Doğan Soydan

Araştırmacı Yazar, Öykü Yazarı, Şair

Doğum
01 Ağustos, 1946
Eğitim
İzmir Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü
Burç

Eğitimci, şair ve yazar. 01 Ağustos 1946, Elbistan’da doğdu.  Büyükbabası, Osmanlının son dönem kadılarından Nakiboğlu Mustafa Kamil Efendi (1867-1917). Tarikatların Müslümanlar arasında tefrike (ayrışmaya, bölünmeye) yol açtığından bahisle; bu ayrılık ve ihtilafları ortadan kaldırmak amacıyla; aynı zamanda müritsiz bir tarikat olan Nebeviyye Tarikatı’nı kurmuş; tarikatının yol, yöntem ve amacını belirleyen Münhacü’l Müminin  risalesi vardır. (Bak: Elbistanlı Nakiboğlu Kadı Mustafa Kamil efendi, Ömer Hakan Özalp, Özgü yayınları, 2007, İst.)  Doğan Soydan’ın babası Mehmet Hilmi Soydan (1909-1985) 1940’lı yıllarda ilçe olan Afşin’in  ilk dava vekillerindendir. Çocukluk ve gençlik yılları bu nedenle Afşin’de geçen  Doğan Soydan, Afşin/ Efsus İlkokulu (1962), Afşin Ortaokulu (1965) ve Kahramanmaraş Öğretmen Okulundan mezun oldu.1969-74 yıllarında Afşin/ Ortaklı köyünde  ilkokul öğretmenliği; Elbistan İğde kasabasında okul müdürlüğü yaptıktan sonra Buca (İzmir) Eğitim Enstitüsü Türkçe Bölümü daha sonra da Anadolu Üniversitesi  Türk Dili ve Edebiyatı Bölümlerinde okudu. Çukurca, Elbistan, Muğla ve Bursa’da Türkçe / edebiyat öğretmenliği yaptı. 1994’te Bursa’da emekli oldu. Öğretmen  Nahide Soydan Uluer ile evlidir.

1994-2004 yıllarında Bursa’da kurucusu ve sahibi olduğu Yöre Gazetesini çıkardı. 2004’te Ankara’ya taşınan Doğan Soydan, Ankara Edebiyat Dergisi yayın kurulunda bulundu. Töb-Der, Eğitim-Sen, Ankara Edebiyatçılar Derneği, Dil Derneği, Bursa Çağdaş Gazeteciler Cemiyeti vb. birçok sivil toplum örgütlerine üye oldu, sosyal ve eğitsel görevler aldı.

 

Yazarlık Yaşamı

 

Yazma hevesi ve özentisi lise yıllarımda başladı. Akşam yazdığım şiiri ertesi gün arkadaşlarına okuyor, beğeniliyor; hatta alıp saklayanlar, kendi şiiriymiş gibi çaka satanlar bile oluyordu. Lisede kendini iyice kaptırmıştı bu işe… İçinde 80 kadar şiirinin bulunduğu o defteri hâlâ saklıyor. Yoksulluk,  karamsarlık, evden-aileden uzak kalmanın, bayramları yalnız yaşamanın üzüntüsü, memleket özlemi vb. konulu şiirler.

Doğan Soydan şiiri hiç bırakmadı; bugün de yazıyor. “Şair olmayı, şair olarak anılmayı hiç düşünmedim”diyen soydan bunun nedenini şöyle açıklıyor: “Şiir sürekli   biçim değiştiriyor: “İmgesel şiirmiş, simgesel şiirmiş, anlamsız şiirmiş, şiirin ayrı bir dili varmış!..”bu söylemler şiiri, Cebir(!) gibi zor gösteriyor. Ben 25 yıl Türkçe-Edebiyat öğretmenliği yaptım, öğrencilerime şiirler okudum, okuttum. Belirli bir şiir anlayışım vardır; o yolda sürdürüyorum şiir yazmayı.  Ahmet Arif, H.Hüseyin, Rıfat Ilgaz, Atilla İlhan, Can Yücel gibi haykıran, yaraya neşter vuran şiirleri hece ölçülü de serbest ölçülü de olsa seviyorum.

Doğan Soydan, öykü yazarlığa nasıl özenip heveslendiğini şöyle anlatıyor:

“Gençlik yıllarımda ve öğretmen olduğum ilk yıllarda karşılaştığım, tanık olduğum; beni sevindiren ya da canımı sıkan ilginç olayları çevremdekilere anlatırdım, çok ilgi görürdü. Anlattığım o olayların çoğunu anımsıyorum ama hiçbirini öykü kitaplarıma almadım; daha doğrusu kitaba alınacak ağırlıkta bulmadım. Bende yazma hevesi ve tutkusu yaratan ilk kaynağın bu olduğunu düşünüyorum. O tutku giderek büyüdü ve öyküler yazmaya başladım.” Diyor. Soydan’ın yazdığı ilk öykü Ahraz Bağdat” öyküsüdür. Okul çağına geldiği halde okula kabul edilmeyen sağır ve dilsiz bir kızın öyküsü… 1976’da İzmir Radyosunda okunmuş, beğenilmiş ve ses getirmiş bir öyküdür. Soydan’ın ilk öykü kitabı,  Ahraz Bağdat öyküsünün de yer aldığı Delikli Kuruş’tur. (1988)

İlk şiirleri Elbistan’ın Sesi vb. yerel gazetelerde görüldü. Öykü ve şiirleri sonraki yıllarda Ekin-Sanat, Öğretmen Dünyası, Ankara Edebiyat, Öykü Teknesi, Kıyı, Damar ve Yaba vb.  dergilerinde yayımlandı. Soydaş Pazarı  öyküsü 2012 yılında Ahmet Emin Atasoy tarafından Bulgarcaya çevrildi.

 

 

DOĞAN SOYDAN İÇİN NE DEDİLER?

 

Zoraki yazar ve zorlanarak yazılan kitap o kadar çoğaldı ki, senin kitabını okurken rahat bir nefes aldım, dinlendim. Deli Memedin Türküsü  s.130

Mahmut Makal

*

Doğan Soydan’ın öyküleri, toprağa basan öykülerdir. Anadolu gerçekliğinden süzülüp geldiği belli... kendisini kutluyor, bu gerçekçi tutumunu, sonraki kitaplarında da sürdüreceğine inanıyorum.

 Naciye M akal

*

Kendi anlatımıyla, “... tütünü deli, aşı yavan insanların konuğu, umutsuz özlemlerin, buruk sevinçlerin tanığı” olan öykücümüz, Anadolu insanının öteki yüzünü, yalın, yakıcı, sarsıcı, bir o kadar da şiirli bir dille vermesini biliyor.

O. Nuri Poyrazoğlu,  Öğretmen Dünyası, sayı 334

*

Şu bir gerçek ki, Anadolu gerçeğini Anadolu’nun derinlerinden gelenler yazacaktır. Köy gerçeğine sırt çevirerek, “Köyden öykü, Roman çıkmaz!” diye “fetva” vererek köy yazınını

 küçümseyenler, Anadolu yazınının önüne taş koyamazlar. Doğan Soydan da, bu duyarlılıkla dolu öyküler sunuyor okurlarına.

Nadir Gezer, Dünya/Kitap, cilt 2, sayı 13

*

Doğan Soydan, insanımızın, daha çok da Anadolu’da yaşayan insanların alın yazısını, karşılaştığı güçlükleri, bazı olayların odağında öyküleştirmiştir.

Muzaffer Uyguner  /Damar Dergisi, sayı 27

*

Öykücü Doğan Soydan, ülkemiz insanının acıların, umutlarını yalın ve içten bir anlatımla dile getiriyor. Konular ve kişiler Halktan... Yalın, yaşamın her anından alınabilecek denli sıradan olayların kesitini sunuyor öykülerinde.

Hilmi Haşal /Ekspres Sanat Dergisi, sayı 14

*

Öykülerinin konuları gerçek yaşamdan alınmıştır. Ülkemiz insanlarının umutları, acıları, sorunları yalın, sade ve içten bir dille anlatılmıştır. Örneğin, Köse İsmail’i, Fatik Bacı’yı, Katip Rıza’yı, Muhtar Kazım’ı, Erol Usta’yı iyi tanıyoruz. Onlar, aramızda yaşayan tanıdık, bildik insanlar.

Murat  Özmen /Ankara Edebiyat Dergisi, sayı 13

*

Öykü yazarıdır. Yazın dünyasında Toplumcu, gerçekçi çizgide öyküler yazarı olarak kabul edildi.

İhsan Işık /Türkiye Edebiyatçıları ve Kültür Adamları Ansiklopedisi, 2004

 

*

 

Halk şiirimizin teknesinde karılı hamurdan kesilmiş olanından tutunuz, kendi duldasında ya da doruğunda kendi ölçüsünü kendi kuran şiirlere kadar tümü her biri bir diğerinden ayrılmaz bir bütünü kuruyor o şiirlerin. Romantizmi, Hümanizmi, ölçüsü, uyağı, konağı, durağı, kuytusu köşesi, tümü de Anadolu tarihinden/coğrafyasından kaynayan bir büyük azmak kuruyor şiirleriniz. İster avucunu daldır bir yudum iç, ister ister alnını yıka, ister suyun kalbine bir yolculuğa soyun, ister kıyısında dur çırpınışını dinle suyun. Hem susuzluğunuzu gideriyor, hem susatıyor sizi.

Ümit Sarıaslan /Akademisyen-Yazar

*

İlk kitabınız Delikli Kuruş ve ikinci kitabınız Dünyam İğne Ucu birbirinin devamı gibi; hatta üçüncü öykü kitabınız Sen Yine de Üzülme de buna dahil. Her öykü, Anadolu insanının hayatından bir kesit...

Ayşe Kaygusuzşimşek / Düşe Yazanlar kitabından        

 

ESERLERİ:

 

Öykü Kitapları:

               ·   Delikli Kuruş, Ayyıldız Matbaası, 1988, Ankara.

               ·   Dünyam İğne Ucu, Damar yayınlar, 1993, Ankara

               ·   Sen Yine de Üzülme, Ürün yayınları, 2007, Ankara

 

Çocuk Öyküleri:

               ·   Dedem Diyor ki, Özlem Yayınları, 2018, Ankara

               ·   Küskün Martılar, Özlem Yayınlar, 2018, Ankara

               ·   Dilsiz (Ahraz Meryem), Özlem Yayınları, 2019, Ankara,

 

Gençlik Romanı:

               ·   Altı Günlük Macera, Özlem Yayınları, 2020, Ankara

 

Şiir Kitabı:

81 İl 81 Şiir, Payda Yayınları, 2013, Ankara

 

 

KAYNAKÇA:

 

Nadir Gezer / Anadolulu Ozan ve Yazarlarla (Dünya Kitap, sayı: 13, 6.11.1992), Mahmut Makal (Dünyam İğne Ucu Önsöz), Celalettin Kurt / Elbistanlı Şairler Antolojisi (1993), Hilmi Haşal / Yeni Bir Kitap (Ekspres Sanat, sayı: 14, Şubat 1993), Bursa Hakimiyet / Soydaş Pazarı (Ekspres Sanat, sayı: 10, Şubat 1993), Muzaffer Uyguner / İki Öykü Kitabı (Damar, sayı: 27, Haziran 1993), Şaban Akbaba (Damar Dergisi, 1993), Nadir Gezer / Söyleşi (Kıyı, sayı: 90, Eylül 1993) - Çehov Duyarlılıklarıyla Örülmüş Öyküler Yazarı: Doğan Soydan (Dünya Kitap, sayı: 13, 6.11.1992), Cemil Çiftçi / Maraşlı Şairler Yazarlar Alimler (2000), Doğan Soydan, Tüm Öyküleri (Elbistan Kaynarca gazetesi, 2004), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas. 2009).

 

 

 

ZAP SUYU DELİ AKAR

ÖYKÜ TADINDA BİR ANI

 

ZAP SUYU DELİ AKARDoğan Soydan

 

Gençlik yıllarımızda çoğumuzun bir çiftten fazla ayakkabısı olmazdı. Bu, yoksulluktan değil, yaşam anlayışımız öyleydi. Savaştan çıkmış, ayağına giyecek çarık bulamamış dedemizden, babamızdan böyle görmüş böyle öğrenmiştik; biri eskimeden ikincisi alınmazdı. Şimdiki gibi yazlık-kışlık ayakkabılar, çeşit çeşit botlar, spor ayakkabılar yoktu zaten. Yüzde yetmişi köylerde yaşayan, tarımla uğraşan halkın çoğu lâstik ayakkabı giyerdi. Ülkemiz gelişip üretim arttıkça yaşam anlayışımız da değişti ayakkabımız da…

Tam da kışın ortasında ayakkabım eskidi. Dikişi sökülmüş, altı delinmiş ayakkabım ayağıma yük olmaktan başka işe yaramıyordu. Ayaklarım üç aydan beri kar, yağmur, çamur içinde. Bir gün başım ağrıyor bir gün dişim… Burnum, boğazım tıkalı. Taşı sıksam suyunu çıkaracağım yaşta olmama karşın bir şekeri ikiye bölemiyorum. “Ölürsem cenazemi Çukurca’da bırakmayın, memleketime götürün!” diyorum; arkadaşlar hastalığımı ciddiye almayıp gülüyorlar!

Bir çift ayakkabı alabilmem için önce Kaymakamlığa sonra Sümerbank’a gitmem gerekiyordu. Çay, şeker, un, ayakkabı gibi temel ihtiyaçlar Sümerbank’ta satılırmış. Bölge halkı bunları gereğinden çok alıp Irak’a götürür, oradan kaçak mal getirirlermiş. Çukurca Kaymakamı kaçakçılığı önlemek için böyle bir düzen koymuş; önce Kaymakamlığa gidip bir “ihtiyaç kartı” alacaksın sonra Sümerbank’a gideceksin… Ben o kartı alalı üç ay oldu ama Sümerbank’ta ayakkabı yok ki! Ne zaman gitsem, “Yollar açılırsa yeni mal gelecek,” diyorlar ve ben yine o tabanı delinmiş, dikişi sökülmüş ayakkabının esiri oluyorum.

Bir de bakkalımız vardı Çukurca’da; Bakkal İsmail… Irak uçakları Çukurca’yı yanlışlıkla bombalayınca yaralanmış, Irak hükümetinden tazminat alıp zengin olmuş. Kimine göre Kel İsmail kimine göre Topal İsmail’di onun adı ama yüz yüze gelince herkes “İsmail Efendi” diyor. Bir de kamyoneti vardı Bakkal İsmail’in. Kış boyunca evinin önünde bağlı durur, yaz gelince Hakkâri’ye yük ve yolcu taşırdı. Askerî araçları saymazsak bundan başka da motorlu taşıt yoktu zaten; bir de haftada bir gelip giden posta arabası…

Birgün askerî gazinonun önünde oturuyorduk. Öğretmen Murtaza’nın ayağında pırıl pırıl bir cıslavet ayakkabı gördüm. Cıslavet en çok giyilen lâstik ayakkabıydı o zamanlar. Dikkatlice baktığımı görünce, “Bakkal İsmail’den aldım,” dedi. Bakkal İsmail’in ayakkabı satmadığını, satmasının yasak olduğunu bildiğim halde Murtaza’nın sözüne uyup ben de gittim. “İsmail Efendi bir cıslavet de bana…” dedim. Bakkal İsmail parmağını dudağının önüne dikleyerek, “sus” işareti yaptıktan sonra, “Vallah yok! Murtaza’ya verdiğim o şey geçen seneden kalmış; torbaların altından çıktı,” dedi. Ayakkabım gözüme iliştikçe kendimi yoksul, zavallı görüyor, üzülüyordum.

Çukurca, eski zamanlarda Irak’a bağlıyken sonradan Osmanlı topraklarına katılmış, 1926 yılında da Türkiye Cumhuriyetine dahil edilmiş. Güneyde Irak dağlarının sıfır noktasından başlar, Çukurca kalesine doğru uzanır. Bu ikisinin arası bin metre kadardır ve ilçenin yegâne caddesi burasıdır. Sayısı üçü beşi geçmeyen iş yerleri, karakol, ceza evi ve diğer resmi daireler bu cadde üzerindedir. Şehrin dört yanı dağlarla çevrilidir. Dağlar yüce ve yakın olduğundan her yöne en fazla 3-4 Km uzağa bakabilirsiniz; sonra dağlara çakılıp kalır gözleriniz. Daha uzaklara bakabilmek için bazen arkadaşlarla Hakkâri yolu üzerindeki Efkâr Tepesine giderdik. Burada ufuklara, gökyüzüne, uzak dağlara ve derin vadilere uzun uzun bakardık. Zap Suyu da görünürdü buradan. Derin bir vadinin içinde sanki acelesi varmış gibi delice akan; Türkiye topraklarıyla vedalaşıp Irak sınırına girmeye hazırlanan Zap Suyunun çağıldayan sesini duyardık. Efkâr Tepesinden Zap Suyuna, gökyüzüne, ufuklara ve gözümüzün erdiği kadar uzaklara bakmak bizi dinlendirir, rahatlatırdı. Yolu kapalı, her şeyden mahrum, “olağanüstü hal” cenderesine sıkışmış, radyonun bile çekmediği böyle bir yerde, arada bir Efkâr Tepesine gitmek yegâne sosyal yaşantımızdı; bir de pazar akşamları düzenlenen likör partisi…

Likör partisini PTT Müdürü, Banka Müdürü, Tekel Müdürü gibi daire müdürleri düzenliyor, bazen Belediye Başkanı, Karakol Komutanı da katılıyordu. Sıra kimdeyse onun dairesinde oluyordu bu… Amaç, likör içmekten çok bir araya gelmek, söyleşmek, moral yükseltmekti; ama öğretmenleri içlerine almıyorlardı nedense? Banka müdürü hemşerimin torpiliyle(!) ben ve bir de öğretmen Murtaza katılıyorduk. Murtaza komik, taklitçi ve şakacıydı. Yaptığı taklitler, anlattığı fıkralarla onları güldürüp eğlendiriyordu. Amaç da buydu zaten; gülmek, eğlenmek, hoş vakit geçirmek... Ben ise yolu kapalı, her şeyden mahrum bir yerde; “olağanüstü hal” gölgesinde gülmek, eğlenmek içimden gelmiyor, hiçbir tat alamıyordum; hem de ayağımdaki delik deşik ayakkabıya baktıkça moralim bozuluyordu. Kaymakam için verilen özel yemekten sonra ayrıldım. Ayrılmamın nedeni yalnızca ayakkabım değil; o akşam anlattığım bir fıkra idi.

O günlerde başka bir ilçeye atanan Kaymakam için özel programa Belediye Başkanı ile Komutan da katılmıştı. Akşamın ilerleyen saatinde öğretmen Murtaza ne anlatsa ötekiler göbeklerini titrete titrete gülüyorlardı. Derken, şarkı, türkü, şiir, fıkra faslı başladı. Sırası gelen dağarcığında ne varsa boşaltıyordu. PTT Müdürü buraya sürgün gelmiş, emekliliği geçmiş biri. “Dil şad olacak diye kaç yıl avuttu felek;” Banka Müdürü, “Ateşe benzerdin küle dönmüşsün,” şarkısını, komutan da “Çiçekten harman olmaz / Yar derde derman olmaz,” türküsünü söylediler. Onlar söylerken kimi hüzünleniyor kimi neşeleniyor, ara ara da alkışlar dışarı taşıyordu. Sıra bana geldi. Oldum olası bir işe yaramam zaten(!) Akşam gazetesinden kesip cüzdanımda sakladığım bir fıkrayı biraz okuyarak biraz ezbere anlatmaya başladım:

“Nuh’un Tufanında gemiye her canlının bir erkeğini bir de dişisini almışlar,” diyorum, “dişi” sözünü duyunca gevşeyip gülüyorlar. Banka Müdürü, “Eee?” diyerek fıkrayı sürdürmemi istiyor; ötekilerin de kulağı seste… “Yol uzayınca erkeklerle dişiler arasında cinsel kargaşa başlamış,” diyorum, göbekler inip inip kalkıyor! Banka Müdürü, “Eee?” diyor yine. “Bakmışlar ki iş kötüye gidiyor, erkeklerin erkeklik uzvunu kesip almışlar ve birer kart vermişler. ‘Tufandan sonra kartını gösteren emanetini alacak’ demişler,” diyorum, kahkahalar dışarı taşıyor. Banka müdürü, “yaşa hemşerim!” diyerek iltifat ediyor ve ben sürdürüyorum anlatmayı: “En çok da dişi fare sevinmiş buna... Sık sık erkek farenin karşısına geçip, ‘oh bana bişey yapamaz oldun ya!’ diyerek alay ediyormuş. Erkek fare dayanamamış, kartını çıkarıp dişi fareye göstermiş: ‘Şunu görüyor musun? Tufandan sonra sana ne yapacağımı görürsün!’ demiş. Bunu merak eden dişi fare, ‘o ne ki?’ diye sorunca, erkek fare, ‘ben eşeğin kartını çaldım!’ demiş…” Fıkrayı bitiriyorum ama kimse gülmüyor! Sanki soğuk bir rüzgar esti, ortam buz gibi oldu! Kimse konuşmuyor… Sonra, PTT Müdürü, “Kinaye yapma, kinaye yapma!” diyerek, sessizliği bozdu ama asıl bozulan Karakol Komutanı oldu. Bana bakarak: “Sen, olağanüstü hale tufana mı diyorsun? Peki, tufan bitince ne yapacaksın, söyle bakalım!” dedi. Komutan daha konuşacaktı ama Kaymakam ayağa kalkıp veda konuşması yapmaya başlayınca, Komutan susmak zorunda kaldı. İşte o günden sonra hiç katılmadım likör partisine.

Dağların karı yavaş yavaş eriyor. Çukurca yolu açıldı ama Sümerbank hâlâ bomboş… Ne zaman gidip sorsam, “Yeni mal gelecek,” diyorlar. “Gelse de artık işime yaramaz,” diyorum. Bir ay sonra yaz tatili başlayacak, memlekete gideceğim. En iyisi, en güzeli, en pahalısından bir ayakkabı alacağım. O günü iple çekiyordum. Birgün yine askerî gazinonun önünde oturuyorduk. Güneş sırtımızı yavaş yavaş ısıtıyor. Ortalık balçığa kesmiş… caddede akan kar suyunun ışıltısı yüzümüze vuruyordu. Gelen oturdu gelen oturdu. Benim ayaklarım yine önümdeki sandalyenin altında. Öğretmen Murtaza ayakkabıma bakarak: “Bende eski bir ayakkabı var, giysen birkaç gün idare edersin,” dedi. Hemen, “olur…” dedim. Ben kırk bir numara giyerim, Murtaza’nın ayakkabısı kırk üç numara. Altı kauçuk, ağır, topuklu, beşik gibi bir ayakkabı! “Hiç yoktan iyidir,” diyerek ayağıma taktım. Meğer başımın da dişimin de ağrısının anası ayakkabılarımmış! Bir gün sonra ne ağrım kaldı ne sızım… Ayaklarım üşüdükçe dertlerim depreşirmiş meğer! Yaz tatiline on gün kalmıştı. Memurlardan biri hayali konuşmalar yapmaya başlayıp da akıl hastanesine gönderilince tedirginliğim ve sabırsızlığım arttı. İşte o gün okul müdürü bana müjde gibi bir şey söyledi: “Son sınıflar iki gün sonra yatılı okul sınavına gidecek. Onları Van’a götürürsen sizi izinli sayarız, oradan da memleketine gidersin,” dedi. Bu öneri “müjde!” gibi gelmişti bana, hemen kabul ettim. Ben bunun sevincini yaşarken o gün o gece yarısı şiddetli bir gürültüyle uyandık. Evlerin ışıkları yandı, söndü… Ertesi sabaha, “Dağ göçmüş!” haberiyle uyandık. Bir dağın yerle bir olduğunu, apartman büyüklüğünde kayaların yerinden kopup yuvarlandığını düşünün! Dağ göçmüş, yolu kapatmış! Biz, “Çocuklar ne ile gidecek, nasıl gidecek?” diye düşünürken bir kara haber daha geldi: Balıkesirli hemşirenin kardeşi ölmüş! “Acele gel!” diye yazmışlar telgrafa. Böyle durumlar en çok da Bakkal İsmail’in işine yarardı; onun kamyonetinden başka taşıt yoktu. Hemşirenin iki gözü iki çeşme! Derken, ertesi gün sabah erken yola çıkmaya karar verdik. Hemşire, ben ve sekiz öğrenci… Yolun ilk kırk kilometresini bakkal İsmail’in kamyonetiyle gideceğiz, kapanan beş kilometreyi de, Zap Suyunun yolu dövdüğü sığ yerlerden yürüyerek geçeceğiz. Sonrası içinse “Allah büyük!” demekten başka çaremiz yoktu. En çok da Köprülü karakoluna güveniyoruz. Orada askerler Hakkâri’ye erzak getirmeye giderlermiş; hem de bölgeye yük getirip götüren kamyonlar olurmuş. “Nasılsa birine rastlarız,” diyoruz.

Bakkal İsmail’in kamyonetine bindik. Hemşire ile ben şoförün yanında, öğrenciler kamyonetin üstünde gidiyoruz. Hemşire sürekli ağlıyor. Bakkal İsmail, “Yalan dünya! Hepimizin gideceği yer!..” diyerek onu avutmaya çalışıyor. Derken kamyonetimiz sert bir frenle durdu. Yolun üstüne dağ gibi yığılan kayalar önümüzde… Bakkal İsmail’in parasını ödeyip geriye gönderdik. Şimdi, yola sıfır ve paralel akıp gelen Zap Suyuna girip kayalara, ağaç, ot köklerine tutunarak yürüyeceğiz. Heybemizi, torbamızı yere bırakıp paçaları sıvadık. Bakkal İsmail, “Ayakkabınızı çıkarmayın, taşlar ayağınızı keser,” demişti hepimiz öyle yaptık. Benim ayağımda Murtaza’nın eski ayakkabısı… Her adımda ayağımdan çıkacakmış gibi oluyor. Çocuklar doğanın hırçınlığına meydan okuyorlar sanki. Onlar ilerliyor biz hep gerilerde kalıyorduk. Sağımız dağ, solumuz Zap Suyu. Yol bu ikisinin arasında ama heyelânın altında kalmış. Kimi yerde kayaların burnu suyun içine değin sokuluyor; çocuklar burayı geçince birbirimizi göremez oluyoruz. Ben, “yavaş gidin, bizi bekleyin,” diye ünlesem de nafile… Bizden uzaklaşınca o çocuksu halleri başlıyor, biz yaklaşınca susuyorlar. Arada bir, güneş gören bir taşın, toprağın üstüne çıkıp dinleniyoruz, sonra yolculuğumuz yeniden başlıyordu. Zap Suyu deli akar. Ayağımız biraz içe kaysa yutmaya hazır! Öğrenciler bizi, biz onları sakınarak, kollayarak yürüyorduk. Biraz uzaklaşınca gürültüleri artıyor biz yaklaşınca susuyorlar. Sınavı kazanır da büyük kentlerin çarkına takılırlarsa bu saf, doğal terbiyelerinin bozulacağından korkuyorum. Saate baktım; beş kilometreyi iki saat yürümüşüz. Heyelanlı bölüm bitip de yol yeniden önümüze çıkınca dünyalar bizim oldu! Köprülü karakoluna doğru yürüyüşümüzü sürdürüyorduk. Bir saat kadar daha yürüyeceğiz. Hemşire hâlâ ağlıyor, hiç konuşmuyor! Şoför İsmail’in dediği gibi, “Yalan dünya… Hepimizin gideceği yer…” gibi soyut avuntuları söylemeye dilim varmıyor; arada bir, “yoruldun mu?” diyorum, başını indirip kaldırıyor. Köprülü karakoluna geldiğimizde askerler ağ kurmuş, voleybol oynuyorlardı. Bizi görünce uzun uzun baktılar. Üşümüştük! Nöbetçi er, hemşireyle beni komutanın odasına, çocukları kantine aldı. Hepimize çay ikram ettiler. Bizim bu korkulu yolculuğumuz komutan için doğal olmalı ki halimizi hiç yadırgamadı. “Birazdan Hakkâri’ye gidilecek, sizi de alsınlar,” dedi. En çok da hemşire sevindi buna; yolculuğumuzu ara vermeden sürdürecektik. Biraz sonra askerî araca doluştuk. Hepimiz cemsenin üstündeyiz. Zap Suyu bizi terk etmiyor; o bir yana biz bir yana akışıp gidiyorduk. Dağların karı buralarda tam erimemiş, kar suyunu emen toprak iyice gevşemiş. Bir avuç toprak kayması olsa, bir taş yuvarlansa askerler kulak kabartıyor, “çığ gelebilir” diyorlar. Zap Suyunun akışına, dağlara baka baka gidiyorduk. Epey gidip de Sümbül Dağın gölgesine girince hava iyice soğudu. Sümbül Dağı ucu görünmeyecek kadar yüce. Kar’ı hiç eksik olmazmış. Solumuzda, Sümbül Dağın ikiziymiş gibi bir dağ daha yükseliyor. Yol ile Zap suyu’nun yatağı bu iki dağın arasında… Biraz sonra Hakkâri - Van yoluna çıkıp da bu dağa tırmanmaya başlayınca, Köprülü’den beri hep yere baka baka gelen arabamızın burnu birden dikleşti. Az önceye kadar tekerlekle aynı düzeyde olan Zap suyu, şimdi buradan bakınca derin bir vadinin içinde mavi bir çizgi gibi görünüyordu. Öğrenciler askerlerden, askerler öğrencilerden sessiz… Hemşirenin gözü hep yolda hep yaşlı! Van’a giden bir arabayla karşılaşırsak bineceğiz, yoksa o gece Hakkâri’de kalacağız ama hemşirenin acelesi var… Hakkâri şehir merkezine yaklaşınca otobüsten küçük minibüsten büyük bir arabayla karşılaştık. Bir far işaretiyle durduruldu. Biraz geç kalsak bu fırsatı kaçıracakmışız gibi telâşla askerî araçtan inip bu küçük otobüse bindik. Saate bakıyorum gün yarıyı geçmiş. Çocuklara, “Akşam ezanı okunurken Van’dayız…” dedim ama hiç sevinmediler. Toprağından koparılmış çiçekler gibi yüzleri solgun. Çukurca’dan başka yer görmemişler. Dünyanın öte ucuna gelmişler gibi hepsi suskun ve garipsi...

Van’a girerken, damlarında tezek ve ot yığınları olan tek katlı evler çıktı karşımıza. Şehir merkezine yaklaştıkça yol ışıklandı, yüksek binalar çoğaldı. Çoğunun bacası tütüyor, ışıkları yanıyordu. Çocukların heybelerinde otlu peynir, haşlanmış yumurta, tandır ekmeği çoktu. Acıkmıştık da… İlk iş bir otele yerleşip yemek yiyeceğiz. Arabadan indiğimiz yerde sora sora ucuz otellerden birini bulup girdik. Otelci akşam namazı kılıyordu. Ben ve hemşire birer sandalyeye oturduk, çocuklar ayakta kaldı. Otelci namazı bitirince bizimle ilgilenmeye başladı. Hepimiz yorgunduk ve acıkmıştık. Ne ayakta duracak ne oturacak gücümüz kalmıştı. Biraz sonra çocuklar ikinci kata çıkıp üç dört yataklı odalara yerleştiler. Ellerini yüzlerini yıkadıktan sonra azık torbalarını çözüyorlardı. Onlar yemeklerini yerken, ben, Balıkesirli hemşireyi şehir terminaline götürdüm. Ankara’ya gidecek otobüs perona girmiş bekliyordu. “Kendini çok üzme, metanetli ol!” dedim. Vedalaşıp ayrıldık.

Kahvaltı salonları, lokantalar, dükkânlar, mağazalar henüz açıktı. Dükkânların önünde –Çukurca’da mahrum kaldığımız- meyveler, sebzeler görünüyordu. Böylesine bol ve bereketli ülkemizde bunlardan mahrum yaşamak; bir ayakkabı bile alamamak ne acı! Sonra ayağımdaki ayakkabıya baktım. Derisinde Zap Suyu’nun çamuru kurumuş; eskisinden daha paspal göründü gözüme. “Şimdi bir ayakkabı almanın tam da zamanı,” dedim. Çok gitmeden bir ayakkabıcı dükkânı gördüm. Küçük vitrinin ışığında beş on çift ayakkabı parlıyordu. İçeri girdim. Dükkânın sahibi yüzüme bakmadan ayakkabıma baktı. “Atın çalımlısı nalından, adamın bakımlısı ayakkabısından belli olurmuş.” Ayakkabıma bakarak nasıl bir müşteri olduğumu az çok kestirebilirdi ama benim ayakkabım yanıltıcıydı; kimliğimi, kişiliğimi, mesleğimi yansıtmıyordu. En kaliteli, en pahalı ayakkabıyı sordum; pazarlık yapmadan alıp çıktım. Otele doğru yürürken elimde taşıdığım şey ayakkabı kutusu değil, sanki mücevher kutusuydu!.. Öyle çok sevinmiştim ki!.. Babam bayramlık ayakkabı aldığında da böyle sevinirdik… Ertesi sabah uyandığımda çocuklar otelde yoktular; şehri gezmeye çıkmışlar. Onlar gelinceye değin duş aldım, Çukurca’da hiç giymediğim takım elbisemi giydim, kravat taktım. Sıra yeni ayakkabımı giymeye gelmişti. Düşüp kırılacak mücevhermiş gibi tutuyordum elimde! Bağcıklarını özenle çözüp incitmeden giydim. Odanın içinde duvardan duvara şöyle bir iki kez yürüdüm. “Akçe akıl, don yürüyüş öğretirmiş,” gerçekten yürüyüşüm değişmişti. Sonra aynaya baktım, yüzüm gülüyordu!.. O anki ben, dünkü ben değildim!..

Van’da bir Yatılı Bölge Okulu olduğunu biliyordum. Çocukları bu okula yerleştirmeyi Çukurca’dayken tasarlamıştım ama okul kabul edecek miydi? Aksi olursa onları kendi hallerine bırakıp gidemezdim; harçlıkları kısıtlıydı. Biraz sonra otelden çıkıp Yatılı Bölge Okuluna gideceğiz. Aynaya bir kez daha baktım. Çocuklar kılık kıyafetleri, çamurlu lâstik ayakkabılarıyla dünkü çocuklardı ama ben bu halimle dünkü ben değildim… Bu takım elbiseyle, bu yeni ayakkabıyla nasıl çıkacaktım onların karşısına. Murtaza’nın ayakkabısı Van kaldırımlarında nasıl eskisinden daha sönük kaldıysa, çocuklar da benim bu kıyafetim yanında öyle sönük kalacaklardı! Bir daha ya gelir ya gelmez; ya görür ya görmezdim onları! Çukurca’da nasılsam, belleklerinde öyle kalmak istiyordum. Beynimi sarsan bu düşünceden sonra soyundum! Eski elbisemi yeniden giyindim ama Yatılı Bölge Okuluna Murtaza’nın bu ucube ayakkabısıyla gidemezdim. Yeni ayakkabımı giydim, Murtaza’nın ayakkabısını da kapının arkasına attım. Van Gölü’ne uzanan cadde üzerindeki Yatılı Bölge Okuluna doğru yürürken, çocuklar hep arkada kalıyor, gördükleri her şeye bakıyorlardı. Kaldırımlar, vitrinler, vitrinlerdeki yapay mankenler, hükümet konağı, onun önündeki Atatürk heykeli; hepsi ilk, ilginç ve yabancıydı onlara. Ben ise yeni ayakkabımla yürümenin keyfini yaşıyordum. Yatılı Bölge Okulunun bahçesinde karşılaştık okul müdürüyle. Çocuklar bahçede kaldılar. İkinci kattaki müdür odasına çıktık. Durumu anlatıp isteğimizi bildirdim. Okul müdürü beni dinledikten sonra, “Kalsınlar kalsınlar ama yemek parasını alırım,” dedi sonra ondan da vazgeçti. Hep beraber yatakhaneye çıktık, kalacakları odaları, ranzaları gezdiler, gördüler. Hemen otele gidip eşyalarını alıp gelecekler. Ben, biraz sonra hareket edecek olan otobüse yetişme telâşındayım. Onlar eşyalarını toplarken ben de kendi çantamı hazırladım. Yeni ayakkabımın bağcıklarını çözüp yeniden bağladım. Güle oynaya yürüyoruz. Ben terminalde kalacağım, onlar Yatılı Bölge Okuluna gidecekler. Şamataları uzaktan duyuluyor, insanlar dönüp dönüp bize bakıyorlardı. Moralleri yüksek ve sevinçliydiler. Terminalin önünde sarmaş dolaş vedalaşırken gördüm: otelde kapının arkasına attığım Murtaza’nın eski ayakkabısı öğrencimin ayağındaydı.

 

 

DEĞİRMEN TAŞI

DEĞİRMEN TAŞI

                                               Doğan Soydan / 23.08.2020

 

   Önce tek basamaklı sayıları alt alta yazıp toplamayı, çıkarmayı öğrendik; ardından iki, üç, dört, beş basamaklı sayılar… Sonra çarpma, bölme işlemleri… Ah ne zordu kesirli, ondalık sayıların dört işlemini yapmak!.. Dilimizi çıkara çıkara ve severek, sevinerek öğrendik hepsini. Öğretmenlerin öğrettiği her bir işlem –toprağın tohumu çimlendirdiği gibi- zekâmızı çimlendirmeye yönelikmiş meğer. Derken, her yıl bir yaş daha büyüdükçe, zekâmız çimlendikçe zor problemler çıkmaya başladı karşımıza; üstesinden gelebilmek için uğraştırıp dururduk o körpe beynimizi.

   Öğretmenler bütün bunları öğretirken, vermek istedikleri asıl ders başkaymış meğer: “Hayatta daha nice zor problemler çıkacak karşınıza!..” Bunu derken bir yandan da her kapıyı açacak gizemli anahtarı vermişler bizlere:  “aklını kullan+düşün+ çöz.” Peki, düşünüyor muyuz? Aklımızı kullanıyor muyuz? Sorunları çözebiliyor muyuz?

   1980’li yıllarda el büyüklüğünde hesap makineleri çıkıp yaygınlaşınca önce matematik öğretmenleri tedirgin olup telaşlandılar, “Eyvah, çocuklar aklını kullanmayacak artık!..” dediler. Böyle başladı “Tuşa bas, problemi çöz” devri ve öğretmenler haklı çıktılar. Eline kâğıt kalem alıp hesap kitap yapan var mı şimdi?” Her yerde her işte hesap makinesi…

   Çok geçmeden, “aklını kullan+düşün+çöz,” yerine, “araştır+tuşa bas+hazır bilgiye kon! devr-i şahanesi(!) başladı. Televizyon izliyor, bilgisayar kullanıyorsanız bütün bilgiler elinizin altında, olan biten her şey gözünüzün önünde… İşte asıl yanıltıcı olan bu… Dışarıdan öğrenilenler elbette bir boşluğu dolduracak ama kendi beyin gücünüzün dolduracağı yer boş kalacaktır. Televizyonun, bilgisayarın sunduğu ya da başkasından aldığınız hazır kalıplara giriyor, aynen kabul ediyor ve düşünmeye gerek duymuyorsanız; kafanızın içindeki o beyin hiçbir işinize yaramıyor demektir. Öğretmenlerin beyninize yerleştirdiği, “Düşün+ aklını kullan+ çöz” anahtarını kullanmıyorsunuz; dış güdümlü yaşıyorsunuz demektir! Şimdi, “Bütün bunların değirmen taşıyla ne ilgisi var?” diyeceksiniz; işte ben de bu ilişkiyi anlatmak için yazdım bunca lâkırdıyı(!)

   “Bir zamanlar padişahın biri oğlunun çok iyi bir bilgin olarak yetişmesini istermiş. Oğlunu yetiştirecek bilge hocayı bulmak için dört bir yana haber salınmış. Gelen hocalar sınavdan geçirilmiş ve en iyisi bulunmuş. Hoca başlamış Padişahın oğlunu eğitmeye. Günler günleri, yıllar yılları kovalamış derken tam yedi yıl geçmiş. Çocuğun iyice yetiştiğini, hiçbir eksiğinin kalmadığını düşünen hoca, günün birinde bu şehzadeyi alıp Padişahın huzuruna çıkarmış. El etek öptükten sonra, “Buyurun padişahım, çocuğunuzu istediğiniz gibi yetiştirdim. Bilge bir kişi olup olmadığını sınayabilirsiniz” demiş. Duruma pek sevinen Padişah gizlice yüzüğünü çıkarıp avucuna almış ve oğluna, “Avucumun içinde ne var? Haydi göster bakalım hünerini” demiş. Şehzade şöyle bir derin düşündükten sonra gözlerini kapatarak, “Yuvarlak bir şey…” demiş. Padişah neşe içinde, “Evet!..” dedikten sonra, “başka?..” demiş. Şehzade biraz daha düşündükten sonra, “Ortası delik” deyince Padişah yine sevinmiş ve son soruyu sormuş, “Haydi söyle ne olduğunu” demiş. Çocuk, çokbilmiş edasıyla, “Değirmen taşı” deyince Padişah sinirlenmiş, gözlerini hışımla bilge hocaya çevirmiş. Padişahın hiddetlendiğini, ne demek istediğini anlayan bilge hoca: “Padişahım” demiş, “Şehzademiz benim öğrettiklerim sayesinde avucunuzdakinin yuvarlak olduğunu, ortası delik olduğunu bildi ama değirmen taşının bir avuca sığmayacağını da kendi aklıyla bulması gerekirdi, benim yapabileceğim bu kadar…” demiş.

   Demem o ki insanın dışarıdan öğrendikleri bütün eksikliğini gidermez; bazı şeyleri kendi aklımız, mantığımız ve zekâmızla bulmamız gerekir. Toplum olarak en büyük eksikliğimiz bu olsa gerek; bakıyor, görüyor ve kabulleniyoruz; ama değirmen taşının avuca sığmayacağını düşünmüyoruz. Oysa kendi beynimizi kullansak ne çok problemler çözeceğiz! Ah bir düşünebilsek!..

 

KITLIK DERESİ

KITLIK DERESİ

Sarız yaylasının güneyindeki son köyler de geçildi mi dümdüz bir ova başlar. Oradan ilçeye; ilçeden de Berut Dağı’nın eteğine kadar uzanır. Bu ovanın ortasında; ilçenin hemen tepesinde bir dağ daha yükselir ki koca ovayı ortadan ikiye böler. Dağın ilçeye bakan yamacına Şardağı, öte yüzüne Medetsiz derler. Ne bu yamacında ne öte yüzünde bir tek ağaç bulunmaz, ot bile bitirmez sırtında. Yine de herkes sever Şardağı'nı; gün gelir sığınak olur gün gelir korunak olur diye. Medetsiz'e biraz soğuk bakar insanlar; tarihin eski bir zamanında kendine sığınan kaçkın iki sevgiliyi ele vermiş diye.

Bu geniş ovanın bir de nazar boncuğu var; Ceyhan Nehri… Şardağı’n hemen ayakucundan kaynar. Önce kendine geniş bir çevlek oluşturur sonra da salkım söğütlerin yeşilini toplaya toplaya şehrin ortasından sessizce geçip gider. Salkım söğütler şehrin epey dışına değin savuşturur onu. Sarız yaylasının güneyinden beri uzanıp gelen bu ovaya ve ovanın orasına burasına dama taşı gibi serpilmiş köylere Şardağı’n eteklerinden bakıldı mı her taraf, üstüne kül elenmiş gibi bomboz görünür. Ceyhan Nehri'nin yatağı bu boz ovanın ortasında yeşil bir kuşak gibi sıra sıra söğütlerin, kavakların gölgesinde nazlana nazlana akıp gider.

Kış gelince bütün ova bir uçtan bir uca adam boyu kar olur. Her yan apak ve dümdüz görünür. Böyle günlerde ocak başı söyleşilerine dadanan yaşlılarla; üçü bir yana beşi bir yana gidip gelen avcı izleri de olmasa, köyler, terk edilmiş yurt ıssızlığında durup durur. Yalnız komşular arasında bir çorbalık bulgur, bir edimlik un, bir iki içimlik tütün, çay istemeler çoğalır; bir de sayrılar, sayrısına umar arayan insanlar… Böyle günlerde Berut’un eteğindeki dağ köylerinin sesi soluğu hepten kesilir; ne köyden giden olur ne köye gelen…

Ovanın baştan sona dümdüz karla örtülü olduğu, her günün birbirine benzediği günlerden bir gündü. Vahşi uğultusuyla ıslık çalıyormuş gibi inleyen tipi, yükseklerdeki kar öbeklerini enginlere savuruyordu. Herkes kendi yuvasında -erinçli olmasa bile- sanki dertsiz kedersizmiş gibi küçük avuntularla yaşayıp gidiyorlardı işte.

***

Birgün evlerin kuytularında uyuşuklanan köpekler, sanki koku almışlar gibi havlayarak Kıtlık Deresine doğru seğirttiler. Köpeklerin böyle toplanıp hep birden havlaması köylüler için bir tehlikenin habercisi sayılırdı; ya birileri yolunu, yönünü yitirmiştir ya köye kurt sürüsü girmiştir ya da teröristler köyü basmıştır. Bunu bildikleri için köpeklerin sesini duyan kadınlar, erkekler hemen evlerin önüne çıktılar. Ellerini koltuk altına sokuşturarak Dul Hürü’nün avlusunda toplanıp beklemeye koyuldular. Derken, bu uğultu altında sonsuzmuş gibi uzanan beyazlığın ortasında ve köyün epey uzağında karaçalı gibi bir karartı göründü; duruyor mu, yürüyor mu belli değil… Dul Hürü, “Bu kış kıyamette ya delisi olan ya ölüsü olan yola çıkar! Acep kim ola?” diyerek korkuluca söylendi. Onun böyle söylenmesi ötekilerin de merakını artırdı. Onlar avlunun kuytusunda böyle bekleşirken, uzaktaki karartı giderek yakınlaşıyor, yakınlaştıkça büyüyordu. Sonunda, uzaktan eni boyuna denk gibi görünün bir adam peyda oldu. Adam, kar kütüklerine bata çıka gelip Kıtlık Deresinin öte yamacına dikildi. Bu dere olmasa bir sigara içimi kadar sonra köye girebilirdi ama yamacı inmesi, dereyi geçmesi, bu yamaca tırmanması bir saat sürerdi. Kıtlık Deresi, yaz kış köye gelip gidenlerin işini zorlaştırmaktan başka işe yaramazdı zaten. Köylüler, “İçi taşla, toprakla dolmaz ki doldurasın, köprü yapılmaz ki yapasın!” diye yanıp yakınırlardı.

Gittikçe yakınlaşan, yakınlaştıkça büyüyen adam, şimdi kayalardan tutuna tutuna o dik yamaçtan dereye inecek, üstünü başını soyunacak, derenin buz akan suyuna gömülecek, sonra da yine karlı kayalara tutunarak beri yamaca tırmanacak! Göze alınabilecek bir şey değildi bu… Ama hiç de bekledikleri gibi olmadı; adam soyunup Kıtlık Deresini geçmek yerine köye doğru uzun uzun ünlemeyi yeğledi. Bir elini kulağının üstüne kapatmış, durmadan bağırıyordu ya, rüzgâr, adamın avazını alıp öte yöne savuruyordu. Ses duyuluyor fakat ne dediği ne istediği anlaşılmıyordu. Adamın onca bağırmasına karşın, Dul Hürü’nün avlusunda bekleşenlerden hiçbirisi avlunun kuytusundan çıkıp da bir adım öteye gitmeyi göze alamıyordu. Dul Hürü, erkeklerin kabadayılığını gölgeleyecek erkeksi atakları severdi; birden öne atıldı. ellerini koltuk altından çıkarmadan, omuzlarını sağa sola çevire çevire, kar kütüklerini eze eze dereye doğru yürüdü. Arada bir duruyor, gelen sesi dinliyor, adamın ne dediğini, kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Böyle böyle derenin kıyısına varıp yardan aşağı indi. Adam ünlemeyi kesmiş, bu gelenin iyice yaklaşmasını bekliyordu. Sonunda Dul Hürü ile yamaç yamaca dikildiler. Aynı köyün insanları boyundan bosundan, yürüyüşünden hatta ayak sesinden bile tanırlardı birbirlerini. Köyü meraklandıran, köyün köpeklerini ayaklandıran, eni boyuna denk gibi görünen karşıdaki adam, Dul Hürü’yü hemen tanıdı. “Hürü abla Hürü abla… benim ben!..” diye bu yamaca doğru ünledi. Adını sanını sormaya gerek kalmadan Dul Hürü de onu tanımıştı sesinden. Gücünün yettiği ses hızıyla yanıtladı:

“İtin dölü azdın mı şaştın mı! Bu kış kıyamette derdin ne?” diyerek olanca avazını salıverdi Kıtlık Deresinin öte yamacına.

Dul Hürü’nün titremesine inat, adam, kar kütüklerini eze eze yürümekten ter içinde kalmıştı. Derenin coşkun suyuna baktıkça hem korkusu hem ürkekliği artıyordu.”Hürü abla, kardeşim İbrahim gelsin beni geçirsin” diye bir kez daha ünledi. Dul Hürü: “İbrahim gelip de seni sırtına bindirecek değil ya! Soyun da geç, bişey olmaz soyunda geç,” diyerek onu yüreklendirmeye çalıştı. Biliyordu ki adam şimdi soyunacak, her yanı açıkta kalacak, derenin buz gibi suyuna öylece gömülecekti. Yaz kış köye gelen herkes dereyi böyle geçerdi.

Her şey Dul Hürü’nün beklediği gibi oldu. Adam, sağ bacağını göğsüne doğru çekip potini, pamuklu çorabı çıkardı, çıplak ayağını yeniden kara gömdü. Aynı devinimle sol ayağındaki potini, çorabı da çıkardı. Yalın ayakları dizlerine kadar kara gömüldü. Ardından palaskasını çözdü, yeşil çuha pantolonla beyaz donunu soyundu. Bunları yaparken aklı fikri köyünde, köylüsünde; anasında, babasında ve nişanlısı Gülperi’deydi. Karşıda dikilip duran Dul Hürü’yü unutmuştu bile. Dul Hürü ise adamın bu devinimlerini bekliyordu zaten. Karşısındaki adamı çıplak görünce bedeninde ılık bir kıpırdanma oldu. Adam, giysilerini bohça gibi yapıp kucağına aldı, çenesinin altına kadar kaldırdı ve Yamaçtan aşağı suyun içine doğru yürüdü. İşte Dul Hürü’nün beklediği an; ama uzun sürmedi bu… adam ansızın karşıya bakınca Dul Hürü suçüstü yakalanmış gibi oldu. Geriye dönüp evin avlusunda bekleyen köylülere doğru yürüdü.

Derenin suyu çenesine değin çıktı. Erimiş kurşun soğuk suya atılınca nasıl eğilip bükülür, katılaşırsa adamın bedeni de öyle olmuştu. Ayak parmaklarının ucuna basa basa ilerlemeye çalışıyordu. Bu yamaca geçince çıplak ayaklarını kara gömerek giysilerini sırtına geçirdi; sobada ısıtılmış gibi geldi giysiler. Onca yorgunluğa karşın bu yolculuğun herkesi sevindirecek bir yanı olmadığını biliyor ve köyüne geldiğine sevinemiyordu.

***

Dul Hürü duvarın kuytusunda bekleyenlere doğru gelirken az önce yaşadığı sanal heyecanın sıcaklığını duyumsuyor, biryandan da yaptığı bu densizlikten(!) utanıyordu. “Tövbe tövbe!” diyerek, işlediği günahtan kendini aklamaya çalıştı. “Kem niyetim varsa Allah canımı alsın!” dedi, gülümsedi.

Deminden beri haber bekleyen köylüler, Dul Hürü’nün geldiğini görünce duvarın kuytusundan çıkıp onu karşıladılar. “Kimmiş, niye gelmiş, ne istiyormuş?” diye sorguladılar. Dul Hürü, yıllardan beri yoksun kaldığı ama az önce yeniden yaşamış gibi olduğu duyguların utancındaydı daha. Biraz da bunu bastırmak için, öfkeyle: “Ölümün körü itin dölleri! Beni dondurdunuz soğukta!” diyerek her zamanki erkeksi tavrını bir kez takındı, sonra da hiçbir şey söylemeden köyün içine doğru yürüdü. Müjdeci bir ivecenlik vardı yürüyüşünde. Köylüler onun kendi evine uğramadan köyün içine doğru gitmesine akıl erdiremediler.

Dul Hürü, Nacar Nuri’nin evine soluk soluğa girdi: “Makbule abla müjdemi isterim,” diye bağırdı. Makbule’nin müjde vermesini gerektiren ne olabilirdi ki? “Kaç gündür kötü kötü düşler görüyordum zaten!” dedi telâşla. Küçük oğlu İbrahim’le birlikte Kıtlık Deresine doğru koştular. Nacar Nuri, katarak gözlerini zorlayarak, sonsuzmuş gibi uzanan kar düzlüğüne bakıyordu. Gözlerinden çok kulaklarına odaklanmış, gelecek sesi dinliyordu. Köyün bütün köpekleri, köye doğru gelen karartıya bir kez daha seğirttiler. İşte burada şaşılacak bir durum oldu: tasmalı, iri bir Kangal köpeği, ötekilerden ayrılıp cilveli, çalımlı koştu, adamı önce kokladı sonra da yatıp kalkmaya, bacaklarına sarılmaya başladı. Asker elbiseli adam unutulmadığına sevindi. Ağlayarak, koşarak ve “Galip… Galip!..” diye bağırarak gelen anasıyla, kardeşi İbrahim’le o beyaz düzlüğün ortasında sarmaş dolaş oldular.

Kuzineli soba, ağzından çıngılar saçarak yanıyordu ve evin içi ardıç kokuyordu. Galip’in kurşun gibi donmuş bedeni biraz sonra gevşedi ve o an’a değin hiç konuşmadı. Anası, babası, kardeşi İbrahim sevindiler. Korkulu, kuşkulu bir sevinçti bu… “Bu işte bir bit yeniği var! Bu kış kıyamette…” diye düşünüyor, bir kötü haber duyacaklarmış korkusuyla hiçbir şey soramıyorlardı.

Çok geçmeden köyün içinde türlü dedikodular yayılmaya başladı: “Firar etmiş” diyenler oldu, “Çürüğe ayrılmış” diyenler oldu, “Sol böğründen kurşun yemiş, verem olmuş” diyenler oldu. Usa, düşe sığmayacak anlamlar yüklediler Galip’in gelişine. Akşam oldu, gece oldu, sabah oldu ama ne anası ne babası bir şey soramadılar, Galip de hiç konuşmadı.

Böyle çetin kış günlerinde ne köyden giden olur ne köye gelen olurdu. Galip’in gelmesi büyük bir olaydı köylüler için. Ertesi sabah duyan geldi duyan geldi... Nacar Nuri’nin evi düğün evi gibi şenlendi. Hısım akrabaya, komşulara -çam sakızı çoban armağanı- üstü tüfekli asker sigarası ikram edildi.

***

Ardıç odunuyla dolu kuzineli soba al al olmuştu. Galip’in anası Makbule, kömbe tepsilerinin birini çıkarıp birini sürüyordu sobanın fırınına. Mavi çinko çaydanlıkta çay dem tutuyordu ve tabaklar hedik doluydu. Ardıç kokusu, etli kömbe kokusu, çay ve hedik kokusu doldurmuştu evin içini. Dışarıdaki tipiye, soğuğa inat ev sıcaktı ama bunların hiçbirisi değildi komşuların beklentisi. “Bu kış kıyamette niçin gelmişti, derdi neydi?” Galip de sezinliyordu onların merakını; gelirken yolda bile düşünmüştü bunu… Komşu komşunun külünü de derdine de ortaktı köy yerinde. Elbet merak edecek elbet soracaklardı ama kimse sormuyor, soramıyordu. Sabrı tükenmiş gibi duran Kamalı Mahmut birden patladı: “Oğlum Galip, bu karda kışta niye geldin, başında bir hal mi var?” deyince, oradakiler bağdaşlarını bozup şöyle bir kıpırdandılar. Galip, Kamalı Mahmut’a bakarak: “Biliyorum hepiniz merak ediyorsunuz; olduğu gibi anlatayım” dedi ve başladı:

“İki ay kadar önceydi. Cudi Dağı’na kamp kurmuştuk,” diye başladı söze. Odada fısıltılar kesildi, herkesin gözü kulağı Galip’te… Çay bardaklarının şıkırtısından başka ses çıkmıyordu.

“Hani buğday firezinde gezerken pırrr diye ansızın bıldırcınlar kalkar da ürkersiniz ya aynen öyle… Ne zaman, hangi kayanın, hangi çalının dibinden terörist çıkacak, belli değil… Biz böyle tedirgin gezerken, yerin altından yüzü gözü sargılı biri peyda oldu. Ürkmedim değil; ürktüm! Korkmadım değil; korktum! İkimizin de eli tetikte!.. Biliyorum ki az sonra ya o ölecek ya ben!.. Birden göz göze geldik. O bana bakıyor ben ona…. Belki altmış, yetmiş, yüz sayıncaya kadar bakıştık. Karşımdaki göz aynen kardeşim İbrahim’in gözüydü. Parmağım tetiğe basmıyor. İnsan kardeşine kurşun sıkar mı? O da basmıyordu tetiğe; belki benim gözlerim de onun kardeşinin gözlerine benziyordu. Bir de bütün köy, hepiniz sanki o an oradaydınız. Kiminiz ona kiminiz bana bakıyor, “yapma yapma!” diye çırpınıyordunuz. Anam, babam, kardeşim İbrahim; bütün köy gözümün önüne geldi. Köyümü, sizleri görmeden ölmek istemiyordum. Özlemim, can korkuma galebe geliyordu. Ben böyle düşünürken baktım ki sırtını bana dönmüş gidiyor! Arkamıza bakmadan o öte yana, ben bu yana uzaklaştık; ikimizde basamadık tetiğe” diye sürdürdü konuşmasını.

Galip’in anlatacakları bitmemişti. Babasının sesi odadaki sessizliği delip geçti: “İlâhi oğlum… adam basmaz mı tetiğe! Ya o seni öldürseydi!” dedi. Galip, karşısında oturan kardeşi İbrahim’i gösterdi: “Bütün suç bunun. Cudi Dağı’nın tepesinde gelip karşıma dikildi! Yalnız o değil, bütün köy, hepiniz gözümün önünde dönüp durdunuz” dedi. Kamalı Mahmut sabırsızlandı: “Yavrum Galip, buraya kadarını anladık da bu kış kıyamette niye geldin? onu anlat” dedi.

Odanın içi düğün evi gibi doluydu. Boşalan mavi çinko çaydanlık yeniden doluyor yeniden boşalıyordu ve bardak sesinden başka ses yoktu. En çok da Kamalı Mahmut bekliyordu sözün sonunu. Galip, yeniden başladı anlatmaya:

“O günden sonra bana bir hal oldu. Her gece sabaha kadar anamın, babamın, İbrahim’in adını sayıklar olmuşum. Koğuş arkadaşlarım uyandırıyor ama tekrar başlıyormuşum sayıklamaya. Sanki çift sürmüş gibi sanki orak biçmiş gibi yorgun uyanıyordum sabahlara; halsiz, iştahsız, bitkin… Sonunda koğuş arkadaşlarım, Bölük komutanıma bildirmişler; ‘sabaha kadar sayıklıyor’ demişler.”

Kamalı Mahmut usundaki soruyu soramadığı için yerinde kıvranıp duruyordu: “Eee!.. Komutanın ne yaptı ne dedi?..”

Galip: “Bir hafta önceydi… Posta eri, “Komutanım seni çağırıyor” dedi, gittim. Komutanım künyemi kütükten okusa her şeyi görür, bilir ama öyle yapmadı, bana sordu:

–Anan var mı? dedi; var, komutanım dedim.

–Baban var mı? dedi; var, komutanım dedim.

–Evli misin? dedi; başımı yere eğdim. Ama hepsinde çetini “Köyünüz güzel mi?” demesiydi. Ben başlamışım ağlayarak anlatmaya. Kıtlık Deresini, İt atan gürleviğini, Mezere bağlarını, akşam davarın köye gelişini, kuzuların emiştiğini…” Kamalı Mahmut araya girdi: “Senin komutanın aklı kısaymış; yavu bir komutan bu kadar dinler mi askerini?” deyince hep birden gülüştüler! Deminden beri sessiz sessiz ağlayan Makbule ile Nacar Nuri bile güldü Kamalı’nın bu sözüne. Galip, anasının, babasının güldüğünü görünce neşelendi. “Mahmut emmi inan ki komutanım sözümü kesmeseydi, senin, Görkemce’nin evine bacadan nasıl girdiğini bile anlatacaktım!” deyince, odanın sessizliği hepten bozuldu, ev şenlendi. Kamalı Mahmut’un usundaki kuşkular silinmemiş olacak ki, “Galip oğlum diline sağlık, hepsini güzel anlattın da benim deminki sorum asılı kaldı; sıcak koğuşu, mis gibi tayını bıraktın da bu kış kıyamette niye geldin?” dedi. Galip, “Ben de onu anlatacaktım” diyerek, Kamalı Mahmut’un böldüğü yerden devam etti:

“Hani, saba kadar sayıklıyormuşum ya; işte onun için hastaneye havale ettiler beni. On gün kaldım asker hastanesinde. Ne aklımda ne kanımda bir leke bulamayınca, komutanım yine beni çağırtmış; gittim. ‘Evlâdım Galip, sana yirmi gün tebdil-i hava veriyorum. Köyüne git ananı, babanı gör, köylülerini gör, Şardağı’na, Medetsiz’e çık. Bağır, çağır, ıslık çal, türkü söyle; sen ancak o zaman iyileşirsin” dedi. Kamalı Mahmut’a döndü: “İşte bunun için geldim Mahmut Emmi” deyince herkes sevindi. “Oh… oh!.. bir derdi, marazı olmasın da çocuğun” diyerek dağıldılar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

      

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Ş İ İ R ÖRNEKLERİ

Ş İ İ R ÖRNEKLERİ

 

HEPSİ NEYSE DE

 İstek olmalı iştah olmalı yaşamak için
Merhaba demeli yeni gelen güne.
Tan ağarmadan kuşlar uçmadan
Yürümeli, koşmalı şöyle bir
Solumalı çiçek çiçek dünyayı
Sonra tutmalı evin yolunu, elinde sıcak bir ekmek
Gün doğmadan, bebeler uyanmadan.

Hepsi neyse de
Güzel şeydir yaşamak

Yürümek,  yürüyebilmek de
İz bırakmak, tek başına olsan bile
Gün ortasında, gün sonunda
Dünyayı atıp omuzlarından
yaşamak
Sırtını dayamadan bir yere.
 

 

 

 

  FELEK

 

Hep sana güvendik seni bekledik
Çığlık göğü deldi bakmadın Felek.
İn misin cin misin nerde gizlisin?
Zuhur edip arza çıkmadın Felek.

Kıyamet kopuyor dünya telâşta
Zehir fışkırıyor ekmekte aşta
Her şeye alıştık ama bu başka
Cellada bir kurşun sıkmadın Felek.

Ölümler kolgezer dağda, ovada
Kör kurşun kokusu yerde, havada
Var ise vicdanın yetiş imdada
Karanlığa ışık yakmadın Felek.

Zalimden, zulümden bıktık usandık
Her gün başka başka ateşte yandık
Korkulu düş gördük ürkek uyandık
Korku dağlarını yıkmadın Felek.

Yaşama arzumuz bitti tükendi.
Umutlar beyhude gitti tükendi,
Yeter artık kurtlar kuşlar dillendi,
Hâli temaşadan bıkmadın felek.

 

DOĞAN SOYDAN HAKKINDA

DOĞAN SOYDAN HAKKINDA

 

"Zoraki yazar ve zorlanarak yazılan kitap o kadar çoğaldı ki, senin kitabını okurken rahat bir nefes aldım, dinlendim."

(Mahmut MAKAL, Deli Memedin Türküsü  s. 130)

 

***

 

"Doğan Soydan’ın öyküleri, toprağa basan öykülerdir. Anadolu gerçekliğinden süzülüp geldiği belli... kendisini kutluyor, bu gerçekçi tutumunu, sonraki kitaplarında da sürdüreceğine inanıyorum."

(Naciye MAKAL )

 

***

 

"Kendi anlatımıyla, “... tütünü deli, aşı yavan insanların konuğu, umutsuz özlemlerin, buruk sevinçlerin tanığı” olan öykücümüz, Anadolu insanının öteki yüzünü, yalın, yakıcı, sarsıcı, bir o kadar da şiirli bir dille vermesini biliyor."

(O. Nuri POYRAZOĞLU, Öğretmen Dünyası, sayı 334)

 

***

 

"Şu bir gerçek ki, Anadolu gerçeğini Anadolu’nun derinlerinden gelenler yazacaktır. Köy gerçeğine sırt çevirerek, “Köyden öykü, Roman çıkmaz!” diye “fetva” vererek köy yazınını küçümseyenler, Anadolu yazınının önüne taş koyamazlar. Doğan Soydan da, bu duyarlılıkla dolu öyküler sunuyor okurlarına."

(Nadir GEZER, Dünya/Kitap, cilt 2, sayı 13)

 

"Doğan Soydan, insanımızın, daha çok da Anadolu’da yaşayan insanların alın yazısını, karşılaştığı güçlükleri, bazı olayların odağında öyküleştirmiştir."

(Muzaffer UYGUNER, Damar Dergisi, sayı 27)

 

***

 

"Öykücü Doğan Soydan, ülkemiz insanının acıların, umutlarını yalın ve içten bir anlatımla dile getiriyor. Konular ve kişiler Halktan... Yalın, yaşamın her anından alınabilecek denli sıradan olayların kesitini sunuyor öykülerinde."

(Hilmi HAŞAL, Ekspres Sanat Dergisi, sayı 14)

 

***

 

"Öykülerinin konuları gerçek yaşamdan alınmıştır. Ülkemiz insanlarının umutları, acıları, sorunları yalın, sade ve içten bir dille anlatılmıştır. Örneğin, Köse İsmail’i, Fatik Bacı’yı, Katip Rıza’yı, Muhtar Kazım’ı, Erol Usta’yı iyi tanıyoruz. Onlar, aramızda yaşayan tanıdık, bildik insanlar."

(Murat ÖZMEN, Ankara Edebiyat Dergisi, sayı 13)

 

***

 

"Ödev sorumluluğu (!) ile okumak adına, 1-2 gün, evde değiştirdiğim her mekana kitapları da beraberimde taşımama rağmen, kapağını bir türlü açamadım! açınca da bitinceye kadar, bir daha kapatamadım..."

(Alaattin BAYAZIT)

 

***

 

"Halk şiirimizin teknesinde karılı hamurdan kesilmiş olanından tutunuz, kendi duldasında ya da doruğunda kendi ölçüsünü kendi kuran şiirlere kadar tümü her biri bir diğerinden ayrılmaz bir bütünü kuruyor o şiirlerin. Romantizmi, Hümanizmi, ölçüsü, uyağı, konağı, durağı, kuytusu köşesi, tümü de Anadolu tarihinden/coğrafyasından kaynayan bir büyük azmak kuruyor şiirleriniz. İster avucunu daldır bir yudum iç, ister ister alnını yıka, ister suyun kalbine bir yolculuğa soyun, ister kıyısında dur çırpınışını dinle suyun. Hem susuzluğunuzu gideriyor, hem susatıyor sizi."

(Ümit Sarıaslan, Akademisyen-Yazar)

 

***

 

"İlk kitabınız Delikli Kuruş ve ikinci kitabınız Dünyam İğne Ucu birbirinin devamı gibi; hatta üçüncü öykü kitabınız Sen Yine de Üzülme de buna dahil. Her öykü, Anadolu insanının hayatından bir kesit..."

(Ayşe Kaygusuz, Düşe Yazanlar kitabından)

Yazar: Çeşitli Yazarlar

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör