akan sular
çıkmayacak mıdır? Çıkacaktır belki, çünkü kalpleri mühürlü olanlar da vardır.
Onlar sapkınlardır; Allah’ın ipine sarılmayanlar elbette yanlış yola
gideceklerdir. Allah’ın ipi gürül gürül akan ırmağa benzer; bu ırmak, ilâhî
mesajın taşıyıcısı, ilâhî bilgilerin menbaı Hz. Peygamberdir. Bu ilâhî mesajı
taşıyan Hz. Peygamberi hiçbir engel durduramaz; o hiçbir yerde eğlenemez. Onun
görevi bu ilâhî mesajı tüm insanlara ulaştırmaktır.
Evet, bu ilâhî
mesajın taşıyıcısı hiçbir yerde eğlenemez, kalamaz, çünkü kâinatın her yerinde
insanlık onu beklemektedir. Dağlardan kopup gelen nice dereler, onun kucağına
atlarcasına şelalelerden aşağı bırakan köpüklü sular ve kızgın güneşin altında,
parlak kumlar üzerinde sessizce akan çaylar onun sesini duyuyorlar, onu
bekliyorlar, ona sığınmak istiyorlar. Ve pek garibâne duygularla, “Gel, bizi de
kollarına al, ummana, yüce Yaradan’a ulaştır!” diye yalvarıyorlar; “Şu ıssız,
vahşi çölün, muhteris kumları bizi yiyip bitirecek, güneş yukardan kanımızı
içecek!” diyorlar. İşte bu yüzden, o nurdan nehir, omuzlarında dehânın ağır
yüküyle yoluna devam etmek mecburiyetindedir; zira o, beşeriyetin acılarını
dindirmekle görevlidir. İşte bu yüzden o, kırık kalpleri onarmak, üzgün yüzleri
güldürmek, geçtiği yerlerde mamur medeniyetler inşa etmek üzere yoluna devam
etmek istemektedir. O, geçtiği yerlerdeki harabeleri mamur bir medeniyete
dönüştürmüş, ardında ışıl ışıl yanan minareler, kuleler ve pırıl pırıl mermer
saraylar serpiştirmiştir.
Nihayet,
başlangıçta kaynağından taşarak menziline ulaşmak üzere yola koyulan, hiçbir
yerde durmayan, durdurulamayan bu gümüş ırmak, zamanla çayları, dereleri, diğer
akarsuları da bünyesine katarak ve gittikçe daha da güçlenerek büyük bir coşku
ve ihtişamla ve de gücünün zirvesinde ummana ulaşıyor. Şiirin başından sonuna kadar
irâdemizi esir eden ve bakışımızı büyüleyen nurdan bir ırmak akmaktadır
gözümüzün önünden. Şiirde verilen manzara, ahenk, renk, ses ve ışık öylesine
güçlüdür ki, bu durum, şiirden kopmayı imkânsız kılmaktadır. Manzaraya hâkim
olan, bakışımızı esir alan berrak pınar, gürül gürül akan ırmak harikulâde bir
metafordur. Rahatlıkla anlaşılacağı üzere bu mecazla anlatılmak istenen yüce
insan, adı sadece şiirin başlığında zikredilen Hz. Muhammed’dir. Hz. Peygamber
burada berrak akan bir sudur, bir pınardır, bir nurdur. Saf su, saf ışıkla
sembolleşen yüce Peygamber, pür nur bir rehber, kararlı bir lider olarak ilâhî
mesajı susuz gönüllere taşımaktadır. Bu dehâ, tıpkı coşkun bir ırmak gibi
mukaddes yolculuğuna başlar, zamanla tüm öteki kardeşlerini de kollarına alarak,
elde ettiği zaferlerle gittikçe güçlenir ve nihayet ilâhî bir güzellik, azamet
ve ihtişam içerisinde ummana varır. Manzara budur ve şiirde “fışkıran pınar” ve
“coşkun akan ırmak” sembolüyle baştan sona, çocukluğundan hayatının sonuna
kadar Hz. Peygamber’in hayatı anlatılmaktadır. Goethe burada Hz. Muhammed’i
kendini tümden Allah’a adamış gerçek dindar adamın bir prototipi, Allah’ın
gerçek kulu (abduhu lafzının tarif ettiği üzere) olarak takdim etmektedir.
Üstünkörü bir
bakışla şiirdeki estetik manzara böyle görünmektedir; ancak bu estetik görüntü
bize şiirin anlatmak istediklerini tümüyle vermekten halen çok uzaktır. Şiiri
hakkıyla değerlendirmek için bütünüyle muhtevaya, yapıya ve teferruata daha
yakından bakmak gerekmektedir; ancak evvela neşrinden sonra şiirin yarattığı
yankılara bir göz atalım.
KAYNAK: Goethe ve
Hz. Muhammed (Timeturk, 01.03.2010).
HİCRET
NECİP FAZIL
KISAKÜREK
Mekke'yle Medine arası yollar;
Çizik çizik hasret yarası yollar.
Vardığı her nokta yine başlangıç;
Gitgide Allah'a varası yollar.
Mekke'yle Medine arası yollar;
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin
Yalnız iki çift nurdan güvercin.
Bunlar iki dostun ayakları ki,
Yolları göklere bağlayan perçin.
Bu çıplak yollarda ne in, ne de cin
Hicret, yurtdışında aranan destek;
Dava sahibine öz yurdu köstek.
Merkezi dışardan sarmaktır murad,
Merkezi çevreden fethidir istek.
Hicret, yurtdışında aranan destek.
İnsan koşar ufuk kaçar beraber;
Ufukta, varılmaz gayeden haber.
O ki, eteğinde ufuk ve gaye,
O ki, Gaye-İnsan, Ufuk-Peygamber.
İnsan koşar ufuk kaçar beraber;
Ayakta, Medine müslümanları;
İslam'ın "Yardımcısı" kahramanları...
Rasûller Rasûlü uğrunda fedâ,
Malları, canları, hânümanları...
Ayakta, Medine müslümanları;
MUHAMMED’İN YAKARIŞI
RAINER MARIA RILKE
Gerçi saklandığı yere, o pek yüce olan
Girince bir bakışta tanınan Melek
Dimdik ve görkemli parıltılar salan:
Yalvardı bütün iddialardan vazgeçerek
İzin verilsin diye gezgin kalmasına
Eskisi gibi, dalgın bir tacir olarak yani;
Okumuşluğu yoktu, fazla gelirdi ona da
Bilginlere de görmek sözün böylesini.
Melekse emredercesine gösteriyordu
Levhasına yazılanları yalvarana
Gösteriyor ve istiyordu tekrar: Oku
Okudu O da: Öyle ki Melek hayrandı.
Çoktan okumuş denirdi artık ona
Yapabilendi o, kulak veren ve yapandı.
O GECE
MEHMET AKİF ERSOY
On dört asır evvel, yine böyle bir geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lakin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler,
Kaç bin senedir halbuki bekleşmedelerdi!
Neden görecekler, göremezlerdi tabii;
Bir kere, zuhur ettiği çöl en sapa yerdi,
Bir kerede, mamure-I dünya, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bu günden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevza bütün afakını sarmıştı zeminin.
Salgındı, bugün şarkı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma'sum,
Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı dirildi;
Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi geberdi!
Alemlere rahmetti evet şer-i mübini,
Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sahipse, O'nun vergisidir hep;
Medyun ona cemiyyet-i, medyun O'na ferdi.
Medyundur o masuma bütün bir beşeriyet
Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret.
ÖRNEK İNSAN ve ÖRNEK MÜSLÜMAN
Dinlerin
önemini yitireceği kehanetinin iflasından sonra, özellikle İslam dini, dünya
gündeminin hep birinci sırasında yer almaya devam ediyorsa…
İslam’ın
çeşitli yönleri üzerinde tartışmayı sürdüren binlerce yazar ve politikacı
ortaya koydukları görüşlerle zihinleri aydınlatmakta yeterli olamıyorsa…
Gerçek
İslam budur denilebilecek birinci elden en doğru bilginin İslam Peygamberi’nin
hayatında olduğunu hatırlamak herhalde en doğrusudur.
İhsan Işık
PEYGAMBER MUHAMMED'E
(DAĞ
PINARI)
GOETHE
Sevinç, sevinç berraklık
Yıldız, yıldız parlaklık
O ki bir dağ pınarı
Bulutlar üstü aklık
Yücelik eşiği
Yamaçlar, loş kuytular
Melek sallar beşiği,
Nur içinde uykular
Semada bir coşkunluk
Dar geçitler vadiler
Her pınar oluk, oluk,
O pınara erdiler
Nefesiyle yeşermiş,
Çimenler ve çiçekler,
Gümüş ışıklar sermiş,
Onun yolunu bekler
Pınarlar haykırıyor;
"Sakın bırakma bizi!
Çöller kızgın, akmak zor
Kum yutar hepimizi"
Peki der dağ pınar'ı
Toplayıp pınarları
Kabarır, coşar, taşar
Yeni ülkeler aşar
Doğar geçtiği yerde
Şehirler, mamureler
Nakışlar mermerlerde,
Alev uçlu kuleler
Bağlılarını taşır,
Eteğin Rahman'a
Yürür, gider, karışır
O ilahi Ummana"
SANA HAYRANDIR
EFENDİM
ALİ ULVİ KURUCU
Rûhum sana âşık, sana hayrandır Efendim,
Bir ben değil, âlem sana kurbandır Efendim.
Ecrâm ü felek, Levh u Kalem, mest-i nigâhın,
Dîdârına âşık Ulu Yezdân'dır Efendim.
Mahşerde nebîler bile senden medet ister,
Rahmet, diyen âlemlere, Rahman'dır Efendim.
Kıtmîrinim ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından,
Asilere lütfun, yüce fermândır Efendim..
Ta Arşa çıkar her gece âşıkların âhı,
Medheyleyen ahlâkın, Kur'ân'dır Efendim.
Aşkınla buhurdan gibi tütmekde bu kalbim,
Sensiz bana cennet bile hicrandır Efendim...
Dağ kalbime bir lâhzacık ey Nur-i dilârâ,
Nûrun ki; gönül derdime dermandır Efendim...
Ulvî de senin bağrı yanık âşık-ı zârın,
Feryâdı bütün âteş-i sûzandır Efendim...
TARİH SIRASINA GÖRE
PEYGAMBERİMİZİN HAYATI
İhsan IŞIK
570
yılında Peygamberimiz Hz.Muhammed (s.a.v) Mekke’de doğdu. Babasının adı
Abdullah, annesinin adı Amine’dir. Doğumundan birkaç ay önce babasız kaldı.
577
yılında Peygamberimiz yedi yaşındayken annesi Amine vefat etti. Çocukluğunda
O’nu dedesi Abdülmuttalib, dedesinin ölümünden sonra da amcası Ebu Talib
korudu.
595
yılında, 25 yaşında iken 40 yaşında iyi ahlaklıyla tanınmış bir dul kadın olan
Hz. Hatice ile evlendi. Peygamberimizin soyunu sürdüren çocukları Hz.
Hatice’den olmuşlardır.
610
yılında yüce Allah, Hz. Muhammed’i peygamberlikle görevlendirdi. Peygamberimize
Hz.Cebrail’in getirdiği ilk Kur’an ayeti “Oku” diye başlamıştır.
612
yılından itibaren Kureyşli müşrikler, Peygamberimize ve ilk Müslümanlara üç ay
boyunca her türlü işkence, baskı ve hakaretleri yaptılar.
615
yılında Resulullah, işkenceye dayanamayan bazı Müslümanların Habeşistan’a
hicretine izin verdi.
620
yılında Peygamberimizin koruyucusu, amcası (Hz,Ali’nin babası) Ebu Talib ve Peygamberimizin
eşi Hz, Hatice vefat ettiler. Resullullah aynı yıl hz. Aişe ile nişanlandı.
622
yılında Peygamberimiz, arkadaşı Hz.Ebu Bekir ile birlikte Medine’ye hicret
etti. Büyük sevgi gösterileriyle karşılandı.
624
yılında Bedir Savaşı oldu. Peygamberimizin Başkomutanı olduğu İslam ordusu,
daha kalabalık olan müşrik ordusunu yendi. Aynı yıl Peygamberimiz Beni Nadir
gazvesine katıldı ve Müslümanlara tuzak kuran Yahudileri cezalandırdı.
625
yılında Uhud Savaşı oldu. Bu savaşta Müslümanlar önce galip duruma geçtiler. Sonra
Peygamberimizin bazı emirlerine uymayı ihmal edince yenildiler.
627
yılında Peygamberimiz Müreysi gazvesine katıldı ve Kureyş müşrikler ile
işbirliği yapan Müreysi müşriklerini cezalandırdı. Aynı yıl Hendek Savaşı oldu.
Medine’yi kuşatan müşrikler Allah’ın gönderdiği şiddetli fırtına ile
silahlarını ve eşyalarını bırakarak kaçtılar.
628
yılında Hudeybiye Barışı yapıldı. Bu barışın yapılmasıyla Müslümanlar İslam’ı
yaymaya daha fazla zaman buldu ve Müslümanların sayısı hızla çoğaldı. Aynı yıl
Hayber Kalesi fethedildi. Müslümanları tehdit eden Hayber Yahudileri
cezalandırıldı. Bir Yahudi kadının ikram ettiği yemek Peygamberimizi zehirledi,
hastalanmasına sebep oldu. Yine 628 yılında Peygamberimiz, Bizans İmparatoru
Herakliyus’a, İran Kisrası’na, Mısır sultanı Mukavkıs’a ve Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye mektup
gönderdi ve onları Müslüman olmaya çağırdı.
629
yılında Mute Savaşı yapıldı. Peygamberimiz Suriye bölgesini ellerinde tutan
Rumların üzerine bir ordu gönderdi ve üç bin kişilik bir ordu ile yüz bin kişilik
düşman ordusunu bozguna uğrattı.
630
yılında Mekke fethedildi. Peygamberimiz Mekke’ye girince ilk iş olarak Kabe’yi
putlardan temizledi.
631
yılında Tebük Savaşı yapıldı. Bizans Ordusu İslam Ordusunun karşısına çıkma
cesaretini gösteremedi. Peygamberimiz Arabistan’ın kuzeyini İslam devletinin
egemenliğine soktu.
632yılında
Peygamberimiz Veda Haccını yapıp Veda Hutbesini okudu. Medineye döndüğünde
hastalandı. Birkaç ay sonra hastalığı arttı ve vefat etti. Vefat ettiği yere
gömüldü. Peygamberimizin mezarı Medine’dedir.
TOLSTOY ve HZ. MUHAMMED
"...Bunu söylemek ne
kadar tuhaf olsa da benim için Muhammedilik, Haça tapmaktan (Hıristiyanlık'tan)
mukayese edilemeyecek kadar yüksekte duruyor. Eğer insan, seçme hakkına sahip
olsaydı, aklı başında olan her bir insan, şüphe ve tereddüt etmeden
Muhammediliği; tek Allah'ı ve onun Peygamberini kabul ederdi."
Lev N. TOLSTOY (1828-1910)
Ünlü Rus yazarı L N. Tolstoy, 1908
yılında, Abdullah EI-SÜHREVERDİ'nin Hindistan'da basılmış "Hz. Muhammed'in
Hadisleri" kitabını okumuştur. Okuduğu hadislerden bir risale (kitapçık)
tertip etmiş, bunu Rusya'nın 'Posrednik' adlı yayınevinde bastırmıştır.
Rus halkı ve özellikle Rus
aydınları, L. N. Tolstoy'u ilahi bir kuvvete sahip gibi seviyorlardı ve onun
İslamiyeti kabul etmesinin duyulmasının Rus toplumu içinde İslam'a güçlü bir
akım başlatabileceğini biliyorlardı. Bu yüzden de Tolstoy'un Hz.Muhammed' in
hadislerinden derlediği kitapçığını KGB gibi Rus istihbarat birimleri gizli
tutmaya, unutturmaya ve basılmasını engellemeye çalışıyorlardı. Tolstoy, bu
risale (kitapçık) ile Rus okurlarını, Hz. Muhammed'in hadisleriyle
tanıştırmıştır. Hadislerden seçtiği konularda 'fakirlik' ve 'eşitlik' gibi
kavramları esas almış, Rus halkına ve onları aldatanlara bir ders verir nitelikte
olmasına özen göstermiştir.
Tolstoy, seçip kitapçık haline
getirdiği bu hadislerle, gerçek adalet ve eşitliğin, gerçek kardeşlik ve
fedakârlığın yerinin İslam olduğu, hatta insana saygı ve sevginin ve daha
ötesinin de yerinin yine İslam olduğunu vurgulamak istemiştir...
(Prof. Dr. Telman Hurşidoğlu ALİYEV)
HZ. MUHAMMED (s.a.v) (Özet Bilgi)
Son Peygamber, İslam Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v),
570 yılında Mekke’de doğdu. Babasının adı Abdullah, annesinin adı Amine’dir. Doğumundan
birkaç ay önce babası vefat edince yetim kaldı.
577 yılında Peygamberimiz yedi yaşındayken annesi Amine
de vefat etti. Çocukluğunda O’nu dedesi Abdülmuttalib, dedesinin ölümünden
sonra da amcası Ebu Talib korudu.
595 yılında, 25 yaşında iken, iyi ahlaklıyla tanınmış
40 yaşında bir dul kadın olan Hz. Hatice ile evlendi. Peygamberimizin soyunu
sürdüren çocukları Hz. Hatice’den olmuşlardır.
610 yılında yüce Allah, Hz. Muhammed’i Peygamberlikle
görevlendirdi. Peygamberimize Hz. Cebrail’in getirdiği ilk Kur’an ayeti “Oku”
diye başlamıştır.
612 yılından itibaren Kureyşli müşrikler, Peygamberimize
ve ilk Müslümanlara üç ay boyunca her türlü işkence, baskı ve hakaretleri
yaptılar.
615 yılında Resulullah, işkenceye dayanamayan bazı
Müslümanların Habeşistan’a hicretine izin verdi.
620 yılında Peygamberimizin koruyucusu, amcası (Hz, Ali’nin
babası) Ebu Talib ve Peygamberimizin eşi Hz, Hatice vefat ettiler. Resullullah
aynı yıl Hz. Aişe ile nişanlandı.
622 yılında Peygamberimiz, en yakın arkadaşı Hz. Ebubekir
ile birlikte Medine’ye hicret etti. Medine halkının büyük sevgi gösterileriyle
karşılandı.
624 yılında Bedir Savaşı oldu. Peygamberimizin
Başkomutanı olduğu İslam ordusu, daha kalabalık olan müşrik ordusunu yenerek
büyük bir zafer kazandı. Aynı yıl Peygamberimiz Beni Nadir gazvesine katıldı ve
Müslümanlara tuzak kuran Yahudileri cezalandırdı.
625 yılında Uhud Savaşı oldu. Bu savaşta Müslümanlar
önce galip duruma geçtiler. Sonra Peygamberimizin bazı emirlerine uymayı ihmal
edince yenildiler.
627 yılında Peygamberimiz Müreysi gazvesine katıldı ve
Kureyş müşrikleri ile işbirliği yapan Müreysi müşriklerini cezalandırdı. Aynı
yıl Hendek Savaşı oldu. Medine’yi kuşatan müşrikler Allah’ın gönderdiği
şiddetli fırtına ile silahlarını ve eşyalarını bırakarak kaçtılar.
628 yılında Müslümanlar ile Kureyşli müşrikler
arasında Hudeybiye Barışı yapıldı. Bu barışın yapılmasıyla Müslümanlar İslam’ı
yaymaya daha fazla zaman buldu ve Müslümanların sayısı hızla çoğaldı. Aynı yıl
Hayber Kalesi fethedildi. Müslümanları tehdit eden Hayber Yahudileri
cezalandırıldı. Bir Yahudi kadının ikram ettiği yemek Peygamberimizi zehirledi,
hastalanmasına sebep oldu.
Yine 628 yılında Peygamberimiz, Bizans İmparatoru
Herakliyus’a, İran Kisrası’na, Mısır sultanı Mukavkıs’a ve Habeşistan hükümdarı Necaşi’ye mektup
gönderdi ve onları Müslüman olmaya çağırdı.
629 yılında Mute Savaşı yapıldı. Peygamberimiz Suriye
bölgesini ellerinde tutan Rumların üzerine bir ordu gönderdi ve üç bin kişilik
bir ordu ile yüz bin kişilik düşman ordusunu bozguna uğrattı.
630 yılında Mekke fethedildi. Peygamberimiz Mekke’ye
girince ilk iş olarak Kâbe’yi putlardan temizledi.
631 yılında Tebük Savaşı yapıldı. Bizans Ordusu İslam
Ordusunun karşısına çıkma cesaretini gösteremedi. Peygamberimiz, bu zafer
sonucu Arabistan’ın kuzeyini İslam devletinin egemenliğine soktu.
632 yılında Peygamberimiz Veda Haccını yapıp ünlü Veda
Hutbesini okudu. Medine'ye döndüğünde hastalandı.
Peygamberimizin Vefatı
Medine'ye dönüşünden birkaç ay sonra Resulullah'ın
(s.a.v) hastalığı artmış, namazını bile güçlükle kılıyordu. Çok istediği halde
her vakit mescide gidemiyordu. Yine mescide güçlükle gidebildiği bir gün,
Müslümanlardan iki kişinin yardımıyla minbere çıkmış, Allah’a şükürler edip
cemaate öğütlerde bulunduktan sonra vedalaşarak şöyle buyurmuştu:
-
"Ey
İnsanlar, kimin sırtına vurmuş isem, işte sırtım, gelsin vursun. Kimin alacağı
varsa, gelsin alsın".
Peygamberimiz bunları söyledikten sonra öğlen namazını
kıldırdı. Sahabelerden biri çıkarak üç dirhem alacağı olduğunu söyleyince hemen
ona borcunu ödedi. Sonra yine Müslümanlara dua etti. Allah’ın elçisi,
konuşmasının devamında, müşriklere karşı uyanık olunmasını, onların fitne
çıkarmasına fırsat verilmemesini istiyordu. Bütün Müslümanlar Peygamberimizi
gözleri yaşlı olarak dinliyordu.
Resulullah o gün, kendisini kastederek bütün
Müslümanları ağlatan şu sözleri söylemişti:
-
"Yüce Allah,
bir kulunu dünya ve ahiret arasında serbest bırakmıştır".
Bu kul kendisinden başkası değildi. Görevi sona erince
Allah onu hayatının son günlerine getirmişti. Resulullah o gün Müslümanlara
yaptığı konuşmasını “Sizi Allah’a ısmarladım” sözleriyle tamamladı.
Sonraki günlerde Peygamberimizin hastalığı ağırlaşmaya
başlamıştı. Bütün Müslümanlar üzüntü içinde onun çevresinde dönüp duruyorlardı.
O günlerde ancak iki defa daha mescide gidebildi. Hz. Ali ve Hz. Abbas’ın
yardımıyla çıktığı minberde Müslümanlara hastalığı konusunda bilgi verdi ve
öğütlerini söyledi. Resulullah, kendisini üzüntü içinde dinleyen Müslümanlara
şöyle seslendi:
- "Ey insanlar, duyduğuma göre benim öleceğimi
düşünüp üzülüyormuşsunuz. Hangi Peygamber kendi ümmeti arasında sonsuza kadar
yaşadı ki? Ben de sonsuz kadar yaşamayacağım, bir gün ben de Allah’a
kavuşacağım".
Resulullah, sonra Medineli Ensar Müslümanlara seslenip,
Medine'ye göç etmiş Mekkeli Muhacir Müslümanlara iyi davranmalarını söyledi.
Daha sonra Muhacir Müslümanlara seslenerek onlardan da Ensar Müslümanlara güzel
davranışlar içinde olmalarını istedi. Ensar’ın Muhacirlere yardım edip
mallarını ortaklaşa kullandığı hicret günlerini hatırlattı ve birbirlerinin
hatalarını bağışlamalarını öğütledi. Bu sözlerin ardından yine bütün
Müslümanlara dualar edip, tüm Müslümanların ellerini ve dillerini kötülüklerden
uzak tutmalarını emretti.
O gün namazdan sonra hastalığı daha da ağırlaştı.
Vefatına üç gün kala yerinden kalkamaz olmuştu. Artık mescide gidip imamlık
yapamayınca:
-
"Ebubekir’e
söyleyiniz müminlere namaz kıldırsın" buyurdu.
Peygamberimizin bu emri, vefatından sonra halifelik
görevine Hz. Ebubekir’i daha layık gördüğü şeklinde yorumlandı. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin
vefatına üç gün kala imamlık görevini üzerine aldı ve Resulullah’ın sağlığında
on yedi kez imamlık görevi yaptı.
Peygamberimizin rahatsızlığı Pazar günü daha da
artınca, Hz. Üsame, ordusunun başından ayrılarak O’nun huzuruna çıktı.
Resulullah Üsame’nin beklemesini istemiyordu, fakat konuşamadı. Sadece ellerini
kaldırıp Üsame ve İslam ordusu için dua etti.
632 yılının Rebîülevvel ayının on ikinci günü,
Pazartesi günüydü. Peygamberimiz biraz iyileşmişti. Mescide gittiğinde müminler
Hz. Ebubekir’in ardında namaz kılıyorlardı.
O’da cemaatin arasında namazını kıldı. Herkes Resulullah’ın artık
tamamen iyileştiğini sanıp seviniyordu. Halbuki Peygamberimiz iyi değildi.
Namazdan hemen sonra Hz. Aişe’nin odasına giderek
döşeğe yattı. Artık rahat uyuyabilirdi. Çünkü Allah’ın kendisine verdiği Peygamberlik
görevini başarıyla yerine getirmişti. Allah’ın bildirdiği emir ve yasakları
insanlara duyurmuştu. Artık Allah’ın kitabı Kur’an’a uygun hareket eden on
binlerce Müslüman vardı. Bundan dolayı Allah’a şükrediyor ve İslam ümmeti için
dualar ediyordu.
O gün Peygamberimizin hastalığı her saat biraz daha
ağırlaştı. Dizleri dibinde oturan kızı Hz. Fatıma durmadan ağlıyordu.
Resulullah’ın dünyadan çekilerek ahirete göçmesine çok az bir zaman kalmıştı.
Vahiy meleği Hz. Cebrail ve ölüm meleği Hz. Azrail, Peygamberimizin yanındaydı.
Hz. Azrail, Allah’ın verdiği emri yerine getirdi ve Peygamberimizin
ruhunu alıp Allah’a teslim etti. Böylece son Peygamber Hz. Muhammed de (s.a.v)
bu dünyadaki hayatını bitirerek öbür dünyaya göçmüştü. Çünkü bu dünyada yaşayan
bütün insanların hayatı geçicidir, ölümsüz olan sadece Allah’tır.
Peygamberimizin vefat etmek üzere olduğunu öğrenen
Üsame, Ömer, Ebu Ubeyde hemen geri dönerek Peygamberimizin evine geldiler.
Çünkü böyle bir günde savaşa gitmek uygun değildi. Resulullah’ın vefat ettiğini
öğrenince ağlamaya başladılar. Özellikle kadınların ağlayışları bütün
Müslümanların yüreğini parçalıyordu.
Müslümanlar büyük bir üzüntü içindeydiler. Kimse ne
yapacağını ve ne söyleyeceğini bilmeyecek kadar şaşırmış, kederlerinden
bulundukları yere çakılıp kalmışlardı.
Resulullah’ın vefatına en çok üzülenlerden biri de Hz.
Ömer’di. Herkesin Peygamberimizin naaşı çevresinde ağlayıp sızlaması onun
yüreğindeki acıyı daha da derinleştirmiş ve sinirlenmeye başlamıştı. Bu acı
içinde kılıcını çekip bağırmıştı:
-
"Kim, Muhammed
öldü derse, onun başını bu kılıçla keserim".
Hz. Ali, bir köşede derin bir üzüntü içinde oturuyor,
kimseye bir şey söylemiyordu. Hz. Ebubekir, Peygamberimizin üzerine örtülen
örtüyü açmış, gözleri yaşlar içinde şu güzel sözünü söylüyordu:
-
"Ah! Ölümün
de hayatın gibi güzel".
Hz. Ebubekir, Resulullah’ın nur içindeki mübarek
cesedini yeniden örttü. Resulullah’ın Ehli Beytini (ailesini) teselli edip
mescitte toplanan Müslümanların yanına geldi. Bir çoğu panik halindeki
Müslümanlara şu veciz sözleri söyledi:
- "Ey İnsanlar! Kim, Muhammed’e tapıyorsa bilsin
ki Muhammed ölmüştür. Allah’a tapanlar bilsin ki Allah ölümsüzdür".
Hz. Ebubekir, Müslümanların yüreğini yumuşatan bu
sözlerden sonra şu ayeti okudu:
-
“Muhammed ancak bir Peygamberdir. Ondan önce
de Peygamberler gelip gitmiştir. O ölür veya öldürülürse geri mi döneceksiniz.
Kim geriye (İslam öncesi bilgisizlik günlerine) dönerse Allah'a bir zarar
veremez. Allah, İslam nimetine
şükredenleri mükâfatlandıracaktır."
Hz. Ebubekir’in okuduğu bu ayet, Uhud savaşında Peygamberimiz
öldü diye bir söylenti çıktığı zaman indirilmişti. Bu ayeti daha önce defalarca
okumuş olan Müslümanlar, Peygamberimiz vefat edince üzüntülerinden
unutmuşlardı. Sadece Hz. Ebubekir şaşkınlıktan kendisini kurtarıp Müslümanların
şaşkınlığa düşmesini önledi. Hz. Ebubekir bu ayeti okuyunca Peygamberimizin
vefat ettiğine inanabilen Hz. Ömer üzüntüsünden düşüp bayılmıştı.
Peygamberimizin vefatından sonra bir süre bocalayan
Müslümanlar, Hz. Ebubekir’in olgun bir biçimde onları uyarmasıyla kendilerine
geldiler. İlk andaki büyük panik ortadan kalkmış fakat henüz bütünüyle
toparlanamamışlardı. Peygamberimiz Medine’ye hicret ettiği gün sevinç içinde
coşan Müslümanlar, vefattan sonra matem havası yaşanan şehirde gözleri yaşlı
sessizce bekliyorlardı. Herkes Peygamberi kaybetmenin derin üzüntüsü içindeydi.
Her zaman kendilerine doğru yolu gösteren, uyaran Peygamber artık yaşamıyordu.
Resulullah’ın toprağa verilmesi işini yerine getirmeye hazırlanan Hz. Ali ve
Hz. Abbas aşırı kederden zor adım atıyorlardı. Hz. Ebubekir de bir yandan
Müslümanlara öğütler verip onları sakinleştirmeye çalışırken öbür yandan kendi
göz yaşlarını tutamıyordu.
Bu şaşkınlığın sebeplerinden birisi de Müslümanların
öndersiz kalmasıydı. Müslümanlar ne zaman öndersiz kalsa şaşkınlığa
düşmüşlerdir. Elbette Resulullah (s.a.v)’ın vefatından sonra da İslamiyet devam
edecekti. Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimizin hadisleri Müslümanlara her zaman
için yol göstericiydi. Ama, Müslümanların birliğini koruyacak ve İslam
kanunlarını uygulayacak yeni liderin belirlenmesi gerekiyordu. Bu nedenle
Müslümanlar, daha Peygamberimizi toprağa vermeden halife seçme telaşına
düştüler.
Halifenin seçilmesi kolay olmadı. Her kafadan bir ses
çıkıyordu. Muhacirler Mekke döneminde Peygamberle birlikte birçok zorluklara
katlandıkları ve ilk Müslüman oldukları için muhacirlerden birisinin halife
olmasını istiyorlardı. Ensar Müslümanlar da, Medine’ye hicret eden Mekkeli
Müslümanlara fedakarlık göstererek yardım ettikleri ve İslam’ın yayılmasına
büyük hizmetlerde bulundukları için Medineli Müslümanlardan birisinin halife
olmasını uygun görüyordular. Hatta Medine Müslümanlarından Evs kabilesinden
olanlar, Hazrec kabilesinden olanlar kendilerinden birinin halife seçilmesi
için çaba sarf etmeye başlamışlardı. Halife seçimi az kalsın Müslümanların
birbirine düşman hale gelmesine sebep olacaktı.
Sonunda Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer harekete geçerek
Müslümanların halife seçimi nedeniyle birbirine düşmesini önlediler. Peygamberimizin
hastalığında imamlık görevini Hz. Ebubekir’e verdiğini hatırlayan Müslümanlar,
Resulullah’ın bu davranışını bir vasiyet olarak kabul ederek Hz. Ebubekir’i
Müslümanların halifesi seçtiler.
Müslümanlar gruplar halinde gelip Hz. Ebubekir’e biat
ettiler. (O’nu önder olarak kabul edip buyruklarına uyacaklarına söz verdiler.)
Hz. Ali ve bazı İslam büyükleri, önceleri halife seçiminde kendilerine
danışılmaması nedeniyle darılmışlardı. Fakat Müslümanlar arasında fitneye sebep
olmamak için sonradan gelip Hz. Ebubekir’in halifeliğini kabul ettiler
Halife seçilmişti. Fakat yapılması gereken iki önemli
görev daha vardı. Resulullah ordusunun hareket etmesini buyurmuş, fakat vefatı
nedeniyle ordu Medine’den ayrılmamıştı. Peygamberin emri yerine getirilmeli ve
ordu savaşa gönderilmeliydi. Ve daha fazla gecikmeden Resulullah’ın mübarek
naaşının toprağa verilmesi gerekiyordu.
Ordu sancağı Peygamberin kapısının önünden alınıp
Üsame’nin kapısı önüne dikildi. Bu demek oluyordu ki Resulullah’ın hazırladığı
ordu görevini yapacaktı. Ordunun hareket edeceği haberi tellallar aracılığı ile
bütün Müslümanlara duyuruldu. Üsame, yeniden şehir dışına çıkıp ordugahını
kurdu. Orduya katılan Müslümanlar Allah yolunda savaşarak şehid olmayı
arzuluyorlardı. Bazı Müslümanlar çok genç olması yüzünden Üsame’nin
komutanlığına itiraz ettiler. Fakat Hz. Ebubekir, bu isteği dile getirenlere
karşı çıktı ve:
-
"Ben nasıl
onu komutanlıktan alabilirim, O’nu Resulullah görevlendirdi" deyince onlar da isteklerinden hemen
vazgeçtiler.
Hz. Ebubekir,
Medine dışında belli bir yere kadar ordusuyla beraber gitti. O, atının
üzerindeki Üsame’nin yanında yaya yürüyordu. Üsame, halifenin yaya oluşuna
sıkıldı:
-
"Ya sen ata
bin, yahut ben de yaya yürüyeyim" dedi.
Hz. Ebubekir, O’na şu cevabı verdi:
-
"Olmaz. Ne
sen atından in, ne de ben ata bineyim. Allah yolunda benim de ayaklarım biraz
tozlansa ne olur?"
Halife Ebubekir, orduyu uğurlayıp döndü. Üsame’ye en
son şöyle demişti:
-
"Allah
selamet versin. Git, Resulullah sana nasıl dediyse öyle yap, başka türlü
hareket etme".
Halife seçimi sorunu çözümlendikten ve ordu görevine
gönderildikten sonra sıra Resulullah’ın naaşını toprağa vermeye gelmişti. Fakat
bu konuda karar vermek kolay olmadı.
Peygamberimizin nereye gömülmesi daha uygun olacaktı?
Bütün Müslümanlar Peygamberimizin türbesinin kendi bölgelerinde olmasını arzu
ediyorlardı. Bazıları Mekke’yi, bazıları Medine’yi daha uygun görüyor,
görüşlerini kabul ettirmek için tartışıyorlardı. Hz. Ebubekir bu meseleyi de
fitneye fırsat vermeden çözümleme büyüklüğünü gösterdi. O, Resulullah’tan
işittiği Hadis’i hatırlatınca mesele halledilmiş oldu.
Peygamberimiz şöyle buyurmuştu:
-
"Peygamberler,
öldükleri yere gömülürler".
Bu hadis gereğince Peygamberimizin vefat ettiği yerde
bir mezar hazırlandı ve Allah’ın elçisi Hz. Muhammed (s.a.v) vefat ettiği yere
gömüldü. Daha sonra mezarın üzerine “Ravza-ı Mutahhara” adı verilen bir türbe
yapıldı.
Üsame’nin komutasındaki İslam ordusu, Suriye bölgesine
giderek, o yörede Müslümanları tehdit eden müşrik güçleri temizledikten sonra
Medine’ye geri döndü. İslam ordusu, görevini başarıyla yerine getirmiş, ordunun
başarısından bütün Müslümanlar moral kazanmışlardı.
Peygamberimizin vefatından sonra Müslümanların
önderliğini bir süre Hz. Ebubekir yaptı. O’ndan sonra Hz. Ömer, sonra Hz.
Osman, sonra Hz. Ali halife oldular. Daha sonra İslamiyet bütün dünyaya yayıldı
ve Müslümanlar birçok devletler kurdular.
KAYNAK: İhsan Işık / Peygamberimizin Hayatı (1986)