Ebubekir Hazım Tepeyran

Yazar, Şair

Doğum
Ölüm
05 Haziran, 1947

Yazar, şair (D. 1864, Niğde - Ö. 5 Haziran 1947, İstanbul). Yazar Oktay Akbal’ın dedesidir. Babasının memuriyeti nedeniyle Isparta ve Antalya rüştiyelerinde (ortaokul) okudu, Niğde Rüştiyesinden mezun (1879) oldu. Daha çok özel dersler alarak yetişti. Niğde’de başladığı memurluk hayatında Tahriri Emlâk Kalemi kâtipliği, İnşaat Tahsilat kâtipliği, müsevvitlik (müsvette yazan), yazı öğretmenliği görevlerinde bulundu. Memurlukta yükselerek; Dedeağaç mutasarrıflığı, Musul, Manastır, Bağdat, Sivas, Ankara, Hicaz, Beyrut, Bursa valiliği, Şura-yı Devlet (Danıştay) üyeliği gibi önemli görevler yaptı. Ayrıca Bidayet Mahkemesi zabıt kâtipliğine tayin edilerek İstintak, Ceza ve Hukuk dairelerinde, müdde-i umumi (savcı) refakatinde çalıştı. Kastamonu Mektubi Kalemi mümeyyizliği ile vilayet gazetesi muharrirliği görevlerinde bulundu, öğretmenlik yaptı. Damat Ferit Paşa Hükümeti zamanında Bursa Valisi ve Dahiliye Nazırı iken Millî Mücadele’ye yardım ettiği gerekçesiyle idama mahkûm edilmiş (1920), sonradan cezası müebbet kürek cezasına çevrilmişti. Sahrayıcedit Mezarlığında toprağa verildi.

Tek romanı Küçük Paşa, Nabizade Nazım’ın Kara Bibik’inden sonra köy romancılığının ilk eserlerinden biri oldu. Ayrıca hikâyeleri, Türkçe ve Fransızca şiirleri vardır.

“Küçük Paşa, gerçekçi romanın ilklerinden birisi olarak edebiyat dünyamızın ilgisini çekmiştir. Daha sonra yeniden kaleme aldığı ve bazı düzeltmeler yaptığı bu roman ikinci baskısında daha derli topludur. (…)

“Bence Ebubekir Hazım Tepeyran, Türkiye Yayınevinnin büyük bir isabetle yayınladığı hatıraları bakımından bilhassa anılacaktır. Zira bu hatıralar, İmparatorluğun o geniş coğrafyası üzerinde yaşanmış canlı hatıraların en güzellerinden, en enteresanlarından birisidir. Zamanında notlar alındığından, gerçektir, düşünmeye, birtakım değerlendirmeler yapmaya ve birtakım tecrübelerden hisseler almaya değer kıymettedir. Bence Tepeyran’ın en büyük ve kıymetli eseri hatıralarıdır.” (İsmail Özmel)

ESERLERİ:

ROMAN: Küçük Paşa (1910, yeni bas., 1984).

HİKÂYE: Eski Şeyler (1910).

OTOBİYOGRAFİ: Zalimane Bir İdam Hükmü (1946).

ANI: Canlı Tarihler-Ebubekir Hazım Tepeyran Hatıraları (1944),Zalimane Bir İdam Hükmü (1946), Belgelerle Kurtuluş Savaşı Anıları (haz. Sadi Borak, 1982), Hasan Hazım.

MAKALE: Sânihat.

ŞİİR: Les Fleurs Dégénérés (Fransızca, 1931), Kar Çiçekleri (1932).

ÇEVİRİ: Güzel Sözler.

KAYNAK: Ebubekir Hazım Tepeyran-Hatıraları (1947), TDE Ansiklopedisi (c. 7, 1976-98), Yurt Ansiklopedisi (c. VIII, 1982-83), Hakkı Tarık Us / Elli Yıl Mecmuası (tsz., s. 62-63), “Ağralı, Sedat” (Büyük Larousse, 1986), Abdülkadir Hayber / Ebubekir Hâzım Tepeyran (1988), İsmail Özmel / Dünden Bugüne Niğde’li Şair ve Yazarlar (1990), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), TBE Ansiklopedisi (2001), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2. bas., 2009).

AKŞAM BULUTLARI

Tabiatın en güzel şeylerinden biri de,

            Akşam semalarını süsleyen bulutlardır.

            Ne garip şekilleri, ne hoş renkleri vardır;

            Al yığınları ötede, pembeleri beride.

 

            Yaldızlı turuncular ufkun eteklerinde

            Ne zarif uzanırlar sırmalı pervaz gibi.

            Baktıkça bu tabloya “bozma derim ya Rabbi,

            Renkler de, şekiller de kalsın yerli yerinde.”

 

            Fakat kalmaz bozulur ve söner birer birer

            Gün yaydığı ışığı toplayarak indikçe.

            Rengi uçan her bulut dağılır ince ince,

            Açılan boşluklara ak tülden perde gerer.

 

            Şu fâni renkler uçup gitmişler yerden,

            Üstünde akan kanlar kurumuş topraklardan.

            Çürüyen altın saçlar, gül gibi yanaklardan,

            Her renkte sehhar gözler ve solmuş çiçeklerden.

 

             (Kar Çiçekleri)

KÜÇÜK PAŞA'dan

  Anadolu köylerinden İstanbul’daki Suat Paşa konağına, kucağında bebeğiyle bir sütnine ge­tirtilir. Adı Selime’dir.

  “Nazikter Kalfa bir sırasını getirip Selime’yi sorguya çekti:

  — Her gece yatarken melekleri şahit getirdiğin din ve imanın ne olduğunu bilir misin?

  — Onu sorgu melekleri mezarda sorarlar, şimdi sorulmaz, hem de o sorgunun kar­şılığı diri iken verilmez, ölünce verilir.

  — İnsan sağken bilmezse, ölünce hiç bilmez.

  — Mezara gömülünce imam talkın verir, öğretir.

  — Demek sen hiç bilmiyorsun?

  — Dini din, imanı iman bilirim, işte bu gadar.

  — Allah’ı nasıl bilirsin?

  —İyi bilirim, lâkin görmedim.

Nazikter, Selime’nin yüzüne bakıp latifeye benzer bir eser görmeyince, kuşkulan­dırmayarak bütün malûmatını anlamak için sözlerine devam etti:

— Pekâlâ peygamber kimdir?

— Allah’ın torunu.

— Babası kimdir?

— Adem Babamız.

— Anası da Havva Anamız olduğunu tabiî bilirsin. Sormaya hacet yok, namaz nedir?

— Köyde erkeklerden bazıları boş kaldıkça kılar; dişi ehliler kılmaz sevaplı iştir.

— Devlet nedir?

Selime böyle bayağı bir sorguya nazaran kendisinin pek ahmak zannedilmesine kızmış gibi bir tavır aldı:

—Bunu herkes bilir: Köylerden vergi, asker alır; fakat kendisi gelmez; kuduz gibi zaptiyeyi saldırır, zift gibi yapışkan tahsildarlar gönderir.

—Padişah kimdir?

—Devlet efendimizin altın kafes içinde oturan büyük oğlu...”

 

Burada din yasalarıyla yönetilen bir ülkede, en küçük din bilgisinden yoksun köy insanının, bir yana itilmişliği, yalnızca çıkar için arandığı; kentliye bir bakım­dan ne denli uzak düştüğü anlatılıyor.       

İşte romanda vurgulanan kimi gerçekçi gözlemlerden biri de budur.

Selime’nin bebeği Salih, konakta paşa torunu Haldun’un süt kardeşidir. An­nesi köye gönderildikten sonra ‘evlatlık’ olur. Paşa çocukları gibi yetiştirilir. Kü­çük Paşa adını alır.

Selime bir iftiraya uğramış; kocası Ali onu boşamış, başkasını almıştır. Seli­me de yakın köylerden birinde dul çocukları olan, yaşlı muhtara varmıştır.

Suat Paşa ölünce, Küçük Paşa, onu çekemeyen Naime Hanımefendi tarafın­dan köye geri gönderilir. Yolculuk, yazarın betimleme ve çözümlemelerdeki ken­dine özgü izlenimleri açısından ilginçtir. Buna, çevreyi çocuk gözüyle değerlen­dirmeden çok, yazarın yorumlaması denebilir.

“Tam dört gün süren araba yolculuğu, Salih’e dört yıllık bir kürek mahkûmluğu kadar uzun göründü.

Akşamları indikleri köylerde bir nevi seyyar işkence aleti demek olan arabalardaki rahatsızlığa rahmet okutacak kadar muazzep oluyordu. Senelerden beri ocaklarında tezek ve ot kökleri yakıla yakıla, bunların dumanlarına mahsus kokular, ebediyyen zail olmayacak kadar taşına toprağına, üzerlerini örten ağaç ve çalı çırpıya sinmiş, bütün tavan ziftlenmiş gibi siyahlanmış köy odalarının yıllanmış sakinleri olan bitler, pireler, yalnız böyle yaysız, her tarafı kağşamış yük arabası içinde büzülerek çarpıla çarpıla bütün vücutları berelenerek kımıldanmaya mecalleri kalmayan yorgun yolcuların ta­hammül edebildikleri kadar izaç ediyorlardı...”

Salih (Güççük Paşa) köyde düş kırıklığına uğrar; yoksullukların ve yoksun­lukların içine düşmüştür. Analığı Haçça, kendine ve iki çocuğuna çıkar sağlama amacıyla ona karşı kıskanç davranmakta, öfkesini gizlememektedir. Salih’in İs­tanbul’dan getirdiği zengin sandığını ve gösterişli giysilerini de ergeç ele geçire­cektir.

Salih, bir süre sonra öz annesinin köyüne götürülür, sevgiyle karşılanır. Da­ha sonra da babasının yeniden askere çağrılarak, Yemen ‘e gönderilmesi üzeri­ne, Haçça’nın acımasız dayak ve davranışları altında iyice ezilir, hastalanır. Bü­tün şiddetiyle sürmekte olan bir kış günü, evden dışarı çıkarak kurtlara yem olur...

Haçça, acımasız bir üvey ana olmakta birlikte, her türlü eziyete katlanabile­cek bir köy kadını; bir Anadolu insanıdır.

 “Yurtseverlik hislerinin insanları ne kadar büyük fedakârlıklara katlandığını anla­mak için her şeyden önce köylere gitmeli...

Sağlam bedenli yaratılmış, büyütülmüş üç oğlu askerden dönmeyen ak sakallı ba­banın ve ak saçlı ananın kendilerine muin verilen dördüncü alil oğullarını beslemek; yıpranmış vücutları, bükülmüş belleriyle takatlerinin üstünde çalışmak mecburiyetin­de kaldıkları halde, ‘Allah din ve devlete zeval vermesin’ diye dua ettiklerini görüp de vatan ve din sevgilerinin bu derecesine hayran olmamak mümkün mü?...

Tabiatın en ziyade semahat gösterdiği güz mevsimi, Haçça’nın ambarına, geçen yıllara nisbetle pek az mahsul verdi. Öşrün yedide ve dörtte biri olan Maarif, Nafia his­seleriyle beraber öşrü verildikten sonra birkaç.kile arpa, çavdar, beş on okka soğan, beş on avuç nohut, mercimek, bir İki deste mısır, birkaç çuval saman kalabildi...”

 “Geçen muharebede ölen iki kardeşinin kanlarıyla altı çocuğunu beslemekten âciz olduğu halde bu defa da kendisiyle Mevlût’a, Güssün’e muin gösterilen ihtiyar babası birtakım borçlarından dolayı tazzik ediliyordu. Son defalık tahsildar bütün ailenin süt anası, yegâne erzak kaynağı bir tek ineği satmaya kalkıştı. Öksüz çocuklardan her biri ineğin yularından, kuyruğundan, kulağından tutup mâni olmak istediler; tahsildar çek­ti, bunlar bırakmadılar. Ahırdan kapı önüne kadar çekilen bu inekle sürüklenen altı ço­cuğun vaveylası köyü tutmuştu.”

(Küçük Paşa, 1984)

FOTO GALERİ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör