Şair ve yazar, eğitimci, STK yöneticisi. 1968 yılında Konya- Cihanbeyli-Küçükbeşkavak köyünde doğdu. İlkokulu köyünde okudu. Kulu İmam Hatip Lisesinde okudu. İlkokulu bitirip ortaokula başladığı yıllarda ailesinden ayrı öğrenci evinde kalarak zor şartlarda okudu. Lise öğrenciliği yıllarında hep başkanlığını yaptığı Kütüphane Kolundan dolayı Okul Kütüphanesinde bulunan Sezai Karakoç kitaplarıyla tanıştı. Bu kitapları tekrar tekrar okuyarak büyüdü. 1991 yılında Niğde Üniversitesi Eğitim Fakültesine girdi. Evli olarak okuduğu Üniversite yıllarında geçim sıkıntısından dolayı bir taraftan da inşaat ve fayans işçiliği yaptı. Sonradan Eğitimciler Birliği Sendikasına dönüştürülen Öğretmenler Vakfında büro görevlisi olarak çalıştı. 1995 yılında üniversiteden mezun oldu.
İlkyazı ve şiirleri
lisede okuduğu yıllarda Vahdet Gazetesi, Sayha ve İkindi Yazıları Dergisi’nde
yayımlandı. Üniversitede okuduğu yıllarda Serzeniş adlı bir dergi çıkardı.
Üniversitede bir ilk olan bu dergiyi yayınladığı için yargılandı ve beraat
etti. Türkiye gazetesinin açtığı uluslararası Bosna konulu şiir yarışmasında
Mansiyon ödülü aldı. Niğde'de yayınlanan Şafak Gazetesi’nin kurucuları arasında
yer aldı. Merhaba Gazetesinde haber muhabirliği yaptı. Türkiye’nin ilk yerel
radyolarından olan Umut FM’in kurucuları arsında bulunup bir dönem Kültür Sanat
programı hazırlayıp sundu.
1995 yılında Elazığ
Baskil Gemicide öğretmenliğe başladı. Samsun ve Ankara’da çeşitli okullarda
Öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Samsun Halk Eğitim Merkezi ile Ankara
Olgunlaşma Enstitüsünde Müdür Yardımcısı olarak görev yaptı. Halen Ankara’da
okul müdürlüğü yapmaktadır.
Çeşitli vakıf, dernek
ve sendikada idareci olarak görev yaptı. ÖĞDER Samsun il başkalığı yaptı.
Toplumu ve kamuoyunu aydınlatıcı birçok sosyal kültürel program, etkinlik vs.
düzenledi. AGD, EHAD ve Eğitim Bir Sen Samsun İl Yönetim Kurullarında görev
yaptı. Bu dönemde Samsunda Özel Uluçınar Anaokulu ile Özdemir İslami İlimler
Vakfı’nın kurulmasını sağladı.
Milli Gazete’ de köşe
yazarlığı yaptı. İstiklal, Merhaba ve Denge Gazetesinde, Yarpuz Edebiyat,
Asanatlar ve Yılkı Edebiyat dergilerinde, Kültür Ajanda yayın grubunda yazmaya
devam etmektedir.
Öykü, şiir ve yazıları Kültür Ajanda, Yarpuz
Edebiyat, Dergâh, Yediiklim, Genç Kardelen, İslami Edebiyat, Kırkikindi, İkindi
Yazıları, Sayha, Çerağ, Umut, Vahdet, İslamın İlk Emri Oku, Ribat, Aklın ve
Bilimin Aydınlığında Eğitim, Psikolojik Danışman, Yağmur Çocuklar ve Milli Şuur
dergilerinde; Kırkambar, Haberayna, Haberdem, Sanatalemi, Edebistan ve Antoloji
internet sitelerinde yayımlandı. Yayımlanmaya hazır şiir, öykü ve deneme
kitapları bulunmaktadır. Evli ve 4 çocuk babasıdır.
Kitapları:
Yanmak Bana Düşer- Şiir, Çıra Yayınları, 2017 İstanbul
İsmail Okutan İçin Ne
Dediler?
“Sayha’yla piyasaya çıkmış şair ve yazar. Hem genç hem de güzel bir
Müslüman İsmail OKUTAN. Gündemi yeni kelimelerle örmek istiyor. Şairliği İsmet
ÖZEL kadar sert ve allak bullak edici. Nesri de şiir gibi. Özel gayret istiyor
anlaşılmak için. (Kani Çınar (Sayha / 199)
KAYNAK: Okutan'dan Bir Kısım Medyaya Cevap Geldi (akasyam.com, 1 Mayıs
2013), Kani Çınar (Sayha / 199), Bilgi teyidi (202.07.2020).
Tarih
boyunca zulüm, haksızlık, katliam, işgal, soykırım, savaş, sapkınlık vb
olayların çoğalıp insanlığın öldüğü zaman dilimlerinde büyük bir insan, bir
komutan, bir önder veya bir kurtarıcı, bir fatih çıkmıştır ortaya. Çıkmıştır ki
o çağı, o toplumu kurtarmış, zulmü ortadan kaldırmış, sapkınlığa son vermiş,
insanlığı refaha ve felaha ulaştırmıştır.
Çünkü
her fetih ancak bir Fatih ile gerçekleşir. Fetih öyle basit bir olay, sıradan
insanlar tarafından gerçekleştirilen sıradan bir eylem değildir. Fethi
gerçekleştirmek için Fatih gibi olmak, Fatih gibi yetişmek gerekir. Her insan
Fatih olamaz. Fatih olmak için Ak Şemsettin tarafından özel bir eğitime alınmak
yeterli değil. Eğitimin yanı sıra aynı zamanda özel bir ruha, Allah vergisi
olan bir liderlik karakterine sahip olmak gerekir. Ayrıca bunun yanında
sönmeyen bir umuda, yenilmez bir şuura, bitmek, tükenmek bilmeyen bir mücadele
azmine, başaracağına dair hep taze kalan bir inanca ve ideale sahip olmak
gerekir.
Peygamber
Efendimiz Mekke'yi nasıl ve hangi ruh haliyle fethettiyse, biz de aynı ruh ve
aynı heyecanla; Kudüs’ü, Şam’ı, Bağdat’ı, Kahire’yi, Roma’yı yeniden fethetmek
durumundayız. Aynı yöntem ve metotla, aynı ruh ve azimle, aynı iman ve niyetle,
aynı amaçla, aynı sevgi ve merhametle çağı fethetmek durumundayız. Bunun için
önce kalpleri fethetmek zorundayız. Kalpler fethedilmeden sadece güç ve
kuvvetle yapılan şey fetih değil işgaldir. Sadece Allah’a güvenerek, ona olan
inanışın gereğini yerine getirerek çalışmamızı ortaya koyduğumuz zaman Allah
haklı olduğumuz davada ayaklarımızı sabit kılar ve bize güç verir.
Fatih
sadece kişinin adının Fatih olmasından kaynaklanan bir durum değil, tam tersine
sahip olunan özellikler dolayısı ile elde edilen bir özelliktir. Doğuştan gelen
liderlik karakteriyle birlikte eğitim, azim ve gayret sonucu kazanılan bir
özelliktir. Zulüm ve haksızlığa, kan ve gözyaşına boğulan çağımızda Fethi
gerçekleştirmek ancak bu özelliklere sahip olan bir lidere nasip olur. Bilim ve
teknikte, medeniyette modernleştiği iddia edilen bu modern zülüm çağının bir
fethe ihtiyaç duyduğu artık şüphe götürmez bir gerçektir. Fetih için öncü
kuvvetlere sahip olmak gerekir. Fetih; önce gönülleri fethetmek, sonra
gönüllerin önüne kurulan duvarları yıkmak, yıkılmaz zannedilen sanal duvarları,
algı kalelerini yıkmaktır. Efsunlanmış bilinçleri tekrar yerine getirmek,
büyülenmiş insanları tekrar aslına döndürmekle olur. Kalpler fethedilmeden,
gönüllerin kapısı usulünce açılmadan zor ve zorbalıkla, yakıp yıkarak elde
edilen sonuçlar fetih değildir. Ve elbette ki hiçbir çağ Fatih’ siz
kurtulmamıştır
Her
Fatihin bir hocası vardır. Fatihin hocası Ak Şemsettin’di, günümüzün Fatihini
yetiştirecek Ak Şemsettinler ise henüz yetişmedi çağımızda. Yetişmekte olan
gençleri, Fatih olacak yaştasın, fethi gerçekleştirecek çağdasın demek yeterli
değil önce Ak Şemsettinleri bulmak gerekir.
Her
çağ bir fethe muhtaçtır. Artık çağ açıp çağ kapatan bir Fatih gerekiyor bu
zulüm çağına. Çünkü her çağı açıp
kapatan bir Fatih vardır. Asırlar boyunca kan ve gözyaşı ile sulanan bu
topraklarda, analarımızın gözyaşı ile emek ve çile ile karılan bu topraklarda,
nice zamandır üzerinde taze şehadet filizlerinin yeşermediği bu garip
zamanlarda, bu gün de yeni şehadet ormanları göğerecek, gölgesinde tüm insanlığı barındıracaktır. Bunun için bu kara
topraklar, bu kara yazgılı halk bağrından yeni bir Fatih çıkartacaktır. Kara
topraklarda yeşeren sarı buğday başakları gibi şehadet başakları da
yeşermelidir tüm mazlum ülkelerde. Ve Allah’ın izni ile yeni fetihler için yeni
nesiller, yeni kadrolar yetişecek, yeni
yollar, yeni kapılar açılacaktır. Bunun
yolu ise önce inanmaktan geçer.
Yine melankolik bir zaman
akşamında, mekanik bir halde, yüreğime bir isyan gülünü alarak dolaşıyorum
kentin kalbinde. Kayıtsızlık ve sorumsuzluğa karşı bir başkaldırı iliklenmiş
duygularıma. İçimde çağın karmaşasına son vermek, günahkâr çağı kalbinden
vurmak ve iyiliğin çağrısına cevap vermek için bir sefer hazırlığı var. Heybem
kelime dolu. Kelimelerimi, hareketlerimi özene bezene seçiyorum. En etkili, en
vurucu, en can alıcı cümlelerimi kuruyorum. En güzel şekilde hareket ediyorum.
Hayatın tüm olumsuzluklarına rağmen asil bir duruş sergileme kaygısı kaplıyor
bedenimi. Omuzlarımda ihtiyar bir çınardan bana geçen sorumluluk ve onun
ağırlığı kadar yük taşıdığımı hissederek yürüyorum. Yılların yorgunluğu
ayaklarıma bir dinginlik katıyor.
Sonsuzluğa doğru koştuğumu
varsayarak ilerliyorum. Adımlarımın menzili ne kadar belliyse, beynimin menzili
o kadar belirsiz, belki de sonsuz demeliydim buna. Adamlarım ise adımlarımı
takip ederek yürüyorlar peşimden. Kentin koyununda atarken adımlarımı, kendimi
etrafta bulunan şehvetperest bakışlardan, pervasız riyadan, abartılmış
gösterişten ve süslü müşrik tutumlarından koruyarak yürüyorum.
Yürüyorum, her adımda hızımı ve
ona olan özlemimi daha da artırarak yürüyorum, bu paranoyak bulvarda. Tuhaf ve
bir o kadar baskıcı, şüpheci bir hava var etrafta. Kendimi bu beldeye ait
hissetmiyorum. Gerçekten de kaldırımlar beni yabancı biri olarak karşılıyor.
Yüzüme hiç bakmıyor süslü vitrinler. Hâlbuki ki ben, ‘‘bu kenti ensesinden
tutsam, aşkın içine atsam, yüreğini yıkasam ve yarıp içini aşk nuruyla
doldursam diye düşler kurarak, gülüşlerimi saklayarak yürüyorum. Kalenderler,
rençperler, emektarlar, garibanlar, arifler, aşk sahipleri ve de eli nasırlı
olan insanlardan ürküyordu şehir. Belki de onlar eğrelti duruyordu kentin
sokaklarında.
Ağır ve yoğun akşam hüzünleriydi
bedenime hükmedip beni hülya hülya dolaştıran, bu hüzünler nerden doğup içime
girmişti, niye böyle yoğundu, niye benim içimde yuva kurmuşlardı ve niye beni
teslim almışlardı, niye duygularıma hükmediyorlardı? Şehir neredeydi, sevinç
nerde mesken tutmuştu, niye benden kaçmıştı? Ama hüzün nerden gelirse gelsin
hiç önemli değildi, önemli olan benim içimde yer etmesiydi. Önemli olan benim
yüreğimde karşılık bulmasıydı. Benim kalbimi belli bir olgunluğa erdirmesiydi
önemli olan. Sevinçler kimin içinde yer tutarsa tutsun hiç önemli değildi.
Önemli olan zaten buralara ait olmayan, insanı şımartan, baştan çıkartan,
sorumluluklarını unutturup hafif meşrep yapan bu duygunun benden uzak
olmasıydı. Bu yüzden sevincin benden uzak olmasına sevindim. Hüznün içimde
olmasına sevindim. Aslında benim istediğim hüzün karışmış sevinç ya da ayağı
yere basan, düşünen bir sevinçti. İnanıyordum ki bu hüzün beni aşkın meyvesi
olan acılarla, sızılarla tanıştıracaktı. İnanıyordum ki zulmün kartalı olan
feryatları duymamı sağlayacaktı. İnanıyordum ki bütün yalnız kalmış
karanfilleri, susuz kalmış toprakları, kanla sulanmak istenen fidanları
görmemi, bütün ruhu öldürülmüş, işgal edilmiş kentleri, kirletilmiş bedenleri,
iğfal edilmiş beldeleri, iğdiş zihinleri
görmemi sağlayacaktı.
Fiyakalı, taze delikanlılar caka
satarak akranlarına üstünlük kurmaya çalışıyorlar, kızlara yetişip güzel
görünme telaşıyla, hızlıca yürüyüp bana çarparak geçiyorlar yanımdan, bir anda
olduğum yerde sendeleyip tekrar doğrulup istikametimi düzeltiyorum. İçimde
karartılmış bir duygu; belli belirsiz bir şey işte, umut mu diyeyim, yoksa
kararsızlık mı bilemiyorum? Doğrusu nasıl bir isim vereceğimi de bilemiyorum, ama
böyle duyguların sonunda insanın içine bir kasvet çöktüğünü çok iyi biliyorum.
Yoksa bu karartılmış bir gün mevsimi miydi? Oysaki ben aydınlanmış bir gül
mevsimini düşlüyordum. Hayatın tüm can damarları kopartılmış mıydı? Bulvarın
ışıkları söndürülmüş müydü? İmansızlaştırılmış bir şehir mi, yoksa ben mi
karanlık görüyordum? İnsansızlaştıırlmış bir şehir mi, yoksa terkedilmiş miydi?
Ortada bir gariplik vardı, bu
muhakkaktı. Böğrüme saplanmış acılar vardı, bıçak yarasından daha derin yaralar
vardı kalbimde. Kim tarafından atıldığı belli olmayan oklar saplanıp duruyordu
bedenime. Saçlarımda kırağı, içimde yağmur pınarları, gözlerimde gözyaşı
yağmuru ve ben dimdik yürüme inadından vazgeçmeyip, dosdoğru bir yolda olduğuma
iman edip devam ediyordum asil yürüyüşüme. Kente mi yoksa bana mı ait olduğu
belli olmayan haykırış, yalvarma ve feryatlar arasında yoluma revan oluyorum.
Ruhumun en dakik duyguları kanatıyordu yüreğimi. Kendimi kaybetmiş biri
değildim ama nereye gittiğini bilmeden yürürken aslında kayıp kenti, yitik
özgürlüğü aradığımı hatırladım. Tutsak özgürlüğün, yitik baharın bir yerde beni
beklediğini, bana söz verdiğini, mutlaka sözünde duracağını hatırladım
sevinçle. Bir gün mutlaka bir ışığa, o ışığın rehberliğinde bahara ulaşacağıma
dair olan inancımı zerrece kaybetmeden yürüdüm. Neden sonra aslında tüm
benliğimle kayıp hislerimi aradığımı hatırladım. Daha doğrusu hislerimi
kaybettiğimi yeni anlamıştım. İnsanlığın başına bela olmuş bir virüsün
hislerimi elimden aldığını anladım.
Yürürken önümde bir sinema perdesi
açılmıştı; onu seyre dalarak nereye vardığımı fark etmeden zevkle yol
alıyordum. Hayatın arka bahçesine gömülü kalan varoş çocuklarının özgürlük
feryatları kulaklarımı doldurarak beynimde uğultular meydana getiriyordu. Siyah
Afrika’nın beyaz çığlıkları duygularımı yaralayıp yüreğimde kasırgalar
koparıyordu. Savaşlarla birlikte yeniden hortlayan ortaçağ cehaletinin
karanlığında, modernitenin barbarlığında, çaresizliğin ortasında kalakalan
ihtiyar anaların figanı karnıma bir kurşun gibi saplanıp duruyordu.
İçimde müthiş bir acı vardı ama bu
acı bana eziyet etmiyordu. Bu acıdan müthiş tatlar alıyordum işte. Kentin
kıyısında kalarak ama hayatın içinden hayata doğru uzun bir yürüyüşe çıkmıştım.
Kentin bu paranoyak bulvarında her şey bana yabancı geliyordu. Ben mi buraya
ait değildim yoksa bu kent mi hayata ait değildi. Hiçbir şey bana tanıdık
gelmiyordu. Hiçbir şey ruhuma hitap etmiyordu. Ruhumu doyuracak bir şey
bulamıyordum bu müşrik şehirde. Bir yabancılık duygusu siniyordu elbiselerime.
Yakamı elinden kurtaramadığım bir yalnızlık duygusu esir alıyordu beni. İçinde
bulunduğum anı reddederek geçmişi yaşamak istiyordum.
Kuşların özgürlük dolu sesleri,
çocukların umut dolu bağrışmaları, anaların yaşama dair sevgi dolu konuşmaları,
sevdasına bağlı az sayıdaki nazik insanın sanatlı yaşayışı beni hayatın içine
doğru çekiyordu ama bir kere benim gözlerim geçmişe takılıp kalmıştı.
İşyerlerinin açılıp kapanan gıcırtılı kepenk sesleri, insanların yapmacık davranışları,
menfaate odaklanmış günübirlik ilişkiler, vızır vızır sinekler gibi etrafta
uçuşan arabaların kirli uğultuları içimde yankılanıyordu, orada duvardan duvara
sıçrayıp beynime ulaşıyordu, beynimde üst üste kavisler oluşturup çekilmez bir
yük haline geliyordu. Beni yeniden kentin esrik bulvarından uzaklaştırıp
hayata, gerçek hayata doğru itiyordu, sevdaya yaklaştırıyordu. İyice abartılmış
şirkten kaçıyordum
Herkesin hayatından memnun olduğu
bu kentte, bunca anlamsızlığın içinde kendi konumumu düşündüm, bu durumu nasıl
yorumlamalıydım, hafızamı zorladım. Hayır, bu gerçek bir durum olamazdı. İnsan
insanın kurdu olamazlardı. İnsan insanın umudu olmalıydı. Aynı yerde oldukları
halde birbirlerinden fersah fersah uzak olamazlardı. Üç kuruşluk dünya menfaati
için sahte ilahların önünde eğilip etek öpemezlerdi. Dünya bu kadar yalın bir
biçimde anlamsızlığa teslim olamazdı. Yoksa bu aydınlığın içine gizlenmiş bir
parça karanlık mıydı? Gündüzün kalbine girmiş geceden bir cüz müydü?
Güzelliklerin içine saklanmış çirkinlikten bir parça mıydı? Yoksa hepsi koca
bir yalan mıydı? Yitip giden bir atımlık düşün peşinde miydim?
Ne olursa olsun bu kutsal
yürüyüşümü tamamlamalıydım. Kente, bulvara, hayata, savaşa açlığa, çığlığa, en
önemlisi de kendime, kendi anlamsızlığıma bir anlam vermeliydim. Bir an önce
açıklamalıydım beynimdeki çelişkileri. Yoksa çıldıracaktım bu materyalist
kentin paranoyak bulvarında. Yoksa hep acıların, hüzünlerin emzirdiği bu gecede
hep esrik, hep ezik mi duracaktım. Herkes keyfe mayeşa yaşarken, zevkine zevk
katarken, ben her dem taze yolculuklara gebe biri olarak aşka hicret edecektim.
Ben böyle düşünmeye mecbur muydum? Yüreğimin abislerinde tırnaklarımla kuyu
kazıyıp yeryüzünde aşksız, susuz dolaşanlara taze hayat iksirini içirtmek
zorunda mıydım?
Kafamdaki ifrit soruların
etkisiyle nereye doğru yürüdüğümü bilmezken, birden bire sağdan soldan çıkan
ışık hüzmeleriyle kendime geldim. Tekrar silkinip kendime döndüm. ‘‘Ben de
varım, bu hayatta ben de varım, değişmez denen şeyleri değiştirmeye, başkalaşanları
yeniden gerçeğe döndürmeye ben de varım, Yeryüzünde sevda güvenliğini sağlayan
aşkı olmayanlara yeniden aşk vermeye ben de varım. Kentin sadece sokaklarını
değil ruhunu da doyurmaya, sadece ana caddelerini değil en ücra noktasına kadar
virüsten temizle.meye ben de varım.’’ dedim
Virüslü zihinleri temizlemeden
bulvarları, caddeleri, vücutları temizlemenin bir anlamı kalmıyordu. Hayat
ancak virüslü beyinler temizlendikten sonra anlam kazanabilirdi. Paranoyak
bulvarın sadece vitrinlerini değil arka köşelerini de aşkla süslemeye ben de
varım. Kentin okullarını aşkla doldurmaya, ruhla doldurmaya, heyecanla
doldurmaya, sevgi ve imanla doldurmaya ben de varım. ‘‘Sadece elbiselerin ve
bedenlerin maddi temizliğine, süsüne önem veren, sadece midelerini doyurmaya
çalışan insanların kalbini de, ruhunu da doyurmak, süslemek gerekir,’’ diye
düşündüm.
Ben hiç akıllanmayacağımı
biliyordum. Bu yürüyüşten, bu sevda inadından hiç bir zaman vazgeçmeyeceğimi de
biliyordum. Kentin paranoyak bulvarının en aşksız ve en sevgisiz sokaklarında
yürürken bile bir gün mutlaka bir yerde bahara ulaşacağıma olan inancım tamdı.
Bahar, beni saadete ve mutluluğa götüreceğine dair söz vermişti. İşte buydu;
aşktan da öte bir tutkuyla, bahar özlemiyle, nerde biteceği belli olmayan bir
yolculuğa devam etmemin nedeni. Ben baharın ve bahar kokularının, sevdanın ve
sevda nehirlerinin peşindeydim. Ben kentin paranoyak bulvarlarını da adam
etmeye yemin etmiştim.
Nihayet tüm korkularımı,
heyecanlarımı, şüphelerimi, aklımı başımdan alan sorularımı yendim,
sorunlarımı, düğümlerimi çözdüm. Büyük bir umutla sevdamı ve aşkımı avucuma
alıp ruhuma saadet ve mutluluğun nefesini doldurup durdum.
‘‘Bu kentin içinde ben de varım,
bu var olma mücadelesinin içinde, bu caddenin başında ben de varım’’ diye
bağırdım. Virüs zihnime bulaşmadı ve ben sağlıklı düşünebiliyorum işte.
Ey
bir tarafta sevgileri bir tarafta hüzünleri emziren anne!
Ey
Leyla ile Mecnunun aşkına eş değer bir aşkı büyüten anne!
Duygularımı
kanatıp içimi kan gölüne çevirdi öksüz bir hancı,
İçimde
birike birike esrarlı bir yara haline geldi sancı,
Al
götür beni umutları büyüttüğün beldeye.
Ey
en onulmaz sancılarımı sevgiyle dindiren anne!
Ey
tüm katmerli acılarını beşikte uyutan anne!
Yeşert
sevgi güllerini, büyüt barış ağacını!
Ey
en kutsal sevdalara yardım ve ortaklık eden anne!
Yeşert
sevgi güllerini, büyüt barış ağacını.
Ey
bir tarafta sevgileri bir tarafta hüzünleri besleyen anne!
Ey
Leyla ile Mecnunun aşkına eş değer bir aşkı büyüten anne!
Ey
has bahçede kaybolmuş bülbülleri arayan,
Ey
savaş rüzgârlarıyla dağılmış sümbülleri toplayan anne!
Yeşert
sevgi güllerini, büyüt barış ağacını.
Ey
mutluluk kütüğünden filizlenen hüzünleri büyüten anne!
Büyüttüğün
ağaçlarda yuva kursun yetim kuşlar,
Gölgesinde
barınsın tanımsız duyguların çocukları,
Ey
sonsuzlayım uzanan aydınlık sevdamın sahibi,
Al
götür beni İbrahim’in ateş çemberine.
Ey
bir tarafta sevgileri, bir tarafta hüzünleri emziren anne!
Ey
Leyla ile Mecnunun aşkına eş değer bir aşkı büyüten anne,
Ey
dünyanın tüm boynu bükük çocuklarını sevdiren anne!
Al
götür beni Yusuf’un rüya tahtına,
Al
götür beni Yusuf’un zindandaki bahtına.
Ey
karşılıksız dostluklara evini açan anne!
Al
götür beni Eyyüb’ün çile mesaisine,
Ey
dünyanın en saf, en kaim duygularının mekânı olan anne!
Al
götür beni o albenili bakışların özlediği mutluluğa,
Al
götür beni açlıktan kıvranan çocukların masum bakışlarına.
Ey
dünyanın en saf, en kaim duygularının mekânı olan anne
Bu
dünyada sevinç diye bir şey var mı bilmiyorum?
İçinde
en derin hüsranları yaşasan da
Çok
iyi biliyorum sevinç en çok sana yakışır anne
Dökülsün
yere yıldızlar, gümüş duyguların yükselsin.
Biliyorum
tüm yıpranmış sevdalar senin yüreğinde
Tüm
karşılıksız dostluklar senin evinde
Tüm
acılı ve acıkmış çocuklar senin avuçlarında
Tüm
donmuş umutları eritiyorsun yüreğinin sıcaklığında
Tüm
sahipsiz kalmış halklara geliyorsun Hızır kılığında
Tüm
muhatapsız çığlıklar senin ellerinden yükseliyor göğe
Aguşumda
saklıyorum hayata küsmüş yüreğini.
Ey
tüm donmuş umutları yüreğinin sıcaklığında eriten anne
Duvarları
hüzünle islenmiş odamda
Tek
başıma otururken sahte düşlerle
Bitkin
ve kırgınken bedenim sen geldin aklıma
Kalktım
ve yürüdüm senin hatırına
Su
verdim hüzün çiçeğime senin adına
Gözlerini
saklayacağım sonsuza kadar içimde
Ey
insanlığı sevgiyle emzirip büyüten anne!
Ne
olur aşkından bir zerre gönder bana,
Sensizlik
yarama her dem merhem olsun,
Sevgisizlikten
donup ölmek üzereyken
Merhametin
zekâsıyla doyurdun kalbimi.
Ey
kalbinin bir yanı kıvılcım, bir yanı kor olan anne!
Yüzünde
bin bir çeşit gül, yeter ki sen gül
Çorak
gönlüme bir kez güldün ya ey anacığım
Senin
gülücüklerine ben tam bin defa yanacağım
Yeşert
sevgi güllerini, büyüt barış ağacını.
Ey
çorak gönlümü gülücükleriyle yeşerten anne!
Ey
tüm donmuş umutları yüreğinin sıcaklığında eriten anne!
Ey
feri sönmüş gözlerime durmadan ışık üfleyen anne!
Ey
aşkının bir zerresiyle yarama merhem olan anne!
Yeşert
sevgi güllerini, büyüt barış ağacını.
Şuurlu Öğretmenler Derneği Samsun Şube
Başkanı İsmail Okutan Kına Gecesi ile ilgili açıklamasını aleyhte kampanyaya
dönüştüren medyaya cevap verdi.
Okutan yaptığı açıklamada, “ 23 Nisan
Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramında Canik Kültür Merkezinde bir ilkokul
tarafından yapılan kutlamalarda pek çok etkinliğin yanı sıra kına gecesi adı
altında bir etkinlik öğrenciler tarafından canlandırılmıştır. Kına gecesi
etkinliği ile ilgili bazı basın yayın organlarında çocukları evliliğe teşvik
ediyor bahanesiyle gündeme getirildiği için aleyhte bir kampanyaya dönüşmüş
değişik kesimler tarafından maksatlı olarak saptırılmıştır.”
Diyerek şöyle devam etti;
ALINAN OYUNCAKLAR ÖRNEK VERİLMİŞTİR
“Konunun bu minvalde basına yansıması
nedeniyle Şuurlu Öğretmenler Derneği Samsun Şubesi olarak kına gecesinin milli
kültürümüzün bir parçası olduğu, bu etkinliği çocukları evliliğe teşvik etme
olarak değerlendirip eleştirmenin doğru olmadığı yönünde bir basın açıklamamız
olmuş olup, bazı basın yayın organlarında bu açıklamamız yayımlanmıştır.
Bahse konu olan açıklamamızda annelerimizin çocuklarına aldığı oyuncaklardan
örnekler verilmiştir. Derneğimiz tarafından basına gönderilen metindeki
açıklama aynen şöyledir. “Oysaki annelerimiz genellikle kız çocuklarına oyuncak
olarak bebek ve gelinlik alırlar, erkek çocuklarına ise araba, silah ve benzeri
oyuncaklar alırlar.” Maalesef bizim bu açıklamamız birtakım medya tarafından
çarpıtılarak verilmiş ve ‘Eğitim Kimlere Emanet’ başlıklı yazıda Şuurlu
Öğretmenler Derneğinin ‘şiddeti temsil eden silahı desteklediği’ ifadesi
haberde yer almıştır. Konu ile ilgili açıklamamızda da açıkça görüldüğü gibi
ailelerin oyuncak tercihleri konusunda örnekler verilmiş olup asla silah ve
benzeri türde şiddet unsurlarını destekleyici bir ifade yer almamıştır. Aynı
örnekte araba alırlar ifadesi de geçmektedir. Şimdi çıkıp ta çocuklar
ehliyetsiz araba kullanmaya yönlendiriliyor denilebilir mi?
CIMBIZLA ÇEKİLEREK…..
İşte bu noktada haberin içerisinden bir
kelimenin adeta cımbızla çekilerek konunun çarpıtıldığı açık bir şekilde
görülmektedir. Şuurlu Öğretmenler Derneğinin taşıdığı misyon ve sahip
çıktığı değerler bellidir. Derneğimizin parolası “Önce Ahlak ve Maneviyat”
ilkesidir. Derneğimiz başta ülkemiz insanları olmak üzere tüm İslam alemi ve
bütün insanlığın saadetini, huzurunu, mutluluğunu savunan bir dernektir.
Kendisini bu şekilde tarif eden bir derneğin şiddeti, silahı destekliyor diye
itham edilmesi kesinlikle doğru değildir.
Sonuç olarak diyoruz ki; silah
kelimesine bile duyarlı olan, şiddete bu kadar çok karşı olduğunu ifade eden
söz konusu basınımızı televizyon ve internet âleminde nesillerimizi mahvı
perişan eden şiddet ve ahlaksızlık unsurlarını taşıyan oyun, dizi ve filmlere
karşı el ele vererek şiddetin her türlüsüne karşı beraber hareket etmeye davet
ediyoruz. İnanıyoruz ki şiddete karşı çıkmak herkesin görevidir.
KAYNAK: Okutan'dan Bir Kısım Medyaya
Cevap Geldi (akasyam.com, 1 Mayıs 2013).