"Uygar medeniyetler
karşılaştırmalı tarihi okutur. Çünkü kendi kendini tanımadıkça bir toplum
kendini aşamaz. Onun için sosyoloji, edebiyat, pedagoji, aynı zamanda bütün
insanlığın düşünce hazinesinden yararlanılır. Peru'da herhangi bir pedagoji
uzmanı varsa onun eserlerinden yararlanılır. Onun kitapları Oslo'da da bulunur.
Gittiğiniz vakit Roma'ya, Alman edebiyatına ait kimin kitabını istiyorsanız
bulursunuz onun İtalyanca’sını. Örneğin dünyada yayınlanan tüm kitaplar
Amerika'da üniversite kitaplıklarında var. Ohio Üniversitesinde tüm Türk
yazarların kitaplarını, ben de dahil olmak üzere, bulursunuz... İste bunu başka
türlü aşamazsınız. Her insan kendi ülkesinin insanı olduğu kadar, dünyanın da
bir parçasını oluşturur. Neden bebekler dünyaya geldiği vakit, dünyaya geldi
diyorlar da, Arnavutluk'a geldi demiyorlar. Orada doğan bebek için de dünyaya
geldi diyorlar. İlle de dünyayı parselleyip burası benim şahsımdadır diye bir
şey olmaz? Bakın ayni zamanda uzayı da yakından incelemeye başladılar artık.
Mir İstasyonu'nda astronotlar, kozmonotlar yaşıyor.
Ve Güneş sistemi içinde çok da
büyük bir şey değil bizim arz küresi. Jüpiter 1500 defa daha büyük, Satürn 750
defa daha büyük arz yuvarlağından. Ve baktığınız zaman iki milyon kilometreden
-boyuna fotoğrafları çekiliyor- böyle porselenden mavimsi bir yuvarlaktır
dünya, böyle bir de piçi var yanında Ay dediğimiz. Boyuna dönüyor... İste bu
gerçekliği inkâr etmenin bir anlamı var mı yani?
Demiyorum bütün Türkler böyledir ama, büyük harfli
bir anlamda Türk, özellikle de siyasetçiler, dünyayla ilgilenmeyen ya da bir
fırsat bulurlarsa ele geçirmeye çalışan bir anlayışla çıkıyorlar
karşımıza." (Milliyet, 10 Nisan 2006)
Türkiye önemli, çok önemli bir
değerini kaybetti.
Çetin Altan...
Kalemiyle, doğasıyla,
toplumbilimci dehasıyla, zor dönemde verdiği siyasi mücadeleleriyle, düşünce
gücüyle, kıvrak kavramlarla, müthiş yaşam serüveniyle, işlek zihni, zekasının
sığmadığı bedeni, yetişemediği diliyle ateş gibi adamdı.
Fikir üretti. Yol açtı. Tabu
kırdı. Kızdı. Kızdırdı.
Marksizm'den liberalizme uzanan,
elitizmden halkçılığa giden gelen, hepsinin hakkı ziyadesiyle verilmiş inişli
çıkışlı yolculuğunda hep parlak, hep üretken, hep yaratıcı oldu...
Bu teşhisçi sosyolog, bıçkın solcu
ve siyasetçinin edebi kimliği de kuvvetliydi. Pek çok oyun ve roman kaleme
aldı. Bunlardan “Büyük Gözaltı” İsveççe, Yunanca, Bulgarca ve İspanyolca 'ya, “Bir
Avuç Gökyüzü” İspanyolca ve Rumence'ye çevrildi. Büyük Gözaltı Fransız
liselerinde seçmeli ders kitabı olarak okutuldu.
Bunlar düz bir hatta yaşanmadı.
Kalem tutmanın bedelini ödeyen kuşağın son simge isimlerindendi.
Kitapları yasaklandı. Yazılarından
ötürü pek çok kez mahkemeye verilen Altan hakkında 300'den fazla dava gördü. Üç
kez tutuklandı, iki kez mahkûm oldu ve iki yıl cezaevinde yattı.
Unutulmazlar arasında yer aldı.
Babam okurdu Çetin Altan'ı, ben
okurdum, benim çocuğum yaşındakiler okurdu. Kuşaklara değdi.
Bu ülkenin belleğine çok şey kattı
Çetin Altan.
24 Haziran 2105 tarihinde 88. yaş
gününde Cumhuriyet Gazetesi için kaleme aldığı doğum günü mesajı bir tür
vasiyet ve yaşamının dökümü gibi...
Şöyle:
“Artık anlaşılıyor ki ülkeme demokrasinin
geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.
Torunlarımıza bırakmayı hayal
ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i
maksuda ulaşılamasa da çok yol kat ettik.
Bir ömür, sadece amaca ulaşmak
için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de
harcanır.
Yaralı bir devi ayaklarının üstüne
koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının
iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç
kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki
gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek.
Biz torunlarımıza istediğimiz
ülkeyi bırakamıyoruz.
Ama siz uğraşırsanız, mücadeleden
vazgeçmezseniz, dünyadan ayrılırken “torunlarımıza istediğimiz ülkeyi
bırakıyoruz” deme mutluluğunu siz tadabilirsiniz.
Hayallerinizden, ümitlerinizden,
mücadelenizden vazgeçmeyin.
Amacınıza ulaşamazsanız da, bu
amacı gelecek kuşaklara devretseniz de, kozmosla son hesaplaşmanızda, “daha iyi
bir dünya için biz de fena mücadele etmedik” diyebilirsiniz.
Bu da az şey değildir. Buruk da
olsa, yorgun gözlerinizde bir tebessüm yaratır.
O tebessümlerin çoğalması da elbet
bir gün kurtarır bu ülkeyi.
Enseyi karartmayın...”
Keder ve umut...
Bir yıldız kaydı...
Allah rahmet eylesin...
KAYNAK: Ali Bayramoğlu / Bir
Yıldız Kaydı: Çetin Altan... (Yeni Şafak, 23 Ekim 2015).
Dönemin ruhunu yansıtan anıları,
tarihe gönderme yapan araştırmaları, oyunları, romanları, köşe yazılarıyla bir
kuşağın, belki de bir kaç kuşağın gözdesi olmuş parlak bir yazardı. Militandı.
Söylediklerinin arkasında dururdu. Geri adım atmayı sevmezdi.
1968 yılıydı, Türkiye kaynıyordu.
Toplum hareket halindeydi. Türkiye değişiyordu. Başbakan Süleyman Demirel,
gösterilerin ülke çapında yaygınlaştığı o günlerde akıllara yer eden şu sözü
söylemişti: "Yollar yürümekle aşınmaz."
Biz gençler, sosyalist bir
partinin Türkiye İşçi Partisi'nin (TİP) Meclis'teki varlığını umutla
izliyorduk. En sevdiğimiz yazarların başında gelen Çetin Altan, milletvekili
olmuştu. Onun o günlerin ruhunu yansıtan heyecanlı yazıları, dillerimizden
düşmüyordu.
İstanbul'daydım, Tarsuslu bir
sosyalist arkadaşım "Çetin Altan'ı Meclis'te dövdüler. Bir şeyler
yapmalıyız" diye geldi. Altüst olduğumu hatırlıyorum. "Ne
durumda" diye sormuştum. O arkadaşımla Çetin Altan'ı savunmak amacıyla çılgın
projeler üretmiştik.
Çetin Altan, o günlerde bizim tek
yol gösterenimiz sayılacak kadar etkiliydi. Dünyayı değiştireceğimize
inanıyorduk. Hiç bir şeyden korkmuyorduk ve geleceğe büyük umutlarla
bakıyorduk. Çetin Altan, bu dönemin simgesiydi. Dayak yemesi bizi sarsmıştı.
NAZIM HİKMET
Saldırının ayrınıtlarını sonradan,
öğrendik. Dönemin İçişleri Bakanı Faruk Sükan kürsüde konuşurken, Çetin Altan'a
"Sen Nazım'a büyük şair demedin mi..." diye haykırdığında, Çetin
Altan, "Evet şimdi de söylüyorum, Nazım Hikmet büyük şairdir"
cevabını vermişti. İktidardaki Adalet Partisi'nin bir kısım milletvekili
üzerine saldırmış ve onu linç etmeye kalkışmışlardı. Altan, ağır
yaralanmıştı.(19 Şubat 1968)
Çetin abi, yıllar sonra, dayağın
devamını şöyle anlatmıştı: "Bir santimetre beyaz etim yoktu, ama başımı
saklamıştım bir banyo yaptım, yazımı da yazdım, ertesi gün çıktım geldim. Üç
aya kalkamaz, kemikleri kırıldı diye konuşuyorlarmış, beni görünce hortlak
görmüş gibi oldular."
YAŞAM USTASI
Tutkulu bir takipçisiyken yıllar
sonra meslektaşı olmuş, yakından tanımak olanağını bulmuştum. Çetin abi, bir
yazı ustası olmanın ötesinde, bir yaşam ustasıydı. Demokrasiyi, özgürlükleri,
bunların hepsini daha güzel, daha dolu dolu yaşamak amacıyla savunurdu.
Dönemin ruhuhu yansıtan anıları,
tarihe gönderme yapan araştırmaları, oyunları, romanları, köşe yazılarıyla bir
kuşağın, belki de bir kaç kuşağın gözdesi olmuş parlak bir yazardı. Onun tiryakileri vardı. Okurlar, o gazetesini
değiştirince, onunla birlikte gazetelerini değiştirirlerdi. Mücadeleciydi,
bazılarına göre kavgacı bir dili vardı. Ben onu, her savunduğu fikri militanca
savunan birisi olarak tanımlamayı tercih ederim.
Militandı. Söylediklerinin
arkasında dururdu. Geri adım atmayı sevmezdi.
DEMOKRASİYİ GÖREMEMEK
88. yaş gününde, kendi geçmişini,
Türkiye'nin içinde bulunduğu durumu şöyle özetlemişti: "Artık anlaşılıyor
ki ülkeme demokrasinin geldiğini göremeden ayrılacağım bu dünyadan.
Torunlarımıza bırakmayı hayal
ettiğimiz ülke bu değildi. Gene de bir hayal kırıklığı yaşamıyorum. Menzil-i
maksuda ulaşılamasa da çok yol katettik.
Bir ömür, sadece amaca ulaşmak
için harcanmaz. O amaca doğru atılacak bir iki adıma yardımcı olmak için de
harcanır."
Bu sözler onun umudunu koruduğunu,
kazanımları küçümsemediğini gösteriyordu: "Yaralı bir devi ayaklarının
üstüne koyabilmek için kuşak kuşak o devi sırtımızda taşıdık. Yaralarının
iyileşeceğine, o devin ayaklarının üstünde duracağına olan inancımı hiç
kaybetmedim. Bir gün bu ülke ayaklarının üstünde duracak. O zaman da, masaldaki
gibi “sihirli kedinin çizmelerini” giyerek amacına doğru uçarak gidecek."
Son sözlerinden birisi şu olmuştu:
"Hayallerinizden, ümitlerinizden, mücadelenizden vazgeçmeyin."
Çetin Altan, dünyaya anlam katan
bir filozoftu. Eksikliğini her zaman hissedeceğiz.
KAYNAK: Oral Çalışlar / Çetin
Altan'ı Meclis'te dövdüklerinde... (radikal.com.tr, 23 Ekim 2015).
Odada üç kişiyiz, biri Türkiye’nin
en önde gelen çok büyük işadamlarından biri, diğeri bir Başbakan Yardımcısı,
üçüncü kişi de, 17-18 yaşlarında ben, 60’lı yılların ilk yarısı. Yaz
tatillerinde çalıştığım ünlü bir yer var, odaya beni çağırıyorlar, gazetede
yayınlanan bir yazıyı okumam için.
Yazıyı o iki kişiye okuyorum. Yazı
sütunun başlığı gibi, “Taş” gibi inen
yazılardan biri. Çetin Altan yazısında her zamanki gibi, sözünü hiç
esirgemiyor, kimseden korkusu yok, o devrin en büyük iş adamlarından birinin
ithal ettiği mallarla ilgili yazıda hem iş adamını, hem de iktidarda bulunan
partiyi sorguluyor. Yazı ikisinin de canını sıkıyor, Başbakan Yardımcısı iş
adamı ile senli-benli, ona dönüyor, “merak etme, hallederiz”.
Lise son sınıf öğrencisiyim, her
gün Çetin Altan’ı, (sonradan Çetin Ağabey) okuyorum. “Hallederiz” sözü içime
oturuyor, nasıl halledecek? Çetin Ağabeyin yazılarını merakla izlemeyi
sürdürüyorum, ya yazılarına son verilecek ya Çetin Ağabey yazıda sözünü ettiği
iddialardan dolayı özür dileyecek. İki gün sonra, bir de bakıyorum ki, Çetin
Ağabey aynı konuda dolu dizgin, yine bildiğini yazıyor. Kendimce rahatlıyorum.
Ne var ki, çok sürmüyor.
Milliyet’e yayınlanan o yazının üzerinden birkaç ay geçiyor. Günün birinde,
yine o dönemin önemli sol dergisi “Ant” Çetin Altan’ı kapak yapıyor, “Rotatife
karşı kalem” başlığı ile. Sermayenin daha çok eleştirilmesine, sol düşüncenin
daha fazla yayılmasına, onun vazgeçilmez iki sözcüsünden biri olan Çetin
Altan’a Milliyet daha fazla tahammül edemiyor. Çetin Ağabey Akşam’a geçiyor,
sol düşüncenin iki kalesinden biri Akşam, diğeri Cumhuriyet ve orada İlhan
Selçuk.
Çetin Ağabey bir dönemin simgesi,
bayrak onda, yazılarıyla kitlelere öncülük ediyor, o, İlhan Selçuk ve Türkiye İşçi
Partisi, onlar sayesinde Türkiye Rönesans'ını yaşanıyor. Demokrasiye, insan
haklarına, temel hak ve özgürlüklere,
özgür düşünceye, bağımsızlığa kapıyı açıyorlar. Daha önce hiç
sorgulanmayan konular, elde edilmeyen haklar o kalemin inanılmaz inat ve emeği
ile gündeme geliyor. Çetin Ağabey’in de sık sık dile getirdiği gibi, “Türkiye
gibi geri toplumlarda yazmak zor iş”, sonunda ya hapishane var ya işsizlik.
Çetin Altan ikisinden de nasibini alıyor. “Düşünce suçu” ki, sonu hapis, düzene
başkaldırma ve hak arama ki, sonu işsizlik.
Çetin Ağabey ile ilk birebir
karşılaşmamız onunla yaptığım bir röportaj. Artık ben de, gazeteciliğe adım
atıyorum, yıl 1973 İstanbul Cumhuriyet’te ilk aylarım. O hapisten yeni çıkmış,
“Bir Avuç Gökyüzü” romanı toplatılmış, onu konuşacağız. Röportaj bitiyor, o
Cumhuriyet Genel Yayın Yönetmeni Oktay Kurtböke’nin odasında bekliyor. Yazıyı
Kurtböke’ye götürüyorum, Çetin Ağabey yerinden fırlıyor, yazıyı elimden alıyor,
bir nefeste okuyor ve bana dönüyor, “güzel, iyi yazmışsın”. Dünyalar benim
oluyor.
Daha sonra çok karşılaşıyoruz,
oğulları Ahmet ve Mehmet Altan iki kadim dostum, ikisi de babaları gibi yazı
adamı ve hatta torunları.
Çetin Altan’ın hayatı aslında
Türkiye’de “yazı adamı olmanın” dramı, coşkusu, şanı, şöhreti, sıkıntısı, kıskançlığı,
üzüntüsü, sevinci, bunları hep birlikte, sürekli barındıran bir sentez. Onun
gibi etkili, hiç kimse karşısında diz çökmeyen bir yazar, bir düşünce adamı
için böyle bir sentez, o güler yüzüne rağmen, içinden atamadığı bir acı olsa
gerek. Keskin esprileri o acının rövanşı belki de.
Demokrasinin, düşünce özgürlüğünün
kelepçeye vurulduğu Türkiye gibi bir ülkede bir düşüncenin bayraktarlığını
yapmak, o uğurda her türlü çileye gülerek katlanmak, ömrünü buna adamak, ancak
Çetin Ağabey gibi bir kültür adamının başarabileceği bir olay. Keskin zekası,
engin bilgisi, kıvrak kalemiyle taçlanıyor Türk Basını ve edebiyatı. Ve her
şeye rağmen, yüzünden eksilmeyen gülümsemesiyle.
Son söyleşilerinden birinde
vurguladığı gibi, “demokrasiyi göremeden” aramızdan ayrılıyor. Nur içinde yat
Çetin Ağabey.
KAYNAK: Yalçın Doğan / Rotatife
Karşı Kalem... (t24.com.tr, 23 Ekim 2015).
Çetin Altan yıllardır bıkıp usanmaksızın yineleyip
durduğu için, Avrupa Birliği macerasına ilişkin onun yorumunu merak ediyorum.
Ekonomik, siyasal değişim bir yana, yazı ve yazarın serüveni ne olacak AB
sürecinde?
Özgür ve özerk bir yazarlar grubu mu çıkacak
karşımıza; yoksa yine kendi deyimiyle habire hödüklük sergileyen yerel
iktidarın yerini, çok daha etkin çalışan küresel iktidarın denetimi mi alacak?
Karşı karşıya olduğumuz durum, Çetin Altan'ın 60 yılı aşan yazı serüveni
boyunca boğuştuğu ikilemden çok da farklı gözükmüyor: Kırk katır mı, kırk satır
mı, meselesi!
Bu nedenle onun serüvenine bakmak, Türkiye'de
yaşamını yazıyla sürdürmenin nasıl bir uğraş olduğunu örneklemesi yönünden
ilginç ve önemli görünüyor.
Lise yıllarında şiirle başlar Çetin Altan'ın kalem
serüveni. Bu, ileriki yıllarda yaşamının temel ayrımı olarak nitelendireceği
'değerli olmak'la 'önemli olmak' arasında yaptığı bir seçimdir.
Gazete yazılarında sıkça işaret ettiği
'değerli-önemli' karşıtlığı, 1993'te yayımlanan 'Aşk, Sanat ve Servet'
kitabının da konusudur. Düşünce, sanat, yazı vb. 'yaratıcı' yollarla insanın
kendisine ve hayata anlam, değer yüklemesi Altan'a göre 'var olma' kavgasıdır.
Başka bir yol ise 'önemli-varlıklı olmak'tır. Toplumun,
düzenin mevcut kulvarları içerisinde yol alarak paraya, 'statü'ye erişilebilir.
Ama bu 'itibari, konjoktürel' değerdir. Zamana, mekâna göre değişir.Bir insanın
bu ayrımı lise sıralarda fark etmesi söz konusu değil elbette. Ama yüksek
bürokrat; hukukçu bir babanın çocuğu, paşa torunu olarak doğduğu konaktan kopup
babanın mezun olduğu okula (Galatasaray Lisesi) yatılı öğrenci verilmesi, onu
varlık sorunuyla erken yaşta yüz yüze getirecektir: Dünyadan, kendi doğal
ilişki çevresinden kopukluk, 'yalnızlık'.
Bir söyleşisinde yatılı öğrenciliği 'öksüzlük'
olarak nitelendiriyor Çetin Altan, "Aynı zamanda Fransız edebiyatı ile
ilişkide olduğunuz bir okul, kitaplığı çok zengin... Ünlü Fransız yazarlarını
okurken, insan, kendisinin de içinde yaşadığı kimsesizliğe bir çare bulmaya
çalışır. Ailesi yok yanında, bir kız arkadaşı yok, kendi varlığını nerede
ortaya koyacak ki; o da, işte kendi derinliğinde yalnızlığını, kimsesizliğini
kâğıda dökmeye çalışıyor."
1943'te büyükanneden alınan parayla bastırılan ilk
kitap; 'Üçüncü Mevki', bu yalnızlığın çığlıklarını taşımaktadır. O ilk adımdan
30 yıl sonra gazeteci ve yazarlığı yanında siyasal kimliğiyle de ününün
doruklarındayken, 12 Mart darbesi gelecektir 1971'de. Darbe, eylemci gençlik,
yazarlar ve aydınlar başta olmak üzere bütün toplum için 'Büyük Gözaltı'dır.
Çetin Altan için de. Serbest kaldığında bütün bu süreci, en başa; çocukluk
yıllarına dönerek romanlaştırır.
1973 Orhan Kemal Roman Ödülü'nü kazanan 'Büyük
Gözaltı'nda Altan, siyasal yaptırımların da ötesinde aileden başlayarak
kişilikler, kimlikler üzerindeki imha hareketine dikkat çeker. 'Büyük
Gözaltı'nı izleyen 'Bir Avuç Gökyüzü'nde, 'Viski'de aynı izleği sürdürür.
Özellikle 'Viski', bu kez okul, öğrencilik yıllarına uzanarak 12 Mart
arifesinde milletvekiliyken parlamentoda yaşadığı linç girişiminin yine
siyasalın da ötesinde neredeyse toplumsal bir olgu, gelenek olduğunu sergiler.
Yazının bedeli ağırdır. Ancak yazı, bedeli ağır
olduğu gibi karın da doyurmamaktadır. Fakülteye başladığı 1946'dan itibaren
Ulus ve Akşam gibi dönemin etkili iki gazetesinde kendisine ayrılan sütunları
doldurma mesaisinin yanında ANKA Ajansı, Hürses ve İzmir'de yayımlanan Sabah
Postası'nda muhabirlik, eski deyimle 'fıkra', şimdiki adıyla köşeyazarlığını
eşzamanlı olarak sürdürmektedir. (…)
KAYNAK: Zeki Coşkun / Kalemin
Ucunda Bir Hayat (Radikal Kitap, 8 Ekim 2004).