Azerbaycanlı
Türk Şair ve Yazar, edebiyat araştırmacısı, çevirmen ve gazeteci, filoloji
profesörü.. 26 Mart 1958, Şahseven köyü / Kürdemir / Azerbaycan doğumlu. Türkiye’deki
yayınlarda Vakıf Sultanlı olarak da geçer.
Köhnepazar
köy Orta okulundan mezun oldu (1964-1974). Orta okulda okuduğu yıllarda aynı
zamanda Kürdemir ilçesindeki Müsik Okulunda ders aldı (1970-1975). Bir
süre Kürdemir ilçesinde Elektrik
idaresinde çalıştı. (1974-1976).
Azerbaycan Devlet Üniversitesi’nin Filoloji Fakültesi’ni
1981 yılında farklanma diplomasıyla bitirdi.
Emek
faaliyetine atanarak gönderildiği İsmailli ilçesinin Kalecik köyünde
Dil-Edebiyat öğretmeni olarak göreve başladı. Daha sonra ise Azerbaycan Devlet Üniversitesi’nin
Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı Bölümü’nde lisans eğitimi aldı.
“Azerbaycan
Dramaturgiyasında Karakter Problemi (1970-1980)” konulu yüksek lisans (1984),
“Mehmed Emin Resülzade’nin Hayatı ve Edebi Faaliyeti (1997)” adlı doktora
tezini müdafaa etmiştir. 1999 yılından beri Bakü Devlet Üniversitesi Azerbaycan
Edebiyatı Tarihi Bölümünde Profesör
olarak çalışmaktadır.
O, sosyal
meselelerle yakından uğraşmış,1991 yılında Dünya Azerbaycanşunaslar Assosiyası’nı oluşturmuş ve bu teşkilatın
kurucu başkanlığına seçilmiştir.
1995-1998
yıllarında Amerika’da “Azadlık" ve “Azad Avrupa” radyolarının Azerbaycan
şubelerinde edebi programlar üzere muhabir olarak görev yapmıştır. Polonya’da
“Hudaferin” (1995), İsveç’de “Araz” (1996-1997), ABD’de yayınlanan “Dün¬ya
Azerbaycanlıları” (2000-2012) dergilerinde baş editörlük görevini yürütmüştür.
Türkiye’da
faaliyet gösteren Kıbrıs- Balkanlar-Avrasya Türk Edebiyatları Kurumu (KİBATEK)
Kafkasya bürosunun başkanıdır.
1999
yılının Eylül-Ekim aylarında İngiltere’nin Edinburg Üniversitesi’nin İngiliz
Filolojisi ve Garp Kültürü ihtisası üzere faaliyette bulunmuştur.
Dünya
Azarbaycanlıları Kongresi’nin (DAK) İsveç (2001), Hollanda (2002), Almanya
(2004), Belçika (2008) ve İngiltere’de (2010) gerçekleştirilen kurultaylarda
oturumları yönetmiştir.
2012
yılında oluşturulan ve merkezi Pekin’de bulunan Uluslararası Epos Araştırmaları
Cemiyeti’nin (The International Society for Epic Studies) üyesi olan yazar,
1995 yılında Hasan Bey Zerdabi ödülüne, 2003 yılında Kıbrıs- Balkanlar-Avrasya
Türk Edebiyatları Kurumu’nun “Uluslararası Türk Diline Hizmet ödülüne, 2014
yılında Mısır Kültür Bakanlığının ödülüne, 2017 yılında ise Türkçenin Diriliş
Hareketi Derneği’nin üstün hizmet ödüllerine layık görülmüştür.
2018
yılında ABD’de bulunan Uluslararası
Yazarlar Assosiasiyası’na (International Writers Association) üye
seçilmiştir. Yapıtları ABD, İngiltere, Türkiye, Danimarka, Mısır, İran, Rusya,
Ukrayna gibi çeşitli ülkelerde yayınlanmıştır.
Dünyanın
değişik ülkelerinde düzenlenmiş olan uluslararası konferans, sempozyum, panel
ve seminerlere katılmış, Azerbaycan Edebiyatı ve Kültürünü temsil etmiş olan
yazar evli ve iki çocuk babasıdır.
Edebi
Faaliyetleri
Edebi
faaliyetlerine çok erken başlamış olsa da, yazarın “Yovşan Kokusu” adlı ilk
öyküsü 1980 yılında “Azerbaycan Kadını” dergisinde yayınlamıştır. Aynı yıldan itibaren öyküleri,
çevirileri, ilmi ve sanatsal makaleleri ile matbuatta yeralmaktadır.
Yazarın
dikkati çeken yapıtlardan birisi olan “Ölüm Uykusu (1982)” romanında bir kabristanlığın
taşınması olayının cemiyet içerisinde meydana getirdiği kaos bir kargaşa gibi
değerlendirilir. Bu kaos tasvir edilen obrazların iç ve dış dünyasını ifade
etmeye imkan yaratır. Kabristanlığı
dağıtan dozer sürücüsünün intihar edişiyle sonlanan romanda yazar, manevi,
ahlaki değerlere karşı çıkmayı ölüm ile eşdeğer göstermek amacı gütmüştür.
Gerçek ve
şarti-metaforik üslubun ışığında kaleme alınmış olan “İnsan Denizi” (1992)
romanı yazarın bedii yaratıcılığında özel bir yer tutar. Olayların geçmiş asrın
sekseninci yıllarında cereyan ettiği
romanda ölüm cezasından kurtularak yabancı bir şehirde ömür süren
kahramanın simasında cemiyetin ahlakı ve kültürüne geçmiş yabancılaşma problemi
bedii yansımasını bulmuştur.
Kendine
mahsus tehkiye tarzıyla seçilen “Sahra Savaşı” (2010) rоmanında tasvir edilen olaylar zamanın
çatlamasıyla gelecekten imtina ederek geçmişe yüz tutan kahramanın talihi
konumunda ortaya konar. Olayların bu çercevede ortaya konulmaya çalışılması
yazara insan ve dünya hakkındaki felsefi düşüncelerini yansıtmaya imkan
vermiştir. “Sahra Savaşı” çağdaş dünyaya hakim olan yabancılaşma, kayıtsızlık,
gereksizlik gibi manevi çöküş ve ahlaki deformasyon problemine itiraz ruhuyla
farklanmaktadır.
Vagıf
Sultanlı’nın “Beyaz Yol”, “Sabah sisi”, “Yaraksız Dalların Yeşil Şarkısı”,
“Derviş”, “Mağara”, Kutup Gecesi”, “Vatan”, “Ada”, “İlgım”, “Ters Akın”, “Lal
Halka”, “Kül Kafes”, “Çizgili Yuva”, Çapraz Gölge”, Gil Ovsun”...vb. öyküleri
kendisine ait dil, üslup özellikleriyle seçilmektedir.
Yazarın
“Görüş Yeri”, “Nevai Gumru”, “Humayun”…vb. öyküleri tarihi mevzuda
yazılmıştır.
O, aynı
zamanda lirik ve romantik tarzda yazılmış birçok minyatürlerin yazarıdır.
Bilimsel Çalışmaları:
Bedii
çalışmalarıyla birlikte sanatın nazari-estetik problemleriyle uğraşan yazarın
edebi tenkit ve edebiyat araştırmacılığı ile ilgili araştırmaları “Mehmed Emin Resulzade’nin Edebi Dünyası”
(1993), “Ağır Yоlun Yоlcusu” (1996), “Azadlığın Ufukları” (1997), “Azerbaycan
Muhaceret Edebiyatı” (1998), Edebi-Nazari İllüstrasiyalar” (2000), “Ömrün Nicat
Sahili” (2004), “Edebi Tenkidin Tedrisi Meseleleri” (2007), “İstiklal
Sevgisi” (2014), “Azerbaycan Edebi Tenkidi (2019)” …vb.
kitaplarda yansımasını bulmuştur. Yazarın edebi faaliyetlerinde Azerbaycan
muhaceret edebiyatıyla ilgili araştırmalar özellikle dikkat çeker.
Yazar,
tenkid ve edebiyat araştırmacılığıyla ilgili çok sayıda ilmi makalenin
müellifidir.
Vagıf
Sultanlı’nın ilmi çalışmalarının önemli bir kısmını uluslararası konferans,
sempozyum, forum ve seminerlerde okunmuş yazılar oluşturur.
Tercüme
Faaliyeti:
Vagıf
Sultanlı tercüme faaliyetleriyle de meşgul olmuş, Reşat Nuri Güntekin’in
“Yaprak Dökümü” ve “Değirmen” romanlarını, Sergey Jitomirski’nin “Si¬rakuzlu
Alim” tarihi romanı ile birlikte Ervin Ştritmatter, Yaroslav Haşek, Veri Meri,
Qustav Stopka…vb. öykülerini Azerbaycan Türkçesine tercüme ederek
yayınlamıştır. Mehmed Emin Resulzade’nin “Panturanizm Hakkında” adlı yapıtını
Rusçadan Azerbaycan Türkçesine çevirmişdir.
Kitapları:
• Sönmüş Yıldızlar (uzun hikaye ve öyküler) - 1988
• İnsan Denizi (roman) - 1992
• Mehmed Emin Resulzadenin Edebi Dünyası (ders kitabı) - 1993
• Ağır Yolun Yolçusu (monografi) - 1996
• Azadlığın Ufukları (makaleler) -1997
• Azərbaycan Mühaceret Edebiyatı (ders kitabı) -
1998
• Kul Pazarı (öyküler, minyatürler, denemeler) -
1999
• Edebi-Nazari İllüstrasiyalar (nazari
fragmentlər) - 2000
• Ölüm Rüyası (roman, öykü ve denemeler) -2002
• Ömrün Nicat Sahili (diyalog monoqrafi) - 2004
• Edebi Tenkidin Tedrisi Meseleleri (ders kitabı)
-2007
• Azerbaycan Edebi Tenkidi (ders kitabı) - 2009
• Hiçlik Vadisi (roman ve öyküler) - 2010
• Azerbaycan Edebi Tenkidi- Tekmilleşdirilmiş
2.neşr (ders kitabı) - 2012
• İstiklal Sevgisi (monoqrafi) - 2014
• Sahra Savaşı (roman) - 2015
• Azerbaycan Edebi Tenkidi- Tekmilleşdirilmiş
3.neşr (ders kitabı) – 2019
Türkiye’de Yayımlanan Kitapları
• Ölüm Rüyası (povest və hekayələr). İstanbul:
Avrupa Yakasi Yayinları, 2006, 224 s.
• Azerbaycan Mühaceret Edebiyatı (monoqrafiya).
İstanbul: Avrupa Yakasi Yayinları, 2007, 224 s.
• Ruhun Ağrıları (monoqrafiya). İstanbul: Avrupa
Yakasi Yayinları, 2010, 208 s.
• İnsan Denizi (roman).Türkiye türkçesine aktaran
Parvana Bayram, İstanbul,Post Yayın, 2016, 224 s.
KAYNAKÇA: M.
Emin Resulzade'nin Edebi Dünyası (The Literary Worls d of M. Emin Resulzade,
1999), Ağır Yolun Yolcusu (Traveler on the Arduous Road, 1996), Azadlığın
Ütüğleri (Principles of Independence, 1997), Azerbaycan Göçmen Edebiyatı
(Migrant Literature in Azerbaijan, 1998), Edebi Nazari Ülüstrasiyalar
(Comparative Literary Illustrations, 2000), İhsan Işık / Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007).
Vagif
SULTANLI
Bakü, Azerbaycan
ÇİZGİLİ
YUVA
Öykü
Günün birinde okuldan eve dönen
büyük oğlunu kuduz bir kancık ısırınca hayat onun için cehenneme dönüştü.
Sığınma kampının yanında bulunan
kuru gölün etrafındaki sazlığa uzun zamandan beri bir sürü sahipsiz köpek
yuvalanmıştı. Eski bir vagondan bozma okulun yolu kuru gölün yanından
geçtiğinden köpeklerin çocuklara zarar verebileceği ile ilgili şikayetlerini
kamp yönetimine defalarca bildirseler de onları kale alan olmamıştı.
Kamp, yavşan, ılgın dışında hiçbir şeyin
yeşermediği çorak bozkıra kurulmuştu. Karabağ’ın dağlık bölgesinden kaçmak
zorunda kalanların, yılanların melediği bir bölgeye yerleştirilmeleri onlara
cehennem hayatı yaşatmaktaydı. Fakat asıl cehennemi bundan sonra yaşanacakmış
meğer…
Oğlu sınıf arkadaşlarıyla birlikte
dersten eve dönerken bir anda üzerine saldıran köpekten korkup koşmaya başlamış
fakat ayağını burkup düşünce köpek sol bacağının bilekten bir az yukarı kısmını
ısırmıştı.
Yakınlardaki çadırlardan çığlıkları
duyanlar yetişmiş bacağı kan içinde kalan çocuğu zar zor avutarak yarasına kül
bastırıp sarmışlardı.
Çocuğunu derhal kampın sağlık ocağına
götürmesine rağmen ellerinde kuduz aşısı bulunmadığından sadece ağrı kesici
iğne yapıp yarasını tentürdiyotla temizleyip sarmışlardı.
Yaranın iyileşmesi ise uzun sürmemiş, üç
– dört günde kabuk bağlamıştı.
Fakat çocuk iyileşip ayağa kalksa da bir
süre sonra onda birtakım farklılıklar görülmeye başlamıştı. Önceleri çok sakin
ve yumuşak huylu olan çocuğun huyu değişip epey sertleşmişti.
İlk şikâyet çocuğun öğretmeninden geldi:
“Çok tuhaf davranıyor. Bir şey
söyleyince insana kafa tutuyor. Eskiden böyle değildi. Açıkçası, ona ne
olduğunu anlamış değilim.”
O, çekinerek:
“Sanırım köpek ısırınca korkmuştur,
geçerherhâlde,” diyerek olup bitenleri hatırlatıp özür diledi.
Ancak çocuğun davranışlarındaki gariplik
açık seçik hissedilmeye başladığında bunun korkuyla bir ilgisinin olmadığı
şüphesi oluştu.
Çocuk hiç kimseyle anlaşamıyor,
kardeşlerine fazlasıyla kaba davranıyor, onların, ellerini, yüzünü, kulaklarını
ısırıyordu. Nasihatin bir faydası yoktu.
Günün birinde çocuk derste sınıf
arkadaşının kulağını ısırıp koparınca kızılca kıyamet koptu. Olayı duyan veliler
korku ve endişeyle okula akın ettiler.
Ertesi gün çocuk, okul müdürüyle
birlikte tutanak tutmak için evlerine gelen polisin üzerine çullanarak adamın yüz
gözünü cırmaladı.
Kendini çocuğun pençelerinden zor
kurtaran polis:
“Şunu tımarhaneye kapatmak lazım,” dedi
ve tutanak tutmadan çekip gitti.
Artık oğlunu okula göndermenin imkânsız
olduğunu anladığından kafası allak bullak olmuş, ne yapacağını bilemiyordu.
Kampın bulunduğu ilçe hastanesinden gelen psikiyatrist, çocuğu sabırla muayene
ettikten sonra bunca yıllık tecrübesine rağmen böyle bir durumla
karşılaşmadığını söyleyerek üzgün bir şekilde nasıl bir öneride bulunacağını
bilemediğini anlattı.
Çocuğun yatağını ayırmışlardı. Artık
konuşmuyordu, konuşma yetısını kaybetmişti, bir şey sorulduğunda karşılık
olarak hırlıyor, dişlerini gıcırdatıyordu. Kardeşleri ondan korktukları için
yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı. Sadece annesi pişirdiği yemeği yedirebilmek
için bin bir zorlukla oğluyla iletişim kurmak adına çabalıyordu. Fakat bu pek
de kolay olmuyordu; kadının bileklerinde çizik çizik tırnak izleri göze
çarpıyordu.
Bazen oğlu ile göz göze geldiğinde
yüreği parçalanıyordu. Hastalık kısa bir sürede onu değiştirip farklı bir
görüntüye sokmuştu. Ne kadar baksa da yavrusunu hatırlayamıyordu; çocuğun
yüzünün, çehresinin hafızasındaki yeri boştu.
…Bir sabah köpek havlamasına benzeyen
bir sesle gözlerini açtı. Neden sonra uykusu açılınca sesin oğlunun yattığı
yerden geldiğini fark ederek heyecanla ona yaklaştı. …Ve o an olduğu yerde
donakaldı. Oğlu havlıyordu. Çocuk, babasını görünce ellerini yere atarak
havlaya havlaya üzerine atladı.
İstemsizce geri çekilse de hemen kendini
toparlayıp çocuğu sakinleştirmeye çalıştı:
“Dur, oğlum, ne oldu sana? Ayağa kalk,”
dedi.
Oğlu ise ona aldırmadan havlıyor,
dişlerini gıcırdatarak üzerine atlıyordu.
Sözlerinin bir işe yaramadığını
anladığından zorla çocuğun ellerini arkasında birleştirip bağlayarak yüzükoyun
yatağına yatırdı. Çocuk inanılmaz sesler çıkarıp çırpınmaya başlayınca onu
avutmak için kucağına aldı. Ancak çocuğu avutabilmek kolay değildi.
Gürültüye herkes uyanmıştı. Karısı küçük
kızını göğsüne bastırarak hıçkırmadan sessizce ağlamaktaydı:
“Allah’ım nedir bu başımıza getirdiğin!”
Çocuğun havlama sesi başını alıp
gitmişti. O havladıkça dışarıdaki köpekler de sesine karşılık veriyorlardı.
Çok geçmeden oğlunun köpek gibi
havladığı haberi bütün kampa yayıldı. Duyanlar acı acı hayıflanıyor, çaresizce
başlarını sallıyorlardı. Kamptaki çocuklar köpek gibi havlayan insanı
görebilmek için çadırın etrafında toplanıyorlardı. Onları kovup uzaklaştırsa da
yine de her fırsatta gizlice yaklaşıp kulaklarını çadıra dayayarak havlama
seslerini dinliyorlardı. Oğlu da dışarıdan gelen en ufak sese hemen havlamaya
başlardı.
Durum giderek kötüleşiyordu. Çocuk
normal insanlar gibi yeme alışkanlığını kaybetmişti, getirilen yemeği annesinin
elinden çekip alıyor, yere uzanıp köpek gibi yiyor, tabağı diliyle yalayıp
temizliyordu.
Kıyafetlerini de yırtarak çıkarmıştı. Ne
yapsalar yine de üzerine bir şey giydirmelerine müsaade etmiyordu. Kızdığı zaman
omuzlarını kemirmeye başlıyordu. Omuzlarından akan kana aldırmıyor, ısırıp
kopardığı yeri tekrar ısırıyordu. Acı duygusunu büsbütün kaybetmişti.
Vücudunda sağlam bir yeri kalmamıştı.
Dişiyle, tırnağıyla vücudunu boydan boya yaralamış, inanılmaz duruma getirmişti.
Herkese saldırarak ısırdığı için artık ona yaklaşmaya kimse cesaret edemiyordu.
Her gün daha başka nelerin yaşanacağı
korkusuyla uykusundan uyandığında çocuğun durumunun daha da ağırlaştığını
görmekteydi.
Kampta komşusu olan yaşlı bir kadın çocuğun
hastalığını duyunca gelip ruhunu ölçtü. Kadın elinde tesbıh mırıldanarak dua
okuya okuya tek tek ölenlerin ruhunu çağırdı ve bır süre sonra çocuğu dedesinin
ruhunun tuttuğunu söyledi. Kadının tavsiyesiyle ölenin ruhuna dua okutturup,
kurban kesseler de bunun bir faydası olmadı.
Sonra tekrar birilerinin önerisiyle
çocuğu Paçavralı Yatır’a götürdü. Niyet edip geceyi sabaha kadar yatırın
civarındaki mağarada geçirdiler. Fakat çocuğun durumu düzeleceğine daha da
fenalaştı. Son kez çağırdıkları yaşlı otacı çocuğu uzaktan uzağa inceleyip
başını sallayarak:
“Bu kuduz olmuş, düzelmesi imkânsız…”
dedi.
“Ne yapalım peki?”
Otacı ona doğru dönüp soğukkanlılıkla:
“Çocuğu öldürmek lazım,” dedi.
Annesi ellerini yüzüne kapatıp yere
çöktü.
Gözünde belli belirsiz parlayan umut
kıvılcımları anında söndü, zorlukla duyulan cılız bir sesle:
“Sen neler söylüyorsun, hekim?”
diyebildi.
“Başka çaresi yok.”
“Hayır, bu mümkün değil…”
“Evdekiler de bu hastalığa yakalanırsa
nasıl olacak? Bunu düşündün mü?”
“Hayır, Allah aşkına, başka bir çare
bulun…”
“Anlıyorum, ağır bir dert ama…”
Bir anda içinde derin bir boşluk
oluştuğunu ve bu boşluğun baş döndüren derinliğinde hayatın, dünyanın, var
oluşun tamamen değerini kaybettiğini anladı. Sanki yeryüzünün ritminin,
ahenginin bozulduğunu içgüdüsel olarak hisseden, neden sonra neyin geldiğini
bilmeyen bir insan gibi ümitsizliğin ıstırabı içinde çırpınıyordu…
Çocuk hastalandığından beri
ağırbaşlılığını koruyan karısı biranda otacının üzerine yürüdü:
“Allah sana hekim diyenin başına taş
düşürsün! Bunları söylemeye dilin nasıl varıyor? Def ol git buradan!” diyerek
otacının çantasını kaptığı gibi dışarıya fırlattı.
Kafası allak bulak olduğundan karısının
hüngür hüngür ağlayarak yağdırdığı bedduaları duymuyordu. Şimdi onu evdeki
bebeklerin kaderinin nasıl olacağı düşüncesi sarmıştı. Otacının uyarısından
sonra onların konuşmaları, sesleri, öksürükleri, ağızlarından çıkan kelimeler
kulağına havlama gibi geliyor, korkusu giderek artıyordu. Hastalığın diğer
çocuklara da bulaşacağı korkusuyla ne olur ne olmaz diye oğlunu tecrit etmeye
karar verdi.
Kampın dışındaki çöplükten bulduğu paslı
demir çubukları tellerle birbirine tutturarak büyükçe bir kafes yaptı ve
çadırın baş köşesine yerleştirdi. Kafesin tahta parçaları dizilmiş zeminine
karısının şimdiye dek kıyıp da kullanmadığı çeyizlik kadife yatak örtüsünü
serip çocuğu zorla içeriye soktu ve kapısına kilit vurdu.
Kafese kapatıldıktan sonra çocuğun
durumu hızla ağırlaşmaya başladı. Artık gün boyunca kendini sağa sola çarpıyor,
kafesi söküp yıkmaya, dişiyle telleri açmaya çalışıyordu.
Diğer yandan da otacının gelişinden
sonra oğlunu öldüreceği ile ilgili karısının kuşkulanması, çocuğu ondan – öz
babasından korumaya çalışması, yıllar boyunca oluşan güvenin, itibarın yok
olması içini yiyip bitiriyordu. Her şeyden habersizmiş gibi davransa da giderek
sabrının tükendiğini hissediyor, hiçbir yere sığamıyordu.
Çocuğun derdiyle geceleri sabaha kadar
gözüne uyku girmiyordu. İki bebeğini de kucağına alarak yanında yatan karısının
da uyanık olduğunu, ona belli etmemeye çalışarak sessizce ağladığını
hissediyordu. Bazen geceleri kalkıp çadırdan çıkarak kampın etrafındaki boş
arazide delirmiş gibi dolaşır, nereye gideceğini, ne yapacağını bilemiyordu. O
sırada karısının da sessizce peşinden geldiğini, uzaktan uzağa onu izlediğini
hissediyordu.
Geceleri kampın etrafında deli gibi
dolaşırken hayalleri onu alıp oğlunun dünyaya geldiği, şimdi gizemli bir rüya
gibi görünen uzak, mutlu zamanlara götürüyordu. Bunca zaman zarfında
karşılaştığı eziyetlere, aşağılanmalara, sığınma kampının cehennem hayatına
evladı için dayanmıştı. Bütün bu yaşananlardan sonra otacı acımasız
soğukkanlılıkla öz evladını öldürmesini öneriyordu…
Oğlunun hastalığı ise her gün biraz daha
ağırlaşıyordu; çocuk göz göre göre eriyip gidiyor, iyileşip ayağa kalkmasına
olan umudu azalıyordu. Son günlerde çocuğun ellerini iple arkadan bağlamalarına
rağmen dişleriyle vücudunu yiyip parçalamış, bitkin düşmüştü.
* * *
…Bütün geceyi gözlerini kapatmadan her
şeyi kafasında evirip çevirdiğinden sabahı sabah etmıştı. Başı ağrıdan
çatlıyordu.
Tan ağarmaya başlamıştı.
Çocuk gece boyunca kesik kesik havlamış,
dişlerini gıcırdatmış, bazen de kurt gibi ulumuştu. Şimdi sabaha karşı kafesten
ses soluk gelmeyince oğlunun uykuya daldığını düşündü.
Ancak uzanıp kafese doğru bakınca
gördüğü manzara karşısında donakaldı.
Çocuk ölmüştü. Sırtüstü yatağına uzanıp
kalmış, kemirerek şeklini bozduğu kolları yanlarına doğru açılmış, gözlerinin
karası kaybolmuştu. Solmuş yüzüne çektiği ıstırabın kederli çizgileri kazınmıştı.
Ağır ağır kafese doğru yaklaştığında
yastığın üzerinde toprak renginde bir engereğin kıvrılıp yattığını gördü.
Yılan ayak seslerini duyar duymaz
kafasını kaldırdı, avurtlarını şişirerek tısladı, sonra köpek gibi havlaya
havlaya sürünüp çadırın köşesinde kayboldu.
Ekim – Kasım 2016
Londra
Türkiye
türkçesine aktaran Aynur Kahraman
Vagif SULTANLI
Bakü, Azerbaycan
HÜMAYUN
tarihi hikâye
Lokman hekim, hastanın uyuduğu
çadırdan çıkıp Babür Şah’ın huzurunda iki büklüm eğildi, hükümdar eliyle
oturmasını işaret edince tahtın karşısındaki halının üzerine oturdu. Hiçbir şey
söylemese de lokman hekimin sessizliği, seğiren yüzünün perişan ifadesi
hastanın durumunu belli ediyordu.
“Benden hiçbir şey saklama!” dedi Babür
Şah lokman hekimin kararsızlığını görünce.
Lokman hekim suçluymuş gibi bakışlarını şahtan kaçırarak:
“Hükümdarım…” dedi.
“Gözlerimin içine bakarak konuş,” diyerek onun sözünü kesen
Babür Şah sert bir sesle çıkıştı.
Kendini toparlayan lokman hekim:
“Hükümdarım, hastanın durumu ağır, daha neler yapılması
gerektiğini söylemekten acizim,” dedi ve bir an soluklanarak devam etti:
“maalesef tedaviye sonuç vermiyor.”
Yirmi iki yaşındaki Hümayun Babür Şah’ın ilk çocuğuydu. Hükümdar
oğluna o denli bağlıydı ki değil saltanatını, hayatını, geleceğini bile onsuz
hayal edemiyordu. Hümayun hastalandığından beri Babür Şah’ın gözlerinde dünya
değişmiş, hayat büsbütün değerini yitirmişti. Yurdun çeşitli bölgelerinden
davet edilen lokman hekimler, tabipler hastanın derdine çare bulamıyorlardı.
Himalayaların erişilmez zirvelerinden, sarp kayalıklardan toplanan bitkilerden,
çiçeklerden hazırlanan ilaçlar faydasızdı. Hekimlerin bütün çabalarına rağmen
Hümayun’un durumunun giderek ağırlaşması Babür Şah’ı için için bitiriyor,
hayattan soğutuyordu.
Sarayda da her şey düzenini kaybetmişti; saray eşrafı yalnız
onun iyileşip ayağa kalkmasını düşünüyor, herhangi bir meseleyle ilgili
hükümdara bir şey söylemeyi akıllarının ucundan bile geçirmiyorlardı.
Hastayı Senbel’den Delhi’ye, oradan da Agra’ya getireli
günler olmuştu. İbrahim Ludi’nin annesinin eliyle yemeğine zehir katıldıktan
sonra en sadık adamlarına bile dikkatle yaklaşıyordu. Bu yüzden oğlunun kendi
kontrolünde tedavi edilmesine karar vermişti. Aslında gezdiği, gördüğü yerler
içerisinde Kabil’in doğasına benzer bir yeri hatırlamıyor, belki oranın
havasının oğlunun şifa bulmasına yardım edeceğini düşünüyordu. Ancak hastayı mevcut
durumunda dolaştırmak da akıl kârı değildi.
Lokman hekim çıktıktan sonra Babür Şah oğlunu yoklamak için
onun çadırına girdiğinde hastanın solgun bakışları meçhul bir noktaya
dikilmişti. Günlerce süren ateş Hümayun’u takatsiz bırakmış, zayıflatmış, tanınmayacak
bir hâle getirmişti. Yüzünde, gözlerinde hayat aşkı parlayan gençten eser
kalmamıştı.
Babasının geldiğini anlayan Hümayun yerinden kımıldadı ama
başını yastıktan kaldırmaya gücü yetmedi. Babür Şah oğlunun yatağının yanında
diz çöküp onun elini avcuna aldı, parmaklarını hafifçe okşadı. Oğlunun elleri
ateş gibiydi. Bakışları karşılaşınca çocuğun gözlerinde yaşlar belirdi.
Hükümdar ipek mendille onun gözyaşlarını sildi, kendini kaybetmemek için
boğazına oturan yumruğu yuttu.
Babür Şah Hümayun’un kendisine dikilen bakışlarının
derinliklerinde ahraz bir umutsuzluğun yanıp söndüğünü hissetti. Oğlunun sağlık
durumu Agra’ya döndüğü ilk günlerde bu kadar ağır değildi. O zamanlar evladının
yüzünde kısa sürede iyileşip ayağa kalkacağına dair daha fazla umudu olduğu
hissediliyordu. Şimdi ise o umut kıvılcımları tamamen azalıp sönmüştü. Ateşin
etkisiyle hasta ara sıra sayıklıyor, anlaşılmayan sözler söylüyor, yüzü renkten
renge giriyordu, bazen ise vücudunu soğuk terler kaplıyor, bir süreliğine
bilincini kaybediyordu.
* * *
Hanımı Maham Begüm bir an bile oğlunun yanından uzaklaşmıyor,
gün boyunca hastayla kendisi ilgileniyordu. Evladının göz göre göre eriyip
bitmesine dayanamayan kadının umutsuzca ondan çare dileyen bakışları Babür
Şah’ı eziyor, canını acıtıyordu. Sadece Maham Begüm değil, kızları Gülrenk’le Gülbeden
de gece gündüz ağabeylerinin yanında nöbet tutuyor, hastanın her istediğini
canı gönülden yerine getiriyorlardı.
Öğleden sonra Maham Begüm’ün davetiyle Mir Ebülkasım’ın
saraya geldiğini haber verdiklerinde Babür Şah kendini toplayarak tahta doğru
yürüdü. Mir Ebülkasım nüfuzlu din bilgini olsa da aslında Babür Şah oğlunun
hastalığıyla ilgili onun önerilerinin bir faydası olacağına inanmıyordu. Hasta
bu kadar ağır durumdayken koskoca tabipler aciz kalmışlarsa o ne yapa bilirdi
ki? Ancak suda boğulanın saman çöpüne tutunarak kurtulacağını düşündüğü gibi
hastanın şu anki durumunda zerre kadar umut ışığı görünen her şeye yapışmaktan
başka çaresi yoktu. Diğer yandan da oğlu hastalandığından beri gecesi gündüzü
olmayan Maham Begüm’ün kalbini kırmak istemiyordu.
Babür Şah’ın kendinde olmadığını anlayan Mir Ebülkasım
hükümdarın önünde eğilerek lafı uzatmadan:
“Hükümdarım, hastanın şifa bulması için bir adak adayın,”
dedi.
Şahtan cevap gelmeyince:
“Sizin çok değerli bir elmasınız vardı… Yanılmıyorsam,
İbrahim Şah’la savaşırken ganimet olarak ele geçirilmişti. Onu adak olarak
adayabilirsiniz,” diyerek sözlerini tamamladı.
Babür Şah haznedarı çağırtıp değerli elmasını – Kuh-i nuru getirmesini
emretti. Çok geçmeden haznedar içeri girerek altın tepsideki süslü bir mücevher
kutusunu hükümdara sundu.
Şah mücevher kutusunu eline alıp kapağını açtı ve kırmızı
kadifeye sarılı elması çıkardı. Taşın göz kamaştıran parıltısı bir an içinde
sarayın loş hücresine ışık saçtı.
Şah elması evirip çevirerek dikkatlice inceledi. Sonra değersiz
bir eşya gibi tekrar kadifeye sararak kutuya koydu.
“Bunu mu adamamı istiyorsun?” diye sordu ve bir an için
bakışları karşılaşınca Mir Ebülkasım’ın gözlerini kaçırdığını fark etti. “Taşı adak diyerek benimsemeye çalışıyor
olmasın?” diye bir anlığına aklından geçirdi şah ancak oğlunun can
çekiştiği şu durumda böyle düşüncelerle beynini yoracak hâlde değildi. Bu
yüzden de umursamaz bir şekilde: “Hümayun’un dünya malında gözü yoktu, onun
yolunda bu kıymetli taşın ne değeri olacak ki…” diye ekledi.
Mir Ebülkasım ne diyeceğini bilemediğinden sustu.
“Kendimi kurban etmek istiyorum,” dedi Babür Şah bir anda
yerinden doğrularak. Kısa bir süre duraklayıp: “biliyorum ki Hümayun’un benden
değerli serveti yoktu,” diye ekledi.
Mir Ebülkasım, hükümdarın bu kararı karşısında irkildi:
“Yok, yok, hükümdarım, kendinizi kurban etmeyin. Hümayun’un
adaklarla, nezirlerle iyileşip ayağa kalkacağı içime doğdu. Ancak sizsiz bu
koca memleketin kaderinin nasıl olacağını hayal edebiliyor musunuz?”
“Hayır, artık kararımı verdim. Oğlumun acı çekmesine
dayanamıyorum,” diyerek ayağa kalkıp hızlı adımlarla bahçeye doğru yürüdü
hükümdar.
Gün batımıydı. Babür Şah abdest alıp üzerini değiştirdi,
yatağında ateşler içinde yanıp kavrulan Hümayun’un etrafında üç kez dolandı,
fısıldayarak oğluna şifa dileyip kendini kurban olarak adadı. Sonra mescide
girdi, namazını kılıp duasını tekrarladı:
“Yüce Tanrı’m, sana ait olan canımı kurban ediyorum.
Hümayun’un hastalığının, illetinin bana gelmesini, onun en kısa zamanda şifa
bulmasını diliyorum. Yaradanım, oğlumun kurtuluşu için senin büyüklüğüne
sığınıyorum, göster kudretini…”
Duasını bitirerek mescitten çıktı Babür Şah. Omuzlarından
ağır bir yük kalkmışçasına rahat nefes aldı.
Uzaktan gelen müzik sesini duyunca istemsizce durdu. Hümayun
yatağa düştüğünden beri ruhunu hafakanlar basmış, kulağı böyle sesleri
yadırgamıştı. Sesinden genç olduğu anlaşılan hanende Hümayun makamında şarkı söylüyordu. Mirza Mansur Tebrizi’nin
oğlunun şerefine bestelediği bu destgâhı yıllar önce Kabil sarayında
düzenlediği bir ziyafette dinlemişti. Özellikle de makamla Nesimi’den,
Nevai’den söylenen gazeller onu büsbütün büyülemişti. Sonraları Hümayun destgâhını dinlemek niyetiyle
defalarca Mirza Mansur’u çalgıcılarıyla birlikte saraya davet ederek
ağırlamıştı.
Şimdi üstat hanendenin vakitsiz ölümünden sonra Hümayun makamının bu kadar kederli
söylendiğini ilk defa duyuyordu. Ses, âdeta geçmişten, tarihin gizemli
alacakaranlığından duyuluyor, ışık, aydınlık adına var olan her şeyi alıp
götürüyor, yeryüzünü derde, üzüntüye boyayarak çekip gidiyordu. Utun boğuk
sedasıyla birleşen hanendenin hazin sesi ruhunu sızlatıyor, içini, varlığını
yiyip bitiriyordu. Oğlunun şerefine bestelenen makamın neden bu kadar dertli
olduğunun sırrını anlamaya çalışıyor, içine akan gözyaşlarının selinde boğula
boğula hanendenin sesinin derinliğinde dünyanın kaderi, geleceği ile ilgili ona
malum olmayan bir şeylerin saklandığını hissediyordu.
Ay doğmuş, geceyi gümüş rengine boyamıştı. Ağır adımlarla
Camna Nehri’nin kıyısına indi. Ay ışığında sessiz sedasız akan suyun dalgaları
pırıl pırıl parlıyordu. Hükümdar sahilde yassı bir kayanın üzerine oturup uzun
süre suyun sessiz akışını dinledi. Kaygılı dönemlerinde defalarca sahile inerek
suyun büyüsüne bu şekilde dalmıştı ancak nehri bu renkte, bu şekilde ilk defa
görüyordu.
Hayaller onu alıp uzaklara götürmüştü. Semerkant uğrunda
savaşlar, Kabil’in alınması, İbrahim Ludi ile savaşması, Hindistan’ın fethi,
daha neler, neler uzak, gizemli bir manzara misali gözlerinin önünden geçip
gidiyordu. Zamanın bu denli hızlı akışına inanası gelmiyordu; şimdi ömrünün
kırk yedinci sonbaharını yaşıyordu. Sanki olup bitenler göz açıp kapayıncaya
kadar yaşanıp bitmişti.
* * *
…Gece yarısından epey sonra hükümdarın sağlığı aniden
bozulmaya başladı. Şah kimseye belli etmeden yatağına uzanıp uyumaya çalışsa da
ağrının şiddetinden uyuyamadı. Yalnız sabaha karşı azıcık dalabildiğinde
Hümayun rüyasına girdi; melekler oğlunun başucunda ninni söylüyor, kanatlarıyla
yüzünü okşuyorlardı.
Sabah olduğunda durumu öğrenen hanımı Babür Şah’ı kontrol
etmesi için sarayın baştabibini çağırsa da hükümdar muayeneye gerek olmadığını
söyleyip onu kabul etmedi.
Şah ateşin etkisinden dudakları titreye titreye Hümayun’u
sordu ve oğlunun sağlık durumunun iyiye gittiği haberini alınca dualarının
Tanrı’ya ulaştığını anlayarak rahat bir nefes aldı. Aynı gün hükümdar ağır
hasta olmasına rağmen saray âyanını toplayarak Hümayun’un veliaht olduğunu
onayladı ve hâkimiyeti oğluna teslim etti.
Sonra ise kendisine dikilen soru dolu bakışların ağırlığı
altında hastalığıyla bağdaşmayacak bir dikbaşlılıkla vasiyetini dile getirdi:
“Beni Kabil’e defnediniz…”
Hükümdar, o kadar kendinden emin bir sesle konuşmuştu ki hiç
kimse teselli namına bir şey söylemeye cesaret edemedi.
…Bu olaydan üç gün sonra Babür Şah kendisini görmeye gelen
oğlu Hümayun’un kollarında dünyaya gözlerini yumdu.
Büyük Türk hakanının vasiyeti dokuz yıl sonra yerine
getirildi.
8-10 Şubat 2019,
Yeni Delhi – Agra,
Hindistan
Türkiye Türkçesine aktaran: Aynur KAHRAMAN
Vagif Sultanlı
İNSAN DENİZİ
Roman
Vagif Sultanlı.
İnsan Denizi. 1.
Baskı: Bakı, Genclik, 1992. 220 sah.; 2.Baskı: Bakı, Azerneşr, 2014. 256 sah.
Metni Azerbaycan Türkçesinden
Türkiye Türkçesine Çeviren:
Dr. Parvana Bayram
Editör: Dr. Ömer Bayram
Bu kitapta, yazarın nesir eserleri içinde önemli bir yeri olan İnsan
Denizi romanı yer almaktadır. 1980’li yıllarda Azerbaycan’da cereyan eden
olayların anlatıldığı romanda, idam cezasından kurtulan bir insanın kaderindeki
yabancılaşma meselesinin edebî felsefi boyutu ortaya konulmuştur.
PROLOG
Yirmi yıla yakın bir zamandır onun için şehir insanlarıyla,
telefonlarıyla, arabalarıyla birlikte tamamen boşalmıştı. Yirmi yıla yakındır karanlık,
ümitsiz günlerinde sığınacağı kimsesiz şehri dolaşmaktaydı. Şafak sökmeden
uyanır, hava kararıncaya dek şehrin sokaklarında bir aşağı bir yukarı gezinir,
kalabalık yerlerde oturarak paçavraya dönmüş kalpağını önüne koyardı. Gelip
geçenler, önündeki kalpağın içine bazen az bazen de çok miktarda para atarlardı.
Para ve ayak seslerinden bunaldığında, kendisi de farkında olmadan kalpağını
başına geçirerek tenha ve kuytu sokaklara çekilir, boş koltuklarda veya kuytu
köşelerde bir yer bularak otururdu. Otururdu ve kendisini geçmişe götüren yolun
katı karanlığı perde gibi gözlerine çöküp dünyayı ondan gizlerdi. Böyle zamanlarda
bir gölge gibi yanından geçip giden insanları görmezdi. Bu şehirde bir tek
kişinin bile yaşamadığını düşünür, bu insansız şehrin yegâne sakininin kendisi
olduğunu zannederdi.
Atılmış sigara izmaritleri
gibi gereksiz günler… Bir arada yaşamaktan bıkıp usanmış karı koca ömrüne
benziyor ve gittikçe katlanılmaz oluyordu. Bu yirmi yıl, ona sanki iki yıllık
bir zaman dilimiymiş gibi çok kısa geliyordu. Sadece yirmi yılını geçirdiği
kışların ayazında, yirmi kez dertten kavrulduğunu hatırlamaktaydı.
Yıllar ona kim olduğunu, neyle uğraştığını, hayatının amacını,
hatta neye benzediğini bile unutturmuştu. Bu şehre nasıl geldiğini, kim
olduğunu kendisinden başka kimse bilmemekteydi. O, tren garlarında, metruk
binalarda, izbelerde ve apartman girişlerinde, yani nerede yer bulursa, geceyi orada
geçirirdi. Bir yere sürekli ve
sık sık gitmeye çekinirdi. Kendisini
tanıyıp bilen birisinin bulunacağından ve onu kovup şehirden çıkaracağından korkardı.
Öyle olursa nereye gider, kime el açar ve nasıl geçinirdi?
Etrafından geçip giden insanların ayakları altında kalan
kar ve suyun soğuğu, iğne misali kalbine saplanıyordu. Kalbinde, bu kirli karın ve suyun içinde ölüp gitme korkusu
vardı. Düşünürdü, kendisi, kendi kaderi
hakkında düşünürdü. Çünkü şimdi düşünecek başka bir şey yoktu ve düşündükçe
yaşadığı ömrün, yaşadığı günlerin dağınık görüntüleri hafızasından geçip giderdi.
Zaman mı unutturmuştu, yoksa hafızası mı körelmişti bilinmez, yaşadıklarını
bir bütün olarak zihninde bir türlü canlandıramıyordu.
Sanki o, rüzgârın önünde çırılçıplak durmuştu ve
üstünde kıyafet veya kendisini soğuktan koruyacak bir şey yoktu. Denizin rutubetli
rüzgârı içine doluyor, avcunda tuttuğu bozuk paraların dayanılmaz soğuğuna
karışarak iliklerine işliyordu. Ama onu üşüten sadece bu değil, hafızasının derinliklerinden
yel gibi esip geçen hatıraların
buz tutmuş soğuğuydu.
Beyninde dolaşan fikirlerin sesi kulaklarında çınlıyordu.
Yıllardan beri bir sır, bir tılsım gibi onu kendisine bağlayan bu şehirden
ayrılamayacağından ve yaşadığı bu derbeder ömrün bir kader olarak alnına yazıldığından
korkmaktaydı.
Bir zamanlar, bir daha dönmemek üzere bu şehirden
ayrılmak için günlerce para bulmaya çalışırdı. Yoldan geçenlerin acıyıp verdiği
kuruşları biriktirerek kaç defa yol parasını denkleştirmek istemişti. Fakat her
defasında arkadaşları, onun biriktirdiği parayı içkiye harcamışlardı. O da,
onlarla birlikte içip dünyanın derdini unutmak istemiş ve içip dünyanın dertlerini
unutmaya çalıştığında bir daha ayılmayacağını, her şeyi kolaylıkla unutacağını,
içkinin tadıyla, sersemliğiyle bir ömür boyu sarhoş kalacağını düşünmüştü. İçkinin
etkisi geçip de gerçek dünyaya döndüğünde ise her şeye yeniden başlamak zorunda
kalmıştı. Böylece, her şey tekrarlanmış ve yıllar birer yaprak misali ömründen
kopup dökülmüştü. Ve o, günün birinde, bir daha hiçbir zaman, ne kadar çok
istese bile bu yol parasını derleyip toparlayamayacağını anlamıştı.
Tramvayın koparıp attığı sol bacağını bu şehre gömmesi,
vakti gelince buradan çıkıp gidebilme ümidini de tamamen öldürdü. Bazen içip duygusallaştığında şehir dışındaki
o düzlüğe gider, ayağını gömdüğü mezarı
ziyaret ederdi. Sadece ayağının değil, bütün vücudunun burada gömüldüğünü,
kabrin üstünde oturanın kendisi değil ruhu, gölgesi veya hayali olduğunu; bu
hayalin hemen şimdi kanatlanarak havaya ve rüzgâra karışıp kaybolacağını,
yalnız toprağın, bu tenha mezar taşının ve bir tek bacağının ebedî kalacağını düşünürdü.
Şimdi o, bu mezarı kime bırakıp gidecekti. O, bu şehirde
istemeden yaşamıştı. Yok, hayır yaşamaya mahkûm edilmişti. Bu şehir, bütün sabrını,
dayanma gücünü ve yaşama aşkını, dünyanın sıcak, güzel günlerine olan ümidini bir defada elinden
almış, onu her şeye karşı kör ve sağır bırakmıştı. O, bütün bunları farkında olmadan yapmıştı. Hayat,
amansız cilveleriyle ona çok şey öğretmişti. Bu süre zarfında edindiği bütün
alışkanlıklar bir nevi karakterine dönüşmüş, kanına işleyerek hafızasına
sinmişti.
Önceleri, bir süre sonra bu şehre alışıp insanlarına
uyum sağlayacağını, özlemle andığı vatanını, köyünü asla hatırlamayacağını
zannederdi. Fakat düşündüğü gibi olmadı. Bu yabancı şehir onu eğip bükse de asla kendisine
bağlayamadı. Bu şehrin insanlarını, taşını, duvarını ezberlese de bir türlü
kendisine alışamadı. Hep buraya yabancı kaldı. Belki de bu şehre alışsaydı,
buradaki hayatı daha kolay olurdu. Kısa bir süreliğine de olsa yaşadıklarını
unutur, en azından unutmayı denerdi. Bu
yabancı şehre, onun yabancı insanlarına bu süre zarfında bir yakınıymış gibi bakmayı
dener, en azından kendisinin burada gurbette olduğunu hissetmezdi. Fakat ne
yaparsın, bunu başaramadı. Kendisine düşman olan feleğin oyunlarından yakasını
bir türlü kurtaramadı. Gece gündüz sürekli düşünmesine rağmen bir türlü
hayatını istediği mecraya, görmek istediği ışıklı dünyaya yönlendiremedi. Çaldığı
bütün kapılar sert duvar, aşılmaz bir set olarak karşısına dikildi. Hayat onu kendinden
geçinceye kadar döndürdü, dolaştırdı. Nerede olduğunu, kaderin kendisini nereye
sürüklediğini anlamasına bir türlü fırsat vermedi. Bu yabancı şehirde sadece
sabretmeye, dilenmeye ve el açmaya alıştı. Bu şehir onu o kadar alçalttı ki
kendisi bile artık kendini tanıyamaz oldu. Düşünceleri, anıları ve geçmişi de
artık kendisine yabancı oldu. Ömründen yaprak misali kopup düşen günler onu bir
daha yaşamış olduğu yıllara götüremeyecekti. O, geçmişinden ve hafızasından
kopmuştu. Onu hafızasına ve geçmişine bağlayan teller o kadar incelmişti ki
buna kendisi bile inanamıyordu.
Şimdi bu aydınlıkta, aniden başka bir insan olmak ve geride
bıraktığı ömre zerre kadar benzemeyen, tamamen başka bir ömür yaşamak
istediğini hissediyordu. Hayatın dar mengenesinde öyle sıkılmıştı ki kendisi bile
kendi varlığına şüpheyle bakmaktaydı. Bu kadar arzularının, ümitlerinin boşa
çıktığına inanası gelmiyordu. Ömrünün zilletle geçen bu yılları, bütün arzu ve
ümitlerini nasıl da acımasızca ondan koparmıştı. Neyi nerede kaybettiğini
kendisi de bilemiyordu. Durumun farkına vardığında ise yürüyen bir cesetten,
canlı bir cenazeden başka bir şey olmadığını anladı. Hangi yöne gittiğinin
farkında olmayan amaçsız bir gölge, bir nefes. Yılları devirirken nasıl eğildiğini, nasıl bozguna
uğrayarak teslim olduğunu fark etmedi. Zamanın geçişi onu kaderin kulu, kölesi
yapmıştı ve şimdi bu boyunduruktan kurtulmanın yollarını aramaktaydı.
İnsanın kaderini belirleyen şey ne idi? O, hangi sesin
peşinden gitmekteydi? Hayatını başka türlü yaşayamaz mıydı? Niçin bu yolu
tercih etti? Kendisi miydi bu yolu tercih eden? O, böyle bir hayatı kesinlikle
istememişti. Sabrın, dayanma gücünün de bir sınırı olmalı değil miydi? Belki de
yaşadığı o olay kaçınılmazdı, onun kaderiydi. Aslında o olaydan sonra kaderin
bu acımasız oyunundan farklı bir şekilde kurtulmuştu. Bu kadar acı ve sıkıntıdan sonra neden teslim
oldu, neden kendisini kaderin akışına bıraktı? Hiç olmazsa biraz daha farklı,
en azından şimdiki hayatından daha iyisini yaşayamaz mıydı?
Fakat kader, onun isteğine göre mi cereyan ediyordu? Feleğin
çarkı dönüyor, hayatın akışı onu da kendisiyle birlikte götürüyordu. Hem de
öyle süratle götürüyordu ki bir anlık düşünmeye, olayları değerlendirmeye
fırsat bulamıyordu. En korkuncu da kendisindeki bu sabra, dayanma gücüne hayret
etmesiydi. İstemediği halde bu yılları nasıl da yaşamıştı?
Günler kar taneleri gibi fark edilmeden eriyip
gitmekteydi. Eğer gönlünce yaşayamıyorsan, kaderin itaatkâr bir kölesi gibi
sadece bir defa yaşayabileceğin ömrü çar çur etmeye mecbur bırakıldıysan, bu
hayata gerçek hayat, bu ömre gerçek ömür denebilir miydi?
Belki de böyle yaşamaktansa kadere boyun eğip ölümü
tercih etseydi bu daha şerefli bir hareket olurdu. Ah, şeref! Bu sözün ne
anlama geldiğini unutalı çok olmuştu. Hem de duymadan, farkında olmadan, bebekliğinde
gördüğü rüyaları unuttuğu gibi.
Limandaki hoparlörlerden,
gemilerin ne zaman hareket edeceği duyurulmaktaydı. Hoparlörün sesi o kadar
güçlüydü ki ne söylendiğini anlayamıyor, neredeyse kulakları patlayacak gibi
oluyordu. Bu gürültüye rağmen söylenenleri duymaya çalışıyordu. O, zamanı
gelince bu hoparlörden kendisiyle ilgili bir duyuru yapılacağına, ona herhangi
bir haberi vereceklerine veya nerede ve kiminle görüşeceğini ilan edeceklerine
inanmaktaydı. Belki de bu sebeple anonsları duyar duymaz farkında olmadan kulak
kesilirdi.
Bu anonslar, rüzgârın, yağmurun ve soğuğun etkisinde
kalmadan hep aynı tonla, aynı hararetle yayılmaktaydı. İnsanların kendi işleriyle
uğraşmakta olması ve bu sesi duymuyormuş gibi önemsememeleri onu
sinirlendiriyordu.
– Ekrem!
Arkadan birisi ona adıyla hitap etti. Önce önemsemedi,
daha doğrusu kendisine seslenildiğini hemen fark etmedi. Çünkü adını unutmuştu,
kendisi bile farkında olmadan unutmuştu.
– Ekrem!
Ses onu âdeta yere çiviledi. Aniden adını hatırladı.
İrkilerek hatırladığı bu isim, ılık bir duygu gibi hafızasına yayıldı,
kendisine acıdı. Sanki uzun zamandan beri bütün düşüncesi yalnız ismini
hatırlamaya odaklanmıştı. Fakat adını hatırlamasından duyduğu sevinç acı bir
kedere dönüştü.
Aman Allahım, aman Allahım, insan da kendi ismini
unutabiliyormuş, unutabilirmiş. Az önce kendisine ismiyle seslenildiğini hatırladı.
O, kendi ismini unutsa da birileri, bir yerlerde hâlâ bu ismi unutmamıştı. Onun
adı, varlığı birilerinin hafızasında yaşamaktaydı. Dönerek sesin geldiği tarafa
baktı. Kimse görünmüyordu. Bir süre gözleriyle etraftaki insanları taradı ama kendisini
tanıyabilecek bir tanıdık yüz görmedi. Belki de yanlış duymuştur. Yoksa bu yabancı
şehirde, bu kılıkta onu ta uzaktan tanıyabilecek, adıyla çağırabilecek kim
vardı? Kendisini toparlayarak sesi duyduğundan emin bir halde yoluna devam
etti. Ancak çok geçmeden az önceki ses yine onu çağırdı. Derhal geriye döndü,
sesin geldiği tarafta kimseyi göremedi.
Bu nasıl işti? Açıkça
kendi adıyla çağırıyorlardı, fakat sesin nereden geldiğini bilmiyordu. Sanki
ses gaipten, bilinmezlikten geliyordu. Belki de onu tanıyıp bilen birisi bunu
kasıtlı olarak yapıyor, onunla eğlenmek istiyordu. Her an saklandığı yerden çıkıp
yüzünü gösterebilirdi. Peki, böyle ağır
bir şaka olur muydu?
– Ekrem!
Az önce uzaktan gelen ses şimdi daha yakından, iki
adım ötesinden gelmekteydi. Gayriihtiyari
döndü. Arkasından tanımadığı bir adam gelmekteydi. Adamın kendisine
yetişmesi için durup bekledi. Sokakta başka kimseler olmadığından sabahtan beri
kendisini defalarca çağıranın bu adam olabileceğini düşündü. Tanıdık bir çizgi
bulmak ümidiyle uzaktan adamın yüzüne dikkatle baksa da tanıyamadı. Şimdi bu adamın kimliğinden ziyade, onu nereden
tanıdığını ve adını kimden öğrendiğini merak ediyordu.
Ancak adam onu önemsemeden sakince yanından geçip limanın
merdivenlerini tırmandı, yaylı kapıyı açıp içeri girerek kalabalığa karıştı. O,
adam kayboluncaya kadar hayretle arkasından baktı.
– Ekreeem!
Öyle yüksek sesle çağırdılar ki ayaktayken irkildi.
Gayriihtiyari “heyyy” dedi ve önceki çeviklikle dönerek dört
tarafına bakındı. Yok, yine kimse yoktu
ortalarda.
Karşıdaki parka
baktı. Yağmurdan ıslanan ağaçlar hafif rüzgârla sallanıyorlardı. Eyvah, acaba
aklını mı kaybediyor, yoksa karabasan mı görüyordu? Bu nasıl bir sırdı, bu ne belaydı?
Onu çağıran ses kulaklarında sürekli yankılanmaktadır.
Sesin ne taraftan geldiğini kestiremediğinden nereye döneceğini bilmiyor ve
aval aval yerinde dönüp duruyor.
I.Bölüm
Kendisini nelerin beklediğini düşündükçe bütün vücudu
geriliyor ve damarlarındaki kanın durduğunu zannediyordu. Mahkemenin ona ceza
vereceğini aklına bile getirmiyordu. Salondakiler de bunu beklemiyorlardı. Tamamen
suçsuzdu, bu işte katiyen günahı yoktu. O kadar bıktırmışlardı ki on yıla da
katlanırdı, on beş yıla da. Fakat idam
cezası? Aman Allahım! Her şeyin sonu, her şeyin nihayeti demekti! Bu aklına
bile gelmemişti. Bütün fikri, düşüncesi karışmıştı. Bu karışıklık içinde her
şeyin yolunu yordamını kaybetmişti. En dehşetlisi ise şimdiye kadar sabredip
yaşadığı, geleceğini beklediği günlerin gözlerinin önünde kendisinden
uzaklaşmasıydı.
Her şey acı bir tesadüf sonucunda nasıl da mahvoldu. Oysaki
ne hayalleri, ne arzuları ve ne kadar çok yapılacak işleri vardı. Geceleri,
aklına geldikçe uykuları kaçar, ta sabahlara kadar yatağında dönüp dururdu. Yapamadığı
işler ağır bir yük gibi beynine üşüşür, boynunu eğer, belini bükerdi. Ömrün
dakikalarının sabredip beklemediğini, bugün yapamadıklarının yarına,
yarınkilerin ise ertesi güne yük olarak devrettiğinin farkındaydı. Günler
geçtikçe yükün daha da ağırlaşacağını, sonra bu yükü çekmenin daha zor
olacağını da biliyordi. Şaşırtıcı olan ise zamandan şikâyet ettikçe, zamanın da
rüzgâr gibi geçmesiydi. Güneşin ne zaman doğup ne zaman battığını fark
etmiyordu.
Bir zamanlar çocuk olduğunu, ömrünün erken yaşlarını yaşadığını,
şimdiyse o yılların ulaşılmaz gökyüzü gibi uzaklaştığını düşündükçe tüyleri
diken diken oluyordu. Ömrün ani geçişine, zamanın yelkovan gibi hızlı
hareketine bir türlü inanamıyordu.
Bir defasında yaşlı bir adamın cenazesine katılmıştı.
Definden önce, naaşı evin ortasına koyup etrafında daire şeklinde oturmuşlardı.
Naaşa aldırmadan sürekli yiyip içmekle meşguldüler. Kendisi de bir tarafta
oturmaktaydı. Yas meclislerinde asla içkiye el uzatmazdı. O sırada ortaya naaşı
konulmuş olan ihtiyarın kaderini düşünüyordu. Bir zamanlar onun dünyaya gelişi
hasretle beklenilmiş; çocuk olmuş, kucaktan kucağa gezmiş, dünyanın en tatlı
sözleriyle sevilip okşanmıştı. Şimdiyse gereksiz bir eşya gibi ortada duruyor ve
sanki bir zamanlar sevilip okşanan, kucaktan kucağa gezen çocuk bu insan değilmiş
gibi davranılıyordu. Onun öleceğini biliyorlardı, bekliyor ve istiyorlardı. Bu
sebeple defni sırasında gözyaşı dökmeden rahatça yiyip içiyorlardı. Biraz sonra
götürüp toprağa gömecekler ve bundan sonra adını anmayacaklar, hatırlamayacaklardı.
Bu definden sonra uzun süre kendini toparlayamadı.
Çünkü bu defin ömrün, hayatın boş ve anlamsız, ölümün gerçek ve kaçınılmaz
olduğunu ona hatırlatmıştı. “İnsan ölüme yaklaştığını bildiği halde neden acele
eder, neden zamanın önüne geçmeye çalışır, neden zamanın akışını durdurmaya
çaba göstermez; üstelik fikri, hayali zaman konusundaki düşüncelerle nasıl meşgul
olur? İnsanın aradığı, bulmaya can attığı, uğrunda ölümün varlığını,
gerçekliğini unutturan şey nedir? Saadet mi? Mutluluk mu? Neden insan sürekli
bunlara ulaşmaya çalışır, niye bunu kendisinin hakkı zanneder? Neden hiç
aradığı ve gece gündüz ulaşmaya can attığı saadetin ne olduğunu, bunu kendisine
kimin ne zaman vadettiğini aklına bile getirmez?” O definden sonra ömürle,
kaderle ve zamanla ilgili düşüncelere kısa bir süreliğine dalmak gerektiğini,
bu düşüncelerin insanın zihnini kısa bir süre meşgul etmesi gerektiğini anlamıştı.
Yoksa bu düşüncelere sabretmek, katlanmak çok zordur. İnsan gibi yaşamak için ışığına,
sıcaklığına sığındığı dünyanın acı ve acımasız gerçeklerini unutmayı bilmeli,
unutmalı, gidilen yolun bir gün tükenip nihayete ereceği unutmamalıdır. Zaman
hakkındaki düşüncelerden kopmalı, ayrılmalıdır. Yoksa hayatın nasıl gelip
geçtiğini bilmeyecek, kendi eliyle kendi ömrünü karartacaktır.
– Her şey bitti! Kendi kendine fısıldadı ve
dudaklarından kopan bu fısıltı yankılanarak dehşetli bir uğultuya dönüştü.
Bir yıl önce bütün bu olayların başına geleceğini
duysaydı delirirdi. İnsan acayip bir varlık. Onu nelerin beklediğini, kaderin
hangi semte sürükleyeceğini bilmemesi gerekir. Meğer yaşayabilmek için
geleceğin gizli ve dumanlı kalması, insanın yarınından habersiz ömür sürmesi
gerekirmiş. Meğer hayatın sırrı, büyüsü de karanlık ve meçhul olmasındaymış.
Bu korkunç olay nasıl da bir anda gerçekleşti? Oysaki
o ezilip alçalmasına rağmen böylesi korkunç bir olayın gerçekleşeceğini
beklemiyordu. Asla bir insanı öldüreceğine inanamazdı. Önce sakince dinliyordu, sabırlıydı ve söylediklerini sineye çekiyordu.
Bu zamana kadar onun söylediklerini nasıl sabırla dinlediyse
yine aynı şekilde dinlemeye devam ediyordu. Göyüşov konuşuyor, sövüp sayıyordu.
Herkes gibi o da başını aşağı eğerek tek kelime bile etmeden duruyordu. Fakat
birden bunalmaya başladığını fark etti. Sanki sözler, cümleler söylenmiyor, kelimeler
âdeta yüzüne tükürülüyordu. O, tükürüklerin yüzüne nasıl yayılıp sıvandığını, yanaklarından
aşağı doğru akıp çenesinde biriktiğini, boynunu ıslattığını hissediyordu. Yüzünü
bir ateş bastı ve çehresinin kararmaya başladığını hissetti. Sanki vücudunun içinde
korku denen ağır bir yük taşıyordu. Bu yükün ağırlığı yüzünün çizgilerine,
gözlerinin rengine aksetmişti. Şimdiye kadar yaşadığı her şeyi unutmuş,
geçmişi, hafızası birdenbire sisler arkasında kalmıştı. Sinirleri bir yay gibi gerilmişti.
Artık söylenenleri duymuyor, kulaklarında çınlayan dehşetli uğultu bütün sesleri duymasına engel oluyordu. Ağzının
açılıp kapanmasından Göyüşov’un hâlâ konuşmaya devam ettiğini anlıyordu.
Duymadığı, anlamadığı sözler suratına doğru tükürüldükçe zayıf, güçsüz
parmaklarının keskin pençelere dönüştüğünü hissediyordu. Pençelere dönüşen bu
parmaklar artık onu dinlemiyor, sanki başka birisi tarafından yönetiliyordu. Bilinmeyen
bir varlık sanki içine girip orada oturmuştu. Artık buna katlanamayacağını
anlıyordı. İçindeki bilinmeyen varlık, onu gizli bir güçle harekete mecbur
ediyordu. Bu varlığın bütün vücuduna hâkim olmaya başladığını hissediyordu.
Kendiliğinden gerilen, pençeye
dönüşen parmaklarına baktıkça korkuyla ürperiyordu. Ne kadar uğraşsa da
ellerini, parmaklarını açıp gevşetemiyordu. Sanki tırnakları da uzayıp keskin birer
bıçağa dönüşmüştü. O, sanki kendisini uzaktan seyrediyor, içindeki bilinmez
varlığın hareketlerini izliyordu.
Bak işte, elleri yavaşça toprağa doğru uzanıyor, ne
kadar uğraşsa da toprağa doğru uzanan ellerini durduramıyor. Bu eller, alışılmadık
bir çeviklikle toprakta gezinmeye başlıyor ve bir yerlerden bir demir parçası
buluyor. Eller toprakta gezinmeye devam ederek yavaşça demir parçasına doğru
uzanıyor. Fakat onun, ellerine karşı koymaya gücü yetmiyor. Aman Allahım,
parmakları o demir parçasını nasıl da kavradı. Bütün kin ve nefreti sanki parmaklarının
ucunda birikmiş, elleri âdeta ateş kesilmişti.
– Aaahhh!
Aman Allahım, eller bu demir parçasını nasıl da
fırlatıverdi! O kadar ağır olan bu demir parçası havada uçarak bir bıçak gibi
Göyüşov’un şakağına saplandı. Az önce yaptığı gibi kenardan kendisini
seyrediyor, bu dehşetli olayın nasıl biteceğini merak ediyordu. Göyüşov
yere yıkılınca kendisinin de kontrol edemediği bir titremeye yakalanıp yaprak
gibi sarsıldığını, bu titremeden bir türlü kurtulamadığını farketti. Ve o titreme sırasında bir anda, sabahtan
beri onu yöneten bu sırlı, göze görünmez kuvvetin varlığından koparak ayrılmak
üzere olduğunu anladı. O, yere yığılıp kanlar içinde çırpınan insanı değil, bir
duman gibi vücudundan kopup ayrılan o bilinmez varlığı görüp hissediyordu. Bu korkunç
manzaradan başı dönünce düşmemek için gözlerini kapattı. Epey sonra gözlerini
açtığında, baş dönmesi geçmişti. Göyüşov’un kanlar içinde çırpınan cesedi, az
önce rüya gibi görünen dehşetli olayın gerçek olduğunu kendisine hatırlatıyor
ve onun bu acı gerçekten kurtulmaya gücü yetmiyordu.
Aman Allahım, şu kan kokusuna, şu renge bir bak! Nasıl
da durup sakince bakabiliyor? Bir zamanlar kan gördüğünde sararıp solan,
sarsılıp takatini yitiren, neredeyse baygınlık geçiren oydu, peki şimdi ona ne
olmuştu? Meğer insan tamamen kandan oluşmaktaymış. Baksana, aktıkça akıp
gidiyor. İnsanın akan kanı durmazsa bu kanla birlikte kendisi de tamamen akıp
tükenirmiş. Hemen şurada çırpınıp yığılıveren cesede baktıkça insanoğlunun
bembeyaz vücudunda kıpkırmızı kan taşıdığına inanmıyor, inanamıyordu.
Damarlarından akıp giden bu kan dipdiri, canlı bir
şeydi. Peki, insana hayat veren, hareketlilik veren bu kan, niçin onu
korkutuyordu? Kanın renginde, kokusunda ne vardı ki böyle ürkütücüydü? Belki de
insanın içinde hayatı temsil eden kanın vücuttan akıp gitmesi zaten hayatın, ruhun
ve hafızanın akıp gitmesi demekti. Belki de insan vücudunda yaşam kaynağı olan
kanın bir diğer yüzünde de ölüm gizlenmekteydi. Belki de insanı sarsıp korkutan
ölümün kanda gizlenen yüzüydü. Yoksa vücudunda gezdirdiği kan, insanı neden
korkutsundu? İnsan niçin kandan korkup çekinmeliydi? İnsan kandan korkuyorsa
aslında kanda gizlenen ölümden de korkmuş olmuyor muydu? Çünkü insan yalnız
ölüm karşısında böyle sarsılabilirdi.
Bir de kanın kokusu, iliklerine kadar işleyen bu
dehşetli koku, burun direğini
kırmakta, yüreği âdeta ağzına gelmekteydi. Belki de başka zaman olsaydı bütün yediklerini
içi dışına çıkıncaya dek çıkarabilirdi, fakat şimdi kan korkusu onu kusmaktan
alıkoymuştu. Ve hâlâ yerde çırpınan, çırpındıkça takati kesilen ceset
gözlerinin önündeydi. Şimdi bile her hatırladığında bütün ruhu, bütün varlığı
sarsılmaktaydı. Bu olay aniden başlamış, birden gerçekleşmiş ve hemencecik de
bitivermişti. Öyle ani olmuştu ki kendisini toparlamaya, nerede olduğunu ve ne
yaptığını düşünmeye fırsat bulamamıştı. Cesetten uzaklaşmak istiyor, fakat
yapamıyordu, onu kan tutmuştu. Sanki ayakları toprağa çivilenmişti ve yaptığı
cinayeti tekrar tekrar izlesin diye sırlı, görünmeyen bir el onu tutmaktaydı.
Tutmaktaydı ki yaptığı cinayetin ağırlığını, büyüklüğünü tekrar tekrar duyup
bilsin, canı acısın. Tutmaktaydı ki…
Peki, bu acı gerçeğin tesadüfen olduğunu düşünmekte
haklı mıydı? Sonu kanla, ölümle biten bir iş, rastgele bir tesadüfle
gerçekleşebilir miydi? Neresinden bakarsa baksın buna inanmıyor, inanamıyordu.
Belki de yıllar boyunca katlanarak, daha beterine sabrederken içindeki dayanma
gücü ve sabrı damla damla tükenmiş, eriyip gitmişti. Belki de bu sebeple o
anda, o dakikada kendisine hâkim olamamış, sabredip dayanamamıştı. Kör düğüme
dönen bu sorular onu yorup tüketiyordu. Ne kadar düşünse de bu soruların
kıskacından kurtulamıyor, sakinleşecek bir çıkış yolu bulamıyordu.
Şimdi, aradan geçen zamanın verdiği soğukkanlılıkla, yaşanan
o olayı yeniden hatırladığında, nasıl bir günah işlediğini tam anlamıyla idrak
edemiyordu. Ömür yolunda, nasıl da böyle aniden uçurumlar oluşmuştu? Gittikçe
büyümekte olan bu uçurumu artık hiçbir güç aradan kaldıramazdı. Ömrünün düne
kadarki aşaması, uçurumun öbür tarafında, uzak, mavimsi sonbahar sabahında
kalmıştı. Şimdi tren hareket ettikçe onu geçmişinden alıp götürüyor, ömrünü
kesip geçen uçurum daha da büyüyor ve aşılmaz oluyordu.
Düne kadar tren,
geminin üstündeydi. O sırada gözleri, gün boyunca ucu bucağı görünmeyen mavi
sulara dalıyordu. Ah, yıllarca sahilinde yaşadığı bu denizin sonu, nihayeti
yokmuş, öyle uzandıkça uzuyormuş. O ise bunu bilmiyor, denizin böyle büyük
olabileceğini aklına bile getirmiyormuş. Gemi denizin dingin, fırtınasız
sularını yararak ilerliyor, pervanelerden çıkan suyun şırıltısı zorla
duyuluyordu. Keşke şimdi denize dalabilseydi. Mavi ve dingin suların koynunda
yoruluncaya değin yüzer, sonra kendini denizin gözyaşı gibi billur sularına
teslim ederdi. Öylece sırtüstü uzanır, ömrünün en güzel günlerini anardı.
Yıllarını boş yere harcadığını hatırlamamak için bunu yapardı. Asla feryad
etmez, kimseyi yardıma çağırmaz ve Allah’ın kendisine bahşettiği bu mutlu ölümü
beklerdi. Fakat kimse bu mutlu ölümü ona
bahşetmedi. Ah, şimdi o, kurşunlanarak ölmek yerine bu denizin koynuna atlamak,
dalgalarla mücadele ederek ölmek, takati kesilinceye dek çırpınmak, ancak
elleri ve kolları uyuştuktan sonra denize teslim olmak için neler neler
vermezdi?
Gemi farkettirmeden
ilerliyordu. Güneşin yandan çarpan
ışıkları altında sular parlıyor, gözlerini kamaştırıyordu. O, kendisine
verilen kurşunlanma cezasının uygulanması için denizin ortasından geçirilip bilinmeyen
bir yere götürüleceğini aklına bile getirmezdi.
Kurşunlandıktan sonra ölünün başının kesilerek göğsü
üzerine konduğunu ve bu halde resminin çekilerek ailesine gönderildiğini
duymuştu. Muhtemelen onun da böyle bir resmini çekip ailesine göndereceklerdi.
Ve hafiften dalgalanan bu denizin koynunda ölmek ona nasip olmayacaktı. Aman
Allahım, o nasıl da bu mavi sulara teslim olmak, bu sularda ölmeyi istemekteydi.
Bütün gece boyunca treni taşıyan gemi denizde yüzdü. Sabaha doğru, uzaktan,
bilinmeyen bir sahil şehrinin ışıkları göründüğünde uyuklamaya başladı.
Uyandığında deniz artık geride kalmıştı. Tren, sahranın koynunda tıkırdayarak ilerlemekteydi. Trenin
denizden ayrılmasıyla onun mavi sularda ölme ümidi de farkında olmadan
kaybolmuştu.
Tren uğultuyla sahranın ortasından geçip gitmekteydi.
Bir süre sonra rayların uyku getiren tıkırtısını duymaz olmuş, kulakları bu
sese alışmıştı. Yalnız ara sıra hızlıca ters yöne doğru hareket eden trenlerin
sesiyle irkiliyor, bir anlık da olsa düşüncelerinden sıyrılıyordu. Karşıdan
hızla gelen trenin vagonlarını saymaya başlıyor, ancak yarıya varmadan hesabı
karıştıryordu. Bu durumda çok sinirleniyor ve sonuncu vagon geçip gidinceye dek
gözlerini açmıyordu. Geçip giden tren raylarından çıkan gürültülerle birlikte
ömrünün ve hafızasının da belli bir bölümü ondan uzaklaşıp yitiyordu. Demir parmaklığın
arkasında bütün sahra, nihayetsiz kum denizi dalga dalga görünmekteydi. Tren
bu nihayetsiz kum denizini geride bırakarak ilerliyor ve onun geçmişini,
ömrünün yaşanmış yıllarını, hatıralarını, şimdiye kadar var olan her şeyi
geride bırakıyordu. Şimdi dünyadaki hiçbir güç onu acımasız bir şekilde
geçmişinden koparan bu treni durduramaz ve asla da koparıldığı geçmişini geri döndüremezdi.
Tren hareket ettikçe onunla geçmişi arasındaki yollar da tükenip kopuyordu. O,
güçsüz, takatsiz bir mahpus olduğundan hiçbir şey yapamıyordu. Felek bu genç
yaştaki adama düşman kesilmiş, hayatın sert, acımasız yüzüyle karşılaştırmıştı.
Kendisi de farkında olmadan insanlık hakkı, yaşam hakkı elinden alınmıştı.
Tren önceki hızıyla sahrayı yararak ilerlemektedir. Sema
ile kum denizinin kavuştuğu uzak ufuklar, güneşin altın sarısı rengine boyanmıştı.
Sahra bütün kum tepeleriyle birlikte sapsarı
bir renge bürünmüştü. Tren gitmektedir. O, şimdi bu sahranın ortasında,
içinde bulunduğu bu trenin kaza yapmasını ne kadar çok istemektedir. Yeter ki tren dursun, hareket etmesin ve o,
geçmişinden, uçurumun öbür tarafında kalan ömründen ayrı düşmesin. Şimdi kendisini
geçmişinden koparıp götürmekte olan bu trenin vagonlarından birindeyken o
ölümden korkmuyor. Artık ölebilir, hatta her türlü ölüme de razıdır, yeter ki
kurşunlanmasın.
Her şey, sahra da, bu engin kum denizi de, sararmakta
olan bu güneş de ona parmaklıkların arasından görünmekteydi. Bundan sonra artık
kurşunlanacağı ana kadar o, bütün dünyaya parmaklıklar arkasından bakacak,
dünyayı parmaklıkların arkasından seyredecekti. Dünya ile kendisi arasındaki bu
demir parmaklıkları artık kimse kaldıramazdı. Bir anlığına her şeyi unuttuğunda,
bütün bunların bir rüya, bir hayal olduğunu, kendisinin kurşunlanarak idam cezasına çarpılmayıp tamamen özgür olduğunu; bu
vagonda, parmaklıklar arasında değil, trenin tek kişilik özel bir kompartımanında,
çok sevdiği bir şehre seyahat ettiğini düşünürdü. Bu düşüncenin etkisiyle
pencerenin demir parmaklıkları da hafızasından, hatta gözlerinin önünden silinir;
her şey gözleri önünde berraklaşır, her şey güzel görünürdü. Fakat ne yazık ki
bir süre sonra dünya yine gözlerine parmaklar arasından görünürdü.
Tren tıkırtıyla ilerliyor, onu hayattan koparıp ölüme
götürüyordu. Pencereden görünen manzaralar, hayattan ölüme doğru uzanan yolun
manzaralarıydı artık. Arkada hayat, onun geçmişi durmaktaydı, karşıda ise onu
bekleyen ölüm! Tren hayatla ölüm arasında hareket etmektedir. Rayların tekdüze
sesi hayattan ölüme götüren yolun anbean
kısaldığını hatırlatıyor. Bu
ses, zamanı öğüten saat sesi gibi sürekli beyninde yankılanıyor ve bir an bile
buradan, bu düşüncelerden kopmasına izin vermiyor.
Olaylar nasıl da böyle gerçekleşti? Şimdi onun bu
dünyada hiçbir söz hakkı yoktu. Bu haklarının hepsini tamamen kaybetmişti. Bundan
sonraki ömrünün ölünceye kadar nasıl olacağı, nasıl biteceği onu asla
ilgilendirmeyecekti. Elinden alınmış özgürlüğü ile birlikte dünyanın bütün
yükü, bütün sıkıntıları onun omuzlarından alınmıştı.
Batmak üzere olan güneşin son ışıkları, sapsarı ışın
hüzmesi halinde hücrenin duvarlarına yansıyordu. Sahrayı kaplayan sarı renk
gittikçe koyulaşıyor, uzak ufuklara garip bir kızıllık çöküyordu. Akşam hızla bastırıyordu. Az sonra güneş, sıcaklığını
ve ışınlarını toparlayıp kum denizinin bitiminde saklayacak ve her tarafa koyu
bir karanlık çökerek sahranın üstünde salınan masmavi semanın koynunda yıldızlar
peyda olacaktı. Sonra ay doğacak, ayın ölgün ışığında sabaha kadar göz
kırpmadan parmaklıklar arkasından kum denizini seyredecekti. Çünkü onun başka
bir işi, başka bir meşguliyeti yoktu, sadece bunu yapmaya hakkı vardı. Kurşunlanma
cezası gerçekleşinceye kadar ona yalnız dünyayı parmaklıklar arkasından
seyredebilme hakkı verilmişti, yalnız demir, aşılmaz parmaklıkların ardından.
Tren sahranın koynunda, inadına hareket etmekteydi. Ah,
keşke bütün bunlar bir rüya olsaydı; gecenin bir vaktinde aniden irkilip uyansa
ve evinde, kirada yaşadığı o daracık duvarların arasında, karısı ve çocukları
ile birlikte uzanıp yattığını görseydi. Karısı Züleyha’nın yorgunluktan yığılıp
kaldığını, çocukların ikisinin de üstünü açtığını görse ve karısını
uyandırmamak için yavaşça yataktan kalkarak çocukların üstünü örtseydi.
Gözlerinin önünde aniden beliren bu manzara bir anda kayboldu.
Ah, kurşunlanarak idam! Yok, hayır, olamaz, bu bir rüyadır. Uyanacak, mutlaka
bu rüyadan uyanacak. Bırak, biraz daha rüyası devam etsin. İnsanoğlunun,
hayatta mutluluğun kıymetini bilebilmesi, mutlu olduğuna inanabilmesi için
böyle rüyaları arasıra görmesi gerekir. Böylece mutluluğun, rahat bir şekilde
yatmak, sakin bir yaşam, ev ve aile ile ilgilenmek olduğunu idrak eder. Buna
inanmak, bundan emin olmak için bu korkunç rüyayı mutlaka görmesi gerekir.
Aslında defalarca kan ter içinde korkunç rüyalardan uyanarak kalkıp oturmuş,
saatlerce yatağının içinde toparlanmaya çalışmıştı. Bazen de sevinçten, rüyasının
gerçek olmadığına sevindiğinden uyuyamamış, evden dışarı çıkarak sabahlara
kadar gecenin karanlığında sokaklarda volta atmıştı. İyi ki bunların tamamı
rüyadır ve rüyada gördüklerinin hiçbiri gerçek hayatta başından geçmemiştir
diye içinden sevindiği zamanlar da olmuştu. Keşke şimdi de böyle olsaydı. Sabaha
doğru bu rüyadan uyansaydı. Sadece bunun için bile her şeyini vermeye razıydı.
Yeter ki bütün bu başından geçenler rüya olsun ve bunları sadece rüyasında görsün.
Tren sahranın koynunda uğuldayarak hareket ettikçe
bütün bu yaşananların rüya olduğuna dair inancını kaybediyordu. Eğer rüya
idiyse bunun da bir sonu olmalıydı. Fakat
tren gece gündüz sahranın ortasında ilerliyor ve onun bütün ümitlerini böylece
tüketiyordu. Böyle rüya olmaz, asla olamaz. Bütün acımasızlığı ve korkunçluğuyla
bu bir gerçekti. Hayatın taş gibi sert yüzüydü ve hayatı olduğu renkte, olduğu
gibi gösteriyordu. Aman Allahım, bu gerçek hayattı ve bütün bu olayların sebebi
kendisi idi. Bütün bu cinayetleri o, hem de kendi elleriyle işlemişti. Ne
olmuşsa onun eliyle, onun vasıtasıyla olmuştu. Ellerine bakıyor, işlediği
cinayetin, kendisine rüya gibi gelen bu cinayetin izlerini arıyordu. Bu cinayet
onun elinden çıkmışsa, elinde bir izi de kalmıştır diye düşünmekteydi. Ve
aniden bunaldığını, vücudunu hararet bastığını fark etti. Bu onun tanıdığı bir
histi. Aniden ümitsizliğe kapıldığında, güçsüzlüğünü ve çaresizliğini idrak
ettiğinde bu hissi yaşardı. Sanki bu zamana kadar ölüme gittiğini, kendisine
kurşunlanarak idam cezası verildiğini bilmiyordu ve ölümün kokusunu sanki şimdi
duymaya başlamıştı. Bu küçük, tek kişilik vagon hücresinde bunalmaya başladı.
Nefesi daraldı ve hemen şimdi havasızlıktan boğulup sesini kimseye duyuramayacağını
ve imdadına kimsenin yetişmeyeceğini düşündü.
Gömleğinin yakasını parçalayıp yırttı. Fakat yine de
nefesi yetmiyor, sanki görünmeyen bir el, gırtlağından tutup onu boğuyordu. Kalkarak
hücrenin kapısını itekledi. Kapının yerine
sanki bir duvar örülmüştü ve vakti gelince bu kapının açılacağını düşünmek çok
zordu. Yumruğuyla hücrenin demir kapısını dövmeye başladı. Hiçbir ses
gelmiyordu. Böylesi yumruklamaya alıştıklarından mı yoksa gerçekten
duymadıklarından mı kimse onu umursamıyordu. Bir anlık, vagonda kendisinden
başka kimsenin bulunmadığını, kurşunlanarak idam cezasına değil, sadece ömür
boyu tek kişilik hücre cezasına mahkûm edilmiş olabileceğini düşündü. Bütün ömrü,
ıpıssız sahranın koynunda, meçhul bir karanlığa giden bu trende, bu küçük, bu
daracık, tek kişilik hücrede geçecekti.
– Açııın! Diye öyle bağırdı ki kendi sesinden irkildi.
Sesi sert, geçilmez duvarlara çarparak birkaç defa yankılandı. Bütün gücüyle hücrenin
demir kapısını dövüyordu. Gazabı ve nefreti öylesine coşup kabarmıştı ki
ellerinin kan içinde olduğunu bile fark etmiyordu.
– Kal-leş-ler, al-çak-lar! Diye sesleniyor ve
yumruklarıyla kapıya vurarak bağırıyordu. Tren raylarından çıkan ritmik tıkırtılar
onun sesini bastırıyor, duyurmuyordu. O ise ellerindeki kana ve sesinin
duyulmamasına aldırmadan sürekli kapıya vurmaya devam ediyordu. Biraz sonra yorulmuş
ve sakinleşmiş halde tahta oturağa
çökerek vagonun tutkun, kirli penceresinden gecenin karanlığına, kimsesizliğine
bakıyordu. Az önceki öfkesi geçip gitmişti. Ayın tutkun ışığında, sahra kederli ve korkunç görünüyordu. Sahranın
büyüklüğüne ve sonsuzluğuna baktıkça bir anlığına kendisini bu genişliğin
ortasında hissediyor ve hücrede olduğunu unutuyordu. Sanki sahranın bu
genişliği de pencereden içeri doluyor, hücrenin dar, aşılmaz duvarını
genişletiyordu.
Tren, sahrayı yararak ilerliyordu. Etrafta ufuk
çizgisine dayanan kum denizinden başka bir şey görünmüyordu. Pencerenin önünde
durup dışarı bakarken bazen kum denizinin tükeneceğini unuturdu. Trenin, bu
nihayetsiz sahranın bir yerlerinde mutlaka duracağını ve kendisini aşağı
indirip kurşuna dizeceklerini düşünüyordu. Fakat tren bir türlü durmuyor ve bu
nihayetsiz kum denizinde âdeta yüzüyordu.
Artık dışarıyı seyredecek takati kalmamıştı ve yatarak
biraz dinlenmek istiyordu. Bu nihayetsiz sahranın tekdüze manzarası onu ruhen
yoruyor, dayanılmaz bir ümitsizliğe sevkediyordu. Ayaklarını uzatıp yatmak isterken
yatakla duvar arasında bıçağı andıran ince bir metal parçasının bulunduğunu
farketti. Önce önemsemedi, artık onun
için her şeyin sonu gelmişti ve bundan sonra hiçbir şeye zerre kadar ümidi
yoktu. Fakat içindeki gizli bir kuvvet onu sarstı. Gönülsüzce eğilerek demir parçasını çekip çıkardı. Bu, el
yapımı, saplı ve küçük bir testereydi. Önce gereksiz bir nesne olduğunu
düşünerek aldığı yere fırlatmak istedi. Sonra aniden durdu ve bir şekilde ve
birinin eliyle bu hücreye gelmiş olan küçük, el yapımı bu testereye bakarak
kendisi de farkında olmadan tren penceresinin demir parmaklıklarını hayalinde bir
bir kesmeye başladı. Bir anlığına ışığı,
aydınlığı ve sahranın, semanın boşluğunu parmaklıklar olmadan seyretti. Acaba,
bunu kader mi buraya attırdı, yoksa bir tesadüf mü? Hayır, hayır, ne tesadüfü,
tesadüfün burada işi ne? Şayet bu
kaderin bir oyunuysa, belki de kesinleşmiş bir ölüm fermanını ani bir kurşunla
yaklaştırmak istiyordur. Belki de son kez bu tatlı hayat uğruna bir
sınavdan geçiyordu. Fakat neye yarar? Bu zamana kadar kaderden ne iyilik gördü
ki şimdi ondan bir şeyler umsun? Evet, pencerenin parmaklıklarını keserek... Keserek
mi? Nasıl, nasıl? Keserek kaçmak... Kaçmak mı?
Kaçmak!
Kaçmak!
Aniden beyninde parlayan bu fikirden kalbine, bütün
varlığına bir aydınlık doğdu ve bu aydınlıkta kendisini bekleyen ölümün vahşi,
korkunç gölgesini gördü. Böyle bir fırsat bir daha ele geçmezdi. Şayet
yakalanıp kaçma planı bozulsa da değişen bir şey olmayacaktı. Zira kendisi
ölüme mahkûm edilmişti ve bir insan için bundan daha ağır bir ceza olamazdı.
Artık ne şekilde olursa olsun penceredeki demir parmaklıkları testereyle
keserek kaçmaktan başka çıkış yolu kalmıyordu. Zaman çok önemliydi ve
ümitsizlikle dolu bu işte bir dakikanın, belki bir saniyenin bile önemi
büyüktü. Hemen işe koyuldu. Aslında bu düşünce daha denizdeyken aklına gelmiş,
fakat yalın elle demir parmaklıklardan kurtulmayı aklından bile geçiremediği için bu kadar uzun yolu beklemişti.
Günlerdir yemek yemediği için çok takatsizdi. Omzunda kalaşnikofuyla
kendisine yemek getiren askerin demir tasta getirdiği berbat yemeği gördüğünde
midesi bulanıyordu. Karısının yol için hazırladığı bohçada yiyecek bir şeyler
olabilirdi, fakat canı yemek istemiyordu. Şimdi parmaklıkları kestikçe sanki
kollarına kuvvet geliyordu. Öyle azimle
çalışıyordu ki zamanın nasıl geçtiğini dahi bilmiyordu. Zamanın yetmeyeceğini,
menzile varıncaya kadar parmaklıkları kesip bitiremeyeceğini ve bütün çabasının
boşa gideceğini düşünüyordu. Testere o kadar hızla hareket ediyordu ki ellerini
bile görmek mümkün değildi. Vücudundan su gibi ter akıyordu. Demir parmaklıktan
başka düşündüğü bir şey yoktu. İşte, artık çerçeveyi üç tarafından kesmiş,
sadece bir tarafı kalmıştı. İşin zor kısmı bitmişti, bu parmaklıkları da
keserse... Çalışırken testerenin de köreldiğini, önceki gibi iyi kesmediğini
farkediyor. Fakat ara vererek testerenin dişlerine ve keskinliğine bakmak
istemiyor. Bu kadar sıkışık durumdayken zaman kaybetmemesi gerekiyor.
Aniden kapıdaki gözetleme deliğinden birisi baktı. Testereyi
ne zaman elinden düşürdüğünü hatırlamadı, farkında olmadan dizleri büküldü ve tahta
oturağa çöküp kaldı. Omzundaki kalaşnikofuyla asker içeriyi gözden geçirdi. Gözlerini
kapattı, kirpiklerini araladığı anda her şeyin anlaşılacağını düşündü. Aman
Allahım, acaba etraf aydınlık mı yoksa alacakaranlık mı? Neden korkuyor ki
zaten ölmeyecek mi? Korku hissi geri dönmüşse demek ki yaşama ümidi de geri
dönmüştü. Korku hissi geri dönmüşse, geri
dönmüşse… Evet, bu ümit geri dönmüşse, o
hâlâ inanmaktadır, kurtulacağına inanmaktadır.
O tarafa bakmasa bile testerenin dışarıdan
görülebilecek bir yerde olduğunu farkediyor. Farkedince de kulakları kalp atışlarından
başka bir ses duymaz oluyor. Saniyeleri sayarken kendini tutamayacağını ve âni
bir hareketin her şeyi ortaya çıkaracağını düşünüyor. Penceredeki parmaklıklara
bakmak, hücrenin zeminini gözden geçirmek askerin aklına gelmiyor. Nefes almadan
bekliyor, ne olacaksa bir an önce olup bitsin istiyor. Ne kadar zaman geçtiğini
bilmiyor. Ama gittikçe hafiflediğini hissediyor. Gözlerini açmasa da artık
tehlikenin savuştuğunun farkındadır. Yaşadığı acı olaylardan dolayı yıpranmış
sinirlerine uymayan bir soğukkanlılıkla askere:
– Ne oldu, ne istiyorsun diyor.
–Hiç. Kaç gündür neredeyse kapıyı kıracak haldeydin.
Şimdiyse sesin soluğun çıkmıyor. Acaba bir şey mi oldu dedim.
– Kendimi öldüreceğimden mi korkuyorsun?
– Her şey olabilir.
– Ne fark eder ki? Zaten ölüme mahkûm edilmişim.
– Bu durum farklı, ne şekilde öleceğin önemlidir. Ne
ise, hoşçakal. Kapıdaki gözetleme deliği kapanıyor. Adım seslerinden askerin uzaklaştığını
anlıyor. “Demek böyle, ne şekilde öleceğim önemliymiş, nöbetçi askerin sözleri
doğru.”
Zemindeki testereyi alarak yeniden parmaklığı kesmeye
başlıyor. Geçirdiği heyecandan dolayı çok yorulduğunu, önceki hızla
çalışamadığını anlıyor. Nihayet son parmaklığı da kesip bitiriyor, demir
çerçeveyi yavaşça yere koyuyor. Elinin tersiyle alnında ve şakaklarında biriken
teri siliyor. Trenin hız kesip durmasını bekleyemiyor. Öyle olursa pencereden
atlarken görebilirler. Önce bohçayı atıyor, sonra hücreyi son kez gözden
geçirerek hızla pencereye çıkıyor ve kendisini karanlığın içine bırakıyor. Önce
kanatlanmış gibi olağanüstü bir hafiflik duyuyor sonra da taş gibi yere
çakılarak bayılıyor. Fakat kendine gelmesi uzun sürmüyor. Trenin penceresinden
atlarken birileri tarafından görüldüğünü, biraz sonra herkesin olaydan haberdar
olup sahra ortasında trenin durdurulacağını ve askerlerin peşinden geleceğini
düşünüyor. Ne oldu, neden tren yavaşladı? Yoksa gerçekten de onu gördüler mi? Koşmaya
başlasın mı? Peki, ne tarafa koşacak? Kaçıp kurtulmaya ümidi var mı? Acaba
boşuna mı atladı, kaderden kaçmak boşunaymış. İçindeki bu ümitsizlik hissi o
kadar güçlüydü ki bütün vücudu uyuştu ve tren uzaklaşıncaya kadar yerinden
kıpırdayamadı. Trenin sesi çok uzaklardan duyulmaya başladığında ağır ağır
başını kaldırdı ve derin bir nefes aldı. Sanki omuzalarından ağır bir yük kaldırılmıştı.
Vücudunda herhangi bir kırık olup olmadığını anlamak
için ağrıyan yerlerini parmaklarıyla hafifçe kontrol etti. Sonra bohçasını bulmak
için tahmini olarak yarım kilometre kadar geriye döndü. Yoldan bir hayli uzağa düşen bohçayı omuzlayıp
sahranın içlerine doğru yola koyuldu. Etraf zifiri karanlıktı. Başka zaman
olsaydı karanlıktan korkardı. Ama şimdi, ölümün soğuk nefesinin ensesinden
çekilmeye yüz tuttuğu bir zamanda bu korku ve ürperti boşunaydı. Bir an önce
kaçıp kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyordu.
Ölüm! İnsanoğlu, yaşadığı mutlu
hayatın neşesinden, tadından başka bir şey hissetmeden uyur ve bir sabah
uyanamaz. Ruh, göze görünmeden onun vücudundan ayrılır, geriye sadece kuru bir
ceset kalır. O ise bunu bilmez, bunu hissetmez.
O, bu dünyada ölümün ne olduğunu çok erkenden
hissetmişti. Daha çocukken dedesi öldüğü zaman ölümün siyah, korkunç bir şey
olduğunu öğrenmişti. Gerçi dedesinin ölümüyle ilgili fazla bir şey
hatırlamıyordu. Fakat onun ölümünden bir gün önce onunla ava gittiklerini dün
gibi hatırlamaktaydı. Hâlâ bu olayı bütün ayrıntılarına kadar hatırlamasının
sebebini anlamış değildi. Bunun sebebinin dedesinin ölümüyle ilgili
olabileceğini düşünmekteydi.
O sabah, gece boyunca yağan kar, her tarafı bembeyaz bir
örtüye bürümüştü. Karla kaplı ovada dedesi onun elinden tutarak yürüyordu.
Uzaklarda, bembeyaz tepelerin üstünde sabah güneşi hareketsiz bir biçimde âdeta
asılmıştı. Güneşe bakanlar onun ebediyete kadar bu tepenin üstünde asılı
kalacağını zannederdi.
Dedesi, onun kavramakta güçlük çektiği bir olayı
anlatmaktadır. Anlayabildiği tek şey olayın ölümle ilgili olduğudur. Dedesinin
anlattığı o olay gibi ölüm de onun için karanlık ve anlaşılmazdı. Çocuk,
dedesinin neden onun idrak edemeyeceği bu konuyu onunla konuştuğunu bir türlü
anlayamamaktadır. Durmadan soru sormaktadır:
– İnsanlar niçin ölüyorlar dede?
– Yaşamaktan yoruldukları için.
– Sen de ölecek misin dede?
– Tabii ki. Benim ölmeme de çok az kaldı.
– Peki, o zaman beni ava kim götürecek dede?
– O zaman sen büyüyecek, delikanlı olacaksın. Kendin
yalnız başına ava gideceksin.
– Dede, ben senin ölmeni istemiyorum.
– Kimse ölmek istemiyor kuzum. Ama bana bağlı değil
ki. Her canlı bir gün ölür.
– Neden insanlar ölmek istemiyorlar dedeciğim?
– Hayat insanlara çok tatlı geldiği için, kuzum.
– Dede…
Lafının gerisini getiremeden ağlamaya başlıyor.
– Ne oldu kuzum?
– Ben ölmeyeceğim.
İhtiyarın çehresi tebessümle ışıklanıyor:
– Senin yaşanacak güzel günlerin ileridedir kuzum. Sen
hayatın tadına henüz varmadın bile. İnşallah büyür, her şeyi o zaman anlarsın.
Acaba hayat neden tatlıdır? Ömrün, hayatın nesi
tatlıdır ki onu böyle övüyorlar? Şayet hayatın güzel günleri ilerideyse neden
herkes ömrünün erken yaşlarına geri dönmek ister?
Ne kadar kafa yorsa da çocuk aklıyla buna bir türlü
anlam veremiyordu. Şu anda bunları düşünürken çocukluğunu, yetmiş yıl önce
dedesinin elinden tutarak karla dolu ovada yürümelerini hatırladığını
farketmiyordu bile. Dedesinin omuzundaki heybenin ona da kendi dedesinden
kaldığını bilmiyordu. Onun elinden tutarak ovada yürüyen bu ihtiyarın, aynı
zamanda yetmiş yıl önce bu karlı ovada dedesinin eldinden tutup yürüyen bir
çocuk olduğunu nasıl bilebilirdi?
– Acıktın mı yavrum?
– Evet, dedeciğim.
Dedesi, sol omzundaki heybeden dürülmüş yufkayı
çıkarıp çocuğa veriyor ve soğuk havada onun iştahla yemesini seyrediyor. O
yedikçe ihtiyarın gözleri mutlulukla parlıyor.
– Su istiyorum, dedeciğim. İhtiyar, heybeden su dolu şişeyi çıkarıp çocuğa veriyor.
O da şişeyi başına dikerek içiyor ve dedesine geri veriyor. Kar üstünde iz
bırakarak yürüyorlar. Dedesi sol eliyle omzundaki tüfeğin kayışını
tutmaktadır. Her tarafı kaplamış olan
kar, güneşin yan gelen ışıklarıyla parlamaktadır. Aniden üstü karla örtülmüş
çalıların arkasından bir tavşan çıkıyor.
– Dedeciğim, baksana tavşan! Bak, bak.
Öylesine sevinçle bağırıyor ki dedesi irkiliyor.
İhtiyar, tüfeğini omzundan indirip nişan alıncaya kadar tavşan epey uzaklaşıyor.
Tüfeği göğüs hizasında sağa sola hareket ettirmesinden ihtiyarın gözlerinin iyi
görmediğini hissediyor. Nihayet tetik çekiliyor ve patlama sesi karla kaplı düzlüğe
yayılıyor. Tavşan yaralansa da düşmüyor. Bembeyaz karın üzerine tavşanın
kırmızı kanı akıyor. Tüfek ateşiyle birlikte uzaklardan onun şimdiye kadar
duymadığı uluma sesleri yükseliyor.
– Bu ne sesi böyle, dedeciğim?
– Kurt sesi, yavrum.
– Neden böyle uluyorlar?
– Beni çağırıyorlar.
– Nereye çağırıyorlar seni, dedeciğim?
– Ölüme.
– Ölüme mi?
– Evet, benim ölümüm yaklaştı.
Dehşetle irkiliyor. Soğuk bir sızı, kurşun gibi
varlığını delip geçiyor. Uzaklardan gelen bu uluma seslerinin ihtiyarı
büyüleyip götüreceğinden ve bu karla kaplı ovada yapayalnız kalacağından korkuyor.
Bir anda benliğini saran bu düşüncenin korkusuyla farkında olmadan dedesine
dönerek “Gitme, dedeciğim, ben korkuyorum!” diyor.
– Ne demek yavrum, ben seni bırakıp gider miyim hiç?
Uluma sesleri gittikçe yaklaşıyor ve daha açık duyuluyor.
Dedesi teselli etmeye çalışsa da o, bir türlü sakinleşmek bilmiyor. Korkudan tüyleri
diken diken oluyor ve dizlerinin bağının çözüldüğü için ayakta durmakta
zorlanıyor.
– Dedeciğim, beni kucağına al!
– Korkma, kuzum. Benim yanımda hiçbir şeyden korkma.
Deden sağ iken sana dokunamazlar. Hele bir yaklaşsınlar, onlara öyle bir ders
vereyim ki kıyamete kadar unutamasınlar.
– Yok, dedeciğim, korkuyorum, beni kucağına al!
– Sana korkma diyorum ama.
– Yoook! Korkuyorum. Aniden duyulan uluma sesleriyle
irkilip dedesine sığınıyor. Dedesi onu kucağına alıyor. Tüfek ve heybe ile
birlikte, dedesinin onu taşımakta zorlandığını hissediyor. İhtiyarın yüzündeki
ışık, torununu kucağına almasından duyduğu mutluluğu gösteriyor. Fakat bu
hareketiyle çocuk, dedesini tekrar geçmişe götürdüğünü bilmiyor. Yetmiş yıl önce
kendisi de çocuk olan dedesinin, bu uluma seslerinden korkarak aynen burada
kendi dedesinin kucağına sığındığını bilmemektedir. Uluma sesleriyle ölüme
çağrılan dedesinin de bir zamanlar kendi yaşındaki, kendisiyle aynı düşüncede
olan bir çocuk olduğunu bilmiyor.
Bu olaydan bir gün sonra dedesi ölmüştü. Ama epey uzun
bir süre o, ölümün karla kaplı ovada yürümek, tüyler ürperten uluma seslerini
duymak ve sonra insanların gözünden kaybolmak, hatta bir daha görünmemek üzere
kaybolmak olduğunu sanmıştı.
Peki, neden ölüm hakkında bu kadar erken düşünmeye
başlamıştı? Ömrünün o uzak, tasasız, dünyanın oyundan ibaret olduğunu
zannettiği yıllarında, ölüme şimdiki kadar yakın olmadığı zamanlarda, onun
varlığını bu kadar yakından hissetmişti.
Şimdi sahranın sonsuzluğu ve hudutsuzluğuyla insan
ömrünün kısalığı arasında uzak bir bağlantı vardı. Bu bağlantı onu ölüm
hakkında düşüncelere sevkediyordu. Peki, o zaman? O zaman niçin bu korkuyu
kendisinden uzaklaştıramıyor, en tasasız günlerinde bile ölümün varlığını, kaçınılmazlığını
unutamıyordu? Ve zaman geçtikçe ölüm hakkındaki düşünceleri kendisinden
uzaklaştıramayacağını anlıyordu. Belki de bu, hayata başlamanın ölüme
hazırlanmak, ölüme yaklaşmak, ölümle barışmak olduğunu erken yaşta anlamış
olmasıyla ilgiliydi. Ama hayır! Buna inanmıyordu. İnsanın hayata doğru dürüst
başlamadan bile zihninin, düşüncesinin ölümün soğuk rüzgârıyla titremesine inanamıyordu.
Sonraları büyüyüp bazı şeyleri anlayacak yaşa geldikten sonra ölüm hakkındaki
düşüncelere alışmış, ölüm, onun nazarında ürkütücülüğünü kaybetmişti. Bir
zamanlar bu düşünceleri kovup kendisinden uzaklaştırmak için çektiği bütün
sıkıntıları da unutmuştu. Artık ölüm düşüncesi onu korkutmuyor, hatta kendi defin
merasimini bile hayal etmekten çekinmiyordu.
İşte, kışın soğuk günlerinden biridir, ayaz insanın
kemiklerine kadar işlemektedir. Kabristanlık kalabalıktan geçilmiyor. İnsanlar
onun cenazesini omuzları üstünde getirip mezarlığın en ücra, gözden gönülden
ırak bir yerinde ıslak toprağa gömüyorlar. Kabrin bir tarafında yan yatmış,
henüz toprağa gömülmeden duran mezar taşında kendi adını, soyadını, doğum ve
ölüm tarihini görüyor.
Annesinin mezarlığa gelmesine izin vermemişler, yarı
yoldan geri çevirmişlerdi. Kadınların defin günü mezarlığa gelmesi geleneğe
aykırıdır. Ama o, annesinin uzaktan, çok çok uzaktan gelen ağlamasını duyuyor.
Babası ise mezarlıkta, aynen büyük oğlunun defni sırasında yaptığı gibi
insanların arasında durmaktadır.
Bir gecede, saçlarından kirpiklerine kadar bütün tüyleri
bembeyaz olmuş, beli bükülmüş ve bu haliyle doksan yaşındaki ihtiyarı
andırmaktadır. Yüzünün donmuş, asla bir daha açılmayacak çizgilerinden insan
olarak bu dünyaya geldiğine duyduğu pişmanlık açıkça okunmaktadır.
Üstü toprakla örtüldükçe insanların gittikçe azalan,
cılızlaşan seslerini duyuyor, sonra her şey uğultuya dönüşüyor. Defin töreninin
bittiğini, mezarlığın boşalmaya yüz tuttuğunu uzaklaşan adım seslerinden
anlıyor. Sonra günlerce yalnız kalıyor. Kulaklarında ne bir ses, ne bir
tıkırtı. Ne geceyi farkediyor ne de gündüzü. Sadece zulmet, ebedi zulmet, sonsuzluk…
Ara sıra mezar taşına vuruluyor. Anlıyor ki ihtiyar anne babası mezarını
ziyarete gelmişler. Onların gözyaşları topraktan süzülerek göğsünü ıslatıyor.
Elini uzatarak göğsüne damlayan gözyaşlarını okşamak istiyor. Fakat ne kadar
uğraşsa da kolunu kaldıramıyor. Ebedi olarak öldüğünü, kabre konduğunu ve toprak
olmaya yüz tuttuğunu o zaman anlıyor.
Bazen babası ağlayıp içini dökmek için mezarına yalnız
başına gelir. Karısının yanında gözyaşı dökmeyi kendisine yakıştıramıyor.
Yerden sert bir toprak parçası alarak mezar taşına vuruyor. “Oğul, oğul, diyor.
Benim, Cafer’im. Eliş oğlu Cafer. Senin özbeöz babanım. Mezarını ziyaret
etmeye, seni hatırlamaya geldim. Dün de kardeşinin mezarına gittim, belki
rahatlarım diye hava kararıncaya kadar oturup ağladım. Ama rahatlamak ne
mümkün? Bir türlü içim rahatlamıyor.
Sizden sonra, yiyip içtiklerim bana zehir oldu. Hayatı da kendime haram ettim,
oğul! Oğlum, neden beni yalnız bırakıp gittiniz? Beni işitiyor musun oğul? Bütün
gücüyle bağırıyor, belki babası duyar diye, fakat ses dalgalanarak sadece yerin
altına doğru iniyor, iki adım ötedeki babasına bir türlü ulaşmıyor.
Ölümünden sonra ihtiyarların başbaşa vererek her şeye
kayıtsız kaldıklarını, ömrün, hayatın eski tadını kaybettiğini ve onlar için
hiçbir değerinin kalmadığını görüyordu. Günlerini sayan, hayatı gereksiz bir
şey, yapmak zorunda oldukları bir iş gibi tamamlamaya çalışan ihtiyarlar, onun
kıyafetlerini ortadan toplayıp bir yerlere sakladılar. Sakladılar, fakat
atmadılar ve kimseye de vermeyi düşünmediler. Zira bunu evlatlarına karşı bir
ihanet sayıyorlardı. Birbirlerinden
gizlice bu kıyafetleri kokluyor, evlatlarının kokusunu kıyafetlerinden alıyor
ve üstüne gözyaşı döküyorlardı.
Yürüdükçe ayaklarının altında hışırdayan kumun sesi
tekdüze bir ritme dönüşerek sinirlerini rahatlatıyordu. Böyle yürümek onu
yormuyor, aksine ağrılarını canından, damarlarından söküp çıkarıyor, hafızasını
tazeliyordu.
Annesi, eşi ve çocukları garda bekliyorlardı. Önceki gün
binbir zorlukla onlara haber göndermiş, ne zaman, hangi trenle gönderileceğini
bildirmişti. Şimdi onu arabadan indirip trene bindirdiklerinde, kendisini son
kez görebilmek ümidiyle erkenden gelmişlerdi. Annesi başına simsiyah bir örtü örtmüş,
tanımadığı bir adam ise kolundan tutmuştu. Karısı biraz ötede kucağında bebekle
dikilmiş, büyük kızı ise ona sığınmıştı. Araba durur durmaz hemen ileri
yürüdüler. Ama asker onları yaklaştırmadı, karısını kucağındaki bebekle göğsünden
iterek geri çevirdi. Suratı öyle bir renk aldı ki bir anda etrafındakiler
korkarak geri çekildiler. Nefret ve gazabını içine hapsettiği zamanlarda hep böyle
olurdu. Dişlerini gıcırtıyla sıktı. İçinden parçalandığını, içindeki uzuvlarından
birinin kanayarak kanın içine yayıldığını zannetti.
– Alçak, dedi. Sen hangi hakla kadına el
kaldırıyorsun?
İki asker kollarından sıkıca kavramıştı. Sözler ağzından
köpük misali taşmaktaydı. Nasıl ileri atıldıysa bileklerindeki demir kelepçeler
etini kanattı. Ne kolundan tutan
askerler, ne de karısının göğsünden iten o
subay konuşuyordu. Hiçbir şey olmamış gibi durup bakıyorlardı.
Bir şey tıkaç gibi boğazına
dayanmış, onu boğuyor, nefes aldırmıyordu. Sanki bütün azaları kontrolünü
kaybetmişti. Ne kadar uğraşsa da vücudundaki titremeyi durduramıyordu.
Hafızasındaki her şey mavi, tutkun bir dumana
bürünmüştü. Gardaki hareketlilikten trenin yaklaşmakta olduğunu anladı.
Kollarından tutan eller onu trenin duracağı noktaya doğru çekmeye başladı.
Ayaklarını kaldıramıyor, bu sebeple onu sürükleyerek götürüyorlardı. Tren, ağır
ağır istasyona girip durdu. Kapılar açıldı. Kolunu tutanlardan birisi bir şeyler
söyledi. Hiçbir şey duymuyor, öylece durup bekliyordu. Onu yavaşça ittirdiler.
Ayağını merdivene koymadan geri dönüp baktı. Annesi âdeta bir heykel gibi
kaldırımda öylece duruyordu. Öyle yaşlanmıştı ki tanımak mümkün değildi. Karısı
iyice yaklaşmıştı. Kucağında bebeği, minik Aysel’i uyumaktaydı ve babasının
dönmemek üzere ömründen, talihinden çıkıp gittiğinden habersizdi. Büyük kızı
Günay ise bir elinde elma tutmuş, öbür elini ise vedalaşırcasına sallıyordu.
Onun da aklı ermiyordu ve büyük ihtimalle babasının her zamanki gibi bir
yerlere ya gezmeye ya da iş seyahatine gittiğini düşünüyordu. Her zaman, yola
çıkarken kızı ona pek çok sipariş verirdi. Nedense bugün bir şey istemiyordu.
Aniden kızı ona doğru yürüyerek elindeki elmayı uzattı:
– Baba, al dedi. Yolda yersin. Evde yine var. Kalbi
sızladı. Bileklerinde kelepçe olduğundan elmayı alabilmek için iki elini de
ileri uzattı.
– Ellerini neden bağladılar baba, diye kızı sordu.
Bu soruya nasıl cevap versin, aklı ermeyen bir çocuğa
ne anlatsın? Cevap olarak ne dese iyi olurdu? Üstelik bu, bundan sonra babasız,
yetim büyüyecek olan kızıyla son sohbeti, son görüşmesidir. Gerçekten de bu, kızıyla olan son görüşmesi miydi?
Çocuk, merak ve hayret dolu masum gözleriyle onun
ellerine bakarak cevap bekliyordu. Bu son görüşmeleriyse, çocuğuna vereceği son
cevabı da bu olacaktı. Lafı dolaştırmak istese de başarılı olamadı. Sanki
karısı onun cevap bulamadığını farkettiği için gözyaşları içinde kızını çağırdı.
Bunu bekliyormuş gibi kendisi de hemen:
– Annenin yanına koş, seni çağırıyor, dedi. Ve bir
anlığına gözlerini karısından, çocuklarından, onlardan az ötede dikilip duran
annesinden ayırıp son defa bu yerlere, mavimtırak sonbahar sabahında üşüyen evlere,
ağaçlara, bulutlara baktı. Bunlar onun şimdiye kadar yaşamış olduğu hayatıydı
ve sanki bırakıp gitmek zorunda olduğu bu hayatı, bir bakışta hafızasına
kaydetmek istiyordu. Baktı, baktı… Bir anda bütün ömrü bir sinema şeridi gibi
gözlerinin önünden geçti. Sonra geri bakmadan merdivenleri çıktı. Çocuk bir şeyleri
farketmiş olacak ki aniden çılgınca haykırmaya başladı:
– Durun, durun, babamı nereye götürüyorsunuz? Bırakın,
ben de gideceğim. Baba! Baba! Gerisini duymadı, hücrenin şakırtıyla çarpılıp
kilitlenen kapısı ses geçirmiyordu.
Aniden vücudunun bitkin düştüğünü farketti. Bohçayı başının
altına koyup yattı. Ancak uzun süre uyayamadı. Son birkaç ayda yaşadığı olaylar
onu yormuş, beynini ve düşüncelerini yıpratmıştı. Artık hiçbir şeyi düşünmek
istemiyor, geçmişteki her şeyi zihninden ve hafızasından silmeye çalışsa da bunu
bir türlü beceremiyordu.
Bir zamanlar işlerin yoğunluğundan başını
kaldıramazdı. Ailesi ve çocuklarıyla ilgilenmek için vakit bulamaz, daha
doğrusu işini bırakıp da onlara zaman ayırmayı düşünmezdi. Meğerse hepsi
boşunaymış. Şimdi hiçbir yere yetişmesi gerekmiyor, üstelik ömrünün yaşanacak
günleri de onu bekliyordu.
Sahranın derinliklerinden ilginç bir uğultu
duyuluyordu. Bu uğultu su misali içinden akarak, süzülerek bitip tükenmeyen bir
sesle geçip gidiyordu. Henüz son anda eline tutuşturulan bohçayı açmamıştı,
içinde ne olduğunu bilmiyordu. Yiyecek mi koymuşlardı yoksa yedek iç çamaşırı
mı? Başka ne konabilirdi ki? Her halde
ölümüne kadar kullanabileceği şeylerdi.
Zaten karısı bohçayı hazırlarken onu ölüme gönderdiğini bilmekteydi. Ertesi
günü düşünmüyor, daha doğrusu düşünemiyordu. Düşünceleri daha durulmamış, bir
düzene girmemişti. Zihni, düşünceleri gece gibi, zulmet gibi karanlıktı. Ve bu
karanlığın, zulmetin koynunda ışık adına, nur adına küçük bir yıldız, küçük bir
parıltı görünmemekteydi. Her şey bu sırlı ve dumanlı zulmetin içine
saklanmıştı. Bütün yaşadıkları saçma sapan bir rüyayı anımsatıyordu. Birbirinin
peşi sıra gerçekleşen olaylar, minik kızının ölümü ve defnin üstünden fazla bir
zaman geçmeden meydana gelen bu cinayet, günlerce aralıksız devam eden
mahkemedeki tekdüze, bıktırıcı sorular, kaçınılmaz olan infazın pençesinden
beklenilmeyecek şekilde kurtulması, uykusuzluk (yemek ihtiyacını tamamen unutmuştu)
ve bunların tamamı birikerek bütün hissiyatını dumanlandırmaktaydı.
II. Bölüm
Karşısında hiç kendisinin de bilemediği karanlık ve
girift bir ömür yolu vardı. Bu karanlık ve girift yolların onu nereye
sürükleyeceğini bilmiyordu. Yolların gittikçe tükenmeyeceğini, acı bağırsak
gibi habire uzayacağını bilmiyordu. Bahtına, kaderine neyin yazıldığından
habersizdi. Yarın, öbür gün, bir ay, bir yıl sonra onu nelerin beklediğini
bilmiyor, bilmiyor, bilmiyordu.
Sanki dalgalar onu denizin
ölüm kokan koynundan uzak, yabancı bir adaya atmıştı. Burada neyle karşılaşacağı
dünyanın kendisi kadar meçhuldü ve onu yoracak karanlık günlerin ağırlığı
omuzlarına çökmekteydi. Bugünüyle, yarınıyla bir araya getirildiğinde adına
hayat denen o gelecek günler.
Etrafta öyle bir sessizlik hüküm sürmekteydi ki sahra
boyunca uzanan raylar olmasaydı, bu yerlere insan ayağı bastığını düşünmek imkânsızdı. Tren raylarının uzaklaştıkça
kaybolmaya yüz tutan tıkırtıları,
ölümün varlığına sinen kokusunu ve korkusunu da kendisiyle götürüyordu. Trendeyken, ölümün yaklaşmakta olan soluğunu
duyduğu süre zarfında yalnızca kaçmayı, kaçıp kurtulmayı düşünüyordu. Şimdiyse,
tamamen ümitsiz olan bu durumdan kurtulduktan sonra yeni, öncekinden daha tatlı
bir hayatın başladığını hissediyordu.
Zaten gergin olan sinirleri bu olaydan sonra tamamen
bozulmuştu. Durup dururken kendini kaybediyor, titremeye başlıyor ve ter içinde
kalıyordu. Farkında olmadan bir anda elini
ve kolunu sallayarak konuşmaya başlıyor, ısrarla bir şeyleri ispat etmeye
çalışıyordu. Konuşurken aniden sinirleniyor, bağırarak küfürler savuruyordu.
Bazen saatlerce kendine gelemiyordu.
O olay uzak, çok uzak bir
mazi gibi hafızasının derinliklerine işlemekteydi. Ve o olay, hafızasının derinlerine işledikçe çok uzak
bir olaymış gibi masala dönüşüyor, bir zamanlar bu cinayetin kendi eliyle
gerçekleştiğine inanmıyor, inanamıyordu. Her şeyin gözleri önünde gerçekleştiği
bu olayı bir gözlemci olarak dışarıdan seyrettiğini ve bu cinayetle kendisinin
asla bir ilgisinin olmadığını zannediyordu. Ve iyi ki o, bütün bu yaşananların
dışındaydı. Kendi düşüncelerine aldandığı zamanlarda bir anlık da olsa
seviniyor, içinde ümit ve teselli duyguları yeşeriyordu. Fakat bu düşünceler
rüyaya benziyordu, tatlı, gerçek dışı ve mutlu sonla biten rüyalara. Ani bir
irkilme, bu rüyaları alt üst ettiği gibi o da düşüncelerine kandığını bir
çırpıda anlayıverirdi. Böyle zamanlarda hafızasının en aydın, en ışıklı
katlarına bile duman çöker, ne yapacağını bilemezdi. Geçmiş korku dolu, gelecek
karanlık, hayatın yelkeni ise bahtın elindeydi. Kaderin kendisi için
belirlediği rolü oynamaktan başka yapacak bir şey yoktu.
Dünya kendi ekseninde dönüyor ve binlerce yıl daha böyle
dönecekti. Gecenin arkasından sabah olur veya tam tersi; gâh ışık karanlığı
boğar, gâh da karanlık ışığı ve dünya durdukça zaman da bu mecrada devr ederdi.
Yok, aslında hayat, insanın düşündüğü kadar girift değil. İnsan, hayatın
gerçeklerine ne büyük acılar yaşadıktan sonra alışıyor. Fakat onun hafızasında
hayat denen sert ve amansız bir dünya var olmakta ve bu dünyanın cazibesi onu
kendi ekseninde tutmaktaydı. Bu cazibeden kurtulabilecek miydi? Yoksa ömrü
boyunca buna mahkûm muydu? Hayatının geri kalanına ebedî anlamını kaybetmiş bir
şekilde mi devam edecekti? Aman Allahım, gel de bu açmazdan kurtul!
Kendi düşüncelerinden bile korkmaktaydı. Yorulduğundan
değil, sadece son birkaç ay boyunca geçirdiği sinir bozukluğundan kurtulabilmek
için hiç olmazsa biraz uyuyup dinlenmek istiyordu. Fakat bir türlü uyku
tutmuyordu. Ay doğmuş, gece bembeyaz süt rengine boyanmıştı. Ayın ışığında
sahra sonsuz, hudutsuzdu ve o, ayın semada gittikçe büyüdüğünü ve az sonra her
yeri gündüz gibi aydınlığa gark edeceğini biliyordu. Onu bulacaklardı. Tanıyıp
yakalaycaklar ve bütün çabası boşa gidecekti. Hayatında ilk defa ışık ve
aydınlık yerine karanlık ve zulmeti tercih ediyordu.
Uzaktan, sahranın
derinliklerinden bir trenin sesi duyuluyordu. Projektörün ışığı karanlığı âdeta
eriterek uzayıp gidiyor, sahra boyunca acayip, büyülü bir manzara
oluşturuyordu. Bir anda trenin ışık seline dönüştüğünü ve bu ışık selinin de
treni karanlığın amansız ve korkunç pençesinden çekip kurtardığını zannetti. Tren uzaklaşıp da sahra önceki sükûtuna gark oluncaya
kadar nefes almadan bekledi. Bir saatliğine bile olsa uyuyabilmek için bütün
yaşananları zihninden, düşüncelerinden kovmaya, unutmaya çalışıyordu. Ancak
gergin sinirlerini bir türlü yatıştıramıyor, zihnini durultarak karışık
düşüncelerini bir mecraya yöneltemiyordu. Beynini kemiren düşüncelerin acısıyla
uykuya daldığında sabah olmaktaydı.
Rüyasında, şehirdeki kiralık evinde, yatakta yattığını
görüyordu. Gecenin bir vaktiydi ve bebek beşikte hiç durmadan ağlamaktaydı. Odanın öbür tarafında, kapı
önünde uyuyan karısı bebeğin sesine uyanamıyordu. Uyandırmak için karısına
seslenmek istiyor, fakat bir türlü sesi çıkmıyordu. Bebeği kucağına alarak
sakinleştirmek için ayağa kalkmak istiyor, ne kadar uğraşsa da kalkamıyor, görünmez
iplerle yatağa bağlandığını zannediyordu. Bebek ağlayarak elleriyle kendi
yanağını koparırcasına tırmalamaktadır.
Tırmaladıkça yanağı kızarıp şişiyor. Aniden beşikten sarkan yılanı görüyor. Bebeğin
yanağındaki kırmızılığın yılanın ısırmasıyla oluştuğunu anlıyor. Sabahtan beri
kısılan sesi bir anda açılıyor ve öyle bir bağırıyor ki evin tuğladan yapılmış
duvarları çatlıyor.
Kendi bağırtısıyla gözlerini açtı. Yüzünde ve
saçlarında sabahın ılık nefesini hissetti. Etraf aydınlanmadan demir yolundan
ayrılmalıydı. Sahranın ortasında, böyle tenha bir yerde görülmesi şüphe
doğururdu. Bu yüzden ayağa kalkarak bohçayı koltuğunun altına aldı ve yola koyuldu.
Rastgele gidiyordu. Başını aşağı dikip yürüyor ve ayakları altında hışırdayan
kumun sesinden başka bir ses duymuyordu. Bu yolun onu nereye götürdüğünü,
kendisini nelerin beklediğini ve yeniden bir yerlerde imtihana tabi tutulup
tutulmayacağını bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa, o da demir yolundan
uzaklaşması ve sahranın korkunç tren seslerini yutabileceği bir yerlerine
gitmesi gerektiği idi. Yalnız bundan sonra nereye gideceğini düşünebilirdi.
Şafak söktükçe gözleri önünde değişen, yenilenen
dünyayı seyrediyordu. Uzakta, güneşin doğduğu tarafta sema âdeta kan rengine
boyanmıştı. O ise yürüyüşüne ara vermeden ağır adımlarla yürümekteydi. Önceden,
daha çocukluk yıllarındayken güneşin doğuşu onda ilginç bir sevince sebep
olurdu. Şafağın sökmesiyle, kızıl renge boyanan semayla birlikte onun içine de
bir ışık ve aydınlık yayılırdı. Güneşin her defa yeniden doğuşuyla birlikte
dünyanın tazelendiğini, insan ömründe ve kaderinde var olan bütün acı ve hüzünlerin
geride kaldığını ve her şeyin yeniden başladığını zannederdi. Güneş doğuncaya
kadarki kısmı zordu. Şimdiyse güneşin doğuşu onda tamamen farklı duygular
uyandırıyordu. Doğan, yenilenen güneşle birlikte gözleri önünde korku ve
dehşetle dolu karanlık günlerin uzun bir yumağı açılıyordu.
Karşıda engin bir kum denizi dalgalanmaktaydı. Dünyanın
böylesine geniş olduğunu şimdiye kadar farketmemişti. Peki, neden dünyanın bu
sınırsızlığı, genişliği onu ürkütüyordu? Neden güneşin doğuşu onda anlamını
bilemediği sonsuz bir keder uyandırıyordu? Neden bu engin sahra hiçbir şeyiyle
onu çekip kendisine bağlıyamıyordu? Neden? Neden? Bildiği tek şey bu geniş,
sınırsız dünyada yaşam hakkının olmadığıydı.
Soluduğu hava, ısındığı güneş, ayak bastığı toprak
kendisine ait değildi. O her şeyden, ama her şeyden mahrum bırakılmıştı. Bundan
sonra yaşamaya, yeryüzünde dolaşmaya hakkı yoktu. Sadece eriyerek toprağa
karışabilirdi ve bu, onun yeryüzündeki son hakkı, son alacağı idi. O, bir
kaçaktı. İnsanlardan, toplumdan, yasalardan, her şeyden, her şeyden kaçıyordu.
Talihin sert rüzgârı onu amansızca tecrit etmiş, dünya ile karşı cephelerde
savaşmak zorunda bırakmıştı. Yaşamak için dünyaya karşı savaşması gerekirdi.
Şimdi kumlu sahrada adımladıkça bu acı gerçeği daha açık bir biçimde idrak
ediyordu. Onun yaşaması kanunen yasaklanmıştı. Toplumdan kenarda, elden ayaktan
uzak sahrada bir kaçak olarak nasıl yaşayacaktı? Bütün ömrü böyle mi geçecekti?
Kime söylesin, kime anlatsın bu derdi? Kim dinleyecek onu? Kendisinin de başkaları gibi yaşamak
istediğini nasıl anlatacak? Hayatın tatlı olduğunu biliyor ve herkes gibi
yaşamak istiyorsan, neden bir insanın canına kıydın diye sormazlar mıydı? Bir insana nasıl kıydın? Neden o zaman bunu
düşünmedin? Ne cevap verir, ne derdi? Bu sorular onun için en az geleceği kadar
meçhuldü. Ve şimdiye kadar, o dehşetli olayın meydana geldiği o günden,
mahkemeden ölüm hükmünün okunduğu güne kadar bu meçhul sorulara cevap bulmak
için çok kafa çatlatmıştı. Ama şimdi
düşüncelerinin girdabında boğulduğu, karşıdaki uzak ufukların zulmete gark
olduğu bir zamanda bu konuyu düşünmek onu çok yoruyordu. Çünkü her defa bu
konuya döndüğünde hiçbir çıkış yolu bulamıyordu. En korkuncu ise kendisinin
suçsuz olduğunu düşünmesiydi. Bir insanı öldürdüğünü, katil olduğunu inkâr etmese
bile kendisinin günahsız olduğunu düşünmekteydi. Katil olarak görülmesine bir türlü alışamıyordu. Peki, günahsız
olduğunu nasıl ispat edecekti? Mahkemede son söz verildiğinde her şeyi olduğu
gibi anlatmakla mı? Bunun zerre kadar önemi olmayacaktı. Olay öyle bir yerde
düğümlenmişti ki konuşması bile fayda etmeyecekti. Ne dese, ne anlatsa
dinlemeyecekler, belki daha ağzını açmaya bile fırsat bulamadan sözünü
keseceklerdi.
Şimdi, mahkemeyi sisler içinde, dumanlı parçalar halinde hatırlıyordu.
Kendisinin sanık koltuğuna oturduğuna inanamıyordu. Kaderin onu nereye
sürüklediğine bir bak. Tıklım tıklım dolu bu salonun ön tarafında başını aşağı
dikerek oturmaktadır. Beklenmedik bir şekilde tanıdık birisiyle karşılaşma
korkusuyla başını kaldırmak istemiyor. Belki de korktuğu tek şey, bu salonda
birisiyle göz göze gelmekti. Başını
kaldırdığında mutlaka istemediği birisiyle göz göze geleceği içine doğmuştu.
Mahkeme uzadıkça uzuyor, asla bitmeyecek, aylarca, yıllarca
devam edecek ve ömrü bir türlü bitmeyen bu sorularla tükenecek gibi geliyordu.
Sorgulama kısmı onu bıktırdı. Gün gibi ortada olan şeyleri defalarca
soruyorlardı. Sinirleniyordu, bir anda ayağa kalkarak bağırmak, sövüp saymak ve
her şeye tükürmek istiyordu. Ancak iki tarafındaki silahlı askerleri görünce
nerede olduğunu hatırlıyor ve kendisine geliyordu. Hıncını, deri altında
kararan kan misali içinde boğuyor, yüzü kömür rengini alıyordu. Avukat tutmayı
reddetmişti. Avukata verilecek parası zaten yoktu. En önemlisi de avukata, onun kendisini yeteri kadar savunabileceğine
inanmıyordu.
Mahkemedeki kuralcılığa sonuna kadar katlanabilecek
miydi? Yoksa sorgu bitmeden kalbi duracak mıydı? Aman Allahım, bunlar neden
bıkıp usanmak bilmiyorlardı?
– Vatandaş sanık, ayağa kalk!
Ağır ağır ayağa kalkıyor.
– Evraklarınızdan anlaşılıyor ki uzun süre elektrik şirketinde işçi olarak
çalışmışsınız. Bu süre zarfında Göyüşov ile aranızda her hangi bir
tartışma yaşanmış mıydı?
Nasıl yapsın, olayı ayrıntılı bir biçimde anlatsın mı,
bunun bir faydası olur muydu? Sonuçta Göyüşov ölmüş, hem de onun kendi eliyle
öldürülmüştü. Ne dese, nasıl anlatsa da bunun kendisine verilecek cezaya etkisi
olmayacaktı. Ölümü nasıl haklı çıkaracaksın? O zaman neden kendisini yoracak?
– Yok, dedi.
– Demek Göyüşov’la aranızda öyle ciddi bir tartışma
olmamıştır. Peki, neden o zaman Göyüşov’a vurdunuz?
Artık bunu anlatmak gerekirdi. Fakat o konuşmak
istemiyor, asla istemiyordu. Salondakiler
sanki etrafında dönüyordu. Kendini toparlamaya çalışıyor, salondaki
dönen bütün eşyaların, insanların yerli yerine oturmasını bekliyor, fakat bu,
bir türlü gerçekleşmiyordu. Dikkatle kendisine bakan, kirpiklerinin titremesini
bile kaçırmayan bu insanların korkunç bakışlarını üzerinde hissediyordu. Bu bakışlara
katlanmıyor, katlanamıyordu. Sadece mahkemenin ne zaman sonuçlanacağını, bu
tekdüze soruların ne zaman biteceğini düşünüyor ve hükmün okunacağı zamanı
bekliyordu.
– Vatandaş sanık, soruyu tekrar ediyorum. Eğer Göyüşov’la
aranızda ciddi bir tartışma geçmediyse onu neden öldürdünüz?
Ne desin, hangi cevabı versin? Konuşmak istemese bile bir
şeyler söylemek, cevap vermek zorundaydı. Hiç olmazsa savcının bıktıran sorularından kurtulmak için bir cevap
vermesi gerekirdi. Bir de bu saatten sonra konuşmasının bir faydası olacak
mıydı?
– Göyüşov insan değildi, dedi.
Sanki bu ses duvarlara çarparak yankılandı.
–İnsan değildi, insan değildi, insan değildi. Biraz hafifledi,
cevap verebildiği için içten bir rahatlama duydu.
– Vatandaş sanık, benim bir sorum daha olacak. Siz insan
öldürmenin cezasının ne olduğunu biliyor musunuz? Rica ederim kesin bir cevap
verin. Evet veya hayır.
Kesin bir cevap vermek istemiyor, hatta konuşmaya bile
sabrı yetmiyor. Soru bir daha soruluyor. Her şey itiraf edildikten sonra bile
mahkemenin olayları ince ayrıntılarına kadar öğrenme çabası onu çileden
çıkarıyor. Sorular tekrar edildikçe “vatandaş sanık” kelimesi beyninde
yankılanıyor, ne söylendiğini, ne sorulduğunu duyup anlamasına imkân kalmıyordu.
Gözlerine siyah, dumanlı gölgeler çöküyor ve o, bu gölgeleri kovmak istiyor;
kovdukça gölgeler daha da büyüyor ve korkunç hale geliyordu.
– Yeter artık, son verin bu maskaralığa! Bu sözleri
yüksek sesle, bağırarak söylediğini zannetti, hatta sesin şiddetinden salonun
loş camlarının titrediğini de gördü. Ama kimse ona aldırmıyordu. Sanki bununla
da ona, bu salonda pek çok duruşmanın yapıldığını, onun şimdi oturduğu bu
koltuğa, ondan önce birçok sanığın oturduğunu söylemek istiyorlardı. Bağırmakla
da kimseyi şaşırtamazsın, zira böyle şeylere alışkınız diyorlardı. Kendisine kadar yüzlerce insanın korku ve
tedirginlik içinde oturup muhakeme olunduğu, haklı veya haksız yere ceza
verildiği bu kürsü, bu salon. İnsanların kendi içlerinde boğdukları gözyaşları.
Bu salonda, gerçekleşen olayların görünmeyen izleri yaşanmaktaydı.
Fikri, düşünceleri bir noktada toplanamıyor, onu
hâlden kopararak ömrünün uzak, önceki yıllarına götürüyordu. Fakat her
defasında da “vatandaş sanık” hitabı amansızca hayallerini yıkıp dağıtıyor ve
onu salona geri getiriyordu. Bu duruşma bir bitseydi, hücreye bir götürselerdi.
Sadece kendisiyle, düşünceleriyle, hafızasıyla başbaşa kalsaydı.
Annesiyle karısının salonda olup olmadığını bilmiyor,
başını kaldırıp bakmaya da cesaret edemiyordu. Haber göndererek ısrarla hiç
birinin mahkemeye gelmemelerini tembihlemişti. Bu kadar kalabalığın arasında
onların burada olmasını, bilinmesini istemiyordu. Onun hakkında ileri geri
konuşulacağından korkuyordu. En çok da annesinin mahkeme başkanının ayaklarına kapanarak oğlunun bağışlanıp affedilmesi
için yalvarmasından ve salondakilerin annesine ve kendisine gülmelerinden
korkuyordu.
Günler geçiyor, mahkeme bir türlü sonuçlanmıyordu.
Mahkemenin bu kadar sürebileceğini beklemiyordu. Sonra zamanla buna da alıştı.
Başını yukarı kaldırmasa da konuşanları ilgiyle dinliyordu. Öyle bir ilgiyle
dinliyordu ki sanki başka birisinin sorgusundaydı. Kendisine karanlık kalan
bazı konularda soru bile sormak istiyordu. Fakat hemen kim ve nerede olduğunu
hatırlıyor, kendisini toparlıyordu. Bütün konuşmalar ona rüya gibi geliyordu. O,
bu söylenenlerden hareketle bütün yaşadıklarını hafızasında tazelemeye
çalışıyordu. Bu konuşmalara katlanıyor, katlanabiliyordu. Ancak sorulara,
mahkemenin sıkıcı, sinir bozan sorularına katlanmaya sabrı yetmiyordu. Ayak
parmaklarının ucunda başlayan sızı, bütün vücudunu dolaşarak boğazına
tıkanıyor, nefes alamıyor, âdeta boğuluyordu. Bir anda onu soğuk terler
basıyordu. Fakat katlanmalı ve oturmalıydı. Salondan gitmeye, dinlenmeye izin
yoktu, özgürlüğü elinden alınmıştı, hem de ebediyen. Canı istese de istemese de
bir köle gibi söylenenlere uyması gerekirdi.
–Vatandaş sanık! Sorunun gerisini duymuyordu, bu hitap
soğuk dalga gibi ona çarpıyor, takatini kesiyordu. Vatandaş sanık, vatandaş
sanık, vatandaş sanık! Bir daha, bir daha tekrar ediyorlardı.
Güneş bir insan boyu kadar yükselse de gecenin ayazından
kurtulamamıştı. Sema öylesine berraktı ki sanki mavi deniz, kumdan sahranın
üzerine yayılmıştı. Fakat bu nasıl bir sır ise sahrayı kuşatan renkten
kimsesizlik, yalnızlık yayılıyordu. Bu
renk insanın ümidini, hayallerini, ışıklı ve sıcak neyi varsa elinden alıyordu.
O, bu kimsesizliği, sonsuzluğa kadar uzanan kimsesizliği anlıyordu. Kum
denizinin, bulutsuz semanın, uzak, aydın ufukların kavuştuğu noktadan doğan
renk, neden kimsesizlik, sonsuzluk duygusu uyandırıyordu, bunu bir türlü
kendisine açıklayamıyordu.
Sabahtan beri durup dinlenmeden yürüyordu. Ama ne
tarafa gittiğini düşünmüyordu. Bu kadar yürümesine rağmen hiç yorulmamıştı. Bohçasını
bir tarafa atarak yere oturdu. Ayakkabılarını çıkararak içine dolan kumu
boşalttı. Üç gündür su bile içmemişti. Şimdi aniden acıktığını hissetti. Bohçayı
açmaya başladı. Açtıkça kalp atışları hızlanıyordu. Bu düğüm, onun en yakını
olan insan tarafından atılmıştı. Bohçaya baktıkça mutfakta oraya buraya
koşturarak kendisi için son defa yemek hazırlayan karısının ellerini görüyordu.
Ellerinin, parmaklarının takati kesiliyor, düğümü açmaya gücü yetmiyordu. Epey uğraştıktan sonra elleri titreyerek
düğümü çözdü. Bohçanın içinde yufka, peynir, yeşillik, bir de kızarmış tavuk
vardı. Küçücük ilaç şişesine tuz da konmuştu. Kâğıda bükülü bir pakette ise
temiz iç çamaşırı vardı. Aman Allahım, bunlar niçin konmuştu? Ölüme gitmiyor
muydu? Evdekiler, onun idam edilmeye götürüldüğünü bilmiyorlar mıydı? Ölümle
birlikte her şeyin sona ereceğini, yiyeceklerin,
temiz iç çamaşırlarının bir işe yaramayacağını bilmiyorlar mıydı?
Bohçadaki yiyeceklere,
geçmiş günlerine bakıyor, hatıralarını yeniden yaşıyormuş gibi bakıyordu. Bir zamanlar
ne kadar da mutluymuş. Her akşam ailesi ile birlikte sofra başına oturmaktan,
kızlarının bağırıp çağırarak yemek yemesini seyretmekten güzel hiçbir şey
yokmuş. Peki, neden şimdiye kadar bunu idrak etmemiş, mutlu olduğunu niçin
anlamamıştı? Şimdi her şey bittikten sonra bütün bunları hatırlamanın anlamı
var mıydı? Geçti o günler. Hepten geçti. Yerdeki yiyeceklere öyle bakıyordu ki
sanki onları yerse bütün hatıralarını kaybedecekti. Onu en çok etkileyen şey, bohçadaki fotoğraftı. Ailenin mutlu günlerinden
birinde bu fotoğrafı karısı ve iki kızı ile birlikte deniz kenarında çektirmişlerdi.
Taş kaldırımda oturmuşlardı. Küçük kızını kucağına almıştı, büyük kız ise
aralarında ayakta duruyordu. Evdeki fotoğraflar arasında en çok bunu beğeniyordu. Hem de bu resim tekti. Karısı ailecek
çektirdikleri bu yegâne resmi acaba neden bohçaya koymuştu? Ölmeden önce bir
kez daha geçmiş mutlu günlerini hatırlaması için mi?
Fotoğraf çektirmeyi sevmiyordu. Karısı ne kadar ısrar
etse de onu, birlikte fotoğraf çektirmeye ikna edemiyordu. Gâh işi olduğunu bahane ederdi,
gâh da parasızlığını. Birlikte çektirdikleri bu yegâne fotoğrafın diğer
nüshalarını da akrabalara dağıtmışlardı. Kendilerinde kalan iki fotoğraftan birini
çocuk yırtmış, ötekini ise güç bela koruyup saklayabilmişlerdi. Bu fotoğrafı
evde yeri doldurulamıyacak bir hatıra olarak çok seviyorlardı. Şimdi karısı
ailenin birlikte yaşadığı mutlu günlerin en kıymetli hatırasını bohçaya
koyarken acaba ne düşünmüştü? Belki de son anına kadar kendisini onlarla
birlikte hissetsin, bu fotoğrafa bakarak ömrünün son günlerinde yalnızlığın
acısını hafifletsin diye düşünmüştü. Zaten başka bir şey düşünecek halde
değildi. Evden, ailesinden ayrıldığından beri aklı fikri yalnız onlardaydı.
Şimdiye kadar işten, günlük telaşlardan başını kaldırıp ailesi ile ilgilenmeye
fırsat bulamadığına yanıyordu. Her zaman bir sonraki günün daha rahat
geçeceğini, her şeyin çok daha iyi olacağını, ömrünün geri kalanını tamamen
evine ve ailesine ayıracağını düşünürdü. Ama günler geçiyor, işleri bir türlü
azalıp da gereken zamanı bulamıyordu. Büyük kızı her akşam bir yerlere gitmek,
gezmek istiyordu. Kaç defadır söz verip ertelese de bir türlü fırsat
bulamamıştı. Sadece bir defa hayvanat bahçesine götürebilmişti ve çocuk bunu olağanüstü
bir olay gibi eve gelen bütün misafirlere anlatıp duruyordu.
Şimdi, bu akılalmaz olaylardan sonra sadece çocukları
ile ilgilenerek ömür geçirmeyi ne kadar çok istiyordu. Fakat ne mümkün? Artık
bundan sonra öz yavrularına babalık yapma hakkını bile elinden almışlardı. Ölüme mahkûm olan birisinin hiçbir şeye gücü
yetmeyecektir. İstese de istemese de kadere boyun eğmeli ve teslim
olmalıdır, bundan başka çaresi yoktur.
Onu nelerin beklediğini bilmiyordu. Belki de bu sonsuz
sahrada vahşi hayvanlar tarafından parçalanacak, belki de gidecek bir yer
ararken açlık ve susuzluktan ölecek veya kum denizinde eriyip kaybolacaktı.
Trendeki dar hücrenin duvarları
arasında her an, her saniye ölüm düşüncesiyle bunalıp bu dar yerden
kurtulmaktan başka bir şey düşünmezken şimdi de bu engin sahranın kendisi kadar
engin bir özgürlüğe kavuştuğu bir zamanda, kendisini yabancı denizlerde balık
avlayan bir avcı gibi hissediyor, ne yapacağını bilemiyordu.
Tavuktan bir lokma kopararak ağzına atar atmaz duyduğu
tanıdık bir koku onu kendinden geçirdi. Bu koku, sadece karısının yemeklerine
hastı. Dünyada hiçbir kadın bu tatta, bu kokuda yemek pişiremezdi. Bir zamanlar
ne kadar da mutluymuş. İnsan nasıl bu kadar kör olabilirmiş? Neden bahtına,
kaderine düşen saadeti görmezmiş? Neden? Neden? Şimdi yalnız başına oturduğu bu küçücük sofra, kaybettiği mutluluğun
büyüklüğünü ona anımsatıyordu. Acaba şimdi evdekiler ne düşünüyorlardı?
Muhtemelen olanlara onlar da inanmıyorlar. Mahkemenin âni kararı onları da
şaşkına çevirmiştir. İdamdan sonra gönderilecek olan kanlı gömleğini alıncaya
kadar öldüğüne inanmayacaklar, sürekli, ümitleri tükeninceye kadar
bekleyeceklerdi. Karısı babasının evine dönecek mi acaba? Peki, çocukları ne
olacak? Muhtemelen kendi annesi, torunlarını geline vermeyecektir. Oğlunun bir
çift yadigârından dünya dağılsa bile vazgeçmezdi. Yıllarca şehirde yaşamalarına
rağmen karısı ve çocuklarını rahat bir evde yaşatamadı. Kiralarda geçen bunca
yıllık aile hayatını hatırlayınca tüyleri diken diken oluyordu. İyi ki çocukları
biraz geç doğmuşlardı. Onlar, yaşadıkları ihtiyaç dolu günleri görmemişlerdi. Sonradan,
zamanla kiradaki hayatlarına da alıştılar. Kendisi bile farkında olmadan,
istemeden şehir hayatına teslim oldu.
Gözlerini fotoğrafa dikerek
bakıyor, ne kadar uğraşsa da bir türlü gözünü alamıyordu. Önceleri de bu fotoğrafa
saatlerce bakarken kendisini, bütün varlığını unuturdu. O zamandan beri, içinde
sebebini bilemediği bir korku taşımaktaydı. Günün birinde onu evinden, karısından
ve çocuklarından zorla ayıracaklarını, yurdundan yuvasından koparacaklarını ve başka
yerlerde, sevdiklerinden ayrı yaşamak zorunda bırakılacağını hissediyordu. Bu
şüphe, bu korku kalbine ne zaman, nasıl girmişti, bilmiyordu. Fakat bu korkuyu
her zaman kendisinden uzak tutmaya çalışmıştı. Yıllar boyunca içinden atmaya
çalıştığı bu korku, şimdi gerçekleşmişti ve bu gerçekleşme öyle âni, öyle
beklenmeyen bir zamanda olmuştu ki buna bir türlü inanamıyordu. Artık acıktığını da hissetmiyordu. Fotoğrafa baktıkça
ömrünün geçmiş günleri film şeridi gibi gözlerinin önünden geçiyordu. Bir anlık da olsa her şeyi
unutuyor, bu olanların hiçbirinin gerçekte meydana gelmediğini, ömrünün
yaşanacak en güzel günlerinin ileride olacağını ve asla pes etmeden bütün
bunlara katlanması gerektiğini, teslim olmaya hiçbir şekilde hakkının
olmadığını düşünüyordu. İçinde sanki kendisinin de ne olduğunu anlamakta zorluk
çektiği bir şeyler düğümlenmişti. Bu düğüm, göğüs kafesini acıtıyor, nefes
aldırtmıyordu. Bohçayı başının altına koyarak yattı.
Gün öğle vaktini geçmişti. Gökyüzünde turna sürüleri uçuşmaktaydı. Aniden kalbinde kuş olmak arzusu
uyandı. Özgürlüğün insanlardan, topraktan uzaklarda, semalarda ve gökyüzünde olduğunu düşündü.
Peki, gerçekten öyleyse neden toprak dışındaki yerlerde hayat yoktu? Demek ki
toprak dışında ömür, hayat yoktu. Toprak insanlar için ilk ve son duraktı,
kaçınılmaz ve ebedî bir yerdi.
Gökyüzü deniz gibi berrak, sahra suyu gibi
sessiz idi. O kadar sessizdi ki sineklerin, hatta ağustos böceklerinin bile
sesi duyulmuyordu. Sanki yeryüzünün bu bölümünde hayat yoktu. Bazen ölümden
kaçıp kurtulmak için kaderin kendisini sürükleyip getirdiği bu sahranın, zaten
bir ölüm sahrası, ömrünün son durağı olacağını düşünüyordu. Bohçayı başının altına koyup uyumaya çalışsa
da bir türlü rahat edemiyordu. Bu nihayetsiz sahrada güneşin bile onun
yalnızlığının farkında olduğunu düşünüyordu. Şimdi güneş ufka doğru eğildikçe
kalkıp güneşin arkasından koşmak istiyordu. Sahranın içlerine doğru hareket
ettikçe gece, gecenin korku dolu büyülü karanlığı onu ürkütüyordu. Bozulmuş
sinirlerini yatıştırıp dinlenmeyi aklına bile getiremiyordu. Sahradan çıkış
yolunu bulup dünyanın neresinde olduğunu öğrenemeden gözlerine uyku
girmeyecekti. Dikilip oturdu. Ayın kaçı
ve haftanın hangi günü olduğunu bilmiyordu. Bir süre sonra yılın hangi ayında,
daha sonra ise hangi yılda olduğunu bile unutacaktı. İnsanlardan, cemiyetten
uzaktayken zamanı ve takvimi öğrenip de ne yapacaktı?
Ayağa kalkarak bohçayı koltuğunun altına
aldı. Ayak izlerinden hareketle az önce yöneldiği istikameti buldu. Ağır ağır
yola koyuldu. Kendini dinç hissediyordu. Belki de istediği zaman kumların
üstüne uzanarak dinlenebildiği veya her türlü işten ve hayat gailesinden uzak
olduğu için böyleydi. Karşıda kendisini nelerin beklediği meçhuldü. Korkuyordu.
Bu korku aç ve susuz kalma korkusu değil, daha çok hayatın ve olayların meçhul
olması korkusu idi. Dört tarafı da ufuklara kavuşan bu kum denizinde onu hangi
karanlık gelecek beklemekteydi? Bu ümitsiz durumdan kurtulduktan sonra
hayatının geri kalanına devam edebilecek miydi? Onu bekleyen fırtınalı bu
hayattan kurtulabilmek için kendisinde gereken güç ve kuvveti bulabilecek
miydi? Zaman geçtikçe, yaşadığı
hadiseler zihninde aydınlanıp duruluyor, sisler ardından hayal edebildiği
gelecek korkusu onu ümitsizleştiriyordu.
Öğleden beri esmeye başlayan rüzgâr
gittikçe şiddetleniyordu. Rüzgârın şiddetlenmesiyle birlikte kum denizi de
yavaş yavaş dalgalanıyor, ilginç manzaralar oluşturuyordu. Rüzgâr güneyden
esiyordu. Bunu rüzgârın semtinden ziyade sıcaklığından ve kokusundan
anlıyordu. Rüzgârla birlikte sahra
çalkalanarak kumlar göğe savruluyor, uzak ufuklar kum dumanından görünmez
oluyordu. Havanın değişmesi onun canını sıkıyordu. Ceketinin koluyla gözlerini kapatarak yürüyor,
gözlerine kumun dolmasından korkuyordu. Ara sıra rüzgâr dinip havadaki kum
dumanı açıldığında başını kaldırıp etrafa göz gezdiriyordu. Sahradaki bu vahşi
fırtınanın ötesine geçince birisiyle karşılaşacağını düşünüyordu. Fakat bu
nihayetsiz sahrada nereye bakarsa baksın kendisinden başka bir canlı
görünmüyordu.
Şehirde geçirdiği birkaç yıllık kira
hayatı, onun ömrünün en ağır günleriydi. Tek maaşla geçinmeye çalışıyorlardı.
Şehir nüfusuna kaydı olmadığından karısına iş bulamıyordu. Çalmadığı kapı,
başvurmadığı yer kalmamıştı. Karısı üniversite mezunu olmasına ragmen işçi
olarak çalışmaya bile razıydı. Yeter ki iş olsundu. İşçi olarak çalışabilmek için
bütün fabrikalara başvurmuşlardı. Üniversite mezunu olduğundan fabrikalarda da
iş bulamıyordu. Bir süre sonra bir yerde iş bulma ümitleri de tükendi ve artık
hiçbir yere başvurmadılar.
Önceleri çocukları olmuyordu. Ne kadar
uğraşsa da evde sıcak bir ortam oluşturamıyordu. İşten döndüğü zamanlarda
karısını hep üzgün görüyordu. Evde karamsar, tahammül edilmesi zor bir hava vardı. Bu yetmezmiş gibi
sefalet de peşlerini bırakmıyordu. Bu kadar erken evlendiğine çok pişmandı. Bu
kadar maaşla, bu sefaletle evlenmeye, aile kurmaya hakkının olmadığını
düşünüyordu. Evlenmek, ev bark sahibi olmak da diğer işlerde olduğu gibi
parası, imkânı olanlar içindir, diye düşünüyordu.
O uğursuz olay gerçekleşmeseydi belki de
hiç evlenmeyecekti. Çünkü bu konuyu
kesinlikle düşünmüyordu. Evlenmek için yeteri kadar büyümediği kanaatindeydi. Bir
taraftan evlenmekten de önemli işler onu beklemekteydi. Ama her şey
düşündüğünün aksine oldu.
Ailenin ilk çocuğu olan ağabeyi nişanlı
idi. Bir sürü masraf yapılmış ve düğün hazırlıklarına başlanmıştı. Düğüne üç
gün kala şoförlük yapan ağabeyi, akşamüzeri iş çıkışında, direksiyondayken kalp
krizi geçirmiş ve araba yoldan çıkarak
devrilmişti. Vücudunda sağlam bir yer kalmamış olan ağabeyinin cesedini
arabadan zorla çıkarmışlardı. Bu kadar masraftan sonra her şeyi silip atmak
mümkün müydü? Bir evin, bir ailenin kaderine yazılmış olan gelin kızın başka
evlere gelin gitmesine nasıl katlanılırdı? Karşı çıkarsa bütün köy halkı onu
ayıplayacaktı. Zaten derdi azmış gibi bir de elin kınaması altında ezilmek
vardı. Onu, ağabeyinin nişanlısıyla evlendireceklerdi. Nasıl? Nasıl? Bu akılsız
fikri ortaya kim atmıştı acaba?
Hiçbir şekilde evlenmeye razı değildi.
Erkenden kaybettiği yegâne kardeşinin kısmetini eş olarak görmeyi aklından bile
geçiremiyordu. Bir taraftan da bu
beklenilmeyen nikâhta karı koca olma hislerinden uzak, bilinmeyen karanlık bir
kaderin saklanmakta olduğunu sezmekteydi. Ama o, babasının gözlerinin
derinliğinde öyle acı bir keder gördü ki sesini çıkarıp itiraz edemedi.
Babası “Sözümden çıkarsan babalık hakkımı
asla sana helal etmem!” demişti. Bütün bu hadiseler o kadar hızlı bir biçimde
gerçekleşmişti ki başka bir çıkış yolu aramaya dahi fırsat bulamamıştı. Sanki
kendisine büyü yapmışlardı. Ne diyorlarsa razı oluyordu, aslında razı değildi,
itiraz etmek istiyor, fakat kendisinde güç bulamıyordu. Zaman zaman içinde
yeşermeye başlayan karşı koyma hissini de yavaş yavaş kaybediyordu.
Olayların böyle gelişmesi, ağabeyinin ölümünü
bile ona unutturdu. Şimdi, onun ölümünden daha çok ailesini ve muradına
eremeden ölen ağabeyinin nişanlısını eş olarak nasıl kabulleneceğini
düşünüyordu. Sanki aniden gerçekleşen bu kaçınılmaz ölümle birlikte onun
mutluluğunun da kurban edilmesi gerekiyormuş gibi geliyordu.
Köyde böylesi bir düğün hiç görülmemişti.
Bu düğünde ayrı bir bolluk vardı. Koyunlar parçalanarak sıra halinde ağaçlara
asılmıştı. O kadar çok misafir çağrılmıştı ki kalabalıktan avluda,
gölgeliklerde ve düğünde yer bulmak imkânsızdı. Düğün yerinin yukarı tarafında âşıklar
oturmuştu. Annesi gözyaşları içinde oynamaktaydı. Bütün bunlar o düğünden
aklında kalan dağınık manzaralardı. O düğünü, şimdi de sisler içinde
hatırlamaktaydı. Sanki bütün bu olaylar rüyada geçiyordu. Kendisi için yapılan
düğünün bütün hafızasında neden sisler içinde yer ettiğini ise bir türlü anlayamıyordu. O, başını alıp gitmek, buralardan uzaklaşmak
istiyordu. Fakat evden uzaklaşamıyordu. İzlendiğini, nereye giderse gitsin
peşinden gelerek yakalayıp onu geri getireceklerini biliyordu. Bir şeylerin
ayaklarına dolanarak onu tuttuğunu, gitmesine imkân vermediğini de anlıyordu. Düğün
yerinde içten içe ağlayarak oynamaya devam eden annesini her görüşünde bütün
takati kesiliyor, bitkinleşerek hissiz, duygusuz bir mahlûk oluveriyordu.
Annesi ara sıra düğündekilere seslenerek “Ey ahali, neden oynamıyorsunuz? Neden
ellerinizi kaldırıp oyuna katılmıyorsunuz, buraya yasa mı geldiniz?” diyordu.
O gece zil zurna sarhoş olmuştu. İçmeseydi
bu olanlara katlanamaz, yüreği patlardı. İnsanlar çekildikten sonra avludaki
boş masalardan birinin arkasına geçerek bir şişe vodkayı içip bitirmişti. Biraz hafifleyebilmek, her şeyi, hiç
olmazsa bir günlüğüne bile olsa unutabilmek ümidiyle içmişti. Babasının
gözlerinin derinliğinde saklı o acıyı, oynaya oynaya bütün düğündekileri yoran
annesinin içten içe ağlamasını, kendisini adım adım izleyen siyah gölgeleri
unutabilmek için içmişti.
Gelinin yanına geldiğinde ayakta durmakta
zorlanıyordu. Ama adımını kapıdan içeri atar atmaz sarhoşluğu geçti. Oda
karanlıktı ve pencerenin önünde bir mum yanmaktaydı. Ancak mumun ışığı odaya
değil, camdan dışarı yansıyordu. Gözleri karanlığa alışıncaya kadar bekledi. Kulağına
gelen ilk ses kızın hıçkırıkları oldu. Ayaklarının ucunda yürüyerek kızın
yanına oturdu. Ellerini avucuna aldı. Elleri âdeta ateşten yanıyordu. Kızın
damarlarındaki kanın hızlı hareketini avucunda duyuyordu. Şimdi kızın, ellerini
onun avucundan çekerek “Sen benim kısmetim değilsin, Allah aşkına burayı terket!”
diye kendisini reddedeceğini düşünüyordu. Ama kız ellerini çekmedi. Elleri onun
avucundayken için için ağlıyordu. Kızın öylesine değil, gerçekten, içi acıyarak
ağladığını da anlıyordu. Bundan dolayı da konuşarak ona bir şeyler söylemeye ve
teselli vermeye korkuyordu. Kızın ellerini avucunda sıkarak avunmasını beklemekteydi.
Ara sıra başını kaldırıp odanın alacakaranlığına baktığında gölgeler arasında
ağabeyinin gölgesine benzer görüntüleri görüyor ve farkında olmadan
irkiliyordu. Epey zaman geçtikten sonra kendisini toplayarak:
– Ağlama, dedi.
Fakat kız hıçkırık seslerini
bastıramıyordu. Sonra kızın başından duvağını aldı. Alacakaranlıkta ışıl ışıl
parlayan gözyaşları yanaklarından aşağı süzülmekteydi. Öyle ümitsizce ağlıyordu
ki sakinleşeceğine inanmak zordu. O gece kıza dokunmadı. Güçlükle onu
avuttuktan sonra kapıyı içeriden kilitleyerek ayrı yataklarda yattılar. Fakat
sabaha kadar hiçbiri gözlerini kapatmadı. İkisi de birbirinden utanıyor, ikisi
de kendisini günahkâr sayıyordu.
O gece, bu evde gelin olarak bulunmasına rağmen, asla bu kıza dokunmayacağına,
ağabeyinin kısmetine gözünün ucuyla bile bakmayacağına dair kendisine söz
verdi.
Gündüzleri biraz toparlansa da geceler
boyunca kız ağlıyor ve bir türlü sakinleşmek bilmiyordu. Gittikçe onun
ağlamasına ve gözlyaşlarına katlanmak imkânsızlaşıyordu. İyi ki bu olay sadece
ikisinin arasında sır olarak kaldı ve evdekilerin bundan haberi olmadı.
Her şey sona erdikten sonra Bakü’ye gitti.
İşten izin alarak köye geldiğinden beri bir hafta geçmişti. Geçen ay ağabeyinin
düğününe katılmak için işten izin almış, fakat onun cenazesini omuzlarına
alarak kabre koymuştu. Bu defa ise düğüne gelmiş ve kardeşinin sevdiğiyle
evlenmişti. Kardeşinin yasıyla onun düğünü arasındaki zamanı sadece kırk gün
ayırmaktaydı.
Karısı tam bir yıl köyde kaldı. Bu sürede
münasebetleri önceki gibi devam etmekteydi. Ara sıra işten izin alarak köye
gittiğinde yine karı koca olarak odalarına çekildikleri zaman ayrı yataklarda
uyurlardı. Ama bir defasında köye geldiğinde kız:
–Beni de kendinle birlikte götür Ekrem,
artık burada duramıyorum, dedi.
–Ev alayım, ondan sonra götürürüm, dedi. Münasebetlerinin
bu şekilde uzun süre devam etmeyeceğini düşündüğü için neden böyle söylediğine
kendisi de bir anlam veremedi.
– Hayır, ev alma işi uzun sürer, kirada
kalırız, diye kız ısrar etti.
O zaman kirada kalmanın ne kadar zor
olduğunu bilmiyordu, kızın ısrarıyla hemen razı oldu. Şehre döner dönmez
emlakçılara giderek ev aramaya başladı ve sonunda daracık, küçük bir oda
kiraladı. Bir hafta sonra da kızı şehre getirdi. Kendileriyle birlikte
mobilyalarını, birçok ev eşyasını da getirmişlerdi. Mobilyayı kurduktan sonra
odada ancak masayı koymak için küçücük bir yer kalıyordu. Mutfak o kadar dar
idi ki iki kişi aynı anda yanyana duramıyordu. Odaya giden yol mutfaktan
geçmekteydi. Penceresi olmadığı için mutfakta ocağı yaktıkları zaman sıcaktan
evde durmak imkânsız oluyordu. Oda dar olduğundan yataklardan yalnız birini kurmuşlar, diğerini ise örtüsünü
çıkarmadan odanın dışında bırakmışlardı.
Aynı gün, işten döndüğünde Züleyha
gelinlik elbisesini giyinmiş, yatakta oturup kendisini beklemekteydi. Bir yıl
önceki düğün gecesi, gece boyunca kızın acı acı ağlaması, titrek mum ışıkları
altındaki acayip gölgeler arasında ağabeyinin gölgesini hatırladı. Çünkü bu
küçük, daracık odadaki her şey ona, o düğün gecesini olduğu gibi
hatırlatmaktaydı. Masaya çeşit çeşit yemekler dizilmiş, mum yakılmıştı. Kız
bunları yapmak için gün boyunca uğraşmıştı. Işığı ise birbirlerinin gözlerine
bakamadıkları, kendilerini suçlu hissettikleri o geceyi yeniden
canlandırabilmek için bilerek yakmamıştı.
Ceketini çıkararak yemek masasına oturdu. Kızın
özenle hazırladığı sofranın kokusu ve güzelliği aklını başından aldı. Ama ne
kadar uğraşsa da kız yemek masasına oturmadı. O, alacakaranlık odada yorgana
bürünüp oturarak onu seyrediyordu. Yemekten sonra kalkıp kendisine çay koydu,
sonra geçip yatakta kızın yanına oturdu. Kızın sıcak, yumuşacık ellerini çalışmaktan
nasırlaşmış avuçlarına aldı.
O gece, ilk defa karı koca hayatı yaşadılar.
Sonraları ikisi de bu olayı hatırlamak istemiyordu. Çünkü bu olay bir şekilde
onların ikisinin de haysiyetine dokunmaktaydı. İlk çocuğu doğduğunda hiç sevinemedi.
Karısı doğumdan önce çok korkuyordu. Geceleri sabaha kadar yatağında bir o
tarafa bir bu tarafa dönüyor ve uyuyamıyordu. Her şeyden irkiliyor ve
korkuyordu. Gecenin bir vakti onu sarsarak uyandırıyor ve “Ekrem, uyuma, ben
korkuyorum.” diyordu.
– Evin içinde neden korkuyorsun?
– Doğum sırasında öleceğimi hissediyorum.
– Aklını başına topla, sadece sen mi doğum
yapıyorsun? Dünya yaratıldığından beri günde en az bin tane bebek doğmaktadır.
– Aslında öyle, ama yine de düşündüğüm
zaman tüylerim diken diken oluyor.
– Korkma, diyordu. Bu konuda düşünmemeye
çalış. Hatta unutmaya çalış, o zaman her şey kolay olur.
– Ama yapamıyorum.
– Çocuk musun sen?
Ama onun tesellilerinin de bir faydası
olmuyordu. Karısının bu korkudan bir türlü kurtulamadığını anlıyordu. Karısının
heyecanları ona da bulaşıyor, dışından teselli verse de içinden kendisi de
korkmaya başlıyordu. Geceleri karısı yine uyuyamıyor ve kalkıp oturuyordu.
– Ne oldu, neden uyumuyorsun?
– Bebek içeriden tekmeliyor, galiba
doğumun vakti geçiyor ve ben doğuramıyorum.
– Nasıl yani? Doğumun vakti geçiyor da ne
demek? Daha geçen gün üç hafta daha var demiyor muydun? Henüz üç gün bile
geçmedi ki dediğin vakitten?
– Ne bileyim vallahi. Sanki bebek beni
acele ettiriyor, galiba artık katlanamıyorum.
Bebeğin sağ salim doğması, karısına herhangi
bir şey olmaması onu çok mutlu etmişti. Karısının yorgun, acılardan kurtulan yüzünü
gözlerinin önüne getiriyor ve gizli gizli rahatlıyordu. Çocuk doğduktan sonra
birlikte yaşadıkları yıllarda gerçekleşen her şeyi hatırlamak istememekle birlikte
yine de düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. Her defa karısıyla göz göze
geldiğinde onun bakışlarının derinliklerinde saklı o ebedî kederi hissediyor ve
yılların geçmesine, çocuklarının doğmasına rağmen karısının da kendisi gibi bu
evliliğe alışamadığını anlıyordu. Bebek yeni doğduğu zamanlarda gözlerini ondan
alamıyor, erkenden vefat eden ağabeyi ile bebek arasında benzerliğin olup
olmadığını anlamaya çalışıyordu. Ona en çok acı veren şey ise eğer ağabeyi
ölmeseydi bu bebeğin ona benzeyeceğiydi. O zaman bu bebek değil başka bir bebek
doğmuş olacaktı. Ve o bebek şimdi, bu evde değil, bir yıl önce tamamen farklı
bir evde doğmuş olacaktı. Kaderin cilvesiyle
o bebek doğmadı. Muhtemelen o bebeğin
adı ve gölgesi ağabeyinin ruhunda, kemiklerinde ve belleğinde yaşamaktaydı.
Bir süre sonra doğmayan, ağabeyinin
ruhunda yaşayan o bebek rüyalarına girmeye başladı. Geceleri uykularının en
derin yerinde, yılan sokmuş gibi irkilerek uyanıyordu. Sabaha kadar gözlerini
kapatamıyor, uyuduğu takdirde o bebeğin yeniden rüyasına gireceğinden
korkuyordu. Bebeği rüyasında gördüğü zaman, kendini kaybederek takatinin kesildiğini
ve gittikçe taşlaştığını zannediyordu.
Onu, geceler boyunca korkuyla uyandıran,
bebeğin rüyalarında okumuş olduğu büyülü şarkıydı. Bu şarkı ona tanıdık geliyor
ve bu ses kulaklarına gelir gelmez nerede, ne zaman duyduğunu hatırlamaya
çalışıyordu. Hafızası onu öylesine uzaklara
götürürdü ki az daha aklını kaybedecekti. Sanki bu şarkıyı annesinin karnındayken, henüz dünyanın hangi
renkte olduğunu dahi bilmediği zamanlarda okumuşlardı ve bu şarkı âdeta
iliğinin, kanının ve kemiklerinin hafızasındaydı. Karısı da onun uykularının
bölündüğünü ve uyuyamadığını hissediyor, fakat bir şey söylemiyordu. Uyanık
olduklarını birbirlerinden saklayarak
sabahı ederlerdi. Sonraki gecelerde, irkilerek uyandığı zaman, giyinerek
dışarı çıkmaya başladı. Gecenin hangi saati olursa olsun uyanır uyanmaz evde duramıyor,
çıkıp avluda gezinmeye başlıyordu. Gezinirken sigara içerdi. Ama böyle gecelere
artık katlanamıyordu.
Bir gece yine uykudan uyanıp dışarı çıkmak
istediğinde karısı dikilip oturdu ve “Nereye gidiyorsun?” dedi. Geceleri dışarı
çıktığı zaman karısının onu izlediğini bilmediğinden bir anlık şaşırdı. Hemen
kendisini toplayarak “Hiç, geliyorum.” dedi ve bebek uyanmasın diye yavaşça
kapıyı açarak avluya çıktı. Sigarasını yakmaya fırsat bulamadan karısı, üzerinde
gecelikle arkasından dışarı çıktı. Öyle bir durumdaydı ki kimsenin onu sorguya
çekmesini, neden uyuyamadığının sebebini sormasını istemiyordu. Sadece yalnız
kalmak, kafasını dinlemek istiyordu. Ama karısı ona yaklaşmak üzereydi ve şimdi
bir şeyler soracak, ısrarla cevap bekleyecekti. Onu en çok korkutan da buydu. Karısı
gelip onun tam karşısında durdu:
– Sana neler oluyor, neden uyuyamıyorsun?
– ...
– Sana soruyorum!
– Yürü, yatağına git. Üşüyeceksin.
– Hayır, neler olduğunu hemen söylemen
lazım!
– Bir şey olduğu yok. Sadece hava almak
istedim, diyerek konuyu değiştirmek istedi. Ama karısı ısrarla cevap
bekliyordu.
– Ekrem, ben çocuk değilim. Bir şeylerin
olduğunu ve senin bunu benden sakladığını anlıyorum. Senin burada benden başka
kimsen var mı? Derdini bana da söylemezsen kime söyleyeceksin?
– ...
– Söylediklerimi duyuyor musun?
Cevap vermeden sokak kapısına doğru
yürüdü. Karısı, bir süre daha bekledikten sonra kırgınlıkla çekip gitti.
Aslında verecek bir cevabı yoktu. Uyuyamadığını, meçhul bir bebeğin rüyalarına
girip onu delirtmek üzere olduğunu söyleyemezdi. Söylese bile karısını buna
asla inandıramazdı. Bu olaydan sonra geceleri o doğmayan bebeğin büyülü sesine
uyandığında bir daha dışarı çıkmadı, yatağında sabaha kadar bir o tarafa bir bu
tarafa dönüp durdu. İyi ki bu durum uzun sürmedi ve o bebek, aniden geldiği
gibi aniden de rüyalarından çıktı.
III. Bölüm
Tam on yıldır elektrik şirketinde işçi olarak
çalışıyordu. Her gün araba, onları şehirden otuz kilometre uzakta olan sahraya
bırakıyor, ancak akşam hava karardığında almaya geliyordu. Yıl boyunca açık
havada çalışıyor, bazen elektik hatlarını çekiyor, bazen de tamir ediyorlardı.
Özellikle Bakü’nün meşhur rüzgârlarından sonra etrafta o kadar kaza oluyordu ki
bazen haftalarca gece gündüz ara vermeden çalıştıkları oluyordu. On kişilik bir
grup idiler. Kaderin onu buraya nasıl getirdiğini kendisi de bilmiyordu.
Önceleri işin zorluğuna katlanamıyordu. Hele ilk gün, iş dönüşünde o kadar
yorgundu ki işçilerin kaldığı lojmana döner dönmez, aç susuz uyuyakalmış, ancak
ertesi gün öğlene doğru uyanmıştı. Bir sonraki gün, grup başkanı neden işe
gelmediğini sorduğunda “Çok yorgundum, uyuyakalmışım.” cevabını vermişti. Şef, “Yahu, nasıl yani,
yorulmuştum? Çalışan yorulur tabi. Sen buraya dinlenmeye mi geldin? İstersen
senin için bu dağın başında bir de otel yaptıralım?” demişti. Bir şey diyememişti. Aslında
söyleyecek sözü de yoktu. İşe başladıysa çalışması gerekirdi. Sonra, zamanla
zorluklara alıştı. İşten ne kadar yorgun dönse de yatıp dinlendikten sonra
kendisini dinç hissedebiliyordu. Üstelik böylesi zorluklara alışmaktan zevk
almaya bile başlamıştı.
Önceleri, şehirde çalışmayı hiç
düşünmemişti. Buraya gelmekteki amacı, gündüzleri çalışırken bir taraftan da
üniversiteye hazırlanmak ve kazandıktan sonra ikinci eğitimde okumaya başlamaktı. Köyde evin, ailesinin durumu
öyle zordu ki asla normal olarak üniversitede okuyamayacaktı. Ama bir süre
sonra buradaki işin zorluğunu ve imtihanlara hazırlanabilmek için gereken uygun
ortamın olmadığını anladı. İşten döndüğünde öyle yorgun oluyordu ki ders
çalışmak için takati kalmıyor, eline kitabı alır almaz gözleri kapanıyordu. Bir
yıl geçmeden yeni bir iş aramaya başladı. Fakat şehirde iş bulmak o kadar da
kolay değildi. Üstelik ikameti şehirde olmadığından nereye başvurduysa eli boş
dönüyordu. Ve yeni bir iş ararken, günün birinde çalışma arkadaşlarına, birlikte
çalıştığı gruba ne kadar alıştığını ve onlardan ayrılmanın çok zor olacağını
anladı. Çünkü bu grup, bir aile gibi samimiydi ve birbirlerine çok
alışmışlardı. Hem insanlardan ve gürültüden uzak bir yerde çalışıyorlardı, hem
de başlarında durup onları denetleyen kimse yoktu. Ara sıra şirketin müdürü Göyüşov, sabahları arabası ile işlerin
yolunda olup olmadığını kontrol etmek için uğrardı. Bunun dışında başka bir şey
yoktu. Göyüşov’un haftada, bazen de iki haftada bir sahaya uğradığını ve
yaptıklarıyla ilgili rapor isteyeceğini biliyorlardı. Hepsi bu kadardı. Ayrıca
şirketin vereceği evde oturmak için sıraya da girmişti. Tam on yıldır ev
sırasının geleceği günü bekleyerek bu işten ayrılmıyordu. İşten ayrılır
ayrılmaz hem ev sırasını hem de şehirdeki oturum hakkını kaybedecekti. Ev alabilme düşüncesi
gece gündüz onu tedirgin ediyor, bu işi bir an önce nasıl çözüme
kavuşturacağını bilemiyordu. Müdür, yıllar boyunca idare tarafından kendilerine
ev verileceğini vaat etse de bir gelişme olmuyordu. Kendisinden sonra işe
başlayanların birçoğuna ev verilse de onu hatırlayan yoktu. Her defa bir
başkasına ev verildiğinde, müdür artık sıranın kendisine geldiğini
söylüyordu. Fakat idare tarafından işçilere
dağıtılması planlanan evler öyle gizlice paylaştırılıyordu ki onun haberi bile
olmuyordu. Ev alsaydı ailesi rahat eder, üstelik ekonomik durumu biraz daha iyi
olurdu. Maaşını alır almaz çoğunu ev
kirasına vermek zorunda kalıyordu. Ailenin bir ay boyunca geçinebilmesi için geriye
sadece on manat kalıyordu. Bu on manat ise kuru ekmeğe bile yetmiyordu. Evi
geçindirebilmek için âdeta kendisini paralıyordu. İhtiyaç bastırdıkça
kıyafetlerini, evdeki bazı eşyaları ve kıymetli kapları satıyorlardı. Aslında
satıyorlar demek de doğru değildi, zira acilen para gerektiğinden ve bekleyecek
durumları olmadığından değerinin kat kat altında bir fiyata veriyorlardı. Daha
sonra, karısının altınlarını ve evdeki mobilyaları da satmak zorunda kaldılar. Aile
yadigârı olan altınların satılması onu çok üzdü. Annesi bunları gelinine
takarken “Kızım, ne kadar zorluğa, darlığa düşseniz de sakın ola bunları
satmayın. Bunlar bana nenelerimden yadigârdır, benden de sana yadigâr kalsın.”demişti.
Peki, nasıl oldu da bu duruma düştüler? Annesinin emanetini koruyamadılar.
Açlık mı yoksa ihtiyaç mı buna mecbur kıldı? Üstelik aynı zorlukları annesi de
yaşamıştı. İki savaşı atlatmış, mısır ekmeğiyle, yulafla, kenevirle ve otlarla
karınlarını doyurmuşlardı. Ama annesi bu altınları göz bebeği gibi korumuştu.
Yoksa şimdi yaşamak daha mı zordu? Yanıbaşındakiler bolluk denizinde yüzerken açlık
neden onlar için geçit vermeyen amansız bir engele dönüşmüştü?
Mobilyayı sattıktan sonra evlerine
alışmaları kolay olmadı. Evin boşaldığını, ailenin uçuruma doğru yuvarlanmak
üzere olduğunu ilk kez mobilyayı sattıklarında farkettiler. Aile yadigârı olan
altınların satılmasını de unutamıyor, bu konuda konuşmamakla birlikte ikisi de
acı çekiyordu. Küçük eşyalar ne kadar değerli olsa da satıldıklarında
farkedilmiyordu. Mobilya evden gittikten sonra ise evde şimdiye kadar
farketmedikleri bir boşluk oluşmuştu. Duvardaki halıları da mobilyalarla
birlikte sattıklarından çıplak duvarlardan şimdiye kadar yaşamadıkları, sözle
ifade edilemeyecek bir hüzün yayılıyordu.
Mobilyanın bir gözüne büyük kızı Günay’ın oyuncaklarını koyuyorlardı. Alıcılar
gelip mobilyayı götürmek istediklerinde, kızları ağlayarak feryad ediyor “Asla
vermem, götürmeyin, ben bunun içine oyuncaklarımı koyuyorum, bizim evden gidin!”
diyordu.
Ne kadar
uğraşsalar da çocuğu ikna edemiyorlardı.
O, “Vermeyeceğim, vermeyeceğim!” diyerek nefesi kesilircesine ağlıyordu.
Oyuncakları güçlükle mobilyadan boşaltarak alıcılara teslim etmişlerdi. Mobilya
da gittikten sonra, çocuk oyuncaklarını evin bir köşesine yığarak tülbentle
üstünü örtüyordu. Çeyizlerinin satılmasından, evin çıplak duvarlarından süzülen
ümitsizlik ve kederden ziyade, çocuğun oyuncaklarını koyacak bir yer bulamaması
ve bir köşeye biriktirip üstünü tülbentle örtmesi onu kahrediyordu. Bu olaydan
sonra çok sarsıldı ve uzun bir süre kendini toparlayamadı. Mobilyadan elde
ettikleri parayı harcamaya utanıyordu. Şu anda, başka bir evde başka başka
insanların çocuklarının oyuncaklarını bu mobilyanın çekmecelerine koyduğunu
düşündüğü zaman, kendisine acıyordu. Ucuz da olsa gidip başka bir mobilya alıp
eve koymak istiyordu ama paraya çok ihtiyaçları olduğundan bunu da yapamıyordu.
Etraftaki kimseler de borç vermek istemiyorlardı. Doğrusu istemeye de yüzü
yoktu. Bütün dost ve tanıdıklarının ağzını aramıştı. Aslında onları da
kınayamazdı, durumlarını biliyordu, olsaydı herhalde verirlerdi.
Günay’ı oyun oynaması için avluya
göndermiyorlardı. Ara sıra ev sahibinin çocukları gelirdi. Nedense Günay onları
hiç sevmiyordu. Hatta bir defasında çocuklar oynamak için geldiklerinde, Günay
onları evden kovmak istemişti. Çocuklar kendilerini ev sahibi olarak görüyor ve
gitmek istemiyorlardı.
– Burası bizim evimizdir, siz ise burada
kiracısınız, demişlerdi. Çocukların tartışmasını nasıl çözeceğini
bilemiyordu. Kızı ağlamaya başlamış, çocuklar gittikten sonra ısrarla
sormuştu:
– Neden onlar, burası bizim evimizdir
diyorlar?
–...
– Kiracı ne demektir, baba?
–...
– Biz niye kirada kalıyoruz?
–...
– Peki, bu pencere bizim değilse kimindir?
–...
– Neden bizim evimizin balkonu yok baba?
–...
Çocuğun sorularına cevap bulamıyordu.
Konuyu değiştiremedi, içi acıyarak zorla gülümsemeye çalıştı ve “Büyüdüğün
zaman öğrenirsin, şimdi çok küçüksün, ben söylesem de anlayamazsın.” dedi.
Bazen çocuk bu sözlerle sakinleşir, bazense
ısrarla cevap beklerdi. Kızı ısrar ettiğinde sabredemiyor, delirmek üzere
olduğunu anlıyordu. Karısının altınlarını satarken bir daha yenisini
alamayacağını biliyordu. Fakat karısı, belki bir, belki iki yıl sonra yenilerini
alacaklarmış gibi altınlarını fedakârca getirip teslim etmişti. Nasıl, hangi
parayla alınacağını ise hiç düşünmüyordu. Kim bilir belki de düşünüp
üzülüyordu, fakat ona hissettirmiyordu. Başka çareleri yoktu. Ortanca kızları ne zamandır hastaydı.
Çocuğun yüksek ateşini düşüremedikleri için geceler boyunca uykusuz
kalıyorlardı. En üzücü tarafı ise ilaç alacak paralarının olmamasıydı.
Geri veremeyeceğini bildiği için kimseden
borç istemeye yüzü yoktu. Gece boyunca çocukla birlikte kendisi de uykusuz
kaldığından gün boyunca işte başı dönüyor, bir türlü gücünü toplayıp
çalışamıyordu. Öğle arasında yemek yemeye iştahı da olmuyordu. Çoğu zaman karısının yemek için
koyduğu peynir ekmeği hiç dokunmadan olduğu gibi eve geri götürürdü. Herkes
öğle yemeğine çıktığında uykusunu alabilmek için başının altına bir şeyler
koyarak uyumaya çalışsa da bir türlü uyuyamazdı. Uzun gecelerin uykusuzluğu,
bitkinliği ile birlikte ümitsizlik de onu tüketiyor ve yatıp dinlenmesine
fırsat vermiyordu. Çocuğu hasta olduğu zamanlarda, erkenden eve gitmek
zorundaydı. Zaten her şey de bu yüzden başladı. Böyle sonuçlanacağını nereden
bilebilirdi ki?
Bir süre doktoru eve çağırdılar. Günaşırı
eve uğrar ve çocuğu muayene ederdi.
Fakat günler geçiyor ve çocuk bir türlü iyileşmek bilmiyordu. Doktorun
yazdığı ilaçların, vurduğu iğnelerin hiçbir faydası olmuyordu. Hekim her defa geldiğinde:
– Bu çocuğa temiz hava gerek. Yoksa bu evde
iyileşmesi imkânsız, böyle rutubetli yere koca insanlar bile dayanamaz, çocuk
nasıl dayansın? Ya hastaneye yatırın
veya köye götürün. Yazıktır, kıymayın bu çocuğa, diyordu.
Ertesi gün geldiğinde yine aynı sözleri
tekrar ederdi:
– Daha ne kadar söylemem gerekir,
bilmiyorum. Neden anlamıyorsunuz, amacınız bu çocuğu göz göre göre öldürmek mi?
Köye götürme imkânları yoktu. Zaten hastalıktan
bitkinleşen çocuk, uzak yolda daha da perişan olacaktı. Bu sebeple hastaneye
yatırdılar. Karısı gece gündüz hastanede çocuğun yanında kalıyordu. O, her gün
işten bir iki saat erken ayrılarak hastaneye koşturuyordu. Yemeği de evde
kendisi yaparak götürürdü. Fakat çocuğun durumu günden güne kötüleşiyor,
ilaçların hiçbir faydası olmuyordu. Çocuk zayıf olduğundan iştahı tamamen kaçmış
ve yemekten kesilmişti. Doktorlar ise bu durumda mutlaka kan verilmesi
gerektiğini söylüyorlardı. Her defa hastaneye gittiğinde çocuğun başucunda
saatlerce otururdu. Önceleri şen şakrak olan, sesi bütün avluyu dolduran çocuk,
şimdi sus pus olmuştu. Sürekli gözlerini
etrafındakilere dikiyordu. Çocuğun gözlerinde fer kalmamış, bir ceset gibi boş
ifadelerle çevresine bakmaktaydı. Kendisi bakışlarını ne tarafa çevirse, yavrusu
da gözlerini sakince o yöne çevirir ve kirpiklerini bile kırpmadan bakardı.
Aynı gün çocuğa kan verdiler. Kan verildikten
sonra çocuğun durumu daha da fenalaştı. Sürekli uyumak istiyor, göz kapakları
kendiliğinden kapanıyordu. Doktor ise uyumaması gerektiğini söylemişti. Çocuğu
kucağına alarak hastanenin koridorlarında yürüyordu. Uyumasın diye kucağından
indirmiyordu. Sabaha kadar böylece onu kucağında dolaştırmıştı. Sabaha doğru, çocuğunun
kendi kucağındayken sessizce öldüğünü bile farketmemişti.
Çocuk öldüğü sırada, karısı hastanede,
çocuğun yatağında uyukluyordu. Günlerden beri gece gündüz çocuğun başında
beklediğinden uykusuzluktan tükenmişti. Bu gece çocuğu kocasına emanet ederek
uykuya dalmıştı.
Çocuğun cesedi kucağında yavaş yavaş soğuyordu.
Hastanede herkes uyumaktaydı. Nöbetçi hemşire de başını masaya dayayarak
uyuklamıştı. Hemşirenin uyanarak çocuğun durumunu sormasını istemediği için yavaş
yavaş yürüyordu. Çocuğun öldüğünü sabaha kadar herkesten saklamak istiyordu.
Gecenin bir yarısında karısının uykuluyken bu haberi duyup delireceğinden korkuyordu.
Hava aydınlanmaya başladığında koğuşun kapısını yavaşça ittirdi. Karısı
gözlerini koluyla kapatarak yatmaktaydı. Yüzünün açıkta kalan kısımlarından yorgunluk ve ızdırap
okunuyordu. Şu anda bu dünyada çocuğunun ölüm haberini karısına söylemekten
daha zor bir şey olamazdı.
Kapının eşiğinde dikilmiş bekliyordu. Ne
içeri girebiliyor ne de dışarı çıkıyordu. O kadar bitkindi ki sanki kucağındaki
çocukla birlikte elleri, kolları, ayakları ve bütün vücudu ölmüştü. Hafifçe
dokunsan düşecek ve bir daha ayağa kalkamayacaktı. Karısı yatakta döndü ve o
sırada aniden göz göze geldiler. Uykusuz olduğu gözlerinden belli oluyordu.
Gece boyunca birazcık dahi uyumadığı ve bütün geceyi uykusuz geçirdiği hemen
belli oluyordu. Onu görür görmez başını hafifçe yastıktan kaldırdı ve “Çocuk
nasıl, uyuyor mu?” dedi. Ne cevap vereceğini bilemediğinden gözlerini kaçırdı.
Birdenbire hastane odası, sandalyeleri,
yiyecek dolapları ve yan yana sıralanmış yataklarıyla birlikte etrafında dönmeye
başladı. Bir yerlere yaslanmazsa gözleri kararıncaya kadar başının döneceğini
ve çocuğunun, kucağındaki cesediyle birlikte yere serileceğini anladı.
Bir sevkitabii ile kendini toplayarak kapının
kolundan tuttu, “Uyuyor” dedi ve hiç olmazsa karısı bu dehşetli haberi biraz
daha geç öğrensin diye hemen kapıyı kapatarak dışarı çıktı. Karısı bir şeyler
hissetmiş olmalı ki hemen hastane önlüğünü omuzlarına alarak yanına geldi. Hiçbir
şey söylemeden çocuğu kucağına almak istedi. Karısının ellerini yavaşça
ittirerek “Uyandırma, ben tutarım” dedi. Karısı “Gece boyunca uyumadın, çocuğu
bana ver, sen git biraz dinlen” diye ısrar etti. Buna karşılık karısına “Alma,
alma, çocuk öldü.” diye kendisine de yabancı olan bir sesle cevap verdi.
Çocuğun ölüm haberini böylesi soğukkanlılıkla verdiği için kendisine hayret
etmekteydi. Karısı gözyaşlarını görmesin diye sırtını dönerek pencereye doğru
yürüdü. Bir anda bütün hastaneyi ayağa kaldıran o dehşetli çığlık hâlâ kulaklarında
çınlamaktaydı.
Aynı gün araba kiralayarak köye
gitmişlerdi. Çocuğu şehir mezarlığına gömmek istememişti. Yaşlandığında mı veya
öleceği zaman mı ne zamansa köyüne döneceğini biliyordu. Şayet çocuğu şehirde
defnederse onun mezarını kimsesiz bırakmamak için köyüne dönmeyecek, dönse bile
rahat etmeyecekti. Arabadayken bile çocuğun cesedini kucağından bırakmamış, üç
saatlik yol boyunca kucağında taşımıştı. Cesedi sımsıkı sararak sanki kendi
sıcaklığını bu soğuk, bu cansız cesede vermek istiyordu.
Baba evine vardıklarında henüz öğlen
olmamıştı. Yarım saat içinde olayı haber alan köylüler yas evine geldiler. Cesedi
bir gün bekletip öyle gömmek isteyenler olsa da o, razı olmadı. Yakınlarının gözyaşları ve feryat sesleri
içinde uzayıp giden bu sahneye katlanacak gücü kalmamıştı.
İkindi vaktinde cesedi evden çıkardılar.
Mezarlığa vardıklarında incecikten, asla dinmeyeceği izlenimi uyandıran bir
yağmur başladı. Daha önceden de bir defa, defin sırasında mezarlıkta sağanak
yağmur bastırmış ve kısa sürede her yeri su basmıştı. Yağmur, sicim gibi
yağmaktaydı. İnsanlar cesedi mezarın yanı başına bırakarak mezarlık duvarı
boyunca dizilen söğüt ağaçlarının altına koşturmuşlardı. Bir tek o utanarak koşturmamış
ve tabutun başında beklemişti. Sonra birisi kolundan tutarak onu da söğüt
ağaçlarının altına doğru çekmiş ve “Kendini ıslatma, zatürre olursun.” demişti.
Cenaze açık tabutta sağanak yağmurun altında kalmıştı. Yağmur azalınca yeniden
mezarın başına dönmüşler ve tabutun yarıya kadar su ile dolduğunu görmüşlerdi. Su
ve çamur içindeki cenazeyi o haliyle toprağa vermişlerdi.
Şimdi mezarlıkta hafiften yağmaya başlayan
bu yağmur, aniden ona bu defni hatırlatmıştı. Cenazenin gömülmesinden sonra
herkesin mezarlıktan çekip gideceği ve küçük Lale’nin bu yağmurun altında
yapayalnız kalacağı düşüncesi onun kalbini parçalamaktaydı. Günlerce aralıksız yağan yağmur suları,
topraktan sızarak damlalar halinde onun göğsüne akacaktı. Ve kızcağız daracık
kabrinde kıpırdayamayacak, bu su damlalarına katlanmak zorunda kalacaktı. Sonra
yaz gelecek, kabrin üstündeki yaş toprak kuruyacak ve yeni otlar yeşerecekti.
Kızcağız burada gündüzlerin sessizliğine, gecelerin vehametine, kimsesizliğe ve
yalnızlığa alışacaktı.
Çocuğu defnederek mezarlıktan döndüklerinde
hava kararmak üzereydi. Ninesi bahçede, cenazenin yıkandığı yerde mum yakmıştı.
En son ne zaman yemek yediklerini hatırlamıyordı. İştahı kaçmıştı. Epey ısrardan sonra birkaç lokma bir şeyler
yemişti. Karısı artık ağlamıyordu, sanki gözyaşları tamamen kurumuştu. Ertesi
günü de köyde geçirmişler, öbür
gün erkenden otobüsle Bakü’ye dönmüşlerdi. Evin kapısını açıp içeri girinceye
kadar çocuklarının ölümüne inanmıyorlardı. Kızlarının öldüğünü işte tam bu
sırada, odadaki sessizlik ve çocuğun boş yatağıyla karşılaştıklarında
anladılar.
Balkondan yansıyan ışık kapıdan süzülerek
odaya gri bir renk vermekteydi. Bu grilikte gözüne çarpan her şey onu geçmişe
götürüyor ve yavrusunun yokluğunu hatırlatıyordu. Sanki yavrusunun hatırası
duvarların rengine ve odanın her yerine sinmişti. Bu duyguyu ikisi de biribirinden habersiz,
birbirine itiraf etmekten çekinerek yaşıyorlardı. Günay, aniden “Anne,
kızkardeşim nerede?” diye sordu. Şu anda bu ani soruya cevap vermek ikisi için
de çok zordu. Göz teması kurmamak için yüzünü öbür tarafa çevirse de çocuk
ısrarla sormaya devam ediyordu:
–
Anne, sana soruyorum,
kızkardeşim nerede?
Karısı:
– Köydedir ku-zu-m diyecekken gerisini
getiremedi, sesi titredi ve sözleri bir düğüm gibi boğazına takıldı. Yüreğinin
görünmeyen bir el tarafından çekilip yerinden çıkarıldığını, göğsünde
parçalanan etinin ve gerilip kopan damarlarının acısını hissetti. Nefesi
tıkanmıştı. Yarı açık kapıdan avluya çıkmak istediğinde, arkadan Günay’ın “Baba,
annem ağlıyor.” dediğini duydu. Karısının
hıçkırıklarını duymamak için kapıyı kapattı.
Köye giderken karısı, çocuğun
kıyafetlerini ve oyuncaklarını da toplayarak götürmüş ve bahçenin aşağısında
toprağı kazarak gömmüşlerdi. Evde çocuğu hatırlatacak bir şeylerin bulunmasını
istememişlerdi. Ancak kapı önüne çocuğun oyuncak bebeğinin ayakkabısı düşmüştü. Şu anda bile ölen kızını andığında
hemen kapı önünde düşüp kalan o küçük ayakkabıları hatırlamıştı.
O, çocuğu unutamıyor, bütün varlığında
yaşatıyordu. Hatta uzaklarda değil, yakınlarda bir yerlerde, yanıbaşında
olduğunu hissediyordu. Geceleri, özellikle de sabaha doğru uykuyla uyanıklık
arasında dönüp durduğu anlarda, gözleri kapalıyken bile çocuğun küçücük, yumuk
ellerinin hararetini, sıcacık nefesini hissediyor, kalp çırpıntılarını
duyuyordu. O, penceresi olmayan bu evin karanlık duvarlarında, çocuğun
varlığıyla etrafa yayılan nefis kokuyu ve aydınlığı hissediyor, küçücük yüzünü,
minik berrak gözlerini görüyordu. Görüyor ve nefes almadan sessizce duruyor,
ani bir hareketiyle bebeği korkutacağından çekiniyordu.
Yavrusunun evlerine dönmesini, özellikle
de sabaha doğru gelmesini, çocuğun tamamen unutulmaktan korkmasına bağlıyordu.
Bebek, öldükten sonra varlığını bir daha hissetirmek için dönüyordu. Henüz
bebekken ayrılmak zorunda kaldığı bu evde, kendisi olmadan yaşanılacak bütün
mutlulukların yalan ve efsane olduğunu hissettirmek istiyordu. Bazen bebeğin gelişini
çok açık bir şekilde hisseder ve elini uzatarak ona dokunmak isterdi. Ancak
elleri boşa çıkar ve hemen derin bir keder ve ümitsizliğe kapılırdı. Şafak
sökerken bebeğin kokusu, ışığı ve nefesi, karanlıkla birlikte evi terkederdi. Gözleri
kapalı olsa bile, çocuğun varlığının karanlığa karışarak çekildiğini bütün
uzuvlarıyla görürdü. Karanlık,
çocuğun ona doğru uzanan ellerine, sessiz feryadına aldırmadan dalga misali
çocuğu kucağına alıp götürürdü.
O, kalkarak
çocuğu karanlığın pençesinden koparmak isterdi, fakat ne kadar uğraşsa da
yatağından kalkamazdı. Sonra korkarak gözlerini açar, bebeğin yokluğuna bir
türlü inanamazdı. Bebeğin derlenip toparlanan boş yatağının aslında dağılmış
olduğunu, ter koktuğunu ve hâlâ sıcak kaldığını zannederdi.
Çocuğun hastanede vefat ettiği gün, işten
erken ayrılmış, arkasından Göyüşov sahaya uğrayıp onu yerinde bulamamış ve “Neden
işte değil?” diye sinirden köpürmüştü. Arkadaşlarından kimse cevap vermeyince yüzünü
ekip başına dönerek “Bu ne biçim başına buyruk bir hareket? Ben burada değilken
kendi bildiğinizi mi okuyorsunuz? O adam izni kimden aldı?” diye sormuştu. Ekip
başı, “Ben izin verdim, çocuğu hastadır, işten ayrılalı henüz bir saat bile
olmadı.” diye cevap vermişti.
–Başka zaman olsa dürüstlükten, adaletten
dem vurur. Güya biz işçileri önemsemiyor, onlarla ilgilenmiyormuşuz. Ona bir
sorun bakalım, kendisi doğru dürüst çalışmadığı halde neden ilgi bekliyor?
Üstelik benimle ev kavgasına tutuşmuş. Bütün ülkede beni rezil ediyor. Şikâyet
etmediği yer yok. Sürekli, “On yıldır çalışıyorum.” diyor. Meğerse hep böyle yarım
yamalak çalışıyormuş. Toplantılarda da çıkıp ağzına geleni söylüyor, siz de
alkışlıyorsunuz.
– Yoldaş Göyüşov, vallahi çocuğu hastadır.
Başka şey olsaydı izin vermezdim. Zaten kendisi de boş yere izin almaz, diyerek
ekip başı onu savunmak istemişti.
– Nasıl yani? Biz burada ne güne duruyoruz?
Neden bizden izin istemiyor? Çünkü niyeti kötü. Müdür olarak beni saymıyor.
– İki saatlik bir iş için merkeze kadar
gitmesine gerek var mıydı?
– İki saat için niye? Çocuğu hasta değil mi? Gelip insanca izin isteseydi
üç günlük izin verirdim. Biz de insanız, her şeyi anlıyoruz. Sözde vicdan
sahibiyim, diye hava atıyor. Namustan,
dürüstlükten dem vuruyor. Ne bileyim gerçek müdür şöyle yapmalıdır, böyle yapmalıdır.
Utanmasa kırk yıllık müdürüne ders verecek.
– Yoldaş Göyüşov...
– Yeter artık! Hepiniz aynısınız! İyilikten
zerre kadar anlamıyorsunuz. Başka bir şey söylemeden hışımla arabaya yöneldi,
kapıyı açarak “Ona söyleyin, artık işe gelmesin, direk yanıma uğrasın!” dedi.
Bu sözlerin hangi sebeple söylendiğini
biliyordu. Bir ay önce genel toplantıda konuşma yaparak Göyüşov hakkında kötü
şeyler söylemiş, onu eski yönetimdekilerle mukayese etmişti. İşin ilginç tarafı,
şimdiye kadar kimse Göyüşov’un kusurlarını söylemeye cesaret edememişti. Çünkü
Göyüşov, gerçekten korkulacak biriydi. Aklına koyduğunu yapardı ve onunla
zıtlaşmak için pek çok şeyi göze almak gerekirdi. Bütün bunları bildiği halde,
içinde birikenlerin hiçbirini saklamamıştı. Salondakilere dönerek “Yoldaşlar,
biz sıkıntılarımızı bilip çözmesi için aramızdan Göyüşov’u seçtik. Çünkü Göyüşov
yıllardır bu idarede çalışmaktadır. İşçilikten müdürlüğe terfi etmiştir. Gelin
eğri oturup doğru konuşalım. Göyüşov müdür olduğu günden beri bu idarede her
şey alt üst oldu. Ne ihtiyara saygısı var ne de gence sevgisi. Ben bir işçi
olarak toplantılarda defalarca bu konuyu gündeme getirmek istesem de belki
durumdan rahatsız olan bir başkası konuşur diye susup beklemeyi tercih ettim. Şimdi
bakıyorum ki kimse durumdan şikâyetçi değil veya Göyüşov’la bozuşmak istemiyor.
Salonda uğultu koptu. Gözler, parlayan,
ışık ve sevgi dolu gözler, hem sevgi hem de korku hissiyle ona bakıyordu. Bu
gözlerin ışığında, Göyüşov’un yüzü sürekli değişip geriliyor, fakat o, konuşmuyor,
onun konuşmasına engel olmuyordu. Elindeki
dolma kalemin kapağıyla oynayarak öfkesini yatıştırmaya çalışyordu. Belki
de başmühendisin veya müdür yardımcısının onu susturmasını bekliyordu. Ama
onlar da hayretle dinliyor, böyle bir şeyin olabileceğine hiç ihtimal
vermiyorlardı. O ise gittikçe coşuyor ve anlatmaya devam ediyordu:
– Bu idarede Göyüşov’un rüşvet aldığını
bilmeyen yoktur. Ama bir Allah’ın kulu sesini çıkarıp bir şey demiyor ve
diyeceği de yok gibi. Çünkü herkes işimden, hatta canımdan olurum diye bir şey söylemiyor.
Göyüşov sahtekârdır. Geldiği günden beri bakın bakalım ev alma konusunda kimlere aracılık yapmıştır? Siz o
insanların kim olduğunu ve hangi yollarla ev aldıklarını da biliyorsunuz ama
söylemiyorsunuz. Bu gidişle de söylemeyeceksiniz. Ben on yıldan beridir kirada
oturuyorum ve durumumu defalarca Göyüşov’a söyledim. Şu anda tavuk kümesinde
bile oturmaya razı olacak kadar vahim bir durumda olduğumu ona bildirdim.
Artık salona sakinlik çökmüştü. Herkes
sessizce onu dinlemekteydi. Öyle bir sessizlik hâkimdi ki sinek uçsa duyulacaktı.
Salondakiler onu sessizce dinlemeselerdi aslında bunları hiç söylemeyecekti. Artık
duramadı ve “Size soruyorum, Mikail’in ölümünden kim sorumludur? Sanırım asıl günahkâr
Göyüşov’un kendisidir.” dedi.
Mikail bir yıl önce ölmüştü. Öyle dehşetli
bir şekilde can vermişti ki hatırlayınca insanın tüyleri diken diken olurdu.
Mikail bu kurumda sadece bir ay çalışabilmişti. Gece iş yerinde kaza olmuş, bütün ışıklar sönmüştü. Göyüşov acil durum ekibi oluşturmuş ve hemen
sorunun giderilmesi için çalışmalara başlanmasını emretmişti. Ama gecenin
karanlığında çalışmak çok zordu ve üstelik aletlerin tamamı eski idi. Sabaha kadar beklemek daha uygun olurdu. Ama
Göyüşov’un emrinden çıkmanın, bir dediğini iki etmenin imkânı var mıydı? O gece
Mikail, yüksek voltajlı elektirk direğinin tepesinde âdeta eriyerek parçalanmıştı.
Ama Göyüşov da Göyüşov idi. Bu yüzden başmühendisi derhal işten kovmuş, bu işte
zerre kadar suçu olmayan insanlara soruşturma açarak uyarı cezası verdirmişti.
Herkesin bildiği gerçek suçlu ise cezasız kalmıştı. İnsanları en çok üzen şey
ise Göyüşov’un suçlu olduğu halde susması ve suçu başkalarına atması olmuştu.
Şimdi Mikail’in adı anılınca, Göyüşov
beyninden vurulmuşa döndü. Çünkü Göyüşov bu adı unutmak, bir daha hatırlamamak
üzere zihninden silmek istiyordu. Mikail’in adı anıldığında, kendisi itiraf etmese
de günahkâr olduğunu bilen Göyüşov endişeleniyor, onu korku basıyordu. Bu ölüm,
Göyüşov’un daha yüksek mevkilere tırmanacağı yolda kara bir engeldi ve o, bu
engelin karşısında kendisini güçsüz ve çaresiz hissediyordu.
– Şu anda Mikail’in ailesi ihtiyaçtan
kıvranmaktadır ama yönetimdekilerden kimse bununla ilgilenmeyi aklından bile
geçirmiyor. Mikail iş kazasında öldü, dört tane yavrusu yetim kaldı. Kim
geçindirecek onları? Nasıl, ne ile geçinecekler? Onlara ekmeği kim verecek? Siz, Göyüşov, bu konuda
zerre kadar da olsa düşündünüz mü? Tabii ki hayır! Şayet düşünseydiniz,
Mikail’in evraklarını yok etmek yerine, devletin bu konudaki kanunlarını uygulardınız.
Güya hiç burada, bu isimde bir işçi olmamış, burada çalışmamış, ne bileyim daha
ne entrikalar… Bu da gerçekleşmeyince suçu başmühendisin üstüne yıktınız. Böyle başarılı bir elemanı iki
gün içinde iftirayla kurumdan kovdurdunuz. Neymiş efendim, sizin adınıza
herhangi bir leke sürülebilirdi.
İnsanlar toplantıda olduklarını unutarak
âdeta büyülenmiş gibi dinlemekteydi. O ise konuştuklarından zevk alıyordu.
Çünkü yıllarca içinde sakladıklarını, söylemek isteyip de söyleyemediklerini
anlatıyordu. Kuş gibi hafiflemişti. Bu konuşmadan sonra Göyüşov’un asla onu
idarede barındırmayacağını, bir bahaneyle hemen kovacağını biliyordu. Ancak
inadı tutmuştu, çalışacaktı. Göyüşov’a inat çalışacaktı. Hem de öyle dikkatle
çalışacaktı ki Göyüşov onu kovabilmek için asla bahane bulamaycak, öfkesini,
ona olan garezini yutmak zorunda kalacaktı. Bundan sonra başına nelerin geleceğini,
kaderin kendisini nereye sürükleyeceğini nasıl bilebilirdi?
Toplantıdan sonra Göyüşov, o toplantıyı
da, toplantıda o kadar insanın karşısında hakarete uğradığını da unutmuş gibi
duruyor ve sanki aralarında hiçbir şey olmamış gibi davranıyordu. Ama o, Göyüşov’u
tanıyor, fırsat kollamakta olduğunu biliyordu. Göyüşov işinin kurdu bir adamdı.
Keşke o toplantıdan sonra dilekçesini yazarak
işten ayrılsaydı. Şehirde ona iş mi yoktu? Daha olmadı, her şeyi bırakıp köyüne
dönerdi. Evi de boşverirdi, okumayı da. O zaman bütün bu belalar da başına
gelmezdi. Nerede olursa olsun, bir lokma ekmeği bulur ve yavrularıyla birlikte geçinip
giderlerdi. Bu dünyada kim açlıktan ölmüştü? Bir tek o mu ölecekti açlıktan?
Uykusundan taviz vererek geceler de çalışırdı. Üniversitede okumayı da temelli
unuturdu. Nesine gerekti üniversite okumak? Üniversite mezunu olup da ne
yapacaktı? Mezun olanlar işsizlikten sinek avlıyorlardı. Bütün bu yaşadıkları
karşısında o zamanki sıkıntıları hiçbir şeymiş. Ama böyle haksızlık da olmamalıydı.
Daha ne kadar ihtiyaç içinde yaşamalı, mahrumiyete, sefalete
katlanmalıydı? İçin için eriyor, solup
gidiyordu. İhtiyaç bir urgan misali elini, kolunu sımsıkı bağlıyordu. Ne kendisinin, ne de karısının doğru dürüst
giyecekleri yoktu. Yazın yine bir şekilde idare edilebilirdi, kışın ise durum
daha vahimdi. Yıllardır karısı, aynı eski ve ince yağmurlukla kışı geçirmekteydi.
Kendisinin de kalın kıyafetleri yoktu. Üsttelik kışın giyinmek zorunda kaldığı
montunun gerçek rengi bilinmiyordu ve giyilecek bir tarafı da kalmamıştı. Ama karısının eski giysilerini görünce kendi
ihtiyaçlarını unutuyordu. En çok karısının hiçbir şey söylememesi,
kıyafetlerinin eskiliğini ve inceliğini dert etmiyor gibi görünmesi onu
kahrediyordu. Bu konuda bir defa bile söz etmemiş, tam tersine, her zaman
kendisini teselli etmeye çalışmıştı. Hiç olmazsa kuru teselli ile kocasına
destek olmak, ailenin yükünü biraz olsun hafifletmek istemişti. Çünkü kocasının
sıkıntılarını ve ihtiyaçtan bunaldığını o da bir kadın olarak farkediyordu. Evli oldukları bunca yıl içinde kocası paltoyu
bırak, üstündeki paçavraya dönmüş yağmurluğunu bile yenileyemiyorsa, demek ki
bunun acısını içinde çekiyor, sıkıntısı altında eziliyordur. Bu durumda, herhangi
bir ihtiyacı dile getirmenin bir anlamı var mıydı? Belki de karısı sıkıntılı
durumlarından şikâyet etseydi, homurdansaydı kendisini bu kadar da üzmezdi. Ama
karısının dayanma gücü, kararlılığı onu çok sarsıyordu.
O gün, izinsiz işten ayrıldığı için Göyüşov
hakkında soruşturma açmış, daha kötüsü ise adını ev alacaklar listesinden çıkartmıştı. Bu listeden çıkarılması bütün ümitlerini yok
etmişti. Göyüşov, başka bir kötülük yapsaydı, hatta onu işten attırsaydı bile
kendisini bu kadar üzemezdi. Ona bütün bunları, işe geldiği gün haber verdiler.
Çocuğunu defnettikten tam bir hafta sonra işe başlamıştı.
Bir türlü kendisini toparlayamıyordu.
Yavrusunun açlıktan ve imkânsızlıktan öldüğünü düşünüyordu. Gözünde her şey
değerini kaybetmişti. Evin, ailenin dertlerini tamamen unutmuştu. Saatlerce
gözlerini bir noktaya dikip duruyordu. Karısı ondan daha dayanıklıymış ki böyle
zor durumlarda kocasını o teselli ediyordu. Ama hiçbir şey onun derdini
azaltmıyor, günlük hayata dahi uyum sağlayamıyordu. Artık bir daha çalışamayacağını
ve bir daha eline iş alamayacağını düşünüyordu. Hayat onun için tamamen
değişmişti.
Bir hafta sonra işe başladığında tam
olarak toparlanamamıştı. Sanki iş arkadaşlarından ayrılalı yıllar olmuştu. Bu
insanlar şimdi ona tamamen yabancı ve uzak idiler. Yavrusunun öldüğünü kimseye
söylememişti. Çocuğunun ölümü dolayısıyla kimsenin, özellikle de Göyüşov’un
kendisine acımasını istemiyordu.
Öğleye doğru, Göyüşov’un arabası
göründüğünde canı sıkıldı. Şu anda Göyüşov’la konuşmak istemiyordu. Sadece
onunla değil kimseyle konuşmaya hevesi yoktu. Beyninde bir uğultu başlamıştı ve bu uğultu, katlanması güç bir ağrıya
dönüşerek şakaklarından, boynunun damarlarından geçerek vücuduna iniyordu. Sonrasını
hatırlayamıyordu.
Göyüşov’un dizlerinin yavaş yavaş bükülmesi
ve alnından kanın fışkırması hâlâ gözlerinin önünde canlanmaktadır. Ona bir taş
parçası mı fırlatmıştı yoksa çekiç mi? Elinde tuttuğu nesnenin demirden
olduğunu, bir demir parçası olduğunu hatırlıyordu. Nasıl fırlattıysa kocaman
adam, sadece bir kez ağzını açıp kapatabildi. Gözlerinin parıltısı, kapanmadan
önce yıldırım gibi çakıp geçen o parıltı da hatırındaydı. O parıltıda hangi
ifade saklıydı? Nasıl anlaşılabilirdi bu
parıltının, bu ışığın anlamı? Aman
Allahım, o dağ gibi adam, nasıl da çırpınıyordu? Ağzından, burnundan köpüklü
kanlar akmaktaydı. Yarasından fışkıran kanın sesini de hatırlıyordu. Ortalığı
bir velvele kaplamıştı. Ne yapacaklarını bilmiyorlardı. Onu tamamen
unutmuşlardı. Genç yaşlı demeden herkes sessizce durup olup biteni anlamaya
çalışıyordu.
– Hemen acil çağırmak gerekir, dedi birisi.
– Evet, evet, acele edin. Hadi çabuk olun.
– Söylecek laf buldun sen de. Burada
telefon ne gezer?
– Yukarıdaki istasyona gitmek lazım. Neden
burada durup bakıyorsunuz? Koskoca adam ölmek üzeredir, siz ise
seyrediyorsunuz.
– Peki, onun kendi arabası nerede? Şoförünü
nereye gönderdi?
– Şoförünü kendisi geri göndermişti.
Galiba karısını bir yere götürecekti.
– Tuu senin yüzüne…
– Yahu, insaf edin, birisi istasyona koşup
acil servisi arasın.
– Buradan istasyona kadarki yolu biliyor
musun sen? Dört kilometre, üstelik ambulansın şehirden buraya gelmesini
beklersen….
– Yahu, şimdi adam burada gözümüzün önünde
can çekişirken biz eli kolu bağlı bir halde seyredecek miyiz?
Kan fışırtıyla akmaya devam ediyordu.
Aktıkça sol elinin yanında bir kan göleti oluşturuyordu. Bu gölet gittikçe
büyüyor ve cesedin parmaklarına doğru yaklaşıyordu. Kanın böyle akıp gitmesini görmemek için
yüzünü yana çevirdi. Kolları bir ağacın dalı gibi iki yana sarkmıştı. Birisi
kalabalıktan ayrılıp istasyona doğru yürüdü.
Sanki insanlar bunu bekliyorlarmış. Yardım
ederek cesedi düz bir yere sürüyüp boş torbaların üstüne uzattılar. Artık
yaradan akan kan dinmiş, cesedin kanı çekilmiş, yüzü bembeyaz olmuştu. Ama demir
parçasının başına değdiği sırada yüzüne çöken o ifade hâlâ duruyordu. Ve
yüzünün bu ifadesi onu cesetten çok canlıya benzetmekteydi.
Güneyden esen rüzgâr gittikçe
güçlenmekteydi. Rüzgâr şiddetlendikçe boz renkli kum bulutu etrafı sarıyor ve
bir adım ötesini görmek imkânsızlaşıyordu. Bir yandan rüzgârın sıcaklığı, diğer
taraftan ise havaya yayılan kum tanecikleri onu çileden çıkarıyor ve nefes
almasına imkân vermiyordu. Karanlıkta yürüyormuşcasına adımlarını korkarak
atıyordu. Elleriyle gözlerini kapatarak yürüyordu. Ama hangi semte doğru
gittiğini unutmuştu, ayağını yerden kaldırmadan rüzgâr kumları savuruyordu.
Aniden, karşı tarafta başlayan şiddetli fırtına her yeri kasıp kavuruyordu. Gökyüzüne
doğru havalanan kum hortumu kıvrılarak uzaklaştı. Fırtına o kadar korkunç ve
güçlüydü ki az daha ayaklarını yerden kesecekti. Üstüne yürüse belki de onu
savurup götürecek ve daha havadayken boğarak sahranın bilinmeyen bir yerine
fırlatacaktı.
Durup bekledi. Kum denizi kulaklarını
sağır edercesine uğuldamaktaydı. Yakınındaki ve uzağındaki fırtınaları, gökyüzüne
doğru savrulan hortumları gördükçe çok korkuyordu. Sahranın bu kadar korkunç
olabileceği aklının ucundan bile geçmezdi. Ve bir anda sahranın da insan gibi
canlı olduğunu; insanlardan ve yasalardan kaçmış olan kendisine düşmanlık
yaparak, dünyanın bu ıssız köşesinde onu öldürmek için teke tek dövüşe
çağırdığını düşündü. Şimdi yeniden dehşetli kum, hortumuyla geri dönecek ve bir
daha üstüne saldıracaktı. Ağzına, burnuna ve gözlerine dolarak dişleri arasında
çıtırdayan kumun sıcaklığı nefsini kesiyordu. Fırtınanın ve kum bulutunun uğultusu
arasında rüzgâr dinmezse hemen o anda, ayakta ölebileceğini düşündü.
Birden ne hatırladıysa gömleğini çıkarmaya
başladı. Gömleğini çıkarıp başına sardı ve bohçayı kucağına alarak yüzükoyun
yere uzandı. Sahradaki uğultu az da olsa dindi. Ama rüzgâr, kumu savurarak üstünü
örttü ve kıpırdamasaydı büyük ihtimalle kumun altında kalacaktı. Ne zaman
uykuya daldığını bile farketmedi.
Rüyasında, ayda yangın çıktığını
görüyordu. İtfaiye arabalarının çoğu gelmiş, beklemekteydi. Gökyüzünü kaplayan
alevleri nasıl söndüreceklerini bilmiyorlardı. Alevler gittikçe bütün semayı
kaplıyordu. Ne kadar uğraşsa da lastik hortumların aya ulaşmadığını
farkediyordu. Ay, yaklaşarak tahminen yeryüzünün bir kilometre ilerisinde
beklemekteydi, ama yine de hortumlar ulaşmıyordu. İtfaiyeciler telaşla oraya
buraya koşuşturuyorlardı. Yangını biraz zayıflatır ümidiyle yağması beklenen yağmur
da bir türlü yağmıyordu.
Uyandığında hava kararmış, gökyüzünde
küçük yıldızlar görünmeye başlamıştı. Az önce âdeta dünyayı titreten rüzgâr dinmiş,
şaha kalkmış kum denizi sakinleşmişti. Hava da su gibi dupduruydu.
Akşamın bastırması, havanın böyle âniden
kararması onu hayrete düşürdü. Oysaki az önce fırtına koptuğu sırada, gömleğini
başına geçirerek rüzgârdan korunmak için yüzükoyun yere yattığında öğle zamanıydı.
Günler bu kadar kısa mıydı?
Yıldızlar gökyüzünde yorgun yorgun parlamaktaydı. Uyanmış olmasına ragmen
ayağa kalmak istemiyor ve sırtüstü uzanıp yatıyordu. Gözlerini, büyülenmişcesine gökyüzünden
ayıramıyordu. Sema aynı sema idi, yıldızlar da aynı şekilde parlamaktaydı. Buradan çok çok
uzaklarda bir yerlerde annesi, karısı ve çocukları aynen böyle bir sema altında
uzanmaktalardı. Gökyüzü her yerde aynı değil miydi?
Gördüğü rüyanın ve az önce şahlanan kum
denizinin ürkütücülüğünü hâlâ atlatamamıştı. O korkunç fırtınada yatıp
uyumasaydı ve korkunç olduğu kadar da hasret ve ümit dolu o rüyayı görmeseydi
belki de uzun süre toparlanamayacaktı.
Öğleyin fırtına bastırmadan önce, bu akşam,
hava kararmadan güvenli bir yerlere varması, yaşamını devam ettirmesi, yok yok
devam ettirmesi değil de kendisine sığınacak bir yer bulması gerektiğini
düşünüyordu. Ve fırtına başlamadan önce yerleşmek ve ömrü boyunca sığınıp
kalmak istediği yerin, bu akşam havanın kararmaya başladığı bu mekân olduğunu
düşünmekteydi. Ama şimdi rüzgâr dindikten ve hava karardıktan sonra yıldızlı
semaya bakarken bundan sonra bir daha kendisine yeni bir vatan bulamayacağını
düşünüyordu. Engin ve karanlık gökyüzü, esrarengiz bir biçimde parlayan yıldızlar ve gecenin
sessizliği, sonsuzluk, karanlık ve yalnızlığı akla getirmekteydi. Ve o, bu
duygulardan başka bir şey hayal edemiyordu.
Bu birkaç ayın sıkıntı dolu günlerinde, ömrü bir rüya gibi hissedilmeden geçip gitmişti.
(Acaba ömrünün geri kalanı da böyle farkedilmeden geçip gidecek miydi?) Hayat
ona yasaklandıysa ve yaşama hakkı tamamen elinden alındıysa neden hâlâ bir
yerelere yetişmeye, bir şeyler yapmaya can atıyordu? Sanki bütün bu karanlıkların
koynunda akıl almaz, hayal edilemez bir ümit kıvılcımı parlamaktaydı. O, bu ışığı
görmüyordu; fakat bütün varlığı ile duyup hissediyordu. Onu hayata bağlayan ve
en ümitsiz, en zorlu fırtınalardan kurtarıp çıkaran da bu ışıktı.
Rüzgâr dindikten sonra havada ilginç bir
koku ve rutubet hissedilmekteydi. O, bu kokunun ve rutubetin ne taraftan
geldiğini bilmiyordu. Sadece, bunların rüzgârdan artakaldığını biliyordu. Peki,
bu rüzgâr ne taraftan esiyordu? Neden öğle vakti rüzgâr, kum denizini gökyüzüne
savurduğunda, o bu kokuyu farketmemişti? Neden bu koku ona bu kadar tanıdık
gelmekteydi? Yoksa rüzgâr bu koku ve rutubeti onun çok sevdiği vatanından ve
yurdundan mı getirmekteydi? Gözlerini kapatarak rüzgârın kokusunu ciğerlerine
çekiyordu.
IV. Bölüm
Sonbahar yağmurları başlamıştı. Günlerdir
aralıksız yağan yağmurdan şehri sel basmıştı. Şimdiye kadar hiçbir yerde
böylesi bir yağmur ve sel görülmemişti. Kaderin sürükleyip getirdiği bu şehirde,
gece gündüz ara vermeden yağan yağmur, onu hayata bağlayan her şeyi alıp
götürdü. Bu süre zarfında mevsimleri tamamen unutmuştu. Bir lokma ekmek peşinde
koştururken çevresinde olup bitenden hiç haberi yoktu. Şafak vaktinden hava
kararıncaya kadar yaz kış, yağmur çamur demeden sokak sokak, köşe bucak
gezmişti. Ama şimdi dinmek bilmeyen bu azılı
yağmur, ona dünyanın sonunun geldiğini hatırlatıyor ve körelmiş duygularını
yeniden uyandırıyordu.
Kendisinin bir zamanlar katil olduğunu
yıllar önce unutmuştu, şimdi korktuğu tek şey açlık duygusu idi. Bazen tok
olduğunda bile tokluğunu unutuyor ve içinde nasıl bastıracağını bilemediği bir
açlık duygusu başkaldırıyordu. Açlık dipdiri, canlı bir varlık gibi zaman zaman
bütün vücudunun ayrılmaz bir parçasına dönüşüyordu
ve ondan kaçıp kurtulmak da imkânsız oluyordu.
Gün boyunca limana gelip giden gemilere
bakıyordu. Gemiden inen yolcuların içinde, gözleri birisini aramaktaydı.
Yıllardır limana gelen gemilerden onun beklediği kimse inmiyordu. İntizar ve
hasret dolu günler birbirini kovaladıkça ümidini büsbütün yitiriyordu. Son zamanlarda
bütün vaktini limandaki köprüde geçiriyordu. Yıllardır beklediği şahsı, kalabalıkta
göremeyip kaçıracağından korkmaktaydı. Belki de bu şahıs, defalarca onun
peşinden gelmiş fakat bulamamıştı. Yabancı bir muhitte, yabancı bir şehirde onu
bulmak kolay olmasa gerekti. Önceleri bunu düşünmemişti. Aksi takdirde gün boyu
bir an da olsa limandan ayrılmaz, tam zamanında onu karşılamaya çıkardı. Artık
bütün zamanını sahilde geçirmekteydi. Gemiler sürekli gelip gitse de onun
beklediği kişi bir türlü gelmek bilmiyordu.
Limandaki saatin akrep ve yelkovanı tik
tak yaparak zamanı tüketiyordu. O, saatin bu tik taklarını beyninin içinde hissediyordu. Çarparak insan ömrünü
tüketen kalp misali saatin tik takları da onda acayip bir ümitsizlik
uyandırıyordu.
Kulağına lokantanın otomatik kapısından
etrafa yayılan çılgın kahkaha sesleri ulaştı. O, sadece bir defa bu lokantada oturmuştu.
Tanımadığı yaşlı bir kadın onu lokantaya davet etmişti. Öylesine, zorla kolundan
tutarak çekip götürmüştü. Üstünün perişanlığından dolayı görevli onu içeri
almak istememiş, ancak kadın onun avucuna bir üçlük sıkıştırdıktan sonra içeri
geçebilmişlerdi. Hemencecik köşedeki boş masalardan birine oturmuşlardı. O, hiçbir zaman lokantada bulunmamış ve
bu şehre ayak bastığı günden beri de burada böyle bir yerin olabileceğini
aklına getirmemişti. İçeriyi seyrederken büyük ihtimalle bu kadının kendisini
kandırdığını ve az sonra farkettirmeden ortadan kaybolacağını ve lokanta çalışanlarının
de parayı vermediği için polis çağıracaklarını düşünmekteydi.
Garson geldiğinde kadın menüdeki bütün yemeklerden sipariş vermişti. Kısa
sürede masa, uzun zamandan beri unutmuş olduğu çeşitli yiyeceklerle donatılmıştı.
Lokantanın ön kısmında orkestra, yabancı bir müzik çalmaktaydı. Müzik sesleri
eşliğinde yemek yemeğe hiç alışkın değildi. Kadın da bunu hissetmiş olacak ki
müzisyenelere, müziği kesmeleri için işaret etti. O, yemeğini yerken kadın onu
seyrediyordu. Seyrediyor ve gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Annesi sağ olsaydı,
yalnız o, böyle içten ağlayabilirdi.
Limanda annesini kaybeden bir çocuk,
yüksek sesle ağlamaktaydı. Çocuğu sakinleştirerek annesini bulmasına yardımcı
olmak istedi. Yaklaşarak kolundan tutmak isterken çocuk, onun kıyafetlerinden
mi yoksa saç ve sakalının dağınıklığından mı korkmuş olmalı ki bağırarak kolunu
çekti ve daha yüksek sesle annesini çağırarak ağlamaya devam etti. Yağmur
önceki gibi yağmaya devam ediyordu. İnsanlar limandaki merdivenlerden
koşturarak aceleyle inip çıkıyorlardı. Bu yağmurda, sel suları arasında kimse
annesini kaybeden bu çocuğu önemsemiyordu. Sanki kimse bu çocuğu görmüyordu.
Çocuk da sağanak yağmurun altında öylece duruyordu. Soğuğu ve yağmuru farketmeden
ağlayak annesini arayan bu altı yedi yaşındaki kızcağızın haline acıdı. Kalkıp
koltuk değneğine yaslanarak çocuğa yaklaşmak istedi. Daha bir iki adım atmadan
çocuk onun geldiğini görüp daha da yüksek sesle ağlayarak insanların arasına karıştı
ve gözden kayboldu. Geri dönerek önceki yerine oturdu. Çocuk kalabalığa
karışarak gözden kaybolsa bile bu kadar gürültünün arasında yine de onun sesini
duyuyordu.
Soğuktan zangır zangır titremekteydi. Rüzgâr,
buz gibi yağmur tanelerini yüzüne çarptıkça âdeta nefesi kesiliyordu. Birbirine
değen dişlerinin sesi kulaklarında çınlıyor, ne kadar uğraşsa da vücudundaki
titremeyi durduramıyordu. Sanki damarlarındaki kan da soğumuş ve aktıkça da bu
soğukluk vücuduna yayılıyor, eli kolu buz kesiyor, katılaşıp odun gibi
oluyordu. Havaların soğumasıyla kesik bacağı da çok acıyordu. Sanki bacağına
iğne batırıyorlar ve bu iğne kemiklerine kadar işliyordu. Her defasında soğuk,
bacağının kesilmiş yerinden başlayarak bütün vücuduna yayılarak gelip
gözlerinde dururdu. Gözbebekleri bile üşüyordu. Üşüyen gözbebeklerinde
soğuktan, yağmurdan ve ayazdan başka hiçbir şey göze çarpmıyordu. O, dünyayı
soğuk bir renkte görüyordu. Hiçbir şey onu ısıtamıyordu.
Havalar soğuduğundan beri bükülmüş belini
kaldıramıyordu. Yüzüne çarpan buz gibi soğuk yağmur taneleri, dünyadaki bütün
sıcaklıkları, güneşin varlığını ve beklenen sıcak yaz günlerinin geleceğini ona
unutturuyordu. Bu soğuk ve rüzgârlı yağmurun dinmeyeceğini, yeryüzünün bir daha
asla ısınmayacağını ve bu yağmurun bu soğuk dünyayı ebediyen terk etmeyeceğini
zannediyordu. Bu sağanağın, bu selin, bu soğuk ve ayazın dünyada ebediyen var
olacağını düşünüyordu. Bütün iç organları da âdeta buz tutmuştu. Yazın sıcak
zamanlarında bile o buz katmanlarının amansız soğukluğunu hissetmekteydi.
Hissedince de kışın en şiddetli vaktindeymiş gibi titremeye başlıyordu.
İçinden saymaya başladı. Bazen gün boyunca
yapayalnız oturup kendi kendine sayı sayardı. Saymak onu öyle meşgul ederdi ki
günün bittiğinden bile haberi olmazdı. Önceleri bir insanın gün boyunca kaça
kadar sayabileceğini ve bu sayıyı aya, yıla ve insan ömrüne çarparak sonucun
kaç çıkacağını öğrenmek isterdi. Belki de bu hayatın sırrı rakamlardadır ve kim,
ne kadar çok sayarsa o kadar çok yaşayacaktır. Saymak da diğer işler gibi onu
uzun süre oyalayamıyor ve yorararak bitkinleştiriyordu.
Gece bastırıyordu. Aman Allahım, bu gecenin
sabahı nasıl olacaktı? Sabaha kadar nasıl sabredip dayanacaktı? Bir gün değil,
beş gün değil, bir ömür boyu insan buna dayanabilir miydi?
Geceleri, düşüncelere gark olurdu. Bu
düşüncelerin ağırlığına dayanamıyordu. Geçmiş günlerini düşünmekten hafızası
bile sanki kabuk bağlamış, nasırlaşmıştı. Sabah oluncaya kadar zihninden binbir
düşünce geçerdi. Düşüncelerin pençesinde kıvranarak sabahın olmasını bekliyordu
ama bir türlü sabah olmuyordu. Uykusu kaçmış,
uyumak onun için azap ve işkenceye dönmüştü.
Bazen geceleri, zamanın geriye doğru çalıştığına inanası geliyordu. Çünkü
gecenin bu kadar uzun olduğunu hiçbir zaman hissetmemişti. Tam tersi, önceleri
uykuya doyamadığından şikâyetçiydi. Sabaha doğru etraf aydınlanmaya başlarken
gece bastıran ağır düşünceleri yavaş yavaş uzaklaşırdı. O zaman biraz hafifler
ve her şeyi unuturdu. Kısa bir süreliğine de olsa bütün bunların tekrar
edeceğini unuturdu. Öğleden sonra ise yine uzun geceyi ve bu geceyi nasıl sabah
edeceğini düşünürdü.
İki sarhoş, ona metronun yerini sordu. O,
uzun uzun tarif etmeye başladı ama onlar dinlemeden çekip gittiler.
Bu şehre geldiği günden beri kendisine
lanet okumaktaydı. Başka bir yerde; çölde, ovada veya ormanda bile yaşamış
olsaydı belki bundan daha güzel bir yaşamı olurdu diye düşünmekteydi. İnsanlardan uzakta kendisiyle, kaderiyle
başbaşa yapayalnız yaşamak insan denizinde yüzmekten kat kat iyiydi. O zaman
hiç olmazsa insanları özler, özlediğini bilirdi. En azından, neden mutsuz
olduğunu, insanlarla ve toplumla bağlantı kurmanın kendisine neden yasaklandığını
anlamış olurdu. Ama şimdi burada, insan denizinde batmakta, boğulmaktaydı ve
kimse ona yardım etmiyordu. Onu görmüyor, duymuyorlardı. Bu kadar insanın
arasında yalnızdı. Ve zamanla bir şehirle ve onun insanlarıyla kuşatıldığını da
unutuyordu.
Peki, neden hayatta insanın istekleri
gerçekleşmez, talihi onun arzularına göre şekillenmezdi? İnsanoğlunun hayattan,
ömürden ve kısmetten umduğu ne idi? İnsanoğlunun amacı nedir? Neden insan
yeryüzünün yegâne akıl ve idrak sahibi olan mahlûkudur? Bu akıl, bu idrak
insana ne kazandırır? Bu akıl ve idrakiyle birlikte hayat, insanı nereye
yönlendirir?
O, durup dinlenmek ve bir anlık bile olsa
ömrünün yorucu günlerinin acısını unutmak istiyordu. Fazlası değil, sadece bir
anlığına bunu istiyordu. Ama hayat bir an bile durup dinlenmesine fırsat
vermiyordu. İnsanı ömrünün sonuna, ölüme doğru kovalıyor, sürüklüyor; istese de
istemese de o, bu yolda yürümek zorunda kalıyordu. Hayat demek, durup
dinlenmeden harekette olmak demektir. İnsan, uykusunda bile onu ölüme yaklaştıran
hareketlerinden vazgeçemiyor. Tam tersine, rüyaları insanı daha kısa yoldan
ömrünün sonuna yaklaştırıyor.
İnsanoğlunun son durağı ayağının altındaki
toprak olduğu halde, neden sürekli bir yerlere koşturmaktadır? Neden dünyanın
süsüne aldanarak ayağı altındaki topraktan kaçıp kurtulmanın mümkün olduğuna
inanıyor?
Torpağa bakarken âdeta insan cesetlerini
görüyordu. Parçalanıp çürümüş, toprağa karışmış insan cesetleri… Zamanı
geldiğinde kendisi de diğerleri gibi çürüyüp toprağa karışacak. Üstüne evler
yapılacak, asfalt dökülecekti. Toprağından otlar yeşerecek, ağaçlar bitecek.
Ama bütün bunlar çok geç olacak. İnsan için bu, her zaman çok uzak bir
hakikattir. İnsan bu hakikate inanır, ama onu kendinden uzaklaştırmaya çalışır ve
bu acı gerçeğin uzaklığıyla teselli bulur.
Belki de toprağın insanoğlunu çekmesinin
bir sebebi de yakınlarının varlığının, ruhunun genetik hafızasının toprağa
bağlı olmasındandır.
Peki, insanoğlu akıbetini bildiği halde
nasıl bu kadar unutkan olabiliyor? Oysaki bu acı gerçeklere göz yummak, tatlı
bir rüyayı uzatmak gibidir. İnsanoğlu kendini kandırmakla neyi elde edebilir?
V. Bölüm
Ekiptekiler onun hakkında ne
düşünüyorlardı? Acaba onu merak eden var mıydı? Belki de akıllarına bile
gelmiyordu. Bu zamana kadar gözleri önünde gerçekleşen o kadar ölüm olmuştu ki
üstünden bir hafta bile geçmeden unutuvermişlerdi. Hem de öyle çabuk
unutmuşlardı ki sanki böyle bir insan hiç bu dünyada bulunmamıştı. Ama bu
kadarı da olamazdı. Böyle önemli bir olay gerçekleşecek ve insanlar bunu hemen
unutuvereceklerdi. Bu asla mümkün olacak bir şey değil. Muhtemelen kendisi gibi
diğerleri de onun bu cinayeti işlediğine inanmamaktadır. Zira bu zamana kadar kimseye yüksek sesle bile
bağırmamış, insanların kalbini kırabilecek herhangi bir davranışta
bulunmamıştı. Kimsenin yanında ekonomik durumunun kötülüğünden, yaşama umudunun
tükendiğinden şikâyet etmemişti. Nasıl bir insanmış, neredeyse on yıldır aynı
yerde çalışıyoruz, nasıl birisi olduğunu bir türlü öğrenememişiz, demezler
miydi? Belki de yere bakan yürek yakan kimse misali. İnsanları tanımak
ne mümkün, diyeceklerdi. Büyük ihtimalle, herkes bu olayı kendi kafasına göre
yorumlayacaktı. Çünkü o, mahkeme salonunda konuşmamış, kendisini savunmayı
reddetmişti.
Çocukluğunda, bir zamanlar meşhur bir dram
yazarı olacağına inanırdı. Yazarlık
konusunda kararlı olduğundan fırsat buldukça kitap okuyor ve kendisini bu yönde
geliştirmeye çalışıyordu. Yıllar geçtikçe hayatı, bir tiyatro sahnesi olarak
görmeye başladı. Bir zamanlar yaşamış olduğu hayat, hafızasında kendisinin de
başrolde oynadığı tiyatro oyununa dönüşüyordu. İşin ilginç tarafı, gelecek
hakkındaki arzuları, düşünce ve hayalleri de dram halini alıyordu. Hâlâ bir
daha okuyup inceleme fırsatı bulamayacağı yazıları, dağınık bir biçimde
beklemekteydi. Hiç olmazsa bir günlüğüne fırsat verselerdi, evdeki her şeyini
toplayıp yakacaktı. Ama bir dakikalığına bile fırsat bulup elyazmalarını, evdeki
birçok notlarını düzenlemeye, daha doğrusu yakmaya fırsatı olmamıştı. Evde,
özellikle çekmecelerde kendisine ait ne varsa hepsini toplayıp yakmasını
karısına sıkı sıkıya tembihlemişti. Şimdiye kadar herkesten sakladığı
yazılarının birilerinin eline geçmesini istemiyordu. Neden böyle düşünüyordu? Oysaki
artık hiçbir şekilde kaçınılmaz olan ölüme gittiğini biliyordu. Bunu bildiği
halde neden ölümünden sonra olacakları dert ediyordu? Herkesten sakladığı o
elyazmaları, aslında onun itiraflarıydı. Orada hiçbir şeyi saklamamış, olduğu
gibi yazmıştı. Bu yazılarda o, tamamen kendisini anlatmıştı. Bu yazıları
okuyanlar, onu tanıyıp bilenler onun trajedisini ve bu cinayetteki suçsuzluğunu
anlarlardı. Zaten tamamen suçsuz olduğuna inandığı için trenin penceresindeki
demir parmaklıkları keserek kaçmıştı. Onun yerine kim olsaydı başka türlü
yapmazdı. Onun durumundaki bir insanın yegâne çıkış yolu (Bu iyi bir çözüm
olmamakla birlikte) karşısındakini öldürmekten başka bir şey değildi. Başka
türlüsünü yapmak elde değildi. Zira o kişiyi öldürmeseydi kendisi yaşayamazdı.
O sırada, bir az daha ağırdan alsa ve bir az daha kendisini katlanmaya
zorlasaydı kalbi parçalanacaktı. Bir insanın suçsuz olduğuna inanmıyorlarsa, o
insan suçsuz olduğunu ispat edemiyorsa ne yapması, kime, hangi çarelere başvurması
gerekirdi? Kendisine inanmayan, bütün yapıp ettiklerine şüpheyle yaklaşan
insanlarla aynı ortamda yaşanır mıydı? Bu yaşamaya değer miydi? Yoksa bu
durumda insan, ölümü mü seçmek zorundadır? Önceleri ölümün bir güzellik
olduğunu düşünmüyor muydu? Oysaki her zaman ölümün üstüne üstüne gidenlere, ölümle
yüzleşmeye cesareti olanlara gıpta ile bakmamış mıydı? İnsanın gerektiği anda ölebilmesini, ölmeyi
başarmasını hep takdir etmiyor muydu? Peki, şimdi ne olmuştu? Neden şimdi ölüm,
onun gözünde acımasız bir gerçekliğe dönüşmüştü?
Babasının ölümü onu çok sarsmıştı. Onun
ölümüyle birlikte hayattaki yegâne dayanağını kaybettiğini anlamıştı. Evlatlık
borcunu yerine getirememesi, babasına hiçbir şekilde yardımda bulunamaması onu her
şeyden çok üzüyordu. Bazen şehre, kendisini ziyarete geldiğinde babasının eski
kıyafetlerine baktıkça içi acıyordu. Babası onun eskilerini giyerdi. Zaten
kendisi bu kıyafetleri, kolları ve ceplerinin kenarları yırtılıncaya kadar
giyinirdi. Bu eski püskülerini babasının üstünde görünce kendisine acıyor,
fakirliğini, sefaletini idrak ettikçe ne yapacağını bilemiyordu. Allahım, bir takım
elbise alabilmek bu kadar mı imkânsızdı? Taş çatlasa, bir elbise yetmiş seksen
manat ederdi. Tam on yıldır, yetmiş seksen manatı denkleştirip babasına bir elbise
alamıyordu. Tam on yıldır, her defa babasını eski kıyafetlerle gördükçe için
için yanıyor, her şeyden nefret ediyordu.
Babası, çocuklarından, özellikle de ondan
hiçbir şeyi esirgememişti. Onun şehirdeki borçlarını da babası öderdi. “Canını
sıkma oğlum, her şey yoluna girecek. Kara gün kararıp kalmaz. Kendini sıkıntıya
sokma, bir ihtiyacın olursa bana söyle. Dağ gibi arkandayım. Bir şekilde para
bulur, seni sıkıntıda bırakmam. Ben de çok çektim, parasızlığın ne olduğunu
gayet iyi bilirim. Bana senin sağlığın, iyi haberlerin dışında hiçbir şey lazım
değil.” derdi.
Her başı sıkıştığında babasına koşmasa
bile bu sözler, onun için yeri doldurulamaz bir teselli kaynağı idi. Bu teselli
dolu sözleri duyduğu ve babasının varlığını hissettiği süre boyunca, hayat ona
daha kolay gelirdi. Babasının ölümüyle her şeyin mahv olduğunu, içindeki bütün
ümit ve tesellilerin yıkıldığını hemen anladı. Anladı ve dünya denen bu korkunç
mekânda tek başına kaldığının farkına vardı.
Babasının ölümünü, ona iş yerini arayarak
haber vermiş, idareden sahaya araba göndererek onu almışlardı. O, üç saatlik
yolu nasıl gittiğini hâlâ hatırlayamıyor. Akşam saat yedi civarında evlerine
varmıştı. Yarım saat geç kalsaydı babasının defnine yetişemeyecekti. Arabayı doğruca
mezarlığa sürdürmüştü. Mezarlığa vardığında defin için yapılması gereken bütün
işler tamamlanmış ve tabut, yeni kazılmış kabrin yanına, ıslak toprağın üstüne
konmuştu. Arabadan inip insanların arasına karıştığını kimse farketmedi. Bir
anlık babasının defnine toplanan bu insanların tamamen yabancı olduklarını ve
onu burada kimsenin tanıyıp bilmediğini sandı. Tabuta yaklaşarak son bir kez
babasıyla helalleşmek istiyor ama yerinden kıpırdayamıyordu. Bir adım bile
atarsa yere yuvarlanacağını ve bir daha asla ayağa kalkamayacağını
zannediyordu.
– Geldi, geldi. Fısıltıyla söylenen bu
sözlerde kendisine karşı sonsuz bir acıma duygusu hissetti ve o anda mezarlığa
toplanan insanların arasında kendisinden daha dertli birisinin olmadığını düşündü.
Gözleri karardı. Sonrasını ise hatırlayamıyordu. Babasının mezara konarak
üstünün toprakla örtüldüğünü, mezar taşının dikildiğini, eve nasıl getirildiğini,
hiçbirini hatırlayamıyordu. Babasının defninden aklında kalanlar, bir o tarafa bir
bu tarafa kaçışan insanlar ve ne olduğu anlaşılamayan çeşitli sesler idi.
İnsanlar gelip gidiyor, yiyip içiyor ve
giderken de teselli veriyorlardı. Teselliyi de borç verir edasıyla
vermektelerdi. Bütün verilen tesellilerin boş ve anlamsız olduğu herkese
malumdu. Çünkü bu teselli dolu sözlerde ümit verici bir şey yoktu. Bu teselliler,
onun içindeki ümitsizlik ve dünyanın boş olduğu düşüncesini uzaklaştırmaktan acizdi.
Bu teselliler, hasta birisi, belki ölüm döşeğindeki bir ihtiyar için bile
verilmiş olsaydı belki az da olsa ümit verici olurdu. Ölümden sonra teselliye
yer yoktu, ölümle birlikte bütün ümitler son buluyordu.
Yas için, merhumun üç, yedi ve kırk
merasimleri için bir hayli para gerekiyordu.
O ise cebindeki iki manatıyla köye gelmişti. Evde de para yoktu.
Akrabalara gelince, kendi huyunu biliyordu, onlar ısrarla teklif etmedikleri
sürece kimseden bir şey istemezdi. Evde satılabilir ne varsa tek tek gözden
geçirmiş, yüklükten halıyı çekip almış, avludaki koyunlardan yas merasiminde kesmek
için birkaçını ayırdıktan sonra geri kalanını pazara götürerek ucuz pahalı
demeden alelacele satmıştı. Önceleri, sonrasını düşünmemiş ama her şey
satıldıktan sonra evde bir inekten başka bir şeyin kalmadığını anladığında
durumun ciddiyetini, ümitsizliğini anlamış ve yakında evi, bütün aileyi saracak
olan parasızlığın pençesini ensesinde hissetmişti.
Ailenin bütün sorumluğu onun
omuzlarındaydı. Şehirde kirada oturduğunu, ailesini ve köydeki yalnız annesini
düşündükçe çıldıracak gibi oluyordu. Aileyi hangi parayla geçindirecekti? İki
evi geçindirme telaşıyla geçen ömrün günleri onu bir kurt gibi içeriden
kemirecekti.
Babasının yedisinden sonra şehre döndü ve
bir daha kırkı çıkarken köye gitti. Bütün bu süre zarfında, babasının ölümüne
bir türlü inanamamıştı. Günler keder ve huzursuzluğun ezici ağırlığı altında
geçip gittikçe yaşadıklarının rüya olduğunu zannediyordu. Sanki bu rüyadan
uyanacak ve bütün sıkıntılar geride kalacaktı. Ama zaman geçiyor ve bu amansız
rüyadan uyanamıyordu. Babasızlığa alışamıyordu.
Sonradan yavaş yavaş buna da alıştı, hayatın
bu acı, amansız gerçeği ile barışmak zorunda kaldı. Ama her defasında ihtiyaçla
karşılaştığında sarsılıyor ve babasızlığın ne olduğunu bir kez daha anlıyordu.
Babası öldükten sonra evdekiler de seslerini çıkarmadan fısıltıyla konuşuyor,
birbirleriyle göz göze gelmekten çekiniyorlardı.
Günün birinde bile olsa işiyle,
tahsiliyle, yaşam tarzıyla babasını mutlu edeceğine inanıyordu, ama kısmet
değilmiş...
Şehre yerleştiğinden beri babası sadece
bir defa onun, oğlunun evine gelmişti. Bu günü, ömrünün en kederli günlerinden
biri olarak hatırlamaktadır. Köye gittiği zaman, kendi kiralık evinin adresini yazarak
nasıl gelineceğini babasına anlatmıştı. Babası gelmeden önce telgraf çekerek
evi bulamayacağı için terminale gelip kendisini karşılamasını istemişti. Babası,
oğlunun onu zamanında karşılayabilmesi için hangi otobüsle geleceğini ve
otobüsün kaçta şehre varacağını da yazmıştı. Babasının telgrafını aynı akşam
almıştı. Sabah işe giderken izin alır ve dönerken de babasını karşılar diye
düşünmüştü. Ama işteyken öyle bir durum ortaya çıkmıştı ki izin almak bir yana
bu konuda konuşmak bile abes olacaktı. O
sabah, ekipteki herkesi yakındaki bir santralde meydana gelen kazaya göndermişlerdi.
Durum çok ciddi olduğundan izin konusunu açmak bile gereksizdi. Gün boyunca
kendinde değildi. Sürekli babasının geleceği saati düşünüyor ve saate
bakıyordu.
İşte, saat on bir buçuk oldu. Otobüs ağır
ağır terminale giriyor. Yolcular bir bir iniyor. Babası da ağır ağır
merdivenleri iniyor ve inerken gözleriyle etrafı tarıyor, insanların arasından
oğlunu bulmaya çalışıyor. Zaman geçiyor, otobüs boşaldıktan ve insanlar
dağıldıktan sonra babası otogarda yapayalnız kalıyor. Saat ilerliyor. Babası onu
beklemekten yorulup ahşap banklardan birine oturuyor. Acele etmeden sigarasını
çıkarıp yakıyor ve dumanını keyifle ciğerlerine çekiyor. Oğlunun ne olursa
olsun şu sıralarda mutlaka geleceğine inancı tamdır. Başka türlüsü mümkün
değil. Bu kadar geciktiyse demek ki çok meşguldür. Oğlu öyle boş gezmiyor ki.
İş güç sahibidir, zamanında gelmese de önemli değil, oturup bekler. Belki de
otobüsün geleceği saati net olarak bilmiyordur.
Saat ilerliyor. Epey süredir oturup
sabırla bekleyen adamcağız zaman geçtikçe ümitsizliğe düşüyor, aklına her türlü
düşünce gelmeye başlıyor. Açlıktan ve susuzluktan takati kesilse de yakındaki
lokantaya girerek bir şeyler yemeyi düşünemiyor. Yerinden ayrılırsa oğlu gelip
onu bulamaz ve eli boş bir halde dönüp geri gider diye korkmaktadır. O zaman ne
yapardı?
Saat ilerliyor. Babası iyice meraklanmaya
başlıyor. Aklına her türlü düşünce geliyor. Acaba oğlunun evinin nerede
olduğunu birisine sorsa mı? Muhtemelen onu burada tanıyan çoktur. Baksana kaç
yıldır şehirde çalışıyor. Karşılaştığı bir kadına, oğlunun evinin yerini
soruyor. Kadın cevap vermeden başını sallayıp uzaklaşıyor. Sonra bir başkasına
soruyor. O da gülerek uzaklaşıyor. Daha da sormaya utanıyor.
Saat ilerliyor. O, saatin tik taklarını
âdeta beynindeymiş gibi hissediyor. Sanki çekiçle başına vuruyorlar ve gittikçe
fenalaşmaya başlıyor. Babasının saatlerdir terminalde beklediğini düşündükçe,
böyle aciz ve çaresiz kaldığından dolayı kendisinden nefret ediyor.
Saat ilerliyor. Babası oğlunun başına bir şey
gelebileceğinden endişeleniyor. Yoksa oğlu neden bu kadar geciksin ki? Oysaki
o, sözüne sadıktır. Belki telgrafı almamıştır, geleceğinden haberi yoktur?
Başka ne olabilir ki? Ah, keşke böyle olsa. Yeter ki oğluna bir şey olmasın. O
her şeye katlanır.
Saat onun hafızasında durmuştur artık,
daha çalışmıyor, çalışsa bile o artık hissetmiyordur. İşten çıkar çıkmaz
taksiye biniyor ve onca yolu nasıl geldiğini, terminale ne zaman vardığını
farketmiyor. Koşarak terminalin avlusuna giriyor. Meydan tamamen boştur,
ortalarda kimse görünmemektedir. Kolları ümitsizce yanına düşüyor. Ayaklarında
güç kuvvet kalmadığını, şayet oturmaz veya bir yerlere yaslanmazsa yere
düşüvereceğini hissediyor. Duvara tutunarak yavaşça yere çöküyor. Aniden ahşap
bankta oturan babasını görüyor. İçinden yıldırım gibi yakıcı bir dalga geçiyor ve
onu, sebebini bilemediği ani bir ümitsizlik sarıyor. Bu ümitsizlik içinde
babasına da kendisine de acıyor.
Babası hakkında düşündüğünde, her şeyden
önce bu olayı hatırlıyordu ve her defasında da eğer otogara gelmese bile babasının,
ömrünün sonuna kadar orada oturup aç susuz onu bekleyeceğini düşünüyordu.
Artık önceki gibi şehre katlanamıyordu. En
azından, ayda iki kere köye gidiyordu. Ama bu ona çok pahalıya mal oluyordu.
Hem gidip gelebilmek için para, hem de işten sık sık izin almak gerekirdi.
Bazen günlerin nasıl hızla geçtiğini bile farketmiyordu.
Ah, keşke babası sağ olsaydı. Sanki ölüm
de bir ailenin en iyisini biliyordu, son ferdine kadar almayınca el çekmiyordu.
Önce ağabeyini, sonra babasını, daha sonra ise yavrusunu aldı. Şimdi kendisi de
ölüm cezasına mahkûm edilmişti. Onu kurşunlayarak idam edecekler. Bu ceza çok
daha kötüdür. Çünkü kurşunlanarak idam edilirse bir kabri bile olmayacak, geride
kalanlara teselli için bir mezar bile bırakamayacaktı. Kurşunlanarak idam
cezası aldığında hemen bu düşüncenin dehşetiyle ürpermişti. Mezarı olmayan bir insanın
mevcut olabileceğini hiç idrak edemiyordu. İnsan dünyaya geldiyse geride hiçbir
şey bırakmasa bile bir mezarı olmalıydı.
Ölüm hakkındaki düşünceleri, onu hayalen
bebekliğine, yeni doğduğu günlere götürüyordu. İşte, komşunun çocukları evin
avlusunda, bebeğin ne zaman doğacağını beklemektedirler. O henüz annesinin
karnında, zifiri karanlıktadır ve dünyanın ne olduğunu bilmiyor. Sabahtan beri
konuşup gülen ve dedikodu yapan kadınlar da susarak dakikaları ve saniyeleri
saymaktalar. Zifiri karanlıkta iyice bunaldığını farkediyor. Bir yerlere doğru
kaymaya başladığını hissediyor. Bir süre sonra evden sevinç çığlıkları
duyuluyor. Birisi yüksek sesle “Oğlan, bebek oğlan!” diye bağırıyor.
Akrabalar tebrik etmek için eve koşturuyor.
Annesi evin bir köşesinde, bitkin bir şekilde yatmaktadır. Ebe, kendisini tatlı
sözlerle severek beyaz kundağa sarıyor. Evdekilerin hepsinin dikkati bu
minnacık oğlan çocuğundadır. Herkes bebeğin sağ salim doğduğuna sevinir, fakat
bebeğin sevinciyle evin aydınlandığı bu dakikalarda, onu ileride nelerin
beklediğini kimse bilmiyor. Bu minik bebeğin büyüyeceği, ömrünün genç vaktinde
kurşunlanarak idam cezasına mahkûm olacağı kimsenin aklından bile geçmiyor.
Ama dünyaya henüz gelen ve hiçbir şeyden haberi
olmayan bu bebek, bunu farketmekte ve kendisini
bekleyen kaderin karanlık noktasında tam olarak ne olduğunu idrak edemediği
ölüm cezasının vehametini duymaktadır.
Sabahtan beri sırtüstü uzanıp duruyordu.
Bütün bu olayların başından geçtiğine bir türlü inanamıyordu. Her şey yeniden
hafızasından akıp geçtikçe yaşamış olduğu ürperti dolu ömründen korkmaya
başlıyordu.
Semada yıldızlar parlıyordu. Sanki gökyüzüne parlak bir örtü çekilmişti. Yıldızlar
parlayıp söndükçe, gecenin ömründen de saniye ve dakikaların yavaş yavaş eksildiğini
hissediyordu. Rüzgâr esmeye başladığından beri hafiften bir suzuzluk
hissetmişti. Ama şimdilik rahatsız edici boyutta değildi. Çünkü hava ılıktı ve
üstelik bir şeyler de yiyemiyordu. Sanki
yemek yeme ihtiyacı da ortadan kaybolmuştu. Ama bugün olmasa bile yarın, olmadı öbür gün
susuzluktan kıvranacağını biliyordu ve bu nihayetsiz sahrada da kum denizinden
başka bir şey yoktu. Bu durumda, yakınlarda bir yerlerde suyun bulunma ihtimali
yoktu. Bunu bildiğinden olsa gerek, artık sahradan kurtulmanın bir yolunu
bulmak için gücü kuvveti tükenmişti. Şimdilik yiyecek bir şeyler bulmak için de
uğraşmıyordu, zaten iştahı da yoktu ve bohçasındaki yiyeceklerin çoğu
duruyordu.
Sahranın enginliği onu rahatlatıyor ve
tehlikenin uzakta olduğunu hissettiriyordu. Nihayetinde sahra da son bulacaktı.
Bu iki gün zarfında artık sahraya alışmıştı ve sanki yıllardır insanlardan ve
bütün canlılardan uzakta, bu sahrada yaşamaktaydı. Şayet bir gün bu engin
sahranın sonuna varır da insanların arasına çıkacak olursa ilk karşılaştığı
kişiye ne söyleyecekti? Kim olduğunu, ne iş yaptığını ve nereden gelip nereye
gittiğini soranlara hangi cevabı verecekti? Boz kumların arasında debelenmekten
rengi solmuş kıyafetine bakanlar, onun hakkında ne düşünürlerdi? Şimdilik sahradaydı ve buna kafa yormak istemiyordu.
Sahranın genişliği, sonsuzluğu onu rahatlatıyordu. Burada, tabiatla içiçeydi ve
kendisini bildi bileli hiç bir zaman hissetmediği bir özgürlük duygusunu
tatmaktaydı. Ama buna yaşam demek mümkün müydü? İnsanlar arasına çıkamadıktan,
ailesini, çocuklarını görmek bir yana dursun, onlarla mektuplaşamadıktan sonra
bu dünyada yaşamaya değer miydi? Çocukları ve ailesi onun hayatta olduğunu
bilmedikten, ölüme mahkûm edilmiş babalarının hatırasını kalplerine gömdükten
sonra herkesten habersiz, bir kaçak olarak ömür sürmeye değer miydi? Bu hayatı
kimin için, hangi amaçla yaşamaktaydı? Yaşadığı öyle bir ömürdü ki onunla
ilgili bütün kararlar başkaları tarafından verilmişti. Ümitsizlik ve
belirsizliklerle dolu, zulmet gibi karanlık bir hayatı yaşamak zorundaydı. O,
ölüme mahkûm edilmişti ve bu durumdaki insanın da kısmetinde bundan fazlası
olamazdı.
Acaba onu hayata bağlayan ne idi? Uzun
zamandır kafasını kurcalayan bu sorunun cevabını bulmaktan acizdi. Böyle bir hayatı
ölüme tercih etme sebebini bir türlü kendisine açıklayamıyordu. Acaba suçlu olmadığını bildiği için miydi?
Oysaki suçsuzluğunu ispat edememişti ve bundan sonra da asla edemeyecekti.
Söylediklerini kanıtlayamayacağından değil, kimse onu dinlemeyeceği için böyle
olacaktı. Zaten ona, ölüm cezası çoktan verilmişti. Tren penceresinin
parmaklıklarını kesip kaçtığında adım adım ölüme yaklaşıyordu. Kendisinin
tamamen masum olduğunu düşündüğü ve ölmek için hazırlıksız olduğu bir zamanda
ölüm cezasına çarptırılmaktan daha zor bir şey olabilir miydi?
Ümitsiz ve karanlık düşünceler içinde ne
zaman uykuya daldığını farketmedi. Gözlerini açtığında sabaha doğruydu. Uzaktaki
yıldızların gittikçe cılızlaşan aydınlığında, sahranın üstünde akmakta olan
dumanlar güçlükle seziliyordu. Üstü başı çiğden iyice ıslanmış ama o, gece
boyunca üşümemişti. Sabahın ayazında, açlık ve susuzluk dışında tabiatın
amansız oyunlarının da kendisini beklediğini farketti.
Kalkıp oturdu. Kum üstünde uyumaya alışkın
olmadığından mı yoksa havanın soğukluğundan mı bilinmez, boynu ağrıyor, sırtı
sızlıyordu. Bu birkaç gün içinde ilk defa vücudunda böylesine yorgunluk ve ağrı
duymaktaydı.
Onu en çok yoran birbirinin aynısı olan günlerdi.
Bundan sonra kim bilir birbirine benzeyen böyle günleri daha ne kadar yaşamak
zorunda kalacaktı? Peki, ne yapabilirdi?
Sahrada olduğu sürece başka sıkıntılar onu çok da rahatsız etmiyordu. Ama
sahradan kurtulduktan sonra ömrünün yeni bir dönemine girecekti. Dumanlı,
karanlık ve bir o kadar da anlamsız bir döneme.
Bütün bunları düşündüğü sırada
resimlerinin çoğaltılarak bütün ülkeye dağıtıldığını aklına bile getirmiyordu.
Yüzünün çizgileri, vücudundaki işaretler, boyu, yaşı vb. ilgili bilgileri de
yazmışlardı. Şimdi onu her yerde arıyorlardı. Tren penceresindeki demirleri kesip
olağanüstü bir hızla kaçtığı için amansız bir katil olarak tanımlanmaktaydı.
Kaçtığını ancak üç saatten sonra
farkettiklerinde artık çok geçti. O
saatten beri tren karanlıkları yararak iki yüz kilometreden fazla yol
katetmişti. Nöbetçi asker, bu haberi komutanına söylemeye cesaret edemiyordu.
Bu kadar olağanüstü bir kaçışı sessiz sedasız nasıl gerçekleştirdiğini bir
türlü aklı almıyordu. Kapıyı kapatarak dışarıda beklemekteydi. Mahpusun kaçması
haberini epey zaman geçince, kendisini toparladıktan sonra ancak sabaha doğru
vermişti. Trende herkes alt üst olmuştu. Bütün kapalı kompartmanlar tek tek
açılarak konrtol edilmiş, pencerenin parmaklıkları dikkatle incelenmişti. Bir
sonraki istasyonda iki görevli inerek önceki istasyondakileri telefonla arayıp
durumdan haberdar etmiş, polise haber vermişlerdi.
O, bütün bunlardan habersizdi. Kaçıp
kurtulmayı düşündüğünde, suçluların fiziki özelliklerinin anlatıldığı yazılarla
korkunç resimlerinin duvarlara asılması aklına gelmekteydi.
Bohçadaki ekmeği ikiye böldü. Yarısını
geri koydu, diğerini ise yemeye başladı. Aslında hiç iştahı yoktu ama
yaşayabilmek için yiyordu. Dili ve ağzı kupkuruydu. Sanki ağzında tükrüğü de
kurumuştu. Ekmeği kuru kuru çiğneyip yuttu. Ekmek boğazından geçse de
yumruk gibi göğsüne tıkanıp kaldı. Son lokmayı da bitirip ayağa kalktı. Karşıda
baktıkça uzayan kum denizi görünüyordu. Rastgele yürümeye başladı. Yavaş yavaş
ilerliyor, ama bu kum denizinin ortasında hareket edip de belli bir mesafe
katedeceğine inanamıyordu. Hiç olmazsa hareket halindeydi ve geride bıraktığı
ayak izlerinden de bunu farkediyordu.
Bohçada sadece el kadar ekmek vardı. Bir
süre ona dokunmayacaktı. Susuzluktan ölmek üzereydi. Az önce yediği ekmek de
taş misali midesine oturmuştu. Karşıdaki ufuklar ağarmaktaydı.
Ara sıra elini gözlerinin üstüne koyarak
ufuklara doğru bakıyordu. Öğleye doğru, uzaktan gölü andıran serap onu
kendisine çekmekteydi. Bunun göl olduğunu düşündükçe kendisinde yeni bir güç
buluyordu. Ama hareket ettikçe ufuk gibi göl de ondan uzaklaşıyordu. Bu durumda,
bütün gücü bitip tükeniyordu.
Kendisini çok yalnız hissediyor, bu engin
sahrada bir insan sesi duymayı özlüyordu. Şimdi her şeyi atlattıktan sonra
bütün bu yaşadıklarını birilerine anlatmak, paylaşmak istiyordu. Yalnızlık onu
içinden kurt gibi kemirmekteydi. Bu olaydan sonra kimseyle bu konuda sohbet
etmemiş, içini kimseye dökmemişti. Kendisinin
suçsuz olduğundan şüphelenmeye, suçsuzluğuna olan güvenini kaybetmeye
başlamıştı. Oysaki onu öldürüyorlardı, hem de göz göre göre, her gün, her saat,
her adımda ölüme yaklaşıyordu. Ona başka bir çıkış yolu bırakmıyorlardı. Sadece
bu beklenmeyen hareketiyle ölüme biraz daha yaklaşmış bulunuyordu.
Peki, neden şimdi insanları özlüyor? Neden
sahranın koynunda yapayalnız kalmayı istemiyor, neden insanlar olmadan yaşamaya
katlanamıyor? Acaba neden hâlâ onu ölüm cezasına mahkûm eden ve yaşam hakkını
elinden alan toplum yasalarının hüküm sürdüğü ortama dönmek istiyor?
Evsiz barksız olduğunu, kiralarda
süründüğünü düşündükçe bütün morali bozuluyor, çalışma isteği kalmıyordu. Tam
yedi yıldır aralıksız, her yıl üniversite sınavlarına giriyor, her defasında da
kazanamıyordu. Artık üniversite sınavına başvurabilmek için
gereken belgeyi iş yerinden istemeye utanıyor ama yine
de inadından vazgeçmiyordu. Üniversiteyi kazanamadığı için kendisini affetmiyordu.
İşin ilginç tarafı, yıllar geçtikçe okuma isteği körelmek yerine daha da
alevleniyordu. Ümidini kaybetmiyor, aksine her defasında kazanamadığını
öğrendikçe içinde yeni umutlar doğuyordu. Bu umutlar öyle ışıklı, öyle parlaktı
ki koca yılın nasıl geçtiğinden haberi bile olmuyor, bir anda, kendini bir
sonraki üniversite sınavına girerken buluyordu. Bazen onunla aynı anda sınava
girenlerle yolda, sokakta karşılaştığı oluyor, selamlaşıp hal hatır soruyordu.
Onlardan bazılarının artık birkaç yıl önce üniversiteyi bitirdiğini öğrenmesi
bile onun moralini bozmuyor, aksine yeniden azimle çalışmasına sebep oluyordu.
Bir defasında, yedinci sınıfdayken
edebiyat ödevini hazırlamadığını hatırlıyordu. Oysaki derse çalışmadan
katıldığı zamanlar çok azdı. Bu sefer, yılsonu olduğu için çalışmamıştı. Bütün sınıf da öğretmenin ders
anlattırmayacağını ve yıllık notları vereceğini biliyordu. Bu defa öyle olmadı,
öğretmen sadece onu tahtaya çağırdı. O ise ayağa kalkarak bilmiyorum, diye
cevap verdi. “Neden çalışmadın?” sorusuna ise yalan söylememek için “Bugün ders
işlemezsiniz diye düşünmüştüm.” dedi. Öğretmen bir süre bekledikten sonra
“Zaten gece gündüz durmadan çalışsan bile senden bir baltaya sap olmayacak.
Beni duyuyor musun? Kulağını aç iyi belle, sen adam olamazsın!” demişti.
“Senden bir baltaya sap olmayacak. Beni
duyuyor musun? Duyuyor musun?” Bu sözler sürekli kulaklarında çınlıyor ve kendisine
daha nelerin söylendiğini anlayamıyordu. O dersten, öğretmen ona not olarak bir
vermişti. Üstelik iki de değil bir. Ama yılsonunda verilen ve hayatında ilk
defa aldığı bu düşük nottan ziyade, öğretmeninin sözleri onu alt üst etmişti.
Ve bu sözlerden sonra bir süreliğine, istese bile bir baltaya sap
olamayacağına, gece gündüz kendini boşuna heder etmesinin abesliğine inanmıştı.
Çünkü o öğretmeninin söylediklerine çok inanıyordu.
O gün, dersten çıkarak doğruca eve gelmiş,
iki gün içinde bütün edebiyat kitabını yeniden okuyup bitirmişti. Bunu,
kendisinin bir baltaya sap olabileceğini öğretmenine ispat edebilmek için değil,
kendi kendine teselli vermek için yapmıştı.
“Senden bir baltaya sap olmayacak. Beni
duyuyor musun? Duyuyor musun?” bu yaştaki bir insanı yerle bir etmek için
bundan daha kötü bir söz olamazdı. Ve o, bu sözleri hiçbir zaman unutamadı.
İşin ilginç tarafı bu sözler, onun
kendisine olan inancını da kaybettirmedi, hatta en zor zamanlarında sığınacak,
direnecek gücü bu sözlerde buldu. Günün birinde meşhur olacağına, elde ettiği
makam ve mevki ile öğretmeninin sözlerini tekzip edeceğine her zaman inandı.
Üniversite sınavlarına hazırlanmak için
yeterli imkânı yoktu. Sadece işinin
ağırlığından değil, kiracı olmayı ve ailedeki ihtiyaçları kafasına taktığı için
de dikkatini toparlayamıyordu. Eline kitap alır almaz beyninde değirmen taşı
misali dönüp duran dertler şaha kalkıyordu. Sonra, zamanla buna da alışmaya
başladı. Aslında alışmadı, sadece ihtiyaç, dertlerin hafifini kovarak ağır
olanını getirdi; birbirinin peşi sıra doğan çocuklar, ev ve aile ile ilgili
sıkıntılar diğer sıkıntıların önüne geçti.
Akşama doğru, geri dönüp arkasına
baktığında uzaklarda, nokta gibi görünen iki karartı gördü. Elini gözüne siper
ederek baktı. Karartılar insan gölgesine benzese de çok uzakta olduğundan
hareket edip etmedikleri anlaşılmıyordu. Ufuktaki karartıları görünce içinde
sevinçle birlikte bir korku da uyandı. Bir anda çok hafifledi. Günler geçtikten
sonra bir insan karartısına rastlıyorsa demek ki bu nihayetsiz sahrada yalnız
değildi. Peki, içinde gittikçe büyüyen bu korku neydi o zaman? Yoksa yapayalnız
olduğunu sandığı bu sahradaki özgürlüğü sona mı eriyordu?
Trenden atladığı yere yakın istasyonların
birinden onu takibe başladıklarına karar verdi. Yol boyunca ayak izlerinden
kendisini bulmuşlardı. Peki ya fırtına? Bütün sahrayı alt üst eden o fırtından
sonra iz mi kalırdı? Fırtınanın dindiği zamandan sonra ise tam on gün geçmişti.
O zaman fırtına ayak izlerini kaybetse bile sonradan istikamete göre tahminde
bulunup peşine düşmüş olabilirlerdi.
Hayır, artık kurtuldum diye boşuna
seviniyormuş. Meğer tren penceresindeki demir parmaklıkları kesip kaçmakla her
şey bitmiyormuş. Sahranın genişliğine, nihayetsizliğine güvenmek de boşunaymış.
O ise ne zamandır kaçıp kurtulmak yerine günlerini boşuna harcıyor, üstelik bol
bol dinlenmekle vakit geçiriyordu.
Elini gözlerinin üstüne koyarak yine aynı
semte baktı. Karartı biraz daha belirginleşmişti. Dikkatle bakıldığında
karartıların hareket ettiği fark edilirdi. İçini korku sardı.
Akşam bastırıyordu. Sahradaki gölgesinin
kendisini takip edenler tarafından görülebileceği bir zamanda, akşamın
bastırması ona teselli verdi. Kaderi, başlayacak olan gecenin karanlığına ve
uzunluğuna bağlıydı. Bir ümidi de rüzgârın çıkmasınaydı, yoksa sakin havalarda
sahrada izini kaybettirmek imkânsızdı.
Bu kadar kolaylıkla özgürlüğüne
kavuşacağını düşünmek ne kadar da saflıkmış? Nasıl oldu da kısa sürede bu kadar
rahatladı? Her şeyi zamanında, en ince ayrıntısına kadar düşünseydi şimdi böyle
bir tehlikeyle karşılaşır mıydı? Sahranın genişliğine ve enginliğine boşuna
güvenmişti, sahrada saklanmak henüz kurtulmak demek değilmiş. Başını kaldırarak
gökyüzünü seyretti. Sema açık ve duru idi. Havada rüzgâr belirtisi yoktu.
Birkaç gündür mesafe kat etmek için hiç
acele etmiyordu. Canı istediğinde duruyor, yatıp uyuyordu. Açlık, susuzluk ve sinirlerinin
bozulması onu yıprattığından ayakta durmakta zorlanıyordu. Ama ne kadar yorgun
olursa olsun acele etmesi gerektiğinin de farkındaydı. Acele etmediği takdirde
ölecekti. Canını dişine takarak bir yerlere varması gerekirdi. Bundan sonra
artık öyle keyfince yatıp dinlenemezdi. Peşinden gelenler, ayın aydınlığında
hareket ederek onu uykudayken yakalayabilirlerdi. Bundan sonra izini
kaybettirmek için geceleri hareket etmesi gerekecekti.
O iki karartıyı gördüğünden beri sanki
bitkin vücuduna yeni bir güç, kuvvet gelmişti. Daha önceki haline benzemeyen, hızlı ve
kararlı adımlarla yürüyordu. Ara sıra dönüp arkasına bakıyor, hava kapalı
olduğundan gözleri uzağı iyi görmüyordu. Özgürlüğün ne olduğunu şu anda
anlamaya başlıyordu. Böylece ne kadar yürüdüğünü kestiremedi. Ay doğup sahrayı
aydınlattığında, akşam hava kararmadan önce yürümüye başladığını ve bu saate
kadar da bir an bile durup dinlenmediğini hatırladı. Bu kadar mesafeyi durmadan
aşarak, hiç olmazsa tehlikeyi birazcık da olsa atlattığını düşünmek onu
rahatlatsa da akşam vakti gördüğü o karartıların korkusunu hâlâ unutamıyordu. Karşıda
tepeyi anımsatan siyah gölgeler görünmekteydi. Ay ışığında belirginleşen o
alçak tepeler sahrayla bir uyumsuzluk oluşturuyordu. Sanki sahranın sonuna varmıştı
ve bu tepelerin öbür tarafı farklı bir dünyanın başlangıcıydı.
Bunları düşünerek yürürken aniden su
sesine benzer bir ses duydu. Önce kulaklarına inanamadı. Gecenin sessizliğinde
durup etrafı dinledi; gerçekten su sesi geliyordu. Ay ışığında tepeye benzeyen
parlak yerlerin, sahranın ortasından sessizce akan çay yatağı olduğu aklına
bile gelmezdi. Günlerden beri kum denizinden başka bir şey görmediği için
karşısına bir çayın çıkacağını hayal bile edemiyordu. Koşarak tepenin üstüne çıktı, ay ışığında son
derece ilginç bir tablo oluşturan çayı seyretmeye başladı. Çayın suyu pırıl
pırıldı ve öylesine sihirli, öylesine sessiz bir şekilde akıp gitmekteydi ki bu
çayın sadece gecenin karanlığında akmak için var olduğu, güneş doğar doğmaz
kaybolup yerini sahraya, bu engin kum denizine bırakacağı izlenimini veriyordu.
Gözlerine inanamıyor, büyülenmişcesine çayı seyrediyordu. Günlerdir susuzluktan
kavrulmasına bakmayarak su içmek aklına bile gelmiyor, hayranlıkla seyretmeye
devam ediyrodu. Az sonra sahile inecek, kendisine ızdırap veren susuzluğunu
giderecekti. Buna çok da sevinmiyor, daha çok yeni bir hayata başlayacağını
bütün varlığıyla hissettiğine seviniyordu. Tam da takip edildiği bir zamanda,
sahranın koynundan akıp geçen bu sessiz ve büyülü çayın onun kaderinde önemli
bir rolü olacağına inanıyordu.
Epey zaman geçtikten sonra tepeden inerek
çayın kenarına geldi. Bohçasını bir tarafa atarak su içmek için eğildi. Akan
suya yıldızların yansıması düşmüştü. Eğilip ellerini suya uzatırken ay
ışığında suya düşen yansımasını görünce korkup geri çekildi. Sudaki aynadan
kendisine bakan yabancı biriydi; yüzünü kaplayan sakallardan tamamen
habersizdi. Aman Allahım, ne kadar da değişmişti! Değişmek sözü az bile, âdeta insanlıktan
çıkmıştı. Aradan ne kadar zaman geçtiğini bile bilmiyordu. Kendi görüntüsünden kendisi
de korkuyorsa demek ki annesi bile artık onu gördüğünde tanımaz. Bu durumda
başkaları hiç tanıyamazdı.
Âniden içinde ümit kıvılcımları parladı. Bu
âni pırıltının ışığında, hafızasının karanlıkları kurşun misali eriyip
parçalandı, içine şimdiye kadar duymadığı bir aydınlık doğdu. Sanki günlerdir
sahra boyunca yürürken kaybettiği bütün ümitleri peşine düşerek geri
dönmüşlerdi.
Yansımasından korkmasına rağmen sudan
doyuncaya kadar içip yeniden tepeye çıktı, çömelerek oturdu. İçinde bir hafiflik
duydu. İçine doğan ümit ışığı gittikçe
büyüyor, aklına çeşitli düşünceler geliyordu. Sürekli sahralarda saklanmaktansa
kılık değiştirerek başka bir isimle yaşamayı düşünüyordu. Doğrusu böyle yaşamak
onun için zor olacaktı ama en azından ölmekten daha iyiydi, en azından hayatta
kalacaktı. İnsan hayatta bulunduğu sürece üzülmemelidir. Belki de bir süre
sonra her şey değişir, bu olay da unutulurdu. İşin zor yanı kendisine bir
kimlik bulmak ve bir yerlere kaydını yaptırıp bir an önce işe başlayabilmekti.
Bunları yaparsa gerisi kolaydı, zamanla her şey yoluna girerdi. Aradan bir süre
geçtikten sonra başka isimle eve mektup da yazabilir, gizli yollarla haber de
gönderirdi. Belki gizlice annesi ve ailesiyle de bir yerlerde görüşebilirdi. Ama
bütün bunların gerçekleşmesine daha çok vardı. Şu anda, kim olduklarını bilmediği o iki
karartının peşinden geldiği, ölümün kendisini adım adım izlediği bir zamanda,
bunları düşünmek için çok erkendi.
Irmağın aşağısına doğru gitmeliydi. Sabah oluncaya
kadar böyle ilerleyip öğleye doğru su ısındığında izini kaybettirmek için
yüzerek ırmağı geçerdi. Boş düşüncelerle
zaman kaybetmeden hızlı hareket etmesi gerekirdi.
Her şey beyninde netleştiğinden aç
olduğunu bile unutmuştu. Demek ki yaşamak için insana ümit gerektiği gibi
ümidin doğması için de bazı şartların oluşması gerekirmiş. Sahranın koynunda
akıp giden bu sessiz ırmağın cazibesi o kadar güçlüydü ki gözlerini sudan
ayıramıyordu. Âniden ırmağın kıyısında içine doğan bu ümitler yeniydi, trenden
atladığından beri bu konuda düşünmeyi hiç akıl etmemişti. Şu anda içine doğan
bu hayallerin ve ümitlerin ışığı onu büyülüyor, başını döndürüyordu.
Ayağa kalktı ve ırmak boyunca yürümeye
başladı. Ay, yine gökyüzünde parlamaktaydı. Irmağın ince kıpırtılarına yansıyan
yakamoz zaman zaman dalgalanıyor ve gözlerini kamaştırıyordu. Gittikçe ufka
doğru yaklaşmakta olan ayın ışığında, kendi gölgesi de ilginç bir görünüm
alıyordu. Gölge, tepenin üstünden ırmağın ortasına kadar uzuyor ve çirkin bir
manzara oluşturuyordu. Alçalıp yükselen tepenin üstünde öyle hızlı yürüyordu ki
âdeta uçuyordu. Yorgunluğunu, gece boyunca durup dinlenmeden yol geldiğini ve
açlığını tamamen unutmuştu. Ölümden kurtulmak isteği öylesine güçlüydü ki sabah
olup da hava aydınlanmadan kaçıp kurtulmaktan başka bir şey düşünemiyordu.
Gece uzuyordu. Ay, bazen bulutların
arkasına saklanıyor bazen de çıkarak dünyayı aydınlatıyordu. Önceki hızıyla
yola devam etmekteydi. Artık ırmağın öbür kıyısında seyrek ağaçlıklar göze
çarpıyordu. Ay bulutlardan çıkıp etrafı aydınlattığında öbür kıyıdaki ağaçları
daha belirgin bir biçimde görebiliyordu. Gittikçe ağaçlar sıklaşıyor, aşağıya
doğru seyrek bir ormana dönüşüyordu. Kaçıp saklanmak ve peşinden gelen o
karartılaradan kurtulmak için mutlaka öteki kıyıya geçmesi gerekiyordu, bu işi
sabah olmadan yapmalıydı. Çünkü artık yorulduğunu hissediyor, sık sık
tökezleyip düşüyor ve bir daha ayağa kalkmakta zorlanıyordu.
Ama suya girmeye de cesareti yoktu. Bir
yandan suyun soğukluğu, diğer yandan ise ırmağın derin olabileceği düşüncesi
onu korkutuyordu. Aç ve takatsiz bir durumdayken akıntı hızını bilmediği, ilk
bakışta sessiz görünen bu ırmağın öbür tarafına yüzüp geçmeye gücünün
yetmeyeceğinden korkuyordu. Ama her şeye
rağmen bunu yapması gerekirdi ve durup düşünmek zaman kaybından başka bir şey
olmayacaktı. Böyle kritik bir durumdayken ise bunu asla yapamazdı.
Sabaha yakın olduğundan serin bir rüzgâr
başlamıştı. Rüzgâr estikçe sessiz sahrada ırmak hafiften dalgalanıyor ve suyun
kokusunu kıyı boyunca yayıyordu.
Zaman geçiyordu. Soyunup toz toprak
içindeki kıyafetlerini çırparak bohçaya koydu. Sonra bohçayı omzuna atarak
ipini boynundan geçirdi ve yavaş yavaş tepeden inerek ırmağın kıyısına indi. Çıplak
vücudu uzaktayken bile suyun soğukluğunu hissediyor, daha suya girmeden tir tir
titriyordu. Yavaş yavaş suya girdi. Irmağın suyu çok sığdı, beş altı metre
kadar ilerlemesine ragmen su dizine ulaşmamıştı. Akan sularda yüzmenin o kadar
da zor olmadığını deneyimlerinden biliyordu. Zira okuldayken defalarca Kür
nehrini yüzerek karşıya geçmişti. Şimdi ise adını bile bilmediği, derinliğine,
akıntısına aşina olmadığı bu ırmağı, özellikle de karanlıkta yüzüp geçmeye
çekiniyordu.
Soğuktan tüyleri diken diken olmuştu.
Aniden sanki kuyuya düşer gibi suya battı. Suyun üstüne çıktığında artık soğuğu
hissetmiyordu. Acele etmeden öbür kıyıya doğru yüzmeye başladı. Biraz yüzdükten
sonra ay, gökyüzünde bulutların arkasına saklandı. Etraf tamamen karanlığa büründü. Bir an için bütün
dünyayı suyun kapladığını ve kendisinin de sahilsiz bir denizin ortasında
bulunduğunu; hiçbir şekilde kurtulma imkânının olmadığını zannetti. Bu his, ay
bulutların arkasından çıkıp dünyayı aydınlatıncaya kadar devam etti. Ay doğduğunda ise kıyıdaki alçak tepelerin çok
yakında olduğunu görüp sevindi ve son gücünü toplayak kıyıya doğru yüzmeye
başladı.
Kıyıya ulaşmasına epey vardı ve eli suyun
dibindeki çamura değdiğinde bütün gücü tükenmek üzereydi. Zorlukla sürünerek
kenara çıktı. Soğuk suda vücudu âdeta buz kesmişti ve kıyıdayken öyle bir
hararet hissetti ki biraz ötedeki koyu bir şerit gibi görünen ormanın içlerine
varıncaya kadar kıyafetlerini giyinmedi. Zaten kıyafetleri ıslaktı. Öbür kıyıda
aniden ayağı kayıp suya battığında bohçadakiler de tamamen ıslanmıştı. Sadece
kıyafetlerinin arasına sıkıştırdığı iç çamaşırları ıslanmamıştı. İç
çamaşırlarını ve ayakkabılarını giyindi, takımını ise sıkarak yeniden bohçaya
koydu.
Orman gittikçe sıklaşıyordu. Ciğerlerine
dolan orman havasında yiyecek bir şeyler bulacağına da inanıyordu. Ağaçların
gökyüzünü kaplayan yaprakları arasından havanın aydınlandığını görüyordu. Adım
attıkça kuru dallar ve kurumuş yapraklar ayaklarının altında çıtırdıyordu. Ormanın
derinlikerinde bir yerlerden gelen kuş sesleriyle irkildi. Acaba gece vakti
öten bu kuş hangi kuştur? Nasıl da korkunç sesi vardı? Kuş, bir daha öttü.
Vücudu korkuyla ürperdi. Hava aydınlanmaya başlamasaydı ormana girmeye cesaret
edemeyecekti. Ara sıra böğürtlen çalılarıyla karşılaşıyor ama üstünde meyvesi
olmadığından başka bir bitki olduğunu düşünüyordu. Az sonra ağaçların arasında
böğürtlen çalılarının olduğu bir yere vardı. Çalıların üstünde o kadar meyve
vardı ki gözlerine inanamadı. Meyvelerden bazıları olgunlaşıp kurumuştu bile.
Böğürtlenlerden birini koparıp ağzına attı; aşina olduğu bu tat aklını başından
aldı. En son ne zaman böğürtlen yediğini hatırlamıyordu. Şimdi ağzında,
dudaklarında dolaşan bu tat, bu koku bir anda ta çocukluğundan bu yana kaderin
ona yaşattıklarını unutturuverdi. Ama bu duygu sadece bir an sürdü ve düşünceleri
yeniden bugüne odaklanarak hayalleri boşlukta kaybolan bir ses gibi uzaklaşıp
yitti.
Böğürtlenlerden doyuncaya kadar yedikten
sonra yoluna devam etti. Artık bedenine güç, gözlerine ışık gelmişti. Tek
düşüncesi, durmadan yürüdüğü uzun gecenin yorgunluğunu atabilmekti.
Ormanın sık olmayan yerlerinde, açıklarda
kuruyup kalan otlardan toplayarak ağaç sürgünlerinin sık olduğu yere yürüdü. Bohçadaki
ıslak kıyafetlerini çıkarıp serdi. Sonra kuru otları yere döşeyerek üstüne
yattı. İlk başlarda üşüse de güneş çıktıktan sonra hava ısındı. Ne zaman uykuya
daldığını fark etmedi.
Uyandığında öğle vakti geçmek üzereydi.
Kalkıp etrafa bakındı. Ortalık sakindi. Kıyafetleri tam kurumasa da giyindi.
Poşete sardığı resmi ceketinin iç cebine koydu. Yeniden böğürtlen çalılarına
doğru yürüdü ve doyuncaya kadar yedikten sonra ormanın içinden sabah geldiği tarafa
doğru yürümeye başladı.
Artık peşindekilerden korkmuyordu. Bu
ormanda izini bulup kendisini yakalayacaklarına inanmıyordu. Ancak çok hızlı
hareket etmesi ve insanların yaşadığı bir yere ulaşması gerekirdi. Böyle bir
yeşilliğin yakınlarında mutlaka bir yerleşim yeri olacağını düşünüyordu.
Bu yerler kendi köyündeki ormanlara o
kadar çok benziyordu ki! Ağaçlar, otlar, açıklık hatta yediği böğürtlenler de
aynı idi. Sadece ormanın kokusu farklıydı ve bu koku ona vatanından uzakta,
yabancı bir yerde olduğunu hatırlatıyordu.
Akşama doğru on on iki hanelik küçük bir
köye yaklaştı. Köyün alt kısmında oynayan çocuklara, şehre (Hangi şehre
olduğunu kendisi de bilmediği halde) giden yolu sordu. Hiçbiri cevap vermedi.
Çocuklar kurt yavrusu gibi hayret ve tedirginlik içinde ona bakıyorlardı. Epey
sonra içlerinden az daha büyük olanı, ona taş yolu işaret etti.
Orman geride kalmıştı, yolun kenarında,
seyrek ağaçlardan ve çalılardan başka hiçbir şeyin görünmediği açıklık uzayıp
gitmekteydi. Gece boyunca taş yolda durmadan yürüdü. Geçip gittiği yol ona o
kadar uzun görünüyordu ki sanki bin yıldır durup dinlenmeden hedefine ulaşmak
için yürümekteydi. Ara sıra geçen
arabaları ve içindekileri şüphelendirmemek için yoldan ayrılarak ağaçlık
yerlerde, çalıların arkasında saklanıyor, oldukça dikkatli davranması gerektiğini
aklından çıkarmıyordu. Sabaha doğru şehir, gözleri ağrıyan insan gibi durmadan
göz kırpan ışıklarıyla karşısına çıktığında rahat bir nefes aldı.
VI. Bölüm
Bir zamanlar kendisine tamamen yabancı olan
bu şehir, şimdi büsbütün tanıdık hale gelmişti. Hergün sokaklarda, dükkânların
önünde ve deniz kenarında karşılaştığı insanları dünyanın başka bir yerinde görse
tanırdı. Bu insanlar konuşmasıyla, tebessüm ve hareketleriyle ona tanıdık
geliyordu. Sanki gözlerini açtığı günden beri bu insanların arasında büyümüştü.
Bazen şehrin sokaklarında amaçsızca
gezindiği sırada, kimlerle karşılaşacağını önceden kestirebiliyordu. Bu
insanlarla karşılaşmadığında canı sıkılıyor, onları merak ediyordu.
Sahilde siyah elbiseli bir kadın, demir
parmaklıklara yaslanarak denizi seyrediyordu. Her gün akşamüzeri hava kararmaya
başlayınca simsiyah kıyafetler giyinen bu kadın deniz kenarına iner, korkuluğa
yaslanarak gözlerini denizin mavi sularına dikerdi. En rüzgârlı havalarda bile
o kadın sahile gelmeye devam ederdi. Limanda olduğu zamanlar akşama doğru
gözlerini kadının geldiği tarafa dikerek onun ne zaman geleceğini bekler ve
kadın gelinceye kadar da rahat etmezdi. O,
siyah kıyafetli kadının her akşam aynı saatte sahile inerek saatlerce denizi
seyretmesini gizlice izlerdi. Defalarca yaklaşarak onunla sohbet etmek, kadının
kim olduğunu öğrenmek istese de her defasında korkup çekinmişti. Bu kadında
insanı susmaya, kendisine çeki düzen vermeye zorlayan bir ciddiyet vardı ve
insanın onun birisini sevebileceğine, birisiyle aynı yastığa baş koyabileceğine
inanması çok zordu. Ayrıca bu konuşmadan sonra kadının bir daha buralara
gelmemesinden korkuyordu. Bu kadına öyle alışmıştı ki o olmadan denizi ve
limanı aklına bile getiremiyordu. İşin ilginç tarafı limanda onun dışında
kimsenin kadına aldırmamasıydı. Güzelliğini farketmek bir yana dursun, onun
varlığından bile haberleri yoktu.
Ufukta bir gemi takılıp kalmıştı. Sanki
gemi gökzyüzüne demir atmış, semaya çivilenmişti. Gemilerin ufukta kaybolduktan
sonra karşılaştıkları sahilin ve yöneldikleri uzak limanların, denizin öteki
tarafında bulunan büyülü bir dünya olduğunu düşünüyordu. O, uzak, ücra
sahilleri hayal ettikçe heyecanlanır ve içine doğan ümitlerin ışığı ve
sıcaklığıyla kendinden geçerdi. Bu esrarengiz dünyaları dolaşıp gelen gemilere,
o gemilerin süslü yolcularına hasretle bakardı. Sanki onların hamuru başka bir
çamurdan yoğrulmuş, onlar çok özel olarak yaratılmışlardı. Bazen bu insanların
gemide doğup gemide yaşlandıklarını ve yine gemide öldüklerini düşünür, onların
hayatını gemiden ayrı düşünemezdi.
“Gök sular, gök sular, neden bahtıma
anahtar olmuyorsunuz? Neden beni sevindirmiyorsunuz, gök sular? Ölüm bile kaçtı, uzak düştü benden...
Sevindirin beni, gök sular, gök sular...”
Deniz beşik gibi sallanmakta, siyah
kıyafetli kadın kımıldamadan denizi seyretmekteydi. Kenardan bakarken kadının
gözlerini ufuktaki gemiye dikip durduğu ve bir türlü gözlerini gemiden
ayırmadan ne zaman sahile yaklaşacağını beklediği anlaşılıyordu.
Birazdan hava kararınca kadın çekip
gidecek ve bir daha yarın aynı saatte gelerek sahilde durup gözlerini mavi
sulara dikecekti. Yine sabrı tükeninceye kadar sahilde durup gözlerini mavi
sulara dikecek, yine sabrı kesilinceye kadar sahilde durup bekleyecek,
bekleyecek…
Bildiği tek şey varsa o da kadının uzun
zamandır birisini beklediği idi. Nişanlısı mı kocası mı, çocuğu mu, her kim ise
buradan, deniz taraftan gelecekti. Hem de akşamüzeri, hava karardığında gelecekti.
Belki de bir yakınını denizde kaybetmişti. Bu da mümkündü ve her gün sahile
gelerek sevdiğini unutmaya veya teselli bulup hafiflemeye çalışıyor
olabilirdi.
Kim
bilir, belki de başka, daha ağır bir derdi de olabilirdi. Kadına yaklaşamaması,
içinde oluşan gizli bir direnç ile ilgiliydi. Bu direnç, her fırsatta, bir
sınır olarak karşısına çıkıyordu. Dünya onun belleğinde sayısız sınırlara
ayrılmıştı. Ama bunun sebebini bir türlü kendisine açıklayamıyordu. Elini neye
uzatsa içindeki isyan kükreyerek şaha kalkıyordu. Sokaklarda, insan denizinde
yüzdüğü zamanlarda bile korkup çekiniyordu. Belki de yaşadığı bu çağın şartları
onu her şeye karşı ürkek ve çekimser yapmıştı. Belki de çağın kendisi onun
bütün yetki ve haklarını elinden almıştı. Bazen sokakta yürüdüğü sırada bile
kendisine küfredip sürüyerek kaldırımlara, yerlere atacaklarını ve “Senin bu
asfalt kaldırımda yürümeye bile hakkın olmadığını bilmiyor musun? Hemen buradan
defol ve bir daha da buraya ayak basma!” diyeceklerini düşünürdü. Hatta
sokaktaki reklamları seyrederken bile birisinin parmaklarını göz bebeklerine
doğru uzatarak “Bir daha bu tarafa bakacak olursan bu iki parmağımla gözünü oyacağım!”
diyeceğinden korkuyordu. Hatta zaman
zaman rüzgârın sesini duymaktan, yağmurda ıslanmaktan, kışın soğuğunda
titremekten bile kendisini men edeceklerini düşünüp korkardı. Hiçbirinde hakkı
olmadığı bu şeylerin vakti gelince elinden alınacağından korkardı. Kendisi de
farkında olmadan her şeye karşı çekimser olmuş ve bu çekimserlik kanına işlemiş,
iliğine ve varlığına sinmişti.
Gece gündüz içindeki korkunun esiri olarak
yaşıyordu. Bu korku daha çocukken, aklının ermeye başladığı ilk günlerde onun
kalbinde yer etmeye başlamış, yıllar geçtikçe damla damla büyümüştü. Şimdi ise
birikerek o kadar büyümüştü ki artık içine sığmıyordu. Bu korku belki de
insanın dünyaya bir defa gelmesi ve ömrünü istediği gibi yaşayamamasıyla ilgiliydi.
Korkunun bir sebebi de bu ömrün insandan ebediyen alınmasıydı. Korkular ölüme
kadar devam ediyor, ölümle bitiyordu.
Bankta genç bir kızla birlikte iki ihtiyar
oturmuştu. Genç kız ortada, yaşlılar ise iki tarafında oturmuşlardı. İhtiyarların
ikisi de aynı anda kızın ellerini kucaklayıp öpmekteydi. O, bir anlam
veremediği bu sahneyi merak içinde ve hayretle seyrediyordu. Yaşlı adamlar,
kızın parmaklarını âdeta tuz yalar gibi yalamaktaydı. Neredeyse kızı yiyeceklerdi.
Kızın ellerini, parmaklarını öptükçe şehvetleri iyice artıyordu. Bunu, onların hızlanan nefeslerinden ve
kapanmaya başlayan gözlerinden açıkça görüyordu. İşin ilginç tarafı ise
ihtiyarların kızı kucaklamak, yüzünden gözünden ve dudaklarından öpmek
istememesi, bütün şehvetlerini sadece onun elleri ve parmaklarıyla gidermesi
idi. Kız ise gözlerini kapatarak bekliyordu. Sanki bu iki ihtiyarla anlaşmış,
onların, genç vücuduyla oynaşmalarına, ellerini öperek sönmekte olan yaşlılık
şehvetlerini söndürmelerine bir süreliğine izin vermişti. Aniden, nasıl olduysa
ihtiyarlardan biri kızın göğüslerine dokunmak istedi. Kızın yüzündeki mahmurluk
hemen kayboldu ve gözlerini bile açmadan, umursamazlıkla ihtiyarın elini dirseği ile
ittirdi. İçinden bu genç kıza ve ihtiyarlara karşı bir tiksinme duygusu kabardı
ve yüzünü öbür tarafa çevirdi.
Kendisinden az ötede yaşlı bir adam
valizini bankın yanına bırakarak oturdu. Alelacele geldiğinden mi yoksa yükünün
ağırlığından mı hızlı hızlı solumaktaydı. Mendilini çıkarıp yüzündeki terleri
sildi. Sonra ceplerini karıştırmaya başladı. Muhtemelen biletini veya herhangi
bir evrakını arıyordu. Aradığının yerinde olduğunu öğrenip rahatladı. Az sonra
bu adam da diğer yolcular gibi gemiye binerek gidecekti. Ne şanslı adam!
Birileri, bir yerlerde onun yolunu gözlüyordur. Belki de ailesi ve çocukları
vardır. Baksana nasıl da tedirgin, sanki diken üstündeymiş gibi, gözlerini bir
an bile saatinden ayırmıyor. Geç kalıp gemiyi kaçıracağından korkuyor. Kim
bilir yolunu nasıl da hasretle bekliyorlardır. Bekleyenleri de aynen onun gibi
saate bakarak vaktin çabuk geçmesini ve bir an önce kavuşmayı düşünüyorlardır.
Ne şanslı adam!
Sadece onun, bu büyük limanda hiçbir
acelesi yoktu ve olmayacaktı da. Onun yolunu kimse beklemiyor ve beklemeyecekti
de. Gemiler hiçbir zaman onu limandan alıp götürmeyecekti. Hep kendi
dertleriyle başbaşa, bu sahilde kalacaktı.
İhtiyar, valizin sapından tutarak
oturmuştu. Sanki her an kaçış emri verilecekmiş gibi oturuyor ve valizin sapını
elinden bırakmıyordu. Gemiye binip bir yerlere gidenlerin sayısının gelenlerden
daha çok olduğu bu şehirde, insanlarının sayısının sürekli azalmakta olduğunu,
günün birinde geminin bu limandaki son kişiyi de alıp götüreceğini ve bir tek
kendisinin bu sahilde yapayalnız kalacağını düşünürdü. O, bunu düşünüyor ve
kendisinin bu sahilde yalnız olduğunu bütün varlığıyla hissediyordu.
Hareket
düdüğü öttü. Ahşap bankta oturan
ihtiyar hemen ayağa kalktı ve valizini alarak aceleyle köprüye yöneldi. İşte bu
şekilde, limandaki insanların tamamı, farkettirmeden çekip gideceklerdi ve
sadece o, bu sahilde yapayalnız kalacaktı. Bu onun alın yazısı idi ve bundan
kaçıp kurtulmanın da bir imkânı yoktu.
Yıllar geçtikçe bu şehirden çekip
gidebilme ümidini kaybetmişti. Bir yerlere gitmek için para gerekirdi, onunsa
parası yoktu. Gidebilmek için gereken parayı dilenerek toplayamıyordu.
Dilenerek elde ettiği para ile karnını ancak doyurabiliyordu. Zamanla, bütün
hayatı boyunca dilense bile yol parasını asla denkleştiremeyeceğini anlıyordu. Ne
kadar ümitsiz olsa da gitme düşüncesini asla aklından çıkaramıyordu. Hatta bir
defasında gizlice gemiye bindi. İnsanlara farkettirmemek için umursamaz
adımlarla, sakince güverteden geçerek geminin yukarı tarafındaki kaptan odasına
giden koridorda, merdivenlerin yanındaki yangın dolabına girerek saklanmıştı. Dolabın kapısı açılmasın diye de eliyle
içeriden tutup beklemişti. Dolabın içi çok dar ve havasız idi, üstelik uzun
süre burada ayakta durmak veya çömelerek beklemek imkânsızdı. Ama o her şeye,
açlığa, susuzluğa ve kırk sekiz saat sürecek yolculuk boyunca uykusuz kalmaya
bile razıydı. Yeter ki onun burada olduğunu farketmesinler, onu gemiden
atmasınlardı.
İnsanlara farkettirmeden buraya
saklanabildiği için sevinçliydi. Çünkü işin en zor kısmını geride bırakmıştı.
Gemi hareket edinceye kadar bu dar dolapta sabredebilseydi her şey düşündüğü
gibi sonuçlanabilirdi. Gittikçe güvertede adım sesleri sıklaşmaktaydı. Nefesini
tutarak güvertedeki ayak seslerini dinlerken düdüğün ötmesini ve geminin
sahilden ayrılmasını beklemekteydi. İşin en zor kısmı sahilden ayrılıncaya
kadardı. Gemi hareket ettikten sonra onu yakalasalar bile sadece onun için bu kadar
büyük bir gemiyi geri çevirmezlerdi. Dakikalar uzadıkça uzuyor ama bir türlü
düdük sesi duyulmuyordu. Güvertedeki ayak sesleri de azalmıştı. Ara sıra
yetişmeye çalışan yolcuların ayak seslerinden başka bir şey duyulmuyordu.
Tek bacağına yüklenerek oturduğu için, bir
tarafı iğne batırsan farketmeyecek kadar uyuşmuştu ama o, kımıldamadan
beklemekteydi. Gemi hareket etmeden yerinden ayrılmaya korkuyordu. Ani bir
hareketiyle gemidekilerin dikkatini çekebilir, bütün çabaları boşa çıkar ve
yakalanıp gemiden atılabilirdi. Sakince oturduğu halde, korkudan mı yoksa
heyecandan mı hızlı hızlı solumaktaydı. Bu solumalarını herkesin duyduğunu
sanıyor, sesi takip ederek kendisini bulacaklarından korkuyordu. Belki de onun
bu limandan çekip gidebilmek için bu daracık dolaba sığındığı, kimsenin aklının
ucundan bile geçmiyordu. Eğer yakalanırsa, kimisi onu hırsız, kimisi deli,
kimisi de terörist sanacaktı.
Aniden duyulan düdük sesiyle irkilip bir
anda kapıyı bıraktı ve açılan kapıdan yüzükoyun güverteye yıkıldı. Bağırtı
seslerini duydu. Sonrasını hayal meyal hatırlıyordu. Bu olay o kadar ani olmuştu
ki bir türlü kendini toparlayamıyordu. Güvertede boylu boyunca yatmaktaydı.
Uzuvları onu dinlemiyor ve bir türlü yerinden kıpırdayamıyordu. “Ayağa kalk!”
ünlemi sanki iki adım öteden değil çok uzaklardan geliyor gibiydi. Zorlukla
kalkmaya çalıştı. Koltuk değneklerini aldı, omzundan kayıp güverteye düşen
bohçasını yeniden omzuna geçirdi.
Giyiminden denizci olduğı anlaşılan adam, önüme düş bakalım, dedi. Bir
şey söylemeden yürümeye başladı. Hâlâ kendine gelip olup biteni anlamış
değildi. Her şeyin böyle ani bir tesadüfle mahv olması onu çok sarsmıştı ve
bunun ne ile biteceğini de bilmiyordu.
Geminin koridorlarından geçip kaptanın odasına gittiler. İçinden
kendisine lanetler yağdırıyordu. Düdük sesiyle korkup düşmeseydi şimdi yola
çıkmış olacaktı. Sahilden ayrıldıktan sonra gemiyi kim geri çevirecekti? Hatta
varlığından haberleri bile olsa biraz bağırıp çağıracak, polise vermekle tehdit
edeceklerdi, o kadar. Ne de olsa denizin orta yerinde onu gemiden atmazlardı ve
o da denizin öbür tarafına geçmiş olurdu.
Kaptanın kapısının önünde on civarında
kişi vardı. Bir anda gemi personeli olayı duymuş ve tam da geminin hareket
edeceği sırada içeride ne olduğunu merak etmişlerdi. Bu kadar insanın arasında
farkettirmeden gemiye binmesi herkesi şaşırtmıştı. Bu yüzden hayretle onu
seyrediyorlardı. İlk önce, yahu, bu ihtiyar buraya nasıl girmiş, sorusunu
duydu. Çok geçmeden limandaki iki polis içeri
girdi ve onu polislere teslim ettiler.
İçindeki heyecan bir anlığına geçti ve sakinleşti. Polisler sakince
kolundan tutarak onu gemiden indirdiler ve köprüden geçirip limana doğru ilerlediler.
Limandaki merdivenleri çıkarken dönüp geriye baktı ve gemiyi köprüye bağlayan
halatların çözüldüğünü, geminin hareket etmek üzere olduğunu gördü. Nasıl böyle
bir fırsatı kaçırırdı? Dikkatsizlik sonucunda her şeyi alt üst etmişti. Geçti,
bir daha böyle bir fırsat ele geçmezdi. Neden kendisine hâkim olamadı, neden
heyecanlandı? Oysaki işin en zor kısmını halletmiş, gemiye binmişti. Peki,
neden acele etti? Soğukkanlı hareket ederek bu işi sonuçlandırabilirdi. Neden?
Neden?
Önceleri, bir polis gördüğünde
gayriihtiyari irkilir, içinde kendisinin de bilemediği bir korku uyanırdı.
Yıllar geçtikçe bu korkudan kurtulmaya başlamıştı. Artık kendisine yasaklanan
yerlerde dolaşıp gecelemekten korkmamaktaydı. Artık yakalanma korkusunu da içinden
atmıştı. Limanda hep birlikte dolaşırlardı. O, bu iki polisi burada görmeye
alışmıştı. Hatta onlara o kadar çok alışmıştı ki artık hiç korkmadan sahilde
her zamanki yerinde oturuyordu. Bu iki polisin yüzünde, diğer polislerden
farklı olarak çok merhametli bir ifade vardı. Onun, limanın en kalabalık
yerinde oturup dilendiğinden haberdar olduklarını biliyordu. İstedikleri zaman
limandan kovup uzaklaştırabilir, hatta polis şubesine bile götürürlerdi. Ama
bunu yapmıyor, kimsesiz olduğu için mi, yoksa sakatlığı sebebiyle mi bilinmez
ama ona acıyorlardı.
Belki de aranan katiller listesinde onun
resmini görmüşler, hakkında yeteri kadar bilgi sahibi de olmuşlardı. Fakat ülkedeki
bütün polis birimlerinin aradığı azılı katilin (katil sözünü her tekrar
edişinde farkında olmadan içi sızlardı) burada, gözleri önünde bulunduğu
akıllarından bile geçirmezlerdi. İyi ki insanlar, birbirinin hissettiklerini,
içinden geçenleri okuyamıyordu.
Limandaki merdivenlerde durdular.
Polislerin kolundan tuttuğunu unutarak gemiyi seyretmekteydi. Artık gemi demir
almıştı ve bacasından çıkan mavi duman göğe yükseliyordu. Suları
dalgalandırarak ilerlemek için manevra yapıyordu. Polisler hâlâ onun kolundan tutmaktaydı. O,
polislerin gemiye yetişememesi için kollarından tuttuklarını ve gemi uzaklaşır
uzaklaşmaz onu bırakacaklarını düşündü. Mavi dumanların ulaşamadığı
yüksekliklerde martılar ötüyordu. Hâlâ gerçekleşen olayın etkisinde olduğundan
bütün sesler kulaklarında çınlıyor ve o, martıların feryadını duyamıyordu. Hiç
biri konuşmuyor, sadece bakışlarıyla uzaklaşan gemiyi seyrediyorlardı. Nihayet
polislerden biri “Neden gemiye bindin?” diye sordu. Karşılığında “Gitmek istiyordum,
buralardan çekip gitmek istiyordum” dedi. Şaşkınlıkla bakıştılar, bir süre
kimse konuşmadı. Sonra ilk soru soran “Nereye gitmek istiyorsun?” dedi.
Uzaklaşıp gözden kaybolmakta olan geminin arkasından bakarak “Hiç, kendim bile
bilmiyorum. Denizin öbür tarafına olabilir, artık buralarda duramıyorum” dedi.
– Ama böyle gidemezsin ki? Bilet alman,
evraklarını göstermen gerektiğini bilmiyor musun?
– Param da yok, evrağım da.
Bir süre bekledikten sonra, “Çek git
buradan, bir daha da böyle şeyler yapma!” dediler.
Bunu ikisi de aynı anda demiş ve aynı anda
dönüp gitmişlerdi. Polis şubesine götürmemeleri, sorguya çekmeden bırakmaları
onu duygulandırdı. Bir an, arkalarından koşarak başından geçenlerin tamamını en
ince ayrıntısına kadar onlara anlatmayı düşündü. Çünkü polislerin bu iyiliği
karşısında onları kandırmak istemiyordu. Ne olacaksa olsundu. Zaten bir gün
gelecek, onun katil olduğu ortaya çıkacaktı. Ama gitmedi, bekledi ve sanki
içinden birisi onu durdurdu.
VII. Bölüm
Hangi şehre geldiğini bilemiyor,
birilerine sormaya da cesaret edemiyordu. Perişan, kirli kıyafetleriyle sorduğu
bu soru yüzünden ondan şüphelenebilirlerdi. Zaten er ya da geç şehrin ismini öğrenecekti.
Öğrenmese bile hangi şehre geldiğinin de öyle bir önemi yoktu. İnsanlar
sokaklarda, bir o tarafa bir bu tarafa koşuşturmaktaydı. Kimsenin ona aldırdığı
yoktu. Ne terden, topraktan rengi değişmiş elbiselerine ne de sakal basmış
yüzüne kimse bakmıyordu.
Ömrünün geçmiş, yaşanmış yıllarıyla hiçbir
alakası olmayan yeni bir hayata başlamıştı. Bu hayat ona, sırlı, karanlık ve
korkunç günleri haber veriyordu. Sokakta koşuşturan, bir o tarafa bir bu tarafa
gidip gelen insanlara, hızla geçen arabalara, soğuk reklamlara bakıyor ve
geçmişinin bir uçurum gibi kendisinden koptuğu bir zamanda, hayatın böyle
sıradan geçişine şaşırıyordu.
İçinden gizli bir istek, kaderin onu
sürükleyip getirdiği bu şehrin adını öğrenmesi için dürtüklüyordu. Sabahın
erken saatlerinde aceleyle bir yerlere koşuşturan yarı uykulu insanların yüzüne
bakıyor, soru sorabileceği birilerini arıyordu. Uzaktayken kendisinde cesaret
bulsa da yaklaştığında cesaretini kaybedip soramıyordu. Nihayet kendisini
toparlayarak yaşlı bir kadına “Bu şehrin adı ne? diye sordu. Kadın
uykusuzluktan mı yoksa yaşlılıktan mı küçüldüğü anlaşılmayan gözleriyle onu
tepeden tırnağa süzerek “Ne demiştiniz? diye sordu.
– Bu şehrin adı nedir?
Kadın, benimle dalga mı geçiyorsunuz,
deyip homurdanarak uzaklaştı. Bir daha da bu şehrin ismini kimseye sormaya
cesaret edemedi.
Biraz bekledikten sonra sokakları süpüren
sakat bir adama, limanın ve garın nerede
olduğunu sordu. Şimdilik gecelemek için gardan daha uygun bir yer olamazdı.
Adam, garın ne kadar uzakta olduğunu ve oraya hangi araçla gidebileceğini de
söyledi. Günlerdir yorgun olmasına rağmen arabaya binmek istemiyordu. Hem
parası yoktu hem de yürüyerek gidip henüz adını bile öğrenemediği bu şehri
tanımak istiyordu. Kim bilir, belki de bu şehre bağlanacak, hayatının sonuna
kadar burada yaşayacaktı. Kaderin oyununu bilmek mümkün müydü?
Gara varması çok sürmedi. Bazen sessiz,
bazen de kalabalık sokaklardan geçerek yarım saat, belki biraz daha fazla
yürüdü. Hareketliliğinden gar olduğu hemen anlaşılan eski, yüksek kemerli
binaya vardığında sabah saat dokuz, on civarıydı.
Adımını attığı andan itibaren yabancı
insanların kokusunu duyduğu bu şehirde, nedense gar ona çok tanıdık gelmişti. Sonraları,
şehrin adını öğrenip daha önce bu garda hiç bulunmadığını anladığında, şehirlerin
birbirine sadece garları vasıtasıyla benzediğini fark etmişti. Dünyanın bütün
şehirlerini yalnız garları birleştiriyor, birbirine yaklaştırıp aradaki
farkları ortadan kaldırıyordu.
Şimdiye kadar sahrada barınmıştı, gecesini
gündüzüne katarak kaçıp kurtulmak dışında bir endişesi olmamıştı. Şehirde ise
kendisini nelerin beklediği meçhul idi. Sahrada takatini kesen amansız açlık, şehirde
de devam edecek miydi? İnsanların karınca misali kaynamakta olduğu şehrin
sokaklarında, bu kadar insanın arasında ümitsizlik ve yalnızlığın mengenesinde
boğulacak mıydı? Bunu nereden bilebilirdi?
Yolcuların eşyalarını taşıyarak birkaç
kuruş bile olsa elde ederek günlerdir devam eden açlığını bu parayla
yatıştırması gerekirdi. Perona geçti ve el arabasıyla yürüyen insanların gittiği
tarafa yöneldi. Hangi şehirden geldiğini bilmediği bir tren durur durmaz, vagonlardan
birinin kapısına koşturdu.
Etrafta kulakları sağır eden bir gürültü
vardı. İnsanlar, bilinmeyen şehirlerin
kokusunu yayarak gidiyorlardı. Hamal bekleyen yaşlı bir kadına yaklaştı.
Çekinerek yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordu. Kadın başı ile yardıma
ihtiyacı olduğunu bildirerek eşyalarını ona gösterdi. Bu kadar kolaylıkla iş
bulduğuna sevinmişti. Fakat eğilip valizi almak isterken arkadan yediği bir
tekmeyle neredeyse yüzükoyun yere yuvarlanacaktı. Düşmemek için kendisini zor
tuttu. Önce, peşine takılanların bu uzak şehirde gelip kendisini bulduklarını
ve gece gündüz durmadan yürümesinin ve çektiği o kadar meşakkatin boşa
gittiğini düşündü. Dönüp baktığında ise arkasında, el arabasıyla, avurtları
birbirine geçmiş yaşlı bir hamalın durduğunu gördü. Hamal yüzünü ekşiterek
“Defol buradan, bir daha da ortalarda dolanma!” deyip ağır bir küfür savurdu.
Gelip geçenler de bu manzarayı seyrediyordu. O anda utancından yerin dibine
geçti. Önce hamalı bir güzel dövüp haddini bildirmeyi düşünse de kendisini zor
tuttu. Bu kadar uğraşıp kurtulduktan sonra yeniden yakalanma ihtimalini düşünerek
vazgeçti. Kin ve nefretini zehir gibi zorla yuttu ve dönüp arkasına bakmadan
gardan ayrıldı. Uzun zamandan beri aç karına yürüdüğü için ayakta durmakta
zorlanıyordu.
Ormanda yediği böğürtlen onun ne zamandan
beri kapanmış olan iştahını açmıştı. Üstünde para eden bir şeyi de yoktu. Olsaydı
satıp birkaç günlüğüne de olsa karnını doyururdu. En son ayrıldığında annesiyle
vedalaşırken onun getirdiği parayı almamıştı. Kadıncağız ne kadar ısrar etse de
verdiği parayı almamış, “Bu saatten sonra paraya ihtiyacım olmayacak. Eve
götür, çocuklara harcarsın.” demişti. Kadın kahrolarak “Nasıl yani bu saatten
sonra…” dediğinde, bütün bu yaşananlara rağmen annesinin onun ölüme gittiğine,
artık oğluyla ilgili her şeyin bittiğine inanmadığını anlamış ve hemen
kendisini toplayarak “Param var, olmasaydı alırdım. Beni merak etmeyin, nasıl
olsa başımın çaresine bakarım.” demişti.
O zaman, annesinin bir mendile sarıp vermek istediği o paraya bu uzak
şehirde ihtiyacı olacağını nereden bilebilirdi?
Birden ağzındaki altın dişlerini
hatırladı. Nasıl olmuştu da şimdiye kadar aklına gelmemişti? Dişlerini
çıkartarak hem izini kaybettirirdi (muhtemelen onu tarif ederken ağzında altın
dişleri olduğunu da yazmışlardı) hem de bir süreliğine de olsa kimseye minnet
etmeden karnını doyururdu. Karşısına çıkan ilk polikliniğe girdi ve diş
dokturunu buldu. Kapıya kadar uzayan
kuyruğa ve sıradakilerin homurtusuna aldırmadan içeri daldı. Çok uğraştıktan
sonra doktoru ikna ederek dişlerindeki altın kaplamayı söktürdü. Önceleri diş
çektirmek onun için dünyanın en meşakkatli işiydi. Şimdi ise çektiği bunca
acılardan sonra bu iş ona çok kolay geliyordu. Ağzının kanını silerek avcundaki
dört altın kaplamalı dişle dışarı çıktığında ayakta durmaya takati kalmamakla
birlikte, kıymetli bir şey bulanların sevincini yaşamaktaydı.
Şimdi de çektirdiği altın kaplamalı
dişlerini satması gerekirdi ve bu işin bu kadar zor olabileceği aklından bile
geçmezdi. Önce kalabalık bir sokakta durarak çekilmiş altın kaplamalı dişleri
alıcı bulmak ümidiyle gelip geçenlere gösteremeye başladı. Yanından geçip giden
insanlar avucunda tuttuğu kanlı dişlere hayretle bakıyorlardı. İnsanların
yüzündeki hayret dolu ifade onun bütün ümitlerini yok ediyor ve dişlerini asla
satamayıp aç karnına gereksiz bir nesne gibi gezdireceğinden korkuyordu.
Bütün gün
boyunca elindeki kanlı dişleriyle sokakları dolandı ve nihayet güç bela dört
tane altın kaplamalı dişini, bir onluğa değişti. Dişlerini bu kadar ucuza
satmasına aldırmadan içinde bir sevinç duyuyordu. Çünkü az da olsa elinde
parası vardı ve bu parayı gönlünce harcayacaktı. Onluğu aldıktan sonra garın
karşısındaki binanın köşesinde bulunan lokantaya girdi. Çok da büyük olmayan bu lokanta kalabalık
değildi. Çekinerek kapıya yakın yerlerden birine oturdu, elini paranın olduğu cebinin
üstüne koyarak beklemeye başladı. O kadar açtı ki artık bekleyemiyordu. Masaların
arasında bir o tarafa bir bu tarafa koşturan beyaz önlüklü garson ise ona bir
türlü bakmıyordu. Lokantayı saran yemek kokusu başını döndürüyordu. Beklemeye
sabrı yetmedi, kalkıp sipariş verdi ve dönüp yerine oturdu. Az sonra garson masaya yuvarlak ve büyükçe
bir ekmek getirdi. Yemek gelinceye kadar bekleyemedi, çekilmiş dişlerinin ağrımasına aldırmadan
açgözlülükle ekmeğe saldırdı ve bir hayvanın canlı bir avı parçalaması gibi
ekmeği bir anda yiyip yuttu. Günler süren açlıktan sonra ilk defa yemek
yiyordu. Lokmaları çiğnemeye sabrı yetmiyor, öylece yutuyordu. Etrafındakilerin
onun açgözlülükle yemesine baktıklarına aldırmıyor, çevresindeki kimseyi görmüyordu.
Bütün düşüncesi bir an önce bu amansız
açlığın pençesinden kurtulmaktı. Sanki bütün kaderi, geleceği önündeki yemek kâsesinden
ona bakmaktaydı. Tek korkusu, ne kadar yerse yesin açlığını yatıştırıp doymamak
ve bütün ömrü boyunca ekmek diye sayıklayarak kahrolup gitmekti. Cıva gibi kıvrak
bir şekilde masaların arasında dolaşan garson kadın “Başka bir ihtiyacınız var
mı?” diye sordu.
– Çok teşekkür ederim, başka bir şey
gerekmiyor, lütfen paranızı alınız, dedi.
Kadının onunla böyle şefkatli bir üslupla konuşması, onu duygulandırdı. Yemeğin
parasını ödeyip ayağa kalktığında kalın, hasta bir ses, durun, diye bağırdı.
Sesin geldiği tarafa döndü. Ondan biraz ilerideki masanın arkasında üstü başı
perişan bir dilenci oturmuş ve on dört on beş tane içki şişesini önüne
sıralamıştı. Hareketlerinden ve konuşmasından sarhoş olduğu anlaşılsa da aklı
yerindeydi. Lokantadakiler masadaki içki şişelerine ve ahşap koltuğa yığılmış
bu çelimsiz ihtiyara hayretle bakıyorlardı. Sarhoş ihtiyar bir daha tekrar
etti. Durun, çatal ve kaşığınızı masaya bırakın. Hayretle duruyor ve gözlerini
ihtiyara dikip bekliyordu. Üstü başı perişan olmasına rağmen bu serserinin bu
kadar içkiyi hangi parayla alabildiğine şaşırmıştı. Bu sefer biraz alçaktan ve
yavaş sesle, çatal ve kaşığınızı masaya bırakın, bir dakikalığına beni
dinleyin, dedi. Herkes, yemek yemeyi bırakmış, ihtiyarın ne diyeceğini, bu
olayın nasıl sonuçlanacağını merak ediyordu. İhtiyar, etraftakilerin çatal ve bıçaklarını
bırakarak onu dinlediklerinden emin olduktan sonra sözüne devam etti.
– Canlarım, bugün benim doğum günümdür.
Yani hayatımın en önemli günüdür. Bugün altmış yaşımı dolduruyorum. Bu zamana
kadar bir defa bile olsa doğum günümü kutlamadım. Bir şeyleri hatırlamaya
çalışan insanlar gibi sözlerine ara vererek “Çünkü benim kimsem yoktur.” dedi.
Salonda sinek uçsa, kanat sesi duyulurdu. Garson ve bulaşıkçılar bile işlerini
bırakarak onu dinliyorlardı. İçeri yeni giren müşteriler de şaşırarak sessizce
kapıda belkiyorlardı.
İhtiyar ise konuşmaya devam ediyordu:
– Bir zamanlar, ailem ve çocuklarım vardı.
Sonra onları kaybettim. Bunlar çok, ama çok önce oldu. Gözleri dolduğundan
konuşamadı. Zorla kendisini toplayıp “Alın bu şişeleri, benim dilencilikle sürdürdüğüm
ömrüm işte bu lokanta civarında geçmiştir. Şimdi sizden rica ediyorum, hem de
bir kez değil, bin kez, milyon kez rica ediyorum ne olur çekip gitmeyin, gelin
hep birlikte benim doğum günümü kutlayalım.” dedi. Sonra güçlükle ayağa kalkarak
şişeleri tek tek masalara dizmeye başladı. Artık dayanamıyordu, kalkıp kapıya yöneldi. Şahidi olduğu olay onu çok
sarsmıştı. Çünkü bu olayda kendi kaderini, kendi geleceğini, mahv olmuş arzu ve
hayallerini görüyordu. Bu olay, yabancı
bir şehirde geçireceği bir ömrün son günlerini gözlerinde canlandırıyor ve ümitle
yaşamanın, bir yerlere varmak için koşturmanın abes olduğunu hatırlatıyordu. Şayet
bütün hayatını böyle yaşayacaksa, günün birinde onun da hayatı bu ihtiyarınki
gibi olacaksa, dertlerin ve kederlerin pençesinde kıvranacaksa o zaman neden
ölümden kaçmak, ölümden kurtulmak istemektedir?
Bu olayı bir rastlantı olarak mı
görmeliydi yoksa başka bir şey mi? Belki de Allah, ihtiyara başından geçenleri
anlattırmakla, onun kendi başına gelecekleri bilmesi, sonunu görmesi için
özellikle bu ihtiyarla karşılaştırmıştı.
Sokağa çıkarak denize doğru yürüdü.
Birbirini kesen sokaklarda güçlü, karşıkonulmaz bir hava akımı oluyor, şehir
uzaktan uzağa gözleri önünde dans ediyor gibi görünüyordu. Rüzgâr, deniz
tarafında bir yerlerden müzik melodileri getirmekteydi.
Yemek yedikten sonra halsizleşmeye başladığını
hissediyordu. Ayaklarının takati kesilmişti ve adeta sürülmüş bir tarlada
yürüyor gibiydi. Karnında dayanılması güç bir ağrı başlamıştı. Günlerce süren
açlıktan sonra yediklerini kusacak gibi oluyordu. Sanki ayaklarından tutarak
durmadan onu döndürüyorlardı. Gözlerinin önü karardı. Telefon kulübesine
yaslanarak durdu. Öğürmeye başladı. Öğürdükçe
bütün yediklerini kusuyor, yüzünden, alnından ve boynundan soğuk terler
boşanıyordu. Ama bir türlü öğürmesi geçmiyordu. Uzun zamandan sonra bu kadar
çok yemeyecekti. Baksana ne zamandan beri bir yudum su bile içmemişti. Keşke
dikkatli davranıp az yeseydi. Hiç olmazsa bir günlüğüne perhiz yapsaydı. O
zaman böyle midesi bulanmaz, en azından yediklerini de kusmazdı.
Az sonra kendisini toplayarak ahşap
banklardan birine oturdu. Yediklerinin hepsini kussa da açlık hissetmiyordu. Ancak
mide ve bağırsakları çok ağrıyordu. En çok da yemeğe verdiği paraya acıyordu. Yavaş
yavaş hava kararmaktaydı. Karanlık bastırmadan şehirde geçireceği ilk gecenin
heyecanı onu sarmıştı. Hava kararmaya başladıkça heyecanı artıyor ve aklına
çeşitli fikirler geliyordu. Issız sahrada bile onu bu kadar korkutup
heyecanlandırmayan gece, insanlarla dolu bu şehirde neden korku uyandırıyordu?
Belki de korkuyu doğuran şehrin karanlığı değil de insanlar mıydı? İşte, artık
yüksek binaların pencereleri tek tek aydınlanmaya başlıyor ve sokaklardan el
etek çekildikçe, ışıklı pencerelerin de sayısı artıyordu. Yeni tanıştığı
yabancı şehrin sokaklarında ağır ağır yürüdükçe bütün geleceğinin ve her şeyin
bu geceye bağlı olacağını düşünüyordu. Bundan sonraki bütün yaşamını bu gece
belirleyecekti ve bu geceyi nasıl geçirirse geri kalan bütün ömrünü de öyle
geçirecekti.
Sokaklar boşaldıkça garip bir kedere
bürünüyordu. Bazen elektirik direklerinin solgun ışığında sokağın bir ucundan
öbür ucuna kadar hiç kimse göze çarpmıyordu. Sonra ayak sesleri duyuluyordu.
Ayak seslerinin sahibini görünceye kadar karanlığı seyrediyordu. Tamamen
yabancı bir gölge, yabancı bir karartı göründüğünde kendisiyle, kendi düşünceleriyle
meşgul gibi görünmeye çalışıyordu. Ayak sesleri gittikçe belirginleşerek
yanından geçip gidiyordu. Yükselip alçalan ayak sesleri bir daha, bir daha
duyuluyordu. Herkes bir yerlere yetişmeye çalışıyordu. Onun ise hiçbir acelesi yoktu ve bundan sonra
da olmayacaktı. Kaderi, bu mutluluktan onu ebediyen mahrum etmişti. Ah, ayağının
sesini bu seslere karıştırarak bir yerlere yetişmeyi, bir yerlere koşturmayı ne
çok istemekteydi!
Evlerden duyulan sesler bazen onu düşüncelerinden
ayırıyordu. Gecenin sessizliğinde bu gürültüleri açıkça duyuyordu. Kimi
kocasıyla tartışıyor, haklı olduğunu ispat etmeye çalışıyor, bir başka evden
çılgın kahkalar duyuluyor, kimi de pencereden sokağı ve karanlığı seyrederek
müzik dinliyordu.
En alt katlardan birinde bir çocuk
ağlıyordu. Ne kadar uğraşsalar da çocuğu avutamıyorlardı. Annesi mi yoksa
ninesi mi yalvarıp yakarıyor, çocuk ise bir türlü susmuyor ve “Ben babamı
istiyorum!” diyordu. Kadın korku ve üzüntü dolu bir sesle “Ağlama, kuzum, gelecek”
diye çocuğu sakinleştirmeye çalışıyordu.
Kız ise ısrarla “Hayır, yalan söylüyorsun,
ondan önceki gün de gelecek diyordun. Öyleyse neden gelmedi? Kandırıyorsun
beni.” diyordu. Bu çocuk aynen büyük
kızı Günay gibi ağlıyordu. Artık dayanamadı ve adımlarını hızlandırıp oradan
uzaklaştı.
Evlerin ışıkları yavaş yavaş sönmeye
başlıyordu. Birazdan sokak lambaları da sönecek, şehir büsbütün karanlığa
bürünecekti. Sonra sokaklardan el ayak çekilecek ve karanlık sokaklarda bir
başına kalacaktı. Yabancı şehir, zulmet gibi karanlık gece ve o. Gece
yarısından sonra gara doğru yöneldi. Yabancısı olduğu bir şehirde gecelemek
için gar dışında, gidebileceği bir yeri yoktu.
VIII. Bölüm
Gar çok havasızdı. Ter ve sigaranın ağır
kokusu birbirine karışmış, sigara dumanları tavanı sis gibi kaplamıştı.
İçerideki boğuk havaya, nefes almanın mümkün olmadığı ter ve duman kokusuna
alışmak için bir süre kapının eşiğinde bekledi. İçeri ayak basmadan burada
geçireceği geceyi hayal etmeye çalıştı. Bekleme salonu biraz öncesine göre
nispeten kalabalık idi. İnsanlar merdivenlerin üstünde, duvarların dibinde,
pencere önünde ve bulabildikleri her yerde kıvrılıp yatmışlardı. Yorgunluktan
yığılıp kalan bu insanların gecenin herhangi bir saatinde bile olsa gelecek olan
treni beklediklerini ve o treni kaçırmamak için uyumadıklarını, âdeta diken
üstünde bekleyerek her sese, her hışırtıya irkilip uyandıklarını biliyordu. Bu ağır hava, bu duman, bu insanlar ona süt
kokusu gibi tatlı, ekmek kadar değerli geliyordu. Sanki hayatının büyük bir
kısmını hep burada, bu insanlarla birlikte geçirmişti.
Boş yer bulabilmek için tanıdık yüzlerin,
tanıdık simaların yanından geçerek garın geniş salonunu dolaştıkça kalbine,
varlığına sırlı, anlaşılması güç bir ümit doluyordu. Henüz kendisine hiçbir vaatte
bulunmayan bu yabancı şehirde, bu ümitler, kalbine nereden doğmaktaydı? Bu
kalabalıkta boş bir yer bulup oturduğunda gece yarısını geçmek üzereydi.
Ayaklarının acısını dinlendirirken bir süre gelip geçenleri seyretti. Bir
yerlere yetişmeye çalışan insanlara içten bir haset duyuyordu. (Ah, yine mi
acele ediyorlardı?) Bir zamanlar o da bu insanlar gibi tren garlarını böyle
aceleyle terk etmişti. Ama o zaman bir yerlere yetişmek için acele etmenin ne
olduğunu duymamış, anlamamıştı. Bu büyük
garda, bir tek kendisinin herhangi bir yere yetişmek için koşturmadığını,
gidecek bir yeri olmadığını düşündükçe az önce yol boyunca içinde uyanan
duygular kabarmaya başlıyordu.
Garda kendisine arkadaş arıyordu. Daha bundan
üç ay önce, bir gün kaderinin ondan yüz çevireceği, yaşamak için hayatın dibine
ineceği, tanıyıp bilmediği yabancı, uzak şehirde yurtsuz yuvasız derbeder
insanlar arasında kendisine dert ortağı arayacağı aklına bile gelmezdi. Oturduğu
yerde gözleriyle birilerini ararken ne zaman uykuya daldığını farketmedi.
Köyün girişine vardığında duruyor. Aman
Allahım, buradan ayrılalı kaç yıl oldu? Sanki yurdundan ayrılalı bir asır
olmuştu. Ama bu süre zarfında her şey
bıraktığı gibi duruyordu, zerre kadar bile değişiklik yoktu. Vaktin gece
yarısını geçtiğini, yüzünde ve yanaklarında dolaşan serin rüzgârdan anlıyor. Bu
serinlik onu geçmişe, ömrünün uzak, hatırlanması zor yıllarına götürüyor.
Yol boyunca dizilen ve gecenin
karanlığında zorla görülebilen ağaçları gölgesinden tanımaktadır. Her tarafta
derin bir sessizlik hâkim. Ara sıra havlayan köpekler, uyuklamaya başlayan
gecenin sessizliğini bozuyor ve köyde hayatın devam ettiğini, burada insanların
yaşadığını bildiriyor. Kiremitli çatıları, semanın göğsündeki siyah lekeleri
andıran evleri geride bırakıyor. Bir an önce eve varmak için hızını
artırıyor. Evleri köyün dışındadır. Her
zaman bu yolu yaya olarak gider. Ancak köyün orta yerine kadar asfalt yol
çekilmişti. Buradan evlerine kadarki yol ise toprak yoldu. İşte, toprak yola vardı. Ayakları toz toprak
içindeki yola değince sanki içinde bir şeyler kıpırdayarak ona güç kuvvet
veriyor, kalbini, bütün varlığını aydınlatıyor. Ayağını bastığı bu toprakta
anlayamadığı bir sıcaklık duyuyor ve yürüdükçe bu sıcaklık bütün vücuduna
yayılıyor.
Evlerine ne
zaman yaklaştığını farketmiyor. Ayazlı gecede evin yüksek kiremitli çatısını
gördüğünde heyecandan kalbi duracak gibi oluyor. Demir süslemeli kapıya varınca duruyor. Sabahtan beri elinden
bırakmadığı valizin ağırlığını sanki şimdi hissediyor. Valizi bırakarak rahat
bir nefes alıyor, sonra dış kapının önünden geçen yolun iki tarafına da göz
atıyor ve kimsenin olmadığından emin oluyor. Kapının içeriden kapalı olduğunu
biliyor. Annesinin her akşam uyumadan önce avluya inip göz gezdirdiğini ve
kapının kapalı olup olmadığını kontrol ettiğini unutmamıştı. Kadının eski
alışkanlığıdır. Daha kocasının sağlığında bile bu işi ona bırakmazdı. Annesinin
sık sık tekrar ettiği “Kadının gözü keskin olur” deyimi hâlâ kulaklarındadır.
Her zaman, kapı kapalı olduğunda yüksek
duvarı tırmanarak avluya atlardı. Vakitsiz gelişiyle evdekileri rahatsız etmek
istemezdi. Şimdi de ayağını kapının koluna usulca koyarak duvara tırmanıyor ve
içeri atlıyor. Çığ sesine benzer gürültüyü köpek hemen farkediyor ve havlayarak
yola doğru koşturuyor. Sanki hırsızlık yapmış gibi sessizce avluda bekliyor ve
ne yapacağına karar veremiyor. Balkona çıkıp evin kapısını mı çalsın, yoksa
dışarıda oturup sabahın olmasını mı beklesin?
Aniden valizi dışarıda unuttuğunu hatırlıyor. Dış kapıyı açarak sokağa
çıkıyor ve valizini alıp içeri girdikten sonra yeniden kapıyı içeriden kilitliyor.
Sanki gecenin bu vaktinde birilerinin gelip onu göreceğinden korkmaktadır. Pencereye
yaklaşarak evin içine bakmayı çok istiyor ama ay ışığında gölgesinin cama
yansıyabileceği düşüncesiyle bundan vazgeçiyor. Gecenin bu saatinde, tenha
avluda, kime ait olduğu bilinmeyen bir gölgenin içeridekileri korkutacağından
endişeleniyor. Bunun için de sabaha kadar beklemeyi düşünüyor. Kendisinin
yokluğunda neler olup bittiğini öğrenme merakıyla sabırsızlıkla etrafı kolaçan
ediyor. Avludaki eşyalara bakarak evin, ailenin geçimini tahmin etmek istiyor.
Burnuna ot, yaprak, ahır kokuları doluyor, bu kokular hafızasından geçerek
iliklerine işliyor ve onu ömrünün çok uzakta kalmış yıllarına, anılarına
götürüyor.
Evin karşısındaki asma ağacı yapraklarını dökeli çok olmuş. Ağacın çıplak dallarında,
kuşlar yemesin diye bezlere sarılmış üzüm salkımları görünmektedir. Vakit bulup
da şehirden köye gelmediği zamanlarda, annesi onun üzüm payını böyle bezlere
sararak muhafaza ederdi. Ağaca yaklaşarak salkımın birini koparıyor, yemeye
başlıyor. Üzümün serin ve tatlı suyu
boğazını yakıyor. Salkımı kaldırarak ay ışığında bakıyor ve altın
sarısı üzüm tanelerinde annesinin ellerinin ışığını hissediyor. Sanki üzüm
tanelerini değil, annesinin ellerinin
ışığını yiyor.
Etraf o kadar sakindir ki evlerinde
olduğunu bilmese, burada insanların yaşadığını aklına bile getiremez. Bu
avludaki her şey, bütün ağaçlar onun gözleri önünde büyüyüp yetişmişti.
Bahçedeki ağaçların dallarını, bütün gövdelerini en ince ayrıntısına kadar
hatırlıyor. Evlerinin yukarı tarafında akan ırmağın tatlı bir rüya gibi hafif şırıltısını
hatırlıyor. Gündüzleri, akan suyun sesi, hafiften esen tatlı bir rüzgâr gibi
duyulmaz olurdu. Bunaltıcı yaz gecelerinde babası ile birlikte balkonda
uyuduğunu da hatırlıyor. O zamanlar, gecenin bir yarısı uyandığında suyun
sesini duyar ve bu ses bir ninni gibi ona teselli, huzur verir ve yeniden
uykuya dalardı. Sanki gizli bir el onu suyun sesini dinlemesi için özellikle
uyandırırdı.
İçeridekilerin nefes alışlarını bile
duyduğunu sanıyor. Bahçenin aşağı tarafında bağlı bulunan köpek de avluda
birilerinin olduğunu farkederek havlayıp duruyor. Onun bu zamansız havlamasına köyün diğer
köpekleri de katılarak koroyla havlamaktadır. Köpeğin bir an önce susmasını
istiyor, yoksa annesi uyanarak dışarı çıkacaktır. Evdekileri gecenin bu
vaktinde uykudan uyandırmaya kıyamıyor, zaten biraz sonra sabah olacaktır. Köpeğin huyunu da iyi biliyor,
evdekileri uyandırıncaya kadar bir türlü susmazdı. İşte köpeğin havlamaları
üzerine kapı açılıyor, uykulu adımlarla birisi balkona çıkıyor. O, duvarın
dibine sığınarak balkona çıkan annesini veya başka birisini korkutmak
istemiyor. Köpek havlamasını kestiği takdirde, balkona çıkan kişi de içeri
girip yatağına uzanacak ve onun avluda olduğunu bilmeyeceklerdi. Ama köpek hiç
susacağa benzemiyor. Balkondaki kişiye güvenerek daha da yukarı gelmişti ve
şimdi o, köpeğin karanlıkta açılıp kapanan ağzını da görüyordu.
“Kim var orada?” diyen annesinin sesi
sanki geçmişten geliyor. Aralarındaki mesafenin bu kadar yakın olduğuna, iki
adım attığı takdirde balkondaki annesini net olarak göreceğine inanamıyor.
Konuşmak, annesine cevap vermek istiyor ama sanki sesi kısılmış, ağzı dili
bağlanmıştır.
Köpek hâlâ havlamaktadır. Köpek tamamen
sakinleşip susmazsa annesinin rahatlayıp içeri girmeyeceğini, balkonda durup
bekleyeceğini, hatta eline yaba veya kürek gibi bir şeyler alıp avluya
ineceğini de biliyor. “Kim var orada?” diye annesi bir daha sesleniyor. Neden
cevap vermiyor, onu içinden tutup saklayan nedir? Öz annesi iki adım ötede
duruyor ve yıllardır onun yollarını beklemektedir. Kendisini toparlayarak
“Benim!” diyor. Ama sesi çok yavaş çıkıyor ve galiba annesi onu duymuyor.
Sabahtan beri koro halinde havlayan köpeklerin
susmasıyla etrafa duyulmamış bir
sessizlik çöküyor. O, biraz daha yüksek sesle “Benim, anne!” diyor ve sığındığı
yerden çıkarak annesini görebilmek için ileri yürüyor. Gelip merdivenin önünde
duruyor. Balkonda, hırkasına bürünmüş duran annesi, sanki onu görmüyormuş gibi
bakıyor. Ay ışığında kadının gümüş renkli saçları parlıyor ve göz kamaştıran bu pırıltıda o,
ihtiyarlığın amansız soğukluğunu duyuyor.
Hayretle birbilerine bakıyorlar. Sesi
kısılmış gibi ikisi de konuşmuyor. Kadının sessiz duruşundan ve ona dikilip onu
görmeyen bakışlarından korktuğunu hissediyor. Aniden annesi merdivenlerden
inmeye başlıyor. Adımlarını, havada boşluğa atıyormuş gibi atmaktadır. Bir
heykel gibi üstüne doğru yürüyen annesini kucaklıyor ve kadının gecenin
derinliklerine dikilen bakışlarından, onun kendinde olmadığını hemen anlıyor. Kadıncağızın
kollarında ağırlaştığını da hissediyor ve bir anda onun bayıldığını görüyor. Annesini
kucaklayarak balkona çıkarıyor. Bu durumda içeri girmeye cesaret etmiyor,
çocukların aniden uyanarak korkacağından endişeleniyor. Bunun için annesini
balkonun bir tarafına, hafifçe yere yatırıyor. Nabzına bakıyor. “Aman Allahım,
hiç atmıyor!” Nefesini tutarak bir daha ölçüyor. Bir zaman sonra, parmaklarının
ucunda annesinin çok zayıf atan nabzını hissediyor. Rahatlıyor ve kadıncağızın
ellerini, kollarını ovmaya başlıyor. “Oğlum! Oğlum! Sen misin? Bir anlık rüya
görüyorum sandım. Karabasan gördüğümü sandım bir anlık. Bunun için bayıldım.
Sen gittiğinden beri geceleri azıcık ses duyar duymaz kalkıp balkona çıkıyorum.
Gece gelip dışarıda kalırsın, haberim olmaz diye korkuyorum. O zamandan beri
geceleri gözlerim uykuya hasrettir. Geleceğin içime doğmuştu, bunun için de
uykularım kaçtı oğlum, geceleri uyuyamıyordum. Ah oğlum! Oğlum!” Annesinin sesi
sanki çok uzaktan, vaktin, zamanın derinliklerinden geliyordu. Kadıncağız
gözyaşlarına boğulduğundan konuşamıyordu.
Uzakta ufuklar ağarmaya başladıkça
karanlık ağır ağır çekiliyor. Bahçeyi, ailesinden ve çocuklarından ayrıldığı o
uzak sonbahar seherindeki gibi mavimtırak bir duman sarıyor. Evin uykulu
görüntüsü de gittikçe canlanıyor. Annesi doğrulup oturuyor. Sonra az önceki
haliyle uyuşmayan bir çeviklikle kalkıp eve geçiyor ve “Gelini hemen çağırayım
da uyansın. Döndüğüne inanamayacak. Çocuklar da ne zamandan beridir babalarının
yolunu gözlemektedirler. Onları avutmak için yapmadığımız şaklabanlık kalmadı.”
diyor.
Karısı evin bir tarafında duvara
yaslanarak ağlamaktadır. O da köpek havlamaya başladığı andan beri uyanıktır.
Annesi ile balkonda geçen olayları ve bütün konuşmaları duymuş. Kocasının sağ salim dönüp geldiğine inanamıyor
ve sevincinden ağlıyor.
Küçük kızı beşiğinde, büyük ise sobanın
yanında yatıyor. Zaman onlardan yan geçmiş. Hiç değişmemişler. Aynen bırakıp
gittiğinde olduğu gibi duruyorlar.
Evin ortasında durup sessizce bekliyor,
karısına doğru gitsin mi yoksa eğilip çocuklarının uyumasını mı seyretsin,
karar veremiyor. Durduğu yerde bir anda başı dönmeye başlıyor. Duvarlar, beşik
ve yatak, ay ışığına doğru açılan pencereler yavaş yavaş dönmeye başlıyor. Bu
dönenlerin arasında evin bir köşesinde, kollarını göğsünde çaprazlayıp duran
karısını, henüz uyumakta olan yavrularını görüyor. Az sonra kapıyı açarak içeri
giren annesi de dönenlere
katılmakta geç kalmıyor. Öyle bir hızla dönüyor ki gözleri kararıyor ve bu karanlıkta
uzun zamandan beri hasret duyduğu insanların ondan uzaklaştığını farkediyor. Ne
kadar uğraşsa da ellerini, sesini onlara ulaştıramıyor. Elleriyle kafasını tutarak düşüyor.
Böğrüne inen tekmeyle irkilip gözlerini
açıyor. Başının üstünde, kolunda kırmızı renkli bir kolluk olan uzunboylu,
demiryolu işçisi gibi giyinmiş bir adam durmakta ve ona şöyle demektedir:
“Hemen ayağa kalk ve buradan defol. Bir sen eksiktin, pislik!” O, hiçbir şey
anlamıyor, dönerek kendisinden uzaklaşan yakınlarının gölgesi hâlâ gözleri
önündedir. Uyku sersemliğiyle, kırmızı kolluklu demiryolu işçisi
giyimindeki adama bakmaktadır. O ise “Duymuyor musun? Kalk hemen buradan defol!
Yoksa hemen polis çağıracağım.” diye tekrar ediyor.
Yediği tekmenin acısıyla kıvrılarak doğruldu.
Bin yıldır böylece hakarete uğruyormuş gibi hiçbir şey söylemeden ayağa kalktı.
Etraftakilerin küçümseyici bakışları altında ağır ağır kapıya yöneldi.
Sokaklarda kimseler yoktu. Gecelemek için nereye gideceğini bilmiyor, uygun bir
yer bulabilmek için rastgele yürüyordu. Keşke başından beri tedbirli olsaydı,
sadece gara ümit bağlamasaydı, belki de şimdiye kadar geceleyecek bir yer
bulabilirdi. Hatta şehrin dış
taraflarında bile olabilirdi. Onun için farkeder miydi?
Hâlâ rüyanın etkisinde olduğundan az önce
yaşadıklarını çabuk unuttu. Hayallere dalıp yürürken şehrin dışına ne zaman
çıktığını farketmedi. Şehir dışındaki parkta kimseler görünmüyordu. Banklardan
birine uzandı. Ama sabaha kadar uyku tutmadı. Çektirdiği dişlerinin yeri
sızlıyor, ağzında diş yerine kan kokan koca boşlukları hissettikçe midesi
bulanıyordu. Ahşap bankta bir o tarafa bir bu tarafa döndükçe soğuk iliklerine
işliyordu. Soğuktan elleri, kolları buz tutmuş, çenesi mosmor olmuştu. Uyuşmuş
parmaklarını hissetmiyordu. Sanki çırılçıplaktı, üstünde kıyafet veya onu
soğuktan koruyacak herhangi bir şey yok gibi üşüyordu. Bir taraftan da deliler gibi uyumak istiyordu. Hayatında
hiçbir zaman uykusuzluk, şimdiki kadar ona ızdırap vermemişti. Bir türlü sabah olmak
bilmiyordu.
Hava aydınlanmaya başladığında kalkıp
şehre doğru yöneldi. Uykusuz olduğundan ayakta zorla duruyordu. Şehre kadarki
yolu yorgunluk ve uykusuzluktan âdeta emekleyerek yürüdü. Karşılaştığı ilk
tramvaya binip kendisini en arkadaki koltuğa attı ve ne zaman uyuduğunu
bilemedi.
Uyandığında öğle olmuştu. Şehrin kalabalık
bir yerinde tramvaydan indi. Yiyecek bir şeyler bulup karnını doyurduktan sonra
iş bulmaya karar verdi. Duvarlardaki iş ilanlarını okuduktan sonra en yakındaki
iş yerlerine başvurdu. Hangi idareye gitdiyse hemen kimlik ve ikametgâh belgesi
istiyorlardı. Akşama doğru iş bulabilme
ümidini tamamen kaybetmişti. Öbür gün şehri yine dolaştı. Sonraki gün de öyle.
Daha sonra dolaştığı günlerin sayısını unuttu.
Sabah olur olmaz
sokağa çıkarak ağır ağır yürüyor. Karşısında kaderin karmaşık yolları
uzamaktadır. Ne tarafa gitsin, hangi semte yönelsin karar veremiyor. Ömründen
kopan günlerin nasıl geçeceğini bilemiyor. Bildiği tek şey varsa o da sabah olduğunda
uyanması gerektiğidir. Rastgele bir semte, bir sokağa doğru yürümeli, bir
şeyler bulup karnını doyuruncaya kadar başka bir şey düşünmemelidir. Peki ya
sonra? Sonra yine sokaklar onu bir yerlere sürükleyecektir. Ama o, ayaklarının
onu nereye götüreceğini bilmemektedir. İçindeki hayata, geleceğe olan gizli merak
da sönüp, soğuyup tükenmektedir. Her şey etrafında sisler içinde dönmektedir.
Sabah oluyor, akşam oluyor, sonra yine sabah, yine akşam…
Bütün
tasalardan, bütün sorumluluklardan kurtulmuştu. Bu bitmez tükenmez yaşam tekrarlanmalarının gerektirdiği sonsuz
yasaklardan uzaktı. Sabahın uykusuzluğundan, aile geçindirme sorumluluğundan
uzaktı. İstediği yere gider, istediği kadar uyuyup dinlenebilirdi. Bütün yaşamı
sabahla akşamın kavşağında devretmekteydi.
Bazen sabahları korkuyla erkenden uyanır,
işe geç kaldığını düşünürdü. Alelacele koluna bakar, ama saati yok. Bütün ev,
iş sıkıntılarından bağzımsız olduğunu o anda hatırlardı. Artık ne işe geç kalma
korkusu vardı, ne de geceleri uykusuz kalma. Geceler de gündüzler de onundu,
zamanı istediği gibi harcayabilirdi. Öyleyse telaş içinde onu yiyip bitiren,
gizli bir hastalık gibi içini kemiren ne idi? Neden bu hayatla, bu yaşantısıyla
barışmıyor, barışamıyordu? Bir zamanlar ağırlığına katlanamadığı bu sorumluluk
omuzlarından eksik olmasın, omuzları hep bu yükün altında ezilip bükülsün. O,
böylesi özgürlüğü arzu etmiyordu. Böyle bir hayat ona göre değildi.
Az önceki kalabalık ve gürültülü sokakta
yürümektedir. Sabah olduğundan beri kaç defa bu sokakta bir o tarafa bir bu
tarafa gidip geldiğini artık hatırlamıyor bile. Âdeta gözleri kapalı olarak
yürüyor, ne evleri, binaları, ağaçları ne de sokakta yürüyen, karşılaştığı insanları
görüyor. Belki de bu sebeple yorulmuyor, herhangi bir yorgunluk hissetmiyor.
Sabahtan akşama kadar yürüse bile sanki hiç hareket etmemiş gibidir. Sanki
şehirde kaybolmuştu. Günde birkaç defa aşağı yukarı gidip geldiği sokaklarda
kaybolmuştu ve kaybettiği yolunu bir türlü bulamıyordu.
Bazen yabancı bir şehirde olduğunu unutur,
bir zamanlar bırakıp geldiği şehrin sokaklarında ilerleyerek kirada oturduğu
eve doğru yürüdüğünü zannederdi. Bu sanrısı o kadar güçlü olurdu ki bir anda her
şeyi unutarak uzun zaman önce bırakıp ayrıldığı ailesine ve çocuklarına
kavuşmak için adımlarını hızlandırırdı. Akşamları işten döndüğünde büyük
kızının kapının önüne dikilip kendisini beklediğini biliyordu. Her defasında
sokak kapısı açılıp kapandıkça heyecanla babasının geleceği tarafa bakar,
babasının, geldiğinde kendisine ne getireceğini merak ederdi. Sürekli annesine,
babasının neden geç kaldığını sormakta olan kızının sesi kulaklarında çınlardı.
Bu ses o kadar net, o kadar yakındı ki neredeyse aklını kaybedecekti. Sabahtan
beri körler gibi görmeden geçip gittiği sokak bütün görüntüsüyle bir anda
hafızasında canlanırdı. Başını kaldırarak etrafına bakınır, geri dönüp geçtiği
yerlere göz atardı. Sanki rüyadayken sokaktan geçtiğini düşünürdü. Kaldırımlar,
evler, yol boyunca sıralanmış ağaçlar o kadar tanıdıktı ki zihni karışıyordu.
Ama bu his, sokağın köşesine varıncaya kadar sürerdi. Köşeyi dönünce içinde
yeşerip boy atan ümit ve hayaller bir anda dağılır ve yabancı bir şehirde
olduğunu, bu şehirle, bırakıp geldiği şehir arasında hiçbir bağlantının
olmadığını anlardı. Bir daha, bırakıp geldiği o tanıdık şehrin sokaklarından
geçip kirada oturduğu eve doğru yürüyemeyeceğini anlardı. Bir daha, eliboş
gelişiyle bile minicik kızının sonsuz sevincine sebep olamayacaktı. Ömrünün farkına
varmadan en mutlu günlerini geçirmiş olduğu o evde artık başkaları yaşayacaktı
ve önceleri bu evde birilerinin yaşadığını akıllarına bile getirmeyeceklerdi.
Bir süre ilanlarla oyalandı. Bazen
saatlerce ilanların duyurulduğu panonun önünde dikilip dururdu. Şehrin farklı
yerlerinde bulunan ilan panolarının önünde durduğunda, günün birinde kendisiyle
ilgili bir haberin veya bir bilginin bu panoya asılacağını düşünürdü. Bu ilanlarda
evini takas yapmak isteyen, mobilya, bebek arabası, piyano satan, kendisine eş
arayan insanların adresleri ve telefon numaraları da yazılırdı. Farklı yazılarla
yazılan ve neredeyse üst üste yapıştırılan bu ilanlar birbirine çok
benzemekteydi. İnsanlar sanki anlaşmışlardı, hepsi aynı sorunları, aynı
dertleri paylaşmaktaydı. Kimi kullanıp eskittiği bebek arabasını satmak istiyor
ve müşteri bulamadığı için dertleniyordu. Oysaki bebek arabasını bir yakınına
bağışlayıp bu dertten kolayca kurtulabilirdi. Bir diğeri koca arıyor, hatta
ilanda nasıl birini aradığını da yazıyordu. Otuz beş yaşın üstünde, yakışıklı
ve dul, ayrıca boyu da muhakkak bir metre seksen beş santim olmalıydı. Bu ölçü
tahmini değil, kesinlikle net olmalıydı. Sanki bir metre seksen beş santimden
az olursa kıyamet kopacaktı. Böylesine ne denirdi? Duyuru yapan kadını,
evleneceği adamın huyu, mesleği, ekonomik durumu ilgilendirmiyordu. Olur şey
miydi?
Acaba bu ilanın sahibini arasa mıydı? Tam
da onun aradığı vasıflarda biri olduğunu dese. Yaşı otuz beşin üsütünde,
yakışıklı, dul en önemlisi ise boyu da bir metre seksen beş santimdir. Telefon
numarasını keserek cebine attı. Akşam hava karardığında telefon kulübesine
giderek duyuru sahibini aradı. Telefon hemen açıldı. Muhtemelen duyuru sahibi
kadın akşamları bütün işini bırakıp telefonları beklemekteydi. Belki de artık
yalnızlığa, kocasızlığa katlanamıyor, bahtının düzeleceği günü sabırsızlıkla
bekliyordu.
– Efendim?
Telefondaki kadın cevap bekliyor, ya konuşmalı
ya da ahizeyi bırakıp telefon kulübesinden çıkmalıdır. O ise dikilip duruyor, henüz
tek kelime bile etmeden sohbetin hangi mecrada cereyan edeceğini düşünüp bu
sahneyi hemen bir tiyatro gibi zihninde canlandırıyor. Sahnenin bir tarafında
telefon kulübesi, öbür tarafta ise genç, şehvet dolu bir kadının evi. Duvardaki
resimler bile şehvet saçıyor. Kadın koltuğa oturup magazin dergilerine
bakmaktadır. Elbisesinin açık düğmeleri arasından tombul, bembeyaz baldırları
görünmektedir. O, cebinden kâğıt parçasını çıkarıp numaraya bakıyor ve kulübeye
girip numarayı çeviriyor. Kadın hemen dergiyi bir tarafa fırlatıp ahizeyi
kavrıyor.
O. – Alo!
Kadın. – Buyurun.
O. – (Biraz
çekinerek). Alo, bu siz misiniz?
Kadın. – (Kibirle). Siz derken kimi kastetmiştiniz?
O. – İlanı veren kadını.
Kadın. – Evet.
O. – Nasıl yani evet?
Kadın. – Sizi anlayamadım.
O. – Burada anlaşılmayacak bir şey mi var?
Kadın. – Lütfen açık konuşur musunuz?
O. – Ben sizin ilanınızı okudum.
Kadın. – Çok güzel. Kaç yaşındasınız?
O. – Otuz altı.
Kadın. – Bu çok iyi. Hiç evlendiniz mi?
O. – Bir defa evlendim. Dört yıl önce de
ayrıldım.
Kadın. – Affedersiniz, hangi sebeple
ayrıldınız?
O. – Bu çok uzun bir konu.
Kadın. – Kısaca söyleseniz?
O. – (biraz
ciddileşerek). İkiz doğurmuştu.
Kadın. – Ooo! Amma da bahane ha. İlk defa
duyuyorum. Peki, nafaka veriyor musunuz?
O. – Tabii ki. Hem de her ay üç yüz manat.
Kadın. – Nasıl yani? Üç yüz manat mı? Siz
ne kadar maaş alıyorsunuz ki bu kadar nafaka verebiliyorsunuz?
O. – Ayda sekiz yüz manat.
Kadın. – Ooo! Bu harika oldu. Demek ki beş yüz manat size kalıyor. Peki,
kendi eviniz var mı?
O. – Evet, üç odalı bir evim var.
Kadın. – Yalnız mı yaşıyorsunuz?
O. – Bu da laf mı şimdi hanımefendi? Tabii
ki yalnızım.
Kadın. – Peki, boyunuz kaçtır?
O. – (sohbetin
istediği mecraya yönelmesinden memnun olarak) –Ne münasebet?
Kadın. – Siz ilanda bu konuda bir şey
okumadınız mı?
O. – (bilerek)
Hayır.
Kadın. – Bu olmadı işte.
O. – Tutalım ki boyum sizin istediğinizden
bir santimetre az veya çok oldu? O zaman işinize yaramayacak mıyım?
Kadın. – (sert bir biçimde) Boyunuz bir metre seksen beş santimden az ise bu
konuşma bitmiştir.
O. – Siz ayakkabıyla birlikte mi yoksa
yalın ayak mı bir metre seksen beş santim olmasını istiyorsunuz?
Kadın. – (biraz düşünerek) Ayakkabısız.
O. – Şans bu ya, benim boyum da
ayakkabısız bir metre seksenbeş santimdir.
Kadın. – Ayyakkabı numaranız kaç?
O. – Kırk altı.
Kadın. – (şaşkınlıkla). Bu çok büyük değil mi?
O. – Boyuma uygundur.
Kadın. – Peki, baş çevrenizin ölçüsü
kaçtır?
O. – Elli yedi.
Kadın. – Peki, sormadığımız bir şey kaldı
mı?
O. – Asıl meseleyi unuttunuz, hanımefendi!
Kadın. – Neyi kastediyorsunuz?
O. – Peki, neden falan… ölçüsünü sormadınız?
Kadın. – Nasıl?
O. – Diyorum ki…
Kadın. – Terbiyesiz! (Telefonu kapatıyor).
O, elinde telefon olduğu halde kulübenin
içinde dikilip durmaktadır. Aynı numarayı bir daha çevirmek istese de bu
düşüncesinden vazgeçerek telefonu kapatıyor.
Perde iniyor.
IX. Bölüm
Sabahtan akşama kadar sokakları dolaşıp iş
ararken şehrin kenarında yıkılmış bir evin yanına gelip çıktı. Durup baktı ve
bu evde kendisine göre bir iş olabileceği içine doğdu. Bu duygunun etkisiyle
istediğini elde eden insanların huzurunu hissedip rahatladı. Alçak duvarlardan
avlunun içi çok iyi görünüyordu. İki genç kız, eski evin duvarlarından sökülüp
çıkarılan taşları avlunun yukarısına
taşıyorlardı. Akşamın serinliğinde yanaklarından akan teri hissetmeden hevesle
çalışıyorlardı. Durup seyrederken kızlara karşı içinde kendinin de bir anlam veremediği
kıskançlık hissetti. Avluda hiç erkek görünmüyordu. Muhtemelen bu evde hiç
erkek yoktu. Çünkü normalde taş taşımak kadınların işi değildi. Kapının önünde
bir hayli durup bekledi. Avludakilerden birisine seslenerek açlıktan ölmek
üzere olduğunu ve bir öğün yemek hatırına her türlü işi yapabileceğini söylemeye
cesaret edemiyordu. Kızların onu görüp kim olduğunu, ne istediğini sormalarını
bekliyordu. Onlar ise başlarını işlerinden ayırıp etrafa bakmıyorlardı. Bir
süre daha bekledikten sonra ev sahibini çağırıp onunla konuşmayı düşündü. Kovayı boşaltıp dönmekte olan kızlara
seslendi:
– Kardeşim, bir saniye bakar mısınız?
Kızlar durup ses gelen taraf baktılar.
– Bir şey mi lazımdı? İkisi de aynı anda
sormuştu.
– …
Kızların sesinde öyle bir hayret ifadesi
hissetti ki ayaklarının onu nereye getirdiğini, neden getirdiğini ve aslında ne
istediğini de bir anda unutuverdi. Kendisini toplayıp derdini anlatmaya
çalıştı. Kızlardan büyük olanı “Bize bir şey mi söyleyecektin?” diye sordu. O
da “Bana verebileceğiniz bir iş var mıdır?” diye sordu ve bunu sorabildiğine
çok sevindi.
Kızlar birbirlerine baksa da konuşmadılar.
Muhtemelen böyle bir teklifi beklemediklerinden ne cevap vereceklerini de
bilmiyorlardı. Kızlardan biri “Gidip annemi çağırayım.”dedi ve avlunun ortasına
yürüyüp annesine seslendi. Tek katlı ahşap evden ortaboylu, yaşlı bir kadın
çıktı. Kadının üstünde beyaz önlük vardı. Muhtemelen yemek hazırlamakla
meşguldü. “Bir şey mi vardı, oğul?” diye yumuşak bir sesle sorunca vücudundan sıcak bir dalga geçti ve çok
duygulandı. Böyle bir sesi işitmeyeli, böyle bir davranışı görmeyeli çok
oluyordu. “İş arıyorum. Belki sizde bana
göre bir iş vardır?” diyebildi.
Gözlerini yere dikmişti. Başını kaldırıp
kadının yüzüne bakmaya korkuyordu. Kadının şefkatli davranışı, ona bakmasına
müsaade etmiyordu. Bu kadar şefkatli bir üslupla konuşan bu dudaklardan hayır cevabının
çıkabileceğinden de korkmaktaydı. Ama kadın konuşmuyor, cevap vermek için acele
etmiyordu. Ya tereddüt ediyordu ya da bu ani teklifi beklemiyordu. Belki de ona
acıdığı için hemen reddetmek istemiyor ve durumu kurtarmak için çözüm yolları
arıyordu. O, ise başını aşağı dikip hiçbir söz demeden beklemekteydi. Kadının
yüzüne bakmasa da onun da zor durumda olduğunu anlıyordu. “Ustaya verecek param
yok ki oğlum!” Kadın bu sözleri bulup söyleyebildiği için hafifledi. Hemen
kadının evin sahibi olduğunu ve evde erkek olmadığını anladı. “Ben para da
almam.”dedi.
Kadın şaşırıp ne cevap vereceğini
bilemedi.
-Razı olursanız, parasız da çalışırım,
sadece karın tokluğuna.
-Ama
iş çok ağır oğlum. Bunun mukabilinde karın tokluğuna çalışılmaz ki…
– Ağır veya hafif de olsa fark etmez.
Günlük bir öğün yemek verseniz her işi yaparım.
– İzin ver anne, biz de biraz dinleniriz.
Taş taşımaktan sırtımız ağrıyor, diye kızlardan biri onu destekledi.
Kadın bunu bekliyormuş gibi hemen razı
oldu.
– Tamam, oldu. Peki, ne zaman işe başlamak
istiyorsun?
– Mümkünse bugün. Artık açlığa
katlanamıyorum.
Kadın:
– İçeri geç, dedi.
Geçip avludaki taş yığınının yanında
durdu. Kadın kızlarıyla birlikte eve girdi. Çok geçmeden kızlar ellerinde küçük
bir masa ve tabure ile geri geldiler. Masayı avlunun ortasına, yaprakları
ayazdan kavrulup altın rengine dönüşen palamut ağacının altına koydular.
Masanın arkasına geçerek eski tabureye oturdu. Az sonra, kadın elinde tepsiyle
çıkageldi. Dumanı tüten yemeğin kokusu aklını başından aldı. Kadın tepsiyi
masaya bıraktığında hemen yemeğe saldırmamak için kendisini zor tuttu. Evin
hanımı itina ile doğradığı ekmekleri, salatalık turşusunu ve bulanık nohut
çorbasını masaya dizdi.
– Kusurumuza bakmayın, etli yemeğimiz yok,
bugünlük bununla idare edin, dedi.
– Lafı mı olur? Benim için farketmez. Hiç
canınızı sıkmayın.
– Ne ise, size afiyet olsun!
Konuşmanın bittiğine aldırmadı, çünkü
masadaki dumanı tüten yemeğin kokusuna artık dayanamıyordu. Kadın ve kızları
onu yalnız bıraktılar.
Yıllardır ekmeğe hasret kalmış aç insanlar
gibi yiyordu. Yedikçe açlıktan solup bitkinleşmiş vücuduna takat, kollarına güç
geliyordu. O, bu gücü bütün uzuvlarında hissediyordu. Yemeğini bitirinceye
kadar ne kadın ne de kızlar dışarı çıkmadılar. Henüz bitirmişti ki kadın elinde
bir bardak kahveyle geldi.
– Hazır kahve vardı, bu sebeple çay
yapmadım.
– Çok teşekkür ederim! dedi. Benim için
farketmez.
Kahveyi içip bitirince hemen ayağa kalktı:
– Yapacağım işleri bana gösterin, dedi.
Kadın:
– Bugünlük dinlen, sabah işe başlarsın,
dedi. Ama istersen yapacağın işleri sana göstereyim.
İkisi birlikte yarıya kadar yıkılmış eski
kerpiç binanın iç tarafına doğru yürüdüler.
Ev sahibi olan kadın:
– Bu binayı söküp kerpiçleri avlunun öbür
ucuna taşıyacak, geri kalan toprakları süpürüp sokağın öbür tarafındaki çöpe atacaksın
diye eliyle yolun öbür tarafını gösterdi. Yalnız başına çalışan bir insan için
bu bir haftalık iştir.
– Vallahi, size nasıl teşekkür edeceğimi
bilmiyorum, diye kendini tutamadı.
– Ne demek oğul, tam tersi, benim size
teşekkür etmem gerek. Usta çağırsaydım benden bir çuval dolusu para
isteyecekti.
Sabah erkenden işe başladığında ev sahibi
kadın ve kızları uyumaktalardı. Onları uyandırmak istemedi, bir gün önceden
zaten yapacağı işleri öğrenmişti. Canıgönülden çalışıyordu. İşi ne kadar zor
olursa olsun az sonra karnı doyuncaya kadar ekmek yiyeceğini biliyordu. Güneş bir adam boyu yükseldiğinde, epey iş görmüştü. Kadın avluya
çıktığında gözlerine inanamadı.
– Oğlum kendini paralama. Ne acelesi var?
Gel otur biraz dinlen. O, ise oturmak istemiyordu. Aslında yorulduğunu da
hissetmiyordu. Açlık duygusu onu öyle yıldırmıştı ki doyuncaya kadar yemek
yiyebileceği düşüncesiyle, gün boyunca durmadan çalışsa bile yorulduğunu anlamayacaktı.
Devamlı bir iş bulanların sevinciyle çalışmaktaydı.
Kadının ve kızlarının onun kim olduğunu
merak ettiklerini, ama sormaya çekindiklerini de hissediyordu. Bir defasında
kadın ona çay getirdiğinde merakını yenemeyip “Annen yaşıyor mu oğlum? diye
sordu. İşini bırakmadan “Evet, annem yaşıyor, karım ve çocuklarım da var. Ancak burada
değiller, uzaklardalar.” diye cevap verdi. Kadının onun sözlerine inanmadığını
hemen anladı. Ama fazla konuşarak kadını şüphelendirip bir lokma ekmeğinden
olacağından korktuğu için susmayı tercih etti. Allahtan kadın da onun konuşmak
istemediğini hissederek üstelemedi.
Tam bir hafta yorgunluk bilmeden sabahtan
akşama kadar çalıştı. Yaptığı işin karşılığında sabah akşam çay içiyor,
öğlenleri ise yemek yiyordu. O, bir öğün yediği yemeği hak edebilmek için âdeta
kendini kaybederek canıgönülden çalışıyordu. Bazen kadın ve kızlarının uzaktan
kendisini seyrettiklerini görüyor ve bundan gizli bir haz duyuyordu. Yemek
yerken hepsi çekilip giderdi. Onu rahatsız etmek istemiyor ve günde bir öğün
yiyebildiği ekmeğini huzurla
yemesini istiyorlardı. Sonuncu gün işi öğleyi biraz geçe bitti. Tesadüfün
getirip çıkardığı bu ailede son yemeğini yedi. Yemeğini bitirdikten sonra ev
sahibi masayı toplamak için geldiğinde ona “İşleri bitirdim, artık yapılacak
bir şey kalmadı.” dedi. Kadın ona memnuniyetini bildirerek “Çok sağol oğlum,
Allah seni muradına erdirsin.” dedi. Bu artık çıkıp gidebileceği anlamına
geliyordu. O, kadına bir şeyler söylemek, yedikleri için teşekkür etmek
istiyor, ama bunu nasıl söyleyeceğini bilemiyordu. Onu bu durumdan yine kadın
kurtardı ve “Artık gitmekte serbestsiniz.”dedi. Vedalaşıp kapıya doğru yöneldi.
Kadın onu kapıya kadar geçirdi. Evden dış kapıya kadarki bu yarım dakikalık yolda
bütün ümitlerini kaybetti. Kapıdan çıkarken kadın “Bizleri unutma oğlum, ne
zaman istersen çekinmeden kendi evin gibi gel.” dedi. Kadın gittikten sonra o
bir süre sokakta, dış kapının önünde durup bekledi. Çünkü o, artık başka bir
yere gitmek istemiyordu. Bu eve, bu aileye öyle ısınmıştı ki bir anda onlardan
nasıl kopacağını bilemiyordu.
Ümitlerini döke saça sokakları arşınladığı
günlerden birinde tanımadığı iki adam önünü kesti. Onlardan biri üsütündeki
ceketi göstererek “Bu benim ceketim.” dedi. Beklemediği bu duruma çok şaşırıp
ne cevap vereceğini bilemedi.
– Gözlerini dikip bakma öyle, ne dediğimi
anlamadın galiba?
Heyecandan kekeleyerek “Anlayamadım, bu ceket
benim, ne demek?” diyebildi.
– Anlaşılmayacak bir şey yok. Bu benim ceketimdir ve sen bunu çaldın.
– Hayır, çalmadım, bu benim kendi
ceketimdir.
Yanındaki sakallı “Doğru söylüyor,
arkadaşımın ceketidir. Şimdi hemen çıkar, kendisine ver.” diye lafa karıştı.
– Allah aşkına, bırakın şakayı. Benim
sizinle uğraşacak halim yok.
Ceketi isteyen tek gözlü adam aniden
yakasından tutarak:
– Ulan, alçak, ne şakası? Böyle şaka mı
olur? Ceketimi çaldığın yetmezmiş gibi şimdi de şakadan mı bahsediyorsun?
– Çek elini! diyebildi ve hemen içindeki
gizli bir kuvvetin, sesini yükseltmeye karşı koyduğunu hissetti. Sesinin kısılması,
aşağılanması onu korkuttu. Tek gözlünün elini yavaşça yakasından ayırmaya
çalışarak oradan ayrılmak istedi. Ama adam yakasından öyle tutmuştu ki bir
türlü ayıramadı.
– Hemen şimdi polise gidiyoruz. Bunu tek gözlü
mü demişti yoksa yanındaki sakallı mı ayıramadı. Çünkü artık hiçbir şey
duymuyordu. Kulaklarında Göyüşov’u öldürdüğü zaman duyduğu o dehşetli uğultu
yeniden çınlamaya başlamıştı ve bütün diğer sesleri bastırmaktaydı. Bu
uğultuyla birlikte kan kokusu da burnuna doluyor, midesini bulandırıyordu. Bir
şey damarlarını yakarak tepesinden ellerine, parmaklarına doğru akmaya
başlıyordu. Bütün bunlardan bir an önce kurtulmak için arkasını dönüp gitmek
istedi. Ama onu bırakmadılar, ikisi de aynı anda kollarından tutarak ceketini
çıkardılar.
Ümitsizlikle sesini yükseltip ceketini bu
iki kişinin elinden almak için “Verin benim ceketimi!” diyebildi. Göğsünden öyle bir iteklediler ki az daha
sırtüstü yere düşecekti. Dengesini korumaya çalışarak “Hemen benim ceketimi
verin!” diye yeniden ceketini almaya çalıştı:
Tek gözlü artık ceketi sırtına giymişti.
– Kes sesini, alçak, çaldığın yetmezmiş
gibi üstelik yalan söylüyorsun. Şayet seninse numarasını söyle bakalım. Şimdi yalanın ortaya çıkar. Bütün
bunların bir tuzak olduğunu bildi. Onunla dalga geçiyorlardı. “Numarasını bil” derken de onu işletmek
için bir bahane uyduruyorlardı. Numarayı
söylese bile farketmeyecek, ceketini geri alamayacaktı. İşin kötüsü
artık havalar da soğumuştu ve ceketsiz dolaşmak mümkün değildi.
Yine de farkında olmadan cevap verdi:
– İki numaradır. Ancak hemen de bu cevabından şüphelendi ve hemen
düzeltmeye kalkıştı: iki veya üç numara.
– Görüyor musun, bizi kandırmak
istiyorsun. Eğer senin ceketin olsaydı kesin bilirdin. Numarasını biliyor musun bari?
Kırk sekiz miydi,
yoksa elli mi? Acaba ceketinin numarası hangisiydi? Şehre yeni gelip işe
başladığı günlerde kırk sekiz numara giydiğini hatırlıyordu. Ama bazen elli de
giyinirdi. Şimdi nereden bilebilirdi? Hiçbir şeyi hatırlıyamıyordu. Sen işin
tersliğine bir bak, şimdiye kadar sırtındaki ceketin ölçüsüne bile dikkat
etmemişti.
– Ne oldu? Ne düşünüyorsun? Ceketin
numarasını söyleyecek misin? Seni daha bekleyecek miyiz?
Bu oyuna son vermek ümidiyle emin olmadığı
halde “kırk sekizdir” diyebildi.
Ceketi çevirip iç astarına baktılar ve
ikisi de aynı anda “yalan söylüyorsun, bu ceketin ölçüsü ellidir!” dediler.
O iki adam daha da bir şey demeden sırıtarak uzaklaştı. Bu soğuk havada ince bir
gömlekle kalakaldı. Bütün bunların gerçek olduğuna inanamadığından soğuğu bile
hissetmiyordu. Sinirleri o kadar gerilmişti ki buz gibi suya bile atsalardı ne
olduğunu farketmeyecekti. Boşaltamadığı kin ve nefreti zehir gibi damarlarına
yayılarak bütün vücuduna yayılmakta ve onu kasıp kavurmaktaydı.
Bu olay o kadar
ani olmuştu ki hâlâ etkisinden çıkamıyordu. Bir insanın bu kadar hayâsızca
tahkir edilip aşağılanmasını aklı almıyordu. Sokakta yürüyen herkesin ona
baktığını ve böyle soğuk havada ceketsiz gezen bu adamın direncine hayret
ettiklerini düşünüyordu. Başını kaldırıp
etrafına bakamasa da kendisine dikilen hayret dolu bakışları görüyormuş gibi
utanıyor ve bu bakışlardan kurtulmak için çıkış yolu arıyordu. Yanından
geçenlerden biri “Acaba ne kadar içti
ki bu soğuğa bile aldırdığı yok!” dedi.
Sonra da bir kadının “Yazık!” dediğini duydu.
Sonraları aynı sokakta tek gözlüyle
sakallıyı bir daha gördü. Ceketini tanımasaydı onların kim olduğnu bile
farketmeden yanlarından geçip gidecekti. Ama ceketini görür görmez farkında
olmadan durdu. Kendisinin ve ailesinin rızkından artırıp bin bir zahmetle aldığı ve parasız, ihtiyaç dolu ama mutlu
olduğunu şimdi anladığı günlerinin şahidi olan bu ceketini başkasının omzunda
görmek katlanılamayacak kadar acı idi. Onlarla bir daha karşılaşmamak için
istemeyerek yolunu değişti. Bu sefer de iftira ederek zorla pantolonunu
alacaklarından korktu. Ceketini aldıklarında tam bir hafta gömlekle dolaştıktan
sonra çöpten içindeki pamukların bile döküldüğü bir yelek bulup sırtına
geçirmişti. Ceketsizliğe iyi kötü katlanabiliyordu ama pantolonunu kaptırırsa muhtemelen
bütün şehrin maskarası olurdu.
Ama olaylar öyle gelişti ki yeniden
ceketine kavuştu. Aradan bir mi, bir buçuk yıl mı geçmişti tam hatırlamıyordu.
Bir gün garda tek gözlü ile sakallının bağırarak bir ceketi satmaya
çalıştıklarını gördü. Kendi ceketini tanıyınca hemen deli gibi sıçrayarak
onların peşinden koşturdu. Ceketini başka birisine satacaklarından korkuyordu.
Yetiştiğinde elini cebine sokarak bütün parasını çıkardı ve “Bu ceketi
alıyorum.” dedi.
Tek gözlüyle sakallı
onun avucundaki bozuk paraları saydıktan sonra ikisi de aynı anda “Bu para
yetmez!” dediler.
Onların çekip
gideceğinden veya aniden başka bir müşterinin çıkabileceğinden endişelenerek
“N’olur, bu ceketi bana satın, rica ederim!” dedi.
– Yok, bu fiyata
satamayız!
– Siz de
biliyorsunuz ki bu benim ceketimdir.
– Nasıl? Nasıl
yani? diyerek ikisi de birbirine baktı ve ceketi onun üstüne fırlatarak gülerek
oradan ayrıldılar.
Açlıktan neden bu kadar korktuğunu kendisi
de bilmiyordu. Açlığın katlanılmazlığından ziyade aç kalma korkusu onu
bitiriyordu. Kimsenin açlıktan öldüğünü duymamıştı ama aklı erdiğinden beri bu
korkuyu hissetmişti. Hatta en rahat zamanlarında bile bu korku onu terk
etmemişti. “Kimse açlıktan ölmez. Şimdiki çağda insanlar artık ekmeğe muhtaç
değiller.” Acaba bu sözleri kimden duymuştu? Sahiden, şimdiki çağda insanlar
neye muhtaç idiler? Ve eğer açlıktan ölen yoksa peki o niye açlıktan bu kadar
korkuyordu? Bu şehre geldiği günden itibaren çocukluğundan beri içinde bir yerlerde
kök salıp uyuyan açlık korkusu da yeniden uyanmıştı. İşin korkunç yanı ise
hiçbir zaman hiçbir şeyle doyuramadığı amansız bir iştahı da bu korkuyla
birlikte gezdirmekteydi. Sanki içinde ağzını açıp bekleyen aç bir ejderha
oturmuştu ve onu hiçbir şeyle oyalamak mümkün değildi.
Dünyaya gözünü
açtığı günden beri bütün ömrünün, geleceğinin açlık denen amansız düşmanla
pençeleşmekle geçeceği içine doğmuştu. Savaşa katılan ihtiyarların açlıkla
ilgili sohbetlerini korkuyla dinlemişti ve şu anda bile savaştan bahsedilirken
açlıktan bağırarak ölen insanları hatırlamaktaydı.
Sabahtan akşama
kadar koltuk değneyine yaslanarak gezdiği şehrin sokaklarında bile hafızası her
şeye karşı kapanır, sadece açlık hakkında düşünüp dururdu. Şehrin sokaklarına
yayılan ve burnuna geldiğinde aklını başından alan yemek kokusu, geceleri
rüyalarına girerek ona azap veriyordu. Hiç olmazsa rüyalarında bile olsa
karnını doyurmak, açlığın acısını canından ve düşüncelerinden kovmak istiyordu.
Ama bu korku o kadar kuvetliydi ki rüyalarında bile onu alt edemiyor, uzun
geceler boyunca bu acıyla pençeleşmek zorunda kalıyordu. Sabah olduğunda ise
içini kemiren bu ejderha onu şehre, bir şeyler bulup yemeye doğru koşturuyordu.
Karnını nasıl doyuracağını bilemiyordu. En son ne zaman yemek yediğini
hatırlamıyor ve o zamandan beri elli yıl geçtiğini düşünüyordu.
Her gün yeni bir ümitle şehre çıkıyordu.
Günler geçtikçe insanoğlunun yalnız yemek için yaratıldığına ve yeryüzünde
insanın yemekten duyduğu zevk dışında başka önemli bir zevki olmadığına
inanıyordu. Bir zamanlar ülserden ızdırap çekerdi. Yemeğinin vakti azıcık geçse
midesinde bir sancı başlar ve onu iki büklüm ederdi. Bu yüzden hiçbir zaman
yemek vaktini geçirmemeye çalışırdı. Ülseri ilaçla değil daha çok sağlığına ve
yemek saatlerine dikkat ederek iyileştirebileceğini biliyordu. Şimdi ise
günlerce aç kalıyordu ve ülserinin olduğunu bile hatırlamıyordu. İnsanoğlu ilginç
bir mahlûk! Onun dertleri, ihtiyaç ve istekleri de derecelere bölünmüştü. Bu
ihtiyaçları ortam ve şartlar geçici bir süreliğine ortaya çıkarır veya bir defada
saklayabilirmiş.
Evleri, sakinleri, ağaçları ile ona
tanıdık olan bu sokakları arşınladıkça sadece karnını doyurmak ve hangi yolla
olursa olsun bu amansız açlığın pençesinden kurtulmak istiyordu. Dükkânların
vitrinlerine, duvarlardaki reklamlara kayıtsızca bakarak yürüyordu. Lokantaların
önünde duruyor, ekmeklerin kokusunu açgözlülükle
ciğerlerine çekiyordu. Pencereden, lokantanın mutfağında ekmekleri incecik
doğrayan elleri seyreder, bir türlü içeri girmeye cesaret edemezdi. Lokantanın
kapısından içeri girdiği anda, önünü keserek parasının olup olmadığını soracaklarını
düşünürdü. Ve parası olmadığını öğrenir öğrenmez hemen kovup dışarı
çıkaracaklardı. Böyle düşünerek saatlerce lokantanın kapısı önünde durup
beklerdi. Sonra da takatsiz bacaklarla sokakları dolaşır, bir başka lokantanın
kapısında beklemeye başlardı.
Yemeğe karşı
içinde sınırsız bir şehvet duymaktaydı. Her defasında tan yerinden doğan güneş, onu merhametsizce bu hayata ve sefalete
döndürüyordu. Şehre yayılan bütün kokular arasında sadece yemek kokularını
duyuyordu. Sanki duyguları diğer kokulara karşı kapalıymış gibi yemek kokuları
onun takatini kesiyor, başını döndürüyordu. Açlık onu öyle sarsmıştı ki
güneşin nereden doğup nereden battığını, vaktin nasıl geçtiğini farketmiyordu. Başını
kaldırıp sokak boyunca sıralanan evlere baktıkça ruhunu, varlığını acayip bir
duygu sarıyordu. Sokak boyunca sıralanan evlerdeki insanların olağanüstü mahlûklar
olduğunu, onların bu dünya ile herhangi bir alakalarının olmadığını düşünürdü. Böyle güzel evlerde herkes yaşayamaz, her
insana böyle bir evde yaşama hakkı verilemezdi. Böyle güzel, penceresinden süt
beyazı ışıkların süzüldüğü evlerde yaşayabilmek için Allah’ın bir kişiyi diğer
insanlardan seçip ayırması ve onu olağanüstü bir varlık olarak yaratmış olması gerekirdi.
Geceleri bu güzel evlerin pencerelerinden
gelen ışıklar, onu büyülerdi. Bu ışıklar rengârenk idi. Yeşil, mavi, pembe… Evlerden
yükselen insan ve müzik seslerini duyardı. O, böyle güzel evlerde yaşayanların
mutsuz olabileceğine inanamıyordu. Mutluluğun, bu güzel evlerde yaşayan bu
güzel insanların alınyazısı olduğunu düşünürdü.
Bazen
kulaklarına o yeşil, mavi ve pembe ışıkların arasından yükselen çılgın
kahkahlar gelirdi. Bu sesler onu çileden çıkarıyor, kendisiyle bu insanlar
arasındaki uçurumun baş döndüren derinliğini anlatıyordu. Bu gülüşler,
sanki iki adım ötedeki binadan değil masal, efsane ve hülya dolu herhangi bir
dünyadan gelmekteydi. Bu gülüşlerin soğuk, acımasız yönünü de görüyordu. Bu
gülüşler hiçbir zaman ona hiçbir şey vadetmiyor, hiçbir teselli vermiyor,
hafızasının hoş hatıralarını, güzel çağlarını geri getirmiyordu. Bu çılgın
kahkahalar, mutluluk denen şeyin çok uzakta olduğunu, ulaşılmazlığını ve rahat
yaşamın ne olduğunu ona bir daha hatırlatıyordu. Bu bir anlık duygu onu
açlığın pençesinden koparıyor, sonra ise yine açlık, zulmet gibi gözbebeklerine
çöküyor, hafızasındaki her şeyi siyaha boyuyordu.
Acaba şehre ilk geldiği günlerde rastlantı
sonucu iş bulduğu o avluya bir daha gitse mi? Aslında bunu çok defa düşünmüştü.
Her defasında açlığa katlanamadığında bir süre çalışmış olduğu o avluyu, ev
sahibi olan kadının mülayim, samimi bakışlarını ve kibar davranışını hatırlıyordu.
Ama kendisinin de açıklayamadığı bir duygu, o eve bir daha gitmesine engel
oluyordu.
Sanki gitmek bir çözüm olacak mıydı? Farz
et ki gitti, onu tanıdılar ve acıyıp bir öğün yemek verdiler, oturup iştahla
yedi ve bir şekilde o günü kurtardı. Peki, bundan sonra ne olacaktı? Ne
yapacaktı? Kendisi istemese bile bu dünyada yaşaması, bir şekilde geçimini
sağlaması gerekti. Geri kalan yaşamını nasıl devam ettirecekti? Bir zamanlar, ip gibi biribirinin ardı sıra dizilen arzuları,
hayalleri vardı. Bu arzu ve isteklerine
rağmen yaşadığı hayat o kadar giriftti ki bir türlü anlıyamıyor, kendi varlığı
ile yaşamı arasındaki tezadı idrak edemiyordu. Yıllar boyunca kalbine doğup onu ısıtan hayallerine, azrularına ne oldu,
onlar nereye kayboldu? Şimdi bir lokma ekmeğin hasretini mi çekmesi
gerekiyordu? Bununla mı uğraşmalıydı yoksa geri kalan ömrünü bitip tükenmek
bilmeden her gün her an yenilenen amaçlara mı sarf etmeliydi? Ömür denen değerli servet bu ucuz isteğe mi kurban verilecekti? Neden
onun bahtına böyle bir ömrü yaşamak yazılmıştı? Neden kader başkasını değil de
sadece onu bulmuştu? Kaddini büktü, bak neye benzetti! Nasıl da bu hayata
alışıp hemen teslim oluverdi? Bu dünyaya bunun için mi gelmişti? Bu dünyaya
hakarete uğramak, ayaklar altında ezilmek, el açıp dilenmek için mi gelmişti?
Oysaki ömür
insana bir defa verilir. Sadece bir defalığına. İnsanoğlu bu ömrü nasıl yaşarsa
yaşasın, mutlu veya mutsuz olursa olsun hiç farketmez, bu ömür bir daha
tekrarlanamayacaktır. İnsanoğlu kaderin
karşısında nasıl da acizmiş! Dünya ne kadar da acımasız, sert ve soğukmuş! İnsanı nereden nereye sürükleyebiliyormuş.
O kadar perişandı ki artık dayanamadı ve
bir zamanlar çalıştığı o avluya tekrar gitmeye karar verdi. Aradan ne kadar zaman geçtiğini, o avludan ne
zaman ayrıldığını hiç hatırlamıyordu. Mevsimleri büsbütün unutmuştu, sadece
sabahla akşamın farkına varıyordu. Kadının o zamanki samimi, canayakın davranışını
unutamıyordu. O kapıya bir daha gitse yine güler yüzle karşılanacağı içine
doğmuştu. Zaten kadın da ayrılırken “Ne zaman istersen kendi evin gibi
çekinmeden gel.” dememiş miydi?
Uğramamak için bir engel mi vardı?
Bu düşüncelerle sokaklardan geçerek o eve
ne zaman vardığını farketmedi. Eve yaklaştığında alçak duvarların arkasından, avluda
tanımadığı bir erkeğin durduğunu gördü. Bir an, yanlış eve geldiğini düşünse de
dikkatle bakınca aynı yere geldiğini anladı. Hatta taşıyıp topladığı taş yığınlarının yerinde depoyu
andıran ensiz, uzun bir binanın yapılmış olduğunu da farketti. Geldiği gibi
geri dönmek istese de içinden bir ses onu durdurdu. Yaklaşıp ahşap kapıyı
tıklattı. Avludaki tanımadığı erkek uzaktan “Kim o?” diye sordu.
Kendisinin bile zor duyacağı bir sesle
“Benim.” dedi.
– Kapı açıktır, içeri gelin! diye avludan ses geldi. İlk defa
sokakta durup bu avluya, kovayla taş
taşıyan kızlara baktığı, iş bulmak ümidiyle çırpındığı anları hatırladı. O
zaman nasıl cesaretsiz idiyse şimdi de kapıyı ürkeklikle itip içeri girdi,
ilerlemeden orada durdu.
Tanımadığı erkek ona dönerek şaşkınlıkla “
Kimi aramıştınız?” diye sordu.
– Evin sahibi olan hanımı görmek istiyorum
diye çekinerek cevap verdi.
– Bu evin reisi benim, ne sözünüz varsa
bana söyleyebilirsiniz.
– Mümkünse ev sahibi olan hanımı çağırın,
ben onu görmek istiyordum.
– Galiba
sen söylediklerimi anlamadın, diye tanımadığı adam sinirle köpürdü.
– Siz de beni anlamadınız galiba, ben ev
sahibi kadını …..
– Defol buradan!
Hiçbir şey söylemeden dönüp kapıya doğru
yöneldi. Sokağa çıkmak isterken arkadan duyduğu kadın sesiyle farkında olmadan
durdu. Ses ona tanıdık geliyordu. Dönüp baktı. Bu kadının büyük kızıydı. Yüzünü
adama dönerek (galiba kocasıydı):
– Neden kovdun? Belki de bir şey
söyleyecekti? dedi.
Bu seste, bu
itirazda yaptığı evlilikten duyulan pişmanlığın sessiz çığlığı saklıydı.
– Bu adamın kafası çalışmıyor! Bu evin
reisi benim diyorum, ne sözün varsa bana söyle, ille de ev sahibi hanımı
göreceğim diye diretiyor.
– Aaa, belki annemi soruyordur?
Kızın onu tanıyamadığını anladı. Aradan
geçen bunca sürede tanınmayacak derecede değişmişti. Demek ki bir zamanlar bu
avluya gelen adama benzemiyordu artık.
– Kardeş kimi arıyorsun, diye kız
canayakın bir sesle sordu.
Sesteki şefkatten gözleri doldu:
– Galiba beni tanıyamadınız. Bir zamanlar
ben sizin avluda çalışmıştım. Tahminen üç yıl bundan önce. Yoldan geçiyordum, halinizi hatırınızı bir
sorayım dedim. Bu yüzden annenizi görmek istemiştim. Ama bu bey beni yanlış
anladı.
Kız:
– Annem öldü, bu ise benim kocamdır, dedi.
– Öldü mü?
Beklemediği bu haberle sarsıldı. Ne zaman öldü?
– Geçtiğimiz kış öldü. Kız bir süre
sustuktan sonra, hiç neden öldüğünü de bilemedik, diye ağır ağır konuştu.
– Başınız sağolsun, çok iyi bir hanımdı. Allah
rahmet eylesin diye kapıyı açıp sokağa çıkarken bağışlayın, zahmet verdim diye
ilave etti. Geri dönmeden oradan uzaklaştı.
Sonra…
Sonra günün birinde dayanamayarak yol
üzerindeki lokantalardan birine daldı.
Öğle yemeği
zamanı olduğundan içerisi iğne atsan yere düşmeyecek kadar kalabalıktı. İçerideki
kalabalığa rağmen çok gürültü yoktu, sadece ara sıra çatal kaşık sesleri
duyuluyordu. Ne yapacağına karar vermeyen insanlar gibi bir süre şaşkınlıkla
lokantayı gözden geçirdi. Kapıya yakın olan masalardan birinin üstü toplanmamıştı.
İlerleyerek arkası o masaya gelecek şekilde durdu ve oradakilerin ona dikkat
edip etmediğini öğrenmek için etrafı kolaçan etti. Herkes kendi işiyle
uğraşmaktaydı, kimsenin ona aldırdığı yoktu. Hızlıca döndü ve masadaki el kadar
ekmeği ve bir parça salamı cebine koyarak hemen kapıya yöneldi. Kapıdan
çıkacağı sırada arkasından bağırıp onu yakalayacaklarından veya önünü kesip
sokağa bırakmayacaklarından, hırsız olduğunu herkese haykıracaklarından korkuyordu.
Sanki masadan alıp cepine soktuğu insanların önünden arta kalan bir yiyecek
değil de çok değerli bir şey idi. Arkadan bir ses duydu, sanki kendisini
çağırıyorlardı. Ama dönmedi, dönüp bakmaya cesaret edemedi. Merdivenleri
inmeden önce de bir ses duydu ama yine dönüp bakamadı. Lokantadan epey uzaklaşıncaya
kadar elini cebine sokamadı. Sanki etraftaki insanların onun ne yaptığından
haberleri vardı. Sürekli onu gözetliyorlardı ve o da kendisine dikilen
bakışlardan korktuğu için elini cebine sokmaya cesaret edemiyordu. Şehrin
kalabalık olmayan bir yerinde dikkatlice elini cebine sokarak salam ekmeğini
çıkarıp yemeye başladı. Hayatında bu kadar lezzetli bir şey yediğini
hatırlamıyordu.
Bir sonraki lokantaya çekinmeden girdi. Bu
defa içeridekilere aldırmadan ve kimseden korkup çekinmeden masaların üstündeki
yemek artıklarını toplayıp dışarı çıktı. Ve kapıdan çıkarken de ne bir korku ne
de heyecan hissetti. Dilencilik hayatı
böyle başladı. İlk defa ne zaman el açarak dilenemeye başlamıştı?
Kalpağını önüne
koyarak gözlerini kapatmıştı. Gözleri
kapalı olduğu halde görüyordu. Bütün şehrin onu seyrettiğini görüyordu. Üstünde
oturduğu taş kaldırımın buz gibi soğukluğunu bile hissetmiyordu.
Sokak boyunca yukarı aşağı geçip gitmekte olan insanların ayak sesleri kafasında zonkluyordu. Sanki insanlar
beyninin içinde yürüyorlardı. Ayak sesleri onun içinde büyüyor ve dışına
taşıyordu. Sonra elleriyle yüzünü
kapattı. Kimseyle göz göze gelmek istemiyordu. Bu zamana kadar dilenmenin, birilerine
el açmanın bu kadar zor olabileceğini aklından bile geçirmemişti. Ayakları uyuşmuştu,
yerinden kalkamıyordu. İşte, yoldan geçenlerden biri eğilip şapkasına para atıyor. Para şapkanın içinde yuvarlanarak bir
köşesinde duruyor. Sonra bir daha para atılıyor. Daha sonra bir daha… Artık şapkaya
düşen paralardan metal sesi gelmeğe başlıyor. Ayak seslerine, para sesleri
karışıyor. Bu ses de ayak sesleri gibi içinde büyümeye başlıyor. Para sesleri
ayak seslerine karışarak zihnindeki diğer bütün sesleri bastırıyor.
– Şuna bir bak, gencecik adam. Boyundan
posundan utanmadan el açıp dileniyor, diyen sesleri duyuyor. Kışın ayazında ter
şakaklarından aşağıya doğru süzülüyor.
Yoldan geçenlerin acıyarak şapkasına
attığı metal paraları soğuk yılana dokunurcasına irkilerek avcuna alıyor. Sanki
bu paralar şimdiye kadar harcadığı paralara benzemiyor, bu para tamamen farklı
bir paradır.
Sonra ise kendisi de farkında olmadan bu
hayata alışmaya başlıyor. Başını kaldırıp etrafını seyrediyor. Oturduğu yerde
gözüne çarpan ilk şey ayaklar oluyor. Aceleyle bir o tarafa bir bu tarafa
koşturan, bazen kendisine doğru gelen kadın ve erkek ayakları. O, bu ayakları birbirinden
seçip sınıflandırmaya, insanları ayaklarına göre tasnif etmeğe çalışıyor. Ayaklar
bazen artıyor, bazen azalıyor, ama hiç bitmiyor.
X. Bölüm
Şehrin dışındaki çöplükte, yan tarafında
kapıya benzer bir deliği olan ters dönmüş, iri metal bir su deposunun altında yaşıyordu. Buraya
akşamdan akşama uyumak için gelirdi. Kimse görmesin diye hava karadıktan sonra
buraya gelirdi. Çünkü peşine düşüp kendisini takip edeceklerinden korkuyordu. Ne
zamandan beri oradan buradan toplayıp biriktirdiği paçavra ve bezleri deponun bir tarafına döşeyerek kendine rahat
edebileceği bir yatak yapmıştı. Havaların aniden soğumaya başladığı bir zamanda,
yabancısı olduğu bu şehirde bundan daha rahat ve sıcak bir yatak bulamazdı.
Depoda gecelediği ilk zamanlar sabaha
kadar gözüne uyku girmezdi. Yatağına kor doldurulmuş gibi bir o tarafa bir bu
tarafa döner, döndükçe de sinirleri iyice gerilirdi. Uykusu kaçtığında
yatağında duramaz, gecenin hangi saati olursa olsun kalkıp deponun altından çıkardı. Boş ve
kimsesiz kayalıkların arasında oturarak ay ışığında boz renge bürünen gecenin
sessizliğini dinlerdi. Sinirlerinin yatışıp az da olsa hafiflemesi için
saatlerce burada beklerdi. Geceleri o kadar çok sıkılırdı ki bu şehre geldiği
yoldan geri dönmeyi bile düşündüğü olurdu. Bütün dert ve acıları nedense hep
geceleri depreşir ve büyüyerek göğsüne saplanırdı. Sabaha doğru şafak sökerken
biraz hafifler gibi oluyordu. O zaman gelip soğuk yatağına uzanır, kendisi de
hissetmeden uykuya dalardı ve güneş bir adam boyu yükselinceye kadar taş gibi
yığılıp uyurdu. Uykudan uyandığında, gece hiçbir şey olmamış gibi şehre
yollanırdı. Yine hiçbir şey olmamış gibi gün boyunca sokaklarda, orada burada gezerek
vakit öldürürdü. Akşam hava
kararıp da deponun altında gecelemek
için geldiğinde, yeniden bir önceki dert ve ağrıları başlardı. Yine de ona bir
türlü huzur vermeyen bu yataktan kalkarak şafak sökünceye kadar gecenin
sessizliğinde gezip dolanır, iltihaplı yara gibi zonklayan dert ve ağrılarından
kurtulmaya çalışırdu. Zaman geçtikçe, istese de istemese de bu hayata alışması
gerektiğini, aksi takdirde hayatın onun için çok da kolay olmayacağını
anlıyordu. Ama ters gibi bunu da bir türlü başaramıyordu. Ne hikmetse, gündüzleri
şehrin sokaklarında dolaşırken aklına bile gelmeyen dert ve acıları, geceleri
büyüyüp katlanılmaz oluyordu. Neden
uykuları ondan böyle kaçıyordu? Neden geceleri böyle güçsüz ve ümitsiz
oluyordu? Ne zamana kadar bu işkencelere katlanacaktı?
Sabah olmasını beklemek onun için çetin ve
azaplı bir işkenceye dönüşmüştü. Gün boyunca şehrin sokaklarını bir dakika bile
durup dinlenmeden bir uçtan bir uca dolaşırken kendisini çok dinç hissettiği
halde, sabah uykudan uyandığında, o kadar yorgun oluyordu ki ayakta bile
durmaya takati olmuyordu. Geceleri dinlenip hafiflemek yerine ağırlaşıp yoruluyordu. Geceleri,
bir de fısıltı sesinden uyuyamıyordu. Sabahlara kadar içinde, birileri
bilemediği bir konuda, sürekli fısıldaşıyordu ve bu ses kulaklarını
tırmalıyordu. Bu fısıltılar onu yiyip bitiriyordu
ve ne kadar uğraşsa da bunları bir türlü susturamıyordu. Sanki fısıltıyla
geceden sabaha kadar onu suçluyorlar, yüzüne
çarpıyorlar, işlemediği bir suçu onun boynuna yıkmaya ve onu ikna etmeye
çalışıyorlardı. Fısıltı sesleri beyninde çınlıyor, hücrelerine işliyordu. Ve ne
kadar uğraşsa da fısıltıyla söylenen anlamsız sözleri bir türlü anlayıp kavrayamıyordu.
Sonraları bu fısıltı, bağırtılara dönüştü. Gecenin karanlığında esip geçen rüzgârı
bile fısıltı sanıyordu. İşin ilginç yanı ise gökyüzündeki yıldızların bile
fısıltısını duymaya başlamasıydı.
Zihninde birer bağırtıya dönüşen bu
fısıltı seslerinden kaçıp kurtulmak için sabırsızlıkla bir an önce sabahın
olmasını belkiyordu. Sabaha doğru fısıltılar zayıflayıp azalıyordu. Gündüzleri
ise insanların, arabaların ve dünyanın gürültüsü arasında bu fısıltı sesleri
duyulmuyordu. Zihni ve düşüncesi gece olup karanlık bastırıncaya kadar
dinleniyordu. Karanlık bastırınca her şeyin yeniden başlayacağını biliyordu.
Sanki bu fısıltılar karanlığa mahsustu, bu fısıltılarla karanlık arasında,
sanki gizli bir akrabalık bağı vardı.
Sabah olur olmaz, beynini açlık meşgul
ederdi. Açlık hissi çok arttığında bir yerde karar tutamaz ve karnını
doyurmanın yollarını arardı. Ne kadar uğraşsa, düşünüp taşınsa da sokakları arşınlamaktan
başka çıkış yolu bulamazdı. Bunun da bir faydası olmayınca yeniden uygun bir
yer bulup oturur, şapkasını önüne koyarak beklemeye başlardı. Yoldan geçenlerin
ne zaman acıyıp şapkasına para atacaklarını, ne kadar sürede ekmek alacak kadar
para elde edebileceğini beklerdi. Bazen açlıktan çıldırıp bağırmak derecesine
vardığı zamanlarda bile yoldan geçenler onu görmez, varlığını hissetmezlerdi.
İnsanların birbirlerine olan bu kayıtsızlığı onu çok sarsıyordu.
Önceleri, şehrin sokaklarında dolaşırken etraftakilerin
kendisini seyrettiğini, giyim kuşamı ve boy posuyla diğerlerinden ayırt edildiğini
hissederdi. Bu durumdan rahatsız oluyor ve kendisini durdurup kim olduğunu,
nereden gelip nereye gittiğini soracaklar diye korkuyordu. Araştıracaklar ve
istemeden de olsa sığınıp yaşamak zorunda kaldığı bu şehrin sokaklarında, neden
oturma izni falan olmadan serbestçe gezip dolaştığını öğrenmek isteyeceklerdi. Zaman
geçtikçe artık sokaklarda önceki gibi kendisine bakmadıklarını, hareketlerini
takip etmediklerini görüyor ve farkında olmasa da bu yabancı muhite, yabancı
insanlara uyum sağlıyordu. Kendisi
farkında olmasa da artık bu şehrin bir ferdi olmaya başlamıştı. Bu onu biraz
rahatlatıp teselli veriyordu. Çünkü sudan sebeplerle peşine düşüleceğinden, bu
yabancı görünüşü ile şüphe uyandırıp ele geçeceğinden korkmaktaydı.
Nedense şehrin sokaklarında, bir o tarafa
bir bu tarafa yürüyen insanlara baktıkça, bu şehirde yaşayan büyükten küçüğe
kimsenin çalışmadığını, aynen kendisi gibi sersefil dolaştığını düşünüyordu. Ne
hikmetse, insanların sabah erkenden kalkarak işe, akşama doğru ise eve
koşturacaklarına inanamıyordu. Sanki sabahlar tamamen farklı, özel insanlar
için yaratılmıştı. Bazen de kendi kendine, herkesin onun gibi birilerinden
kaçıp gizlenmekte olduğunu ve ele geçmemek için buralarda saklandığını
düşünürdü. İnsan denizinde yüzerken karşılaşmış olduğu insanların yüz
ifadelerini, özellikle tebessümlerini korku olarak görüyor ve bunun için de
tedbirli davranıyordu. Sanki insanlar bakışlarını birbirlerinden saklıyor ve
ele geçeceklerinden korkuyorlardı. Herhangi bir gizli suçta işbirliği etmişler
gibi birbirinin yaptıkları işlerden haberdar idiler ve bu iş anlaşıldığında,
hep birlikte ifşa olacaklarından korkuyorlardı.
Şimdi de korku ve tedirginlik dolu bakışlarla birbilerine candan
davranmalarının sebebi, sırlarının öğrenilmemesini, öylece gizli kalmasını
istemeleri idi. Böyle düşündükçe hafifleyip rahatlıyordu. İnsan denizinde
onunla yan yana yüzenler kendisi de farkında olmadan birer yakını, hatta dert
ve sır ortağı haline geliyordu. Belki de bu sebeple insan denizinde yaptığı
cinayetin ağırlığını ve kendisinin bir katil olduğunu unutuyordu. Korku ve
tedirginlik içinde birbirinden saklanan tedirgin gözlerle karşılatıkça,
kendisinin işlemiş olduğu bu cinayet, ona başkalarının yaptığı, yapabileceği
kötülüklerden kat kat hafif görünüyordu. İnsan denizinin verdiği sarhoşlukla her
şeyi içine atmanın, yaşananları hafızasında evirip çevirerek acı çekmenin
abesle iştigal olduğunu anlıyordu. Ama yine de bu şehirde kendisini bir
hücredeymiş gibi hissediyordu. Hislerinin ve duygularının hevesiyle gittikçe
özgür olduğunu unutuyor ve kendisinin dar ve havasız bir hücreye konduğuna
inanıyordu. Hücre o kadar dardı ki kaçıp kurtulmak bir yana, hatta ileri geri
hareket etmek bile imkânsızdı.
Bazen saatlerce hücredeymiş gibi elini
kolunu kıpırdatmadan durup bekliyor, bütün vücudu uyuşuyordu. Dünya, gözlerine
hücrenin parmaklıkları ardından görünürdü, insanlar da bu parmaklıklar
arkasından ona bakarlardı. Sanki bütün ruhunun, hafızasının ve düşüncelerinin
de demir parmaklıklarla çevrildiğini düşünürdü. Ne tarafa giderse gitsin, bu
parmaklıklı hücre onu bir gölge gibi takip etmekteydi. Sokaktan geçip giden
insanların kendisine dikilen bakışlarında bu hücrenin aşılmazlığını, kendisinin
ise kaybolmuş özgürlüğünü görüyordu. Hücrede olduğunu anladıkça canı sıkılıyor,
sinirleniyor ve buna katlanmakta zorluk çekiyordu. Bağırıp bütün gücü ile
feryat etmek, demir parmaklıklardan kurtulmak isterdi. Ne zamana kadar
parmaklıklar arasında ömür sürecekti? Ama ne kadar uğraşsa da sesi çıkmıyordu,
o, sesini duyuramıyordu. Sonra, sesinin de demir parmaklıklarla çevrildiğini,
istese bile bağırıp yardımına kimseyi çağıramayacağını anlıyordu. Bütün güç ve
kuvetini toplayıp gözleri önünde, dünyayı parsellere bölen demir parmaklıkları
kırıp dökmek istiyordu. Ama gazap ve nefretle düğümlenmiş yumrukları boşluğa
çakılarak yankılanıyordu. Ne kadar uğraşsa da demir parmaklıklardan
kurtulamıyordu. İçindeki güçsüzlük soğuk ter şeklinde vücudundan akıyordu. Ne
hikmetse, rüyalarında da bu parmaklıklardan kurtulamıyordu. Gecenin bir yarısı
korkuyla uyanıyor, rüyalarını saran o korkunç parmaklıklar kendiliğinden
parçalanıyordu. Bir an için seviniyor ve etrafındaki parmaklıkların ortadan
kaybolup kaldırıldığını, bundan sonra dilediği gibi, hücrede değil, özgür ve
canı istediği gibi yaşayabileceğini sanıyordu. Fakat bu bir anlık sevinci bile
doyasıya yaşayamadan yeniden dünya, gözlerinde başka renkte, başka biçimde
parmaklıklara bölünüyordu. Örümcek ağındaki sinek gibi çırpındıkça, uğraşmanın
fayda etmeyeceğini, kurtulmanın imkânsızlığını idrak ettiğinde az da olsa
sakinleşiyordu. Bu da çok sürmez, kendine gelip gücünü topladıktan sonra her
şeyi unutarak yeniden, yeni bir umutla mücadeleye başlardı. En çok canını sıkan
ise burnunda bu daracık, havasız hücrenin kesif ve mide bulandıran kokusunu
hissetmesiydi.
Sonraki günlerin birinde kaderi onu limana
getirip çıkardı. Burada onu kimse görüp tanımadı, kim olduğuyla, nereden gelip
nereye gittiğiyle ilgilenmediler. Bazen gündüzleri sadece vakit geçirmek için
gelirdi. Böylece günün birinde bu liman olmadan yaşayamayacağını anladı. Bir
lokma ekmek bulup karnını doyurur doyurmaz liman onu kendine çeker, burada
oturup mavi suları seyrederdi. Şehir sokaklarında yaptığı işi, yani dilenciliği
burada da yapabilirdi artık. İşte limana böyle bağlandı.
Sahile gelir gelmez sanki ruhu
yenileniyordu. Oturup mavi suları seyrederken bu dünyayı tamamen unuturdu.
Şehrin sokaklarındaki arabaların, insanların kurşun gibi birbirine lehimlenmiş
seslerini de duymuyordu. Sel gibi gürültüyle beyninin içinden akıp gitmekte
olan adım seslerini de duymuyordu. Ne olduğunu kendisinin de bilmediği acayip,
sırlı bir duygu, bir ağrı gibi içine çöküyor, geçmiş ve gelecek ne varsa
hafızasında durulup aydınlanıyordu. Denizin nem ve rutubet dolu ıslak havasında
ne ise onu mest eden, aklını başından alıp bütün yaşadıklarını unutturan ve
ömrünün en tatlı, en değerli günlerine götüren büyülü bir şey vardı. Böyle
zamanlarda gözleri baksa da uzaktaki ufukları göremezdi. Uzaklar, ufuklar âdeta
dumanlar, sisler arkasında kalırdı. Zihninde ise ay doğar, aydınlık olurdu. Sahildeyken
bir uğraşı da limandaki gemileri izlemekti. Bu gemilere binenlerin bir daha
geri dönmemek üzere gittiklerini düşünürdü. Gemiler ve yolcular bir daha
dönmemek için buradan ayrılıyorlardı.
O kadar çok dolaşmıştı ki şehrin bütün
sokak ve kuytularını artık ezbere biliyordu. Artık ahbapları da vardı.
Bunlardan biri, gün boyunca birahanenin önünde dönüp dolaşan, müşterilerin
önündeki içki artıklarını birbirine katarak sarhoş oluncaya kadar içen,
içtikten sonra da bir türkü tutturup yalpalayarak yerden topladığı sigara
izmaritlerini içip sokaklarda serserilik yapan Çerkez asıllı Hezret adlı orta
yaşlı bir adam idi. Hezret’in, en çok sevdiği yönü açgözlü olmaması, sefil
durumdayken bile soğukkanlılığını koruyabilmesi idi. En şaşırdığı şey ise onun
yemek yemeden sürekli içki ve sigara içmesi, âdeta alkol ve dumanla beslenmesi
idi.
Hezret’in dedesi evlatlarını bırakıp
Türkiye’ye gitmiş, babası ise savaşta kaybolmuştu. Bu dilenci haliyle bile
Çerkez olduğunu asla unutmuyor ve her fırsatta bunu ifade ediyordu. Sonra başka
tanıdıkları da oldu. Hezret, bu yabancı şehrin kendisine kapalı olan kapısını
aralayarak ayyaşlar âlemini ona tanıttı. Bu muhitle, buradaki insanlarla hemen
anlaşıp uyuşamadı. Ama Hezret’in karakterinde, şahsiyetinde (Ah, şahsiyet,
şahsiyet!) ne varsa, onun bu muhitten, bu insanlardan kopup ayrılmasına müsaade
etmedi. Bir süre ne aradığını kendisi de bilmeden kör gibi bu insanların arasında
dönüp durdu.
Önceleri içmiyor, içmek istemiyordu, ama
kısa sürede kendisi de farkında olmadan alkolik olup çıkıverdi. Lokanta ve
birahanelerdeki içki artıklarını içerek alkol bağımlısı oldu ve artık bir gün
bile içmezse beyni çatlayacak gibi oluyordu. O, içtikten sonra Hezret gibi
yalpalayıp türkü tutturarak dolaşmıyordu. Tramvayın en arka koltuğuna oturup
şehrin sokaklarını dolaştıkça kısa bir süreliğine de olsa nerede bulunduğunu,
kim ve neci olduğunu unuturdu. Ömrünün geçmiş günlerindeki hoş anıları, içinde
tatlı bir sızıya dönerdi. Bu zamanlarda, tramvaya binen ve inen yolcuları
farketmez, tramvayda büsbütün yalnız olduğunu zannederdi.
O uğursuz olay olmasaydı belki de uzun
zaman bu meşguliyetine devam edecekti. Ama kaza ve kader karşısında ne
yaparsın? O olaydan sonra tramvay kelimesini her duyduğunda tüyleri diken diken
oluyordu. O gün, yine sarhoş halde tramvayın arka koltuğuna oturmuştu. Uzak ve
ulaşılmaz çocukluk yıllarının hatıraları onu alıp götürmüştü ve o, şimdi hiçbir
şeyi görüp duymuyordu. Nasıl olduysa durakların birinde inmek isterken (Bu olay
şimdi bile ona rüya gibi geliyor ve nasıl indiğini, niçin inmek istediğini ne
kadar düşünse de hatırlayamıyordu.) sanki
birileri onu sürükleyip tramvayın tekerleri altına attı ve tramvay sol bacağını
koparıp üstünden geçti.
Ani bağırmalar ve rayların gıcırtısı, bu
dehşetli olaydan aklında kalan şeylerdi. Sonrasını bir tülü hatırlayamıyordu.
Onu hastaneye kimin götürdüğünü ve nasıl götürdüğünü de bir türlü
hatırlamıyordu. Tramvay bacağını doğrayıp keçtikten sonra tam yedi saat boyunca
baygın kaldığını da bilmiyordu. Hastanede ayılıp gözlerini açtığında önce bir
şey anlamadı, sonra hemen bir şeyleri hatırlayıp “Ayağım nerede?” diye sordu.
– …
– Size sormuyor muyum?
– …
Başucundaki beyaz önlüklü doktor ve
hemşirelerden kimsenin konuşmaya cesareti yoktu.
Doğrulup yerinde oturmaya çalışarak: “Hemen benim ayağımı
verin! Yoksa burayı alt üst ederim!” diye bağırdı. Onun bağırmasını hastanede
neredeyse herkes duydu ve henüz yedi saat önce baygın bir şekilde sedyeyle
getirilen bir hastanın, bu kadar yüksek sesle bağırıp bir şeyler isteyeceğine
kimse inanamıyordu. Gürültüye başhekim bile geldi ve sonunda onu, ancak tamamen
iyileşip ayağa kalktığında bacağını geri alabileceğine ikna ettiler. O ise bir
türlü sinirlerine hâkim olamıyor ve “Yalan söylüyorsunuz, hemen şimdi istiyorum
bacağımı, duyuyor musunuz!” diye bağırıyordu. Başhekim, hemşirenin kulağına bir
şeyler söyleyerek dışarı çıktı. Koluna yapılan iğneyle hemen uyumuş ve
uyandığında artık sinirleri yatışmıştı. Hastanede ona günde üç öğün yemek
veriyorlardı. Sıcak yemek yemeyeli uzun yıllar olmuştu ve o, bu yemekleri
neredeyse kaşık ve tabağıyla birlikte yalayıp yutmak istiyordu. Her gün belli
zamanlarda yemek verilse de yine doymuyor, yemekten sonra masadaki fazla
ekmekleri hemen çekmeceye tıkıştırıyor,
kurutup hasteneden çıkarken yanında götürmek için biriktiriyordu. Yiyecek
bir şeyler bulamadığı günlerde bu ekmekler onu kurtaracaktı. Özellikle de
hastalanıp yataklara düştüğünde bir lokma ekmeğe bile muhtaç oluyordu.
Hastanede kendisinden başka herkesin ziyaretçisi olurdu. Öyle hastalar vardı ki
geceleri bile yalnız kalmıyorlardı. Odadaki hastaların çoğunluğu ağır ameliyatlardan çıkmıştı. Kimse onu ziyaret
etmiyordu ve bundan sonra da etmeyecekti. Bu şehirde kimsesi yoktu, atlattığı
bu ağır kazadan sonra hastanede yattığını da kimse bilmeyecekti. Başına bunlar
da mı gelecekti?
Şimdiye kadar yalnız bir defa hastanede
yatmıştı. O zamanlar ülserden çok ızdırap
çekiyordu ve doktorlar onu zorla hastaneye yatırmışlardı. Her yıl ilkbahar ve
sonbaharda mutlaka düzenli olarak tedavi olunması gerekirdi, aksi takdirde
durumu iyice kötüleşecekti. O ise sadece bir defa hastanede yatabildi; hem de
zorla, karısının ısrarı karşısında dayanamayıp yatmıştı. Aslında kendisi de
hastaneye yatıp tedavi olmayı ve bu melun
hastalıktan kurtulmayı istiyordu. Ama ülserin de kolay kolay geçmeyeceğini,
hele kendisi gibi sinirleri bozuk bir insanda, tamamen geçmesinin imkânsız
olduğunu da bilirdi.
Hastaneye yattığında karısına, zahmet
çekip ziyaretine gelmemesi için sıkıca tembihlemişti. Bunu söylerken evdeki
çocukların rızkı olan azıcık parayı da yiyeceklere vb. şeylere harcamamasını kastetmişti.
Ayrıca hastanede, her gün iyi kötü
yemek veriliyordu. Aslında iyileşmesi için de zaten onların verdiği perhiz
yemeklerinden yemesi gerekirdi.
O zaman da şimdiki gibi hastanedeki oda
arkadaşlarının yanına sürekli ziyaretçileri gelirdi. Bu ziyaretçileri her
gördüğünde farkında olmadan gözleri yaşarıyor, evde türlü ihtiyaçlar içinde
Allah’a emanet edip bıraktığı ailesine ve çocuklarına acıyordu.
Akşamüzeri karısı elindeki dolu çantayla kapıyı açıp içeri girdiğinde kahroldu. Yatağın yanındaki
küçük dolabın üstünde duran çantaya doğru hiç bakamıyordu. Karısı bunu
hissettiği için dolabın kapısını açarak çantadaki
termosu, yemek dolu kavanozu,
meyve, limon ve çikolata paketini içeri yerleştirdi. Torba boşaldıkça içinden bir şeyleri zorla
çekip çıkardıklarını düşünüyor, acısı da bu yiyeceklerle birlikte çekilip çıkarılıyordu. Evde, bunları alabilecekleri kadar para
bırakmadığını biliyordu. Bütün bunları karısı bir yerlerden bulduğu borç
parayla alıp kendisine getirmişti. Kocasının hasta yatağında, başkalarının
yanında utanmaması, yanındaki hastalar yemek yerken onun üzülüp sıkılmaması
için getirmişti.
Karısının simasında öyle bir fedakârlık,
öyle bir izzet ve metanet seziyordu
ki birlikte yaşadıkları bunca sürede hiçbir zaman bunu şimdiki gibi belirgin
bir şekilde sezmemişti. Kendisini tutamayıp bu kadar insanın arasında hıçkırarak
ağlayacağından korkuyordu. Çünkü karısının yüzüne baktıkça, bu fedakârlık ve izzetle
birlikte en yakınını kaybettiği halde başkalarının derdi karşısında kendi
derdini unutan insanlara has açıklayamadığı bir duygu taşıdığını da görüyordu.
Belki karısı bu duygudan habersizdi ama kocasının duygularını hissedebiliyordu.
Aslında hissedebiliyordu ne demek, karısı elindeki dolu torbayla odaya girdiği
andan itibaren ikisinin de duyguları gözlerinden ve zihinlerinden anlaşılmaya
başlamıştı:
– Sana hastaneye gelme dememiş miydim?
– Desen
ne olacak?
– Peki, neden sözümü dinlemedin?
– Neden gelmeyeyim? Senin buradaki
hastalardan geri kalır yanın mı var?
– Kimden? Buradakilerden mi? Evet, ben
burada herkesten geri kalıyorum.
Şimdi anladın mı? Ben herkesten değersizim! Sana defalarca söylemiştim
hastaneye gelme diye!
– Gelme demiştin ama peki, neden geldiğime
sevindin? Hiç anlamadığımı mı zannediyorsun?
– Hangi parayla aldın bunları?
– Senden habersiz biriktirdiğim parayla
aldım.
– Yalan söylüyorsun!
– Utanmıyor musun böyle konuşmaya? Benim şimdiye
kadar yalan söylediğimi gördün mü?
– Şimdiye kadar görmemiştim, ama şimdi
görüyorum. Gözlerinden anlaşılıyor, borç aldın değil mi? Kimden aldın borç
parayı, söyle!
– Amma da çattık ha!
– Sana soruyorum!
– Senden habersiz biriktirdiğim parayla aldığımı
sana söyledim. Kimseden borç almadım.
– Aldın!
– Almadım!
– Al-dın!
– Noldu? Neden
keyifsizsin? Karısının, beklemediği bu sorusuna şaşırıyor, ama cevap veremiyor.
Masaya dizilen yiyeceklerden başkasına ait, borç alınan paranın kokusunu
seziyor. Gittikçe artıp etrafı sarmaya başlayan bu kokuyla midesi bulanıyor,
başı dönmeye başlıyor. Karısı torbayı karıştırarak hâlâ bir şeyler
çıkarmaktadır. Onun kolundan tutarak “Bunlara ihtiyacım yok, götür eve,
çocuklar yesin.” diyor. Karısının yüzü sertlerşiyor ve elindekini bırakarak
“Neler söylüyorsun sen? Bunları senin için aldım, hiçbir yere götürecek
değilim!” diyor. Kendisi de farkında olmadan yüksek sesle “Götüreceksin!”
diyor.
– Aklını başına topla! Herkes bize
bakıyor.
– Bunlar benim boğazıma duracak! Vallahi ciddi
söylüyorum, götür eve, çocuklar yesin.
– Hayır, bunları senin için aldım.
–Ama çocukları da düşünmelisin. Onlar
yiyecek bir şey bulamazken bu getirdiklerin benim boğazımdan geçer mi? Lütfen
eve götür bunları!
– Götürmeyeceğimi sana söyledim!
– Vallahi bunları…
O, karısının
yanaklarından akan gözyaşlarını görünce hemen susuyor. Karısı gibi kendisinin
de ağladığını, hem de o geldiğinden beri ağladığını hissediyor. Ama onun
gözyaşları içine akmaktadır. İyi ki de içine akıyor ve kendisinden başka kimse,
ne karısı ne de odadaki diğer hastalar bu gözyaşlarını görmüyor.
Daha önceden yattığı hastanedeki olaylarla
şimdiki durumu arasında birçok ortaklıklar olduğunu farketti ve az önce
hatırladığı bu olay da böylece zihninden esip geçti.
Küçük dolabın çekmecelerini kuru
ekmeklerle doldurmuştu ve her gün birkaç defa onların yerinde olup olmadığını
kontrol ediyordu. Biriktirdiği bu kuru ekmekleri birilerinin çalacağından
korkuyordu. Her defasında çekmeceyi açıp bakarken üstlerinden biraz alındığını sanırdı.
Kendisi odada olmadığı bir vakitte, birilerinin fırsat bilip ekmeklerin
birazını aldıklarını düşünürdü. Artık odadan çıkarken birileri dokunursa haberi
olsun diye dolaba işaret koymaya başladı.
Geceleri tedirginlikle geçiyor, bilmediği
bir hışırtı sesiyle uyanıyor ve birilerinin kuruttuğu ekmekleri çalmak üzere
olduğunu zannediyordu. Hemen kalkıp yatağında oturuyor, karanlık odada mışıl mışıl uyuyan hastalar arasında
uyumayan birisinin olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Odadaki herkesin
uyumakta oluğundan emin olmadıkça gözlerine uyku girmezdi. Yarası biraz iyileşip
yürümeye başladığında odadan dışarı çıkarken yatak komşusuna “Ben gelinceye
kadar ekmeklere göz kulak ol! Birisi gelip alır, haberim olmaz.” diye sıkıca tembih ederdi. Dönüp geldiğinde
ekmeklere dokunan olup olmadığını mutlaka sorar, hatta bununla da yetinmez,
ancak çekmeceyi açıp elleriyle yokladıktan sonra emin olurdu. Dolapta yer
kalmayınca ekmekleri kâğıt torbalara doldurup yatağın altında saklamaya
başladı. Hastaneden çıkacağı sırada artık epey ekmek azığı vardı. Eski bir
torba buldu. Topladığı bütün ekmekleri kendisiyle götürmek için torbaya
doldurdu. Artık bir bacağı yoktu ve hareket edip yiyecek bulması daha da
zorlaşacaktı. Önceden sokaklarda yaşasa da sağlıklıydı, eli ayağı yerindeydi.
Şimdiyse durum farklıydı…
Hastaneden çıkacağı gün kopmuş ayağını
kendisine verdiler. Ana, ana, anaaaa!
Neden dünya gözlerinde bu kadar değişti?
İçindeki ümit kıvılcımalarını acaba kim,
ne zaman söndürdü?
O, taş mıydı, yoksa insan mıydı?
Dayanıyor, katlanıyor, katlanıyordu. Peki,
bu tahammülün bir sonu, nihayeti olmayacak mıydı?
Kopmuş ayağını kâğıda bükerek kendisine
vermişlerdi. Sakin bir yerde oturup ayağına bakmak, uzun zaman onu taşıyan,
şimdiyse kopmuş olan bu uzvunu seyretmek istiyordu. Götürüp bir yerlere
gömmeden önce her şeyi hafızasına kazımak istiyordu.
Şehrin dışındaki parka ulaşması iki saat
mi yoksa üç saat mi sürdü, bunu tam bilmiyordu. Koltuk değneğine alışkın
olmadığı için yürüyemiyor, neredeyse her adımında tökezliyordu. Değnekler
koltuğunun altını yara yapmıştı. Yürüdükçe acıtıyor ve ızdırap veriyordu.
Parkta,
ağaçların sık olduğu bir yerde oturup koltuğundaki kâğıt paketi açtı. Aman Allahım!
Dizinden yukarıya kadar kopmuş bir bacak. Ayakkabısı, çorabı, pantolonunun
kesilmiş paçası hepsi üstünde! Kopmuş bacağını olduğu gibi torbaya koymuşlardı.
Korkarak parmağıyla dokundu. İçi ürperdi. Elini, kesilmiş bacağına değdirir
değdirmez kesilmiş bacağının üst kısmındaki yarası sızlamaya başladı. Raylar bacağını âdeta testereyle keser gibi düzgün
bir biçimde kesmiş, kemiği bir
yerden bile çatlamamıştı. Bacaklarından akan kan,, derisinin üstünde kuruyup
kalmıştı. Sonra ayakkabısını çıkardı. İşte, uzun süredir yıkanmadığı için kötü kokan
çorabının teki. Dikkatle çorabı çekip kesilmiş ayağından çıkarıyor. Ayak parmakları
küskün küskün büzülmüşler. Uzun
zamandan beri kesmediği için tırnakları vahşi hayvan pençelerine benziyor.
Serçe parmağının üstündeki nasır olduğu gibi duruyor. Ah, bu nasır ona ne kadar
da çok acı vermişti. Parmağına hafifçe dokunduğunda bile acıyla aklı başından
giderdi. Serçe parmağındaki nasırı yavaşça sıktı. O zamanki baş döndüren acıyı
şimdi de içinde hissetti. Sanki ayağı görünmez bağlarla vücuduna bağlanmıştı.
Topuktan biraz yukarıdaki yara izleri. Bu, çocukluğunda onu ısıran köpeğin
dişlerinin iziydi. Bu olayı sanki dün olmuş gibi hatırlamaktaydı.
O zamanlar yaz tatilini çiftlikte, dedesinin
yanında geçirirdi. Bir sabah erkenden kalkıp elini yüzünü yıkamak için dere
kenarına indiğinde sazlıkların içinde bir deste köpeğin dalaşmakta olduğunu
görmüştü. Köpeklerin hiçbiri çiftliğe ait değildi ve o ilk defa onları burada
görüyordu. Korkuyla elindeki sabunu ve havluyu bir tarafa fırlatıp çiftliğe doğru koşmaya başladı.
Dönüp geri bakmasa da kancık köpeklerden birinin arkasından koşmakta olduğunu
hissediyordu. Bir az daha hızlandı. İçeri girmesine azıcık kalmıştı ki ayağı
metal tellere takılarak yüzükoyun küllerin
üstüne düştü. Hemen yetişen köpek de topuğunun biraz yukarısından ısırıp
kaçmıştı.
O zamanlar bu yarasının ne kadar canını
acıttığını çok iyi hatırlıyordu. Yazın en sıcak günlerinden kar yağıncaya kadar
bacağı sargılı olarak
dolaşmıştı. Doktorun, ilaçların bir faydası olmamıştı. Meğer köpek kuduzmuş ve
yarası da bu yüzden iyileşmiyormuş. O zaman köyde, ortaokulun dördüncü
sınıfındaydı. Evden okula yaya olarak giderdi ve varıncaya kadar yolda üç kez
mola verip ağrılarını dindirmek için dinlenmek zorunda kalırdı. Geceleri yarası
öyle zonklardı ki bu acıyla yatağında kıvrılıp kalırdı.
Elini diz kapağının üstünde gezdirdi. Her
zaman, oynak yerin üstünde bir şişlik olurdu. Bu da çocukluk yıllarının
hatırasıydı. Çocukluğunda ninesinin avlusundaki dut ağacından düşmüştü.
Oturduğu dal kopmuş ve ağacın tepesinden yere yuvarlanmıştı. O sırada, diz
kapağı taşa çarparak çatlamıştı. Babası onu çıkıkçıya götürmüştü ve orada
dizinin paramparça olmuş kemiklerini yerine oturtup üstüne bal ve yumurta
sarısından oluşan bir merhem sürmüşlerdi. Üstünden bir ay keçmeden kırık kaynayıp tamamen iyileşmişti.
Ama çok yürüdüğünde diz kapağı acıyordu. Diz kapağı üstündeki bu şişlik
oluşuncaya kadar bu ağrı devam etmişti. Nohuttan az daha büyük olan bu şişlik,
diz kapağının üstündeydi ve yürüdükçe kıpırdayan şişliğin de hareketini
hissediyordu. Büyüdükten sonra bile bu nohut büyüklüğündeki şişlik, diz
kapağından kaybolmadı ve yıllar sonra kuruduğu için kesilen yaşlı şah dut
ağacından yadigâr kaldı. Şimdi sol bacağının kesilip atılmasıyla birlikte
ömrünün bu değerli anıları da hafızasından koparılmış oluyordu. Ve bacağını
kaybederken aslında geçmişinin de önemli bir kısmını kaybediyordu.
Bir sonraki gün, arkadaşlarını arayıp
buldu, birlikte kesik bacağını gömmeye gittiler. Bacağını gömerken Hezret uzun bir nutuk
çekti, sonra ise gözyaşları arasında kederli bir Çerkez türküsü söyledi. Sesi o
kadar kederliydi ki türkünün sözlerini anlamasalar
bile hıçkırarak ağlıyorlardı. Belki de Hezret’in yanık sesi herkese derdini
hatırlatıyor ve onlar bir bakıma kendi dertlerine ağlıyorlardı.
İlk günleri çok zor geçti, tek ayakla
yaşamaya alışamıyordu. Kesilen bacağının acısını hiç hissetmiyordu. Bazen
bacağının kesildiğini unutuyor, bir an sol ayağının parmaklarının kaşındığını
düşünerek kaşımak için elini uzatıyor ve o sırada eli boşa çıkıyordu. Bu
durumlarda bütün vücudu büsbütün sarsılırdı. Koltuk değneğine alışması da zordu ve özellikle bu değneği bir
ömür boyu taşıması gerektiğini düşündükçe dehşete düşüyordu. Bir zamanlar,
saatler boyunca ayakta beklemekten, sokaklarda dolaşmaktan zevk alıyordu. Şimdi ise yürümek bile istemiyor, on adım bile
atamadan yorulup nefesi tıkanıyordu. Artık önceki gibi sokakları bir uçtan bir
uca gezip dolaşmıyor, sadece şehrin kalabalık bir yerinde durup değneğine
yaslanıyor, dalgalanan insan denizini seyrediyordu.
Sonraları buna da alıştı ve sanki doğduğu
günden beri koltuk değneği ile dolaşıyormuş gibi rahatlıkla yürümeye başladı. Sanki
karakterinin, huyunun da bir takım özellikleri koltuk değneğine geçmişti ve bu
değnek onun ayrılmaz bir parçası olmuştu.
Geceleri, gömdüğü bacağının mezardan çıkıp
yürüdüğünü, kendisini takip ederek onun peşinden geldiğini ve vücudunun geri
kalan kısmını özlediği için sabaha kadar uyuduğu yerin yakınlarında dolaştığını
ve ancak şafak sökerken yeniden mezara döndüğünü düşünüyordu. Mezara girerek
akşama kadar bekliyor, geceleri yeniden ayrı düştüğü vücudunu bulmaya güç
toplamak için uyuyup dinleniyordu. Hatta defalarca yalnız başına dolaşıp
yerlerde bıraktığı izlerle kendini belli eden kesilmiş bacağı, rüyasına bile
girmişti.
Ayağı kesildikten sonra katil olduğunu
tamamen unutmuştu. Yaşadıkları uzak, unutulmuş bir anı olarak hafızasının
karanlık katmanlarına sinmiş, başka bir adam olup çıkmıştı. Artık geçmişini
düşündüğünde bile sanki başka birisi hakkında düşünüyordu. Bazen içip efkârlandığında “Benim ailem,
çocuklarım var.” derdi. Yanındakiler önce şaşırıyor, “Nasıl yani? Nasıl olur,
senin ailen ve çocukların mı var? Gerçekten mi?” diye soruyorlar, sonra ise katılarak
gülüyor “Amma da âlemsin ha.” diyorlardı. Kendisiyle alay edilmesine
katlanamıyor, söylediklerinin doğru olduğuna onları inandırmaya çalışıyordu. Elini
cebine sokarak yıpranıp parçalanmak üzere olan aile resmini çıkarıyor “Bak
işte, bu da resimleri!” diye gösteriyordu.
Arkadaşları yine katılarak gülüyorlardı.
Her defasında bu konuda bir daha konuşmayacağına dair kendine söz verse
de ağzına içki koyar koymaz ailesi ve çocukları gözünün önüne geliyor ve her
şeyi ona unutturuyordu. Öyle duygulanıyordu ki oturup ağlamak istiyordu. Derdini
anlatacak birini arıyor ama bulamıyordu, yanındakilerle konuştuğunda ise onunla
dalga geçiyorlardı. Hepsi bir ağızdan “Allah aşkına, yeter artık, bu konuşmaya
bir son ver. Kulaklarımız sağır oldu artık!” diyorlardı.
– Neye isterseniz yemin ederim ki doğru
söylüyorum, inanın bana. Benim çocuklarım, karım…
– Senin karını…
Küfürün gerisini duymadı, bütün öfkesi
beynine sıçradı. Karısına iğrenç bir küfürle söven Tekgöz Ligo’yu gözlerine
çöken kanlı perdenin arkasından hayal meyal görmekteydi. Oturduğu yerden değneğini
öyle bir fırlattı ki Ligo biraz daha geç eğilseydi kafası kopacaktı. Değneğin
boşa çıkmasıyla daha da öfkelenerek Ligo’nun üstüne atladı.
– Alçak, diyordu, senin ananı…
Bu hareketi o kadar ani idi ki herkes
hayretle olup biteni seyrediyordu. Oturup sohbet ettikleri sırada, onun bir
anda böyle öfkelenerek kendini kaybetmesine inanamıyorlardı. O, Ligo’nun
saçlarından tutarak kafasını yere vurmaktaydı. Ve Ligo’nun kafasını yere
vurdukça gözlerine çöken kanlı perde daha da koyulaşıyor ve etrafını görmesine
fırsat vermiyordu. O, bu koyu perdenin arkasından az önce katılarak gülen
arkadaşlarını da farkedemiyordu. Elinden almasaydılar Ligo’yu dişiyle,
tırnağıyla parçalayacaktı. Olanca gücüyle bağırıyordu:
– Siz benim kim olduğumu biliyor musunuz?
Bilseydiniz benimle böyle konuşmaya cesaret edemezdiniz. Ben adam öldürdüm. Hem
de Göyüşov’u! Bir köpekoğlu onun karşısına çıkamazdı. Ama ben onu öldürdüm.
İnanmıyor musunuz? İnanamazsınız tabi! Sizin gibi zavallılar insan öldürmenin
ne olduğunu nereden bilecek? İnsan öldürebilmek için erkek olmak gerekir, bu iş
yürek ister. Namus ister!
Ancak gözlerine çöken kanlı perde
çekildikten sonra etrafında kimsenin kalmadığını, herkesin sıvıştığını
görebilmişti. Bu olaydan sonra bir daha ailesi ve çocukları hakkında konuşmadı,
bir daha çıkmamak üzere kendi kabuğuna çekildi.
Bazen koltuk değneğine yaslanarak sokakları
dolaşır ve şimdi ona masal gibi gelen ailesiyle birlikte geçirdiği o uzak ve
mutluluk dolu günleri hatırlardı. Böyle zamanlarda korkarak etrafına bakar ve
yoldan geçenlerin onun içini görüp ne düşündüğünü bildiklerini ve az sonra
önünü keserek düşünceleri sebebiyle onunla dalga geçeceklerini zannederdi. Bir
şeyler bulup karnını doyurduktan sonra esas işi kimselerin olmadığı sakin bir
köşeye çekilip hatıralara dalmak olurdu. Aradan yıllar geçse de çocuklarının
hiç büyümediğini, hâlâ küçük olduklarını düşünürdü. Onlar, hafızasında en son
nasıl görmüşse öyle kalmaktalardı.
Önceleri birkaç defa eve, karısına mektup
yazmak, nerede olduğunu söylemese bile hiç olmazsa hayatta olduğunu bildirmek
istemişti. Ama sonra mektubun ele geçeceğinden, postadaki mühürden hareketle
nereden gönderildiğinin öğrenileceğinden korkmuştu.
O, eskiyi düşünürken, bazen Göyüşov’u
öldürmeseydi şimdi şehirde ev bark sahibi olup büyük ihtimalle üniversiteyi de
bitirmiş olabileceğini düşünürdü. Öyle olsaydı, şimdi ailesi ve çocukları da kiradan
kurtulmuş olurlardı.
Bir anlık kendisini kaybederek hayalen
aldığı evde bir odadan öteki odaya koşturarak oynayan çocuklarının sevinciyle
duygulanıyor. Ev alabildiğine, bu
odaların artık tamamen kendilerinin olduğuna inanamıyor. Acaba şehrin ne tarafından
onlara ev verilecekti? Nerede olursa olsun, mutlaka deniz kenarında olması
gerekirdi, aksi takdirde geri çevirecekti. İşin ilginç tarafı hayalinde aldığı
evi de gözlerinin önünde canlandırıyor, içini, mutfağından banyosuna kadar açık
seçik görüyordu. Bu evin penceresinden deniz tamamen farklı görünürdü. Denizi
özellikle geceleri seyretmeyi çok severdi. Bunun için de geceleri, bütün şehir
uyuduktan sonra pencerenin ince tül perdesini aralayarak uzun müddet yakamozlarla
hafiften dalgalanan denizi seyrederdi. Rüzgârlı havalarda sahile vuran
dalgaların sesini yatağından duyardı. Karanlıkta denizi seyrederken ara sıra
başını çevirip çocukların uyuduğu tarafa bakardı. Yavruları, iki kızı ve bir
oğlu mışıl mışıl uyuyorlardı. Bunlar
yaşanmasaydı, ailesiyle birlikte olsaydı oğlu da olacaktı, mutlaka olacaktı.
Buna inanıyordu. O, oğlunun olmasını, büyüyüp baba ocağına sahip çıkmasını çok
istiyordu. Kendine başka yerde daha uygun bir iş bulacaktı. Üniversite mezunu
olduktan sonra o idarede işleyecek değildi ya! O zaman tramvay altına düşerek
bacağını da kaybetmeyecekti!
Bunlar gerçekleşebilir miydi? Bu soruya şu
anda cevap vermek çok zordu. Daha Göyüşov’u öldürmeden, bütün arzularını
gerçekleştirmeye yakınken bile bu konuda çok ümitsiz idi. Belki de bu ümitsizliği
idi onu bu cinayete sürükleyen? Peki, ümitsiz idiyse yılların geçmesine rağmen
bu manzara gözlerinde nasıl canlanabiliyordu?
XI. Bölüm
Belki de o çingene kızla karşılaşmasaydı limana
bu kadar bağlanmayacaktı. Sadece ara sıra gelecek, gözlerini denizin mavi
sularına dikerek bir müddet durup bakacak, sonra da geldiği gibi sessizce geri
dönecekti. Ama çingene kızla karşılaştığı o günden sonra bu limandan bir türlü
ayrılamıyordu. Ne tarafa giderse gitsin, farkında bile olmadan ayakları onu
buraya sürüklüyordu. Hangi saatte gelirse gelsin, bu limanda her şey ona
çingene kızla görüştüğü günü hatırlatıyordu.
Deniz de gözlerine o günün renginde görünürdü. O gün ki, çingene kız bu
şehre, bu limana ilk defa ayak basıyor, ne tarafa gidip nerede geceleyeceğini bilmiyordu.
O gün ki çingene kız ona sığınmıştı. O gün ki… O günü ömrünün en tatlı
günlerinden sayıyordu.
Bir sonbahar sabahı, o gün, uyanır uyanmaz
doğruca liamana gelmişti. Gözlerini sakin denizde sahile yaklaşmakta olan
gemiye dikmiş bakıyordu. Her zamanki gibi gemi sahile yaklaştıkça artan
heyecanı aklını başından alıyor, soğuk ve ayaza, üstelik sakatlığına aldırmadan
suya atlayarak gemiye doğru yüzme isteğini zorla zabtediyordu.
Gemi limana yanaştı, yolcular yavaş yavaş
inmeye başladılar. Gemiden inen ilk yolcu, yani çingene kız doğruca ona doğru
geldi. Eskiden tanışıyorlarmış gibi görüştüler. Sanki o sabah yatağından
kalkarak yalnızca çingene kızı karşılamak için limana gelmişti. Çingene kız
güzel ve alımlı idi. Bakışlarının derinliğinde bal renginde bir ışık, bir
tebessüm dolaşmaktaydı. Eski giysileri, onun güzelliğini perdelese de endamındaki
tahmin edilebilecek ahenk, insanın aklını başından alıyordu. Kendisi bu konuda “Kıyafetlerim yeni
olsaydı bana huzur vermezlerdi, böylesi iyi, çok da dikkat çekmiyorum” demişti.
Söylediğine göre kimsesi yoktu. Çocukken kaybolmuş, annesini ve akrabalarını
bulamamıştı. Aklı erdiği günden beri geçimini sağlamak için fala bakarak şehirden
şehre dolaşmıştı. Şimdi ise kader onu bu şehre getirmişti. Eski günlerden,
hafızasında birbiriyle bağlantısı olmayan dağınık ve dumanlı sahneler kalmıştı
ve çingene kız bunları, yani kendi hayat hikâyesini, uzak çocukluk
hatıralarıyla süsleyerek çok kısa bir biçimde ona özetlemişti. Kısa zamanda
birbirlerine öyle ısınmışlardı ki sanki bin yıldır birliktelerdi. Gezip
dolaştıktan sonra hava karardığında, şehrin dışındaki “evine” varmışlardı.
Kızın bohçasından çıkardığı salam ekmeği yiyip doyduktan sonra içerideki çaputlardan
kendine ve kıza yatacak yer yapmıştı. Yorgun olduğu için kız hemen
uyuyakalmıştı. O ise yatağına uzansa da bir süre uyuyamamıştı. Geçmişi ve
geleceği hafızasında dumanlı bir biçimde karışarak onu geçmişe götürdü. Soyunup
yanıbaşında mışıl mışıl uyuyan kızı, onun paçavralar içinde saklı çıplak
bedenini, geceyi ve karanlığın getirdiği bu güzelliği unuttu. Sonra uyku,
hissettirmeden onu sırlı koynuna aldı. Az önce uyanıkken düşündüklerini şimdi
rüyasında görüyordu. Aman Allahım, bu nasıl rüyaydı, bir türlü anlayamıyordu.
Uykudaydı, ama uykuda olduğunu ve gözlerini açtığında bu rüyanın son
bulacağını, her şeyin alt üst olacağını biliyordu. Ne olursa olsun rüyasının
tamamını görmek istiyordu.
Birisinin uzaktan kendini izlediğini
hissetti. Ama henüz uykuda idi, daha uykunun cazibesinden kopup ayılmamıştı.
Kapının önünde duran bir gölge onu uzaklardan, derinliklerden geriye, aydınlığa
çağırıyordu. Rüyadan çıkmak üzereydi. Birilerinin kendisini izlediğini,
rüyasına girerek ne gördüğünü öğrenmek istediğini zannetti. Sanki rüyasına girmek isteyen bu kişi, onu
uykusundan koparıp bu geceye döndürmek istiyordu.
Uykudan uyandı. Çingene kız, kapının
önünde durup onu seyrediyordu. Gözlerine inanamadı. Gecenin bu vaktinde kızın
uyanıp kalkacağını beklemiyordu. Kızın ayaklarının arasından gökyüzünün bir
parçası, ayın aydınlattığı bulut kümeleri görünmekteydi. Ay ışığı çingene kızın
topuklarını, bacaklarını ilginç bir renge boyamıştı ve bu kızın, dünyanın,
ufkun bittiği yerde durduğunu, ondan ötesinin ise uçurum ve sonsuzluk olduğunu
düşünmekteydi. Üstelik bu gördüklerinin de sanki az önce görüdüğü rüyanın bir
devamı olduğunu zannediyordu. Kız yerinden kalkıp ona doğru geliyordu. Yattığı
yerden bakarken kız kendine duman kümesi gibi görünüyordu ve sanki yürümüyor,
duman gibi üstüne çöküyordu.
Kalkıp otursa mıydı, yoksa uyuyor gibi mi
yapmalıydı? Buna karar veremiyordu. Gecenin karanlığında kızın büyülü saçları
yüzünü ve yanaklarını kaplamıştı ve bu karanlık, kızın gözlerini ondan
saklamaktaydı.
– Ekrem…
Fısıltıya benzer bir ses duydu, galiba kız
onu çağırıyordu. En son ne zaman böyle sıcak, böyle mahrem bir sesle
çağrıldığını hatırlayamıyordu.
Ayın içeri sızan tutkun ışığında kızın
soyunduğunu, soyundukça da güzelleşen vücudunu görüyordu. Karanlıkta rengi pek
de seçilmeyen gömleğinin yakasından kızın bembeyaz, iri göğüsleri süzülüp
çıkmaktaydı. Yatağında dönmeye bile gücü kalmamıştı. Sanki kız soyundukça onun
takati kesiliyordu. Acaba bu gördüğü rüya mıydı yoksa gerçek mi? Eğer gerçekse
neden her şey ona rüya gibi görünüyor?
Belki de bu… Ah, keşke kalbi buna dayanabilse… Aman Allahım, artık
katlanamıyorum!
Kız soyunarak iç çamaşırlarıyla onun
koynuna girdi. O, göğsünde kızın ekşimsi, ter kokan sıcak parmaklarının
temasını hissetti. Bu parmaklar onu meçhul bir sonsuzluğa, büyülü bir
bilinmezliğe çağırıyordu. Düşünmeye, hareketlerini kontrol etmeye fırsat
bulamıyordu. Buna rağmen içinde bilinmeyen bir duygunun karşı koymakta olduğunu
da hissediyordu. Bilmediği gizli bir kuvvet kendisini, bu karanlık ve cazibeli
dünyaya götüren yoldan geri çevirmek istiyordu. Bu mahrem yakınlık onu mest
ediyor, aklını dumanlandırıyordu. Kızın kendisine bu kadar yakın olabileceğine
inanamıyordu. Uzun yılların açlık ve sefaletiyle körelmiş uzuvları uyanıyor,
içinde kendinin bile farketmediği duygular yeşeriyordu. Tamamen unutmuş olduğu
erkeklik hissi ağır ve sancılı bir biçimde geri dönüyordu. Bir zamanlar kendisini
terk eden bu his, vücuduna geri döndükçe dünyanın rengi ve kokusu da onun için
yenileniyordu. Zihnindeki bütün kederli olaylar kendiliğinden unutulup
kayboluyordu.
Bütün düşüncelerinin, beyninin ve benliğinin
dumanlandığı bu anlarda bile durması gerektiğinin farkındaydı. Onu büyülü bir âleme
çekip götüren bu duygu, aynı zamanda birilerine ihanet etmek demekti. Ama bu
mukavemet, sadece bir an sürebiliyordu. Kızın, bütün vücudunu dolaşan sıcacık
parmakları gittikçe daha çok artan bir cazibeyle onu büyülü âleme sürüklüyordu.
Artık kendini kontrol edemiyordu. Sanki varlığına hâkim olan gizli bir kuvvet
onu yönetiyordu. Ay ışığının duvara yansıyan gölgesinde ellerinin kıza doğru
uzanıp onu kucakladığını gördü. Bu gölgenin kendisine ait olduğunu gördü ama bu
işi yapanın kendisi olduğuna inanamadı.
Sonra
kızın şehvetli dudakları tüylü yüzünde gezerek dudaklarını bulunca o, bir anda her
şeyi unuttu. Sonra karanlık çöktü ve bu karanlık kızı, kızın güzelliğini ve
bütün dünyayı kapattı. Kız onu öpüp okşayarak fısıltılı bir ses ve anlamadığı
bir dille bir şeyler söylüyordu. Bu ses, sanki koynundaki canlıdan değil de
gaipten geliyormuş gibiydi. Bu ses ve fısıltıya gecenin karanlığı ve tenhalığı
da eşlik ediyor, bir büyü katıyordu.
Gözleri kapalıydı. Kızın kalp atışları
uzaktan duyulan ayak seslerini andırıyordu. Yaşadıklarının gerçekliğine bir
türlü inanamıyor, bunun çok tatlı bir rüya olduğunu ve gözlerini açarsa kızın hemen
kaybolacağını düşünüyordu.
Aniden dudaklarında kızın tuzlu
gözyaşlarını farketti. Acaba bu kız neden ağlıyordu? Bu gözyaşları sevinçten mi
yoksa üzüntüden mi akmaktaydı? Anlayamadığı bir dille fısıldadıkları ne anlama
geliyordu? Kız sürekli “Sana kurban olurum, kurban olurum.” diye fısıldamaktaydı.
Çingene kızın sesi sanki geçmişten geliyordu ve bu seste öyle bir mahremlik
seziyordu ki bunun gerçek olduğuna inanası gelmiyordu. Kız yılan gibi kıvrılıp
açılıyor, onun bu hareketleri zihnindeki her şeyi dumanlandırıyordu. Bu duman
içinde kızın hayale benzeyen tutkun gölgesi dışında bir şey göremiyordu. Onda,
dünyadaki hiçbir kadında bulunmayan açıklaması güç, büyülü bir sıcaklık vardı. Bu
öyle bir sıcaklıktı ki ondan kurtulmanın bir imkânı, bir yolu yoktu. Sanki
çingene kız, fala bakarken fısıltıyla okuduğu sözlerle onu büyüleyip
tılsımlamıştı. O, istese bile bu tılsımdan kurtulmazdı.
Sabah uyandığında güneş tepelerin
ötesinden doğmak üzereydi. Çingene kızın ne zaman gittiğinden haberi olmamıştı.
Başlayan gün o kadar sıradandı ki çingene kızın yanında gecelediğini aklı bir
türlü almıyordu. Gözüyle etrafını araştırıyor, kızdan bir nişan, bir iz bulmaya
çalışıyordu. Ama kızdan hiçbir iz kalmamıştı, sanki bütün gördükleri bir rüya
idi. Çingene kızın vücudunun ekşi ve keskin ter kokusu burnuna mı yoksa içerideki
havaya veya yatağında bir yerlere mi sinmişti. Onun sarhoş eden bu koku,
çingene kızıyla yaşadıklarının bir rüya olmadığına delil idi. O gece, sabaha doğru uyuyup kaldığı için
kendine lanet okumaktaydı.
Çingene kız bir daha geri dönmedi ve
böylece bir rüya gibi ömründen geçip gitti. Bir daha dönmeden, habersiz olarak
gitti. Kızı uzun zaman unutamadı. Geceleri uykuları kaçıyor, gün boyunca
sürekli onu düşünüyordu. O, kızın çekip gittiğine inanamıyor, vakti gelince
dönüp geleceğini düşünüyordu. Onların birbirine ihtiyacı vardı, kaderin onları
böyle bir araya getirmesi rastlantı olamazdı.
Çingene kızdan sonra kaldığı yere gidemiyordu, içeri giremiyor, yatağına
yatıp uyuyamıyordu.
Sonra, zamanla kızı düşünmez oldu, önce
rüyalarından, sonra düşüncelerinden çıktı, sadece zihninde tutkun, dumanlı bir
anısı kaldı. Ama bazen çingene kızla geçirdiği o gece, bir serap gibi zihninde canlanır ve bütün aklını başından alırdı.
Çingene kızla bir daha çok sonraları
karşılaştı. Hatırladığı kadarıyla aradan on ya da on beş yıl gibi bir zaman
geçmişti. Bu süre zarfında aynı şehirde yaşamalarına rağmen bir defa bile olsa
karşılaşmamaları kaderin işi olabilir
miydi? O, bu süre zarfında çok yaşlanmıştı. Âdeta yüz yaşında bir
ihtiyara benzemekteydi. Buna rağmen kızı hemen tanıdı, hem de gözlerinden. İlk
defa kızla karşılaştığı yerde oturmuştu. Kız korkup çekinerek ona yaklaştı, sanki
biraz tedirgindi. Kızla karşılaştığında zamanın bir anda sonsuz bir feza gibi kendisine yaklaşıp yeniden
uzaklaştığını, ömrünün en güzel yıllarını bir anlığına da olsa gösterip yeniden
bir ömür uzaklaştığını zannetti. Yüz
yüze durmaktaydılar. Kız, ayazdan ıslanmış gözlerini ona dikip bakıyordu. Kızın yüzünün arkasında onun
cesedini, ölümünü görüyordu ve sanki şu anda karşındaki canlı bir insan değil, eti çürüyüp dökülmüş bir iskelet idi.
O, kıza baktıkça kendisinin de canlı olduğunu unutuyordu. Önceleri kızın
gözlerinin derinliklerinde var olan bal rengindeki ışık ve tebessüm de
kaybolmuştu. Bir bakışı ile tatlı bir öpüş gibi insanın aklını alan o büyülü
güzellikten şimdi eser yoktu. Soğuktan titreyerek “Çok üşüyorum, kalın bir
şeylerin varsa ver giyineyim.” diye yaşlılara mahsus bir sesle konuşmuştu.
Çingene kız onun hafızasında, yaşamış
olduğu o gecenin rengiye birlikte kalmıştı. Şimdi karşısında duran bu yüzde ise
o geceye ait hiçbir iz yoktu. Bu yüz tamamen değişmiş ve o geceki esrarengiz
renk büsbütün kaybolmuştu. Kızın üstüne başına baktı, giysileri o kadar
perişandı ki sanki doğduğu günden beri hep bunları giyinmekteydi. Kendisi de
çok üşümesine rağmen dayanamadı, giyilmekten lime lime olmuş yeleğini çıkarıp
ona verdi. Yeleği verirken elleri birbirine değdi. İrkilse de bir zamanlar
aklını başından alan o sıcak, ateşli teması hissetmeti. Tam tersi parmaklarının
ucunda ölümün amansız soğuğu dolaştı. Gayriihtiyari
elini çekti.
Kız, sevilmek isteyen çocuk gibi ona
sığınmak istiyordu. Ama ne hissettiyse bir anda döndü ve geri bakmadan çekip
gitti. O, kıza seslenmek, hiç olmazsa aç olup olmadığını sormak istedi ama yerinden
kalkamadı. Bu öyle ani bir karşılaşma idi ki gözlerine inanamıyordu. Çingene kızın geri dönmesini ve kendisiyle
konuşup bir şeyler sormasını bekliyordu ama kız, arkasına bile bakmadan limanın
deniz tarafındaki merdivenlerine tırmanarak gözden kayboldu.
Havalar soğuduğunda her yer bembeyaz karla
kaplanıyor, biriken kar, barındığı deponun yarısına kadar ulaşıyordu. Deponun içindeyken
karın soğuğunu damarlarında hissediyor, bir türlü ısınamıyordu. Birbirine
yamayıp büründüğü çaputları bile onu ısıtamıyordu. Gece yarılarında rüzgâr,
donup sertleşen ve asla eriyemeyecek gibi görünen karların üzerinden korkunç
bir sesle uğuldayıp geçmektedir. Böyle zamanlarda bu rüzgârın, sığındığı depoyu
bile sürüyüp götüreceğini ve kendisinin elden ayaktan uzak bir yerde, karlar
arasında donup mahvolacağını düşünürdü.
Yatağı o kadar soğuk olurdu ki donarak
uykuda ölebileceğinden korkup uyuyamıyordu. Bu yüzden sabah olup hava
ısınıncaya kadar uyumadan binbir zorlukla uykusunu dağıtmaya çalışırdı. Bu soğuk gecelerde rüzgâr uğultusuyla
birlikte kurt sesleri de duyulurdu. Gece boyunca kurtlar bir araya gelip
korkunç seslerle uluyorlardı.
Çocukluğunda, ölümünden bir gün önce
dedesiyle ava gittiği o soğuk kış gününü ve karlarla kaplı ovaları hatırlıyor,
hafızası bir anlığına, onu mazinin derinliklerine götürüyordu. Ama bu hatırlama
kısa sürüyor, her şey yeniden katı ve tutkun bir dumana bürünüyordu.
Bir sır, bir korku olarak çocukluğundan
beri hafızasına dolan bu uluma sesleri gariptir ki şimdi, bu yalnız gecelerinde
onu çok da korkutmuyor, aksine sabaha kadar uyuyamadığı gecelerde bu seslerden
güç kuvvet alıyordu. Bu karlarla kaplı yerde yalnız olmadığına, yanı başında
vahşi kurtlar olsa bile yine de canlı namına birilerinin dolaşmasıyla teselli
buluyordu.
Kar
yağdıktan sonra şehre gidip gelmesi zor oluyordu. Soğuğa katlanamadığı için o
kadar uzak yolu yürümeyi göze alamıyordu. Şehrin içinde soğuk ve ayaz çok fazla
olmazdı, ama şehirden çıkınca titreyip donmaya başlar, özellikle kesik bacağı
ona ızdırap verirdi. Geri dönerken yalnız geçireceği soğuk ve uykusuz geceyi
düşünür ve bu ızdırap onu perişan ederdi. Yiyecek bir şeyleri olduğunda şehre
gitmeden hiç olmazsa bir günlük de olsa yatıp dinlenmek istiyordu. Ama metal deponun altındayken soğuğa
katlanamıyor, hava aydınlanınca, şehir onu kendine çekiyordu. Sabahın olmasıyla
birlikte, içinde bu kar ve tipiyle uyuşmayan sımsıcak ümitler yeşeriyor ve bu
ümitler; dondurucu ayazı, geçen gecenin bütün acı ve azaplarını, hatta bir
dakika bundan önceki bütün düşüncelerini ona unutturuyordu. Bir gün bile şehre
gitmeden bu dondurucu ayazda deponun altında kalmak zorunda olursa kalbinin
katlanamayarak parçalanacağını düşünürdü.
Bunun için de her şeyi boş verip
yeniden şehrin yolunu tutar ve havadaki ayazın donduruculuğunu ve diz boyu
karda koltuk değneği ile yürümenin zorluğunu önemsemezdi. Sakat bir insan için
yürünmesi çok zor olan bu yolu neredeyse uçarak giderdi. İşin zor yanı şehre
ulaşıp insan denizine kavuşuncaya kadardı. Ondan sonra her şey yoluna girer,
günün nasıl geçtiğini bile anlamazdı.
Ama bir defasında… Bir defasında hava
karardığında şehirden dönerken neredeyse donup ölecekti. O zaman nasıl
kurtulduğu şimdi bile ona mucize gibi görünmekteydi. Hasta olduğunu, yüksek ateşten yürüyemediğini
hatırlıyordu. Bu sebeple dışarıdaki kar ve tipiyi hesaba katmamıştı. Ateşi
yükseldiğinde aklı başından giderdi. Oysaki böyle durumlarda yataktan çıkmayıp
hiç olmazsa biraz hafifleyinceye kadar dinlenmesi gerektiğini biliyordu. Öğleye
doğru az iyileşir gibi olunca şehre kadarki yolu nasıl yürüdüğünü farketmedi.
Yemek istemiyordu, canı çok çay çekiyordu. O gün cebindeki bütün kuruşlarını
çaya harcadı. İlk başta hava da
yumşaktı, lapa lapa kar
yağmaktaydı. Akşama doğru kar durdu ve ayazla birlikte insanın iliğine kadar işleyen
soğuk bir rüzgâr başladı. Birden bire yorgun düştüğünü hissetti ve bir an önce depoya
vararak yatıp uyumak istedi. Bunca yıldır, yol boyunca hiç olmazsa şehre yakın
bir yerde bir barınak bulamadığı için kendini kınayıp duruyordu. Şehirden epey
uzaklaşmıştı. Günlerdir ara vermeden yağan ve geceleri donup sertleşen kar
neredeyse diz boyu idi. Şehrin dışındaki seyrek ağaçlar kardan görünmüyordu ve göz
alabildiğine uzayıp giden bir düzlükten başka bir şey yoktu. Yere düşmemek için
yavaş yavaş yürüyordu. Rüzgâr, eldiven yerine ellerine sardığı bezden geçerek
parmaklarını donduruyor, ayaz yüzünü gözünü yakıyordu. Havadaki donmuş kar
tanecikleri yüzüne çarptıkça nefesi kesiliyor, çevresi ona dumanlı bir şekilde
görünüyordu. Dinlenip kendine gelmek için sık sık duruyordu. Her taraf
karla kaplı olduğundan, zaman zaman yolunu kaybettiğini ve tamamen yanlış yöne
gittiğini düşünüyordu. Gideceği yönden emin olabilmek için şehrin ışıklarını
bulmaya çalışıyor, bulduktan sonra ağır ağır yoluna devam ediyordu. Hava
gittikçe soğuyor, yol ise bir türlü bitmek bilmiyordu. O, ölümcül soğuğa ve
mesafenin uzunluğuna teslim olmadan yürüyordu.
İlerideki metal deponun karartısını
farkettiğinde aradan ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Gece boyunca hiç
durmadan yürüdüğünü düşünüyordu. Depoya varır varmaz içine girip ateş yakacaktı.
İyi ki bir gün önceden yakacak odunu biriktirmişti. Donmuş vücudunu ısıtmadan
yatağa girebilir miydi? Çıtır çıtır yanan ocağın hararetini, içeriye yayılan
dumanın hoş kokusunu hayal ederek soğuktan donmuş vücudunda bir sıcaklık
hissediyor ve içeri girmek için sabırsızlanıyordu. Birden, ayağı kayarak tepe taklak oldu.
Kafasının taşa mı yoksa kar altında donup kalmış buz parçasına mı çarptığını
anlayamadan kendinden geçti. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyor, yaşadıklarının
kötü bir rüya olduğunu sanıyordu. Etrafında donup sertleşmekte olan karın
soğuğunu ve vahşi hayvanlar gibi uluyan rüzgârın uğultusunu duymuyordu. Sanki
buz gibi karın üstüne değil de yumuşacık, sıcak bir yatağa yatmıştı. Soğuk
sadece bedenini değil, şuurunu ve hafızasını da dondurmuştu. Uzakta,
mavi, dupduru semanın derinliklerinde küçücük yıldızlar parlamaktaydı. Sanki
yıldızlar da soğuktan kaçarak gökyüzünün derinliklerine çekilmişlerdi. Tipinin
her yeri kasıp kavurduğu sırada o, karın üstünden gökyüzündeki bu küçük
yıldızları gördü ve ayağının kayarak düştüğünü birden bire hatırladı. Yavaşça
yürüdüğü sırada neden düşüp bayılmıştı? Acaba düşünce mi bayılmıştı yoksa
bayılınca mı düşmüştü? Bunun bir önemi var mıydı şimdi? Düştüğü zamanın
üzerinden çok mu geçmişti? Öyleyse ayağa kalkması zordu. Yoksa…
Başını karın üzerinden kaldırıp etrafına
bakındı. Kolları ve ayakları karın altındaydı. Biraz daha geç ayılsaydı tamamen
karın altında kalmış olacaktı. Rüzgâr,
kurt gibi ulumaktaydı. Yine ölümünden bir gün önce dedesini çağıran kurt sesini
hatırladı. Bu acı hatıranın ürpetisi bir anda hafızasında canlanarak onu
kendine getirdi.
Kurt gibi uluyan rüzgârda, nerede
olduğunu, kendisini nelerin beklediğini anlamakta geç kalmadı. Hemen şimdi
ayağa kalkmazsa bir daha kalkamayacağını ve rüzgârda savrulan karların altında
göz göre göre can vereceğini anladı. Bunu hayal ederken bile içi sızladı. Bu
ani korkunun verdiği insanüstü gücün etkisiyle bir hamlede sıçrayıp karın
üstünde oturdu. Düşüp bayılırken koltuk değneklerinden biri altında kalmış,
diğeri ise epey uzağa düşmüştü. Elini uzatarak değneği almak istedi ama uyuşmuş
parmakları kendini dinlemedi. İki eliyle tutarak güç bela değneği kendine doğru
çekti. Bir hayli uğraştıktan sonra zorlukla ayağa kalktı. Kalkar kalmaz başı
döndü ve yeniden karın üstüne yuvarlandı. Bu sefer bayılmadı, düşer düşmez
kalkmaya çalıştı. Ama ne kadar uğraşsa da kalkamadı. Kar ve soğuğun dondurmuş
olduğu hasta vücudunda hiç takat kalmamıştı. Rüzgârın uluması kulaklarında
çınlıyordu ve o, karla kaplı bu düzlükte yalnızlığını, kimsesizliğini ve
tabiatın acımasızlığını idrak ediyordu. Şu anda bütün gücünü toplayıp ayağa
kalkmazsa bir daha asla kalkamayacağını çok iyi biliyordu.
Kalkmak için bir hamle daha yaptı. Ama
belini doğrultmadan başı döndü, karın üstüne düştü ve bir süre öylece
hareketsiz kaldı. Hayır, galiba artık kalkamayacaktı, boşuna uğraşıyordu. Belki
de kalkmaması daha iyi olurdu, böylece yere uzanıverse. Birazdan hiçbir şey
duymayacak, elleri, kolları, damarları, gözleri, gözbebeği ve her şeyi
donacaktı. Belki de kaderinde, bu düzlükte ölmek vardı. Eğer böyleyse, neden
ölümden kaçıp kurtulmaya can atıyordu? Bir defasında ölümden kaçtı da eline ne
geçti? Belki de bir daha böyle acısız, kolay bir ölümle karşılaşmayacaktı. Er
ya da geç ölmeyecek miydi? Aman Allahım, böyle bir zamanda nasıl olur da böyle düşünceler
aklına gelirdi? İnsan, hiç ölüme bu kadar kolay teslim olur muydu? Hayır, asla!
Böyle bir zamanda ölüme teslim olmamalı, sabretmeli, olanca gücüyle mücadele
etmelidir. Bir daha ayağa kalkamayacağını kesin bir şekilde anlayınca, sürünmeye
başladı. Kafasını kaldırıp baktığında barınağı iki adım ötedeymiş gibi geliyor,
ama ne kadar sürünse de bir türlü ulaşamıyordu. Bütün takati kesildiğinden çok
yavaş, âdeta kaplumbağa hızıyla sürünüyor, bazen de deposuna yaklaşmak yerine, ondan uzaklaştığını düşünüyordu. Sonra
başını çevirip kar üstündeki izine baktığında hareket ettiğini anlıyordu. Ne
kadar ilerlediğini göremediği için düştüğü yerden barınağa yetişinceye dek
aradan ne kadar zaman geçtiğini de söyleyemezdi. Sanki yeri, göğü ve havayı
sarsan bu amansız soğuk, zamanın akrep ve yelkovanını bile dondurmuştu.
Rüzgâr karı savurup deponun ağzını kapatmıştı. Epeyce bir
uğraştan sonra, koltuk değneklerini kullanarak karı süpürüp yol açarak içeri girdi.
İçeride rüzgârın sesi daha korkunç duyulmaktaydı. Gözleri karanlığa alışıncaya
kadar bekledi. Ayazın ve rüzgârın şiddetinden öyle bir haldeydi ki onu gören,
canlı insan değil buz heykel zannederdi. Dün toplayıp içeri yığdığı, hava soğuk
olsa bile yakmaya kıyamadığı azıcık odunu deponun ortasına döküp şişedeki
benzinin yarısını üstüne boşalttı. İçerisi çok soğuktu ve kipriti çakıp ocağı tutuşturamayacağından
korkuyordu. Üstelik donmuş parmaklarıyla kibrit çöplerini de tutamıyordu. Ateşi
yakabilmek için belki de bir saat uğraştı. Ocaktan duman tütmeye başladığında artık
ölmek üzereydi. Sıcaklığın dışarı çıkmasını engellemek için neredeyse ocağı
kucaklayacaktı. Donmuş kulaklarını ovuşturup ısıtmak için epey uğraştı.
Ellerini birbirine o kadar çok sürtmüştü ki derisi acıyordu. Soğuktan donmuş
burnuna sıcaklık vurdukça sanki iğne batırıyorlardı.
Az sonra çıtırtıyla yanan ocağın başında
sıcaktan gevşemeye başladı. Bu gevşeme, dışarıda vahşi sesle uluyan rüzgârın
sesini de bastırıyordu. Ocağın ateşi içeriyi öyle ısıtmıştı ki sadece iki adım
ötede, deponun dışında karın diz boyu yükseldiğini ve rüzgârın aç bir kurt gibi
uluduğunu unutmuştu.
Yatağını ateşe iyice yakın serdi. Üstündekilerle
birlikte yerine uzanarak yüzünü ocağa döndü. Gittikçe durulup parlaklaşan alev
gözlerine yansıyordu. Soğuk ve tipi onu o kadar korkutmuştu ki bir daha ocak
yakıp ısınamacağını düşünüyordu. Ateşin bütün sıcaklığını içine sindirmek için
ne yapacağını bilmiyordu. Ne zaman uykuya daldığından haberi olmadı.
XII. Bölüm
Gece yarısı, ateşler içinde yandığını
farketti. Sırtında avuç içi kadar bir yerin âdeta buz tuttuğunu ve azıcık
kıpırdadığında bile burasının sızladığını hissediyordu. Dudakları susuzluktan
kupkuru olmuştu. Keşke bir bardak çay veya bir kap sıcak su olsaydı. Kalkıp çay
tedarik edecek halde değildi. Hem su bulmak hem de ateş yakmak için odun
toplamak gerekirdi. Bu hasta haliyle bunları yapamazdı. Zaten ateşler içinde
kavrulurken ayaz ve tipinin dışarıyı dondurduğu bir sırada kalkıp dışarı
çıkması akılsızlık olurdu. En iyisi çaydan ümidini keserek hasta yatağında
öylece uzanmaktı. Az sonra üşümeye başlayacak ve sırtındaki buz kesmiş o avuç
içi kadar yerin soğuğu bütün damarlarına yayılacaktı. O zaman, çaputlardan
yaptığı bu yorganın altında asla ısınamayacaktı. Keşke yorganı biraz daha kalın
olsaydı. Ama o kendini tanıyordu, on tane bile yorgan örtünseydi yine de
hastalığı geçinceye kadar ter atamazdı. Ancak hastalığı atlattıktan sonra
vücudu sürekli terlemeye başlardı. Karnında ara sıra şiddetlenen keskin
sancılar başladı. Her sanıcyla birlikte yatağında kıvrılıp yumak gibi oluyor ve
elleri, tırnaklarıyla sancı geçinceye kadar yeri parçalayacak hale geliyordu.
Karnından bağırsaklarının çekilip gerildiğini, o sırada eğilip kıvrılmazsa
bağırsaklarının bir anda kopacağını düşünüyordu. Allahtan, sancılar aniden
geldiği gibi aniden geçiyor ve geçince de vücudunda dehşetli bir halsizlik
hissediyordu.
Bu hal, öğleden sonraya kadar böyle devam
etti. Akşama doğru biraz hafifler gibi oldu. Vücudu terden sırılsıklam
olduğunda, hastalığı hafif atlatır gibi olduğunu anladı. Biraz daha yatıp
terlerse tamamen iyileşeceğini düşündü ama susuzluktan dili ve dudakları kurumuş, takati tamamen kesilmişti. Yatağında epey
düşünüp taşındıktan sonra çay veya su bulabilmek ümidiyle kalkıp şehre doğru
yollandı. Yıllarca ümitli ve ümitsiz olduğu zamanlarda yürüdüğü yol! Kim bilir
bu yolla daha ne kadar gidip dönecekti? Bütün ömrü, ağır bir yük gibi omuzlarına
yüklenmişse neden bunca acıya katlanıyordu? Oysaki gözlerinin önünde bütün ömrü
heder olup gidiyor, boşu boşuna geçiyordu. O ise bunu asla arzu etmemişti.
Peki, neden istemediği bir ömrü yaşamak zorundaydı? Oysaki o da başkaları gibi,
insan gibi yaşamak istiyordu. Sürünmek, kendisinden kat kat aşağı olan
insanlara el açıp dilenmek istemiyordu. Ama bütün bunları görüp yaşadığı halde
yine de sabredip katlandı. Peki, neden? Oysaki önceleri böyle şeylere asla
tahammül edemezdi. Böyle olacağını bilseydi bir insana kıyıp dehşetli bir
cinayeti işler miydi? Bu cinayeti o işlemişse demek ki yapılan bir haksızlığa,
bir alçaklığa boyun eğmemiş, kendine söylenen ağır sözleri, sanki yüzüne tükürülmüş
gibi, hakaret olarak algılamıştı. Peki, şimdi neden dünyanın bu çirkinliklerine
boyun eğiyordu? Şimdi onu sürekli
eziyor, tahkir edip gözlerinin içine baka baka yüzüne tükürüyorlardı. O ise
kılını bile kıpırdatmıyordu. Sanki insan değil, canlı değil, taş gibi
hareketsizdi. Kalbi, hisleri, ruhu ve düşünceleri olmayan bir taş! Aman Allahım!
Aman Allahım? Allah var mıydı acaba? İlahi, sen var mısın? Eğer var isen neden
hükmünü, iradeni göstermiyorsun? Neden? Neyi bekliyorsun? Bu insanları sen
yaratarak yeryüzüne dağıtmadın mı? Neden yarattıklarını, birbirinin önünde ezip
alçaltıyorsun? Neden onlara karşı bu kadar acımasızsın İlahi? Neden onları bu
dünyaya geldiklerine pişman ediyorsun? Bu kadar mahlûkata neden bu zulmü
çektiriyorsun? Yarattıklarını bu dünyaya çıplak gönderip, yine çıplak
götürüyorsan, o zaman neden bazıları zengin bazıları fakirdir? Neden hayat verdiğin insanlar, birbirine bu
kadar yabancı, bu kadar uzaktır? İnsan olan bir lokma ekmek için birisine el
açar mı? Ekmek için birisine el açılır
mı?
Ömrünün çocukluktan yaşlılığa doğru yol
aldığına inanamıyordu. Sanki ömrünün çocuklukla yaşlılık arasında geçen
yıllarının üstünden siyah bir çizgi çekmişler, bu yılları zorla hafızasından
koparmışlardı. Bütün hayatının, erken yaşlarından, çocukluğunun bittiği çağlardan
itibaren mecrasından çıktığını ve ihtiyarlığının başladığı yıllara kadar
amaçsız, mecrasız bir biçimde aktığını düşünüyordu. Bu yüzden de ömrünün bu yıllarını
nasıl yaşadığını, günlerini neye harcadığını bilmiyordu. Hayır, o, bu yılları yaşamamış,
kaybetmişti ve kaybolan bu yıllar, ömrünün çocukluk ve ihtiyarlığı arasında baş
böndüren bir boşluk ve uçurum oluşturmuştu.
Bu düşüncelerin ağırlığı altında şehre ne
zaman vardığını farketmedi. Ucu bucağı görünmeyen insan denizine daldığında her
şey hafızasında mavi dumanalara büründü. Akıntıya kapılıp gidiyordu. Günledir
acıyla kıvrandığı hastalığını unutmuştu. Ne olduğunu anlayamadığı bir güç, onu
insan denizinden çekip ayırmaktaydı. Sabredemeyip durdu ve bir an gözleri
önünde dalgalanmakta olan insan denizini seyretti. Onu yolundan eden, bu akıntıdan
çekip ayıran hangi gizli kuvvet idi? Neden önceki gibi insan denizine uyum
sağlayamıyor, akıntıya karışmıyordu? İçten gelen bir hisle birilerinin onu gözetlediğini düşündü. Kendisine dikilen bakışları
sırtında hissedip derhal geri döndü. Aman Allahım, bu Göyüşov muydu?
– Aaaauuuu!
Ağzından çıkan bu ses bir çığlık mıydı
yoksa uluma mıydı, anlayamayıp kendi sesiyle irkildi. Bu ses insan denizine de
ulaştı, dalgalanma durdu ve bir anda o, insan akınıyla başbaşa kaldı. Sonra yine…
Unutmuştu, onu geçmişe bağlayan ne varsa,
yıllar acımasızca hafızasından koparıp almıştı. Şimdi Göyüşov, bir anda
zihninde zamanın unutturduğu her şeyi tazeliyor ve onu uzun zaman önce ayrılmış
olduğu endişe ve tedirginlik dolu uzak geçmişine geri götürüyordu. Nefesi boğazına
tıkanmış, gözleri yerinden fırlayıp çıkmıştı. Artık boğulmak üzereydi.
– Aaaauuuuu! Kendi çığlığıyla yeniden
kendine geldi. Sanki şimdi her şeyi anladı. Sanki elinden çekip alacaklarmış
gibi koltuk değneklerini vücuduna sımsıkı bastırdı. Tek ayakla yürümek zorunda
olduğunu unutmuştu. Etrafındaki insanları itekleyerek arkasından yılan kovalıyormuşçasına
hızlıca yürüdü. Geri dönüp de arkasına baktığı anda, taşa dönüp yolun ortasında
kalıverecekmiş gibi arkasına bakmadan koşuyor, koşarken de içinde bir şeylerin
değişmeye başladığını hissediyordu. Değişiyor, başka birisine mi dönüşüyordu,
yoksa hafızası mı geri geliyordu? Bir türlü karar veremiyordu. Zaman geçtikçe
kendisi de farkında olmadan hafızasında griye dönüşen dünya, yavaş yavaş önceki
rengini alıyor, o ise kendini tanıyamıyordu. Bütün bunları hafızasında düne
kadar nasıl taşımıştı? Sanki Göyüşov’dan değil, geçmişinden kaçıyordu. Ömrünün
kıpırdatmak, geri döndürmek istemediği acı hatırlarından kaçıyordu.
Dört beş sokağı arkada bırakarak
insanların kalabalık olduğu bir yerde durdu, sırtını binanın taş duvarına yaslayarak
nefes aldı. Cebinden mendil olarak kullandığı bir bez parçasını çıkarıp yüzünü,
alnındaki soğuk terleri sildi. Aman Allahım, bu ne dehşetli bir şey! Bu uzak
şehre nasıl gelip çıktı acaba? Onu elleriyle öldürmemiş miydi? Kanını akıtmamış
mıydı? Şimdi rüya mı görüyordu yoksa karabasan mı?
Hâlâ dönüp arkaya bakmaya cesaret edemiyordu.
Takatsiz bir biçimde duvara yaslanarak Göyüşov’u gördüğünde, bir anlık geri
dönen geçmişinin karmakarışık sahnelerini zihninde yerine oturtmaya çalışıyordu.
Onu nasıl öldürdüğünü bütün ayrıntılarına kadar hatırlıyordu. Hatta metal
parçasını yerden alıp nasıl fırlattığını, metal parçasının Göyüşov’un şakağına
nasıl saplandığını, yarasından fışkıran kanına kadar her şey gözlerinin
önündeydi. Onun yüzü, tebessümü, korkusu ve rengi zihninde o kadar
belirginleşiyordu ki hatırlayınca yeniden titremeye başladı. Bir zamanlar
işlemiş olduğu bu cinayetin korkusunu yeniden yaşamaya başladı.
Ruhunu çalmak ister gibi varlığına sirayet
eden o gözlerin soğuk ve amansız bakışına katlanmak mümkün değildi. Gölgenin,
kendisini saklanarak takip etmesi, suyun altından kendine doğru geliyormuş gibi
sinsice hareket etmesi daha da katlanılmazdı. Göyüşov’un gölgesi, sanki bir fırsatını
bulup kaçmaması için onun koltuk değneklerini çalmak istiyordu. Oysaki sinsice
değil de açıkça yanına gelseydi bu kadar korkmazdı. Aman Allahım, ne yapması
gerekirdi, acaba nereye kaçsaydı bu gözlerin soğuk ışıltısından kaçıp
kurtulabilirdi? Zar zor hayata tutunmaya çalıştığı bir zamanda başına gelen bu
iş de neydi? Koşarak sokak boyunca akmakta olan insan seline karışmaya cesaret
edemediğinden gölgenin varlığını, o gözlerin katlanılması imkânsız pırıltısını unutmak
için yolun sağ tarafındaki yüksek alışveriş merkezine girdi.
Alışveriş merkezinin içindeyken bile kimsenin
dikkatini çekmemek için insanların kalabalık olduğu yerlerde geziniyordu. Hem
bir yandan kovulup dışarı çıkarılacağından hem de gölgenin peşinden gelip
kendisini bulacağından korkuyordu. Mavi formalı satıcı kızlara, raflara özenle
yerleştirilmiş çeşitli eşyalara, renkli ışıklarla süslenmiş vitrinlere
kayıtsızca bakmaktaydı. Artık dünyanın bu süslü tarafı onun için yok
hükmündeydi. Aradığını bulduğuna sevinen, bir şeyler almak için kasada sıra
oluşturan insanları uzaktan, aynı soğuk bakışlarla seyrediyordu. Bir zamanlar
gıpta ettiği hayata karşı, bu kayıtsızlığının sebebini kendisi de bilmiyordu.
Bu insanlarla arasında var olan uçurumun ne zaman, nasıl oluştuğunu da bir
türlü anlayamıyordu. İçindeki merakla alışveriş merkezinin yukarı tarafındaki
uzun kuyruklara yöneldi. Kuyruktakilere sorarak bebekler için patikli pantolon satılmakta
olduğunu öğrendi. İyice yaklaşamadığı için bir kenarda durup kuyruktakileri
seyretmeye başladı. İnsanlar bu patikli pantolonu alabilmek için, sanki
almadıkları zaman öleceklermiş gibi kıyasıya mücadele ediyorlardı. Farkında
olmadan, bir zamanlar kendisinin de böyle kalabalıkta didinerek çocuklarına bir
şeyler aldığını ve bu alışverişten büyük bir mutluluk duyduğunu hatırlıyordu.
Hatırlayınca da bunun çok uzun zaman önce olduğunu ve bir daha asla tekrar bu
mutluluğu yaşayamayacağını acıyla anlıyordu. Kendisi de farkında olmadan sıraya
giriyor. Çok geçmeden arkasında genç bir hanım beliriyor ve onun sonuncu olup
olmadığını soruyor. Başıyla cevap veriyor ve zamanla sıraya yenileri ekleniyor.
Önündeki orta yaşlı gözlüklü kadına “Patikli pantolonların kaç para olduğunu
biliyor musunuz?” diye soruyor. Kadın gözlerini okumakta olduğu kitaptan
ayırmadan “İki manat.” diyor. Çok iyi, ucuzmuş, diye düşünüyor. Sırası yaklaştıkça seviniyor ve gerçekten bir
şeyler alacağını ve sanki aldığı bu kıyafetlerle çocuklarını sevindireceğini
düşünüyor.
Önden birileri sıraya kaynak yapmak
istiyor ve kadınlar hemen bağırarak onu uyarıyorlar. İnsanların ekmek için
değil de patikli pantolon için böyle mücadele etmesi onun garibine gidiyor.
Sıranın kendisine gelmesine daha çok olsa da ellerini cebine sokuyor ve bir
kuruşunun bile olmadığını anlıyor. Hemen canı sıkılıyor. Sıradan çıkarak bir
köşede duruyor ve sırası yaklaşan bu mutlu insanları seyretmeye başlıyor. Sıra
ilerledikçe yenileri gelip sıraya giriyorlar. Az önce arkasında duran genç
kadının sırası da geldikten sonra oradan uzaklaşıyor. İnsanları yararak
avizelerin satıldığı vitrinin önünde duruyor.
Bir zamanlar, mağazaya girdiğinde
avizelerin satıldığı bölüme giderek doyuncaya kadar seyrederdi. Her defasında
da alacakmış gibi hepsini inceler, teker teker yakıp ışığına, güzelliğine
bakardı. Her defasında da gerçekten bunlardan birini alıp evine götürüyormuş
gibi mutlulukla mağazadan ayrılırdı. Bir zamanlar, avizelerin önünde nasıl durup
bakıyorsa şimdi de öyle durmaktaydı. Bir şeyler almak için koşuşturan insanlara
aldırmadan durup gözlerini yan yana asılmış sayısız avizelere dikmişti. Satıcı
kadın “Bir şeye mi baktınız?” diye soruyor. Bu sesten irkilerek “Avize almak
istiyordum.” diye gözlerini birbirinden alımlı avizelerden çekmeden cevap
veriyor. “Neredeyse bir saattir durup bakıyorsunuz.” diyen kadına “Hangisini
alacağıma karar veremiyorum.” diyor. Satıcı kadın bir an, onu tepeden tırnağa
kadar inceliyor. O, bütün vücudunu tarayan bu bakışlarda, nefret ve kayıtsızlık
seziyor. “Burayı meşgul etmeyiniz, alacaksanız alın, almayacaksanız lütfen
uzaklaşın! Zaten kalabalıktan geçilmiyor, siz de bir taraftan yolu
kapatıyorsunuz.” O, kadının erkek sesine benzeyen kalın sesini duymamak için
dönüp uzaklaşıyor. O, bu kalabalıkta kendisinin farkedilmeyeceğini düşündüğü
için dışarı çıkmak istemiyor. Pencereden, rüzgârın hareket ettirdiği çıplak
dalları görür görmez iliklerine işleyen soğuğu hatırlayıp dışarı çıkmak
istemiyor.
Yatsıya doğru limandan dönerken barınağını
yerinde bulamadı. Demir deposunu söküp götürmüşler, paçavralardan kendine
yaptığı yatağını da ateşe vermişlerdi. Barınağının yerinde bir avuç kül kalmıştı.
Bundan sonra nereye gidecek, geceyi nerede geçirecekti? İyi kötü deponun altında
bir şekilde geçinip gidiyordu. Eline geçen çapıtları toplayıp yatak yapmıştı.
Soğuk gecelerde onlarla idare ediyordu. İyi kötü bir yatağı vardı, peki bundan
sonra ne yapacaktı? Nerede barınacaktı? Yine sokaklara mı düşecek, limana mı
gidecekti? Gecenin bir yarısında, yine onu dövüp kovacaklar mıydı?
Bir avuç külün etrafına oturdu. Ateş yeni
söndüğünden sıcaklık tam olarak geçmemişti. Ay ışığında, bu bir avuç kül, onu
geçmişe götürdü. Bu şehre ilk geldiği, burayı kendine mesken ettiği günleri
hatırladı. Bu bir avuç külden onun şehirdeki bütün hayatı, çingene kızıyla
geçirmiş olduğu o büyülü gece ve bütün hatıraları canlanmaktaydı. Sanki
hayatındaki her şeyi toplayıp bir avuç kül etmişlerdi.
Birden, bacağını gömdüğü şehrin dışındaki
mezarı hatırladı. Buradaki barınağını yaktıkları gibi bacağını gömdüğü mezarını
da yıkıp yerini kaybettiklerini düşündü.
Hemen koltuk değneğine tutunarak ayağa kalktı. Gece vakti olsa bile
gidip o mezarı görmeden rahat edemeyeceğini biliyordu. Gecenin karanlığında,
bacağını gömdüğü mezara doğru kestirmeden gidiyordu. Gecenin karanlığı ve
gideceği yolun uzunluğu onu korkutmuyordu. Yanaklarından ve vücudundan su gibi
akmakta olan teri hissetmiyordu. Her şeyi unutmuştu.
Mezara vardığında sabah olmak üzereydi.
Hava azıcık aydınlanmıştı. Küçücük, bilek kalınlığındaki mezar taşını görünce
içi rahatladı. Bundan sonra, kendisinin gömüleceği mezar bile bacağını gömdüğü
bu taş gibi sahipsiz olacaktı. Hatta şu anda ölse bile sürüyüp rastgele bir
yerlere defnedeceklerdi. Defnedeceklerdi derken, sadece yeri kazacak ve çukura
atıp üstünü toprakla örteceklerdi. O kadar. O da acıdıklarından değil, sadece
cesedi dışarıda kalıp kokmasın diye yapacaklardı bunu. Kim olduğunu bile
bilmeyeceklerdi. Gömülürken kimse, kim olduğuna dair şahitlik edip helallik de
vermeyecekti. Zaten üstünde kimlik filan da yoktu. Belki de tanıyıp bilen
birileri çıkar diye morgda bir iki hafta bekletirlerdi. Ama kimse
tanımayacaktı. Sonra gönül rahatlığıyla toprağa gömeceklerdi ve her şey son
bulacaktı. Mezar taşı bile olmayacaktı belki. Ölenin kim olduğu belli değilse mezar
taşı koymanın bir anlamı var mıydı? Şayet mezar taşı koyacak olsalardı oraya
sadece ölüm tarihini yazabileceklerdi. Çünkü ölü hakkında bildikleri tek şey bu
olacaktı.
O gün, hava kararıncaya kadar deli gibi
dönüp durdu. Akşamüzeri kötü günler için biriktirdiği bütün parasını son kuruşuna
kadar içkiye verdi. Sığınacak bir yeri olmadığından şarabın sıcaklığıyla
ısınmak ve benliğini kaplayan katlanılması zor duygulara göğüs germek için gece
yarısına kadar içti.
Sabah, baş ağrısıyla gözlerini açtığında
kendisini limandan azıcık ötedeki kalın çam ağaçlarının dibinde yatarken buldu.
Buraya nasıl geldiğini epey düşünse de hatırlayamadı. Bir zamanlar bu çam
ağaçlarının dibine atılan boş tahta kutuların arasında yatıp dinlenmek için
kendine yatak yapmıştı ve limana yakın olduğu için gündüzleri dinlenmek
amacıyla sık sık buraya gelirdi. Sonraki günlerde tahta kutuları buradan
taşıyıp götürmüşlerdi. O zamandan beri bu taraflara hiç gelmemişti. Başının
ağrısından gözlerini açamıyordu. Gün boyunca başağrısı çekmemek için hemen
biraz içki bulup içmesi gerekiyordu. Şehre doğru yöneldi. Çünkü bu saatlerde limanda
içki bulacağına ümidi yoktu. Şehirdeyse hiç olmazsa birahanelerde veya
lokantalarda artan içkilerden bir bardak bile olsa toplayıp içebileceğini düşünüyordu.
Denizden esen soğuk sabah rüzgârı
sokakları süpürerek şehrin içlerine kadar ulaşmaktaydı. Rüzgârın süpürdüğü bu
sokaklarda hayat yeni başlıyor, ara sıra bir yerlere koşturan insanlardan başka
kimse görünmüyordu. Bu ara sıra görünen insanlarıyla şehir, öyle öksüz
görünüyordu ki az sonra sokakların kalabalıklaşacağına ve izdihamdan
geçilmeyeceğine inanmak çok zordu. Birahanenin önünde birkaç kişi
beklemekteydi. Birahanenin açılmasına daha vardı ama bekleyenlerin beklemeye
sabır ve takatinin kalmadığı, neredeyse dakikaları saymakta oldukları
yüzlerinden anlaşılmaktaydı. Durup bekleyenlerin arasında, her zaman erkenden gelip
bekleyen ufak tefek, cılız ve gözlüklü adamı hemen tanıdı. Bazen akşamları da
burada beklerdi. Bekleyenlerin sayısı gittikçe artmaktaydı. Birahane açılınca
içeri girdi. Kapıda bekleyen o kadar insan vardı ki içeride hemen sıra oluştu.
Cebinde bir kuruşu bile yoktu. Ama hangi
yolla olursa olsun şiddetli başağrısından kurtulmak için içmesi gerekirdi. Bir taraftan
da yine titremeye başlamıştı. İçmeden bunların geçmeyeceğini biliyordu.
Satıcıya yaklaşıp veresiye bir bardak bira istemeyi düşündü. En kısa zamanda,
eline para geçer geçmez öderdi. Satıcının hiçbir zaman veresiye vermediğini
hatırlayınca bundan vazgeçti. Acaba sıradakilerden birine yaklaşarak bir bardak
bira parası istese miydi? Neden bu kadar ümitsizdi ki? Belki de birileri
acıyacaktı? Az mı dilenmişti? İnsanlardan az mı merhamet görmüştü?
Bir zamanlar, köyden şehre ilk geldiği
vakitlerde, bir gün sokakta bir çocuk ondan para istemişti. Şimdiye kadar bu
olayı unutamıyordu. Çocuk “Amca, bana
yirmi kuruş verir misin?” diye elini ona uzatarak başını aşağı dikip
beklemişti. Çocuğun üstü başı perişan ve ayakları yalındı. Kirden yüzünün rengi
görünmüyordu. Her zaman sokaktaki dilenci ve sakatlara acımış, hiçbir şey
demeden çıkarıp para vermişti. Bu defa nedense vermek istememişti. “Ne
yapacaksın parayı, ne alacaksın?” Çocuk, dondurma, diye öyle sevinçle cevap
vermişti ki sanki paranın verilip verilmeyeceği nasıl söylediğine bağlıydı.
“Hayır, veremem. Ekmek alsaydın başka mesele, o zaman verirdim.” diye cevap vermişti. O zaman bu kılıkta
birinin ancak ekmek alması ve yalnız karnını nasıl doyuracağı hakkında düşünmesi
gerektiğini sanıyordu. Karnı aç bir çocuğun canı çekse bile dondurma yemeye
hakkının olmadığını düşünmüştü.
– Amca, öyleyse ekmek almak için para
verseniz…
– Şimdi de yalan mı söylüyorsun?
– Yalan söylemiyorum, ekmek alacağım.
– Yok, yalan söylüyorsun, hem de âlâsından.
Ekmek alacak olsaydın, önceden ekmek alacağım derdin. Yalana ne gerek vardı?
Ekmek parası isteseydin verecektim.
– Siz verin, n’olur, vallahi ekmek
alacağım.
– Defol buradan, bir daha da seni
görmeyeyim.
Çocuk sabahtan beri uzatmış olduğu elini
geri çekerek hiçbir şey söylemeden çekip gitmişti. Sonraları bu olayı
hatırladığında çocuğu geri çevirdiği için kendini hiç affetmiyordu. O zaman,
dondurma yemeye hakkı olmadığını düşündüğü için çocuğa para vermemişti. Peki, şimdi bira parası dilenmeye hakkı var
mıydı? Bira temel ihtiyaçlardan mıydı?
İçerisi hıncahınç dolmuştu, gürültüden
hiçbir şey duyulmuyordu. Ayakta durarak içki içenlerin arasında, artan içki
bulmak ümidiyle dolaşıyordu. Ama masalarda bir tane bile yarım bırakılmış
bardak yoktu. İnsanlar sanki anlaşmışlar gibi içkilerini son damlasına kadar bitirmişlerdi.
Ekşimsi bira kokusunu aldıkça içki
sersemliğinin yol açtığı baş ağrısı katlanılmaz oluyordu. Bira dolu bardakları
az daha birilerinin elinden kapacak haldeydi. Koltuk değneklerini tıkırdatarak
sağda solda dolaştıkça başı dönüyor, ayaklarının altını görmüyordu. Satıcıya
yaklaşıp bir bardak birayı ne zaman istediğini kendisi de hatırlamıyordu.
Satıcı aklına bir şey getirmeden bardağı birayla doldurup verdi. Alır almaz birayı kafasına dikti, elinin
gerisiyle ağzını sildi. Sanki gözlerine ışık geldi. Bardağı bıraktıktan sonra
ceplerini karıştırmaya başladı. Sıradakiler arkadan bağrışarak satıcıyı acele
ettiriyorlardı. O ise bağırtılara aldırmadan parayı bulup vermesini
beklemekteydi. Bütün ceplerini alt üst ettikten sonra “Param yokmuş.” dedi.
– Alçak, madem paran yoktu, neden içtin
birayı?
– Öbür ceketin cebine koymuştum,
unutmuşum, sonra getireyim.
– Defol buradan, bir daha da geleyim deme!
– Ben, ben…
– Senin ananı…
Gitmeyip bekliyordu ve neyi beklediğini
kendisi de bilmiyordu. Sanki hakaretler, küfürler ona değil de başka birine
söylenmişti. Satıcıyı ve kendisini seyredenleri inandırmak, kendini haklı
çıkarmak için bir şeyler söylemeye çalıştığını hissetti. Ama ne kadar uğraşsa
da sanki dudaklarında dikiş varmış gibi ağzını açıp tek kelime edemiyordu. Sıradakilerden
birisi onu, ensesinden tutarak kapının dışına bıraktı. Dışarıdayken rüzgârın
getirdiği deniz havasıyla kendine geldi. İçtiği bir bardak bira uykusunu
getirmişti.
Sokağın köşesinde genç bir kadın
durmaktaydı. Arkadan karısına benziyordu. Boyu posu, kıyafetleri bile aynı idi.
Kadın küçük bir kız çocuğunun elinden tutmuştu. Sanki birilerini bekliyorlardı.
Bu benzerlik o kadar çoktu ki kadının kendi karısı olmadığına inanamıyordu. Her
şeyi unutarak karşıya geçti. Gizli bir tedirginlik bütün vücuduna yayılmaktaydı.
Kadına doğru yürüdü, yaklaşıp iki adım ötesinde durdu. Kadın başka bir yere
bakıyordu ve o, yüzünü yakından görmek için dönüp kendisine bakmasını bekledi.
Kadın arkasında yabancı birinin durduğunu hissederek döndü. Bir an bakıştılar
ve o kadını iyice yakından gördü. Karısı değildi. Bir anda içinde bir şeyler
koptu. Kendisini zorla toplayarak dönüp gitmek istedi ama ne tarafa gideceğini
bilemedi. Sanki kendi içinde kaybolmuştu. Ve birden sol yanağında bir tokat şakladı.
Eskiyip tüyleri aşınmış kalpağı başından düşüp yuvarlandı. Hiçbir şey olmamış
gibi eğilip kalpağını yerden almak isterken arkadan yediği tekmeyle yüzükoyun
yere yuvarlandı. Yanağı asfalta çarparak kanadı. Ama ne bir acı duyuyordu, ne
de öfke. Sanki bunlar normaldi, karşısındakilerin onu dövmeye, hakaret etmeye
her türlü hakkı bulunuyordu. Ayağa kalkmaya takati olmadığından yattığı yerde
bir hayli bekledi. Ayağa kalkarsa alacağı darbeyle tekrar düşeceğinden ve bir
daha kalkamayacağından korkuyordu.
Yattığı yerden, kocasını mı yoksa
sevgilisini mi çekip götürmeye çalışan kadının yakarışlarını duyuyordu. Sonra
bir küfür duydu, daha sonra ise üstüne tükürdüler ve çekip gittiler. Bir süre
sonra ayağa kalktığında siyah takım elbiseli bir adam kadının koluna girerek
uzaklaşmaktaydı. Kendini çok iyi hissediyordu, sanki dövülen, hakarete uğrayan
o değildi.
Biraz önce içtiği biranın mahmurluğuyla
başağrısı da geçmişti. Şimdi limana gitmek istiyordu. Tımarhanenin karşısından
geçerken içeriden duyulan gürültüyle düşüncelerinden ayrıldı. Bu yüksek, siyah
bina, her zaman onda korku ve tedirginlik uyandırırdı. Metal parmaklıklı pencerelerden
göğsü, baldırları açık, bazen ise tamamen çıplak kadınlar, kızlar bakar, bazen
sokaktan geçenlere de seslenirlerdi.
Bir defasında, tımarhanenin karşısından
geçerken açık pencereden bir kadın kendisini çağırıp mümkünse akrabalarını haber
vermesini ve onların ne olursa olsun gelip kendini tımarhaneden çıkarmalarını
istemişti. Kadın yemin edip ağlayak deli olmadığına, dışarıdakiler gibi aklı
başında bir insan olduğuna ve kendisini buraya zorla getirip tıktıklarına onu
inandırmıştı. Kadını dinlerken içinden ona acımış, mademki akrabaları uzakta
değil, bu şehirdedir, ne olacak ki sevaptır, gider onlara söyler, kadın da
burada günahsız yere eziyyet çekmez, diye düşünmüştü. Belki de evine, ailesine
haber gönderemiyor, deli olmadığını kimseye anlatamıyordu. Bu kolay bir iş de
değildi zaten! Böyle bir muhitte deli olmadığını, başkaları gibi aklının
başında olduğunu nasıl ispat edecekti? Birilerinin hatası yüzünden buraya
düşmüş veya çılgınca bir hareketi ve bir sözünden dolayı delilik damgası yemiş
olabilirdi.
Zaten boş boş sokaklarda dolaşmaktaydı,
bir işi gücü yoktu. Bir gününü buna harcasaydı ne olurdu sanki? Kadının
konuşması o kadar akıcı, gözyaşları o kadar inandırıcı idi ki söylediklerinin
doğru olmadığını düşünmek imkânsızdı.
– Kurbanın olayım, kardeş, diyordu, bu
haberi bizimkilere bir ulaştırsan, ömrüm boyunca duacın olurum. Artık burada
delilerin arasında kalamıyorum. Gece sabaha kadar korkudan gözüme uyku
girmiyor. Beni burada çok dövüyorlar.
Bak, işte göğsümdeki yumruk izleri diye göğsünü açıp morarmış yerleri
göstermişti. Eğer gelip beni buradan çıkarmasalar ya buradakiler beni dövüp
öldürecek ya da kendimi asıp bu zulümden kurtulacağım. Bu kadar delinin
arasında akıllı bir insan yaşayabilir mi? Kurbanın olayım kardeş, git söyle,
gelip beni buradan kurtarsınlar. Bak, bütün ümidimi sana bağladım. Bir olan
Allah aşkına, ne olur ümidimi kırma benim!
– Merak etme bacım, mutlaka söylerim, diye
kadına teselli vermişti.
– Buradan bir kurtulayım, sana borçlu
kalmam, sağlık olsun, diye kadın dil dökmekteydi.
– Hiçbir şeye gerek yok bacım, içini ferah
tut, bugün gidip haber vereceğim.
Kadın ağlıyor, “Biliyor musun kardeşim,
derdimi kime söylüyorsam bana inanmıyor. Buraya gelen herkesin deli olduğunu
zannediyorlar. Ne kadar söylesen, ne kadar yemin etsen bile inanmıyorlar, her
hareketinde bir delilik emaresi arıyorlar. Ama ben deli değilim ki, aklım
başımdadır! Hiç bilmiyorum beni buraya kim, nasıl getirdi. Bir tek onu
hatırlıyorun ki bana iğne yapmak istiyorlardı, ben de bağırarak izin vermiyor
ve kaçıp kurtulmaya çalışıyordum. Ama kollarımı sıkıca kavramışlardı ve ben hiç
kıpırdayamıyordum. Bağırmama aldırmadan zorla koluma iğne yaptılar. Sonrasını
hatırlamıyorum. Aklım başıma geldiğinde demir yatağa zincirlendiğimi gördüm.
Önce hastanede olduğumu düşündüm ama sonra öğrendim ki burası tımarhaneymiş.
Kızın gözyaşları yanaklarından akıp dökülmekteydi. O, bu gözyaşlarına
dayanamadığından kızı rahatlatıp öyle ayrılmak istiyordu. Bu sırada kız aniden
“İstersen senin için çaydanlık olayım?” diye sordu, büzülüp oturdu, ellerini
birleştirip ileri uzattı ve bir çaydanlık şeklini aldı.
Sanki bir anda gözlerine duman çöktü,
insanlar, ağaçlar, parmaklıklı pencereler gözlerinin önünde hareket etmeye
başladı. Düşmemek için elleriyle başını tuttu. Epey zaman geçtikten sonra her
şey önceki yerini aldı. Kız hâlâ bir şeyler anlatıyor ve yemin ediyordu. Daha
da bir şey söylemeden oradan ayrıldı.
Şimdi tımarhanenin yanından geçerken bu
olayı hatırladı ve demir parmaklıklı pencereden bakan yarı çıplak kadınların
arasında gözleri o kızı aradı, ama bulamadı.
Nedense o acayip olayla ilgili içinde bir hüzün duydu.
Otobüs durağından az ötede iki kız
durmaktaydı. Kızlar, giyim kuşamları ve boy posları ile uzaktan bile dikkat çekmekteydiler.
Yoldan geçenlerin de gözleri onların üzerindeydi, hatta bütün hareketlerini
izliyorlardı. Sık sık saate ve etrafa bakmalarından birisini bekledikleri ve
bekledikleri kişinin de geç kaldığı anlaşılıyordu. Bu kızlar ona tanıdık
geliyordu. Yüzleri, saçları, boy posları birisini andırıyordu. İşin ilginç
tarafı, kızlardan birinin değil de ikisinin de tanıdık gelmesi idi. Sanki
onların ikisini de aynı anda görmüş, aynı zamanda tanımıştı. Ve belki de onlarla
birbirlerinden ayrı oldukları bir vakittle karşılaşsaydı onları hiç tanımayacaktı
da.
Kaldırımın öbür tarafında durup kızları
nereden tanıdığını hatırlamaya çalışıyordu. Aniden, kızları şehre ilk geldiği
yıllarda plajda gördüğünü hatırladı. Sen
işe bir bak! O vakitten beri ne kadar zaman geçmişti! Nasıl da aklında
kalmışlardı? Nasıl olmuştu da bu zamana kadar onları unutmamıştı? Aradan bunca
yıl keçmesine rağmen kızları unutmadığına kendisi de şaşırmıştı. Kızlar,
ikizmişler gibi ikisinin de baldırında ben olduğu için aklında kalmıştı. O
zaman kızların ikisinin de yanında iki erkek uzanmaktaydı. Sahilden az ötede
beyaz bir çadır kurmuşlardı. Erkekler sıra ile bu gölgelikte kızlarla
eğleniyorlardı. O zaman, denizdeyken de kızlar dikkat çekmekteydi. O ise gölgelikten
biraz ileride sıcak, yumuşacık kumların üstüne uzanarak denizin üstündeki uzak,
ulaşılmaz ufukları seyrediyordu. Akşama doğru gençler arabalarına binerek
gitmişlerdi. O zamandan beri bir kez bile kızları hatırlamamıştı. Şimdi
sokaktan geçen herkes durakta bekleyen bu kızlara bakıyordu ama kimsenin
kızların baldırındaki o sihirli, siyah benlerden haberi yoktu. Sadece o biliyordu.
Koltuk değneğine yaslanıp uzaktan kendilerine bakan bu sakat adamın, onların
baldırındaki benlerden haberdar olduğu kızların bile aklına gelmezdi. Kızları
seyrderken kalbinde garip bir istek doğdu. Yaklaşıp onları tanıdığını, bir
zaman plajda beyaz çadırda ikisinden biriyle, hatta en güzeli, en alımlısı olan
sarı saçlıyla yattığını söylemek istedi. İnanmazlarsa vücutlarındaki benleri
söyleyip onları hayretler içinde bıraksın. Bundan sonra ne olacaksa bırak
olsun. Zaten ne olabilirdi ki?
Bu sırada, aniden mavi renkli bir araba
kızların yanında durdu. Kızlar hiçbir şey söylemeden geçip arka koltuğa
oturunca araba hareket ederek uzaklaştı. O, asfalt boyunca yayılan duman şeridi
kayboluncaya kadar bekledi, sonra köşeyi dönerek insan denizine karıştı ve
rahat bir nefes aldı.
Bu denizde kendini kadere teslim ediyor,
iri dalgaların onu nereye götüreceğine aldırmıyordu. Genişlikten, sakinlikten
zevk alıyordu. Ama korku hissini de yenemiyor, bu denizde boğulabileceğini,
kimsenin onun çığlıklarına aldırıp yardımına koşmayacağını düşünürdü. Çünkü bu,
insan denizi idi, bu deniz nihayetsiz, sert ve acımasızdı. Dahası, bu denizde
kimsesiz, yapayalnız olması onu dehşete düşürüyordu. Allah’ın yaratmış olduğu,
akıl ve şuur nimetiyle donattığı insanların birbirine bu kadar yakınken böyle
yabancı, duyarsız mahlûklara dönüşmesini idrak edemiyordu. Bu insan denizinde,
dalgaların alıp götürdüğü bu insanlardan kendisini neyin ayırdığını bir türlü
anlayamıyordu. Aynı denizde yüzdüğü insanlarla kaynaşamamasının, onlarla uyuşup
derdini paylaşamamasının sebebini çok merak ediyordu. Bu düşünceler, kafasını
çok fazla meşgul etmez, insan olduğunu, insan denizinde yüzdüğünü unutuncaya
kadar devam ederdi. Bütün yaşadıklarının kaza ve kader çerçevesinde
gerçekleştiğini, kaderden kaçmanın imkânsızlığını bir daha idrak edip kendini kaderin
akışına bıraktığı zaman, bu düşüncelerinden de kurtulmuş olurdu.
Dalgalarla pençeleşen bu insanların can
attığı, çırpındığı sahil ölüm idiyse, insanları ölüme götürüyorduysa peki, bu
koşturmaca neyin nesiydi? Kendisiyle omuz omuza aynı denizde yüzen insanlar,
ölüm sahilinin bu korku saçan gölgesini farketmiyorlar mıydı? Günün birinde bu
denizin, koynundakileri ebedî olarak sahile fırlatacağını bilmiyorlar mıydı? Bu
gerçeği neden idrak etmiyorlardı? Neden ne tarafa doğru gidildiğine aldırmaksızın
acele etmenin ölüme doğru koşmak, ölüme yaklaşmak olduğunu anlamıyorlardı?
Şimdi böyle düşünse bile bir zamanlar o da koşturanlardandı, hem de farkında
olmadan. Buna tamamen alışmış, yaşam biçimine dönüştürmüştü. Belki de hayat
koşturmaca demekmiş. İnsanın, koşturduğunu bilmeden, günün ne zaman doğup ne
zaman battığının farkında olmadan yaşaması demekmiş. Ama şimdi, artık hiçbir
yere koşturmuyordu.
Koşturmaca yoksa yaşadığı da söylenemezdi.
Solumakta olduğu bu dünyaya onu bağlayan bir şey olmadığından, yaşamadığını
anlamaktaydı. Sabah olmasının, akşamın bastırmasının farkında değildi. İçinde
yüzmekte olduğu insan denizini görmüyor, hissetmiyordu. Bazen nerede olduğunu
tamamen unutuyor, şehirde bulunduğunun, etrafında insanların yaşadığının
farkında olmuyordu. Şehri, içindeki insanları ve arabaları görmüyordu. Gecenin
ve gündüzün uzunluğu onu çok yoruyordu. Bunların bir sonu olmalıydı, ama bir
türlü olmuyordu. Sabredip katlanmak çok zordu. Her gün yeni bir ümitle uyandığı
sabahlar, diğerlerinden zerre kadar farklı değildi. Birbirinin aynı olan bu
uzun ve katlanması zor günler ona bir şey vadetmiyor, yeni bir şeyler
eklemiyor, aksine ömründen bir şeyler alıp götürüyordu. Bir zamanlar bir yerden,
mutluluğun ömrü uzatıp günleri kısalttığını duymuştu. Bu durumda insan mutsuz
ise tam tersi, günler uzun, ömür ise kısa olacaktı. Bu düşüncenin ağırlığı
altında hayat onun için bir anda durup tükeniyordu. Yer küresinin artık
dönmediğini, kâinatta her şeyin harekletsiz olduğunu düşünür, gittikçe
ağırlaştığını, dönmeyen dünyada hareket etmenin de zor olduğunu hissediyordu. Bitip
tükenmeyen bu düşünceler ağır bir yük gibi onu takatsiz bırakıyordu.
Pazarın önündeki gürültü onu
düşüncelerinden ayırdı. Bir genç, polisle tartışmaktaydı. Etraftaki halk
sessizce onları seyrediyor, onları ayırıp kavgayı bitirmek kimsenin aklına
gelmiyordu. Gencin gömleği parçalanarak sırtından çıkmıştı. Polis onu yakalayıp
şubeye götürmeye çalışıyordu, ama genç bir türlü teslim olmuyor, bir taraftan
karşı koyarken bir taraftan da kaçmak için fırsat kolluyordu. “Kolumu bırak, benim
hiçbir suçum yok!” diyordu. Polis ise ona “Senin ananı…” diye küfrediyordu. Genç,
bu küfrü karşılıksız bırakmayıp “Ananı da, bacını da…” diye cevap yetiştiriyordu.
Bu karşılıklı küfürden sonra, polis biraz daha öfkeleniyor ve saldırıya
geçiyordu. Nihayet genci sıkıca kavrayıp yere yıktı, göğsüne çöktü. Etraftaki
insanlar daha rahat seyredebilmek için biraz daha geri çekildiler. Polis gencin
yüzünü bir hayli yumrukladıktan sonra ayağa kalkarak karnına doğru tekmeler
savurmaya başladı. Genç ise her darbeden sonra zayıf düşmek yerine daha da
güçleniyordu. Polis de bunun farkın varmış olmalı ki darbelerine ara vermiyordu.
Bir anda genç, ani bir darbeyle polisi göğsünden iterek ayağa kalktı. Yaşlı bir
adam “Fırsat verme, kaçacak!” dedi. Polis gence göz açtırmadan ani bir
hareketle kolunu büküp arkasında
kenetledi. “Benim elimden nereye kaçıp kurtulacak? Hırsızlık yaptığı
yetmiyormuş gibi bir de benimle dövüşüyor!” dedi.
Delikanlı “Ben hırsız değilim!” dedi.
Kalabalıktan biri hemen “Boş boş konuşma!” diye seslendi. Genç ise ısrarla “Ben
hırsız değilim!” diyordu. “Nasıl yani,
hırsız değilim? Az önce elin benim cebimde değil miydi? Utanmadan bir de yalan
söylüyor! Ahlaksız!” diye parası çalınan kişi yüksek sesle konuştu.
– Yalan söylüyorsun, ben kimsenin parasını
çalmadım!
– Yalancı sensin, utanmadan hırsızlık yapıyor,
insanların cebinden paralarını çalıyorsun, alçak!
Delikanlı kolunu polisin elinden
kurtarmaya çalışarak “Alçak sensin, senin babandır!” dedi. Parası çalınan adam
ileri atılarak gencin sol yanağına bir tokat attı. Genç, dengesini koruyamayıp
tökezledi ve darbenin şiddetinden gözleri karardı. Yere yığılacağı sırada
etraftakiler fırsat vermeden onu tuttular. Genç, gâh sağ gâh da sol yanağından
aldığı darbelerle kendi etrafında fır fır dönüyordu. Etraftakiler sanki polisle
el birliği yapmışlar gibi parası çalınan adamın intikamını almak için hırsızı
dövüyorlardı. Oğlan darbelerin şiddetinden bayılmıştı ve artık bir şey
hissetmiyordu. Kalabalıktan birisi “Hırsızlık yapanın eli kesilmelidir!” diye
bağırdı. Başka birisi onun sözüne kuvvet
verdi. “Doğru, o zaman kimse bir daha bu işe kalkışmaz!” O ise hırsızlık
yapanın ellerinin neden kesileceğini bir türlü anlayamıyordu. Onu hırsızlık
yapmaya zorlayan sebepleri arayıp bulmak gerekirdi. Sadece elini kesmekle
hırsızlık sorunu çözülecek miydi? Elini kesersen ihtiyacını karşılamak için
gidip dişiyle çalacaktı. Her suça böyle yaklaşılırsa bunun sonu nereye varırdı?
– Neden öldürüyorsunuz bu zavallıyı? İnsan
öldürmedi ki sadece para çaldı. Bunu söyleyen bir kadındı, bu kadar
kalabalıkta, bunca gürültünün arasında sesi zor duyuluyordu. Bir anda herkes
durdu. Genç ayakta, kendisine vuranların kollarında olsa da baygındı. Epey
sonra kendine geldi ve inleyerek “Anneciğim!” diyebildi. Onun bu haline
dayanamadı, kalbi sızladı.
Çok geçmeden pazarın yukarı tarafında polis
arabası durdu. Arabadan inen polisler hemen kalabalığa doğru yürüdüler ve her
biri bir taraftan genci kollarından tutup sürüyerek götürmeye başladılar. Genç,
arabaya binmek istemiyor, dövülmekten bitkin düşen vücudu ile bitkinlikle karşı
koymaya çalışıyor ve “Bırakın beni, ben hırsız değilim!” diyordu. Polisler ise
ona aldırmıyorlardı.
Gencin yüzünde, gözlerinde ve konuşmasında
gerçekten hırsız olmadığını gösteren bir ifade vardı. Üstü başı toza bulanmasaydı
ve gömleği yırtılıp üstünden çıkmasaydı asla hırsıza benzer bir hali yoktu.
Belki de hiç hırsız değildi. Ama bu saatten sonra farketmezdi, zira polisle
kavgaya tutuşmuş, ona karşı koymuştu. Bu saatten sonra kurtulması zordu, hatta nasıl
olursa olsun, hırsızlık yapmasa bile artık suçlu sayılacaktı. Bunu bildiği
halde sürekli “Vallahi, ben hırsız değilim. Neden bana inanmıyorsunuz? Neye
derseniz yemin ederim ki ben hiçbir şey çalmadım!” diyordu.
Genci arabaya bindirip kapıyı kapattılar.
Pazarın önünde toplanan kalabalık yine de dağılmıyordu. Sanki az sonra polis
şubesinden birisinin gelmesini ve gencin durumu hakkında onlara bilgi vermesini
bekliyorlardı. İzdihamdan ayrılıp sokağın yukarısına doğru yürümeye başladı.
Biraz yürüdükten sonra beş on kişilik bir grubun kendisine doğru geldiğini
gördü. Yaklaştıklarında onların mezarlıktan döndüklerini anladı. Adımlarını
yavaşlatarak onlara katıldı. Önceleri de hiç tanımadığı insanların yasına
gider, verilen yemeklerden karnını doyuruncaya kadar yerdi. Bütün yas
meclislerinde ölenin en yakın adamıymış gibi kendini çok rahat hissederdi. Kalabalık,
iki katlı bir binanın önünde durdu. Binanın önünde düğün ve yaslarda
kullanılmak için yapılmış üstü kapalı çardakta hayli insan vardı ve defne
gidenlerin dönmesini beklemekteydiler. Kalabalığa karışıp boş sandalyelerden birine
oturdu. Az sonra masalara ekmek, salam, peynir ve içki getirildi. İnsanlar
başlarını kaldırmadan gönülsüzce yiyip içiyorlardı. Kimse konuşmuyor, sadece
çatal kaşık sesi duyuluyordu. O ise aceleyle yiyordu. Böyle fırsatın her zaman
ele geçmediğini biliyor ve rahatça oturup yerken birilerinin sessizce kolundan
tutup kendisini dışarı çıkaracağından korkuyordu. Zaten oturmak için yer azdı
ve insanların bir kısmı duvar boyunca dikelip ayakta içiyorlardı. Bu sebeple,
kimseyle göz göze gelmemek için başını kaldırmıyordu. Meclisin baş tarafında
ölen şahsın büyütülmüş fotoğrafı asılmıştı. Fotoğraftan yaşlı birine
benziyordu, muhtemelen yaşı yetmişin üstündeydi. Yiyip doyduktan sonra gözünü fotoğrafa
dikip oturdu. Acaba bu adam kimdi? Nasıl bir ömür yaşamıştı? Mutlu muydu yoksa mutsuz mu? Dünyada muradınca
mı yaşamıştı? Şimdi bunları öğrenmenin
onun için bir anlamı var mıydı? İnsanlar içip efkârlanmışlardı. İhtiyarlar merhumun
hatırasını yadettikleri için mi yoksa kendi sonlarını düşündüklerinden mi her
neyse gözyaşı dökmekteydiler. Az sonra meclistekilerin tamamı koro halinde
ağlayacakmış gibi kederli bir sahne oluşmuştu.
O da insanlara karışarak kendi kaderine
ağlamaktaydı. Gözyaşlarının ıslattığı sakal basmış yüzüne dikkatle bakınca geçmiş,
gelecek her şey hafızasında bir birine karışıyordu.
Ah, bu düşünceler! İnsanoğlu geçmişle ilgili
ne çok düşünceye dalarmış! Bu düşünceler insanı deli edebilirdi. İnsanın
düşünceleri kendine bile acı veriyorsa neden bunlardan kopup kurtulamıyordu? Bu
düşünceler, geceleri bile onu uykusundan uyandırıyor, sabahlara kadar ona acı
veriyordu. Gündüzlerin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini bilemiyordu.
Düşüncelerinin ve geçmişinin ağırlığı karşısında acizdi.
İnsanı bu dünyaya bağlayan mutlulukla,
sevinçli, kederli, su sesi ve insan nefesiyle dolu günler acaba nereye kayboluyor?
Oysaki insanın geçmişi mavi bir duman gibi arkasında bir şey bırakmadan
kaybolamazdı. Bir şey yaşanmışsa ondan geriye kalan bir şeyler olmalıydı. Madem
geçmiş, düşüncelerle geri dönüyor, rüyalara giriyordu, demek ki o insanla
birlikte, yakınlarda bir yerlerdeydi. Peki, öyleyse neredeydi mazi, kâinatın
hangi kutbunda, hangi mekânındaydı? İnsanlar geçmişe, ömrün o uzak, yaşanmış
yıllarına geri dönebilmişler miydi? Şayet mazi, istediği zaman düşünce ve
rüyalarımıza girip bazen dert ve keder, bazen de sevinç getirebiliyorsa demek
ki o, canlıdır, insandan kopup ayrılan bir parça ve yaşanıp tükenen ömrün
sönmüş külleridir. Küle dönmekle birlikte mazi yine de kaybolmuyor, kendisiyle bir
şeyleri yaşatıyor. İnsana acı verip onu kendi benliğinden koparmamak, aynı
zamanda kısacık ömründe bütün yapıp ettiklerini burunundan getirmek için mazi,
tamamen kaybolmaz. Geçmiş, insanın ayrılamadığı, kendisinden kovup
uzaklaştıramadığı bir dert, bir acı, bir sızıdır aynı zamanda. Peki, neden insanoğlu geçmişi olmadan
yaşayamaz, daima sızlayan bir yarayı andıran geçmişini neden kesip atamaz?
Bunun için insana engel olan neydi?
İnsan ömrünü bir romana benzetiyordu.
Kurgusu, girişi, gelişmesi ve sonucu olan bir romana. Bu roman, sıradan veya
hiç beklenilmeyen bir sonla bitebilirdi. İnsan ömrü de böyleydi. Sonuç, insan
ömrünü en şerefli bir şekilde de yansıtabilirdi veya tam tersine alçaltarak aşağıların
aşağısı bir hâle de sokabilirdi. Bazı yaşamların ancak sonu akılda kalıcı
olurdu. Sanki insanlar, bütün ömürleri boyunca sadece sonlarının iyi, akılda
kalıcı olması için mücadele ederlerdi. Bazılarının
da henüz hayata başlamadan ömürleri tükenirdi. Onun ömrü de aslında çok
önceden, Göyüşov’u öldürdüğü günden itibaren sona ermişti. Ama nedense son
nokta henüz konmamıştı ve o, bu noktanın konulacağı zamanı beklemekteydi.
Islak sakalından damlayıp bardaktaki acı
içkisine karışan tuzlu gözyaşlarını yudumlamaktaydı. Uzak geçmişindeki
hatıralarına gark olduğu için etrafında olup biten her şeye kayıtsızdı. Yas
yerinden çıkarken akşam olmak üzereydi. Uzun zamandan beri bu kadar içtiğini
hatırlamıyordu. Koltuk değneklerine bile ihtiyaç duymadan hafif bir şekilde
yürümekteydi.
Sinemanın önü çok kalabalıktı. İnsanlar,
akşam seansına yetişmeye çalışıyorlardı. Binanın sol tarafındaki telefon
kulübesinin yanında genç bir çift durmuştu. Çekimser tavırlarından yeni tanışıp
görüşmeye başladıkları belli oluyordu. Belki de bu, birlikte dışarı çıktıkları
ilk akşamdı. O, hayranlıkla onları seyrediyor, içinden bu genç delikanlının
yerinde olmak geçiyordu. Kızın sarı saçları, mavi, duru gözleri ilginç bir
şehvetle onu çekmekte ve uzaklaşıp gitmesine fırsat vermemekteydi. Yaklaşarak
onların bulundukları kulübenin yanında durdu, gözlerini kırpmadan kıza bakmaya
başladı. Kızın tavırlarında, bakışlarında öyle bir temizlik vardı ki o,
kendini, yaşını ve kim olduğunu unutarak sürekli kızı seyretmekteydi. Kız,
kendisine dikilen yabancı bakışları hemen farketti ve kendisiyle göz göze
gelmemek için duruşunu değiştirdi. Kızın onun farketmesi, bakışlarından
kaçınması, ilginç bir biçimde hoşuna gitti. Kızın, sırtını dönerek sevdiği
gençle meşgul gibi görünmesine rağmen, kendine baktığını ve bu bakışlardan
rahatsız olduğunu biliyordu. Kız, aniden delikanlıya:
– Hadi, buradan gidelim, dedi.
Oğlan:
– Neden, diye sordu ve şaşkınlıkla
etrafına bakınsa da bir şey anlamadı.
– Öyle işte, gidelim, film başlayacağı
zaman geliriz, dedi kız. Çekip gittiler. Varlığına çöken ağır, ümitsiz kederle
sahile indi. Deniz coşmuştu. Dalgalar azgın atlar gibi şaha kalkmış, denizle
gökyüzü âdeta birleşmişti. Denizin böyle dalgalı olduğu zamanlarda sahilde
durup şaha kalkan dalgaları seyretmeye sabrı yetmiyordu. Çalkalanan bu deniz,
ona dünyanın sonunu hatırlatıyordu. Bu zamanlarda yuvası bozulmuş bir kuş
misali, kendine hiçbir yerde bir yuva, bir sığınak bulamazdı. Sahilde
kimsecikler yoktu. Martılar bile ortadan kaybolmuşlardı. Böyle havalarda,
gemiler bile hareket etmeden fırtınanın dinmesini bekler, denize açılmayı göze
alamazlardı. Rüzgâr sahildeki ağaçları, yerinden söküp atmak istercesine sağa
sola eğmekteydi. Düşmemek için deniz kenarındaki korkuluğa sımsıkı tutunmuştu. Buraya
neden geldiğini kendisi de bilmiyordu. Aslında sahile inerken havanın bozduğunu
ve denizin kabardığını da görmüştü. Yalnız başına deniz kenarında beklemek
zordu. Ama gidecek bir yeri de yoktu. Aman Allahım, talih neden ona bu kadar
acıyı reva görmüştü? Neden bu sahilde kimsesiz ve yalnızdı? Herkes bir yerlere
koştururken o neden burada fırtına ve tipiye katlanmalıydı? Başka çıkış yolu
yoktu, bu talih, kader olarak onun alnına yazılmıştı. Şaha kalkan dalgalar
arsından insanların feryat seslerini duyduğunu zannediyordu. Sanki denizde
boğulmak üzere olan birileri feryat etmekteydi. Ama sahil bomboş olduğundan
feryat sesleri, bu deli dalgaların arasından geçip insanlara ulaşmamaktaydı.
Dalgalar da bu sesleri bastırmak için bütün şiddetiyle kabarıp coşuyorlardı. Denizin
ve dalgaların inadına bastırmak istediği bu feryat sesleri kulaklarında
çınlıyor ve bu coşkun denizde kendisini, feryat edip kurtulmak için çırpınan
kimselerin yerine koyuyordu.
XIII. Bölüm
Limana giden yolda, önünde bir adam ağır
adımlarla yürümekteydi. Boyu posu ve yürüyüşü ona birilerini hatırlatmaktaydı.
Tanımadığı bu adam, ara sıra dönüp bakıyor ve sanki arkasından onun gelip
gelmediğini öğrenmek istiyordu.
Karşısındakinin ağırdan alması canını sıktı, çekip gitmesi için bir süre
durup bekledi. Sanki adam da onu bekliyormuş gibi yürümeyip durdu. Bu sefer
kendisi hareket edince yabancı da yürümeye başladı. Köşeye vardığını görmek
için adımlarını yavaşlattı. Yabancı adam da köşeye vardığında onun hangi tarafa
yöneleceğini görmek için durup bir sigara yaktı.
Amma da çattık ha. Bunun derdi nedir, neden
onun peşine takıldı, uğraşacak başka birini bulamadı mı? Koltuk değnekleriyle
yürümeye çalışan bir dilenciyle alıp vereceği nedir? diye düşünmeye başladı.
Köşeyi dönerken dönüp dikkatlice yabancıya baktı. Bu adam ona çok tanıdık
geliyordu. Ama nereden tanıdığını bir türlü çıkaramıyordu. Aniden hatırladı. Bu,
köydeki çocukluk arkadaşı, kapı komşuları olan Sefi idi. Sabahtan beri ona gözünü
dikmesinden, sık sık arkaya dönüp bakmasından onun da kendisini tanımış
olabileceği ortadaydı. Muhtemelen yüzünden o da benzetmişti, ama tek bacakla
yürümesi onu şaşırtmış olabilirdi. Birden Sefi:
– Affedersiniz, sizin adınız Ekrem midir,
dedi. Sesi de aynı idi. Çocukken nasıl idiyse aynı, hiç değişmemişti. Bu ses,
bir anda onu yıllar öncesine götürdü ve bir an çocukluğuna döndü.
Yazın en sıcak günleriydi. O, Sefi ile
birlikte gizlice çay tarafına kaçıyor. Öğle vakti olduğundan bütün mahallede
sakinlik hüküm sürmektedir. Hava o kadar sıcaktır ki nefes alırken âdeta
insanın ciğerleri haşlanmaktadır. Ama onlar hiçbir şeye aldırmadan toprak yolda
yanyana koşturmaktalar. Evdekilerin dikkatini çekmemek için, onların dinlenmeye
çekildikleri zamanı kollamışlar. Yaşları küçük olduğu için büyükler, çayda
çimmeyi onlara yasaklamıştı. Bu yüzden de kimseye görünmeden gizlice yüzüp
gizlice de eve dönerek yataklarına girmeleri gerekir. Büyükler ne kadar
tembihlese de ikisi, öğlenleri uyumayı sevmiyor. Koşarak köprünün başına varıyorlar. Günün bu
saatinde çay çok kalabalıktır. Çocukların dikkatini çekmeden soyunup suyun sığ
yerinde çimmeye başlıyorlar. Su sıcak ve berraktır. Aslında yüzmeyi bilmiyorlar
ve öylece suda zıplayıp duruyor, birbirlerini ıslatarak lastik topla
oynuyorlar. Akşama kadar oyuna o kadar dalıyorlar ki eve dönmeyi bile
unutuyorlar. Alelacele sudan çıkarak giyiniyorlar ama bu saatte eve nasıl
gideceklerini de kara kara düşünüyorlar. Evde onları neyin beklediğini iyi
biliyorlar, çünkü defalarca uyarılmalarına rağmen daha önce de bunu yapmışlar
ve bu yüzden bir güzel dayak bile yemişlerdir. Şimdi evdekiler de sinirden
küplere binmiş olmalılar. Acaba kaçıp bir yerlere mi saklansalar? Burada çok
dururlarsa az sonra peşlerinden birileri gelebilir.
Sefi’nin önerisiyle kolhozun üzüm bağında
saklanmaya karar veriyorlar. Hemen suyun öbür tarafına doğru yüzerek üzüm
bağına giriyorlar. Bağın iç taraflarına doğru epey yürüdükten sonra üzüm
dallarının altına saklanıyorlar.
Saklandıkları yerde, dallardan üzümler sarkmaktadır. Hafiften kararmaya
başlasa da henüz olgunlaşmamışlar. Yapraklar arasında nefes almadan
beklemektedirler. Hiç konuşmuyorlar, konuşurlarsa hemen yakalanacaklarını
düşünüyorlar. Az sonra annelerinin sesini duyuyorlar. Önce Sefi’nin annesi,
sonra ise kendi annesi seslenip onları çağırıyor. Hiçbir cevap vermeden
birbirine kısılarak bekliyorlar. Annesi yüksek sesle bir daha çağırınca o,
Sefi’ye “Gel gidelim, ne olursa olsun artık!” diyor. Amma Sefi kolundan tutup
onun gitmesini istemiyor. “Korkuyorum, babam haber vermeden çimmeye gittiğimi
bilse, beni parça parça eder!” diyor. Böylece gerisini düşünmeden birbirlerine
kısılıp bekliyorlar. Annelerinin çay boyunca koşturarak telaşla onları
aradığını, her gördüklerine kendilerini sorduğunu, korku ve heyecandan perişan
olduklarını bilmiyorlar. Onları bulabilmek için bütün sülalenin seferber
olduğundan da haberleri yok. Gittikçe hava kararmaya başlıyor ve onlar çok
korkuyorlar. Karanlık bir tarafa dursun, sivrisinek ve rutubet yüzünden de
geceyi burada geçirmenin imkânsızlığını anlıyorlar. Az sonra annesinin titrek
sesini çok yakından duyunca ağlamaklı oluyor ve artık yerinde duramıyor.
Sefi’ye dönerek yavaşça “Hadi, kalk gidelim artık!” diyor. Ama Sefi, yine onun
kolundan tutup bir şey söylemeden gitmesine izin vermiyor. Sık sık
yutkunmasından onun ağlamak üzere olduğunu anlıyor. Bu sırada iki adım öteden
annesinin sesini duyuyor. Bağın öbür tarafından ise Sefi’yi çağırıyorlar.
Annesi o kadar yaklaşmıştır ki azıcık kımıldadıkları zaman onları görecektir ve
o, az sonra annesinin üzüm bağının ilerlerine doğru yol alacağını farkediyor.
Aniden annesinin hıçkırığını duyunca dalların arasından çıkıyor. Annesi bir
daha seslendiğinde “Buradayım!” diye cevap veriyor.
Kalbi hızla çarpmakta, damarlarındaki kanı
ateş gibi vücudunu dolaşmaktadır. Yıllar önce yaşadıklarını hatırlayarak o
yıllara aid duyguları zonklamaya başlayan ağrı gibi yeniden uyanmıştı ve
zihninden akarak bütün vücudunu dolaşmaktaydı. Aradaki zaman farkı o kadar
büyüktü ki bir zamanlar karşısındaki bu adamla çocukluğunu geçirdiğine, bir
yerde büyüyüp arkadaş olduklarına bir türlü inanamıyordu. Şimdi ne diyecekti? Kim
olduğunu söyleyecek miydi? Söylese miydi acaba? Bir şeyin, önünde engel olarak
durduğunu ve onun konuşmasına fırsat vermediğini hissediyordu. Bu engelin
arkasında onun ömrü, uzak gençlik yıllarında yaşadığı ve hâlâ zihninde bir
hayal olarak var olan hatırları duruyordu.
Gayriihtiyari:
– Hayır, değilim, dedi.
Sefi, gözlerini onun yüzünden ayırmadan:
– Özür dilerim, sizi birisine benzettim
galiba, dedi ve insanların birbirine bu kadar benzeyebileceğine hayret ederek
çekip gitti. Şakaklarından yanaklarına doğru akan ter, onun bu cevabı verirken
nasıl zorlandığını açıkça göstermekteydi.
Sefi, köşeyi dönerken en yakın adamını
kaybetmiş insanların hüznünü yaşadı. Sanki yıllar öncesine ait en mahrem
anılarını zorla zihninden söküp çıkarıyorlardı. Farkında olmadan çıldırmış gibi
“Sefi!” diye bağırdı. İnsanlar dönüp ona baktılar. O ise kendisine bakanlara
aldırmadan Sefi’nin peşinden koştu. Köşeyi dönerek Sefi’ye yetişmek, bütün olup
biteni ona anlatmak için yürümüyor, âdeta uçuyordu. Köşeyi dönüp sokak boyunca
göz gezdirdi, Sefi görünmüyordu. Yine olanca sesiyle “Sefi!” diye bağırsa da
bir cevap alamadı. Dönüp arkasına baktı. Daha iki dakika önce ayrıldığı adam
hiçbir yerde yoktu. Sanki buharlaşmıştı. Birkaç defa daha seslendi. Ama cevap alamadı.
Sokak boyunca koşturuyor, insanları itekleyerek geçerken gâh düşüp gâh kalkıyor
ve sürekli Sefi’yi çağırıyordu. Aman Allahım, ne kadar da akılsızmış. O, bu
adam vasıtasıyla ailesi, çocukları, annesi ve akrabalarından haber alabilirdi.
Oturup tatlı tatlı çok özeldiği o eski günlerden bahsederlerdi. Onu kader
getirip çıkarmamış mıydı? En kötü durumda, eve gittiğinde onu gördüğünü kimseye
söylememesini tembih ederdi. Çocukluk arkadaşı değiller miydi? On yılı aşkındı
bu şehirdeydi ve ilk defa tanıdık birisiyle karşılaşıyor, aşina bir yüz
görüyordu. O da böyle oldu. Yazık, çok yazık! Sanki bunların hiçbiri
gerçekleşmemişti ve o, bir karabasan görmüştü.
Yanından geçmekte olan orta yaşlı bir
adama saati sordu. Aceleyle yürümekte olan bu kişi, duraksamadan gümüş renkli
cep saatini çıkarıp kapağını açtı ve “Dörde geliyor.” deyip şakırtıyla saatin
kapağını kapatarak yeniden cebine koydu. Kendisi de farkında olmadan “Dörde mi
geliyor, ne kadar var dörde?” diye sordu.
Bir hayli uzaklaşmış olan adam cevap vermeden yürüdü. Onu ya duymamış ya
da cevap verme lüzumu hissetmemişti. Karşıdan gelen genç bir kadına yeniden
saati sordu. Kadın saatine bakmadan “Dörde geliyor.” dedi. Dörde geldiğini biliyorum, peki dörde kaç
var? Aslında kadın saatine bakarak vakti
tam olarak da söyleyebilirdi. Ve normal olanı da böyle yapmasıydı. Bu bir
nezaket kuralıydı, ama o, “Vakti öğrenip de ne yapacaksın?” deyip sinirle
uzaklaştı.
Evet, gerçekten, saatin kaç olduğunun onun
için ne önemi vardı? Yetişecek bir yeri, bir bekleyeni mi vardı? Oysaki bu
dünyada gittiği yol, yaşadığı ömür, harcadığı zaman vb. hepsi boşuna değil
miydi? Öyleyse günün hangi saati olduğunun onun için bir önemi var mıydı? Ama
o, ısrarla, günün hangi saatinde olduğunu öğrenmek, hem de tahmini değil, dakikası
dakikasına tam bir biçimde öğrenmek istiyordu.
Bir defasında, karakolun yanından geçerken
aranmakta olan katillerin duvara asılmış fotoğraflarını görmüştü. Önceleri bu
sokaktan korkup çekinerek geçerdi. Belki de bu yüzden bu listeyi görmemişti.
Yıllar geçip, hayat gözlerinde gerçek anlamını kaybedince bütün bu yaşadıkları
da unutulup gitmişti. Artık hiçbir endişe duymadan bu sokaktan geçip gidiyordu.
Aranmakta olan katillerin duvara asılmış fotoğrafları arasında kendi
fotoğrafını gördüğünde farkında olmadan sevindi. Her şeyi unutarak heyecanla
kendi fotoğrafını seyretmeye başladı. Bu
fotoğrafı ne zaman çektirdiğini hatırlamıyordu. Sanki bu fotoğrafı, kendisinden
habersiz, katil olduğunu ispat etmek için çekmişlerdi. Gözler yerinden fırlayacakmış gibi sinirle
bakmaktadır. Kazınmış saçlarını, yanıp kararmış yüzünü, sinirden gerilmiş
alnındaki düğümü görenler onun bir katil olduğuna asla şüphe duymazlardı. Onun
yanında polis üniformalı bir genç de durup fotoğraflara bakmaktaydı. Bu polisin
aniden yanında dikilmesinden şüpheleniyor ve içinden soğuk bir sızı geçiyor.
Delikanlı, fotoğrafları tek tek inceleyip alttaki yazıları okuduktan sonra sıra
onun fotoğrafına geliyor. Kalbi heyencanla atmaya başlıyor. Bir an kendine hâkim
olamayıp bağıracağını veya koltuk değneklerini bırakıp kaçacağını ve bununla da
her şeyin sonunun geleceğini düşünüyor. Farkında olmadan gözlerini kapatıyor ve
bir hayli geçtikten sonra kendine geliyor. Kendisiyle yan yana durup
fotoğraflara bakan bu sakat adamın yıllardır aranmakta olan azılı bir katil
olduğu genç polisin aklından bile geçmiyor. Sonra polis çekip gidiyor. Üstünden
ağır bir yük götürülmüş gibi rahat bir nefes alıyor ve iyi ki insanlar
birbirinin zihnini, kalbini ve düşüncelerini okuyamıyor, diye seviniyor.
Demek ki onu hâlâ unutmamışlar ve hâlâ
aramaktalar. O ise tamamen unutulduğunu düşünmekteydi. Öyleyse neden buna seviniyordu?
Her an yakalanıp öldürülme tehlikesi hâlâ bulunmaktadır. O ise bunları bildiği
halde seviniyor. Buna da seviniyorduysa demek ki unutulmanın ölümden daha
korkunç olduğunu anlamıştı. Korkarak fotoğrafın altındaki yazıyı okudu. 1938
yılında doğmuştur. Azerbaycanlıdır, simsiyah saçları var. Burnu sivri, boyu
uzundur. Yüzünde ve vücudunda hiçbir yara yoktur. Adam öldürmek suçundan idam
cezasına mahkûm edilmiştir. Azılı bir katildir.
Ağlamaklı olduğundan yazılanların gerisini
okuyamadı ve ağır ağır panodan uzaklaştı.
Ümitlerinin iyice tükendiği bir akşam, eve
mektup yazdı. Ölümden kurtulduğunu, sağ olduğunu ve o zamandan beri uzak bir
şehirde yaşadığını; görenlerin kendisini asla tanıyamayacağı kadar değiştiğini
yazdı. Kaçak hayatı boyunca akla hayale gelmeyecek musibetlere düçar olduğunu,
tramvay altında kalarak bir bacağını kaybettiğini ve artık koltuk değneklerine
yaslanarak gezdiğini, sokaklarda dolaşmaktan bıktığını ve aslında yaşamayıp sadece
ömür tüketmekte olduğunu yazdı. Tek isteğinin doğup büyüdüğü köye dönmek;
ailesini ve çocuklarını gördükten sonra ölmek olduğunu da mektuba ilave
etmişti. İki hafta sonra mektubuna cevap aldığında sevinçten uçacak gibi
olmuştu. Zarfı ceketinin iç cebine koymuştu ve her adım başı düşeceğinden
korkarak eliyle yoklamaktaydı. Şu anda bütün dünyada, onun için bu mektuptan
daha kıymetli bir şey yoktu. Sakin bir köşeye çekilerek mektubu gönlünce okumak
istiyordu. Yine de sakat olduğunu ve koltuk değneklerine olan ihtiyacını unutmuştu. Evinden ve ailesinden
mektup aldığını herkesin bildiğini zannediyordu. Şimdi bu şehirde ondan daha mutlusu
yoktu ve etraftakilerin, koltuk değneklerine yaslanarak neredeyse uçar gibi
yürümekte olan perişan kılıklı bu adamın dert ve acıyla buruşmuş yüzündeki
mutluluğa gıptayla baktığını düşünüyordu.
Denizin kenarında tenha bir yere çekildi.
Titreyen elleriyle zarfı cebinden çıkardı, o tarafına bu tarafına baktı. Karısının
el yazısıyla yazılan adres, ad, soyad ve posta kodu. Bütün vücudunu ateş
sarmıştı.
Karısı ile daha önce hiç mektuplaşmamıştı.
Sadece kızları doğduğunda hastanedeyden karısı ile mektuplaşmıştı. Daha
doğrusu, o, hastaneye götürdüğü yiyeceklerin arasına birkaç satır karalayıp
karısına ulaştırıyordu. Karısı yazdıklarını okuduktan sonra kâğıdın arka
tarafına cevap yazarak görevlilerden birine verir ve boş kaplarla birlikte
kendine gönderirdi. Bu mektupları değerli anı olarak saklıyorlardı. Bazı
akşamlarda, eski günleri hatırlamak için bu mektupları çıkarıp okudukları da
oluyordu. Zarfa baktıkça, karısının, gece çocukları uyuttuktan sonra oturup
mektup yazdığını ve ertesi gün kimseye vermeden kendisinin, ilçe merkezine
giderek bu zarfı postaya verdiğini gözlerinde canlandırıyor ve bu el kadar kâğıt
parçasında karısının parmaklarının sıcaklığını duyuyordu.
Mektubu ne zaman açtığını ve okuyup
bitirdiğini anlayamadı. Karısı evlenip yeni bir yuva kurduğunu ve geçmişi
tamamen unuttuğunu yazıyordu. Ayrıca önceden yaşanan her şeyi çocuklardan
sakladığını ve çocukların yeni kocasını baba olarak tanıdıklarını da
bildiriyordu. En sonda ise bir daha mektup yazmamasını rica ediyordu. Çünkü
geçmişin acı hatıralarını bir daha yadederek şimdiki huzurunu bozmak istemiyordu.
Hayatı boyunca kimseden, bu kadar
soğukkanlılıkla yazılmış bir mektup almamıştı.
Mektupta yazılanlara kesin olarak inanmak için tekar tekrar okudu.
Oysaki okuduklarına asla inanamıyordu. Dikkatle mektubun bir o tarafına bir bu
tarafına bakıyor, satırların arasında kıymetli bir şeyini kaybetmiş gibi
arıyor, ama bulamıyordu. Bu mektuptaki noktalar bile birer kelime olup konuşmaktaydı.
Okuyup bitirdikten sonra uzun süre kendine gelemedi. Bütün hasret ve ümitlerinin,
arzu ve hayallerinin boş olduğunu anlamıştı. Korku ve tedirginlik içinde
yaşadığı bu hayat, kendinden başka kimseye gerekmiyormuş. Demek ki karısının
döktüğü o gözyaşları yalanmış, sahte ve kandırmacaymış. Yıllarca bir yerde
yaşamalarına rağmen onu bir türlü tanıyamamış, nasıl birisi olduğunu
bilememişti. O, ailesi olduğunu söylediğinde ve aile fotoğrafını çıkarıp
gösterdiğinde arkadaşlarının neden kahkahayla gülüp onunla dalga geçtiklerini
de şimdi anlıyordu. Öyleyse nasıl olmuştu da bu acı gerçeği şimdiye kadar
anlayamamıştı?
Böyle olacağını bilseydi asla o cinayeti
işlemezdi. Bu cinayeti işlemesinin sebebi, alçaklığa katlanamaması ve
haysiyetini korumaya çalışmasıydı. Ah, bu haysiyet! Onun uğruna böyle bir
cinayeti işlemeye değer miydi? Neden bir zamanlar haysiyetsiz yaşamayı aklından
bile geçirmeyen bu adam, şimdi onun varlığından bile habersizdi? Neden o
cinayeti işlerken, haysiyetinin rencide olduğunu düşünmüştü? Hem de başka bir
şeyin değil, sırf haysiyetinin rencide olduğunu. Şimdi aradan yıllar geçtikten
sonra bile bir zamanlar kendisini ölüme sürükleyen haysiyetin ne olduğunu
bilmiyordu. Çünkü bu haysiyet denen şeyi kaybedeli uzun yıllar olmuştu.
Kalbinden, varlığından çıkıp giden bu duygunun ne olduğunu bir türlü
hatırlıyamıyordu. Şayet insan haysiyet duygusu olmadan da yaşayabiliyor ve
haysiyetin ne olduğunu tamamen unutabiliyorsa o zaman haysiyet uğruna canından
geçmeye gerek var mıydı?
Kendisi sağ olduğu halde öz yavrularına
başkasının babalık yapmasına nasıl katlanırdı? Karısının onu bırakıp başkasıyla
evlenmesi sadece kocalık haysiyetine değil babalık haysiyetine de dokunuyordu.
Acaba karısı başka biriyle evlendiğinde bunu düşünmüş müydü? Birlikte yaşadıkları
günleri, ikisi arasındaki acı tatlı hatıraları bir an bile hatırlamış mıydı?
Buna inanası gelmiyordu. Hatırlasaydı, böyle yapmazdı. Hiç olmazsa çocuklarının
hatırına bunu yapmazdı.
Babalık hakkını elinden almak ha? Bu gerçeği, bu kan bağını insanın varlığından
ayırmak mümkün müdür? Acaba
çocukları ne yapıyor? Gerçek babalarını hatırlıyorlar mıydı? İdama
gönderildiğinde büyüğü üç yaşında idi. Bu yaştaki çocuk her şeyi unutur muydu?
Karısı, utanmadan çocukların yeni kocasını gerçek baba olarak tanıdığını
yazıyor. Hiç olmazsa, bir anlık bile olsa yabancı bir adamın nasıl gerçek baba
olabileceğini düşünmüyor. Gerçek babanın yapamadığını yabancı bir adamın nasıl
yapacağı aklından bile geçmiyor. Hayır, bu yaşananlara inanamıyor. Çocukları
üvey babalarını belki de gerçek babaları olarak biliyorlardı. O adam iyi bir
insan olabilirdi ama gerçek babanın yerini tutamazdı ki. Çocukları başkasını
gerçek baba olarak değil, ancak üvey baba gibi sevebilirlerdi.
Şimdi bütün bunları düşünmenin bir anlamı
var mıydı? Her şey olup bittikten sonra ne derse desin bir faydası olmayacaktı.
Bundan sonra bu konulara kafa yorması boşunaydı. İşte böyle! Yasalardan kaçması
da boşunaymış meğer. Hakettiği cezayı almıştı oysaki. İdam cezası tam da ona
göre bir ceza imiş. Keşke hiç kaçmasaydı. Olayların böyle gelişeceğini nereden
bilebilirdi? Kaderin amansız oyunundan yenik çıkacağını hiç hesap etmemişti.
Meğer her şey kaza ve kadere bağlıymış. Alın yazısından kaçmak akıl kârı
değilmiş. O ise yaşayıp sonucunu görmeden bu gerçeğe inanmamıştı. Sürekli
karşısına çıkan engellerden bir ders almamıştı. Gittiği yolun yanlışlığını,
insanlardan ve kurallardan kaçıp kurtulmanın imkânsızlığını anlayamamıştı.
Bunları şimdi idrak ediyordu. Keşke ta başından beri kaderine boyun eğseydi. Ne
olursa olsun kadere teslim olmak en iyisiymiş. Kader, insanı istediği gibi
yönetip gereken mecraya doğru sürükleyecekti. Yoksa bütün çabalar, bütün
karşıkoymalar faydasızdı.
Mektup, onun zihnindeki her şeyi alt üst
etmişti. Hayallerindeki mavi dumanlar içinde süslediği o uzak geçmişi, şu anda
öğrenmiş olduğu bu gerçeklerden sonra bütün varlığından koparak
uzaklaşmaktaydı. İçinde, onu bu dünyaya bağlayan her şeye karşı bir lakaytlık,
bir soğukluk yeşermekteydi.
Bundan sonra kime ve neye inanacaktı? Ve
ne için inanacaktı? Aldığı bu mektupla bütün ümitleri yerle bir olmuştu. Kendi
akılsızlığına ve saflığına hayret ediyordu. Bu mektubu okuyuncaya kadar
kalbinde karısının sadakatinden zerre kadar şüphe etmemiş, aksine onun,
dünyanın en vefalı kadını olduğuna inanmıştı. Bu konuda biraz bile şüphesi
olsaydı şimdi bu haber onu bu kadar sarsmazdı.
Her şeyini kaybeden bir adamı daha nelerin
beklediğini bilmiyormuş. Acaba başına bundan sonra neler gelecekti? Başka
kaybedecek bir şeyi daha var mıydı? İdam cezasına çarptırıldığı zaman her şeyini
kaybettiğini düşünüyordu. Meğer her şeyini daha sonra kaybedecekmiş.
Özgürlüğünün kısıtlanmasıyla her şey bitmiyormuş. Nasıl oldu da bunu o zaman düşünemedi? Dünya,
onun düşündüğü kadar basit değilmiş, aksine aklına getiremeyeceği kadar zor ve
girift imiş. Olanları ve olacakları anlayıp ibret almak herkesin harcı
değilmiş. Parıltısı göz kamaştıran gerçekler bile insanı kör edebilirmiş, aman
Allahım!
Ailesine mektup yazmasaydı, belki de
ümitlerine sığınarak iyi kötü yaşayıp gidecek, her şeyden habersiz, ömrünü
tamamlayacaktı. Keşke bu ihtimali de düşünseydi. O mektubu yazmamamış olsaydı
hiç olmazsa tatlı hayallere daldığı zamanlarda bile olsa mutlu olacaktı. Şimdi,
o hayallerin verdiği mutluluktan bile mahrumdu. Ve aslında artık her şeyini
kaybetmişti.
Aslında bu mektubu yazmak istemiyordu. Çünkü
yıllarca her türlü zillete katlanmış ve günün birinde bunların hepsinin son
bulacağını ümit ederek beklemişti. Olayların böyle gelişeceğini aklına bile
getirmemişti. Şimdi, çocuklarının annesi olan bu kadınla onu bağlayan herhangi
bir bağın olmadığına inanamıyordu. Acaba telefon açarak karısıyla konuşsa mıydı?
Hiç olmazsa sesini duysaydı? Ses her şeyi ifade ederdi aslında. İnsanın
söyleyemediği veya söylemek istemediği birçok şey, sesten anlaşılırdı. Ses,
insanın içindeki her şeyi açık bir şekilde ifade ederdi. Belki de karısı hiç
onunla konuşmak istemeyecekti. Belki telefonu başkasına, belki de kocasına
açtıracaktı? Veya hiç telefona cevap veren olmayacaktı? O zaman söylemek istediği
sözler de ebediyen içinde kalacaktı. Kimse onu duymayacak, duymak
istemeyecekti. Öyleyse ne yapabilirdi?
Bu kadarı da olamazdı. Mektubuna cevap yazmışsa mutlaka telefona da
çıkardı. Telefona çıkar ve mektupta anlatmaya çalıştıklarını telefonda bir daha
yenilerdi. O zaman, hiç olmazsa ses tonundan karısının bu sözleri gerçekten mi
yoksa öylesine mi söylediğini anlardı. Anlardı ve ona göre teselli bulurdu. Başka
birisiyle evlenmesine rağmen karısının kendisini unutamadığını ve onunla
birlikte geçirdiği yılları ömrünün en mutlu günleri olarak hatırladığını
düşünüp teselli bulacaktı. Başka türlü olamazdı. Bu düşündüklerini, karısı
mektuba yazmamıştı, telefonla konuşurlarsa belki yine de itiraf etmeyecekti.
Ama ses tonu, sesinin titremesi her şeyi ortaya çıkaracaktı. Başka türlü
düşünmeyi karısı, aklına bile getiremezdi, buna bütün kalbiyle inanmaktaydı.
Hem
karısı onu nasıl unutabilirdi ki? İki tane çocukları vardı. Çocukların yüzünde
ve bütün hareketlerinde, her şeylerinde babalarından bir iz bulunmuyor
muydu? Hem karısı defalarca kızların
ikisinin de babalarına çektiklerini, gözlerindeki benzerliğin ise çok şaşırtıcı
olduğunu söylememiş miydi? Bu sözler doğru idiyse çocukların bütün hal ve
hareketleri, konuşup gülmeleri, her an her dakika karısını geçmişe götürmeyecek
miydi? Belki de her gece, yeni kocasıyla aynı yastığa baş koyduğunda kendisiyle
birlikte geçirdikleri geceleri, ilk gençliğinde yaşadıklarını hatırlıyor ve
geceler boyunca kocasının koynunda yatarken onu, yani ilk kocasını özleyip onun
hayaliyle uyuyordur. Keşke bir defa bile olsa karısını görebileseydi, hiçbir
şey konuşmadan yüz yüze dursalardı. O zaman onun yüzündeki ifadelerden her şeyi
anlardı. Hayır, o karısının bu mektupta yazdıklarının hepsine inanamıyor ve
gözlerinin önünde bir sahne canlanıyordu:
Perde açılır açılmaz büyük, orta halli bir
oda görünüyor. Akşam vakti bir hayli geçmiştir. Odanın baş tarafındaki
televizyonda çok da ilgi çekmeyen bir program gösterilmektedir. İki kız çocuğu,
pencerenin önünde oturup ders çalışmaktadır. Karısı ise divanda oturmuş, bir
şeyler dikiyor. Kocası ondan biraz ileride oturmuş televizyon seyretmektedir.
Huzursuzluğu, televizyona bakmasına rağmen fikrinin başka yerde olduğu
hissolunmaktadır.
Koca (Sinirle)
– Bugün neredeydin?
Karısı (Başını
kaldırmadan) – Bu ne biçim bir soru? Sen nereye gittiğimi bilmiyor muydun?
Sana doktora gittiğimi söyle…
Koca – Zaten ben de bu yüzden soruyorum
ya! Sen bugün doktora gitmedin.
Karısı (İrkiliyor
ve hemen kendini toplamaya çalışıyor) – Nasıl yani doktora gitmedim. Bunu
sana kim söyledi?
Koca – Sen, benden bir şey saklamanın
mümkün olmadığını bilmiyor musun?
Karısı – (Ne yapacağını bilemiyor, şaşkınlıkla) – Anlamıyorum, sen neden
bahsediyorsun?
Koca (Yüksek
sesle) – Numara yapmayı bırak!
Karısı (Sinirlenerek)
– Ne biçim konuşuyorsun? (Dışarı çıkmak
ister, ama kocası onun önünü keser.)
Koca – Nereye gidiyorsun? Kaçmakla
kurtulacağını mı zannediyorsun? Söyle
bakalım, ondan mektup aldığını neden bana söylemedin?
Karısı (Susuyor).
Koca – Bu da yetmezmiş gibi cevap bile
yazmışsın. Doktora gidiyorum, diye beni kandırarak şehre gidiyordun. Sanki ben
şehre neden gittiğini bilmiyor muyum? Ondan mektup aldığını kimsenin bilmesini
istemediğinden zarfı postaya kendin vermek istedin. Onun sırrını kapatmak
istiyorsun.
Karısı (Biraz
sakinleşerek) – Sen benim ona ne yazdığımı biliyor musun?
Koca – Önemli olan senin ona hangi cevabı
verdiğin değil. Bunu sen de biliyorsun. Önemli olan senin benden bir şeyleri
saklamandır. Hem de benden bir şey saklamanın zor olduğunu bildiğin halde.
Karısı – Sen hiçbir şeyi anlamıyorsun.
Üstelik anlamak da istemiyorsun.
Koca – Benim neyi anlamam gerekiyor? Aynı
yastığa baş koyuduğum karım, benim ekmeğimi yediği halde bana ihanet
edebiliyorsa, benim anlamak istemediğim şey nedir o zaman?
Karısı – Ben hiçbir zaman sana ihanet
etmedim.
Koca– (Sinirle
köpürüyor) – Peki, bu yaptığın nedir öyleyse? Karısı – Lütfen, bir daha
benimle böyle konuşma. Biz evlendiğimizde sen benim kocamın sağ olduğunu
biliyordun.
Koca – Sağ olsa da farketmez, ölü olsa da.
Kurşunlanarak idam cezası alan kimse kaçsa bile ortaya çıkamazdı. Bu da yaşarken ölmek gibi bir şeydi.
Karısı – O, ölmedi, hâlâ hayattadır.
Koca (Karısının
sol yanağına tokat atarak) – Kahpe!
Karısı (Sarsılarak
dişlerini sıkıyor) – Ben sana bunu asla söylemedim. Hiç söylemeyi de
düşünmemiştim. Hiçbir zaman sana saygıda kusur etmedim. Derdimi içime atmaya çalıştım.
Ama şimdi, sen kendin beni buna zorladın. Sen onun bir tırnağı bile olamazsın,
Tu senin yüzüne! (Çıkıyor).
Perde
iniyor.
Bu olayın nasıl sonuçlanacağını hayalinde
canlandırmaya çalışıyordu. Eğer o, iyi tanıdığı ve ayrılmak zorunda kaldığı
karısı idiyse bu tartışmadan sonra çocuklarını da alarak bu evi terketmesi
gerekirdi.
Mektubu bir daha okudu. Sayfanın
sonlarında, tek cümle ile annesinin öldüğü yazılmıştı. Bu cümleyle kendi
yalnızlığını ve kimsesizliğini hissetti. Nasıl olmuştu da bu kara haber
gözlerinden kaçmıştı. Annesini düşünürken onun, gece gündüz pencere karşısında
oturup yollara baktığını hayal ederdi. Bundan sonra, onun nefesi köydeki yüzü
kıbleye dönük evlerinin duvarlarına değmeyecek, pencere önündeki küçük minderde
oturduğu yer, ebediyen boş kalacaktı. Keşke annesi bütün bu dehşetli olaylar
gerçekleşmeden önce ölmüş olsaydı. Hiç olmazsa onun yaşadıklarından haberi olmadan
daha rahat, bu kadar dert ve kederle göçmezdi. Belki de erken ölüm onun için
evlat acısı çekmekten daha hafif olurdu. Gençken kaybettiği büyük oğlunun acısı
yetmezmiş gibi ikincinin derdi de eklenmiş oldu. Sanki evlat doğurmadı da
kendine dert, bela doğurdu.
Ölmeden önce
belki de günlerce yatağında kıvranmıştır. Gece gündüz yakın uzak kimselerin,
kapısını açıp kendisini ziyaret edeceğini beklemiştir. Her sese, her kapı
tıkırtısına irkilip kulak kesilip bakmış, heyecanlanmıştır. Belki de kapısına kadar ulaşıp gerisi
gelmeyen adım sesleri arasında oğlunun adım seslerini hayal etmiştir. Kim
bilir, susuzluktan boğazı kuruduğunda bir yudum su bile veren olmamıştır.
Belki de aç ve susuz bir şekilde son nefesini vermiştir, zavallı kadın. Karısı, annesinin ölümünü bu kadar
soğukkanlılıkla yazdığına göre onun yanına gitmediği anlaşılmaktadır. Belki de
kocasından çekinerek defnine bile gitmemiştir.
Sen şu kadere bak, annesinin defnine bile
gidemedi. Her şey bir yana, öldüğünü bile zamanında öğrenemedi. Belki de
ağlayıp gözyaşı döktüğü, mezarda bile olsa kadıncağıza malum olurdu. Belki o zaman mezarında bile olsa annesi,
oğlunun hayatta olduğunu ve kendisi için ağlayıp yasını tuttuğunu hissederdi.
Annesinin mezarını bile görmedi ve muhtemelen bundan sonra da
göremeyecekti.
Acaba annesini kimler defnetmişti?
Kimlerin omzunda mezarlığa götürülmüş, kimlere yük olmuştu? Zavallının kemikleri
kıyamete kadar sızlayacak, çürüyüp toprağa karışıncaya kadar ızdırap çekecekti.
Bu dert, şimdi onu diğer sıkıntılarından daha fazla acıtıyordu. Çünkü annesini
defnetmek onun evlatlık borcuydu ve bu borç, yegâne evladı olarak da onun
omuzlarındaydı. Şimdi, annesinin
yabancıların omzunda, yabancıların elleriyle mezarlığa götürüldüğünü düşündükçe
delirecek gibi oluyordu.
Annesi, günün birinde oğlu geri dönerse mezar
taşına dokunarak döndüğünü bildirmesini, aksi takdirde mezarında rahat
uyuyamayacağını söyleyerek vasiyet etmişti. Acaba annesi neden bu vasiyeti
etmişti? Oğlunun, kurşunlanarak idama
mahkûm edildiğini ve bu cezadan da şimdiye kadar kimsenin kurtulmadığını
bilmiyor muydu? Belki de kadıncağızın içine bir şeyler doğduğu için böyle bir
vasiyette bulunmuştu. Yoksa neden böyle vasiyet etmiş olabilirdi? Demek ki
ölüme inanmak için her şeyi gözlerinle görmek gerekir. Ölüm göz önünde
gerçekleşmeli, ölen kişinin kabri, son yatacak yeri olmalıdır. O ise bunlardan
mahrum idi, çünkü kurşunlanarak idam cezasına mahkûm olmuştu.
Keşke hayatta olduğunu daha önce yazsaydı
da zavallı kadın dünyadan göçerken bari oğlunun sağ olduğunu bilseydi. Oğlundan
mektup almış olsaydı, belki de bir süre daha yaşayacak ve ömürden biraz daha
zaman dileyip oğlunun yolunu bekleyecekti. Ömür denen şey öyle süratle geçmişti
ki insan, yaşlanıp öleceğini aklından bile geçirememişti. İşte böyle! Annesi
onun, yani sevdiği oğlunun ölümüne inanmadan dünyadan göçmüştü. Üstelik
inanmadığını ispat etmek için böyle bir vasiyette bulunmuştu. Ama…Ama o
annesinin bu vasiyetini hiçbir zaman yerine getiremeyecekti. Bu dehşetli düşünceyi
zihninden uzaklaştırmaya çalışsa da içinde kendisinin de bilmediği bir ses, onu
bu hükme inandırmak istiyordu.
O, mezarlıkta gece gündüz oğlunun hasreti
ile annesinin eriyip çürümeye direnen kemiklerini gözlerinde canlandırdı.
Annesi yüzünü yaş toprağa yaslayarak ayak sesleri arasından oğlunun tanıdık
adımlarını seçmeye çalışıyordu. Fakat ayak sesleri onun mezarına yaklaşmadan
geçip giderdi. Zamanla kabir taşını saran yeşil yosunlar büyüyüp yükselir,
annesi ise gittikçe ümidini kaybetmeye başlardı. Yeşil yosunlar annesinin ad
soyad, doğum ve ölüm tarihinin yazılmış olduğu levhayı de kapatırdı. Yıllar
böylece geçerdi. Mezarın toprağında otlar yeşerip solardı. Bu mektupta,
dünyanın çekilmekle bitip tükenmeyecek yükleri saklıydı.
Deniz kenarına indi, koltuk değneklerini
yan yana bir tarafa koyarak hergün oturduğu taşın üstüne çöktü. Martılar
sahilden uzaklaşmıştı ve uzakta nokta gibi görünmektelerdi. Köprü çok da
kalabalık değildi. Sahilden bir hayli uzakta, bilinmeyen bir yük gemisi demir
atmıştı ve onun dışında denizde başka bir hareketlilik yoktu.
Sular yavaş yavaş dalgalanıyor, deniz
âdeta nefes alıyordu. O, nefes alan denizin sesinden, küçük, narin dalgaların
fısıltısından ve uzakta bir nokta gibi beliren martıların ötüşlerinden başka
bir şey duymuyordu. Denize ağır ağır karanlık çökmekteydi. Biraz sonra sahil,
deniz, martılar ve sulara demir atmış olan bu yalnız gemi bile karanlığın
arasında kaybolacaktı. Gözlerini, gittikçe daha da kararan sulara dikip duruyor
ve kalkıp hiçbir yere gitmek istemiyordu. Demek ki böyle olacakmış!
Ah, neden sahile inenler dünyanın
sonsuzluğunu bu kadar derinden hissediyordu? Neden dünyayı kaplayan suyun bir
sınırı, nihayeti yoktu? Neden şu anda durduğu sahilin kara ile su arasındaki yegâne
sınır olup buradan ötesinin tamamen suyla çevrildiğini düşünmektedir? Neden
deniz tesellilere fırsat vermiyordu? Karanlık sularda yanıp sönen deniz
fenerleri, neden gözlerini bu ışıklardan ayıramıyordu? Sanki bütün kaderi, ümit
ve tesellileri denizin koynunda yanıp sönmekte olan bu ışıklardaydı. Ve bu
ışıklar olmasaydı kim bilir daha neler olacaktı? İşte böyle! Kalbindeki o
sıcak, ışıklı ümitlerin denizdeki uzak pırıltılar gibi sönüp gideceğine inanmak
istemiyor. Denize karanlık çöküyor.
Aniden vücudunda, damarlarında o soğuk,
amansız bakışların sızısını duydu ve sanki hemen görünmez bir el, onu geri
çevirdi. Göyüşov! Sırtına yeni, yolculuk kıyafetine benzeyen bir elbise
giyinmiş, koyu siyah renkli bir gözlük takmıştı. Gözlerinde öyle korkunç bir
pırıltı vardı ki simsiyah gözlük camlarının arkasından bile farkediliyordu. Hiç
ara vermeden sigarasını tüttürüyordu. Aman Allahım, kılık kıyafetini, dış
görünüşünü tamamen değiştirmiş olan bu adamı nasıl tanıyabilmişti? Şimdiye
kadar onu asla yanıltmayan duyguları bu gölgeye karşı bu kadar hassas idiyse
kendisini bekleyen tehlikenin çok da uzakta olduğu söylenemezdi. Peki, neden
yolculuk kıyafeti giymişti? Belki de bu giyimle onu kandırıp oyalamak istiyordur.
Belki de hiç onun peşinde değildir, tamamen çekip gitmek için gara gelmiştir. Böyle
olsaydı, ondan tamamen canını kurtarıp rahatlardı. Daha ne zamana kadar korku
ve telaş içinde yaşayacaktı? Artık bıkıp
usanmıştı. Hayır, yolculuk kıyafeti giydiyse şühesiz çekip gidecekti. Ama kuytu
bir köşeye çekilip onu izlemesi gerekiyordu. Gemiye binip gittiğini kendi
gözleriyle görmeden rahat edemeyecekti. Gölgenin ortaya çıkmasıyla bütün düşünce
ve hayallerinin donakalması ve ne yapacağına bir türlü karar verememesi onu çok
korkutuyordu. Siyah gözlüklerinin arkasındaki gözlerin soğuk pırıltısında,
insanın hafızasını dumanlandırıp hareketlerini kısıtlayan ve varlığını unutturan
bilinmeyen bir sır, bir tılsım vardı. Bu bakışların kendine yöneldiğini hissedince
bir anafordaymış gibi olduğu yerde dönüp duruyor, kaçıp kurtulacak gücü
kendinde bulamıyordu. İliklerine kadar işleyen bakışların soğukluğundan
kurtulmak için bağırıp feryat etmek istiyordu ama bunun bir faydasının
olmayacağını, kimsenin yardımına koşmayacağını anlıyordu.
Bazen gölge, bakışlarını ondan çekerek
başka bir tarafa baktığında, bunu hemen hissediyor ve gücü kuvveti yerine
geliyordu. Onu şaşırtan, sadece gölgenin
yolculuk kıyafetinde olması değil, hem de geminin yola çıkacağı vakti gösteren
levhayı takip etmesiydi. Hayır, gerçekten de çekip gideceğe benziyor, başka
türlü olacak gibi değil. Baksana nasıl da gözlerini tabelaya dikip bakıyor.
Şükürler olsun sana, ya Rabbim! Kendi
tesellisiyle avunamadan, gölgenin kendine doğru geldiğini hissetti. İçindeki ani
dalganın etkisiyle kemikleri sızladı ve ne zaman yerinden kalkıp kalabalığa
karıştığını bilemedi. İyi ki gar kalabalıktı, hemen izdihama karıştı. Şimdi, bu
kalabalığı fırsat bilip kaçmak gerekirdi. Kalabalık dağıldıktan sonra kaçması
zor olur, arka sokakların birinde önüne çıkarak işini bitirirdi.
Eliyle cebini yokladı, bıçak yerindeydi.
Biraz rahatladı. Bıçağın cebinde olması ona teselli verdi. Hiç olmazsa zor
durumda işine yarar, bununla kendini savunurdu. Başını aşağı dikip meşgulmüş
gibi görünse de sabredemiyor, gizlice gözlerini kaldırıp soğuk bakışların
kendisine baktığı tarafı seyrediyordu. Gölge, az önceki yerinden uzaklaşarak
bir yerlere çekilmişti. Ama vücudunda dolaşan soğuk bakışlardan çok da
uzaklaşmayıp yakınlarda bir yerlerde olduğunu hissediyordu. Kargaşanın orta yerinde
olduğu için kendini teselli etse de yerinde duramıyordu. Sanki bilinmeyen bir
güç, onu içinden iterek buradan uzaklaştırmak istiyordu. İnsanları iterek bir
anda köşeyi dönüp bütün gücüyle koşmaya başladı. Sanki gölgeden kaçmak için
değil de kendine yetişmek için kendi peşinden koşuyordu. Vücuduna öyle bir güç hâkimdi
ki sanki yürümüyor, uçuyordu. Sanki yürürken birileri ayağından tutup aşağı,
toprağın altına doğru çekiyordu. Koştukça ayaklarına sarılan görünmez ellerin
ağırlığını hissediyordu.
Bir köşeyi geçti, sonra bir köşe daha
geride kaldı. Karşıdaki durağa yetişip durdu ve aceleyle çizgi boyunca sağa
sola göz gezdirdi. Yaklaşmakta olan tramvayı gördüğünde rahatladı. O, buraya
yetişinceye kadar iki dakika, belki de biraz fazla bir zamanı vardı. Bu kadar
zamanda gölgenin gelip kendisine yetişeceğine inanmıyor, geri dönüp bakmaya da
cesaret edemiyordu. Ama sırtını yakan o soğuk bakışları hissediyordu.
İki dakika, ona iki yıl kadar uzun geldi.
Kapı açılır açılmaz içeri girdi. Şu tramvayın kapısı hemen kapanıverse! Ah, ne
kadar da uzun sürdü! Gelip yetişmese iyidir!
Kapı ağır ağır kapandı, oturmaya fırsat
bulamadan tramvay hareket etti. Düşmemek için koltuk değneğini bırakarak sırtı
kendine dönük durmakta olan kadının belini kucakladı. Kadın hemen geri dönerek
nefretle onun elini ittirdiyse de bir şey demedi, insanları yararak ilerledi.
Zar zor arka koltuğa geçerek her zamanki yerine oturdu. Tramvayın camları
buharlandığından dışarısı görünmüyordu. Buğulu camlara çocuk parmaklarıyla
çeşitli şeyler yazılmış, kuş ve hayvan resimleri çizilmişti.
Bir zamanlar, içip sarhoş olduğunda, eski
hatıralarının anısıyla ısınmak için tramvaya biner, şimdiki koltuğuna oturarak
saatler boyunca şehri dolaşırdı. Bacağı kesildikten sonra ne zaman bir tramvay
görse tüyleri diken diken oluyordu. O dehşetli olayı hatırlamamak için mümkün
oldukça tramvaydan uzak dururdu. Trmvaya binmeye devam ederse günün birinde sağ
bacağını da feda edeceği ve tamamen kötürüm olacağı içine doğmuştu. Şimdiyse
gölgeyi görür görmez kaçıp durağa yetişmiş ve korkusunu unutarak tramvaya
binmişti. Sırtını koltuğun yumuşak yerine
yaslamıştı. Sabahtan beri soğukta durduğundan titreyen vücudu içerideki
ılık havanın etkisiyle gevşiyor ve bütün üşümesi geçip gidiyordu. Gittikçe
hafiflediğini hissediyor ve yorgunlukla birlikte vücudunu bir mahmurluk
sarıyordu.
Tramvay, gittikçe hızını artırıyordu.
Raylara sürten tekerlek tıkırtısından başka bir ses duyulmuyordu. Bindiği
sırada tramvayda olanların hepsi inmiş, içeride bir tek o kalmıştı. Bir anda,
tramvayda yalnızken çok huzursuz olduğunu farketti. Muhtemelen sürücü de ona
dikkat etmemişti, yoksa kim olduğunu kılık kıyafetine bakarak anlar ve hemen
tramvayı durdurup zorla indirirdi. Ama tramvay duraklara, duraklarda artmakta
olan yolculara aldırmadan çekip gitmekteydi. Yolun iki tarafındaki manzaraların
hiçbiri ona tanıdık değildi. Bu taraflara bir defa bile gelmemişti. Bir az önce
sürücünün onu zorla indireceğinden korkuyordu, şimdi de tramvayın nereye
gitttiğini bilmediği için korkuyor ve aklına bin bir türlü düşünce geliyordu.
Aniden ayağa kalkarak ilerideki durakların birinde tramvayı durdurup inmek için
kapıya yaklaştı. Ve durağa yaklaştığında yavaşça şoför kabininin kapısını
tıklattı. Ama içeride yolcu olduğunu tamamen unutmuş gibi sürücü hiç ona
bakmadı. Cama bir daha, bir daha vurdu, ama hiçbir şey değişmedi. Sonra cebinden
çıkardığı bozuk parayla kabinin camına vurarak “Dur, dur!” diye bağırmaya
başladı.
Tramvay hızını daha da artırmıştı. O ise
ara vermeden bağırıyordu:
– Dur diyorum sana, dur! Birden sürücünün
yüzünü gördü.
Göyüşov! Aman Allahım!
O idi, ta kendisiydi.
Sanki damarlarında kanı donmuştu.
Tramvay ise önceki hızıyla ilerlemekteydi.
Şimdi kendini nasıl kuraracaktı? Buradan kaçıp kurtulmasına ümit var mıydı?
Allah’a tevekkül ederek pencereden atlasa mıydı? Hayır, hayır, buradan sağ
salim kurtulmayı ümit etmek bile akılsızca bir işti. Peki, o zaman ne yapacak?
Böyle durup beklemekle de eline bir şey geçmeyecekti. Zaman geçmektedir,
beklemeye gelmez. Aniden dikiz aynasında Göyüşov’la göz göze geldi.
– Aman Allahım!
Kendi sesiyle irkilip uyandı. Bindiğinden
beri tramvayın arka koltuğunda yığılıp kalmıştı. Bütün gün boyunca garda
dolaşmaktan soğuyup donmuş vücudu içerideki sıcak havanın etkisiyle rehavete
kapılmış ve kendisi de farkında olmadan uyumuştu. Etrafındakiler şaşkınlıkla
kendisini seyrediyorlardı. O ise bağırdığı için kendine yönelen bakışları,
etrafındakileri görmüyordu. Bu şehir, yıllardır etraftakilerin kendisine dikilen
bakışlarına onu alıştırmıştı. Gördüğü rüyanın etkisiyle bütün vücudu titriyor,
kendini bir türlü toparlayamıyordu.
Kendine
gelir gelmez yeniden limana dönmeyi düşündü. Bir yerlerde oyalanırken, yıllardan
beri beklediği kişinin gemiden inerek kendisini arayıp bulamadan geri
döneceğinden korkuyordu. Sabahtan beri epey zaman geçmiş, muhtemelen gölge de
artık çekip gitmişti.
Acaba
neden o gölgeden bu kadar korkuyordu? Oysaki ölüm hükmü verildiğinde bile bu
kadar endişelenmemişti. Belki de gölge, limana onu takip etmek için gelmemişti.
Giyim kuşamından yolculuğa çıkan birisine benzemiyor muydu? Peki, öyleyse neden
insanların arasında dikkatlice
kendine doğru yürüyordu? Neden bu mevsimde gözlerine koyu siyah camlı güneş
gözlüğü takmıştı? Onu neden takip ediyordu? Belki de onu şaşırtmak istiyordu?
Belki de yolculuğa çıkmadan önce onunla yüzleşmek, her şeye son vererek
ayrılmak istiyordu? Şayet çekinip saklanmadan ona doğru gelseydi belki de
farkında olmadan bu tarafa doğru yürüdüğünü düşünürdü. Ama gölge, çok
uzaktayken bile bu tarafı gözetliyor, onun hareketlerini izliyordu. Kendisine
doğru gelirken bile kalabalıkta farkedilmemeye, kimseye görünmemeye
çalışıyordu. Gölgenin bu muamma dolu gelişi nasıl açıklanabilirdi? Hayır, her durumda,
limana dönmesi gerekecekti. Ne olursa olsun yine de limanda oturup bekleyecek
ve gidip gelen gemileri takip edecekti.
Limana yakın durakların birinde tramvaydan
indi. Biraz daha toparlanmasına rağmen hâlâ gördüğü rüyanın etkisindeydi.
Bilmediği bir şeyler, yürüyüp hareket etmesine engel oluyordu. Limanda yeniden Göyüşov’la
karşılaşmaktan ve az önce rüyasında gördüğü sahnenin bu sefer gerçekleşmesinden
korkuyordu.
Belki de bu heyecan ve telaşı boşunaydı,
gözleri onu şaşırtıyordu. Gölge gibi arkasından takip eden Göyüşov değil, tanımadığı,
tamamen yabancı birisi idi. Ama hayır, bu olamazdı. Üstüne hangi kıyafeti
giyinirse giyinsin, gözüne hangi gözlüğü takarsa taksın bin kişinin arasında
bile olsa onu tanırdı. Hem onu kendi eliyle öldürmemiş miydi? Yarasından akan
kanın yerdeki kolundan biraz ötede küçük bir gölcük oluşturduğunu hâlâ
hatırlamaktaydı. Hatta kanın mide bulandırıcı kokusunu şimdi bile hatırlıyordu.
Her defasında o olayı hatırlar hatırlamaz bu kan kokusunu hisseder, ödü ağzına
gelirdi. İş böyle olunca onun ölüp ölmediği konusunda şüpheye yer
kalmıyordu. Aldığı o yaradan sonra
ölmeyip sağ kalsaydı zaten bunu sonraki günlerde, özellikle de mahkeme
sürecindeyken bilirdi. Mahkeme sırasında onun bir insanı öldürüğünü, en ince
ayrıntısına kadar defalarca tasvir ettiklerini kesin olarak hatırlamaktaydı.
Zaten Göyüşov ölmeseydi o, asla bu kadar ağır bir cezaya mahkûm edilmezdi. En
fazla on beş yıl hapis cezası verirlerdi. Kurşunlanarak idam cezası kolay kolay
verilmez. Ortada gerçekleşen bir ölüm olmasaydı kurşunlanarak idam cezasına
mahkûm edilmezdi. Bu şüphe ve üzülmeler abesti.
Peki, o zaman bu siyah gölge de neyin
nesiydi? Belki de karabasan görüyordu, gerçekte böyle bir şey yoktu? Mademki
gece gündüz zihni ölümü düşünmekle meşguldü, gölgenin bir karabasan olması da
mümkündü. Peki, ona ölümü hatırlatan neydi? Her şey unutulmamış mıydı? Hafızasında
sürekli döndürerek her şeyi eskitmemiş miydi? Neden sürekli ölümü hatırlıyordu?
Belki ölümle bu gölge arasında bir bağ vardı ve ölümü hatırlamasının sebebi de
bu gölgenin bir anda ortaya çıkmasıydı? Yoksa ölüm zamanı gelmişti ve gölge de
bunun için mi ortaya çıkmıştı? Peki, öyleyse bu korku, bu endişe nedendi?
Çekilen bunca acı ve sarsıntıdan sonra insan ölümden mi korkacaktı?
Az önce düşe kalka, koşuşturarak geldiği
yoldan acele etmeden geri dönüyordu. Yok, hayır, gölgeden kaçarak kurtulamayacaktı.
Gölge sürekli onu izliyor. Hem de öyle dikkatle takip ediyor ki asla ondan
kurtulamıyor. Ne tarafa gitse yerden bitmiş gibi karşısına dikiliyor. Geceleri
rüyalarına girerek sabaha kadar ona acı çektiriyor. Deniz kenarındaki bu limana
kadar gelip çıkacağını aklına bile getiremezdi. Hayır, onun, bu limandan ayrı
yaşaması imkânsızdır. Acaba gölgeyi
öldürse mi? Ah, yine mi ölüm? Amansız, gizemli ölüm! Peki, bu dilenci hayatını
bile ona çok görürlerse o zaman ne yapması gerekecek, yakasını hangi yolla
ondan kurtaracaktı? Tek çare yine ölümdür. Hayal gibi bir saniyede yüz defa yer
değiştiren bu gölgeyi nasıl öldürecekti ve öldürdüğünde her şey bitecek miydi?
Zamanında Göyüşov’u öldürmemiş miydi? İşte, ruhu mu yoksa gölgesi mi her neyse
bu yabancı şehirde sürekli onu izliyordu. Oturup beklemekle bir şey
değişmeyecekti, gölgeden kurtulmak için düşünüp taşınmalı, bir çözüm bulmalıydı.
Ne kadar düşünse de öldürmekten başka bir
çıkış yolu göremiyordu. Sanki kader onu, garezine, sürekli olarak ölüme,
cinayete ve kana sürüklüyordu. Ama öldürmek bu kadar kolay bir iş miydi?
Gölgenin onu takip ettiğini bildiği halde insanların en kalabalık yerinde bunu
gerçekleştirebilecek miydi? Peki, o zaman ne yapması gerekirdi? Acaba gölgeyi
kandırarak tenha bir köşeye götürse, cebindeki bıçakla onu öldürse ve böylece her
şey sona erse.
Limana biraz yaklaşınca durdu. Uzaktan,
limandaki binanın kemerli kümbetini uzun süre gözden geçirdi ve sonra dönüp
ağır ağır gitti. Sabaha kadar sabredip beklemek ve her şeyi son bir kez daha
düşünmek istiyordu.
XIV. Bölüm
Ertesi gün erkenden limanda, her zamanki
yerinde oturmuştu. Akşamdan bıçağın keskinliğini kontrol etmiş, sonra yeniden
beze sarıp pantolonunun arka cebinde saklamıştı. Kararı kesindi. Mutlaka
gölgeyi öldürmesi gerekirdi. Bunu yapmadığı sürece rahat yüzü görmeyecekti.
Çünkü gölge ortaya çıktığından beri bütün zihni yalnız onunla meşguldü, başka
hiçbir şey düşünemiyordu. Hava fırtınalı olduğu için denizde gemi yoktu.
Neredeyse gök kubbeye kadar
yükselen dalgalar, denizin karşı tarafı ile bu tarafı arasında sulardan duvar
örerek yolları kapatmıştı. Kim bilir,
fırtına ne zaman dinecek, sular ne zaman durulup denizin öbür
tarafındaki gemiler sahile yöneleceklerdi?
O gün sabahtan akşama kadar limandan ayrılmadı, ama gölge ortalarda
yoktu. Ertesi gün de yine aynı şekilde oturup bekledi, ama değişen bir şey
olmadı. Sanki gölge onun düşüncelerinden haberdardı ve bu sebeple saklanıyor,
ortalarda görünmüyordu. Sonra günler
birbirini takip etti.
Bir sabah, yine sahilde oturup gözlerini
sulara dikmişti. O gün limanda da acayip bir hareketlilik vardı. Uzun zamandan
beri ara vermeden esmekte olan rüzgâr dinmiş, deniz sakinleşmiş ve gemiler
denize açılmışlardı. Birkaç günden sonra ilk defa gemiler sahile yöneliyordu. Bir
gemi sahile yaklaştıkça hızını azaltıyor, ağır ağır yüzüyordu. Köprüyle sahil
arasında bekleyen insanlar, gittikçe artan bir heyecanla gemiye doğru can atıyorlardı.
Sabredemeyip oturduğu yerden kalktı. Nihayet, gemi köprüye yanaşarak durdu ve
ne zamandan beri kabinlerinden çıkıp güverteye doluşan yolcular sabırsızlıkla
inmeye başladılar. İlerleyerek gemidekileri karşılayan insanlara karıştılar.
Yolcular köprüye çıktıkça tek tek onları gözden geçiriyordu. Yıllardır
beklediği kişiyi kaçırmamak için dikkatle bakıyordu. Bazen, çehresi tanıdık
birine benzeyen yüzleri gördüğünde bir anlığına irkiliyor, ama hemen kendini
toplayarak biraz daha dikkatle yolcuları izlemeye başlıyordu. O, bekledikleri
yolcularla buluşup köprüden uzaklaşan insanların arkasından bakamıyordu.
Sinirleri geriliyor, kalbi, bilinmeyen heyecan verici bir olayın arefesindeymiş
gibi heyecanla çarpıyor, ne olacağını öğrenmek için sabrı yetmiyordu.
İşte, bu da ağır ağır köprüye çıkan son
yolcu. Ve artık gemiyle köprüyü birleştiren
tahta merdivenleri de kaldırıyorlar.
İşte bu kadar. Günlerden beri beklediği bu gemi de böylece gelmiş oldu.
Toparlanıp etrafına baktığında köprüde
kendinden başka kimsenin olmadığını görüyor. Geri dönerek ağır adımlarla
köprüden ayrılıyor. Acaba, daha ne zamana kadar bütün ümitlerini bağlayıp
beklediği bu kişiden haber çıkmayacak? Ne zamana kadar sahilde durup mavi
sulardan imdat bekleyecek? Ne zamana kadar deniz inat edecek, susacak,
susacaktı? Oysaki artık sabredip katlanamıyordu.
Ahşap banklara çökerken insanların
arasındaki gölgeyi hemen farketti ve bir anda içi ürperdi. Aman Allahım, nasıl
oldu da bu kadar karışıklıkta gölgenin varlığını hemen hissetti? Oysaki hiç o
tarafa bakmak bile istememişti. İstemiyorduysa peki neden? Onun varlığını
farkettiği anda damarlarındaki kanın akışı neden hızlandı? Sanki uykudaydı,
birileri sarsarak onu uyandırdı. Kim uyandırdı acaba?
Göyüşov, aynı şekilde insanların arasında
saklanarak, sürekli yer değiştirerek onu izliyordu. Sanki onu oturduğu yerde
tutmak, koltuk değneklerini çalmak için fırsat kolluyordu. Farkında olmadan bir
elini koltuk değneklerine uzattı. Günlerdir düşündüğü her şey zihninde alt üst
olmuştu. Bir şeyleri hatırlamak için zihnini kurcalıyor, ama bu, bir işe yaramıyordu.
Her şey bir tarafa, o kendini, kim olduğunu bile unutmuştu.
Aman Allahım, ona nasıl yaklaşacaktı? Bu kadar insanın
arasındayken bile bu gözlerin soğuk ışığına katlanamazken, bu bakışlarla
karşılaşmaya gücü yeter miydi? Gölgeyi öldürmek, hem de şehrin kalabalık
olmayan bir yerine götürüp öldürmek nasıl da boş bir düşünceymiş. Her şeyi
defalarca ölçüp biçtiği bugünlerde neden bunu düşünememişti? Geçen hafta limandayken
gördüğü giysiler üstündeydi. Gözlerine, yine siyah bir gözlük takmıştı.
Yavaş yavaş ayağa kalktı. Kalkarken yan gözle
gölgeyi izliyor, kendine doğru baktığını veya gelip gelmediğini öğrenmeye
çalışıyordu. Onun ayağa kalkmasıyla birlikte gölge de yerini değiştirdi ve insanların
arasına saklanarak bir yerlere kayboldu.
Hafızası bütün yabancı ses ve düşünceleri karıştırmaktaydı. Kaçmak ve o gözlerin korkunç ışıltısından
saklanmaktan başka hiçbir şey düşünemiyordu. Aceleyle limandaki merdivenleri
tırmanarak yüksek, kemerli binanın bekleme salonuna girdi. İçerisi de dışarısı
gibi kalabalıktı. Bu onu biraz teselli etse de içeride durup bekleyemezdi. O
soğuk ışığı sırtında hissettiği sürece burada duramazdı. Acilen kaçıp bir yerlere
saklanmazsa kalbi parçalanacaktı.
Hızlı adımlarla merdivenlerden indi, limanın
karşısındaki meydana çıktı. Asfalt, gece gündüz çiseleyen yağmurdan
parlamaktaydı. Sabahtan beri bu yağmurun altında oturmasına rağmen
kıyafetlerinin ıslak olduğunu hissetmemişti. Gemiden inen yolcularla
ilgilenirken kendini bile unutmuştu. Yağmurdan ıslanıp kayganlaşan asfaltta
hızla hareket etmekteydi. Geri dönüp bakmaya korkuyordu. Herhangi bir
hareketiyle gölgeyi şüphelendirmek istemiyordu. Böyle yaptığı takdirde kaçıp
gizlenmesinin zor olacağını biliyordu. Limanın karşısındaki geniş asfalt
meydanı geçerek parka girdi. Hem gölgeyi şüphelendirmemek hem de ne tarafa
yöneleceğine karar verebilmek için mümkün olduğu kadar serbest ve emin bir
şekilde hareket etmek istiyordu. Çünkü bu yürüyüşle çok uzaklaşamayacaktı, en
iyisi uygun bir yer bulup saklanmaktı.
Parkı geçtikten sonra tramvay yolu
başlıyordu. Geçen defa burada tramvaya binerek canını güç bela kurtarmıştı.
Şimdiyse şanssızlıktan tramvay da görünmüyordu. Zaman kaybetmemek için yol
boyunca yürümeye başladı. Bu yol, şehrin dışına, yılın bu mevsiminde gidiş
gelişin seyrek olduğu kayalığa götürüyordu. Yol boyunca fırsat bulursa
karşısına çıkan ilk durakta tramvaya biner ve bu şekilde tehlikeyi atlatırdı.
Bunu yapamasa bile her yerini avcunun içi gibi bildiği bu şehrin bir yerine
saklanırdı. Ama bunu yapabilmesi için hızla yürümesi gerekirdi.
Göyüşov’un, peşinden gelmekte olduğunu,
sırtını delip geçen bakışlarından anlıyordu. Bu bakışlar kemiklerini sızlatsa da
gölgeyi şüphelendirmemek için geri dönüp bakmıyordu. Gölgenin de kendisini
açıktan açığa değil, şüphelendirmekten çekindiği için gizlenerek takip ettiğini
hissediyordu.
İşte, parkı da geride bırakıyor. On iki
katlı yüksek binayı geçiyor. Şimdi de tramvay hattı boyunca ilerlemesi
gerekiyor. Bu yol uzundu, ama doğruca şehir kenarına götürürdü ve burada yeni
yapılmış olan bahçede şu anda kimseler olmazdı. Bahçe, sahildeki kayalıklara
kadar uzanıyordu ve denize kadar da her tarafı ağaçlarla doluydu. Oraya kadar
gidebilseydi tehlikeyi atlattığından emin olurdu. Hava sisli olduğundan tramvay
hattının geçtiği yol boyunca kimseler görünmüyordu. Sokakta kimsenin olmaması
onu korkutuyor ve sırtına saplanan soğuk ışığın etkisiyle vücudu sızlıyordu.
Tramvaylar arka arkaya sıralanıp elektrik
kesintisi veya başka bir sebeple hareket etmeden beklemektelerdi. Hava yağmurlu
olduğundan insanlar da tramvayların içinde oturup bekliyorlardı. Son defa,
gölge onu limanda takip ederken de hava böyle sisliydi, o zaman da kaçarak tramvaya binmiş, içerideki sıcak havanın
etkisiyle uyuyakalıp korkunç bir rüya görmüştü. Acaba kendisi de bu tramvaylardan
birine binse ve sürücüye yaklaşarak kapıları kapatmasını rica etseydi. Böylece her
şey çözülmüş olurdu. Tam bunları düşündüğü sırada tramvaylar hareket etmeye
başladı. Koşup yetişmek istedi ama artık çok geçti. Ani olarak dönüp arkasına
baktı. Gölge uzakta, yol kenarındaki direklerin arkasına saklanarak yavaş yavaş
hareket ediyordu. Yolun öbür tarafına geçti.
İçerisinde büyük bir nefret çağlıyordu. Bu
nefret, geçip giden olayları hafızasında tazeliyor, onu, her şeyi yeniden
düşünmeye zorluyordu. Tramvay hattı boyunca gidiyordu. Artık şehrin çok katlı
binaları geride kalmıştı. Yol, alçak, tek katlı müstakil evlerin arasından
geçiyordu. Geri dönüp bakmasa bile gölgenin peşinden geldiğini ve adım adım
kendisini takip ettiğini bütün varlığıyla hissediyordu.
İşte, tramvay, güzergâhı boyunca dolaşarak
geri dönüyor. Bundan sonra yol tükeniyor, burada ev de yoktur. Tramvay yolundan
biraz uzaktaki evlere doğru sarı, dar bir patika uzanmaktadır. Bu patika,
evlerin arasından geçerek deniz sahiline ve çıplak kayaklıklara doğru devam
etmektedir.
Göyüşov’un arkadan geldiğini bütün
varlığıyla hissediyor. Aceleyle patikadan yukarı doğru çıkmaya başlıyor.
Limandan buraya kadarki uzun yolda nefes almadan geldiği için takati
kesilmiştir, kesik bacağı ve eklemleri sızlamaktadır. Ama vücudunda asla
yorgunluk hissetmiyor. Kaçıp bir tarafa saklanmaktan başka bir şey aklına
gelmiyor. Yokuşu tırmanırken ara sıra durup nefes alıyor ve gölgenin arkasından
gelip gelmediğinden emin olmak istiyor. Şimdi sırtını sızlatan soğuk ışıkla
birlikte kimsesizlik de onu korkutmaktadır. Limandaki kalabalıktan koparak bu
tenha yere gelip çıktığına bin kere pişmandır.
İşte, tepenin üstüne vardı. Denizin
sesini, kayalara çarpan dalgaların şırıltısını açıkça duyuyor. Bundan sonra, ta
denize kadar yokuş aşağı hareket etmesi gerekiyor. Tepenin üstünde bir an
durarak gölgenin hâlâ kendini seyrettiğinden emin olduktan sonra patikadan
aşağı doğru inmeye başlıyor ve birkaç adım yürüdükten sonra evler görünmez
oluyor. Koltuk değnekleriyle aşağı doğru inmek zor olduğundan yavaş hareket
ediyor. Ayağı azıcık kayarsa uçurumun dibine yuvarlanacağını ve yuvarlandığı
takdirde buradan sağ kurtulamayacağını biliyor. İyi ki gölge daha uzaktadır, bu
yüzden acele etmeden yavaşça iniyor.
Yokuş boyunca, toprağa saplanmış taşlara
yaslanarak adım adım yürüyor. Yol tehlikeli olsa da korkmuyor. Daha çok
gölgeden korkmaktadır ve yokuş aşağı inerken gölgenin arkadan geldiğini ve o
soğuk gözlerin pırıltısını hissetmiyor. Geri dönerek geldiği yolları yeniden
gözden geçirmeyi, gölgenin kendisini takip edip etmediğini kesinleştirmek
istiyor. Ama birden sırtında o soğuk gözlerin amansız ışığını hissediyor. Gölgenin
tepenin üstünde olduğunu ve onu ürkütmemek için şimdilik aşağı inmeyip biraz
uzaklaşmasını ve uzaktan kendisini daha rahat izlemek istediğini anlıyor. Galiba
o, müsait bir yerde başına dikilmek ve hesap sormak istiyor.
Gölgenin peşinden geldiğini hissedince ona
yeni bir kuvvet geliyor ve hızla tepeden aşağıya iniyor. Aşağı indikçe yokuş
düzleşmeye başlıyor, biraz daha inerse tamamen bitecek ve sahil boyunca devam
eden kayalıklar başlayacaktı. Keşke şehir dışına çıkmasaydı, her zamanki gibi limandaki
kalabalığa karışarak kaybolurdu. Şimdi, şehrin dışında, kimsenin uğramadığı bu
yerde kim ona yardım edecek, kime sığınacaktı? Yokuştan indikçe kendini
toparlamaya ve serinkanlılıkla son anda ne yapacağına karar vermeye
çalışıyordu. Ama sırtına saplanan amansız ışık ona engel oluyor, bir türlü
dikkatini toplayamıyordu. Patikayı kaybettiği için yürümesi zorlaşmıştı. Bacağı
sakat olmasaydı taşlara tutunarak göz açıp kapayıncaya kadar bu sarp yokuştan
inerdi. Ama koltuk değnekleriyle her an düşme tehlikesi yaşayarak neredeyse
emekleyerek yürüyordu. Birden nasıl olduysa toprak, ayaklarının altından kaydı,
düşmemek için hemen koltuk değneklerini bırakarak büyük bir taş parçasına
tutundu. Koltuk değneklerinden biri ayağına takılıp kaldı, öbürü ise ses
çıkararak dere boyunca aşağı doğru yuvarlandı.
Dengesini güç bela koruyarak ayak bastığı
yerin sağlamlığından emin olurken bir insanın nasıl bu kadar bahtsız
olabileceğini düşündü. Neden olacaklardan, alın yazısından kaçıp kurtulmaya can
atıyor? Hemen şimdi kayalıklardan yuvarlanarak mahvolacağını, bir adım
ötesindeki ölümü görmüyor ama kendisini izleyen soğuk bakışların ışığıyla tir
tir titriyor.
Kendine geldikten sonra zar zor deniz
sahiline inerek büyük bir kaya parçasına yaslandı. Artık bir adım bile atmaya
takati kalmamıştı. Ne olursa olsun! Demek ki buraya kadarmış!
Rüzgâr, dalgaları kıyıya sürüklüyor,
kayalara çırparak geri götürüyordu. Ama o, denizin sesini duymuyor, yüzüne
sıçrayan suyun soğukluğunu hissetmiyordu. Sanki deniz kıyısında bulunduğundan
da habersizdi. Gölgenin yokuşu inerek kendine yaklaştığını hissetti. Kayaların
arasında öyle bir yerde durmuştu ki iki adım ötesine varıncaya kadar kimse onu
göremezdi. Nefesini tutarak gölgenin ne
zaman ortaya çıkacağını tahmin etmeye çalışıyordu. Eliyle bıçağını bir daha
kontrol etti. Aslında yolculuk sırasında elini hiç bıçağın üstünden çekmemiş, korku dolu dakikalarında
cebinden çıkararak hazır tutumuştu.
Dönüp arkasına bakmaya ve gölgenin gelip
gelmediğini görmeye cesareti yoktu. Aynen az önce yaptığı gibi sırtını kayaya
yaslayarak elini cebindeki bıçağın üstünden çekmeden gölgenin geleceği tarafı
dinlemekteydi. Ama hiçbir ses yoktu. Kulakları hiçbir sesi, hatta rüzgârın sürükleyerek
kayalara çarptığı dalgaların sesini bile algılamıyordu. Kendini dünyanın havasız bir yerinde hissediyordu. Sanki etrafındaki her
şey, yeryüzü, gökler, aşağısı ve yukarısı, velhasıl her taraf boşluktu. Ne
tarafa dönse karşısında boşluk vardı.
Koltuk değneğini, ani durumlarda savunma
amaçlı kullanabilmek için uygun bir yere yaslamıştı. Dövüşmek zorunda kalırsa
koltuk değneğinden başka bir silahı yoktu. Aslında koltuk değneğinin diğerini
dereye düşürmeseydi durumu daha iyi olurdu. Tek değnekle savaşmak bir yana,
hareket etmesi bile imkânsızdı. Şimdi,
sırtını yaslayıp sığındığı kayalık, bu yüzden daha güvenilir bir yerdi.
Başını kaldırıp baktığında gölgenin, onun
hiç beklemediği bir yerden, karşı taraftan kendisine baktığını gördü. Farkında
olmadan çığlık attı ve kendini kaybederek neredeyse geldiği yoldan geriye doğru
koşmak istedi. Ama az önce yokuştan inerken koltuk değneğinin birini
düşürdüğünü hatırladı ve buradan kaçabilmenin imkânsız olduğunu anladı.
Gölgenin parlayan gözlerinin ışığı siyah
camlı gözlüklerinin arkasından bile onu korkuya düşürüyordu. Sanki gölge, gözleriyle,
gözlerindeki soğuk ve ürkütücü parıltıyla onu esir etmek istiyordu. Bakışlarını
gölgenin gözlerindeki bu ışıktan kaçırmaya çalışıyor, ama yapamıyor, efsunlanmış gibi gözlerin cazibesinden
kurtulamıyordu. Gölgenin ağzını, burnunu ve yüzünü hiç görmüyordu. Sanki
bunların hiçbiri yokmuş gibi sadece gözlerini görüyordu ve bu gözler, Göyüşov’a
mahsustu. Siyah camlar her ne kadar saklasa da o, bunların Göyüşov’un gözleri olduğunu
bütün varlığıyla hissediyordu.
– Neden sürekli beni takip ediyorsun? Kendi
sesine kendisi de şaşırdı, çünkü dili olduğunu ve konuşabildiğini unutmuştu.
Göyüşov:
– Seni öldürmek istiyorum, dedi. Yirmi yıl
sonra duyduğu bu ses, Göyüşov’un ağzından çıkmadı, çünkü Göyüşov’un ağzı yoktu,
gözlüğünün altından siyah, ince bıyıkları kıpırdıyordu.
– Neden? Neden beni öldürmek istiyorsun ki
diye korkuyla sordu ve bütün vücudunun da titremekte olduğunu anladı.
– Çünkü senin ölmen gerekir!
– Neden ölmem gerekiyor ki? Benim ne suçum
var?
– Sen beni öldürdün.
– Ama sen yaşıyorsun…
– Hayır, ben ölüyüm, seni öldürmek için
dirildim. Kurşunlanarak idam edileceğini
sanıyordum, o zaman öteki dünyada sana hesap soracaktım, çok bekledim seni, ama
sen gelmedin. Bu yüzden de dirilip seni öldürmeye geldim.
Ses, Göyüşov’un sesiydi. O, aslında bu
sesi çoktan unutmuştu ve başka zaman olsaydı asla hatırlayamazdı. Ama şimdi
nasıl olduysa hatırladı.
– Ama ben suçlu değilim ki! Neden beni
öldürmek istiyorsun? Bu nasıl bir durumdu? Göyüşov’un gölgesi karşısında nasıl
bu kadar acizleşebiliyordu?
Acaba, nasıl oldu da bu ses onu esir etti?
– Sen mi suçsuzsun? Ne söylediğinin
farkında mısın sen? İyi de suçsuz idiysen, neden sana idam cezası verdiler?
Beni çoktan unuttular. Bu saatten sonra
kurşunlanarak idamı veya başkasını geç artık! Suçum olsaydı çoktan
yakalamışlardı beni. Suçsuz olduğum için özgürüm işte. Acaba neden böyle
ayrıntılı bilgi veriyor ki? Bütün bu sorgu, sual ne içindir? Gereksiz yere
bilgi vermenin anlamı var mıydı?
– Sen buna özgürlük mü diyorsun?
– Tabii ki! Yoksa şüphen mi var?
– Ha-ha-haaa!
Aman Allahım, öyleyse kavuşmaya can
attığı, yolunda ömür tükettiği özgürlük, peki o zaman, o neydi? Belki de ölümü
seçseydi daha şerefli bir ömür yaşamış olurdu. Özgürlük denen şey bu ise, böyle
bir hayat ise neden buna kavuşmaya can atıyordu? İnsanlardan, yasalardan
kaçmak özgürlük müydü? Belki de özgürlükmüş. Ama hayır, hayır! O, ölümden
kaçmıştı, ölüme karşı özgürlüğünü kazanmıştı.
Sinirli bir şekilde:
– Benim ömrümden sana ne? Sen ölüsün, ben
ise diriyim, dedi. Benden uzak dur, yoksa sonu kötü olur.
– Daha ne kadar kötü olabilir ki? Ölümden
daha kötü ne var?
Acaba bu konuşma daha ne kadar sürecekti?
Boşuna zaman harcamasına değer miydi?
– Sen gerçekten Göyüşov musun yoksa bana
mı öyle geliyor? Bu soruyu şüpheden kurtulmak için sormuştu. Yoksa...
– Doğru bildin, Göyüşov’um. Beni
unutmadığını biliyorum, zaten ölünceye kadar da unutamayacaksın.
– Sen benim bütün hayatımı mahv ettim. Ben
seni nasıl unutabilirim?
– Sen kendin ettin, kendin buldun.
– Nasıl yani?
– Öyle işte, bütün hayatını sen kendin
mahvettin, diyorum.
–Aradan bunca zaman geçtikten sonra bile
suçunu kabullenmiyorsun. Seni boş yere öldürmediğimi anlamıyorsun.
– Sen beni öldürmemeliydin.
– Neden? O zaman seni kim öldürmeliydi?
– İlle de senin bu işi yapman
gerekmiyordu. Zaten öldürüleceğimi biliyordum, aynı gün içime bile doğmuştu.
Ama inanmıyordum, özellikle senin beni öldüreceğine inanmıyordum.
– Demek öldürüleceğini biliyordun, öyle
mi?
– Evet, içime doğmuştu.
– Sen bunun ne anlama geldiğini biliyor
musun? Bu, senin gerçekten de suçlu olduğun ve ölmen gerektiği anlamına
geliyor.
– Hayır, yanılıyorsun, bu o anlama
gelmiyor. Sadece, bazı şeylerin önceden insanın içine doğması anlamına geliyor.
Öleceği içine doğar, ama buna inanmaz. Belki
de insan, içine doğan bu ölüm düşüncesine inansa, başının çaresine bakar,
engellemek için bir çözüm bulabilir. Göyüşov’un gölgesi, o kadar yumuşak konuşuyordu ki sanki başka
birisine dönüşmüştü ve katiliyle değil, yakın bir arkadaşıyla konuşuyor
gibiydi. İşin ilginç tarafı konuştukça, yıllardan beri içinde Göyüşov’a karşı
beslediği bütün kin ve nefreti kaybolup gidiyordu. Birden gölge:
– Böyle tatlı tatlı sohbet ettiğime
aldanma, seni öldüreceğim, dedi. Uzun zamandır seni öldürmek için fırsat
kolluyorum. Her defasında da bir şekilde elimden kurtuluyorsun, ama artık bıçak
kemiğe dayandı, bu sefer kaçıp kurtulamayacaksın.
Bu sözleri söyledikten sonra gölgenin
gözleri siyah gözlüğün altından öyle bir parladı ki onun omuzları iki yana
düştü. Ve farkında olmadan içindeki kin ve nefret yeniden kükreyip şaha kalktı.
Gölgenin gözlerindeki soğuk ışık kemiklerine kadar işliyor, bütün varlığını
sarsıyordu. Kaçmak istiyordu ama sanki efsunlanmış gibi donup yerinde kalmıştı.
Bu kadar güçsüz ve aciz olduğu için kendinden nefret ediyordu. Sonra, gölgenin
parmaklarının yavaş yavaş kendine doğru uzandığını farketti. Aman Allahım!
Bütün bu yaşadıkları nasıl bir belaydı?
Hangi suçu işlemişti, kimin bedduasına uğramıştı acaba?
Gölgenin parmakları yüzünde gezinmeye
başlıyor. Parmaklar, bir şey arıyormuş gibi yüzünde dolaşamaya devam ediyor.
Parmakların harareti o kadar sıcaktır ki şimdi gözlerdeki amansız soğukluğu çok
da hissetmiyor. Sanki gölgenin gözlerindeki soğuk ışık, güç ve hararete
dönüşerek parmaklarına akmaktadır.
Gölgenin iskelete dönmüş elleri yüzünde
dolaştıkça nefes almakta zorlanıyor. Sanki bu eller, vücudundaki canlılığı
çekip almak için onun yüzünde dolaşıyordu. Çünkü parmaklar, yüzünde dolaştıkça
canı, bütün canlılığı vücudundan çekiliyordu. En dehşetlisi ise vücudundan
çekilip çıkan bu canlılığı bütün varlığı ile görüp hissetmesiydi.
Gölgenin elleri
gittikçe daha bir ihtiras ve şehvetle yüzünde dolaşıyordu ve bu parmaklardaki şehvet
arttıkça onun nefesi tıkanıyor ve boğulacak gibi oluyordu. Canının boğazına
dayandığını, azıcık gecikirse kurtulamayacağını hissediyordu. Ölümün korkunç gölgesi
ani olarak zihninden geçti ve bu korkuyla tüyleri diken diken oldu. Bir
anlığına ölümle gözgöze geldi. Sanki onu, gökyüzünün yedinci katına kaldırıp
oradan başaşağı yere bıraktılar.
Aniden, deli bir istekle gölgenin
gırtlağından tutarak bütün gücüyle sıkmaya başladı. Sabantan beri parmaklarını
yüzünde gezdirerek ruhunu söküp almak isteyen gölge, bu karşı koymayı
beklemediğinden bir an kendini kaybetse de hemen bütün gücünü toplayarak el ve
ayaklarıyla mukavemet göstermeye başladı. Can havliyle gölgenin gırtlağına öyle
sıkı sarılmıştı ki ne kadar çırpınsa da boğazını kurtaramıyordu.
Gölgenin gözleri faltaşı gibi açılmıştı.
Dili bir karış sarkarak ağzından dışarı çıkmış, yüzü kömür gibi kararmıştı.
Gölge çırpındıkça parmakları onun gırtlağını daha fazla sıkıyor, sıktıkça da
gölgenin direnci artıyordu. Vücudundaki bütün güç ve nefret birikerek ellerine
doğru akmış, parmaklarına dolmuştu. Artık hiçbir güç onun parmaklarını gölgenin
gırtlağından kurtaramazdı.
Aradan ne kadar zaman geçtiğini
hatırlamıyordu. Epey sonra gölgenin gücünün tükendiğini ve takatinin kesildiğini
hissetti. Artık onun kolları da gölgenin vücudunu tutmakta zorlanıyordu. Yine
de parmaklarını gölgenin gırtlağından çekmeye korkuyor ve onu öldürdüğüne
inanamıyordu. Gölgenin ağzının kenarlarından soğuk kanlar akarak elini
ıslattığında parmakları kendiliğinde çözüldü ve ceset sırt üstü taşların üstüne
düştü.
Omuzlarından ağır bir yük alınmış gibi
rahat bir nefes aldı. Tepeyi inip sahile geldiğinden beri ilk defa üstüne
başına şöyle bir baktı.
Suyun aşındırarak keskinleştirdiği kaya
parçaları büyük hançer ağzına benziyordu. İnsan, bu azman hançer kayanın sahile
can atan dalgaları sürükleyerek geri döndürdüğü ve hapisteki denizin de
özgürlük hasretinde olduğu izlenimine kapılıyordu.
Korkuyla cesede doğru döndü. Bir zamanlar Göyüşov’u
öldürdüğünde cesedi toprakta nasıl yatıyorsa şimdi de öyle yatmaktaydı. Cesedin
ağzının kenarlarından akan kan, kum
tarafından emiliyordu. Hafızasının bir anda geri dönmesiyle irkildi. Bir
an, Göyüşov’u hemen şimdi vurduğunu ve cesedin kanlar içinde çırpındığını
zannetti. Biraz sonra onu tutuklayıp götüreceklerdi ve arkasından can sıkıcı
mahkeme süreci ve soruşturmalar başlayacaktı.
Kalkıp yavaşça denize doğru indi. Gölgenin
ağzından akan soğuk kan ellerine bulaşmıştı.
Ellerini yıkamak için koltuk değneğini bir tarafa koyarak diz üstü çöktü. Ne kadar yıkasa
da ellerindeki kan temizlenmedi, leke olarak avcunun içinde ve parmaklarında
kaldı. Bunun üzerine ellerini kumla ovarak yıkamayı denedi. Bunun da faydası
olmadı ve kan temizlenmedi. Ne hikmetse, ellerinin içi, kan lekesinin sindiği
yer soğuktan donmak üzereydi, sanki avcunda buz tutuyordu.
Arayıp diğer koltuk değneğini de buldu,
geldiği yoldan geri dönmeye başladı. Hiçbir şey olmamış gibi çok rahat
yürüyordu. Sanki her akşam yaptığı gibi sakince deniz sahilinden dönüyordu.
Yüzünde az önceki heyecandan hiçbir eser yoktu.
Tepeye tırmandıktan sonra nefeslenmek için
durdu. Sabahtan beri ayakta olduğunun ve artık iyice yorulduğunun ancak şimdi,
tepenin üstündeyken farkına vardı. Biraz dinlenmek için yağmur sularının
yıkayıp parlattığı büyük siyah kayanın üstüne çöktü. Kayalara çarpan dalgaların
sesi buraya kadar ulaşıyordu. Bu ses, bir anlığına da olsa yaşadığı heyecanları
unutturup sinirlerini yatıştırıyordu. Geldiği yoldan dereye doğru bakarken birden
hayretten gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu: Gölge, deniz sahiline inerek
ağzındaki kanı yıkamaktaydı. Elleri
yanına düştü. Nasıl ayağa kalktığından ve tramvay durağına yetiştiğinden
haberi olmadı. Aceleyle hat boyunca sağa sola bakındı. Görünürde tramvay olmadığından
çamlığa doğru yürüdü. Aman Allahım! Bu başına gelenler neydi böyle? Bundan
sonra bu gölge, hep böyle, sürekli onu izleyecek miydi? Ömrünün geri kalanı hep
böyle işkenceyle mi geçecekti? Bir kurtuluş yolu yok muydu acaba?
Çam ağaçlarının arasından şehre doğru
giderken bu zamana kadar yaşadıklarını düşünüyordu. En azından bin kere, milyon
kere zihninden geçiriyor, bu olanların ve olacakların gerisinde kendisini
nelerin beklediğini, kaderin bu ani dönüşlerinin insanı nereye sürüklediğini ve
bütün yaratılmışların birbirine düşman kesilmesinin sırrını bir türlü
çözemiyordu. Bu ışıklı dünyaya gelen binlerce insandan biri olduğu halde neden bütün
hayatının sadece acı ve ızdırapla geçtiğini anlayamıyordu.
Yürürken, birilerinin ağaçların arkasına
sinerek kendisini takip ettiğini hissetti. Alacakaranlıkta, çamlıkta, aniden
ortaya çıkıp aniden kaybolan karartılardan her adımda irkiliyor, korkudan
bağırmamak için kendini zor tutuyordu. Şimdi, gölgenin soğuk gözlerinin
parıltısı farklı yerlerden geliyor, bu amansız bakışlardan kurtulmak için ne
tarafa gideceğine karar veremiyordu. Ağaçlardan da korkmaktaydı. Ağaçların
hareket ettiğini, topraktan koparak yürümek istediklerini zannediyordu. Bu
soğuk ışıklarla kökünden kopup yürümek isteyen ağaçlar arasında sırlı bir bağ
olduğunu düşünüyordu. Sanki ağaçlar onun önünü keserek yakalayabilir, her
taraftan üstüne dikilen o soğuk gözlerin amansız ışığına onu teslim
edebilirlerdi.
Alnındaki teri silerken avcunda olduğu
gibi duran kan lekesine gözü takıldı. Az önce lekenin soğuktan donmakta olan
yeri şimdi tamamen uyuşmuştu. Elindeki bu yer kesilse bile haberi olmazdı.
Karanlık bastırıyordu.
Bu olaydan sonra uykuları gürültü ve
kargaşa içinde geçiyor, sabah oluncaya kadar birkaç defa irkilip uyanıyordu.
Günler geçtikçe yatağından ve rüyalarından korkuyor, uyumadan paçavralara
bürünerek sabaha kadar oturuyordu. Böyle yaptığı halde bile rüyalarına
yeniliyordu.
Öldüğünü görüyor, gözlerine görünen şeyin ise
gölge değil Göyüşov’un kendisinin olduğunu ve öteki dünyada görüştüklerini hayal
ediyordu. Gecenin bir vaktinde gaipten
gelen bu ses, onun sağ olduğunu unutturuyordu.
– Kaç yaşındasın? Bu ses ona tanıdık
geliyor, ne kadar düşünse bile sesin sahibini çıkaramıyor.
– Kaç yaşındasın? Bu ne anlama geliyordu?
Ölünün yaşı sorulur muydu hiç? Öldüğümü görmüyor musun? Yaşının sorulması onu
hayrete düşürüyor.
– Ne demek ölüyüm? Sorudan soru çıkarıyorlardı.
–Ölüyüm tabi. Ölmenin nasılı mı olur? Öldüğüne
inandıramadığı takdirde karanlığın derinliklerinden gelen sesi
susturamayacağını anlıyor.
–Vallahi, hiçbir şey anlamıyorum diyen ses,
inadından vaz geçmiyor.
– Bunda anlaşılmayacak bir şey mi var?
–Ölümün böyle olduğuna inanamıyorum. Sen
kendin inanıyor musun öldüğüne? Karanlıktan gelen ses ondan kesin bir cevap
bekliyor.
Bu soru öldüğü konusunda onda şüphe uyandırıyor
ve hemen ellerine bakıyor. Çünkü ölümün rengi ve ömrünün tükendiği ellerinden
bilinmektedir. Ellerine bakınca kesin olarak öldüğüne inanıyor.
–İnanıyorum, kaderşim, inanıyorum. İnan,
sen de her kim isen.
– Ama inanamıyorum.
– İnanmıyorsan ellerime bak, ellerinin
ikisini de ay ışığına doğru kaldırıyor. Ellerimi görüyor musun?
Karanlığın bağrından gelen bu ses, ay
ışığına doğru kaldırılan bu elleri görünce hemen kesiliyor.
Ölümün verdiği
özgürlük ve rahatlığa seviniyor. Bir zamanlar ölümün adını duyduğunda varlığını
sarsan korkunun boşuna olduğunu ancak şimdi anlıyor. Ama kaybolan ses,
istemediği halde yeniden onu dünyanın dert ve acılarına döndürüyor.
Gecenin bu korku dolu vaktinde, şafak gibi aydın ve zinde hafızasıyla dünyayı
olduğu gibi algılıyor. Yavaş
yavaş yürüdüğünü görüyor. Uzak kervan yolcuları, zaman olarak onu geride
bırakmışlardır. O, yılların gerisinden, dünyanın uzak ufuklarında kaybolmakta
olan insan kümelerini görüyor. İnsanlara yetişmek için geceyi gündüze katarak
yıllar boyunca yürümesi gerektiğinin farkındadır.
Dünyanın üstünde uzayıp giden bu ömür kervanı
acaba nereden başlamaktadır? Bu kervanın yönü, istikameti nereyedir ve bir
sonu, nihayeti olacak mıydı? Yoksa bu kervan yolu hiçbir zaman bitip tükenmek
bilmeyecek ve insanoğlu yaratıldığı güne lanetler yağdırarak bu sonsuzluk
boyunca dönüp duracak mıydı? Peki, öyleyse ölüm nedir? Ölümün simsiyah
görülmesinin sebebi nedir? Şayet ölüm kaderin son durağı idiyse ve ölümle her
şey tamamlanıp sona eriyorsa o zaman neden herkes ölümden kaçmaktadır? Neden
insan, güzelliği ışıkta ve aydınlıkta aramaktadır? İnsanoğlu, hayatın büyülü
vaatlerine ne zamana kadar kanacak, yaşadığı dünyanın vefasızlığını ne zaman
idrak edecekti? Belki de bütün çaba ve mücadelelerinin, dünyanın kadimliği ve
çağların ötesinden uzanıp gelmekte olan kervan yolunun sonsuzluğu karşısında
bir hiç hükmünde olduğunu hiçbir zaman anlamayacaktı. Yıllardan beri onu bu şehre
bağlayıp bekleten ve içinde bulunduğu bu dünyanın ışıklı sonuna kavuşacağı
yönündeki ümitlerle kandıran ne idi? Kaderin sürükleyip getirmiş olduğu bu
yabancı şehirde saklanmasının, yaşam namına her şeye katlanmasının sebebi neydi
acaba? Hayattan, ömürden ne umduğu kendisine bile meçhulken neden yaşamak
istiyordu? Neden ve neyin hatırına istiyordu? Buna yaşamak denir miydi?
İnsanlardan uzakta yaşanan bir ömre ömür denir miydi? Bunun için kurşunlanarak idam cezasından kaçmaya
değer miydi? Allahım, neden hayat önce, ölümse sonra gelmekteydi?
Gemiye doğru koşturan yolcuların arasında gözleri
tanıdık bir yüze takıldı. Önce şaşırdı, kim olduğunu çıkaramadı, sonra aniden
zihni durulup netleşti. Açılıp durulan hafızası ömrünün o
tatlı, tekrarı asla yaşanamayacak gecesinin kokusunu hatırladı.
– Bu sen misin çingene kızı?
Bir zamanlar aklını başından alan o büyülü
güzelliğin mahvolup gittiğinden duyduğu hayret dolu bu sözlerin ne zaman
dudaklarından döküldüğünü farketmedi. Çingene kız, insanlara karışarak köprüye
doğru yürümekteydi. On yıl bundan önce geldiğinde nasıl ümit ve cesaret dolu
idiyse şimdi de geriye bakmadan, bu şehrin insanlarından ayrıldığına üzülmeden
öyle gidiyordu.
– Çingene kızı, beni görmüyor musun?
Yok, hayır, görmemesi imkânsızdı. Hemen
şimdi başını geri çevirecek, gemiye binmeden durup mutlaka ona doğru bakarak el
sallayacaktı. Birlikte geçirdikleri o uzak ve büyülü geceyi unutmadığını ve
çekip gitse bile onun hatırasını kendisiyle götürdüğünü kendisine
hissettirecekti. Ama beklediği gibi olmadı. Çingene kız, aniden gemiye
yaklaşmakta olan kalabalıktan ayrılarak koştura koştura onun yanına geldi,
cebinden bez parçasına sarılı bir şeyi çıkararak onun avcuna koydu ve boynunu
bükerek itaatkâr bir köle gibi durup beklemeye başladı.
– Buradan ayrılıyor musun, çingene kızı?
Bunu yüksek sesle mi söylemişti yoksa
fısıltıyla mı kendisi bile farketmedi.
Çingene kız:
– Evet, dedi. Temelli gidiyorum, hoşçakal,
belki bir daha görüşemeyiz. Sonra gözlerini denize doğru çevirerek “Senden
habersiz gitmek istemiştim, ama olmadı. O kadar kalabalığın içinde bile beni
tanıdın. Sırtımı yakan bakışlardan senin bana baktığını anladım. Dayanamayıp
vedalaşmak için geri döndüm.” diye sözünü tamamladı.
Çingene kız, aniden geldiği gibi aniden de
geri döndü, tahta köprü boyunca koşarak kalabalığa karışıp gözden kayboldu.
– Beni bırakıp nereye gidiyorsun?
Bu sözleri öylesine, kendi kendine
söyledi. Sesinin ve fısıltısının sedası kulaklarından çekilmeden hayatından
tamamen çekip giden çingene kızına karşı içinde şimdiye kadar farketmediği bir
soğukluk olduğunu hissetti.
Çingene kızını bu şehirden alıp götüren
gemi uzaklaşıp kayboluncaya kadar gözlerini denizden ayırmadı.
EPILOG
Başını kaldırdığında kendisini karakolun
önünde buldu. Bu olay öyle aniden oldu
ki gerçek olduğuna bir türlü inanamıyordu. Başından geçenlerin bir tiyatro
olduğunu, bütün şahısların ise bu tiyatrodaki oyuncular olup ancak sahnedeki
rollerini gerçekleştirdiklerini düşünüyordu. İçinde bulunduğu, sert ve acımasız
hayat değil de bir sanat ürünü idi:
Karakol: küçük ve daracık bir odada beş
altı polis yüksek sesle sohbet etmektedir. O, yabancı birisi olarak içeri
giriyor. Odada bulunanların hiçbiri ona aldırmıyor. Bir süre ne yapacağını
bilemeden durup bekliyor. Sonra bir şeyler düşünerek üstünde polis müdürü yazılı olan kapının önüne
geçiyor. Kendisini toplayarak hafifçe kapıyı açıyor. Koridora benzeyen dar ve
uzun odada polis üniforması giymiş genç bir kadın oturmaktadır. İçeriden, savcının odasından telefonla
konuşan bir erkek sesi duyuluyor. Kadın onu görünce başını kaldırarak sinirle
soruyor.
Kadın– Kimi aramıştınız?
O (Çekinerek)
– Müdürle görüşmek istiyorum.
Kadın – Kimsiniz? Nereden geliyorsunuz?
O – Ben katilim! (Gayriihtiyari vücudundan soğuk bir sızı geçer.)
Kadın – (Şaşkınlıkla)
– Ne, katil mi?
Bu sırada kapı açlıyor ve savcı, elinde kepi olduğu halde
odadan çıkıyor. Hareketlerinden acele ettiği, bir yerlere yetişmeye çalıştığı anlaşılıyor.
Anahtarı tutan parmaklarının titreyişinden sinirli olduğu farkedilir.
Kadın
(Şaşkınlığını atlatamadan) –
Bu yoldaş, sizinle görüşmek istiyordu. Katil olduğunu söylüyor. Eğer vaktiniz
varsa…
Savcı (Başını
kaldırarak onu tepeden tırnağa inceliyor,
sanki bu dar vakitte, bir bakışıyla onu gözlerine ve hafızasına kazımak
istiyor. Sonra bakışlarına yakışmayan bir soğukkanlılıkla) – Adın, soyadın nedir?
O – Ekrem.
Savcı – Üstünde bir kimlik var mı?
O – Hayır, tutukladıklarında bütün belgelerimi
aldılar.
Savcı – Ne zaman tutuklandın?
O (Hatırlamaya
çalışıyor, ama ne kadar uğraşsa da aklına gelmiyor.) – Hatırlamıyorum…
Savcı – İlginç bir durum. Ne zaman tutuklandığını
hatırlayamıyorsun demek. Peki, cezan kaç yıl?
O – Kurşunlanarak idam cezası aldım. (Birden odadaki aranmakta olan katillerin
fotoğrafları arasında kendi fotoğrafını görüyor. Son derece kıymetli bir şey
bulmuş gibi sevinerek) Bak işte bu benim fotoğrafımdır.
Savcı (Az önce acil
bir iş için çıkması gerektiğini unutarak dikkatle fotoğrafı ve onu inceliyor) – Bunun senin fotoğrafın olduğunu nasıl ispat
edebilirsin?
O – Nasıl yani? Bunda ispat olunacak bir
şey yok ki! Düşünsenize bir, kurşunlanarak
idam cezası almış olan hangi ahmak aradan bunca yıl geçtikten sonra her şeyi
itiraf eder?
Savcı– İlginç bir konuşma…
O – İnanın bana… Her şeyi…
Savcı (Sinirle) – Biz neye dayanarak sana inanalım?
O (Biraz
şaşırarak) – İsterseniz ben bütün olayı olduğu gibi size anlatabilirim.
Savcı–Hiçbir delilinizin olmadığını az önce söylediniz.
Hangi sözünüze inanalım? Bize boş laf değil, delil ve ispat lazım!
O (Sabırlı
ve sakin olmaya çalışarak)– Söyledim ya, her şeyi size olduğu gibi
anlatırım.
Savcı (Sinirli
bir hareketle onun üstüne yürüyerek) – Yeter!
Ara
Savcının bağırmasından sonra odaya çöken sükûtu kimse bozmak
istemiyor. Herkes bir tarafa bakmaktadır. Bu sessizlikte sinek uçsa sesi
duyulur. Sekreter kadın, hayretle bu konuşmanın nasıl biteceğini beklemektedir.
Savcı (Az önce sesini
yükselttiğini, öfkesine hâkim olamayarak bağırdığını unutmuş gibi) – Peki,
neden şimdiye kadar saklanıyordun?
O – Yaşamak isityordum. (Bunu öyle bir ifadeyle diyor ki kendi sesine hayret ediyor.)
Savcı–Demek bir zamanlar yaşamak istiyordun, ama şimdi
yaşamak istemiyorsun, öyle mi? Daha doğrusu hayatından mı bezmişsin?
O – Şimdi hayat veya ölüm, artık benim
için hiçbir farkı yok. İkisi de aynıdır.
Benim için ölüm daha şerefliymiş ama ben bunu zamanında anlayamamışım.
Savcı (Ne düşündüyse,
birden) – Çek, git buradan. Ölüm cezasına mahkûm edilmiş olan hiçbir ahmak
gelip polise teslim olmaz. Hele aradan bunca zaman geçip de her şeyin
unutulduğu bir zamanda bu hiç olamaz!
O (Birden
çok sinirleniyor, yumrukları farkında olmadan düğümleniyor ve kırışıklarla dolu
tüylü yüzünde simsiyah gölgeler geziniyor. Ucu bucağı olmayan bir denizin koynunda olduğunu zannediyor.
Boğuluyor. O, boz bulanık tuzlu deniz suyunun ağzına dolduğunu, vücudunun
gittikçe ağırlaştığını ve bu ağırlığın onu denizin dibine batırdığını
hissediyor. Suda boğulmakta olan insanın son feryadı gibi bağırarak) – Ben katilim. Anlıyor musunuz,
katilim! Bir insana kıydım! İşte böyle! (Elleriyle boğazı kesme işareti yaparak)
bıçakla kesip doğradım. Bunun cezası ancak ölümdür! Siz ise çekip gitmemi
söylüyorsunuz!
Savcı (Çileden
çıkarak) – Defol buradan, bir daha da gözüm seni görmesin! Alçak! Şunun
bağırıp çağırmasına bir bak! Biz senin gibilerini çok gördük! Yatacak yer,
yiyecek ekmek bulamadığınız zaman hapishaneyi hatırlıyorsunuz! Katilmiş, adam
öldürmüşmüş, daha neler…(Kapıyı öyle bir
hışımla çarpıyor ki az daha kapı
yerinden sökülecek.)
Ara
Çarpan kapının sesi bir süre kulaklarında
çınlar. İşin bu şekilde sonuçlanacağını beklemediği için şakaklarını ovarak ne
yapacağına karar veremeden durup bekliyor.
Kadın (Hâlâ
hayretler içindeyken) – Sana söylenenleri anlamadın mı? Yoksa başka türlü
anlatmalarını mı istiyorsun?
Bin pişman odadan dışarı çıkıyor. Çıkarken başka bir zaman
gelerek olayı yeniden bütün ayrıntılarına kadar anlatmayı düşünüyor. Belki o
zaman savcıyı inandırabilirdi.
Şimdi, onun acelesi varken hiçbir şey yapamayacaktı. Keşke bu sıkışık zamanda
konuyu açmasaydı, daha geniş bir zamanda gelseydi ve savcıyla karşı karşıya oturarak her şeyi ayrıntılarıyla
anlatsaydı. Hiçbir şüpheye fırsat vermeyecek şekilde anlatırdı. Polislerin oturup sohbet ettiği odanın
önünden geçerken birden meseleyi onlara da anlatmayı düşündü. Belli mi olurdu?
Belki onlar katil olduğuna inanarak cezalandırılması yönünde yardımcı
olurlardı. Aslında burada zor bir şey de yoktu. O, cinayet işlemişti, kanunen
de cezasını alması gerekirdi, o kadar işte.
Ama daha olayı anlatıp bitirmeye fırsat
bulamadan kahkahayla ona gülüyorlar.
I.polis (Dalga geçerek) – Katil mi? Amma da korktum ha! Çocuklar, şuna bir
bakın. (Ona dönerek.) Bu boy posla,
bu el ayakla mı adam öldürdün?
Aralarından birisi gülmekten karnını
tutarak iki büklüm oluyor.
II.polis
– Nasıl olmuştu? Bir daha anlatsana! Yemin et, doğru mu söylüyorsun?
O–Neye derseniz yemin ederim. Neden siz
benim söylediklerime inanmıyorsunuz? Vallahi, doğru söylüyorum.
Polislerin kahkası bütün odaya yayılıyor.
Bir sebeple geri dönen savcının
kapının önünde görünmesiyle odaya sessizlik çöküyor, polisler hazırolda duruyorlar.
Savcı onu polislerin odasında görünce yine
çileden çıkıyor.
Savcı (Hiddetle)
– Sen hâlâ burada mısın? Aptal, az önce sana söyledikerimi anlamadın mı? Hemen buradan defol! Çabuk! Defol! Bir daha
buralara adımını atarsan (Eliyle
pencereden dışarıyı, yüksek siyah renkli tımarhane binasını gösterir) seni
bak oraya tıktırırım. Anladın mı?
Aniden öldürücü darbe almış gibi gözlerine
karanlık çöküyor ve düşmemek için duvara tutunarak bir süre duruyor, sonra
hiçbir şey söylemeden koltuk değneklerini tıklatarak zar zor odadan çıkıp limana yöneliyor.
Perde iniyor.
Öyle bir yağmur yağıyordu ki sanki
dünyanın sonu gelmişti ve bu yağmur asla dinmeyecekti. Bir daha gökyüzünü
kaplayan bu simsiyah bulutlar çekilmeyecek, güneş ışık saçmayacaktı. Sanki bu
kara yağmur, hayatına dert, elem ve ümitsizlik getiriyor; şimdiye kadar ömrünün
bütün aydınlık günlerini yıkayıp götürüyordu. Yerinde ise asla hiçbir şeyle
doldurulamayacak amansız bir boşluk bırakıyordu.
Kalpağını kafasından çıkarıp önüne koymayı
unutmuştu. Geçip gidenlerin, ara sıra önüne attığı kararmış kuruşlara
aldırmıyordu. Gözleri, gemiden inen ve aceleyle bir yerlere yetişmeye çalışan
insan akını içinde birisini arıyordu. Bu
kargaşada aradığı kişiyi kaybetmemek için dikkatle bakıyordu. Yıllardır
beklediği kişinin az sonra gelip çıkacağı içine doğmuştu.
Tek bir korkusu vardı. Beklediği kişinin
de başkaları gibi onun katil olduğuna inanmamasından korkuyordu…
Vagif
Sultanlı
Bakü,
Azerbaycan
KÖR DÜĞÜM
öykü
Yılanın melemesini
işitti.
Bir de bedenine batan keskin, hencer dişlerinin gıcırtısını.
Ağır-ağır dolandırdığı tırpan havada donup elinde kaldı. Toprak
renkli engerek yılanı ayağının altından sıyrılarak otların içerisine sokuldu.
Yılanı çiğnemiş olduğunu şimdi anladı.
İlk anda ona her ne ise korkunç ıstırap verici bir uyku görüyor gibi
geldi. Ancak bu çok kısa bir süre devam etti. Topuğunda oluşan ağrı onu bu anlaşılmaz uykunun pençesinden
çekip aldı.
Endişe içerisinde:
– Halil!..- diye bağırdı.
Halil ile otlakları bir çizgi arası kadar aralıydı. Biraz ilerideki
tepenin üzerinden bakıldığında gösterişli, darağacına benzeyen otlağın yukarısı
Halil’in, ayak tarafı ise onunki idi.
Ekin yerleri yan yana olduğundan çoğu zaman tarlaya, ot biçmeye birlikte
gidip gelirdiler.
Sabah birlikte köyden çıkmıştılar. Ondan az önce Halil tırpanını
pilemek için eğe peşinden gitmişti. Şimdi ise tırpanının sesi işitiliyordu.
Ancak Halil’den cevap gelmedi.
– Halil!.. Halil!..– diye
biraz yüksek sesle seslendi.
Sesinin içinde boğulup kaldığını sandı.
Tırpanı otlağa fırlatıp elleri titreye-titreye eski kemerini belinden
çekip çıkardı. Yılanın soktuğu bacağını dizinin alt tarafından bağladı. Sonra
yılanın soktuğu yeri bıcakla keserek akıp giden kanı önemsemeden bir çift atın
koşulu olduğu arabaya doğru yürüyordu.
Durmak doğru olmazdı. Zehir kanına tamamen karışmadan nasıl olursa
olsun kendisini tedavi edebilecek bir yere ulaşmalıydı. Sonra çok geç
olabilirdi. Atlara doğru koşarken de Halil’in karısına söylenerek, ona çok kötü
hakaret ediyordu:
– Zalimin oğlu, göz açıp kapayıncaya kadar nereye kayboldu? Deminden
beri sesi etrafı tutmuştu.
Arabaya binende bir daha Halil’e seslenmek istedi, ancak her nedense
bu fikrinden vazgeçti.
*
* *
…Atları toprak yoldan köye doğru sürüyordu. Elindeki kırbaç atların
belinde bembeyaz uzun şerit şeklinde çizgiler oluşturuyor, demir tekerlekli
araba neredeyse oktan çıkıp dağılmak istiyordu.
Arabayı gecen yıl yazdan önce kendisi yapmıştı. Halil’in bahcesinin
bir tarafında çoktandır durmakta olan eski, kırık araba oku ve tekerlerini
çıkararak onarmış, çercevelerini ve döşemesini kurumuş karağaçtan biçtirdiği
tahtalardan yenileyerek kullanılır hale getirmişti. O zamandan beri hayvanların
ot ihtiyaçlarının temin edilmesinde doğan zorluklar ortadan kalkmıştı.
...Araba dik ve çukur toprak yolda sanki uçuyordu. Ancak telaş
içerisinde olduğundan ona araba haraket etmiyor, görünmez bir kuvvet atları
engellemek istiyor gibi görünüyordu. Öylesine telaş ediyordu ki, bir çift kanat
çıkararak arabadan ayrılıp uçmak istiyordu.
Bütün gece karmakarışık uykular görmüştü; dün akşam Halil’e
sözvermemiş olsaydı bu gün evden çıkmayaçaktı, görülmesi gereken başka işleri
vardı. Ancak olacağa çare yokmuş... Kim bilir, belki de ecel kendisi çekip
getirmiştir.
Otlaktan köye, oradan da hastaneye bir hayli yol vardı. Köye çetin
ulaşaçaktı; oradan öteye araç bulmak mümkündü, köy ise henüz görünmüyordu.
Atlara söyleniyor, küfrediyor, kırpaçlıyordu... Ancak kan ter içerisinde
yorgunluktan nefes alıp vermekte zorlanan atlar söylentileri ve küfürleri,
kırpaçın ağrısını önemsemiyordular.
Yol işlek değildi; otlak köyden bir hayli uzakta idi. O taraflara pek
yolu düşen olmazdı. Araba tekerlerinin açtığı çizikler ise otlardan görünmüyordu.
Topuğundan biraz yukarı baldırını kemerle sıktığı yer sancıyordu.
Ancak onu baldırının sancısından çok yüreğinin bulanması rahatsız ediyordu.
Öğürmesi tuttuğunda öyle kıvrılıyorduki sanki sabah yedikleriyle birlikte
içerisindekiler yere döküleçekti. Şimdi bir kasa yoğurt ya da ayran olsaydı tek
nefeste başına diker nasıl olsa rahatlardı. Otlağa gittiğinde çoğu kez yanında
ayran getirirdi, ancak bu kez onu da unutmuştu.
Zehir kanına karıştığından gittikçe gücünü kaybediyor, ayak üstü
durarak atları bile sürmeye bile takatı kalmamıştı. Arabanın tekerleri
çukurlara düştükçe sarsılıyor, dizleri bükülüp, dengesini sağlıyamıyordu.
Güneş allana-allana dikleniyordu. Hava boğucuydu, bu nedenle derin
nefes almakta zorlanıyor, sıcaktan dili damağı kuruyordu. Havanın sıcaklığından
mı, yoksa vücuduna işleyen zehirin
etkisinden midir ciğeri yanıp kavruluyordu. Şimdi bir yudum su içebilmek için
neleri feda etmezdi... Ancak bu sıcakta, düzlüğün ortasında su bulmak aklın
alaçağı bir şey değildi. Sabah kendisiyle birlikte getirmiş olduğu su kabını da
otlakta bırakmıştı.
Dizleri büküldüğünden arabanın içerisine çöktü.
Birazdan korkulukları cırıltılı sesler çıkaran arabanın yumşak
samanla örtülmüş döşemesi üzerine
uzanmış, gökyüzünü seyrediyordu. Hafif rüzgarın kovduğu beyaz lekeli bulutlar
gökyüzünün maviliğine dağılmıştılar. Her nereye ise akıp giden bulutlar sanki
onun içerisinden, varlığından bir şeyleri alıp götürüyordu. Bakışlarıyla
bulutların akışını durdurmak, yönünü, bulunduğu yeri değişmek istiyor, ancak
olmuyordu.
Gideceği evin yolu ona gökyüzü gibi uçsuz buçaksız gibi geliyordu; bu
yol hiç bir zaman bitmeyecek, tükenmeyecek, sonsuza kadar devam edecekti...
Bu köye gelişi on yıla yakındı. Ermeniler Şuşa’yı ele geçirdiği
günden beri bu düz ovaya sığınmıştı. Buraya gelişinin nedeni ise Halil ile
uzaktan uzağa tanışıklığı idi. Dünyanın güzel bir vaktinde yaz tatilinde iş
bulmak ümidiyle bu köye gelmiş, okulda
mobilya işçisi olarak çalışan dostuyla onun evinin çatısını yapmıştılar.
O zamandan beri yolu bu taraflara düştüğünde Halil’e uğramayı ihmal
etmezdi. Halil’in evi köydeki son
yerleşim yeriydi. Onun komşuluğunda biraz arazi götürüp kendisine ev inşa
ederek çetinlikle de olsa ailesini buraya getirmişti. Ancak burada kendisine iyi kötü bir ev inşa
etmiş olsa da bırakıp geldiği ocağı unutamıyordu. Aklı fikri orada
kalmıştı. Bir isteği vardıysa o da
öldüğünde doğduğu köyden biraz yukarıdaki yamaçta bulunan mezarlıkta annesinin
mezarının yanına defin edilmekti.
“Ancak artık bu mümkün olmayacak, bir daha o doğduğu yere
dönemeyecek. Hiç kimse onu bu arzusuna kavuşturamayacak. Burada güneşin
kavurduğu toprakta, kendisine geçici olarak gördüğü burada ebedi yaşayacak.”
Aklı keseli beri nasıl öleceği, dünya ile nasıl vedalaşaçağı
düşüncesi zihnini meşgul ediyordu. Açıkca itiraf etmese de, ölüm onu korkutur,
hafızasını karıştırır, uykularını kaçırırdı. Ancak ölümün ansızın geleceğini
tasavvur etmiyordu. Ölüm ansızın, beklenmez bir şekilde peydah olmuştu. Bu
nedenle hiç bir şey ona tanış gelmiyordu. Bu yıllar arzında ne kadar ağır
şartlar yaşamış olsa da ölüm hakkında herhangi bir şey düşünmemiş, ölümle
böylesine erken karşılaşabileceğini hayal bile etmemişti. O, ölüme hazır
değildi, dünya ile bu şekilde vedalaşmak istemiyordu. Onun düşüncesinde ölüm
bambaşka bir şekildeydi. Ölümü bu şekilde beklemediği için ona inanası
gelmiyordu.
Dünyada yılandan korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmuyordu. Ta
çocukluktan uykularına gelen toprak renkli engerek gecelerini bir birine katar,
kan ter içerisinde tiksinerek ukudan uyanırdı. Ancak bir süre bunun bir uyku
olduğuna inanmaz, ona öyle gelirdi ki, yatağına giren gerçekten de yılandı.
Vücutunda yılanın soğukluğunu duydukca uzuvları uyuşurdu. Işığı yakarak
yorgan döşeği elden geçirir, tamamen emin olmadıkça yatağına girmezdi. Bu ovaya
yerleştiğinden beri her şey gözüne bir yılan şeklinde görünüyordu.
Üç çocuğu, iki oğlu, bir kızı vardı ve hele Karabağ’da yaşadığı
yıllarda çocukları ile ilgili nekadar hayaller kurar, onların geleceğini,
okuyup okullarını bitirerek bir sanat sahibi olacakları günü gözlerinin önüne
getirir, hayalleri gerçekleşmiş gibi bundan haz alırdı. Ancak seferberlik
başladığında bir anda geleçek ile ilgili hayallerinin, ümitlerinin boş olduğunu
anladı. Bir süre sonra çocukları okullarından ayrılmaya mecbur kaldılar.
Araba gıçırtıya gıçırtıya köye doğru ilerliyordu. Atalar yola tamamen
alışık olduklarından sabahleyin izledikleri yolu takip ediyorlardı. Sanki
parmaklıklı arabada değil, dalgasız denizin koynunda yüzen yumşak yataklı bir
yatta uzanmış sağa sola sallanıyordu.
Zehirle birlikte bedenine garip bir uyuşukluk çöküyordu. Az önce
doktora gitmek için acele ediyordu, ancak artık şimdi onun için bir önemi
yoktu. Sadece sırt üstü arabaya uzanarak olup bitenleri hayalinden geçiriyor,
ömür yolunun darmadağınık levhaları sis içerisinde canlandıkça nerede olduğunu unutuyordu.
Birazdan araba alçalıp yükselen tepeleri aşarak alçak tepelerin
arkasında görünmez oluyor. Sümbül tomurçuklarının kokusu gitmemiş kökleri
arasından toprağın kokusunu duyuyor. Bu koku çocukluğunu, ömrünün uzak
hatıralara dönen günlerini, annesinin elinden tutarak başak toplamağa gittiği
çağları ona hatırlatıyor.
Annesini hatırlaması ile bir anlığa ağarmış benizine garip bir
tebessüm yayılır, damarlarından akan ılık hararet vücudunu sarar. Ancak bu kısa
bir süre devam eder, yeniden araba tekerlerinin gıçırtısı onu hatıraların
kucağından koparır.
“…Araba gidip, bahçe kapısının karşısında duracak. Çocuklardan
herhangi birisi arabanın bahçeye girip güzelçe yerleşebilmesi için parmaklık
şeklindeki kapıyı açacak. Ancak arabanın içini örten samanlıkta onun şişip
gerilmiş cesedini görecekler. O, bu şekilde ölmeye mahkûmmuş, bunu hiç bir
şekilde değiştiremeyecek”.
...Atlar epey zamandan beri onları sesleyerek kovan, şimdi ise
arabanın içerisinde cesede dönmüş insanı unutarak yolun kenarındakı pembe
örtüye bürünmüş yonca tarlasında otluyordular.
Batmakta olan Güneş uzakta ufukları kan rengine boyamıştı.
Aktaran: Dr.Enver Uzun
KÜL KAFES
VAGİF SULTANLI
SAHRA
SAVAŞI
Rоman
Türkiye Türkçesine aktaran
Dr. Enver Uzun
Editör
Doç. Dr. Atıf Akgün
© Vagif Sultanlı, 2019
YAZARDAN
Bir yazarın
kaleminden çıkan tüm eserler aynı derecede başarı sağlamaz. Onların
bazılarının kaderi aydınlık, bazılarınınki ise belirsiz olur. Bunun sırrını
anlamak o kadar da kolay bir iş değildir. Burada herhangi bir tesadüf ya da
kurallara uygunluk arama gayreti sonuç vermez.
“Sahra
Savaşı” romanı şimdiye kadar kaleme aldığım tüm yazılarımdan ciddi şekilde
ayrılır. Roman ağır bir dille yazılmakla birlikte, ona diğer tüm eserlerimden
daha fazla zaman harcadım, yazım aşamasında yazdıklarımdan tekrar tekrar vazgeçmek
zorunda kaldım. Birçok durumda ise bazı yazdıklarımı eserin genel ruhu, hissi,
dili, üslubu, ahengi ile bağdaşmadığından uygun görmedim.
“Sahra
Savaşı” romanında tasvir olunan olaylar bir insanın kaderi fonunda cereyan
etse de burada bireyin değil, geniş anlamda insanlığın kaderinin sentezine
çalışılır. Tarihin enkazları içerisinde geçmişe doğru yürüyen ihtiyar simgesi
okuyucuyu dünyanın kaderi hakkında düşünmeye sevk eder. Tasvir olunan olaylar
insan ve zaman, ölüm ve yaşam, geçmiş ve gelecek arasındaki tezat ikilemi
çerçevesinde aydınlanmaktadır.
Romanda
tarihe bakış geleneksel yaklaşım tarzı ile uyuşmaz. Burada tarihin kronolojisi
sadece zaman değil, aynı zamanda mekansal olarak da sayfalanır. Tarihe bu
şekilde yaklaşma – zamanın mekana aktarılması
–gerçeklikten uzak olsa da, dünyanın ve insanın önemini görmeye ve göstermeye
zemin yaratır.
Eserde dilin
sadece iletişim aracılığıyla sınırlanmadığı, tarihin yeniden yapılanmasına
yönelik köklü bir fonksiyon taşıdığı, aynı zamanda simgenin karaktere dönüşmesi
edebî metnin ayrılmaz parçalarından birini oluşturduğu da dikkatlerden
kaçırılmamalıdır.
Roman,
metaforik üslupta yazıldığından burada tasvir edilen olayların doğrudan gerçek
ile ilgisinin araştırılmaya çalışılma çabası boşunadır. Eserde gerçek ile gerçek dışı birbirlerine görünmez
bağlarla bağlanmıştır. Fakat romanda
ortaya konulan problemler yaşadığımız dünyanın acı-sert gerçekliğinden
kaynaklanmaktadır ki, bu da onu gerçeğe götürür. Olay ve olayların insan
ruhunun hislerde, düşüncelerde gerçekleşen gizli katlarının en ince
ayrıntılarını yansıtan tasvirlerle ortaya
konması gerçek olmayanların, ya da gerçek gibi görünmeyenlerin aslında
gerçek olabileceğini belirtir.
“Sahra
Savaşı” romanı tür bakımından kendine özgü özelliklere sahiptir. Anlatım süresince
yazar, sunduğu olaylarla kahramanın iç dünyasındaki düşünceleri birleştirerek
edebî bir bütünlük meydana getirir. Genel itibariyle romanın konusu akıcılıktan,
geçici güncellikten uzak, ebedî değerler üzerinde meydana gelen olaylar
etrafında sunulmaktadır.
“Sahra
Savaşı” isminin roman için uygun olmadığını, ya da bu adın tasvir edilen
olaylarla ilgili olmadığını düşünmekle birlikte, bundan daha uygun bir isim
seçmekte zorlandığımı da itiraf etmeliyim.
Yaşı kaç
olursa olsun romanı okuyan herkesin burada kendisini bulacağı kanaatindeyim.
Fakat eserin ruhunu anlamada zorluk çeken, olayların akışını takip etmeye sabır
ve heves göstermeyecek okuyucuların da olabileceği aşikardır.
Romanı okumak
niyeti ile eline alanların en azından kaybettikleri zamana üzülmeyeceklerini
düşünmekteyim.
Bakü, 21 Aralık 2012
SAHRA
SAVAŞI
(Rоman)
ÖN
DEYİŞ
İhtiyar, bakışlarıyla göz alabildiğine uzayan genişliği taraya taraya,
sanki hedeflenmiş olan semti arıyordu, ancak uçsuz buçaksız kum nehrinin kоynunda
bütün bunların boşuna оlduğunu hissettiğinden mi, yоksa sоnu belli оlmayan
yоlculuğun getirdiği ümitsizlikten mi, atının dizginlerini bırakmadan, dehleyerek
sürdükçe sürüyordu.
Sahranın tandırı
anımsatan, çiğeri kavuran hararetinden nefesi zor çıkıyor, havasızlıktan neredeyse
boğuluyordu, ancak bütün bunları umursamadan bir an önce hedefe ulaşmak
inadıyla yоluna devam ediyordu.
Yakınlarda,
yolun sol tarafında kuzgunların vahşi sesleri duyulmaktaydı; bağrışa bağrışa
koca bir hayvanın leşini gagalıyorlardı.
Sıcak akşam rüzgarı leşin ağır, katlanılmaz kоkusunu burnuna getirdikçe midesi
bulanıyor, içi dışına çıkıyordu. Tükürmekle sadece bir süreliğine bu ağır
kokuyu kendisinden uzaklaştırmak istiyordu. Ancak ne yapsa da bir türlü bunu
başaramıyordu. Ağzında tükürük kalmamıştı. Uzak yolun yоrgunluğundan mı, susuzluktan
mı, yoksa havanın sıcaklığından mi, dili bütünüyle kuru
bir et parcasına dönüşmüştü.
O, sahranın sonsuzluğuna,
uzayıp giden yolun bilinmezliğine, at ayaklarının uyumlu ritmine teslim
olmuş, içindeki belirsiz bir soruya cevap arıyordu. Ancak sadece içinde değil,
bakışlarında, yüzündeki çizgilerde taşıdığı bu sorunun nereden
kaynaklandığından habersizdi. O soru neydi, cevabı var mıydı, yoksa sıradan
bir soru gibi, ruhuna, belki de hiçliğe, kimsesizliğe mi yönelmişti?
Belki de bu
hiç soru bile değildi, sorusuzluk, sorgusuzluktu, sadece ona soru şeklinde görünüyordu.
Henüz ömrün, hayatın bitmediğinin, bilmek, öğrenmek, yaşamak hevesinin
anlamıydı.
Bazen de
hayat ona bütünüyle soru şeklinde görünür, ömrün, yaşamın, dünyaya gelişin
öylesine bir soru olduğunu aklından geçirirdi. Cevabını aradığı soruya bir yanıt
bulamamasını ya da onun neye yönelik olduğunu anlayamamasının da sorunun doğurduğu
muammayla ilgili olduğunu düşünürdü. Eğer sorunun kendisi karanlıksa onun cevabını
bulmak ya da bu cevap etrafında aylarca, yıllarca kafa yormak nasıl olabilirdi
ki...
Sürüp giden
yolculuğunun canını sıkan anlarından birisi zaten bu soruyla ilgiliydi. Bazen ona öyle gelirdi ki, yüz tutup
gittiği, sonuna varmak istediği hedefle bu soru arasında muammalı bir bağlılık
söz konusuydu. Bu soruya cevap bulsa, hayatında
yepyeni bir sayfa açılacak, her şey değişerek başka bir surete bürünecekti.
Beyninde
sakız gibi çiğnenen soru ile ilgili
aralıksız düşüncelerin getirdiği yorgunluk kadar hiçbir şey onu üzüp
yormuyordu. Sanki doğduğunda bu soru da onunla beraber doğmuş, kendisi de
istemeden yıllarca içinde, vücudunda yuva yapmış, büyüyüp serpilmiş, yaşlanarak
bu güne kadar yol arkadaşı olmuştu. Zaman zaman bu soruyu içinde taşıdığını hissetse
de, ona cevap aramak, ya da en azından hakkında düşünmek zarureti böyle rahatsızlık
vermemişti. Ancak şimdi sanki, herhangi bir güç onu bu soruya kesin bir
cevap vermek için acele ettiriyor, ondan kurtulması, zihninden, hafızasından tamamen
silip atması için sesleniyordu.
At, bütün
bunlardan habersiz şekilde sahibinin iradesine teslim оlarak rahvan yürüyüşünü
bоzmadan sahranın derinliklerine dоğru başını alıp gidiyordu; havanın sıcaklığı,
susuzluk, varacağı semtin ümitsizliği umurunda değildi.
Yоl uzuyordu...
* * *
Güneşin yeryüzünü
tuhaf bir renge bоyadığı gurup vaktiydi. Güneşin batışıyla sahraya yayılan bu
renk neyse içini gam ve keder ile dоldurup, ömrün, hayatın, mutluluğun
anlamsızlığını, gereksizliğini hatırlatıyordu.
Gözlerini
gökyüzünden çekemiyordu; uzun ömrü bоyunca ilk kez güneşi bu renkte, bu biçimde
görüyor, gündüzün ölüm töreni içinde tuhaf, anlaşılmaz duygular uyandırıyordu.
Güneşin batışını seyrettikçe her şeyin
bittiğini, geride kaldığını düşünüyor, bir ömür taşıdığı ümitleri, arzuları,
hayalleri yok olup gidiyordu. Sanki güneş
ile birlikte оnu bu dünyaya bağlayan ne varsa ölüyor, çıplak, hafızasız duygularla
yapayalnız, baş başa kalıyordu.
Hava karardıkça
çölün gürültüsü su gibi sezilmeden azalmaktaydı. Uçsuz bucaksız kum denizi ile
birlikte onun da kalbine akşamın katlanılamaz ağırlığı çöküyordu. Hafızasında
bulut gölgesine benzer paramparça dağınık gölgeler dolaşıyor, gam duygularını
uyandırarak ruhunu şimdiye kadar alışık olmadığı garip bir şekle
dönüştürüyordu.
Sahra şahlanarak
güneşin, çekip gitmekte olan ışığın, aydınlığın arkasından bakmaktaydı. Sanki
güneş bir daha doğmayacak, sabah olmayacak, yeryüzü bundan böyle ebedî
ışığa hasret kalacaktı.
İhtiyar,
dünyanın aydınlığını toplayıp uzak ufuklarda batan güneşin gurup manzarasını
seyrederek içinde ansızın uyanan dalgalanmanın ruhunu ezdiğini hissediyor, ona
yabancı olan bunca ızdıraptan kurtulmak için yollar arıyor, ancak bir yol
bulamadığından çaresizlik içerisinde çırpınıyordu.
Güneşin batışıyla
atlının uzayıp büyüyen gölgesi sahrada tuhaf bir manzara oluşturuyordu. Her
akşam gün batımında aynı manzarayı seyretmeye alıştığından birazdan güneşin batışıyla
gölgesinin karanlıkta eriyip kaybolmasının getireceği keder kalbini sızlattı. Sahranın
ıssızlığında azıcık da olsa yalnızlığını unutmak için gölgesini seyretmek
istedi.
İhtiyar hiçbir
zaman gölgesine bu kadar bağlanmamış, yaşadığı yıllar boyunca onun varlığını böyle
hissetmemişti. Belki de bu nedenleydi ki, gölgesiyle ilgili hafızasında bir şey
kalmamıştı.
Ancak bu yola
çıktığından beri sahranın ıssızlığından mı, ruhunu sarmış olan yalnızlıktan mı,
kısacası herhangi bir nedenden dolayı mı, gölgesini ciddi ciddi izlemeye başlamıştı?
Son zamanlardaysa gölgesinin hareketlerinde bir tuhaflık hissettiğinden
içine bir huzursuzluk çökmekteydi. Gölgesi tuhaf davranmaktaydı, davranışlarını
takip etmeye çalışsa da ondan yorulduğunu, bıktığını saklayamıyordu. Gölgesinin
vücuduna bağlı olmanın rahatsızlığı içinde gölge olmaktan çıkmak için fırsat
aradığını apaçık hissetmekteydi.
Şimdi gözleri
gölgesine ilişince irkildi ve gayri ihtiyari atının dizginlerini çekip tuttu.
Gölgesi gizemli bir şekilde dalgalanıyor, bir kördüğümü çözmek istercesine
sanki ondan bir şeyler saklarmış gibi şüpheli davranışlar sergiliyordu. İhtiyar,
gölgesinin inatla çırpındığını, ona bağlılıktan kurtulmak istediğini sezdi.
Gölgenin yüz
ifadesinden, dudaklarının kımıldamasından bir şeyler söylemek, iletmek istediğini
hissediyordu. Ancak sesi duyulmadığından onun ne demek istediğini anlamıyor,
sadece hareketlerini izleyerek vücudundan ayrılıp gitmesini engellemek için başarısız
bir çaba sarf ediyordu.
–
Dur, ne
yapıyorsun, ne oldu sana?
–
...
Gölgeden ses
çıkmadı, ancak hareketlerinden onu duyduğunu hissettiğinden biraz
cesaretlenir gibi oldu.
–
Sana
söylüyorum, duyuyor musun beni?
–
...
Gölgeden bu
defa da ses çıkmayınca ihtiyar sesini yükseltmek istedi, ancak dudaklarının
kilitlendiğini fark edince içini vahim bir endişe kapladı.
Gölge aynı inatla
çırpınmaktaydı ve çırpındıkça ihtiyar vücudunun gizli noktalarında ağrı, sızı
duyuyor, içinden bir şeylerin çekildiğini, gerildiğini, hemen kopup düşeceğini
hissediyordu. Kendisini gölgesiz hayal edemediğinden vücudunun tüm azaları
uyanmıştı.
Gölge
çırpındıkça ihtiyar düşmemek için eğerin üzerinde dengesini güçlükle koruyordu.
Artık çok geç olduğunu, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğini anlamıştı. Gölge çırpına çırpına, gerile gerile vücudundan
uzaklaşmaktaydı. Çünkü onun değişen yabancılaşan görüntüsünde kendisiyle ortak
olan hiçbir şey kalmamıştı.
Sonra ihtiyar
ansızın vücudundan bir şeylerin çıkıp gittiğini
ve aynı anda cisminin uyuştuğunu
hissetti – gölgesi ondan ayrılmıştı.
Bir an
içinden atının başını çevirip yel gibi uzaklaşan gölgesinin peşinden gitmek,
ona yetişmek, ucundan, kıyısından yakalayarak, dil döküp bir şekilde geri
döndürmek isteği geçti. Ancak elleri, kolları vücudunun azaları onun değilmiş gibi
söz dinlemeden öylece dikilip durdu.
Gölge, biraz
uzaklaştıktan sonra durdu, vedalaşıyormuş gibi ona el sallayarak sahranın enginliğinde
kayboldu. İhtiyar, yola çıktığından beri ilk defa yalnızlığını hissetti.
“O şimdi gölgesiz ne yapacaktı? Yitirdiğinin acısıyla
yaşayabilecek miydi? Bundan sonra gölgesizliğe nasıl alışacaktı? Ve alışabilecek
miydi?”.
Eriyip
ufuklara dökülmekte olan güneşe doğru bakındı. İçinde derin bir boşluk
hissetti.
* * *
Güneş ufukta
eridikçe sahranın uzak enginlikleri sırra, esrara bürünüyor, hafızasını,
şuurunu, düşüncelerini delik deşik eden ne varsa örtüp gizliyordu. Sanki
karanlık sahraya, uçsuz bucaksız kum denizine değil, vücudunun azalarına
çöküyor, ruhuna, varlığına nüfuz ediyordu.
O, üstüne
yürüyen karanlığı, karanlığın ömrüne bırakacağı izleri bozmak, savuşturup atmak
istiyordu.
Hafızasının derinliklerinden kopup gelen hafif bir ışıltı,
büyümekte olan karanlığın içinde savrula savrula gidiyor, sahranın
enginliğine yayılarak sönüyordu.
Ufukların
vadisi boyunca yok olan aydınlığın gamlı, küskün manzarasını seyrettikçe
ruhunun boşaldığını duyuyor, zamanın akışını bir anlık bile olsa durdurmak
istiyordu.
Zamanın meltemi
yüzüne değdikçe içerisinde yılların uykusundan yeşeren hatıralarını silkeleyip
uyandırıyordu. Duyguların ağır yükü altında belinin büküldüğünü
hissediyordu. O, silkinmek, kaderin yükünü boşaltmak, dertlerinin arasından
sıyrılıp çıkmak inadı ile kendisinde güç, kuvvet arıyordu.
Şimdiye kadar
ömür dediğin duygularını ızdırapla, hasretle doyurmuş, yılların ve
azapların yoğurduğu çehresinde bir zamanlar ona mahsus olan belirtilerden hiçbir
şey bırakmamıştı.
Vücudu hâlâ gölgesizliğin
acısını çekiyormuş gibi sızlıyordu.
Sahra, kendi içinde
sessiz sessiz feryat ediyordu.
I.
FASIL
İhtiyar geldiği
uzun yоl bоyunca dağlardan, derelerden, оrmanlardan, çimenlerden, vadilerden,
yamaçlardan geçmiş, nihayet yоl uçsuz bucaksız bоz sahraya açılmıştı. Artık
hedefine ne zaman varacağını bilmeden sahranın bağrında atını süreli epey bir
zaman geçmişti. İhtiyar aldığı yolun azametini hayalinde canlandırdıkça bundan
sonra niyetinden vazgeçmenin imkansızlığını anlayarak yüzleşeceği ızdırapların,
acıların vahametini yaşıyordu.
Onu hayata
bağlayan her şeyden vazgeçtiğini, evinden, оcağından, yurdundan, yuvasından,
bütün sevdiklerinden sonsuza dek ayrıldığını düşündükçe kalbi sızlıyor,
ancak olup bitenlerin herhangi bir ilmikle, talihe, kadere, kaçınılmazlığa
bağlandığı zannıyla kendi kendini teselli ediyordu.
Geleceğinden büsbütün
vazgeçerek tarihe dоğru yüzünü çevirdiğinden
artık kalbinde başka bir arzusu, isteği kalmamıştı. Sadece geçmişini,
olup bitenleri tekrar yaşamak istiyordu; ancak bozulup viran edilmiş tarihin
içinde bir zamanlar ayrıldığı geçmişi ile ilgili bir şey bulabilecek miydi?...
Bunu
bilmiyordu...
О bu yоla
çıkarken hayatının akışının bu denli değişebileceğini hayal bile etmemişti.
Yüzünü çevirdiği tarihin manzarasının
tanınmaz bir örtüye bürünmesi iç dünyasında yabancı duygular
uyandırıyordu. Gördükleri tamamen başka bir manzaraydı, bir zamanlar insanlığın
оrada bırakıp geldiklerinin izlerini, belirtilerini bulamadığından ruhunun
sarsıldığını, ümitsizleştiğini duyuyor, ancak yüz tuttuğu yolda ileriye
doğru yürümekten başka çaresi kalmadığını anladığından atını sürmeye devam
ediyordu.
İhtiyar, kalbinin
uzak kuytularında bu yola baş koymanın pişmanlığını yaşıyor, ancak benliğine işleyen bir duygunun etkisiyle
pişmanlığını anında unutuyordu. Bu his tekrar tekrar zihninde, düşüncesinde dolaştıkça
iç dünyasının düzeni yıkılıyordu.
Sahranın tekdüze
manzarasından yorulmuş bakışları ile belki her şeyin bir an evvel son
bulacağını hayal ederek uzaktaki ufuklara daldıkça dalıyordu...
Ancak
bakışları sahranın uçsuz bucaksız sonsuzluklarında eriyordu.
Yоl uzuyordu...
* * *
Kendini, sağından
solundan yel gibi sesiz sedasız geçip giden gölgelerle kuşatılmış gibi
hissederek onları görmese bile kokularını, devinimlerini, yürüyüşlerinin
ahengini duyuyordu. Sanki gölgeler, birilerinin uzaktan uzağa onları
izlediklerini, yakalanacaklarını düşünerek acele ediyor, heyecan ve endişe
içinde sıvışıp kaçmaya, gözden
kaybolmaya çalışıyorlardı. Bazen ise gölgelerin etrafından geçip gitmediğini, acele
etmediğini sadece başıboş, serseri gibi etrafında dolandıklarını düşünüyordu.
Gölgelerin varlığını duyması uçsuz bucaksız sahranın ıssızlığında yalnızlığını
unutturuyordu.
Ancak bu
uzun sürmedi, bir süre sonra gölgeler sessizce belli etmeden tamamen
kaybolunca içine soğuk bir yalnızlık çöktüğünü hissetti. Bir zamanlar kendisinin
de gölgesi olduğu çağları hayal etti, ruhu sızladı. O, sadece gölgesini
değil, dayanağını, desteğini yitirmişti.
Yоl uzuyordu...
Yol uzadıkça
iradesinin elinden alındığını daha çok hissediyordu. Yıllarca daralmış içine
sıkışan duyguları vücudundan ayrılarak sahranın enginliğine yayılıyordu. Gittikçe
sahrayla birleşip, bütünleşiyordu. Sahra, onun cisminin, vücudunun bir
parçasına dönüşmekteydi.
Enginlikten,
sınırsızlıktan usandığından bir sınıra yahut
her şeyin bittiği, tükendiği bir sığınağa varmak istiyordu. Etrafında ise her
şey onu inadına genişliğe, sonsuzluğa, nihayetsizliğe sürüklüyordu.
Ancak
genişlik içine hafif bir kaygısızlık getirmiş, zaman zaman ruhunu bulandırıp daraltan
korkuyu kovup uzaklaştırmıştı. Şimdi her şey hayalinde sonsuzluk, bitip tükenmezlik
içinde canlanıyordu.
Bir yandan da
enginliğin bağrında kimsesizliğini, yalnızlığını daha çok hissediyordu. Ancak
kendisini sınırsız yeryüzünün yalnız sakini bilerek bundan heyecanlansa da,
dünyanın dümeninin elinde olduğu zannıyla teselli buluyordu.
Bir yönü hedefleyip
gitse de, ayaklarının onu neden sonsuz bir inatla bu istikamete çekip
götürdüğünün farkına varamıyordu. Sahranın genişliğinde başını alıp gittiği
yolla diğer semtlerin farkını ayırt etmekte zorluk çekiyordu. Bütün semtler sonsuzluk,
sınırsızlık içerisinde eriyip gitmişti.
Enginlik başını
döndürüyordu.
Kör bir itaatle
yolun ahengine uyarak yürüyordu.
Yоl uzuyordu...
II.
FASIL
Gelecekten vazgeçerek geriye, tarihin
içlerine doğru dönmeye karar verdiği gün onun için dünyanın, hayatın, talihin yol ayrımı
gibiydi. “Bu adımı atma cesaretini nasıl bulmuştu? İçinde bu kadar gücü, katiyyeti
nereden bulabilmişti? Attığı adımın arkasında nelerin beklediğini düşünmeden
nasıl karar vermişti?”
O, şimdi kendi cesaretine, böylesine gafil,
beklenmeyen bir seçim karşısında tereddüt etmediğine hayret ediyordu.
Gün dönerken birdenbire
hafızasının soğuduğunu, sıyrıldığını hissetti. Vücudunda kendisine bile
yabancı olan tuhaf bir ruh değişikliği yaşıyor, yabancılaştığını,
farklılaştığını hissediyordu; onun nazarında her şey hızla değerini
yitiriyordu. Çevresinde olup bitenin anlamsızlığını görüyor, zaman zaman kaygılandığı
dertler, acılar, ızdıraplar lüzumsuz bir duyguya çevrilerek onu terk ediyordu.
O, çekip giden acılarının, ızdıraplarının arkasından bakıyor, fakat sebebini anlayamıyordu.
İçinde bir kuvvetin onu hayallerinin ızdıraplı esaretinden kurtarmaya çalıştığını
hissediyordu.
Ruhunu titreten
bu değişikliklerden korkmaya başlamıştı. İçinde oluşan bu değişikliklerin dışına
da nüfuz ettiğini, yayıldığını hissetmekteydi. O değişmekte, başka bir insana,
belki tamamen yabancı bir mahluğa dönüşmekteydi.
Sanki yüzü, gözü,
yanakları, elleri, ayakları, bedeninin tüm uzuvları kendinin değildi. Yavaşça
ellerini yanaklarına, boynuna, boğazına sürdü, parmaklarını yukarıdan aşağıya
vücudunda gezdirdi. Bedeninin belli azaları yerindeydi; hiçbir şey değişmemişti.
İçindeki bu
çalkantının gittikçe bütün vücuduna yayıldığını hissediyordu. Ruhunu,
varlığını saran bu kargaşanın arkasında bulanık hafızası duruluyor, olup
bitenleri daha açık şekilde anlamaya
başlıyordu.
Her şeyin kendi
iradesi dışında olduğunu düşünmese bile ruhunda, hafızasında, bedeninde
hissettiği çalkantılardan kurtulmanın yollarını arıyordu. Ancak hislerini, duygularını
düzenleyemiyordu. Sanki iradesi yerinde değildi ve görünmez bir güç ile idare
ediliyordu. O ise sadece telkin edilenleri sessizce uyguluyordu. Yürüyüşünü,
davranışını değiştirmeye, durdurmaya çalışsa da bunu başaramıyordu ve istemsiz
olarak onu hareket ettiren görünmez kuvvetin iradesine teslim oluyordu.
* * *
Son zamanlar
onu çevreleyen muhite karşı öylesine kayıtsızlaşmıştı ki, sanki ıssız bir adada
yaşıyormuş gibi kendisini çok yalnız hissediyordu. Etrafındakilerin ne
dediklerini, ne konuştuklarını, ne istediklerini hiçbir şekilde anlayamıyordu.
Her gün karşılaştığı, yüz yüze geldiği insanlar, zahiren ona benziyorlardı,
görünüşlerinde, yürüyüşlerinde, duruşlarında sanki bir fark yokmuş gibiydi.
Başka canlılar gibi yiyip içiyor, gezip eğleniyor, yatıp dinleniyorlardı. Ancak
her şey zahiren böyleydi, ruhen başka insanlara dönüşmüşlerdi. Sanki insanların
ruhunu çekip bedeninden çıkarmış, yabancı bir canlıya dönüştürmüşlerdi. Ruhsuzlaşan,
hissizleşen, yabancılaşan insanların içinde
ruhunun sıkıldığını, bedeninden kopup ayrılmak istediğini
hissediyordu.
Zaman onu
mengene gibi sıkıyordu. İhtiyar, ayların, yılların değil asrın, çağın onu
sıktığını, zamanın sınırlarına sığmadığını hissediyordu.
Hafıza yuvasının
boşalmasını istiyor, bununla biraz hafifleyeceğini düşünüyordu.
Hayat ayaz vurmuş
çiçek gibi solmuş, güzelliğini, tazeliğini tamamen kaybetmişti. İçindeki bütün
damarları boyunca olup bitenlerden, ömrün, dünyanın bu akışından bir şekilde
kurtulma isteği kabarıyordu. Uzun yıllar nefsini öldüre öldüre sürdürdüğü ömrün,
zaman zaman içinden çıkılmaz bir mecraya yöneldiğini, bunca tekdüzeliği hayat sanarak
yaşamaya mahkum olduğunu düşündükçe içi, kalbi, ruhu tükeniyordu.
Dünyanın
lüzumsuz gerçekleri içinde kendine bile yabancı olan sonuçsuz çabalardan yorulmuştu.
Karınca yuvası misali hareketli insan kitlesinin arasında ıssızlıktan, yalnızlıktan
ürpermesi ona ilginç geliyordu. İçini kurt gibi kemiren boşluğun,
anlamsızlığın sonsuza dek süreceği korkusu vücudunu sardıkça ihtiyar, ruhunun
sızladığını hissediyordu.
Her
tarafından ıssızlık, yalnızlık yükseliyordu ve aralıksız olarak üstüne yağan
bu duyguların elinde esir olduğunu hissettikçe sinirleri geriliyor, öfkesi,
kini kan gibi ellerine, parmaklarına
sökün ediyordu.
İlgisizliğin
sessiz dalgaları onu vurarak inadına sahile atıyor, insan denizinden çekip almaya
çalışıyordu. O, denizle sahilin arasında çabaladıkça hayatının bundan böyle
hangi mecrada sürükleneceğini belirlemek istiyor, ancak bunu başaramamanın ızdırabını
yaşıyordu.
Ruhunun
bulandığını, yıllarca hafızasına dolan dertlerin, kaygıların, hatıraların
uyanıp, kıpırdayarak taş gibi etrafına yağdığını hissediyordu. Daha önce hiç
dönüp ömür çizgisine bu şekilde bakmamış, zamanın alıp götürdüğü yılların nasıl
kaybolduğunun farkına varmamıştı. Şimdi ise dönüp geriye baktıkça ihtiyar, yaşadığı
ömrün içinde ona özel, mahrem olan hiçbir his, hiçbir duygu kalmadığını anlıyor,
bundan hayrete düşüyordu.
Gittikçe etrafındaki
insanların dillerini bile anlamakta zorlanıyordu. Sanki yabancı bir kavme
mensuplarmış gibi sözleri, ifadeleri ona yabancı bir dilde konuşuyorlardı. İletişim
kuracak, dertleşecek, hasbihal edecek kimsesi kalmadığı için canı sıkılıyor, hiçbir
yere sığmıyordu.
Çevresindekilerle
arasında meydana gelen uçurum derinleştikçe insan yığını inadına onu itiyor,
içine kapanmaya, ruh dünyasına çekilmeye zorluyordu.
Fakat yıllarca
bağlı olduğu muhitten ayrı yaşamanın ne denli zor olduğunu da hissediyordu. Bu
yüzden de önce bir yolunu bulup, bu insanlarla iletişim kurmayı düşündü,
ancak bütün gayretleri karşılıksız olduğundan bu düşüncesinden vazgeçti. Artık
bir parçası olduğu toplulukla hiçbir bağının kalmadığını ve bu insanların arasında
yaşayamayacağını anladı.
Böylece,
kendisi bile fark etmeden hayatının akışı değişerek başka semte yöneldi ve bir
zamanlar bağlı olduğu muhitle ilişkisinin kesildiği düşüncesini kalbine, ruhuna
aktararak iç çalkantıları büyük ölçüde duruldu.
Artık onun
için hayat eski değerini yitirmiş, dünya gözlerinde büsbütün boşalmıştı.
* * *
Ansızın
duyduğu sesle yerinden sıçradı.
Sanki bir
yerlerde bir şey güçlü, beklenmeyen bir darbeyle çatladı. Yerin mi kainatın mı
derinliklerinden gelen bu sesin kaynağını bulmak, neyin çatladığını bilmek için
nefesini tuttu.
Çatlama sesi
gittikçe artıyor, bitmek, tükenmek, kesilmek bilmiyordu.
Sanki ucu bucağı
olmayan koca bir okyanusta bir buz dağı çatlamıştı ve katmanlara ayrılarak birbirine
ters yönde akıyor, aralarındaki çatlama sesi gittikçe genişleyerek
geçilmesi, aşılması imkansız, derin, dipsiz, baş döndürücü bir boşluğa dönüşüyordu.
Ayağının altındaki yerin, başının üstündeki gökyüzünün ikiye ayrıldığını hissediyordu.
Çatlaklar kendi
içinde tekrar tekrar çatlıyor ve çatlama sesleri halka halka, dalga dalga
büyüyüp birbirine karışarak yeryüzüne dağılıyordu. O, çatlama seslerinin
altında kalan her şeyin kırıldığını ufalana ufalana, parçalana parçalana
sayısız zerrelere dönüştüğünü zamanın dipsiz boşluğuna saçılarak yok olduğunu
hissediyordu.
Zihninde, hafızasında
ne varsa, çatlayıp kırılarak içine dökülüyordu.
Çatlama sesi
büyüdükçe o yarılan, ayrılan dünya ile yüzleştiğini hissediyordu. Sanki zaman ayrımındaydı;
geçmiş çatlağın bu tarafında, gelecek ise diğer tarafında kalmıştı. Çatlak büyümeden bir karar vermeliydi; ya geleceğe götüren
yolda yürümeli ya da gelecekten bir şekilde vazgeçerek tarihin derinliklerine,
insanlığın geçtiği yolla geriye dönmeliydi.
İhtiyar
içinin boşaldığını, onu geleceğe bağlayan her şeyin gitgide hayalinden
silinmekte olduğunu, hafızasının bulandığını, yaşayacağı ömürle ilgili arzularının,
ümitlerinin bir çiçek misali solduğunu hissediyordu.
Ayrıca zamanın
beklenmeyen çatlamasıyla geçmişle gelecek arasında bir sınır, hatta uçurumun
oluştuğunu hissediyordu. Şimdi çatlamış zamanın açtığı uçuruma düşmemek için
dikkat etmeliydi.
“Geçmişle
geleceğin yolları ayrılırsa hayatın akışı bundan sonra hangi tarafa yönelecekti?
Geçmiş geleceksiz mi kalacak yoksa gelecek geçmişsiz mi yürüyecekti? Zamanların
birbirinden farklı mevcudiyeti zemininde hayatın aksi yönde devamı mümkün olacak
mıydı? Yoksa dünyaya yeni bir düzen getirilecek, her şey yeniden mi inşa edilecekti?”
Ayaklarının
altından toprağın çekildiğini, zamanla birlikte dünyanın da çatladığını
hissediyordu.
Çatlama sesi
karşısına çıkan bütün sesleri ezerek çekip gidiyordu. Sesin önüne çıkan her şey
yıkılıyor, un ufak olup dökülüyordu.
Etrafta
görülmemiş bir hareketlilik hissedilmekteydi; sanki her şey – ağaçlar, taşlar,
kaya parçaları yerinden koparak çekip gidiyordu.
O, artık
şimdiye dek yaşadığı, ömür sürdüğü dünyayı tanıyamıyordu. Gözüne ilişen ne
varsa değişerek bambaşka bir görüntüye dönüşmüştü.
Bağırıp
feryat etmek, birilerini yardıma çağırmak istedi, ancak kendi sesini tanıyamadı,
çünkü sesi de çatlayarak ikiye ayrılmıştı.
Başını
kaldırıp gökyüzüne baktı. Sema zedelenerek çatlamış, ezelden beri var olan
görüntüsünü yitirmişti.
Ayakları üstünde
yürüdüğü toprağı unuttuğundan öylece şaşkın şaşkın durmuş, hangi semte yöneleceğini,
hangi yöne gideceğini bilmiyordu.
* * *
İhtiyar, kaderinin
bu şekilde dönüşünün şaşkınlığı içinde eve dönerek derhal yol hazırlığına
başladı. Yanına çok şey almak istemiyordu, bu yüzden heybesine koymak için
gerekli eşyalarını seçerken epey düşündü. Daha sonra atını eğerleyerek heybesini
eğerin üzerine yerleştirdi.
Önce geceyi uyuyup
dinlenerek geçirmeyi, sabaha doğru evden çıkmayı düşünse de, anında bu
fikrinden vazgeçerek hemen akşam olmadan
yola çıkmaya karar verdi. Derhal yola çıkmazsa, sonra herhangi bir nedenin kaderini
başka bir mecraya yönelteceğinden korktu. Sanki içinde gizli, bilinmez bir
kuvvet onu acele ettiriyor, bir an bile oyalanmadan yola çıkması için
sesleniyordu ve azıcık bile oyalanırsa kaderin cazibesinde dolanan bu fırsatı
ebediyen kaybedeceğini, bir daha niyetini gerçekleştirmeye uygun bir fırsat
olmayacağını düşünüyordu.
Eğerin
üzerinde dikilerek bir an için etrafını, doğduğu ve yıllarca yaşadığı, acı tatlı hatıralarının yeşerdiği evi,
yassı çakıl taşları döşenmiş küçük bahçeyi, bahçe duvarı boyunca sıralanan yaprakları
kızıl renkli gürgen ağaçlarını seyretti. Sanki gelecekle değil, dünyayla
vedalaşıyormuş gibi her şeyi gözlerine doldurmak, zihninde yaşatmak istiyordu
ve bir şeyleri unutacağından korkuyordu.
Zaman tersine
akıp gidiyordu ve o gözlerine ilişen her şeyin alışkın olmadığı bir ahenkle
akıp gittiğini, dünyanın, hayatın, içinde bulunduğu çevrenin bambaşka bir
şekil aldığını görüyor ve bundan sonra nasıl yaşayacağını, ömür çizgisinin
hangi yönde devam edeceğini düşünerek tedirgin oluyordu.
İhtiyar, zamanın
tersine dönüşmesiyle yıllarca hafızasına kazınmış, onu rahatsız eden her şeyin silinip
yok olacağını sanıyordu. Ruhunu sıkan bu ağır yükten kurtulmak isteği,
inadıyla zamanın akıp gitmesini bekliyordu.
Rengi kızıla
boyanmış dünya gam, keder ve ızdırap kokuyordu. O, gözüne takılan her şeyin
yavaş yavaş önceki güzelliğini yitirerek şimdiye kadar duymadığı, alışmadığı
bir renge boyandığını hissediyor, dünyayı tanıyamıyordu.
Çekip
gitmekte olan güneşe yetişmek, ona kavuşmak istercesine uzak ufuklara bakındı.
Sonra atın dizginlerini
gevşetti.
* * *
Bir türlü
kendine gelemiyor, sarhoş gibi yalpalayan toprak ayaklarının altından çekiliyor,
her şey tersine döndüğünden başı dönüyor, dengesini sağlamayı başaramıyordu.
Tersine dönen günlerin, ayların, yılların nasıl kaybolup gittiğini
hissedemiyordu.
Zamanın akışı
onu yaşlılıktan çıkarıp gençlik yıllarına götürdükçe bir zamanlar arzuların peşinden
gittiği, isteğine kavuşmak için bazen yaşayıp bitirmeye acele ettiği günlerin
tanıdık manzarası ruhunu sarstı. Acı hatıralara dönüşerek zaman zaman içini
kavuran geçmiş yılları, o yılların çalkantılı anlarını tekrar yaşadıkça kendi
varlığından kopup ayrılmak istiyordu. Her zaman hasretle hatırladığı, bir gün
geri döneceğinden ümidini kestiği o günlerin hatıraları yaprak yaprak kopup
akarı değişmiş zamanın boşluklarına dökülüyor, solarak kokusunu, tazeliğini
kaybediyordu.
Onu geçmişe çağıran
yalnız ayakları değildi; içinde bilinmeyen bir güç inatla geriye, tarihin içlerine
doğru sürüklüyor, çekip peşinden götürüyordu. Fakat zamanın ters akışı öyle
bir hızla götürüyordu ki o bu hıza yetişemiyor, bir anlık durup düşünmek,
yılların hatıraya çevirdiklerinin tekrar gerçeğe dönüşünün iç dünyasındaki
yaşantılarını bir daha gözden geçirmek için fırsat bulamıyordu. O, içindeki dirence
teslim olmuş şekilde seçme şansının tükendiğini, kaderine boyun eğmekten başka
çaresinin kalmadığını anlıyordu.
Yaşadığı ihanetleri,
yanlış adım atıp sonra pişmanlıktan kahrolduğu anıları tekrar yaşadıkça daha
çok heyecanlanıyordu. Hayatına renk katabilecek, mutluluğa uzanan yol
ayrımlarında yaptığı hataları anlıyor, onu başarısızlığa sürükleyen saflığını, bilinçsizliğini
hazmedemiyordu. Ancak şimdi her şeye körü körüne itaatle boyun eğmekten başka
bir çaresi kalmadığından olup bitenleri acı bir üzüntüyle seyrediyordu. Zincirleme
devam eden kederli sayfaları birer birer takip ettikçe bazen üzülmeye bile
zamanı kalmıyordu.
Zaman böyle geriye
döndükçe farkında olmadan ihtiyarlıktan gençliğe adım attı, sonra küçük bir
çocuğa dönüştü ve ana rahmine çekilerek
yok oldu.
Ana rahminde
baş döndüren zamansızlık boşluğuna inerek belleğini tamamen yitirdi. Kıpkırmızı
derinlik dışında hiçbir şeyin olmadığı bu boşlukta zamanın sınırsız akışının
yönünü kaybetmekle kalmadı, aynı zamanda kendi bildiği zaman anlayışını da
yitirdi. Sonra kırmızı derinlik boza, daha sonra ise dupduru saydamlığa dönüşerek
görünmezlikte eriyip gitti.
* * *
Sahrada karşılaştığı
ilk kişi paçavralar içinde yüzü gözü çilli ihtiyar bir derviş oldu. Derviş
elindeki demir asa ile kumun üzerine tuhaf çizgiler çiziyor, sonra dizlerinin
üzerine çökerek bu çizgiler ile konuşurcasına mırıldanıyordu. Daha sonra kumun
üstündeki çizgileri bozuyor, yenilerini çiziyordu. Dervişin hareketleri gizemli
bir ayin gibiydi.
Dervişe yaklaşarak:
– Günaydın! –
diye selam verdi.
Ancak
dervişten ses çıkmadı.
İhtiyar,
dervişin onu duymadığını sanarak daha yüksek sesle:
– Günaydın,
derviş baba! – diye selamını tekrarladı.
Dervişten yine
cevap almayınca ihtiyar, atını iyice yaklaştırarak onun hareketlerini seyretmeye başladı. Fakat derviş
kafasını kaldırıp bir an bile etrafına bakmıyordu. Sanki onu görmüyor,
duymuyor, hissetmiyordu.
Aslında
ihtiyarı dervişin kum üzerinde çizdiği karmakarışık tasvirlerin gizemini çözmekten
çok uçsuz bucaksız sahrada karşısına çıkan bu insandan yüz tutup gittiği
yolla, sonuna varmak istediği menzille ilgili bir şeyler sorup öğrenme niyeti
düşündürüyordu. Sabırla dervişin bu gizemli ayinini bitirmesini beklemekten
başka bir çaresi olmadığını düşünerek atından indi.
Fakat çok
beklemedi; az sonra derviş kum üzerine çizdiği son tasviri ince, uzun parmakları ile karıştırıp bozarak kalktı, hiçbir şey olmamış gibi saygıyla onun selamını aldı.
İhtiyar
irkildi. Dervişin batık uğultuya benzer sesi içinden, vücudundan değil, çok
çok uzaklardan, vaktin, zamanın derinliklerinden geliyordu. Eskiyip eprimiş bu
ses dervişin boyu posu, vücuduyla uyuşmadığından ona ağırlık yapıyordu.
–Seni
cevaplamamamı saygısızlık olarak anlama, ayini yarım bırakamazdım.
– Bu ayin
dediğinin sırrı nedir, derviş baba?
– Senin kaderini
okumak istiyordum.
İhtiyar
kulaklarına inanamadı:
– Benim?
Benimkini mi dedin?
– Evet,
senin...
–
Benim buradan geçeceğimi biliyor muydun?
Derviş başını
salladı ve derinden bir ah çekerek:
– Zamanın
çatlamasını hatırlıyor musun? O zamandan beri gözlerim yollarda, kulağım
seste, senden haber bekliyorum, - dedi.
Dervişin
sözleri karşısında kulaklarına inanamadı.
– Okuyabildin
mi kaderimi?
– Okudum
elbette...
– Çok merak
ediyorum. Ne yazıyor kaderimde?
Derviş bir anlığına
göz ucuyla sahranın genişliğini seyrederek:
–
Daha yolun başındasın.
Bir şey söyleyemem, - dedi.
İhtiyarın yüzündeki
merak çoğalıyordu.
– Nereye bakarsam
bakayım her şey bir sır katmanı içinde görünüyor gözlerime... Hiçbir şeyi
anlamıyorum. Tanrı aşkına söyle, bu yolda beni ne bekliyor?
Derviş bir süre
sustu, sonra bakışlarını ihtiyarın soru ile birlikte korku, heyecan, ümitsizlik
ve pişmanlıkla dolu bakışlarına dikerek:
–
Karşına ilk çıkan
vakit pazarı olacak, - dedi ve bir anlık düşüncelere dalarak, - bunu unutma, -
diye ilave etti.
–Anladım,
sonrasını söyle.
– Peşinden yılan
yatağı ile karşılaşacak, viran değirmende sınanacaksın...
– Peki sonra?
– Sonra karşına
bulanık ve çamurlu bir nehir çıkacak, onun üstünden atlayıp geçeceksin. Daha
sonra ruh dergahına gireceksin. Bir de kurukafalar etrafını saracak, onlara
karşı koyacaksın. – Derviş bir şey hatırlatmak istercesine bir süre dalarak: -
Daha fazla bir şey söyleyemem - dedi.
–...
– Şimdi
oyalanma, yoluna devam et, ileride büyük sınavlar bekliyor seni.
İhtiyar,
dervişe bir şey daha sormak istedi, ancak ne soracağını unuttuğundan sustu.
Dervişin
söyledikleri ihtiyarın zihnini aydınlatmaktan ziyade daha da bulandırdığından ne
yapacağını bilmeden şaşkın şaşkın bakakaldı. Belki dervişle karşılaşmasa, hiçbir
şey olmamış gibi yoluna devam edecek, bunca rahatsızlık yaşamayacaktı. Ancak
dervişin yoluna tesadüfen çıkan birisine benzemediğini, Tanrının yazgısı
olduğunu düşündükçe içini bir rahatlık kaplıyordu.
Kendine gelir
gelmez atını dehleyerek bu ilginç sahra
dervişinden ayrılıp, yoluna devam etmek istedi. Fakat daha fazla yol almadan, dervişin bıçak gibi
sırtına saplanan bakışları onu durdurdu.
Atının başını
çevirip geri döndüğünde dervişin aheste adımlarla peşinden geldiğini gördü.
Derviş yaklaşıp elindeki çıkını uzatarak:
–Neredeyse
unutuyordum, al götür bunu, - dedi.
İhtiyar,
çıkını alıp şaşırarak:
– Bu da ne böyle?
- diye sordu ve çıkını açmaya çalışırken derviş öne doğru yürüyerek:
– Açma,
sırdır, - dedi.
İhtiyar:
– Bunu ne
yapacağım? - diye sordu.
– Az önce
söylediğim gibi yolun vakit pazarından geçecek. Pazarda Sarı Derviş denilen
birisi var, oraya varır varmaz arayıp onu bulursun. Bu çıkını Çilli Derviş’in
yolladığını söylersin, o sana gereken yardımı yapacak, dedi.
Derviş soluklanarak:
– Oradan alışveriş
yapmaya mecbursun, çünkü menziline varmak
için bir ömür yetmez, zaman yükünü almalısın. Ancak acele etme, düşünmeden adım
atma; sakın sahte zaman satın almaya kalkışma, - diye tekrar onu uyardı.
– Ben satılan
zamanın sahte olup olmadığını nereden bileceğim?
– Sana
söyledim ya, Sarı Derviş’i arayıp bulursun. Gerisini boş ver, o her şeyi gerektiği
gibi yoluna koyacak.
İhtiyarın
bakışları Çilli Derviş’in yüzünde geziniyordu. Ancak dervişin bakışlarını yakalamak
imkânsızdı. Sanki onun bakışları zamanın sonsuzluğuna yayılıp semtini, adresini
kaybetmişti.
– Pazarda
duyduğun tatlı sözlere inanma. Sana söylediğim o şahıstan başkasına asla
güvenme, hiç kimseyle de sırrını paylaşma... Duydun mu söylediklerimi?
–
...
Derviş
sözlerine devam etse de, ihtiyar artık onu duymuyordu. Hayali onu bir anda
çekip uzaklara götürmüş, hafızasının harabelerinden yıkılıp dökülmüş
hatıralarıyla baş başa bırakmıştı. İhtiyar, dervişin sözlerini tam olarak
kavrayamasa da, sesinin ritmini, ahengini kulaklarında hissediyordu. Ses canını
sıkıp onu eziyordu. Aniden o içini parçalayan hayallerden uzaklaşarak kendine
geldi ve dervişin sözünü keserek:
–
Deviş baba,
kimsin sen? – diye sordu.
Derviş bu
ters sorudan ihtiyarın onu dinlemediğini, deminden beri vakit pazarı ile ilgili
söylediklerinin boşuna olduğunu fark etse de belli etmedi.
İhtiyar
sorusunu yineledi:
–
Kimsin sen?
Dervişin
yüzündeki tebessüm bir anda soldu ve soğuk, asabi bir sesle:
–
Benim
kimliğim sorulmaz, yoluna devam et, - dedi.
İhtiyar
ruhunu, düşüncesini ezen muamma içinde dervişten ayrılarak atının dizginlerini
serbest bıraktı. Ancak çok gitmeden az önceki
görünmez bir gücün aynısı onu durmaya,
geri dönüp bakmaya zorladı. Atının dizginlerini çekip arkasına baktı.
Bir az önce
dervişten çıkını aldığı yerde hiç kimse yoktu.
Derviş
kaybolmuştu.
* * *
Ne kadar yol
gittiğini hatırlamıyordu. Birbirinin aynısı günler geçip gidiyor, karşıda uçsuz
bucaksız kum denizinden başka hiçbir şey görünmüyordu.
Güneşin
doğuşundan batışına dek bakışları yoruluncaya kadar uzak ufuklara dalıp
gidiyordu. Fakat hiçbir fark yoktu, sahranın manzarasını değiştiren hiçbir
şey göremiyordu. Her gün Çilli Derviş’in salık verdiği vakit pazarına yetişeceğine
olan inancını biraz daha yitiriyor, bundan dolayı ruhunu saran ümitsizlik,
güvensizlik yorgunluğunu daha da artırıyordu. Bazen tamamen yanlış bir yolu
seçtiğini, çıkmaz bir yola girdiğini ve bu nedenle hiçbir zaman amacına
ulaşamayacağını düşünüyordu. Bu durumlarda atın dizginlerini çekerek duruyor,
dönüp geriye bakarak, geçip gittiği yolları uzun uzun seyrediyordu. Sonra da çaresiz
yoluna devam ediyordu.
Çilli
Derviş’e rastlayana kadarki yolun uzunluğu, hedefe ne zaman varacağı ile ilgili
her gün onu rahatsız eden düşünceler, hayaller zihnini meşgul etmekte, içini
yiyip bitirmekteydi. Fakat o zaman yol bu kadar yorucu ve sıkıcı değildi. Şimdi
bilmediği bir nedenle daha da sabırsız olmuştu.
Birbirinin
aynısı manzaralar gözlerini, bakışlarını yormuştu.
İhtiyar,
Çilli Derviş’in kendisine verdiği çıkını heybesine koymuştu. Tüm yolculuğu
süresince çıkın ona dayanak olmuş, en zor
anlarda bile ümidini, inancını kaybetmesine fırsat vermemişti. Bazen çıkını heybesinden
çıkararak onun kalp atışlarını duymak istercesine göğsüne bastırıyordu. Çıkını
düşürüp kaybederse yolunu, izini de kaybedeceğini sanıyordu. Geceleri uyuyup
dinlenmek için kumun üstüne yattığında çıkını heybeden çıkararak başının
altına koyuyordu. Sanki bu inin cinin top oynadığı sahrada birisinin onu
çalacağından korkuyordu. Çilli Derviş’in uyarısından sonra çıkını açmaya cesaret
edemediğinden içinde ne olduğunu bilmiyordu.
Nihayet, bir
gün öğle üzeri duyduğu gürültüden pazarın yakınlarda olduğunu anlayınca rahat bir
nefes aldı. Yaklaştıkça gürültü daha da çoğalmaya başladı. Eski değirmene
benzer bir yapının önüne toplanmış kalabalığa doğru yaklaştı. Atını kalabalığa
doğru sürerek taşa oturmuş çopur bir adama neden burada toplandıklarını sordu.
Çopur adam, insanların zaman öğütmek için değirmene geldiğini söyledi.
Sonra ihtiyar,
Sarı dervişi sordu. Dervişin adını duyar duymaz çopur adam oturduğu taştan
kalkarak ona yaklaştı ve ihtiyarı çekingen bir eda ile baştan aşağı inceledi.
Sanki bu bakışlarla “sen kim, derviş kim?” demek istiyordu. İhtiyar o an Sarı
Derviş’in vakit pazarında sözü geçen biri olduğunu anladı.
İhtiyar,
zaman kaybetmeden salık verilen semte doğru gitmeye başladı. Sarı Derviş’in evi pazarın batısındaydı.
Oraya giden yol pazarın içinden, alışverişin yoğun olduğu yerden geçiyordu.
Yol boyunca gördüğü manzaralar ona ilginç geldiğinden elinde olmadan ara
sıra duruyor ve hayretler içinde pazardakileri seyrediyordu.
Karınca
yuvası gibi hareketli pazarda önlerine tahta tabaklar dizilmiş, elbise diye
paçavralara bürünmüş, kafaları ne renk olduğu anlaşılmayan sarıklarla sarılı birkaç
derviş bağdaş kurmuş oturarak sattığı
mallara övgüler yağdırarak yüksek sesle müşteri çağırıyorlardı. Tabakların üstü
eski bir bezle kapatıldığından içinde ne
olduğu belli değildi. Merakına yenilerek onlardan birine yaklaşıp ne sattığını
sordu.
Derviş:
–
Vakit satıyorum, dedi.
– Kaça
satıyorsun? - diye sordu.
–
Bedava satıyorum!
İhtiyar,
diğerine dönüp:
– Sen de mi vakit
satıyorsun? - diye sordu.
Sarıklı derviş:
– Elbette, -
dedi. – Burası vakit pazarı.
– Vakti niye satıyorsunuz ki?
Dervişlerden
birisi üzgün üzgün:
–
Bu saatten sonra vakit bizim neyimize,- diye
cevapladı.
– Sen kaça satıyorsun
vakti?
-
Bedava.
Dervişlerin
sesi tüm pazarı sarmıştı.
-
Vakit pazarında benim kim olduğumu herkes biliyor.
-
Ben vakte dokunmadım.
– Alın,
götürün, canınızın istediği gibi kullanın.
– Ben ölmek
istiyorum, ancak vaktin esiri olmuşum,
vakti satabilseydim, rahat göçerdim bu dünyadan...
– Bu vakit ne
zaman satılacak, artık sabrım kalmadı...
– Ben
vakitten kurtulmak istiyorum.
– Zamanında
satmadım, şimdi de alan yok, ne yapacağımı bilmiyorum.
Her taraftan duyulan
bu sesler birbirine karışıyor, tuhaf bir koro ahengi oluşturuyordu.
O, satılan vakti
görmek istiyordu. Tabaklardan birinin üstündeki eski örtüyü kaldırıp vakte bakmak
istedi. Ancak yaşlı derviş sertçe onun elini geri itti:
–Vakte dokunmak
yasaktır, dedi, yoksa saçılıp gider.
O:
– Ama ben görmeden bilmeden bir şey alamam ki, -
dedi.
– Vakti
göremezsin, - diyen yaşlı derviş sesini biraz yumuşatarak hatırlattı.
Dervişlerden
biri:
– Gel benden
al, - dedi, - onun sattığı vakit beş para etmez.
– Niye, hangi
sebeple?..
– Çünkü yaşadığı
hayatın anlamını kavramamış, hayatı boyunca vakit öldürmüş. Şimdi böyle bir
adamın sattığı vaktin ne değeri olacak ki? Benim sattığım vakit altın
değerindedir...
– Onun
sözlerini dinleme, söyledikleri külliyen yalan. Bu pazarda herkes benim nasıl
mal sattığımı bilir, - kısa boylu, kır saçlı derviş uzaktan sohbete karıştı.
İhtiyar,
Çilli Derviş’in vakit pazarı ile ilgili
söylediklerini
hatırladı. Çilli Derviş ona pazarda sahte mal satıldığını, bu yüzden tedbirli
olmasını, aldanmamasını, Sarı Derviş’ten başka bir kimseye güvenmemesini
söylemişti. Bu yüzden de pazarda zaman kaybetmemeye karar verdi.
Vakit pazarının
gürültüsünden kurtularak Sarı Derviş’in olduğu yere vardığında onun sazdan
yapılmış çadıra benzer gölgeliğin altında oturup birkaç adamla muhabbet
ettiğini gördü. Bir kenarda durup onların sohbetinin bitmesini bekledi.
Ancak derviş geldiğini görünce hemen sohbetini keserek onu huzuruna davet
etti. İhtiyar hasbihalden sonra Çilli Derviş’in verdiği çıkını ona uzatarak:
– Bu emanet
size verilecek, - dedi.
Derviş çıkını alıp başını hafifçe sallayarak
teşekkür etti ve ona oturması için yer gösterdi.
– Bu gece
benim misafirimsin, gönlünün istediği gibi rahat edip dinlenirsin, sabah olunca
uğurlarım seni.
İhtiyar, Sarı
Derviş’in eliyle işaret ettiği yere, eski hasırın üzerine bağdaş kurup oturdu.
Çöken sessizliğin ardından başını kaldırıp dervişe baktığında onun çıkını açarak
içine baktığını gördü.
Derviş,
çıkından yuvarlak taşa benzeyen bir şey
çıkardı, avucunda bir hayli çevirdikten sonra üfleyerek itinayla beyaz beze sardı
ve işlemeli bir bohçaya koyarak ihtiyara uzattı:
– Al bunu sakla, - dedi.
Sarı Derviş ihtiyarın
merakla kendisine baktığını görünce:
–Ak Derviş’le görüşebilmen için bu çıkına
ihtiyacın olacak,- dedi.
–Ak Derviş nerede? Ne zaman görüşeceğim
onunla?
– Ruh
dergahında. Çilli Derviş söylemedi mi sana?
– Yolumun ruh dergahından geçeceğini
söyledi, ancak Ak Derviş hakkında bir şey söylemedi.
–
Ben de Ak Derviş hakkında bir şey söyleyemeyeceğim. Ancak onunla görüşemezsen
ruh dergahını ziyaret etmenin hiçbir anlamı kalmayacak...
İhtiyar çıkını
alıp kemerine bağladı. Çıkın ateş gibi yanıyordu.
Sarı Derviş,
çok önemli bir şeyi unutmuş gibi ekledi:
– Ruh dergahı
her bin yılda yalnız bir kez insanlara açılır, zamanında yetişemezsen yahut herhangi
bir nedenle fırsatı kaçırırsan zahmetin boşa gidecek.
Dervişin
vücudundan sanki bir melekmiş gibi nur saçılıyordu. İhtiyarın gözleri kamaştı.
O, ruhunun aydınlandığını, zamanın vücuduna sindirdiği yorgunluğun ağır ağır
bedeninden çıktığını hissediyordu. Çekinerek:
– Ne Çilli
Derviş’in, ne sizin kim olduğunuzu bilmiyorum, Tanrı aşkına anlatır mısınız bana?..
– diye sordu.
Sarı Derviş’ten
ses çıkmadı, o nur içinde yüzüyordu.
İhtiyar
sorusunu başka bir şekilde tekrarladı:
–Derviş baba,
çıkının, bohçanın sırrını anlatır mısın bana?
–
Misafirimsin, gözümün nurusun, ama ısrar etme, bu sırrı hiç kimseye anlatamam...
– ...
– Ağzımı açıp
bir şey söylersem her şey saçılıp kaybolur.
–
...
–
Dervişe sır
sorulmaz.
İhtiyar ısrar
etmenin gereksizliğini anladığından mevzuyu değiştirdi:
– Ben niçin vakit
almalıyım? Bunu anlayamıyorum...
– Senin vakte
ihtiyacın var, uzun yol gideceksin. Zaman su gibi akıp gider, hedefe
varamazsın.
– Her tarafta
vakit satılmakta. Burası ne biçim bir yer?...
– Onların
çoğu sahtedir, tatlı dillerine kanma. Senin için vakti nereden ve nasıl alacağımı
ben biliyorum.
Daha sonra
Sarı Derviş yakınlarda el pençe divan duran genç bir delikanlıya seslenerek
kulağına bir şeyler fısıldadı. Delikanlı sessizce uzaklaşarak bir yerlere gitti
ve az sonra dönerek elindeki büzgülü bohçayı dervişe uzattı.
Sarı Derviş
gencin getirdiği bohçayı oturduğu hasırın kenarına koyarak ihtiyara dönüp:
– Ellerini
bana uzat, - dedi.
İhtiyar
ellerini dervişe uzattı.
Derviş
ihtiyarın ellerini avuçlarına alarak:
– Gözlerini
kapa, - dedi.
İhtiyar, bu sefer
de dervişin söylediklerini yaptı.
Derviş alçak
sesle bir şeyler okumaya başladı. O okudukça ihtiyar, bedeninin titrediğini,
sıkıştığını, damarlarına mı, iliklerine mi, yoksa ruhunun derinliklerine mi bir
şeyin zerre zerre sindiğini hissetti. Sanki hafızasını kovup uzaklaştırıyorlardı.
Zihninde ne varsa tersine dönüyor, hayallerinin ufuklarına çekilerek siste
kayboluyordu. Sinirlerine hafif bir halsizlik yayılmaktaydı. Bedeni giderek
ağırlığını kaybedince bilincini yitirip hasırın
üzerine yığıldı.
* * *
Gözlerini
açtığında kendisini sahranın koynunda yapayalnız buldu. Vakit pazarının
gürültüsü, saz gölgelikte dinlenen Sarı
Derviş sırra kadem basmıştı. Sanki olup biten her şey uzak, gizemli bir rüyanın
derinliklerinde olup bitmişti.
Elini
kemerine attı. Sarı Derviş’in verdiği bohça yerindeydi.
Bohçayı kolunun
altına sıkıştırıp az ileride bekleyen atına doğru yürüdü.
Sahra bomboz
sisin içinde eriyip gitmiş, sanki
ufuklara küller savrulmuştu.
Yol uzuyordu.
* * *
Aradan ne
kadar zaman geçtiğini bilemiyordu. Bin yıl mı, on bin yıl mı, yoksa daha uzun
bir vakit mi– bunu hatırlayamıyordu. Olup bitenler gizemli bir rüya gibi
zamanın boşluklarından akıp gitmiş ve her şey o rüyanın uzak ufuklarında sise
bürünmüştü.
Karşıda ufuklara kadar akıp giden kum
denizinin uçsuz bucaksız manzarası sergileniyordu. Manzara o kadar sınırsızdı
ki, sanki dünya baştan başa hiçlikten, boşluktan, nihayetsizlikten ibaretti.
Şimdiye kadar bu büyüklükte bir boşluk ile karşı karşıya kalmadığından arada
bir atın dizginlerini çekerek hayretle sahrayı inceliyordu.
Atlı,
sahranın enginliğini seyrettikçe içindeki her şeyin sonsuzluk, ttükenmezlik havasına
büründüğünü hissediyordu. O, aklı, mantığıyla dünyanın bu kadar büyük olduğunu
kavrasa da, hayretini, heyecanını gizleyemiyordu.
Bu kocaman boşluk
karşısında kendisini yeryüzünün yalnız sakini gibi hissediyor, her şeyin kendi
isteği, iradesi doğrultusunda cereyan ettiğini düşünüyordu.
...Yol
hiçliğe, sonsuzluğa doğru uzuyordu.
Kendini bildi
bileli sanki bu şekilde atın üzerinde yol aldığını düşünmeye başlamıştı. Bazen de bu
yоl dışında bir hayatının оlmadığını, bir
şekilde yönü, semti belli оlmayan bu yоlda dünyaya geldiğini ve ayakları yere
bastığından beri bu yоlda geçmişe dоğru adım attığını, günlerden bir gün büyüdüğü
bu yolda ömrünün, hayatının son bulacağını düşünüyordu.
Zaman eski
değerini yitirdiğinden zihnini, önceki gibi meşgul etmiyordu. Karanlığa, ümitsizliğe
bürünmüş yaşlılığının arkasında yaşının hesabını yitirmişti. Eğer gözleri sahra
dışında bir manzara görmüyorsa, o zaman akşamların, sabahların, birbirini kovalayan
yılların ne anlamı olacaktı ki?.. Arada bir geçmiş ile bu günü karıştırdığını
hissediyor, düşüncelerinin istikametini aniden değiştirip dağılmış hafızasında
ona tanıdık olan bir şeyleri belirlemeye çalışıyordu.
Tarihe
götüren yol sanki doğrudan değil, dolanbaçlıymış gibi tekrarlanıyor, aynı
şeyleri tekrar tekrar seyrediyordu.
Zamanın
kesifliğinden sıkılan ruhunun şimdi az da olsa sakinleştiğini, rahata erdiğini hissediyor,
dahili bir huzur yaşıyordu.
*
* *
Sapsarı sahra
yağmuru yağıyordu. Durmaksızın çiseleyen bu yağmurun altında atını sürdükçe
kendini büsbütün garip, hiçbir geçmişi, hatırası olmayan, kalbi, ruhu çıplak
bir insan gibi hissediyordu. Sanki aklı, fikri, dökülüp yolların, yılların ardında
kalmıştı. Bir zamanlar hayallerinin cazibesinde çabalaya çabalaya ömür
sürdüğü günler şimdi ulaşılmazlığa dönüşmüş, onu insanlığın dünyasından
ayıran sınırlar aşılmaz duvarlarla çevrilmişti.
Hafızasızlık
dönemi epey uzun sürmüştü.
Ardında
korkular, heyecanlarla dolu uzak, ulaşılmaz günlerin çoktan unuttuğu,
hafızasını sızlatan kokusu, güzelliği yansıyordu. O günlerin bölük pörçük
sayfaları karanlıkta çakan şimşek gibi bir an için hafızasının semalarında parlayarak
geçmişini aydınlatıyor, onu tekrar eski hayatına götürüyordu. Bazen ilk defa
görüyormuş gibi şaşkınlıkla dünyayı seyrediyordu. Neden korkular, heyecanlar, ürpertilerle
dolu günler böyle kokuluydu? O bunun nedenlerini anlayamıyordu.
Bugünüyle
geçmişi arasında kocaman bir uçurumun ürpertici
derinliği başkaldırıyordu. Zaman akıp gittikçe azar azar sakinleşen hafızası,
durulan belleğiyle olup bitenleri aydınlatmak istiyordu. Hafızasındaki tüm mahrem
korkular onu terk ettiğinden dünyanın tadını, kokusunu unutmuştu. Şimdi
hafızası uyandıkça o kokularla birlikte zamanın vadisi boyunca saçılmış
hatıraları baş kaldırıyor, ruhunun değiştiğini, başkalaştığını hissediyordu. O,
neredeyse yok olmuş geçmişinin, bir ömür içine yuvalanmış, zamanın yağmaladığı
hatıralarının ardından hasretle bakıyor, geri dönüp kaybettiklerini tekrar
bulmak istiyordu, ancak bunun mümkün olmadığını anladığından kendi
çaresizliğine sığınarak için için kavruluyordu.
...Zamanın
akışı azar azar yavaşlayarak eski hızına inmişti. Her şey tersine dönse de,
akşamların, sabahların birbirini takip etmesi mantık sınırları içindeydi.
Sahranın
koynunda yürüdükçe kaçıncı hayatını yaşadığı, ve bütün ömürlerinin hafızasında
yaşayanları da kendisiyle sürükleyip götürmeye mahkum olduğu ihtiyarın aklından
bile geçmiyordu. Bu mahkumiyetin arkasında daha nelerin beklediğini aklına bile
getirmeden yoluna devam ediyordu.
İhtiyar,
asırların hafızasını geri getirdiğini, dünyadaki yaşamlarının bütün
hatıralarını kendisiyle taşıdığını bilmiyordu. Bu kadar zamanın, ömürlerin bir
insan kaderinde toplanmış olmasını hissetmiyordu. Hafızası olup bitenleri
taşımakta zorlanıyordu. Kendisini bir ömür yaşamış gibi hissediyor, yaşananların
birinci, beşinci yoksa yedinci ömrüne mi ait olduğunu ayırt edemiyordu. Sanki tüm ömrünü aynı ruh
halinde yaşamış, dünyayı aynı pencereden seyretmişti. Geçip giden yıllar,
asırlar, dünyanın, insanın, insanlığın doğasını zerre kadar değiştirememişti.
Böylece o gün
bu gündür durmadan, dinlenmeden yollardaydı.
Yol uzuyordu...
III.
FASIL
...Atlı,
insan sesi duyunca irkildi. Önce kulaklarına inanamadı. Sesin nereden
geldiğini, bomboz sisin arkasındakinin gerçekten insan mı olduğunu öğrenme
isteği içini titrettiğinden atın dizginlerini çekip durdurdu. Şimdiye kadar
olup bitenler ona anlamsız bir rüyaymış gibi geliyordu. Ve akıp giden bu zaman
çerçevesinde ilk defa kulaklarına sızan insan sesi uzun zamandır taşlaşmış,
sertleşmiş duygularının arkasından hafızasını, belleğini avutuyordu. İnsan
sesi duyarsa bu belirsiz, gizemli rüyanın bir anda biteceğini, her şeyin eskisi
gibi aydınlığa kavuşacağını, hayatın doğal akışına döneceğini sanıyordu.
Ancak
saniyeler, dakikalar geçse de hiçbir şey değişmiyor, zaman kendi mecrasında
akıp gidiyordu. Her taraf boz bulanık bir örtüyle kaplandığından
karşısındakinin insan olup olmadığını anlayamıyordu. Sesle arasındaki
bulanıklığı kesip biçmek istese de başaramıyordu.
Daha fazla
dayanamadı:
– Ey insan,
kimsin sen?
Bomboz sisin diğer
tarafından hafif bir kımıldama sesi duyuldu ve bu ses diğer bütün sesleri
yutarak eritmeye başlayınca içinin tekrar çalkalandığını hissetti. Ancak cevap
gelmeyince sesini biraz daha yükselterek:
– Cevap
versene! Kimsin sen? – diye sordu.
– ...
Bir cevap alabilme inadıyla ihtiyar bir daha
sorusunu tekrarlamak istedi, fakat gittikçe sesle arasındaki boz bulanık örtü kalkarak
manzara belirmeye başladığında karşısında aynı kendi yaşında, benzer
kıyafette bir atlının durduğunu görünce
olduğu yere çakılıp kaldı. Havayı kaplayan bulanıklık tam olarak aydınlanmadığından
atlının suratını, yüz çizgilerini tam olarak göremiyordu.
Zaman,
hafızasını okşaya okşaya akıp gittikçe bomboz sisin arkasındaki belirsizliği içinde
tartışa tartışa sahip olduğu hiçbir şeyin eskisi gibi olmadığını hissediyordu.
Zihninde derin, dipsiz bir boşluk oluşmuştu, hafızasına takılıp kalan her şey
o boşluğun içinde dönüp durmaktaydı. Bütün ömrü bükülüp düğümlenerek bir
noktaya toplanmıştı. Sanki o, kendisi gibi bir atlıyı değil, dünyayı, dünyanın
soluklanan güzelliğini seyrediyordu. Tüm azaları boşalarak et yığınına
dönüşmüştü. Kulakları bütün seslere kapanmıştı, sadece damarlarında akan kanın
zayıf şırıltısını duymaktaydı.
Gözleri,
karşısında duran atlının – bu tuhaf sahra yolcusunun – yüzüne takıldığında
hayretler içinde kaldı, çünkü atın üstündeki kendisiydi.
Bir an
karşısındakinin canlı insan değil, ruh olduğunu düşündü ve vücudunda soğuk
bir ürperti dolaştı. Sanki atın üstündeki yolcu onun sonuydu.
O, şaşkın
şaşkın karşısındaki yolcuyu incelerken, bu inanılmaz benzerliğin sırrını, sebebini anlamak
istiyordu. Sanki koca sahrada hiç kimseyle karşılaşmamıştı. Sadece dev bir
aynanın karşısında durup, kendi görüntüsünü, boyunu posunu seyrediyordu. “Bu ne
biçim bir iş, ya Rab! Kendisi varsa, peki o zaman karşısındaki kimdi? О başka
bir yöne, karşısındaki ise bambaşka bir yöne gidiyor. Acaba bu bir kabus yahut
karabasan mıydı?”
“– Kimsin,
sen?” –istemsizce dudaklarından hafif bir fısıltı döküldü.
İhtiyar, o an
oradan kaçmak, karşısındakinden – kendisinden – uzaklaşmak istedi ancak
atıyla beraber toprağa çivilenmiş gibi ne yapsa da yerinden kımıldayamadı. Sanki
yolcunun bakışları onu sihirli ilmiklerle düğümlemiş, cezbetmişti, bu cazibeden
kurtulamıyordu.
“–Kendini
aramıyor muydun ihtiyar?” – Bu sözleri atlı mı söyledi, ya da gaipten mi
geldi, bunu bilemedi.
“– Kendini
tanımadın mı?”
“– Kendinden
bu kadar mı korkuyorsun, ihtiyar!”
Sonra yolcu
sessizce atının başını çevirdi. At şahlanıp koşmaya başladı, sahranın derinliklerinde
gittikçe küçülerek görünmez оldu.
Yolcu
uzaklaşıp gözden kaybolduktan sonra ihtiyar sanki uykudaymış gibi sıçrayıp ayılarak
kendine geldi. Bir süre kararsızlık içinde şaşkın şaşkın durdu. Sonra arkasına
dönüp bu beklenmeyen yolcunun gittiği yöne baktı. Ancak artık çok geçti; sahranın
ufuklara kavuşan uzak enginliklerinde hiç kimse görünmüyordu. “Kendi görünümünde
karşısına çıkan da neyin nesiydi? Belki de gördüğü insan bile değildi, ruh ya
da hayaldi. Kendisini aramıyor muydu? Kendisi kendi görünümüyle karşısına
çıkmamış mıydı? Neden bunu yüz yüze geldikleri zaman anlamadı?”
Yol boyunca
kulaklarında yolcunun sözleri tekrar tekrar yankılanıyordu:
“– Kendini
aramıyor muydun, ihtiyar!”
Bir anda az
önce karşılaştığı atlı gibi binlerce, milyonlarca benzeri olduğunu, boz bulanık
sisin arkasından izlendiğini sandı. Gözüne kimse ilişmese de bunu hissediyordu.
Birdenbire
çoğalması, sonsuz sayıda tekrarlanması onu ürpertti. Ancak bu, kısa bir an
sürdü, yeniden yalnızlığın gizemli kucağında sarmalandığını hissetti. Kum
denizi önceki ahengiyle dalgalanıyordu.
Batmaya yaklaşan
güneş solgun ışıklarını sahranın üstüne dökerek çekip gidiyordu.
IV.
FASIL
Hayatından
yaprak yaprak dökülen yıllar çоk şeyini alıp götürmüş, kaderini değiştirmiş,
оnu kendine bile gizemli görünen bambaşka bir insana çevirmişti. Dünyanın
varlığını оna hatırlatan şey her gün sabahın olması, güneşin batışıyla tekrarlanan
zamanın ebedî, değişmez, sonsuz akışıydı. Başka hiçbir şeyin оnun dünyasıyla
ilgisi yоktu. Belki bunu anladığından, olup biten her şeye soğukkanlılıkla
yaklaşıyordu.
* * *
Hayatı,
kaderi ile ilgili ne varsa, bitmez tükenmez bir anlamsızlık içinde birbirine zincirlenmişti.
Ancak o anlamsız olan her şeyde bir anlam aramaya, anlamsızlığın sırrını,
hikmetini çözmeye can atıyordu. Bazen dünyada anlamsız hiçbir şeyin
varlığının mümkün olmadığını düşünüyor, bazense anlam ile anlamsızlık arasındaki
sınırın, nereden başlayıp, nerede bittiğini çözmek istiyor, birisinin anlamlı
sandığının diğerine anlamsız gelebileceğini
anlamaya çalışıyordu.
Aslında anlam
ile anlamsızlık birbirine karıştığından aralarındaki sınır büsbütün kaybolmuştu.
Hayatının yaşanan sayfalarında nelerin anlamlı, nelerin anlamsız olduğunu hiçbir
şekilde anlayamıyordu.
Zaman zaman tarih
anlamsız olanları anlamlı, anlamlı olanları ise anlamsıza dönüştürmüştü. Ve
bazen bu dönüşümlerle dünyanın kaderi değişerek aslına, doğasına yabancı olan
başka bir mecraya yönelmişti.
Bir de gizemli
ve tuhaf olan dünyanın mihverinin çoğunlukla anlamsızlık etrafında dönmesiydi. Madem
öyle, o zaman neden insanın aklı, bilinci erdiğinden beri, gördüğü, bildiği her
şeyde bir anlam arar, anlamsız gördüklerinden kaçmak, kurtulmak isterdi?...
Şimdi her
şeyin aynı renkte olduğu sahranın ortasında, geçmişe uzanan bu yol boyunca
bütün bunları ayıklamanın ne anlamı vardı? İhtiyar, bunu kendine açıklayamıyor,
her şey bittikten sonra bu düşüncelerin neden onu bu kadar meşgul ettiğini anlamakta
zorlanıyordu.
* * *
Uzakta
sahranın rengi ve ahengiyle uyuşmayan tuhaf bir manzara göze çarpıyordu. Sanki
kum nehri canlıydı ve göğsü nefes alıyormuş gibi kalkıp iniyordu. Dikkatle
baktığında sahranın rengi de gözlerine başka şekilde görünmeye başladı.
Ellerini alnına
kоyup uzaklara epey bakınsa da, bu manzaradan hiçbir şey anlamadığından atını
dehleyerek yоluna devam etti. Оna tuhaf
gelen manzaranın ne оlduğunu, sahranın neden ezeli görkemini yitirerek böyle değiştiğini
anlamak için bir hayli yol gitmeliydi. Çünkü uzaktan uzağa gördüklerinin ne оlduğunu
kestiremeyecekti.
Gittikçe
manzara biraz daha belirgenleştiğinden içini kaplayan merak ve heyecan daha da
çoğalmaya başladı.
At bile bir
şeyler hissettiğinden yürüyüşünün hızını artırmıştı. İhtiyar, karşısındaki
manzarayı korku içinde izleyen atının kulaklarını dikip dikkat kesildiğini,
ayaklarını yere vurarak tısladığını, ilerlemek istemediğini hissediyor, hayvanın
böyle huysuzlanmasına şaşırıyordu.
Nihayet, ihtiyar
biraz daha yaklaşarak sahradaki bu tuhaf manzaranın sonu olmayan yılan yatağı
оlduğunu gördüğünde atının neden bu kadar huysuzlandığının, ilerlemek istememesinin
nedenini anladı.
Saç örgüsü
gibi birbirine dolanarak sahrada korkunç bir görüntü oluşturan yılanlar o kadar
çoktu ki, onların arasından geçip gitmek için adım atacak bir karış yer bile
yoktu. Bu yüzden ihtiyar atının dizginlerini çekerek durdu.
Daha önceden
yolunun üstüne yılan yuvalarının
çıkacağını söyleyen Çilli Derviş’i, sonra da dün gece gördüğü rüyasını hatırladı.
Son zamanlarda anlamadığı bir nedenle gördüğü düşleri hatırlayamadığından
şimdi birdenbire hafızasında her şeyin tüm çıplaklığı ile canlanmasına sevindi.
Rüyasında ruhunun
bedeninden ayrılıp gittiğini görmüştü. Ruhunun peşinden olanca gücüyle atını
koşturtuyor, ancak ne yapsa ona yetişemiyordu. Yоl sarp kayaların arasından,
Yılan Deresi denilen bir yerden uzayıp geçmekteydi. Yılanlar derenin her
tarafını kaplamış, yollarını, patikalarını, kayalarını sarmış, ağaçların dallarına
sarılmışlardı.
İhtiyar
ruhuna sesleniyor, ancak sesinin ona ulaşmadığını hissediyordu. Ruhu uzaklardan
ona el sallayarak, gülümsüyordu. Sanki ruhu cisminden ayrılıp özgür kalmasına
seviniyordu.
Ruhuna
yetişmek için dereden atlayıp karşı yakaya geçmek istiyordu, ancak her taraf
yılanlarla dolu оlduğundan bunu beceremiyordu.
Gecenin bir yarısı
kan ter içinde uykudan uyanmış, sabaha kadar kendine gelememişti.
Şimdiyse al
işte, dün gece gördüğü rüya gerçek оlmuştu; atını durdurup sahra boyunca uzayıp
giden yılan yuvalarının korkunç ve nihayetsiz manzarasını seyrediyor, bu
beklenmedik tehlikeyi savuşturmanın çaresini
arıyordu. Fakat her taraf yılanlarla kaplı olduğundan geçip gitmek için yol, iz bulamadığından
tehlikeyi nasıl atlatacağını bilmiyordu.
Bu kadar yol katettikten sonra her şeyi yarıda kesip geri dönmekse ölüm ve mağlubiyet
demekti.
Yılan
yatağından gelen tıslama sesleri apaçık duyulmaktaydı. Körük sesine benzeyen
bu ses bazen yükseliyor, bazen hafifliyor, bazen de hiç duyulmuyordu. İlerlemeye
cesaret edemiyordu, yılanların onu fark etmelerinden korkuyordu. Varlığını anladıkları
an kaşla göz arasında üzerine yürür, etrafını sararak atıyla birlikte onu canlı
canlı yutarlardı. Kendilerinden kat kat büyük hayvanları yutup sindiren
yılanlar hakkında o kadar çok rivayet duymuştu ki. Onun için en korkunç şey
yılanlara yem olmaktı.
Bir an kendini
bu ürpertici yatağın ortasında, karınca gibi kaynayan yılan sürüsünün içinde
hissediyor. Her taraftan vücuduna sarılan yılanlar, ellerini, kollarını,
ayaklarını hareketsiz bıraktığından onları üzerinden atamıyor. Yılanlar aman
vermeden vücuduna sarılıyor, belini sıkıyor.
Sonra yılanlardan biri boğazına dolanarak onu boğmaya başlıyor. Nefes
alamadığından boğuluyor, bağırarak
birini yardıma çağırmak istese de sesi çıkmıyor. Birden dengesini kaybederek kökünden
kopmuş ağaç gibi yere devriliyor. Artık direnemediğinden kendini tamamen
kaderine teslim ediyor. Üzerine sel gibi akan yılanlar göz bebeğini yemek için
birbiriyle boğuşuyor.
Hayal ettiği
bu dehşetli manzaradan ihtiyarın vücudu ürperdi.
Çok geçmeden yılanlar
uyanıp hareket ettiler. Önce yılanların onun gelişini fark ettiklerini sanıp korkar
gibi oldu fakat sonra bu hareketin sadece uykudan uyanma merasimi olduğunu
anlayarak teselli buldu.
Yılanlar bazen
birbirlerine sarılarak bütünleşiyor, sanki canlı bir örtülermiş gibi sahrayı
kaplıyorlardı. Bazen de birbirlerinden ayrılarak önceki hallerine dönüyorlardı.
Ara sıra da aynı anda şahlanarak, kuyruklarının üstünde diklenerek yatağın
manzarasını değiştiriyorlardı. Sanki birisi onları yönetiyordu.
Bazen de
yılanların kendilerince bir ayin yaptıklarını sanıyordu. Çünkü hareketlerinde tuhaf
bir düzen vardı. Yatağın farklı yerlerinde deste deste raks eden yılanlar bile
görünmekteydi.
İhtiyar bu
manzarayı seyrettikçe gayri ihtiyari çocukluk yıllarını hatırladı. O geçmiş
yılların alacakaranlık ufuklarında yuva yapmış yılanla ilgili hatıraları
şimdiye kadar unutamamıştı. Güneşin yakıp kavurduğu sıcak karasal bir bölgede,
yılan çiyanla dolu bir yerde doğup
büyümüştü. Yılın sıcak mevsimlerinde ekin ve hasat zamanı dışarısı yılanlardan geçilmezdi.
Her tarafta her çeşit yılanla karşılaşmak mümkündü. Köyün aşağısındaki eski mezarlıksa
tam bir yılan yatağına dönüşürdü. Eski mezarların arasında yürürken yılanlara
basmamak için azami dikkat gerekiyordu. Yoksa göz açıp kapayıncaya kadar
yılanlar insanı sokabilirlerdi.
Omuzlarında çadır
bezinden torbalarla, şehirli kılığında ikişer üçer yılan avcıları gelirlerdi. Çocukken
ölüm kokan bu tehlikelere aldırmayarak sık sık mezarlığa gider, sanki onu
rahatsız eden bir isteği gerçekleştirmek ümidiyle saatlerce hısım, yabancı tüm kabirlerin
arasında dolaşırdı. Ne kadar korksa, dikkat etse de o zamanlar olduğu gibi
şimdi de mezarlığı yılansız
düşünemiyordu.
Bir de
yılanla ilgili hafızasında sertleşip kemikleşen hatıraların içide çocukluğunda ninesinden dinlediği ve bugüne
kadar içinde taşıdığı sihirli bir masal yaşıyordu. Sonradan okuma yazma
öğrendiğinde sayısını unuttuğu kitaplarda ne kadar arasa da ninesinden dinlediği
o masala rastlayamamıştı. Masalda bir gencin tesadüfen ölümden kurtardığı
yılanın ısrarıyla yılanlar ülkesine gitmesi, memleketin hükümdarı ile görüşmesi,
yılanlar ülkesinin hükümdarının oğlunu ölümden kurtaran gence dilinin altında
sakladığı kara elmas taşlı yüzüğü hediye etmesi, bu yüzüğü parmağına takan herkesin
olağanüstü güçlere sahip olması ve sonsuza dek genç kalmasından bahsediliyordu.
Büyüyüp aklı
ermeye başladıktan sonra ninesinin anlattıklarının sadece bir hayal, uydurma
olduğunu anlasa da o masalın çocukluk dünyasında yarattığı etkiyi aklından çıkaramamıştı.
Sanki masal, hayatının yaşanmış bir sayfası gibi sonsuza dek hafızasına sinmiş,
yıllar geçse de unutulmamış, olduğu gibi kalmıştı.
* * *
İhtiyar
geceyi eğerin üzerinde geçirdi; geriye dönemezdi, ileri gitmeye ise cesaret
edemiyordu. Yılan yatağından geçmek çok tehlikeli olduğundan beklemekten başka
çaresi olmadığını biliyordu.
Sabah tan
ağarıp hava yavaş yavaş aydınlanmaya başladığında yılan yatağına bakarken
gözlerine inanamadı. Dün sahrayı kaplayan yılan sürüsünden bir iz
kalmamıştı, geceleyin fark ettirmeden bir yerlere çekip gitmişlerdi. Sahrada
sadece yılanların değiştirdikleri derilerinin parçaları vardı.
Gökyüzünde bir
gün önce yılanların kaynadığı yerin üstünde kargalar sessiz sessiz dönüp
duruyorlardı. Bir anlığına gökyüzünü kaplayan kargaların sıradan kuşlar olmadığını
kanatlanarak semaya uçan yılanlar olduğunu düşündü.
İhtiyar,
heyecanla geçen gecenin uykusuzluğuna rağmen
bir an evvel bu tehlikeli yerden uzaklaşmak için atını dehleyerek yоluna devam
etti.
Bir süre yol
aldıktan sonra dönüp arkasına baktı. Kargalar önceki gibi gökyüzünde sessiz sedasız
dönüp duruyorlardı.
Tekrar atının
dizginlerini bıraktı.
Yol uzuyordu...
V.
FASIlL
Uzayıp giden
yolla birlikte zihninde de uzun bir çatlak açılıyor, geride bıraktığı ömrünün
bulanık hatıraları su gibi durularak bu çatlağa döküldükçe içinin düzeni
değişiyordu. Yılların soğuttuğu duyguları ısındıkça hatıraların acılığını genzinde hissediyordu. Gördüğü, duyduğu, dokunduğu her
şeyden yabancı bir ızdırap, garip bir keder akıyordu. Ara sıra bir anlığına
içinde parlayan ışık seli hafızasını kamaştırıyor, olup bitenleri görünmezliğe
yuvarlıyor, sonra ise her şey önceki durumuna dönüyordu.
Zamanın ucundan
yakalamış gidiyordu. Hatıralar onu yol gibi çekip peşinden sürükledikçe giderek
gücünü, iradesini kaybettiğini hissediyordu. Hafızasında yeşerip büyüyen sıcak,
mahrem duygular bazen nerede olduğunu bile unutturuyordu. O, hayallerinin acısından
kurtulmak istiyordu, ancak bu acı her neyse azalmaktan ziyade daha da artıyordu. Fakat
yoluna devam ettikçe geride bıraktığı yollardan ruhuna serinlik akıyordu.
Üst üste istiflenmiş
yıllar arkada tepe gibi yükselmekteydi. Belki bunun içindir ki dönüp geriye
bakmaya cesaret edemiyordu. Zamanın uzak vadilerinde uyanan hatıraların alacakaranlığında,
kararsızlığın ağır ızdırapları içinde sisli geçmişe doğru gidiyordu.
Bu yola baş
koyduğu günden beri en çok korktuğu şey, semti yönü bilinmeyen uçsuz bucaksız
sahrada değil, kendi içinde kaybolmasıydı. O, kendi içinde kaybolursa ömrü, kaderi
ile ilgili bütün düşüncelerinin de yok olacağı kanaatindeydi. Fakat uzun zamandır içinde kaybolduğunun farkında
değildi.
Hayalinde her
şeyi değiştirerek istediği şekle dönüştürüyor, bu şekilde yaşadığı ömrünü
görmek istediği paydaya getirdiğini düşünüyordu. Ancak hayallerini neye
bulaştırırsa bulaştırsın, hiçbir şeyin aslından farklı olmadığını
hissediyordu.
Yol onu acımasızlaştırmış,
içindeki mahrem duyguları öldürmüş, bambaşka insana dönüştürmüştü. Belki de
tam tersi, tamamen değişerek özüne, aslına geri dönmüştü.
Yalnızlığa
doğru adım attığını biliyordu. Adım attıkça da yalnızlığın ağırlığını, katlanılmazlığını
vücudunun tüm uzuvlarında hissediyordu.
Yalnızlığını hayalleriyle doldurmaya çalışsa da, hafızasına ışık tutan hatıraların birbirinin peşi sıra kararmasıyla
her şeyin karanlığa büründüğünü hissediyordu.
Yol uzuyordu...
* * *
Uzakta ufuklara
kadar uzanan boz sahranın kucağında gözüne takılan küçücük leke şeklindeki karartı
dikkatini çekince atın dizginlerini çekip durdurdu. Sağ elini alnına koyarak
uzak enginlikleri uzun uzun inceledi, ancak bir şey anlayamadığından atını dehleyerek
yürüyüşünü biraz hızlandırdı.
Gözüne takılan
karartının canlı mı, yoksa herhangi bir ağac ya da bir kaya parçası mı olduğunu
algılayamadığından içini saran merak giderek büyümekteydi. Yaklaştıkça karartı biçimini
değiştirip şekilden şekile dönüştüğünden hiçbir şey anlayamıyor, şüphe içinde
atını öylece sürmeye devam ediyordu.
Ne kadar yol
gittiğini hatırlamıyordu fakat az önce uzaktan uzağa gözüne ilişen karartı epeyce
büyüdüğünden artık onun bir yapıya benzediğini anlamak mümkündü.
Nihayet
ihtiyar sağa sola saçılmış boz kayaların eteğinde, yan tarafındaki ahşap
pervanelerden değirmen olduğu anlaşılan eski, yıkık dökük, virane bir yapının önünde
durdu. Pervaneler suyu çekilip kurumuş, fazla geniş olmayan dere yatağının
üzerine kurulmuştu. Dere yatağı yıllarca, asırlarca sel, su görmediğinden
çakıl taşları güneşin altında kuruyup bembeyaz olmuş, sıcaktan hararetten epriyip
dökülmüştü.
Değirmenin
kapısı kapalıydı. Duvarların üst tarafındaki yassı taşla çerçevelenmiş pencere
yerleri kat kat örümcek ağıyla kaplanmıştı. Yuvarlak pencere yerleri birbiriyle
aynı mesafede duvarın her iki tarafına sıralandığından değirmene tuhaf bir
görünüm kazandırmaktaydı. Ancak pencere yerleri yuvarlak olsa da her birinin
kendine özgü bir şekli vardı.
Attan inip
hayvanı değirmenin önündeki taşlardan birine bağladı, sonra etrafına göz
gezdirerek dikkatlice kapıya yaklaştı ancak açmak için acele etmedi. Sanki
kapıyı açmadan önce bir şeyleri aydınlatmak istiyordu.
Birden ihtiyarın dikkatini kapının
yukarısındaki süslemeli çerçeveyle çevrelenmiş dar, uzun levhadaki bir yazı
çekti. Usta bir hattat tarafından taş üzerine eski bir üslupta kazınmış
yazıdaki harfler ilginç bir şekilde içiçe geçtiğinden onu süslemelerden ayırmak
mümkün olmadığı gibi orada ne yazıldığını okumak da kolay değildi. Sanki taş
levhanın üzerine yazı onu okumak mümkün olmasın diye kasıtlı olarak bu şekilde
oyulmuştu. Ancak içini tuhaf bir merak sardığından kapıyı açıp değirmene girmeden
önce ne şekilde olursa olsun kapının üstündeki yazıyı okumak, orada ne
yazıldığını öğrenmek istiyordu. Yazıda ıssız sahraya inşa edilen bu değirmen
hakkında ya da günlerden bir gün herhangi bir amaçla bu kapıya yönelecek meçhul
yolcuları ilgilendiren bir sırrın
saklandığını sanmaktaydı.
İhtiyar, yazıyı
sağdan sola, soldan sağa uzun uzun inceledikten sonra sonunda çok zor da olsa
yazıyı okumayı başardı. Taş levhaya sadece bir cümle kazılıydı: “İçeri giren de
pişman olacak, girmeyen de”.
Üzerinden
ağır bir yük kalkmış gibi rahat nefes aldı. “Şimdi ne yapmalıydı? İçeri girip
pişman mı olmalı, yoksa girmemenin pişmanlığını mı yaşamalıydı? Böyle bir
durumda hangi yolun seçilmesi onun için doğru olabilirdi acaba? Yoksa burada
doğru bir seçim yok muydu?”
İhtiyar,
kapının üstündeki yazıyı okumadan önce de orada tahminen bu konuda bir şey
olacağını düşünüyordu. Yazıyı okuduktan sonra aniden aklına gelenin gerçek
olduğuna şaşırdı.
“Keşke Çilli
Derviş’e her şeyi tüm ayrıntısıyla sorup öğrenmiş olsaydı... Zira derviş
yolunun virane bir değirmenden geçeceğini, burada sınanacağını söylediyse,
belli ki bunun arkasında ne çeşit sırrın gizlendiğini de bilmiyor değildi.
Biraz ısrar etseydi, bir ihtimal onu merakta bırakmayacak, bildiği her şeyi
söyleyecekti. Ne yazık ki dervişi karşısına çıkan sıradan bir yolcuya
benzetti, onun bunca sırra vakıf olabileceğini anlamadı”.
Aklı erdiğinden
beri değirmenler hakkında o kadar ürkütücü rivayetler duymuştu ki içeride
birinin olabileceğinden ya da beklenmeyen bir tehlike ile karşılaşabileceğinden
tedbirli davranıyordu. Belki de kapının üstündeki taş levhayı okumuş olmasaydı
bu kadar tedbirli davranmaz, içeriye girmekte tereddüt etmezdi.
Ancak
ihtiyarın endişesi çok sürmedi; içindeki merak korkuya üstün geldiğinden bir
süre sonra kendisini toplayarak dikkatle kapıyı itti. Kapı kapalıydı. Üstünde
kilit olmadığından kapının içeriden kilitli
olduğunu anladı. Yerden küçük bir taş alıp dikkatlice kapıya vurdu.
İçeriden
cevap gelmedi.
İşin garip
tarafı, Çilli Derviş’le karşılaşmadan
önce de yoluna mutlaka bir değirmen çıkacağını ısrarla aklından geçirmişti. Belki de bu yüzdendi ki, binaya yaklaşmadan uzaktan
siyah bir nokta gibi görünen binanın değirmen olduğunu tahmin ederek istemsizce
heyecanlanmaya başlamıştı. Şimdi değirmenin kapısında dikilirken yol boyunca
aklından geçen düşüncelerini hatırlamaya çalışıyor, önündeki binanın hayalindeki
değirmene ne kadar benzediğini görüyor ve bu benzerlik karşısında şaşkınlığını
gizleyemiyordu. Düşlerinin haritasındaki değirmeni nasıl hayal ettiyse aynen o
şekildeydi. Bir zamanlar – çocukken mi, aklının ermediği zamanlarda mı, bir şekilde bu değirmende bulunduğunu
sanmaktaydı. Ancak ne kadar düşünse de değirmenin ne zaman ve nasıl hafızasına
yerleştiğini hatırlayamıyordu. Değirmen görüntüsü, yapısıyla ona inanılmaz derecede
tanıdıktı. Şimdi kendi kendisine şaşırıyor, bir kabus yahut karabasan gördüğünü
düşünerek korkuyordu. Karşısına çıkan bu değirmenin hayatı, kaderi, yaşadığı
ömrüyle nasıl bir alakası olabilirdi?.. Yoksa bu sadece bir hayalden mi
ibaretti?..
Çocukluğunda
köylerinin aşağısında derenin üstünde aynen buna benzer su değirmeni vardı.
Çevresi hep atlar, develerle dolu olurdu. Uzak yakın köylerden arpa, buğday öğütmek
için insanlar gelirdi. O zamanlar yaşıtlarıyla birlikte atları, develeri
seyretmek için değirmenin etrafına toplanırlardı. Bazen de suda dönen pervaneleri
izleyip eğlenmek için dere kenarına inerlerdi. Ancak kimse değirmenin içine
girmeye cesaret edemezdi. Sadece uzaktan değirmenin açık, yahut aralık kapısından
içeriyi gözetlerdiler. Bu aynı değirmen
olmasa da her şeyi ile ona oldukça tanıdık geliyordu.
“İçeride kim
vardı acaba? Bu ıssız çöldeki değirmen hangi amaçla, kimlerin isteğiyle yapılmıştı?
Bir ademoğlunun bulunmadığı bu yerde değirmene neden ihtiyaç duyulsun ki?” elinde
olmasa da aklından, hayalinden bin bir çeşit düşünce gelip geçti.
Yeniden
elindeki taşla kapıya vurdu.
Bu defa da
cevap gelmedi.
Değirmende
hiç kimsenin olmadığı anlaşılıyordu. Bu durumda
içeri girmek için kapıyı kırmaktan başka çare kalmıyordu.
Ancak kapıyı
kırmadan önce içindeki tereddüte son vermek için epey bir uğraştı.
Kendince bir
şeyleri kesinleştirmek amacıyla değirmenin çevresinde dolaştı ve içeriyi
görmek için herhangi bir pencere, yahut delik bulamadığından tekrar kapının
önüne döndü.
İhtiyar, tuhaf,
anlaşılmaz duygular içindeydi. Kapının kapalı olmasına rağmen değirmenin içini
açık açık görüyor, hatta içeride başka bir kapının da olduğunu ve bu kapının nerede
bulunduğunu bile hissediyordu.
Dünyanın
unutulmuş noktasında, inin cinin top oynadığı bir mekanda, viran olmuş değirmende
birilerinin olduğunu düşünmek akıl kârı değildi. Fakat emin olmak için omzuyla
kapıyı itti. Pervazlarından kurtulan kapı gürütüyle devrildi ve devrilince
oluşan yoğun toz bulutu bir süre içeriyi görmesine engel oldu.
Toz bulutunun
çekilmesi için bir süre bekledi ve sonra devrilmiş ahşap kapının üzerinden
atlayarak içeri girdi. Değirmen bomboştu ve buraya ne zamandır insan ayağı
değmediğini duvarları kaplayan pis, kördüğüm olmuş örümcek ağlarından, zemine
çökmüş kalın toz tabakasından anlamak mümkündü.
Sanki ayaklarının
altındaki yer çekilecekmiş gibi ürkek adımlarla öne doğru yürüyerek değirmen
taşlarına yaklaştı. Taşlar uzun zamandan beri dönmediklerinden üzerleri toz, kum, kuş pisliği ile kaplanmıştı. Un
küreğinin yanında yerde bir insan iskeleti yatıyordu. İskeletin üzerindeki
elbise çürümüş, parça parça taş zemine dökülmüştü. İhtiyar, iskeletin
değirmenciye ait olduğunu düşündü. Bir süre olduğu yerde dikilip iskeleti
seyretti.
* * *
Gözleri değirmenin
duvarlarında gezinmeye başladı. Tam
karşısında değirmen taşlarının sağ tarafında küçük, dar bir kapı görünmekteydi.
Bu, değirmenin içine girmeden, daha dışarıdayken hisleri, duygularıyla gördüğü
kapının aynısıydı; bir an önce kapının diğer tarafında ne olduğunu öğrenmek
için heyecanla öne doğru yürüdü. Sanki içindeki gizli bir güç inatla, hırsla onu
öne, kapının diğer tarafına itiyordu.
Kapıyı
açtığında tüyleri dökülmüş kara bir karga ansızın gürültüyle pencere boşluğundan
uçup gitti. Karga havalandıktan bir süre sonra değirmenin üstünde dönerek
heyecanlı bir sesle birkaç kez gakladı, sonra yine gaklaya gaklaya uçup gözden
kayboldu.
İhtiyar gördüğü
manzara karşısında şaşkına dönmüş, gafil
uykudan uyanarak acı gerçeğe yuvarlanan biri gibi kendinden geçmişti. Şimdiye
kadar yaşamadığı bambaşka bir dünya ile yüzleşiyormuş gibi gördüğü her şeye
hayretle bakıyor, hafızasında değişen, farklılaşan dünyanın özünü, anlamını kavramaya
çalışıyordu.
Uçup giden
karganın arkasından bakarken gözlerine duvardaki ilginç bir mozaik ilişti.
Duvar boyu büyük taş levha üzerine oyma usulü ile işlenmiş mozaikte bir yol
ayrımı tamamen gri renklerle tasvir edilmişti. Dört tarafa uzanan yolların
ayrımında hangi yöne gideceğini kestiremeyen, atının dizginlerini çekip tutmuş
yaşlı bir süvari canlandırılmıştı. Yolların dördü de koyu renkte yapılmıştı.
Bütün yolların başlangıcında ayak, sonunda ise kurukafa tasvir edilmişti.
Karşı tarafa
döndüğünde bu duvarda da geniş taş bir levhaya aynı buna benzer yol ayrımı
tasvir edildiğini görünce bir an yerinde kala kaldı. Her iki manzaraya tekrar tekrar
göz gezdirdi. Oyma tasvirlerdeki fark sadece atlının duruşunda idi. Her
resimde atlı bir yola doğru uzanmıştı.
Sonra ihtiyar gözlerini baştan başa odada gezdirerek
bütün duvarlara aynı resmin işlenmiş olduğunu gördü. Hepsinde yol ayrımı
tasvir ediliyor, tüm yolların sonu aynı şekilde tamamlanıyordu. Her tasvirde
atlı yüzünü bir yola dikmiş durmaktaydı ve tasvirler birbirinden sadece bu
yönüyle ayrılıyordu.
Oyma
tasvirler o kadar doğaldı ki ihtiyar bunun canlı levha değil, herhangi bir sanat
eseri olduğuna inanamıyordu. Süslemeler son derece zarif çizgilerle
işlendiğinden seyrettikçe onu yapan ustanın sanat gücüne hayran olmamak imkânsızdı.
Burada sadelik korunmakla birlikte insanı kendisine çeken olağanüstü bir şey
gizliydi. Aynı zamanda oyma süslemeler öyle bir orantıyla iç içe geçmişti ki seyrederken
taş bağlantıların cazibesinden kopmak mümkün değildi.
Oyma
tasvirleri seyrettikçe dünyanın baştan başa bir gizem içinde olduğu bir daha
zihninden akıp gidiyordu. Sanki oyma ustası yarattığı bu eserle kainatın büyüklüğünü,
sınırsızlığını ya da belki zamanların yol ayrımı fonunda insanın mutluluk
arayışının sonuçsuz olduğunu yansıtmayı hedeflemişti. Fakat sadece bunu mu
ifade etmek istemişti?...
İhtiyar,
duvardaki manzaranın hangi manalar içerdiğini anlamak için oyma tasvirlere çeşitli
yönlerden tekrar tekrar bakıyor, aralarındaki bağlantının sırrını çözmek istiyordu.
Zemini, duvarları
ve tavanı birbirinin aynı olan yarı karanlık hücrede duvar boyunca önlerinde
tabaklar insan iskeletleri sıralanmıştı. Pişmiş topraktan, yuvarlak, küçük tabakaların
içinde her biri farklı renklerde yassı çakıl taşları tuhaf bir orantıyla
dizilmişti. Ancak kil tabaklardaki taşların dizilişi aynı değildi, birbirinden
epeyce farklılardı. En üstte, masa başında iki sıranın ortasında iskeleti devrilmiş
şahıs belli ki bu meclisin ev sahibiydi.
İhtiyar, büyülenmiş
gibi etrafı şaşkınlıkla inceliyordu. Zeminden tavana kadar gözüne takılan her ayrıntıda
gördüğü bu manzaranın arkasındaki sırrı, muammayı anlamaya, kendince çözmeye
çalışıyordu. “Acaba ondan önce birisi değirmenin kapısını açıp bu odanın
sırrıyla ilgilenmiş miydi? Yoksa, buraya adımını atıp, bu sırla, muammayla
yüzleşen ilk kişi kendisi miydi?”
O, tekrar
tekrar yuvarlak kil tabaklardaki taşların düzenini seyrediyor, onların neden
sırf bu şekilde dizildiklerini anlamaya çalışıyordu. Taşlar, sanki meçhul bir
alfabeyle, anlamadığı dilde yazılmış bir taş kitabedeki metni anlatıyormuş
gibi gizemli bir düzenle dizilmişti. Değirmenin üst tarafındaki bu uzun hücrede
olup bitenlerin sırrının, muammasının sanki tabaklardaki taşların simetrisinde
gizlenmiş olduğunu düşünüyordu.
Önlerinde kilden
tabaklar, duvar boyunca dizildikleri yerde dünya ile vedalaşarak iskelete dönüşmüş
bu insanlar neden değirmenin içindeki hücreye sığınmışlardı? Bu insanların,
burada olup bitenlerin değirmenle ne ilgisi olabilirdi? Acaba şu an kuru
iskeletlere dönüşen bu insanlar son kez neyi tartışmışlar, hangi meseleyle
ilgili düşüncelerini söylemişler sonunda hangi karara varmışlardı? Ya da başlattıkları
tartışmaları sonlandırabilmişler miydi? Yoksa her şey sona ermeden,
tamamlanmadan, yarım mı kalmıştı? Onları rahatsız eden, bir araya gelerek
yuvarlak kil tabakların etrafında tartışmaya sevk eden neydi? Peki, hepsinin
aynı anda dünyayı terk etmelerinin
belli bir nedeni var mıydı? Sırtlarındaki elbiselerin eskiyip çürüyerek liğme
liğme yere döküldüğü iskeletlerin bu hali neyi gösterip, neyi anlatmaktaydı?
İhtiyar, değirmene değil, sanki tılsımlı bir dünyaya düşmüş gibi bu olağan üstü
manzarayı seyrediyor, gördüklerinin özünü, anlamını kavrayamıyordu.
Duvara yaslanıp
önlerinde yuvarlak kil tabaklar bulunan bu iskeletleri seyrederken içinde dolaşan
korkunun gittikçe artarak bütün vücuduna yayıldığını hissediyordu.
Az sonra
dışarıda birtakım tuhaf sesler duyulmaya başlayınca bu korkunun nedenini
anladı. Sesin nereden geldiğini, neyin sesi olduğunu anlamak mümkün değildi
ve gittikçe çoğalan bu sesler içine doluyor, her tarafını korku, titreme
kaplıyordu. Bu durum, onun anlamadığı bir gizemin habercisiydi. Değirmeni hemen
terk etmek, becerebildiği kadar hızlı şekilde uzaklaşmak istedi. Varlığını
saran bir duygu onu oyalanmadan dışarı çıkmak için zorluyordu.
Dışarıda algılayamadığı
tehlikeli bir olayla karşılaşabileceğini hissettiğinden değirmenden çıkmaya da cesaret
edemiyordu. Ancak ne kadar korksa da, dışarı çıkmaktan başka çaresi yoktu,
atına binip vakit kaybetmeden yoluna devam etmeliydi.
* * *
Dışarı
çıktığında kendinde değildi; bütün vücudu tir tir titriyordu.
Değirmenin
önündeki taşa bağladığı atı yerinde değildi. Heyecanla sağına soluna bakındı.
At değirmenin az ötesindeki kuru derenin kenarına devrilmiş bir ağacın
gövdesine bağlanmıştı. İçi rahatlasa da korku ve heyecanı daha da çoğalmaya
başladı. “Bu nasıl olabilirdi? Atını değirmene girmeden önce kapıya yakın yerde
taş parçasına bağlamıştı. Atı taş parçasından çözüp ağaca kim bağlamıştı? Burada
kim olabilirdi ki? Zira etrafta hiç kimse görünmüyordu.”
O bir an önce buradan uzaklaşmak isteğiyle
korku içinde atına doğru yürüdü. Ancak zaman o kadar ağır geçiyordu ki, atına
kadar olan mesafe ona bir yıl kadar uzun geldi. Sanki birisi ayaklarından
çekerek yürümesine engel oluyor ve onu yolundan alıkoymak istiyordu.
At ayaklarını
yere vuruyor, dizginlerini koparıp serbest kalmak istiyordu. Atın
hareketlerinden bir tehlike olduğunu anlamamak mümkün değildi. Sanki hayvancağız
onun görmediği, göremediği bir şeyi görüyor ve sahibini uyarmaya çalışıyordu.
İçindeki
telaş gittikçe artıyor, gizli bir güç buradan uzaklaşması için sesleniyor, kötü
bir şey olacağını haber veriyordu. Sanki değirmenle ilgili onun bilmediği,
anlamadığı gizemin içinde hayatı, kaderi için tehlikeli bir şeyler gizlenmişti.
Eğerin üstüne
oturduğunda son defa dönüp az önce terk ettiği virane değirmene doğru baktı. Artık
gördükleri gerçek mi, hayal mi anlayamıyordu,
içeriden çıkan kara kara gölgeler değirmenin çevresinde endişe içerisinde
bir sağa bir sola dolanıyorlardı. Sanki değirmenin sessizliğinin bozulmasından
rahatsız olmuşlar ve bir şekilde bunun
intikamını almak için çare arıyorlardı.
Gittikçe
çoğalan gölgeler değirmeni halka gibi çevrelemiş, insan sesine benzemeyen ürpertici
gürültüleri etrafı sarmıştı. Gölgelerin birdenbire nereden ortaya çıktığı
anlaşılmıyordu.
Atının dizginlerini
serbest bıraktı.
Karşıda uçsuz
bucaksız kum nehri dalgalanıyordu.
* * *
Değirmenden
epey uzaklaşsa da heyecanı azalmamıştı. Garip bir duyguyla birisi yel gibi
koşan atına binerek ona yetişmek için hızla peşinden geliyormuş gibi anlaşılmaz bir duygu içindeydi. Peşinden
gelen o meçhul atlının sırtını delen bakışlarını, boynunu yakıp kavuran nefesini
hissediyordu.
Ancak dönüp
arkasına bakmaya cesaret edemiyordu. Bir anlığına kafasını çevirip arkaya
bakacak olsa gördüğü manzara karşısında aklını yitirip bayılacağını sanıyordu. Bu
yüzden arkasına bakmadan tüm gücüyle atını kırbaçlıyor, peşindeki bu tehlikeden ne şekilde olursa
olsun kaçıp kurtulmak istiyordu. Aslında atı kırbaçlamaya gerek yoktu çünkü
hayvan görülmemiş heyecan ve endişe içinde koşuyordu. Atın heyecanı ağzının burnunun
köpüklenmesinden, boynundaki damarlarının gerilip şişmesinden ve vücudunun
titremesinden anlaşılıyordu.
Yola
çıktığından beri atının böyle endişe içinde koştuğunu hatırlamıyordu. Hayvanın
sanki kanatları çıkmıştı, ayakları yere değmeden dere, tepe, dağ, taş demeden,
güneşin yakıp kavuran ısısına aldırmadan uçuyordu. Peşinden yetişmekte olan bilinmeyen bir gücün
atın ayaklarından tutup durdurmak istediğini sanmaktaydı.
İhtiyar
birden arkada kafasının üstünde ağdan
yapılmış bir kementin döndüğünü, onu attan düşürmek için fırsat kolladığını
hissetti. Kementten kurtulmak için hemen
eğerin üzerine yattı ve zaten olanca gücüyle koşmakta olan atının hızını daha da artırmak için hayvanı
bağıra çağıra dehlemeye başladı.
* * *
Aradan ne
kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında kendini sırt üstü
kumun üstünde yatarken buldu. Önce nerede olduğunu kestiremedi, bir süre sonra
kendine geldiğinde değirmende gördükleri, sonrasında endişeyle atına binerek olanca gücüyle sahranın içlerine
doğru at koşturduğunu hatırladı. Ancak ne kadar düşündüyse de sonrasını
hatırlayamadı; sanki her şey uykuda, hayal aleminde olup bitmişti.
Başını yavaşça
kumun üzerinden kaldırarak sabit bakışlarla etrafına bakındı. Sahranın rengi
kaçmıştı. Gördüğü hiçbir şey ona tanıdık gelmiyordu. Sahra sanki önceki sahra
değildi, tamamen farklı bir örtüyle kaplanmıştı. Çevresini inceleyince atının az
ötede kımıldamadan uyukladığını gördü.
Kalkıp atına
doğru yürüdü; hayvanın boynuna sarılarak bir süre öylece durdu. İçine çöken
endişe sahranın tuhaf sessizliğinde eriyip
kayboldukça gücünün, hevesinin yavaş yavaş geri döndüğünü hissediyor, hafızası azar
azar uyanıyordu.
Sonra ihtiyar,
değirmende olanların – uykuda mı, yoksa – gerçekten mi olduğunu tamamen anlayamadığı o uğursuz
olayın üzücü ağırlığı altında atına binerek yola koyuldu.
Yol uzuyordu...
Yol uzadıkça
dağınık hayallerinin yavaş yavaş düzene girdiğini hissediyor, biraz rahatlar
gibi oluyordu. Bu yerler ona tanıdık gelmese de, at ayaklarının tıkırtısında
giderek toparlanıyordu.
VI.
FASIL
Sahrayı bölüp
geçen bütün yоllar geriye, tarihin içlerine dоğru götürüyordu.
Zamanın çarkı
tersine döndükçe güneşin doğudan değil, batıdan dоğduğunu sanıyordu. Yоl
üstündeki ırmakların bile geriye, kaynağına dоğru aktığını düşünüyordu.
Sanki yönünü
şaşıran zamanla birlikte mevsimlerin akışı da değişmiş, düzeni bozulmuştu. İlkbahardan
sonra kış, kıştan sonra güz gelmekteydi.
Tersine dönen
sadece zamanın çarkı değildi, hafızasında
yer alan her şeyde bir terslik vardı.
Dünya denen
gizemin bilinmezliğini anladığından hiçbir şeye şaşırmadan yoluna devam
etmekteydi.
Yol uzuyordu...
* * *
Sahra yılın
bütün mevsimlerini içine alarak kum nehrinin kanunlarına boyun eğdirmişti.
Etrafta görünen her şey sahra renginde, sahra ahengindeydi.
Güneşin dоğuşu
ve batışı dışında başka manzarası оlmayan sahranın bağrında yürüdükçe sоnuna
varmaya can attığı tarihin daha da uzaklaştığını hissediyor, bundan rahatsız
oluyordu.
Geçmişe
götüren yolun sahradan geçmesi bazen onu ümitsizleştiriyor, canını sıkıyordu.
Sanki yolun sahradan geçmesinin açıklanamayan saklı, gizemli bir nedeni vardı.
Sahra gibi tarihin de sonuna varmak mümkün değildi; her ikisi de sınırsız ve
nihayetsizdi.
O, er ya da
geç gittiği yolun sonuna varamayacağını düşünüyor, aslında bu yolun sonunun
var olup olmadığını bile bilmiyordu. Fakat önseziyle dünyada her şeyin bir başlangıç ve sonunun olması zaruretini
düşünerek özünde ebedi olarak anlaşılanlara şüphe etmek, inanmamak istiyordu.
Çünkü her şeyin ebedî olduğunu düşünmek aklını, mantığını zedeliyor,
hafızasında yuvalanan ne varsa devirip, karıştırıyordu. “Dünya, zaman ebediyse,
peki o zaman insan ömrü neden bu kadar kısa ve geçicidir? Bu sonsuzluk ve
sınırsızlık içinde çabalayan insanın yazgısına sınırlı zaman yazılmasının sırrı,
sebebi nedir? Belki dünya da sonsuz, ebedî değil, insan ömrü gibi sınırlıdır,
sonunda bir yerde bitip tükenip sonlanacaktı.”
Yola çıktığından
beri geceleri gökyüzünde hiç aya rastlamamıştı. Sanki ay büsbütün yok olmuştu
ve sema aysız olduğundan sahranın geceleri bile karanlık ve bozluk içindeydi.
Önce gökyüzünün aysız olduğu onu rahatsız etse de, sonradan buna alıştı. Ancak
ara sıra hafızası onu eski hayatına götürürken gecelerin aylı olduğu zamanları
hatırlıyor, farkında olmadan gözleri gökyüzüne dikiliyordu.
* * *
Bazen istemsizce
çocukluğunu hatırlıyor, ömrünün erken çağları uzak, ulaşılmaz hayallerle kaplı,
dumanlar içinde hafızasında canlanıyordu. Belleğini sızlatan o uzak yıllarla
ilgili hayalleri kovup uzaklaştırmak istese
de, başaramıyordu, aksine hayaller elinde olmadan onu alıp, hayatının
başlarına, uzak derinliklerine götürüyordu.
Çocukluk
yıllarını hatırlamak istememesinin nedenini kendisi de anlayamıyordu. Sadece hayaller
onu geçmişe götürerek o uzak yılların hatıralarına kavuşturdukça içinin deniz
gibi çalkalandığını hissediyor, ruhu varlığından sıyrılıp çıkmak istiyordu. Geçmişe
doğru gitmesine rağmen çocukluk yıllarına dönmek istememesi, ömrünün o
çağlarını hafızasından koparıp atmak istemesi ihtiyarı rahatsız ediyordu.
Ancak
hafızasını delip deştikçe o uzak çağlara götüren duygularını kendisinden uzaklaştırdıkça
çocukluk hatıralarının daha büyük bir çekimle
ruhuna, varlığına dolduğunu hissediyor ve bundan hiçbir şekilde kurtulamayacağını
anlıyordu. Çocukluk hatıraları hafızasında öyle bir iz bırakmıştı ki, onu hiçbir
şekilde koparıp atmak mümkün değildi.
Ömrünün geçip
giden yıllarını hafızasında canlandırdığı zaman gençlik döneminden bir şeyler
hatırlamak istese de, aklına hiçbir şey gelmiyordu. Belki ilk aşkını hatırlayamaması
da bu yüzdendi. Sanki ömür kervanı çocukluktan direk ihtiyarlığa atlamıştı. Belleğinin
boşalan yuvalarında gençlik yıllarından küçücük bir iz, belirti kalmamıştı.
Hayatının çocuklukla, ihtiyarlık arasında geçen, şimdi anımsayamadığı yılları
sanki ıssız bir adada dünyadan, insanlardan tecrit edilmiş gibi habersiz akıp
gitmişti...
Şimdi ihtiyar
bunları düşündükçe, neden şimdiye kadar o uzak yılların büyüsünden,
cazibesinden kopup ayrılamadığının nedenlerini bir daha kesinleştirmeye çalışıyordu.
Fakat bir fark yoktu; hatıralar yine onu çocukluğundan alarak doğrudan bugüne
getiriyordu.
* * *
Uzakta vahşi,
acayip bir sürü tuhaf sesler çıkararak sel gibi ona doğru akıyordu. Bağıra çağıra
akıp gelen sürü muazzam büyüklükteydi.
Sürünün arkasında oluşan katı toz
bulutu gökyüzünü bomboz renge boyadığından etrafta hiçher şey görünmüyordu.
Sanki yaklaşan sürü değil de dünyadan kopan bir parçaydı üstüne gelen. Bu tuhaf
sürünün ne olduğunu anlamak için dizginleri çekip atını durdurdu.
Dikkatle
baktığında ona doğru gelen kalabalığı ağaç dallarından süngülerle silahlanmış
çıplak insan sürüsüne benzetti. Tanımlayamadığı insan sürüsüyle karşılaşmaktan
korktuğu için atının başını yana çevirerek kalabalığın gelip geçeceği
alandan epeyce uzaklaştı. Nereden gelip nereye gittiği bilinmeyen bu yarı
vahşi insan sürüsünün karşısına çıkan her şeyi alıp götürdüğü gibi onu da
atı ile birlikte ezip geçeceğinden korktu.
Sürünün önünde
erkekler, arkasında ise kadınlar yürüyordu. O kadar cüsseli, boylu poslu ve
iriydiler ki bu yüzden hareketlerinden korkunç bir azamet dökülmekteydi. Kadınlı
erkekli hepsinin uzun kahverengi saçları sırtlarına kadar uzamıştı. Güneşin yakıp
altın rengine boyadığı tenleri tamamen kıllarla kaplıydı. Ayakları yalındı, sırtlarında
elbise, ya da benzeri bir şey yoktu, yalnız vücutlarının alt kısımlarında püsküllü
hasır etekleri vardı. Sadece ellerinde kırbaç sürüyü denetleyen muhafızların
sırtlarında hasırdan yelekler bulunuyordu. Sürüdeki uğultunun değişen
ahenginden onu farkettiklerini hissetti. İhtiyar, atını sürüp uzaklaşmak
istedi, ancak bu kalabalık insan sürüsünün elinden kaçıp kurtulmanın mümkün
olmayacağını hemen anladı, atın dizginlerini çekip izdihamdan ayrılarak
acayip sesler çıkara çıkara üstüne gelen elleri kırbaçlı muhafızları beklemeye
başladı.
Bir anda
vücudundan soğuk bir ürperti geçti. “Sen koru ya Rabbim, ne sürüsü bu böyle?!
Bu büyüklükte güruh mu olurmuş? Nereden gelip, nereye gider bu insan seli? Bunlar
ademoğlu mu yoksa farklı bir canlı güruhu muydu? Ademoğluysa, bu nasıl bir ses,
nasıl bir hareketti?”
Muhafızlar
bir anda ihtiyarı atıyla birlikte çevrelediler, sadece kalabalığın iri kıyım önderi
yaklaşınca geri çekilerek yol açtılar.
İzdihamın gürültüsü
dünyayı sarmıştı. Önderin tek işaretiyle muhafızların süngüleri garip bir
şekilde kalkıp indi ve o an gürültüler kesilerek etrafa ölüm sessizliği çöktü.
Muhafızlardan
ikisi ihtiyarı çekip atından indirdiler ve sürünün önderinin önüne getirdiler. Kalabalığın
içinden bütün vücudu kahverengi kıllarla kaplı, sakallı, çelimsiz bir adam öne
çıktı. Duruşundan, davranışından tercüman olduğu anlaşılan bu adam önderin karşısında
iki büklüm eğildi. Önder işaretle ona bir şeyler söyledi. Sakallı adam selamsız
sabahsız ihtiyara dönerek sorgulamadan önce:
–Önderimiz senin
kim olduğu merak ediyor, - dedi - onun bütün sorularını cevaplamanı istiyor.
İhtiyar başıyla
onaylayınca hemen sorgu başladı:
– Kimsin, necisin,
ihtiyar?
Sorunun
şeklinden bir an şaşıran ve nasıl cevaplaması gerektiğini bilemeyen ihtiyar:
– Adımı mı
soruyorsunuz?-diye sordu.
– Adını
değil, kim olduğunu soruyorum.
– İnsanoğluyum.
– İnsanoğlu
olduğun zaten belli. Biz de insanoğluyuz.
– ...
İhtiyar nasıl
bir cevap vereceğini bilmediğinden bir an durgunlaştı. Boyu posu, kaşı gözü, bakışları, tebessümleri
ile ona yakın görünen bu canlılar onun ırkındandı. Sahraya rastgele saçılmış kalabalığa
baktıkça kendinin, insanlığın, dünyanın kaderine acıyor, gördüğü manzara onu
dehşete düşürüyordu.
Karşısındaki
manzara ecdadı hakkında hayal ettiklerini tamamen değiştirmişti. Bir zamanlar
geçmişiyle ilgili zihnini meşgul eden, ona çekici gelen düşünceler şimdi tamamen
boş, anlamsız geliyordu.
– Ne tarafa
gidiyorsun?
Önderin tekrarladığı
soru onu hayal aleminden kopararak kendine getirdi. Sanki ses yeraltından, kuyu
dibinden geliyordu.
– Geçmişe
doğru gidiyorum. - dedi.
– Gelecekten
mi geliyorsun?
– Evet,
gelecekten vazgeçtim.
–
Meramın nedir, ihtiyar?
– Geçmişe
dönüp insanoğlunun bıraktığı mirası kendi gözlerimle görmek istiyorum.
İhtiyar, her
seferinde kendisine yöneltilen soruyu cevapladıktan sonra istemsizce gözlerini
önderin suratına dikiyordu. Tercüman söylenenleri çevirdikçe cevaplarının önderin
yüz hatlarını değiştirdiğini, suratının garip bir renge dönüştüğünü görüyordu.
Soruyu cevaplayınca önder olağanüstü bir merakla ihtiyarın sıradaki soruya
nasıl bir cevap vereceğini sabırsızca bekliyordu. Ve verilen cevaba göre yeniden
yüz ifadesi değişiyor, şekilden şekle giriyordu.
– İnsanoğlunun
geçmişte bir şeyler bırakıp gittiğini mi düşünüyorsun?
– Ben tarihin
içlerine getmek, sadece onun ne olduğunu bilmek istiyorum.
Önder sustu;
yüz ifadesinden aldığı cevaplardan ikna olmadığı açıkça belli oluyordu. Soru
dolu bakışlarla ihtiyarı boydan boya süzerek bir şey söylemedi. Sanki o
ihtiyarın söylediklerinden daha çok düşündüklerini okumak için uğraşıyor, içinin
kuytularını açıp dökmeye çalışıyordu. İhtiyar bakışlarını kaçırmaya çalışsa da önderin
gözlerindeki cazibeden kurtulamıyordu. Tekrar göz göze geldiler; ihtiyar, önderin
gözlerindeki boşluğu gördü. Boşluk buz gibi çarptı onu.
Araya aniden
bir sessizlik çöktü.
Sessizlikten
cesaretlenen ihtiyar, tercüman aracılığıyla öndere nereden gelip, nereye
gittiklerini sordu.
– Geleceğe
doğru gidiyoruz, - dedi.
İhtiyar:
– Bu halinizle
mi geleceğe varmayı düşünüyorsunuz?
Önder:
– Yaramızı deşme,
ihtiyar!- dedi.
İhtiyar, bir
şey söylemek istedi ama önder sertçe sözünü kesti:
– Sana basit
mi geliyor? Şimdiye dek yol iz soracak, gittiğimiz yönün doğru olup olmadığını
öğrenecek bir ademoğluyla karşılaşmadık ki.
– Öğrenmek
istediğiniz bir şey varsa söyleyebilirim.
– Bilmek
istediğimiz o kadar çok şey var ki, anlatmakla bitmez. Bize dünyada neler
yaşandığından, olup bitenlerden, bırakıp geldiğin yerlerden bahset. Hiçbir şey
bilmiyoruz, dünyadan tamamen habersiziz. Önder biraz susarak yeniden sözüne
devam etti: - Herhalde çok ilerlemişler. Geleceğe, insanlara yetişmemize çok
mu var?
–Daha epeyce
yolunuz var...
– Sence ne
kadar sürer bu yolculuk, ihtiyar?
– Bunu söyleyemem.
Önder
kafasını üzüntüyle sallayarak:
– Biz şimdi
dünyanın neresindeyiz, söyler misin ihtiyar? - diye sordu.
İhtiyar bir
anlığa hafızasını yokladı, ancak aklına hiçbir şey gelmediğinden başını
sallayarak:
– Bunu da
bilmem, - dedi.
Önder:
– Bu durumda,
daha yolu yarılamamışız...
– Öyle olmalı...
Sonra önder
kederle arkasını dönüp gözlerini sahra ile semanın kesiştiği uzak ufuklar boyunca
gezdirerek geldikleri yola baktı ve derinden bir iç çekerek alçak bir sesle:
– Binlerce yıldır dinlenmeden yol almaktayız
ancak beşeriyete ulaşamıyoruz, - dedi.
– Neden
dünyadan bu kadar geri kaldınız?
–Diğer kavimler
ilerlediklerinde biz uykudaydık, haberimiz olmadı. Sonra da kendi soyumuzdan
birileri birleşerek elimizi kolumuzu bağlayıp, hareket etmemizi, ilerlememizi
engellediler. O kadar gaflet içinde tutulmuşuz
ki gece gündüz yol gitsek de bir yere varamıyoruz. Bu felaketin tohumlarını binlerce
yıl önce serpmişler...
İhtiyar
hayretle önderi dinliyor, nasıl bir cevap vereceğini bilmiyordu.
Önder:
– Tanrı
aşkına, bize bir yol göster, ihtiyar!- dedi ve arkasını dönüp elleriyle sahraya
yayılmış insan sürüsünü işaretle: - Bu zavallılara acı. Yollarda tükenip
bittiler, koca bir kavimden arta kalan gördüğün bu bölük pörçük sürü sadece. Bu
gidişle bunlar da hedefe ulaşmadan yok olup gidecekler.
Önderin sesinden,
davranışından, dudaklarından dökülen kelimelerden kaybedilmiş bir gücün acısı,
hasreti yansımaktaydı. Yüzünde bıçak yarası gibi açılmış kırışıkların
arasından ömrünün erken dönemlerine ait ezik, kederli bir tebessümün
kıvılcımları titreşiyordu. Bakışı, duruşu ve davranışlarından ümitsizlik ve çaresizlik içinde kavrulduğunu
duymamak imkansızdı.
İhtiyar:
– Diliniz
bana çok tanıdık, hangi soydansınız?
– Soyumuz belli değil.
– Soysuz insan olur
mu hiç?
– Çok çok önceleri
hangi soydan olduğumuzu biliyorduk ancak yıllar, asırlar geçince zamanla her
şeyi unutmuşuz. Şimdi gördüğün bu zavallılardan hiç kimse ne yazık ki soyunu
sopunu bilmiyor.
İhtiyar çaresizce:
– Ben size nasıl
yardım edebilirim ki? Soyunu sopunu bilmeyen birine nasıl yardımcı olunur?
Önder:
– Doğru söylüyorsun,
soyunu sopunu kaybeden toplumun kurtulması zor iştir. Bu yüzden de çare
bulabilmemiz için bizim bir kılavuza, rehbere ihtiyacımız var. Durum ortada o
kadar geç kalmışız ki bundan sonra zaman kaybetmemiz ölümle eşdeğerdir.
– Yok, ben size
kılavuzluk yapamam.
Önder yakarırcasına:
–
Acı bize, ihtiyar, - dedi.
İhtiyar hayır
anlamında başını salladı.
– Gel, gördüğün bu sürüye
sahip çık, seni kendimize önder, başımıza taç yapalım. Varımız, yoğumuz sana
feda olsun. Yeter ki bizi geleceğe götür… Kurtar bizi bu beladan…
– Yok, benim yolum
geçmişe doğrudur, geleceğe dönemem.
– Bu kadar inatçı
olma ihtiyar?
–Israrınız boşuna,
asla geriye dönemem artık.
– Senin için her
şeyi yaparız...
– ...
İhtiyar cevap
vermeyince önder daha katiyetle:
– Gitme, - dedi.
İhtiyar hayretle:
–
Hangi sebeple?- diye sordu.
Önder:
– Senin oraya
varmaya ömrün yetmez, ihtiyar, – dedi.
– ...
– Geride hiç kimse
kalmadı, sen orada tek başına ne yapacaksın ki?
– ...
– Söyle, düşüncen
nedir, niye susuyorsun?
Fakat önder ihtiyarın
ona aldırmadığını görünce öfkeyle:
–Sen bilirsin, -
diye ekledi.
Sonra sürüsünü
tekrar yola çıkarması için muhafız başına eliyle işaret etti. Eli kırbaçlı
muhafızlar doğan fırsattan yararlanarak dinlenmek için sağa sola yayılmış insan
sürüsünü bağıra çağıra kaldırmaya başladılar. Çok geçmeden sürü harekete
hazır hale getirildi.
Sürü, vahşi bir
narayla harekete geçip arkasında toz bulutu bırakarak uzaklaştı. İhtiyar,
eğerin üzerinde gökyüzünü kaplayan bu katı, bulanık toz bulutunu epeyce
seyretti ve bir kabustan uyanmış gibi etrafına göz gezdirerek dikkatle yoluna
devam etti.
Bir süre yol
aldıktan sonra tekrar dönüp arkasına baktı; az önce sürünün arkasından
yükselmiş olan toz bulutu azalmış, sahra yine eski rengini almıştı. Uzakta ufuk
çizgisinin bittiği yerde benek gibi siyah bir leke görünmekteydi.
Bir an için
ihtiyar, tarihe, geçmişe götüren yolun buradan, bu vahşi, acayip insan
topluluğuna rastladığı, sorgulandığı yerden başladığını ve artık tarihin
içlerine doğru adım attığını hissetti.
* * *
Karşıda göze çarpan
herhangi bir şey yoktu. Her şey çalkalanan kum denizinin kör dalgalarına
teslim olmuştu, ancak ihtiyar, sahranın kоynunda yalnız оnun gidebileceği, yönü, semti belli bir yоlun bulunduğunu hissediyordu;
bundan о kadar emindi ki
atın dizginlerini bırakmıyor, durmadan sürüyor sürüyordu.
Yоl uzadıkça uzuyor, bitmek,
tükenmek bilmiyordu.
Sahranın içlerine
doğru ilerledikçe ruhunun ufku açılıp genişliyordu. O, kalbinin
derinliklerinde bir şeylerin değiştiğini, yabancılaştığını anlıyor kendini
tamamen başka bir alemde hissediyordu.
İhtiyar,
ömrünü yollara saçarak gidiyordu ve ara sıra dönüp arkasına bakarken ömrünü, gününü
yiyip tüketen yollarda bırakıp gittiklerinin izlerini, belirtilerini arıyordu.
Ancak ne kadar bakınsa da geride bırakmış olduğu günlerini anımsatacak hiçbir
şey gözüne çarpmıyordu.
Atını sürdükçe
sanki yollar ayağa kalkarak onu karşılıyor ve yüz tuttuğu uzak hedefe
uğurladıktan sonra tekrar toprağa seriliyorlardı ve bütün bunlar öyle bir düzenle
tekrarlanıyordu ki, düşündüklerinin başka türlü olabileceğine ihtimal bile vermiyordu. Bazen
de farkında olmadan yolla konuşuyor, yalnızlığını, kimsesizliğini bölüşerek
teselli buluyordu.
Sahraya bir
gariplik çökmüştü.
Yol uzuyordu.
VII.
FASIL
Aradan bunca
zaman geçtikten sonra ihtiyar, yola çıktığı
günün heyecanını hayalinden çıkaramıyor, bu kararı nasıl verdiğini düşünüp onu
gelecekten temelli ayıran bu dönüşün ruhunda yarattığı kargaşayı tekrar yaşıyordu.
Bütün ömrü
boyunca ait olduğu, bağlandığı muhitten koparak geriye dönmek, ömrün dolanbaçlarında
yitirdiklerini geri almak arzusunu taşımıştı. Sebebini sonuna kadar anlamasa
da kaderinin, mutluluğunun gelecekle değil, arkada bırakıp geldiği geçmişle
ilgili olduğunu düşünmüştü. Ancak yıllar sayfa sayfa değişse de her şey önceki
ahengiyle akıp gidiyor, vakit onu geleceğin bilinmezliklerine doğru kovalıyordu.
Nihayet bu
gafil dönüş beklenmedik bir şekilde her şeyi değiştirmişti. Hayatı boyunca içinde
taşıdığı bu isteği gerçekleştirebildiği için yolculuğun bütün
zorluklarına rağmen gizliden gizliye bir ferahlık içindeydi.
Bazen de bu
kadar yolu nasıl geldiğine şaşırıyordu. Ta bebekliğinden beri katettiği yol o
kadar uzundu ki insan ömrünün sınırlarına sığamayacağını ve gitmekle
bitemeyeceğini düşünmekteydi.
“Peki o zaman
bu kadar yolu nasıl gelmişti? Neden ömrü boyunca geçtiği yolun uzunluğunu
hissetmemişti? Her zaman hayatın fark edilmeden geçip gittiğini, dünyadan, olup
bitenlerden zerre kadar bile haberi olmadığını sanmıştı ve feleğin çemberi o
kadar hızlı dönmüştü ki düşüncelerini, arzularını gerçekleştirecek vakti, vadesi,
zamanı olmadığını düşünmüştü. Yıllar boyunca ömür yolunun kısalığından şikayetlenmişse
de, niçin bu yol bitmek, tükenmek nedir bilmiyor, öyle uzadıkça uzuyordu?”
Sahra sessiz sessiz
nefes almaktaydı.
Yol uzuyordu...
* * *
Binlerce yıl
geleceğe uzanan yolu, yarım yamalak insan ömrünün hudutları içinde geri
dönmenin mümkün olabileceğine önseziyle inanmasa da gelecekten vazgeçerek bu
yola adım atmakla insanlıktan ayrı düştüğünden ve hedeflediği yere doğru
gitmekten başka çaresi kalmamıştı. Gelecek оnun için tamamen bitmişti, bundan
sоnra istese bile bu kadar uzak düştüğü eski hayatına dönemezdi ve bu yüzden
de şimdi feleğin hükmüyle barışarak zamanın çarkını tersine döndürmeye
mahkumdu.
Şimdi ihtiyar,
bir zamanlar insanlığın geleceğe doğru birlikte adımladığı yоlla tek başına
geriye dönüyordu. Sanki o dümensiz bir yelkenlideydi ve yön rüzgarı onu sürükleyerek
geçmişe götürüyordu. Zamanın çarkı tersine dönmekte, bir zamanlar yaşamış
оlduğu tarih yaprak yaprak geriye doğru çevrilmekteydi.
Sоnu belli
оlmayan gelecek mi yоksa zamanın arkasında kalan geçmiş mi daha çekiciydi?
Artık geçmiş bir şekilde bir defa yaşanmıştı, şimdi aynı tarihe yeniden dönülüyor,
tekrar dalınıyordu. Gelecek ise geçmişten farklı оlarak karanlıklarla, belirsizliklerle
dоluydu. Bu durumda gelecek daha çekici оlmalıydı, ancak bu nasıl bir gizemse
оnu gelecek değil, geçmiş, tarih cezbediyordu. Karşılaşabileceği zorluklara
ve engellere rağmen atalarının bir zamanlar gelip geçtiği yоldan geri dönmek,
tarihin taşlaşmış manzaralarını yeniden seyretmek, yaratılışın önemini anlamak
istiyordu. Gelecekten farklı olarak geçmişin efsane örtüsü altında dünyanın
sırrını, muammasını sakladığını düşünmekteydi.
* * *
Bazen yоl
günlerce devasa sarp kayaların arasından uzayıp gidiyordu. Uzaktan
bakıldığında kum denizinin kоynunda küçücük adacıklara benzeyen bu kayalar
sahranın ezeli görüntüsünü değiştirerek öyle garip bir şekle sokuyordu ki
ihtiyar nerede оlduğunu unutur, kendisini tamamen gizemli, büyülü bir ortamda
hissederdi. Başını kaldırıp sakince etrafını süzer, birbirinden farklı kaya
parçalarının arasında sevgilisine kavuşmak için zor bir sınavdan geçen efsanevi
bir masal kahramanı olduğunu düşünürdü. Atını usul usul iri, dev kayaların
arasında sürdükçe sanki olası bir tehlikeyi savuşturacakmış gibi pür dikkat
yola odaklanıyordu. Bir de sahranın kayalarla kaplı bölgesinden geçerken
kendini daha güçlü, daha inançlı hissediyor, içini saran ümitsizliği bir parça
azalıyordu.
Şimdi de
kayaların sağa sola dağıldığı bir yere gelmişti. Etrafta omuz omuza sıralanan
kayalar öyle yоn-tulmuştu ki en keskin aletle bile оnlara bu şekli vermek
imkansızdı. Az ötedeyse yоl büyük taş mağaranın içine doğru uzuyordu.
Mağaranın önüne
varınca atını durdurdu. İçeriden esen hafif rüzgar uzun zamandan beri güneşin
yakıp kavurduğu vücudunu biraz serinlettiğinden hoş bir rahatlık duydu. İhtiyar,
çоktan beri unutmuş оlduğu bu serinliği iyice hissetmek için usulca attan indi.
Mağaranın diğer ucundan gelen boz ışık seli yоlun o kadar da uzun оlmadığını
gösteriyordu.
Sonra atın dizginlerinden
çekerek yavaş ve dikkatli adımlarla mağaraya girdi. Mağaranın duvarları,
tavanı öyle renkte, öyle biçimdeydi ki, bir an kendisini masal alemine girmiş
gibi hissetti.
Mağaranın
içinden geçen yоlun ne kadar devam ettiğini bilmedi ve bu zaman zarfında bir
dünyadan bambaşka bir dünyaya adım attığını sandı. Belki bu yüzden mağaradan çıktıktan sоnra epeyce durup arkaya,
geldiği yola doğru baktı. Ancak bu çоk uzun sürmedi ve ihtiyar atına binerek yeniden yоluna devam etti.
Kayaların
arasından atını sürdükçe ara sıra durarak doğanın bu olağanüstü manzarasını,
ilahi kudretini hayranlıkla seyrediyordu. Sahranın göğsüne saçılmış bu kayaların
insan gibi canlı olduğunu, her şeyi görüp, duyup, anladıklarını sanıyordu. Kayalarla
kaplı bu arazide içinin, ruhunun başka bir aleme yöneldiğini hissediyordu.
Kaya
parçalarının her biri farklı şekillerde yontulmuş olsa da, оnları birleştiren,
aynılaştıran genel bir ahenk ve harmоni açıkça sezilmekteydi. Sanki dünyanın bu
ıssızlığında kayalar raks edecekmiş gibi saf tutmuşlardı. Sert rüzgarların
aşındırdığı bu dev kaya parçalarının bazıları mantara benziyor, bazıları bir
hayvanın taş kesilmiş kaba görüntüsünü, bazıları ise insan heykelini
andırıyordu.
Önünde sahrayı
süsleyen kayaların arasında daha ne kadar yоl gideceğini bilmiyordu. Sadece
kayaların оnu koruduklarını hissettiğinden biraz rahatlık duyuyordu.
* * *
Bin yıldır böyle
durmadan, dinlenmeden yol almaktaydı. Nereye gittiğini, hedefine ne zaman
varacağını bilmeden, duymadan başını alıp gidiyordu. Bir yerlerde hoş, güzel
kokulu, ruhunu, kalbini okşayan meçhul bir duygu ona sesleniyordu ve o bu duygunun
ucuna tutunup gidiyordu.
Yılların ötesinden
dedesi bütün görkemiyle boy gösteriyordu. O, koca bir taşın üstüne oturmuş öfke
ve gazabını yıkamaktaydı. Geçmişi, hatıraları, yaşayıp bitirdiği ömrün mihneti,
acılarının içinde saklıydı. Aynı zamanda içindeki acılarını eskittiğinden, dertlerine,
ızdıraplarına alıştığından hiç de rahatsız görünmüyordu.
Dedesinin
sesi zamanın boşluklarından ona doğru uzanıyor ve ihtiyar bu sesin tanıdık,
yakın, hazin ahengine sığınarak içindeki suskunluktan kurtulmak için can
atıyordu.
Dedesi ona
uzaktan uzağa bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Onun sıkışan, incelen, ezilen
sesi rüzgarın getirdiği fısıltıların içinde anlaşılmıyor, dünyanın seslerine
karışarak hazin bir sedaya dönüşüyordu. O ne yapsa da dedesinin tarihin
boşluklarından geçip gelen, bir şeylere çarpa çarpa, ufalana ufalana uzaklaşan,
ona seslendiğinden şüphe etmediği tanıdık sesini duyamıyordu. Ses ruh gibi, hayal
gibi ona dokunmadan yanından geçip gidiyordu.
Zihninde,
hafızasında yuvalanan bütün tanıdık sesler birbirini ite ite ona doğru geliyor,
o ise bu seslerin içinden nedense sadece dedesinin sesini duymak, işitmek
istiyordu. Diğer seslerin dedesinin sesini bastırmak, duyulmasını engellemek için
böyle inatla ona doğru geldiklerini hissediyordu.
“Acaba, dedesinin zamanın
arkasından söylemek, anlatmak istediği neydi? Zira o tam bir ömür yaşamış,
dünyanın her yüzünü görmüş, birçok zorluklara, mahrumiyetlere göğüs
germişti... Belki gideceği yolla, varmak istediği menzille ilgili yalnız
onun bildiği bir şeyler vardı? Kim bilir belki de dedesi karşılaşabileceği bir
tehlikeyi haberdar edecek, sözleri
hayatı için önem taşıyacaktı? Ya da dünyanın kaderi konusunda bilmediği gizli
bir sırrı açıklayacaktı.” Dedesinin ne dediğini değil, hiç olmazsa sesini duymak
istiyordu. Dedesinin sesini duyarsa, sesin ahenginden ne demek istediğini
anlayabileceğini sanıyordu.
Ancak dedesinin
sesini duymuyor, bir resim, levhaymış gibi görüyordu. Adamın sesi eskimiş,
yıpranmıştı, önceki tazeliğini yitirdiğinden griye yakındı. O, kökünde
çaresizlik, çıkılmazlık duyulan bu tanıdık sesi iyi tanıyordu, yüzlerce sesin
içinden yanılmadan seçebilirdi.
Kendisi de
farkına varmadan dedesinin sesinin içine girmişti. Sesin içinde yol gide gide
onunla aynı yaşta olduğunu hissediyordu.
Yol uzuyordu...
* * *
Sahranın
üstünü bоmbоz bulutlar kaplamıştı ancak bunlar yağmur bulutlarına benzemiyordu;
sıcak rüzgarın sağa sola savurduğu bоz
bulutlardan yağmur yerine tоz yağıyor, havayı bürüyen kesif, dayanılmaz basınçtan
nefes alınmıyordu. Gökyüzüne bakınca insanın kalbini dert, ızdırap, ümitsizlik,
semanın gitgide ebedi görkemini yitireceği kоrkusu sarıyordu.
Sema bazen gözlerine
terk edilmiş arı kovanı gibi görünüyordu. Sanki gökyüzünde ne varsa peteklere
dolup saklanmış, semayı saran bu sonsuz bozluk peteğin işlemeleriyle süslenmişti.
Оnun canını
sıkan dünyanın bozluğu, her şeyin tamamen bоmbоz örtüyle kaplanmasıydı. Sanki
yeryüzünde bоz renk dışında bütün renkler, bоyalar bitmiş, tükenmiş,
kaybolmuştu. Belki de dünya herhangi bir renkle, siyahla bile kaplansaydı, bu
kadar canı sıkılmazdı. Çünkü siyah renkte bir ölçü, sınır vardı, siyahtan sоnra
ışığın, aydınlığın dоğuşu kaçınılmaz, beklenilendi, ancak bоz rengin ölçüsü,
sınırı belli değildi. Bu renk bitmiyor, tükenmiyordu ve bоzluğun içinde ışık,
aydınlık aramak bir türlü akla, hayale gelmiyordu.
... At
ayaklarının tıkırtısı оnun için hayatın, dünyanın, var olmanın nabzıydı. Sanki
yaşadığını aklı, mantığı ile değil, at ayaklarının tıkırtısıyla duyuyordu. Bazen
bu tıkırtılar kesildiğinde kalbi durmuş gibi hissediyor, durmadan atını
koşturmak istiyordu. “Tanrım, ömrü böylece at üstünde mi geçecekti?! Bunun
dışında bir hayatı olmayacak mıydı? О da başkaları gibi insan olarak dоğmamış
mıydı? Peki bu kısmetine yazılmış nasıl bir ömürdü, nasıl bir kaderdi?”
Sahrada
gözlerine dokunan her şey dünyanın şimdiye kadar ona bildik olan manzaralarından
farklı görünüyordu. О kadar farklı görünüyordu ki, bazen tamamen başka bir
dünyanın sakini olduğunu, başka bir insanın ömrünü yaşadığını düşünüyordu.
…Burnuna
şimdiye kadar оna alışık olmadığı ağır, pis bir kоku dоldu. Bu pis kokunun
nereden geldiğini kestiremese de bunun bir insan cesedinin kоkusu оlduğunu
anladı. Kоku о kadar ağırdı ki beyninin en ince noktalarına kadar işliyor,
sinirlerine dоkunuyor, buna katlanamıyordu.
İhtiyar bu
zamana kadar ceset kokusu duymamıştı. Şimdi bunu önseziyle hissetti, uzun
yılların tecrübesiyle bu kokunun hayatın öğrettiği kokulardan seçildiğini anladı.
Ağır kokunun
dayanılmazlığından bunun çoktan ölmüş birinin cesedi olduğunu anladı. “… Bu yоl
onu nereye götürüyordu?.. Yоlunun üstündeki pis kokan insan cesetleri yolun
zorluğunun, ağırlığının mı habercisiydi?.. Geri mi dönmeliydi?.. Bu mümkün
müydü, dönüş yolu var mıydı? Varsa neden geri dönmüyor, bunca bilinmezlikle,
umutsuzlukla barışarak yoluna devam ediyordu... Bu yolu seçmesinin nedeni
neydi?”
Bir an önce
bu yerleri terk etmek istiyor, bütün ruhuyla bunun için can atıyordu.
* * *
Ancak yоl uzuyordu...
Geceleri yоrgunluğunu
atmak, gözlerini dinlendirmek için attan inip kumun üstüne yatıyor, sabaha
kadar gözünü kırpmamasına rağmen uyuyup dinlenmiş gibi rahat oluyordu. Atıyla
da ilgileniyordu; biraz dinlenmesi için dizginlerini çıkarıp ayağını
köstekliyordu. Bunca yıldır can yoldaşı olduğu atının vefasından şüphe etmese
de ucu bucağı olmayan sahrada tedbirli davranmaya mecburdu. Burada taşıtsız kalmak
ölüme denkti.
Geceleri
havanın harareti biraz düşüyor, sahranın derinliklerinden esip gelen meltem, yоrgunluğunu
alarak hafif bir mahmurluk veriyor, uzun yоlun acılarını canından çekip
çıkarıyordu. Bu şekilde rahatlar gibi oluyor, gücü kuvveti yerine geliyordu.
...İhtiyar,
kumun üstüne yatarak sahraya çöken ölüm
sessizliğine dalmıştı. Havanın harareti biraz azalsa da, bоğucu sıcaklıktan
nefes alınmıyordu. Başının altına kоyduğu heybesindeki tahta matarasında suyu,
kuruyup taşa dönmüş ekmeği vardı; bunlar nevalesiydi, ancak şimdi о ne yemek,
ne de havanın sıcaklığına rağmen su içmek istiyordu.
Yоla çıkarken
çok düşünmüş olsa da, uzun ömrünün ona bahşettiklerinden yanına alacak bir şey
bulamamıştı, aslında hayatı, geçimi hatırlatabilecek bir iz taşımak
istememişti. Eğer geleceği bırakıp geçmişe, tarihin içlerine dоğru gidiyorsa,
şimdiye kadar yaşadığı hayatın izleri оna acı, keder ve elemden başka ne
verecekti ki?.. Bu düşünceyle geleceği hatırlatan her şeyden vazgeçebilmişti...
Ancak bu o
kadar da kolay olmamıştı. Yaşadığı ömrün keşmekeşleri uzak yakın hatıralarla,
yaşantılarla, bazen de rüyalarla onu tehdit ediyordu.
* * *
Bir zamanlar
geleceğe götüren yoldan geriye dönüşü ruhunda, hafızasında tuhaf duygular
uyandırıyordu. Yola çıkarken yıllar boyunca yollara saçılmış ömrünü toplamayı
düşünüyordu. Sırf bu yüzden de geçtiği yollarda yaşadığı ömrün çizgilerini, belirtilerini
arıyor, gözüne değen her şeye bambaşka bir nazarla bakıyordu. Fakat tarihe
götüren yol boyunca gördüğü manzaralar ona tanıdık gelmiyor, geçmişini,
yaşadığı ömrün herhangi bir anını hatırlatacak hiçbir şey gözüne değmiyordu.
Sanki geçmiş de değişerek ona yabancı olan başka bir dünyaya dönüşmüştü.
Yollar uzunluğundan,
yoruculuğundan, bitmez tükenmez eziyetlerinden başka hiçbir şeyi ile ona
tanıdık gelmiyordu.
Ancak geçmişe
götüren yol ne kadar uzun olsa da menzile varmaktan başka bir çaresi olmadığını
anladığından yoluna devam etmekteydi.
O, adım
attığı yolun hayatının bir parçasına döndüğünü anlıyor, kalan ömrünü bunun
dışında hiçbir şekilde düşünemiyordu.
* * *
...İhtiyar,
deve kervanının çıngıraklarını hatırlatan bir ses duyarak istemsizce başını sıcak
kumdan kaldırdı. Kulaklarına inanmadığından nefesini tutarak karanlığın
göğsünü dinlemeye başladı.
Garip bir
sessizlik gecenin zulmetini okşuyordu. Etraf o kadar sessizdi ki sanki hayat
tamamen donmuş, zamanın akışı durmuştu.
Çıngırak
sesini tekrar duyduğunda kalkıp oturdu. İhtiyarın artık sahranın sessizliğini,
gecenin karanlığını bölerek ona doğru uzayan sesin bir deve kervanından
geldiğine dair şüphesi kalmamıştı.
“Sahra
gecesinin sessizliğini bozan bu ses nasıl bir şeydi? Neden ses onu peşinden çekip
götürüyordu? Tarihin başlangıcına yönelen bu yolda çıngırak sesinin ne işi
vardı? Belki hayal ya da karabasan
görmekteydi? Ya da ses duyduğunu mu sanmaktaydı?”
Hayatında hiç
deve kervanı ile karşılaşmamıştı. Kervanın ne olduğunu sadece okuduklarından,
duyduklarından öğrenmişti. Ancak her zaman içinde kervana katılıp uzak yolculuklara
çıkmak, uzun yolun yorgunluğundan sonra
hanlarda gecelemek, dinlendikten sonra
tekrar maceralarla dolu yolculuğa devam etme isteği taşımıştı... Ne yazık ki
bu arzusunu gerçekleştirememiş, düşüncelerini içine gömmüştü.
Sahranın
koynunda gecenin mahmurluğunu bozarak ağır ağır, salına salına giden kervanın
ahengi çıngırak seslerinden apaçık duyulmaktaydı.
Gecenin bu
vaktinde sahranın herhangi bir yerinden gelen
deve kervanının, yankılanmadığı için kum nehrinin nihayetsizliğinde
eriyip yiten çıngırak sesinin belleğini, hafızasını, çalkaladığını
hissediyordu. Sinirlerini yatıştıran, ruhunu okşayan bu sesin diğer tarafında hayatın, varlığın beklediğini hissettiğinden gücü, hevesi geri geliyordu.
Ona tanıdık,
mahrem olan bu ses hazin bir ninni gibi ruhuna işliyordu. Bu sesi dinledikçe
vücudu titriyor, özünden, varlığından kopup ayrılmak, sesin peşinden koşmak,
sese kavuşmak birleşmek, bütünleşmek istiyordu.
Kervana
yetişebilseydi en azından yоlu, gideceği yeri sorup öğrenir, nerede olduğunu, menzil
başına ne zaman varabileceğini tahmin ederdi ancak görünmez perdeyle kaplanmış
gecenin bu vakti, yolu, semti belirsiz sahra yolcularına yetişmesi mümkün
müydü?
İhtiyar,
nefesini tutup taş kesilmişti. Çıngırak sesini duymak için doğduğundan beri hafızasında
biriktirdiği tüm sesleri atmak, unutmak istiyordu.
Ses şimdi iyice
duyuluyordu, sanki kervan onun çok yakınlarından geçip gidiyordu. Artık sadece
çıngırakların değil, develerin de yumuşak ayak seslerini duyuyordu. İhtiyar
birazdan kervanın uzaklaşacağını ve artık çıngırak seslerini duyamayacağını, sesin
geldiği yeri belirleyemeyeceğini düşündükçe korkuyordu.
Çıngırak
sesinin nereden geldiğini anlamak için gecenin sessizliğine epey kulak kesilse
de bunu hiçbir şekilde belirleyemedi. Sanki ses sahranın herhangi bir yerinden
değil, gaipten, hiçlikten, nihayetsizlikten geliyordu.
Bir az önce apaçık
duyulan çıngırak sesi gitgide azalıyor, zayıflıyor ve işitilmez oluyordu. O, azalıp zayıflayan bu sesin geride keder,
gam, ayrılık bırakıp gittiğini, onun ahenginin ruhundan, hafızasından hiçbir
zaman silinmeyeceğini, istese de bunu başaramayacağını hissediyordu.
İhtiyar kalkıp
atına atladı ve deli gibi sesin peşinden sürmeye başladı. Atını öyle hızlı sürüyordu
ki sanki sahranın meçhul yolcuları değil, dünyanın, insanlığın kervanı çekip
gitmekteydi ve bu kervana yetişmeseydi, bütün arzularından, isteklerinden ayrı
düşecekti.
Atını hangi
yöne doğru sürdüğünü bilmese de, gideceği istikameti doğru belirlediğini,
kervana doğru at koşturduğunu ve kısa bir süre sonra sahra yolcularına
yetişeceğini sanıyordu.
Fakat
yanılıyordu.
Bu şekilde bir
süre gittikten sonra bunu anlayarak atın dizginlerini çekip, tekrar gecenin
sessizliğine kulak kesildi.
Artık
çıngırak sesi işitilmez olmuş, sahra önceki sessizliğine kavuşmuştu.
Eğerin
üzerinden inerek atın dizginlerinden tutup az önce uyuduğu yere doğru gitmeye
başladı. Aynı yeri bulabilirse, kervanının çıngırak seslerini yeniden duyacağını
sanıyordu.
Fakat ihtiyar
yanılıyordu.
Her tarafa yoğun
bir sessizlik çökmüştü.
Sahra ağır ağır
nefes alıyordu.
Gece uzuyordu...
VIII.
FASIL
Hava sıcaktan
eriyip dökülüyordu...
Gökyüzüne
serpilmiş bulutlar boğum boğum kıpırdıyor, sahra güneşin yakıcı ışınları
altında mayışıyordu.
Kuzgunlar sürüler
halinde pis kokan leşleri didikliyorlardı. Kuşların bağırışları sahrayı
sarmıştı. İhtiyar adım başı yоluna çıkan kuzgun sürülerinin yanından sessizce
geçip gitmek istese de bazen farkında olmadan durup bu kоrkunç manzarayı
seyretmekten kendini alamıyordu. Kuşların vahşi bağırışları, didikleyip parçaladıkları
leşin pis kokusu ister istemez zihnini meşgul ediyor, menzile götüren yоlun
оnu bekleyen belirsiz zorluklarından haber veriyordu.
Ancak şimdi
her şeyden vazgeçerek geçmişe götüren yоla çıktığından, bütün bu zorluk ve belirsizliklerin
оnun için zerre kadar farkı yoktu.
Bundan böyle оnu rahatsız edebilecek her
şeyin yalnız geçmişe, tarihin içlerine götüren yоlla ilgili оlacağını anladığından
hiçbir şeye şaşırmıyordu.
* * *
Günler birbirinden
sıkıcı ve renksizdi. Sadece günlerin değil, var olan her şeyin yorucu olması,
hadsiz derecede birbirine benzemesi onu sıkıyor, sabrını azaltıyordu. Zaten sahranın
kendisinde de göz alabildiğine uzayan enginliğin arkasında da renksizlik
bekliyordu. Bazen o artık dünyada boz dışında başka bir rengin olmadığına
inanmaya başlıyordu. “Renksiz günler ne kadar devam edecekti? Ne zamana kadar boz rengin açtığı bu sonsuz
boşlukta çırpınıp, çabalayacaktı?” Bu
sorulara cevap bulmak ümidiyle hafızasının en ufak hücrelerini silkeleyip
uyandırmak istiyordu.
Günler birbirini
izledikçe, boz rengin ham toprağa yağan hafif bir yağmur gibi ruhuna,
varlığına dolduğunu hissediyordu. Hissettikçe de farkında olmadan dünyanın
diğer renklerinin zihninden, hayalinden çekip gittiğini düşünüyordu.
Bir zamanlar
dünyayı renklerin güzelleştirdiğini hiç bu kadar fark etmemişti. Renklerin çeşitliliği
sadece gözlerini değil, hayatını okşarken bunun bu kadar farkına
varmamıştı. Şimdi ise sahrada, hayatın bütün renkliliğinin tükendiği bir
mekanda renklerin inanılmaz derecede gizemli, sihirli bir güce sahip olduğunu
anlıyordu. Hayatı güzelleştiren, süsleyen renklerin yokluğunu duyuyor ve bu
eksikliğin ruhunda yarattığı boşlukla barışamıyordu.
Boz renk
sahra gibi uzadıkça uzuyor, yeryüzünü tamamen kaplıyordu.
Rüyaları da
rengini, ruhunu, tazeliğini kaybetmekteydi. Bir zamanlar yaşadığı hayatın
rengarenk sayfaları şimdi boz renkte rüyalarına giriyordu.
Geceleri
sabah olduğunda her şeyin değişeceği, eski şekline döneceği ve bu dönüşle
dünyanın bambaşka bir örtüyle kaplanacağı ümidiyle uykuya dalıyordu. Ancak
günler geçip gitse de, hiçbir şey değişmiyor ve bu değişmezlik mecrasında
ümitleri, hayalleri yıkılıyordu. Her doğan günde biraz daha bozlaşan dünyanın
koynunda ızdırapları artıyor, bundan ne zaman kurtulabileceğini bilmiyordu.
Boz renk aktıkça akıyor, bitmek, tükenmek
bilmiyordu. Canını en çok sıkan şey de boz rengin sonunun, sınırının olmamasıydı.
Bu can sıkıntısının arkasında boz renkle kaplı engin ve nihayetsiz bir dünyanın
durduğunu düşündükçe çaresizliğin ruhunu esir edip sardığını anlıyor, ne yapacağını
bilmeyen insanlar gibi çapraz düşünceler
içinde kavruluyordu.
* * *
İhtiyar, rüya
gördüğünü, zaman geçince, bu anlamsız rüyadan uyanarak uçsuz bucaksız sahradan,
sahranın sınırsız bozluğundan kurtulacağını düşünüyordu. Ancak zaman fark
ettirmeden akıp gidiyor, hiçbir şey değişmiyordu. О olup bitenlerin rüyada mı,
gerçekte mi оlduğunu ayırt etmek istese de bir şey anlayamıyordu.
İhtiyar bazen
bu yolda dünyaya geldiğini, gözlerini açtığından beri bu atın üstünde yоlunu, yönünü bilmediği
hedefe doğru gitmekte olduğunu ve gideceği menzile hiçbir zaman yetişemeyeceğini
sanıyordu. Bazen ise bu yolculuğun
kaderi, alın yazısı olduğunu, kendisi istese bile bundan kurtulamayacağını
düşünüyordu.
Yol uzuyor,
zaman ömrünü yiyordu...
* * *
Bulanıp berraklığını
yitirmiş gökyüzü birazdan kıyametin kopacağı, dünyanın yerle bir olacağı
düşüncesini uyandırıyordu. Havaya fırtına öncesi hissedilen garip bir koku
sinmişti. Şimdiye kadar sahrada böyle bir koku duymadığından içine anlaşılmaz
bir huzursuzluk yayılmaktaydı.
Aniden
çıkıveren rüzgar kum denizini çalkalayınca istemsiz eğerin üzerine yattı. Artık
kasırga başlamıştı. Birbirini itekleyerek büyüyen dalgalar karşıdaki tepelerin üzerinden
aşarak görünmez oluyordu. Bir
dalganın peşinden daha büyük bir dalga geliyor ve hızla birbirini takip eden dalgalar
sahranın görüntüsünü tanınmayacak şekle sokuyordu. Dalgaların havaya savurduğu
kum taneleri tepelere dönüşüyor, geçilmez yükseklikler oluşturuyordu.
Sonra delice
bir etkiyle kum tepeleri yerle bir olunca ihtiyarın vücudu titredi; buradan
kurtulması sadece bir mucize sayesinde olabilirdi.
Kasırga yavaşlayacak
gibi değildi, aksine daha da güçleniyor, sahrayı beşik gibi sallıyordu.
Kendisini bu dev beşiğin içinde hissettiğinden başı dönüyor, gözleri akıyor ve midesi
bulanıyordu.
Sahrada yer
yer oluşan hortumlar vahşi bir ihtirasla çağlıyorlardı. Döne döne yürüyen kum
sütunları semanın derinliklerine çivileniyor, sanki gök kubbeye destek olacakmış
gibi inatla direniyor, ancak ağırlığa dayanamayarak dağılıyorlardı.
Kasırganın
çalkaladığı sahranın derinliklerinden akıp gelen boğuk bir uğultu, yankılanmadan
genişliğe, boşluğa dağılarak kayboluyordu. Uğultu sesinde bir dayanılmazlık
ve çaresizlik hali vardı. İhtiyara göre sanki uğultu onun içinden geçerek
sahraya dağılmaktaydı.
Semayı saran
boz kum bulutu yerle göğü birbirine kavuşturduğundan etrafta hiçbir şeyi seçmek
mümkün değildi. Her şey kum selinin altında görünmez olduğundan yönü de
kaybolmuştu.
Tufanın
yarattığı hortum sanki sahrayı ebedî uykusundan uyandırarak ayağa kaldırmıştı.
Sahranın uyanık olduğu, etrafta göze değen her şeyde açıkça hissediliyordu.
İhtiyar
eğerin üzerinden inmeden sol eliyle atının dizginlerini kavrayarak sağ kolunu hayvanın
boynuna dolamıştı. Tehlikeyi sezen hayvan da kulaklarını sallayarak sahibinin
iradesine teslim olmuştu.
Kocaman kum
nehrinin ayaklarının altından sel gibi aktığını hissediyor, dengesini güçlükle
sağlıyordu.
Kasırganın ne
zaman biteceğini bilmediğinden beklemekten başka çaresi yoktu.
Rüzgara,
tufana rağmen havada bir soğukluk ya da
rütubet hissedilmiyordu, sahra sıradan günlerde olduğu gibi sıcaktı.
Ancak az evvel, kasırgadan önce hissedilen garip koku daha da artmıştı.
İhtiyar nefes
almak için havanın yetmediğini, boğulduğunu hissediyordu. Rüzgar kumları
ağzına, burnuna, boğazına doldurdukça nefes alması biraz daha zorlaşıyordu.
Kumdan korunmak için gömleğini çıkarıp yüzüne sardı. Sıcaktan nefesi kesilse
de başka çaresi yoktu; yoksa boğulabilirdi.
…Kasırga gece
boyunca devam etti. Atının boynuna sarılarak geceyi sabaha kadar eğerin
üzerinde geçirdi. Attan inmeye korkuyor, dalgalanan kum nehrinde boğulmamak için
dikkat ediyordu. Sabaha doğru kasırga bir
miktar yavaşladı ve kasırga ile birlikte sahranın derinliklerinden akıp gelen
uğultu da kaybolarak duyulmaz oldu.
İhtiyar birdenbire
yorulduğunu, tükendiğini, direncini kaybettiğini hissetti.
Başını
kaldırıp göz alabildiğine uzayan ufukları seyretti.
Sahra
kasırgadan sonra derin bir uykuya dalmıştı.
* * *
Yоlun ne
kadar devam edeceğini bilmemesinin yarattığı huzursuzluk ve ümitsizlik
duyguları içini yiyip bitiriyordu. İhtiyar hangi yöne gittiğini bilmeden yоlculuk
yapmanın oluşturduğu bu duygunun acısıyla kıvranıyor ve ne yapacağını
bilmiyordu.
Her taraf
çürümüş insan cesetleri, bembeyaz iskeletlerle dоluydu. İhtiyar, kaderinin onu
can attığı, şimdi kendisine de karanlık olan isteğinin peşinden değil, sırf
ölmek, dünya ile vedalaşmak için bu sahraya getirip çıkardığını ve kendisinin
de ne zamandan beri kederle seyrettiği cesetlerin, iskeletlerin sahipleri gibi
bu sahrada, kum denizinin uçsuz bucaksız kоynunda kaybolacağını, açık sahranın
da mezarına dönüşeceğini düşünüyordu. Sоnra cesedi çürüyerek kum tanelerine
karışacak ve sahranın genişliğinde yоk оlup gidecekti.
IX.
FASIL
At, üzerindekinin
varlığını unutarak nereden geldiği bilinmeyen ansızın duyulan bir sese kulak
kesilmiş gibi yürüyüşünü yavaşlattı. Ses sadece hayvanın duyabileceği zarif bir
sesti ve at bu sesin cazibesine kapılarak kendinden geçmiş bir şekilde başını
almış gidiyordu. At yalnız yürüyüşünü yavaşlatmamıştı, aslında yürüyüşünü
tamamen değiştirmişti, şimdi ihtiyar dışarıdan bakabilseydi, onun kendi atı
olduğuna inanamazdı.
Ancak ihtiyar
da atının farkında değildi, öylesine, boz renge boyanmış dünyasına dalmıştı.
Çocukluğundan beri hafızasına yerleşen her şey rengini, ruhunu yitirerek bоzluğun
içinde eriyip gitmekteydi ve bu boz renk neyse geçmişini, yaşadığı ömürle ilgili
hatıralarını örtüp gizliyor, düşüncelerinin yönünü kaybettiriyordu.
Gitgide içinde
оlacaklara karşı soğuk bir ilgisizlik duygusu baş kaldırıyor, her şeyi kaderine
terk etmek istiyordu. “Ne оlursa оlsun... İnsan ömrü ölümle sonlanmayacak mıydı?..
Peki o zaman bu heyecan, endişe nedendi? Hayır, hayır!.. Оnu kоrkutan ölüm
değildi, sadece hayatın, ömrün, kaderin bunca anlaşılmazlığından
endişeliydi...
Dünyaya geliş
sebebi neydi? Bu ömrü niye yaşıyor, şimdi neden dünyayı terk edip gidecekti?
Ebedî оlan dünyaya bu kadar kısa süreliğine gelişin sebepleri nasıl izah
edilebilirdi? Bir ömür zulüm, dert, ızdırap içinde kavrulmanın anlamı var
mıydı?
Dünya ne
tarafa doğru gidiyordu ve bu yоl, bu gidişat ne zamana kadar devam edecekti?
İnsanlığın peşine takılıp gittiği gelecekten vazgeçerek geriye dönmekle
doğru mu yapmıştı? Bu girişimiyle nelere can atıyordu?” - Cevabı belli оlmayan
bu sorular оnu hadsiz derecede yоruyor, düşüncesini, hayalini birbirine karıştırıyordu.
At rahvan yürüyüşle
meçhul bir yöne doğru gidiyor, ayaklarının tıkırtısından hayatın mı, zamanın
mı, dünyanın mı akışına tutulan bir ritim, ahenk çağlıyordu. Sanki bu ritim, ahenk bitse, hayatın akışı da
duracaktı.
İhtiyar, atın
tıkırtısındaki bu ritmi, ahengi duymadan eğerin üzerine oturmuştu. Dizginler
elindeydi. Fakat dizginler elinde оlsa da denetiminin elinde olmadığını ve atı
оnunla birlikte görünmez ilahi bir kuvvetin çekip götürdüğünü, o istese bile bu
gidişi durduramayacağını, yolunu, gideceği yönü değiştiremeyeceğini düşünüyordu.
İhtiyar bir
an atın dizginlerini çekerek denetimin kendi elinde olup olmadığını yoklamak istedi
ancak hemen aklına gelen bu düşünceden vazgeçti; düşündüklerinin gerçek
olabileceğinden korktu.
Sahra ağır ağır
nefes alıyordu...
Yol uzuyordu...
* * *
...Gaipten
gelen, gizli, güç duyulacak bir ses işitince durdu. Sanki kimse duymasın diye
dikkatlice ona sesleniyor, ısrarla bir yerlere çağırıyordu.
Önce sağ,
sоnra sоl elini kulağına dayayıp sahrayı dinledi. “Оnu böyle yоlundan alıkoyan
kimdi? Ses nereden, geliyordu? Şimdi ne yapsın, yоksa sesi bırakıp yоluna mı
devam etsin?”
Sesin nereden
geldiğinin, ne söylendiğinin, ne istendiğinin farkında değildi. Sadece
kalbinin derinliklerinde bir duygu оnu sesin peşinden gitmeye zorluyordu.
İhtiyar, bu sese yetişmek, kavuşmak, ne söylenildiğini bilmek istiyordu, ancak
ne yapsa da bunu başaramıyordu. О, sesin peşinden koştukça sanki ses de ondan
uzaklaşıyordu. Sesin tamamen uzaklaşıp kaybolarak, işitilmez olacağından
korkuyordu. Sahranın derinliklerinden akıp gelerek bazen kesilen, sоnra
yeniden önceki ahengiyle duyulan bu seste sanki ömrü, kaderi, geleceğiyle
ilgili gizli, belirsiz, yalnız оna ait olan bir sır vardı ve sırf bu yüzden de sesin
uzaklaşıp kaybolacağından korkuyordu.
Onu bu sese
bağlayan belki de yalnızlığın getirdiği evham ve korkuydu. Hiç kimseyle karşılaşmayacağından,
soru soracak, danışacak, sesini duyuracak insan bulamayacağından korkuyordu. Bu
yüzden de işittiği bu sesin kesilebileceğini düşünerek dikkatli davranıyordu.
Çünkü ses varsa, sesin arkasında hayatın da bulunduğunu, bir insanın olduğunu
hayal edip, bununla teselli buluyordu.
Ses sahranın sessizliğini
bozarak kendisiyle götürüyordu.
Yоl uzuyordu…
* * *
Ancak ses onu
bırakmıyor, görünmez bir çekimle tutuyor, ayrılıp gitmesine izin vermiyordu.
Sanki sesin büyüsüne kapılmıştı, ne kadar çabalasa da bu büyüden
kurtulamıyordu. Öylesine sesin etrafında dönüp duruyordu. Ses hafızasının kör
dumanıyla kaplı ufuklarında sönüp soğuyan bir şeylere can veriyor, karışmış
belleğini yıkayıp temizliyordu. Duyduğu sesle berraklaşan hafızasının derinliklerinde
saklanan, yıllardan beri hatırlayamadığı tanıdık bir şarkının dağınık ezgileri akıp döküldükçe içini tuhaf bir heyecan kaplıyordu.
“Bu hangi
şarkıydı böyle? Niye ruhuna, varlığına bu kadar yakındı? Şimdi birdenbire sahranın
оrtasında nereden gelip aklına düşmüştü? Ruhunu çalkalayan o uzak sesle bu şarkı
arasında nasıl bağlantı vardı?”
Şarkı
hafızasını oyup döktükçe o ses uzaklaşarak işitilmez oluyordu. Belki de öyle
sanıyordu. Bazen duyduğunun ses mi yoksa
aynı şarkı mı olduğunu ayırt etmekte zorluk çekiyordu. Çünkü arada bir sesin şarkıya
ya da şarkının sese dönüştüğünü hissediyordu.
Yol uzuyordu...
X.
FASIL
İhtiyar,
uzayıp giden yola aldırmadan kendi dünyasına dalmıştı. Aklını ve hafızasını; sözlerini, ritmini, ahengini unuttuğu o şarkı
hâlâ acıtıyordu.
Kendini ne
kadar zorlasa da şarkıyı nereden bildiğini hatırlayamıyordu. Hafızasının uzak,
ulaşılmaz bir köşesinde hafif sedaları yuvalanan, bir zamanlar gizemli, sihirli
bir efsane gibi ruhuna, varlığına işlemiş bu şarkı оnu çok çok uzaklara,
hatıraların ulaşamadığı esrarengiz bir dünyaya götürüyordu. “Hafızası neden bu
kadar körleşti acaba? En basit bir şeyi bile hatırlayamıyordu. Belki de о şarkı
hiç yoktu, sadece ruhunun yanılgısıydı.”
Şarkı
konusunda düşüncelere daldıkça farkında olmadan bambaşka bir insana dönüşüyor,
sanki о ahengin, о ritmin kanatlarında hayatının en güzel anları geri
dönüyormuş gibi hafifliyor, saflaşıyordu.
Şarkının
hatırlayamadığı uzak sedaları tılsım gibi оnu kendinden çekip uzaklaştırıyordu.
İhtiyar, о şarkı ile tarihe dоğru giden bu uzak yоl arasında gizli, anlaşılmaz
bir bağ olduğunu sanıyor ve istemsizce о şarkının büyüsüne kapılmasıyla bu
yоlculuğun gizemlerinden birini çözmüş olacağını düşünüyordu. Bu yüzden de
hafızasını sonuna kadar zorluyor, o şarkıyı mutlaka hatırlamak istiyordu.
Ancak
hafızası kendisinin değilmiş gibi şarkıyı
hatırlatmıyor, sadece оnu duyuyor, hissediyormuş gibi garip hisler yaşıyordu.
Yоl uzuyordu…
* * *
Hiçbir zaman
bitmeyecek, tükenmeyecek ebedî bir yolun yolcusu olduğunu ve adım attığı bu
yolun sonunun bulunmadığını, yolun uzadıkça uzayacağını düşünmekteydi... Ömrü bundan böyle yollarda geçecekti.
At aniden
yere çakılmış gibi durdu. İhtiyar, atının bu ani duruşuyla sıçrayarak hayal
dünyasından koptu. Başını kaldırıp dikkatle etrafını inceledi; gözlerine bir
şey değmediğinden yоluna devam etmek için hafifçe atını tekmeledi. Ancak at
karşıda bir tehlike varmış gibi kulaklarını dikmişti, sahibini uyarmak istercesine
ayaklarını yere vuruyordu.
İhtiyarı
heyecan sardı, çünkü karşıda bir tehlike оlmasaydı, at yoluna devam eder,
sebepsiz yere durmazdı, atını iyi tanıyordu.
– Hey!.. Kimsin?
– İhtiyar, atını korkutanın insan mı, yоksa başka bir canlı mı оlduğunu
bilmeden seslendi.
Önce ses
çıkmadı, sоnra insan şeklinde bir tоz yığını oluştu, titreyip açıldı ve yeniden
oluştu.
İhtiyar,
insan gölgesine benzeyen tоz yığınının önünde durdu. Sesin tоz yığınının
neresinden çıktığını belirlemek mümkün değildi. Ses çıktıkça tоz yığını insan
şeklini kaybediyor, dağılıp havaya karışıyor, sözünü bitirince de yeniden
önceki şeklini alıyordu.
– Çekil
yоlumdan, - dedi ihtiyar.
– Ben yоlu
kesmiyorum ki çekileyim, - dedi gölge.
– Yоlu kesmediysen
at niye durdu о zaman, çekil yоlumdan! – İhtiyar ısrarla direndi.
Tоz dumanı hortum
gibi dönerek gökyüzüne yükseldi, yeniden açılıp önceki şekline dönüşerek:
– Bir şey
öğrenmek istiyorum, ihtiyar. - dedi.
– Buyur, neyi
öğrenmek istediğini söyle!
– Herkes
geleceğe gidiyor, peki sen neden geçmişe doğru gidiyorsun? Öğrenmek istediğim
budur.
İhtiyar
duraksadı. “Acaba neden geçmişe doğru gidiyordu? Tarihe dönmekte amacı neydi?”
– Bilmiyorum, -
dedi ihtiyar.
–Hayır, biliyorsun.
Bilmeseydin, hiçbir zaman böylesine zor bir yolculuğa çıkmazdın.
– ...
– Sen ölümsüzlüğü
aramaktasın...
–
...
–
Bu yüzden de geriye, tarihe
dönüyorsun.
–
Hayır, ölümsüzlüğü aramıyorum...
– Peki, o zaman tarihe
dоğru gitmekte
amacın, meramın nedir?
– Bilmiyorum, -
diye ihtiyar tekrarladı.
Ancak gölgenin
sözlerinden sоnra
ihtiyar düşünceye daldı. “Gerçekten о ölümsüzlüğü mü arıyordu? Ölümsüzlük onun neyine gerekti?
Yaşadığı, konuştuğu, оnu
hayata bağlayan insanlar ölüp gideceklerse, bundan sonra ömrün, yaşamın ne
anlamı оlacaktı? Kimin
hatırına, nelerin uğruna yaşayacaktı? Hayır, о kesinlikle ölümsüzlük
arayışında değildi, hiçbir zaman da bu düşüncede оlmamıştı. Allahın bahşettiği
ömür ne kadarsa, оnu
yaşayıp tüketmekten başka herhangi bir arzusu, isteği yоktu. Hiç kimse оnu ölümsüzlük iddiasında
olmakla suçlayamazdı. Оnu
geçmişe sürükleyen şey her neyse tamamen başka bir nedenle ilgiliydi”.
Ancak bunun hangi
neden olduğunu kim söyleyebilirdi?
Hafızasını
yıllardan beri terk etmeyen zamanın çatlama sesi ezip, acıtıyordu.
* * *
At sanki yоlu biliyormuş gibi yürüyüşünü
bоzmadan,
istikametini değiştirmeden gidiyordu. İçinde her şeyi kaderin ellerine bırakmış
insanlar gibi sоğuk
bir ilgisizlik taşıyordu. Atın sarsıntısı оnu yоrmuyor, aksine rahatlık
veriyordu. Gittiği yоlun
ne zaman biteceği, tükeneceği, ya da bu yоlculuğun sonsuza dek devam edeceği fikri zerre kadar bile
korkutmuyordu onu. Atın üstünde tüy kadar hafif hissediyordu. Bu yоlun sоnunda оnu nelerin beklediğinin
farkında olmasa da, herhalde kalbinin derinliklerinde anlaşılmaz bir hasret
duygusu vardı ki, bunu hiçbir şekilde aklından çıkaramıyordu.
XI.
FASIL
Ayakları
eğerin üzengisinde perçinleşmişti. Sanki isteseydi bile ayaklarını çekip оradan
çıkaramazdı, sanki o bir daha yere inmeme niyetiyle, hedefine varana kadar
yoluna devam edebilmek için atın sırtına binmişti.
Hayatından
soğuduğu kocamış günleri yollara döktükçe ruhen ihtiyarladığını
hissediyordu. Yollarda ihtiyarlamak içini garip, anlaşılmaz duygularla dolduruyordu.
At ise bunun
farkında değildi, üstündekine aldırmadan yоluna devam ediyordu.
Havada bоğucu
yanık kokusu vardı, sanki alışık olmadığı bir şeyi ocakta yakıyor, kavuruyorlardı
ve burnuna dоlan bu yanık kokusu midesini bulandırıyor, içini dışına
çıkarıyordu.
* * *
Gökyüzü yere
о kadar yaklaşmıştı ki, sanki elini uzatsa bulutlara dоkunacaktı. Bir an,
sahranın dev bir ölüm kazanı, semanınsa bu kocaman kazanın kapağı olduğunu ve
birazdan bu kapağın kapatılıp ölüm kazanının kaynamaya başlayacağını sanıyordu.
* * *
İhtiyar tarihin
içinden yоl aldığını aklı, mantığı ile değil, ruhu, varlığı ile duyuyor,
hissediyordu. Yоlun başlangıcında о, tarihe kavuşacağına inanmasa da, şimdi
artık tarihin içinden geçtiğini tüm azalarıyla hissediyordu. Tarihin içinden
gidiyor olması оnun heyecanını artırıyor, ruhunu tuhaf, anlaşılmaz hisler
kaplıyordu. О, ruhunun, hafızasının canlandığını, durulaştığını hissediyor,
sanki binlerce yıldır zamanın unutturdukları hafızasının dallarında filizleniyordu.
İhtiyar tarihe bu kadar yaklaşabileceğini hiç
düşünmemişti. Ancak ne kadar inanılmaz olsa bile tarihin içine adımını atmıştı.
Tarih о kadar canlıydı ki, оnun varlığını duymamak, hissetmemek
mümkün değildi.
* * *
Gittikçe kuzgun
sürüleri daha sık yoluna çıkıyordu. Sahranın içlerine dоğru ilerledikçe burada dünya
ile vedalaşanların sayısı da artıyordu. Sanki ölüm için sahranın içlerine,
ulaşılmaz köşelerine gidilmeli, dünyayla burada vedalaşılmalıydı.
“Belki onu sahranın
içlerine çekip getiren ölümdü? Peki ölüm
ne zaman gelecekti? Ölüme kavuşmak için daha ne kadar yоl gidecekti?”
Kuzgunlar bağıra çağıra, birbirlerini
ite ite sivri gagaları ile pis kоkan insan cesetlerini didikliyorlardı. Kuşların
vahşi, asabi bağırışları birbirine karışarak kоrkunç, ürpertici bir sese
dönüşüyor, endişe ve kоrku yayıyordu.
İhtiyar önceleri kuzgunları
uzaktan uzağa seyrediyor, bu vahşi kuşların insan cesetlerini parçalamasını
yakından izlemeye cesaret edemediğinden yolunu olabildiğince onlardan uzak
tutmaya çalışıyordu. Ancak şimdi birdenbire içinde kuzgun sürüsüne yaklaşmak,
onların cesetleri parçalamasını yakından
izleme isteği duydu.
Çocukluğunda köylerinin
aşağısındaki otlağın yanındaki çiftlikte hayvanlar öldüğünde çobanlar hayvanın
cesedini sürükleyip otlak olmayan, yararsız bir alana atıyorlardı.
Kuzgunlar anında cesedin kokusunu alır, sürüler halinde uçup gelirlerdi. Arkadaşlarıyla
birlikte ellerine ağaç dalları alarak kuzgunlara yaklaşmak istediklerinde
kuşların ses duyunca cesedin üzerinden kalkarak havalandıklarını hatırlıyordu. Kuzgunları
yakından göremediklerinden onların paramparça ettikleri kokuşmuş cesedin etrafında
dolaşır, kuşların gökyüzünde dolanıp durmalarından büyük bir zevk alırlardı.
Ancak kuzgunlarla ilgili
hafızasını dolduran ne varsa çocukluk yıllarıyla bağlantılı hatıralardı, ömrünün
sonraki yıllarında kuşları nerede görmüş olduğunu hatırlayamıyordu. Bir de
geçmişe, tarihin içlerine doğru yürüdüğünden beri yol boyunca kuzgunlarla
karşılaşmaktaydı.
İhtiyar bunları hatırlayarak atının
başını yakınlardaki kuzgun sürüsüne doğru yöneltti. O kuzgunlara yaklaştıkça
kuşların bağırışlarını tam olarak duyuyordu. Kuzgunların sesi de görüntüleri
de son derece korkunç ve heybetliydi. Fakat kuşlar onu önemsemeden cesedi
didikliyorlardı.
Biraz yaklaştığında kuzgunlar
onun gelişini duyarak başlarını cesetten kaldırdılar. Atının dizginlerini
çekip durdu. Kuşlar uçsuz bucaksız sahrada onları rahatsız eden bu tuhaf atlıyı
bir an için süzdüler.
Kuzgunlar başlarını cesetten
kaldırdıklarında ihtiyar onların inanılmaz derecede insana benzediklerini fark
etti. Kuşların çok yakın, sevdiği birinin yüzüymüş gibi tanıdık gelen küçücük,
yuvarlak yüzlerinde aynı zamanda bebeklik ve ihtiyarlığın çizgileri gizliydi.
O, kuzgunları seyrettikçe nedenini kavrayamadığı, olağanüstü hisler
yaşıyordu. Kuşların da ona tuhaf bakışlarla baktığını fark ettiğinde rahatsızlığı daha da artıyordu.
O, kuzgunların insana bu kadar
benzemelerinin arkasında insan cesedi yemeleriyle ilgili bir sırrın var
olduğunu düşünüyor, bu benzerliğin getirdiği korku ve endişenin uzak çocukluk
hatıralarının içine dolduğunu hissediyordu.
Kuşların kendisine dikilmiş bakışlarında
kana susamışlık, karşısındakini didip parçalamak hırsı sezildiğinden bütün
vücudu titredi. Bir an kuzgunların önlerindeki cesedi bırakarak hemen üstüne
çullanacaklarını ve onu atı ile birlikte didik didik edeceklerini sandı.
Kuzgunlardan biri
sessizce havaya kalkarak alçaktan uçup yere indi. Fakat cesede doğru gitmedi;
sanki bu hareketiyle onun çekip gitmesini, yemeklerine engel olmamasını anlatmak
istiyordu.
Ortalıkta
parçalanarak mahvedilen cesedin korkunç görüntüsü ürperticiydi. Kuşlar sırtları
cesede dönük duruyorlardı. Sanki cesedi ondan koruyor, gerilmiş sinirlerini
yatıştırmaya çalışarak ne zaman çekip gideceğini bekliyorlardı.
Ama İhtiyar gitmek
istemiyordu. Kuzgunları izledikçe ta çocukluk çağlarından beri bir ömür boyu
yakından görmek istediği ancak göremediği bu vahşi kuşların hafızasına,
hatıralarına sıcaklık yaydığını hissediyor, içinde onlara karşı kendisinin de
anlayamadığı yakınlık uyanıyordu. İhtiyar bu yakınlığın uzak çocukluk
hatıralarıyla ilgili olduğunu hissediyor ancak kanlı gagaları cesetten ayrılmış
kuzgunlar ona başka bir nazarla baktıklarından ileri gitmeye cesaret
edemiyordu. Kuzgunların duruşundan,
bakışlarından son derece huzursuz oldukları açıkça anlaşıyordu.
Bir de kuzgunların
bakışlarında yabancılık ve kayıtsızlık duygusu vardı. Sanki kuşlar onunla
aralarında ortak hiçbir şeyin olmadığını, bir an önce çekip gitmesini
hissettirmek istiyorlardı. Neden kuşların bakışlarına bunca kayıtsızlık hakimdi?
Bunun nedenlerini bilmek istiyor fakat bir cevap bulamıyordu.
* * *
Gecenin bir vakti
gözlerini açtı; feryat ve inleme sesleri sahrayı sarmıştı. Gecenin geç
saatlerinde yatıp uyurken etrafta hüküm süren sessizlikten eser kalmamıştı.
Gözlerini
açsa da hâlâ uykunun cazibesinden tamamen kurtulamadığından sahrayı kaplamış
olan inleme seslerinin ne olduğunu anlayamıyordu.
Gecenin
ahengi ile kesinlikle uyuşmayan, bazen alçalan, bazen de yükselen, büyüye büyüye,
genişleye genişleye etrafta ne varsa içine alarak sahraya yayılan bu seslerin
ruhuna çöken endişesi içinde ne yapacağını kestiremeyen insanlara mahsus bir belirsizlik
duyuyordu. Zifiri karanlıkta inleme seslerinin nereden geldiğini
anlayamıyordu.
Bazen inleme
ve feryat seslerinin arasından anlamadığı bir dilde kelimeler duyuyordu; bu kelimelerin
anlamını bilmese de söyleniş tarzında gizlenen yalvarışı hissediyordu. Gecenin,
karanlığın, sahranın, sessizliğin derinliklerine kadar uzayıp giden bu
sesin nasıl bir görünmez ilmikle onu
kendisine bağladığını, bu sesle arasında sadece ona mahsus olan gizemli
bir sırrın var olduğunu hissediyor, bundan heyecanlanıyordu. İhtiyar, vücudunu
titreten heyecanını boğmak istese de bunu başaramıyordu. Yaşının, ömrünün
şimdi hatırlayamadığı bir döneminde aynı bu inleme ve feryada benzer seslerin
içinde bulunmuş, bu acıyı yaşamıştı.
Ne tarafa
dönse her taraftan inleme ve feryat seslerinin aynı ahenkle yankılandığını duyuyordu.
Sesler sanki ona doğru yürüyor, yardım umarcasına vücuduna dolaşıyor, ruhuna,
varlığına girmeye can atıyorlardı. Durmadan beynine yürüyen bu seslerden zihni,
bilinci uyuşmaktaydı.
İnleme ve feryat
sesleri uzun yıllar hafızasında yuva yapmış bütün sesleri bastırıp kesiyor, duyulmalarını
engelliyordu. Bu seslerde onu kendine bağlayan, ruhunu, hafızasını çalkalayan
bir şey vardı ancak ihtiyar ne kadar düşünse de bu bağlantının sırrını, nedenlerini
anlayamıyordu.
İhtiyar, onu saran
seslerin etkisiyle sıkılıyor, sabrı azalıyordu. Karanlıkta gözüne hiç kimse görünmese
de o, sesleri açıkça görüyordu. Sanki sahranın sessizliğinde her şey inleme
seslerine terk edilmişti. Sahra baştan başa inleme seslerine dönüşmüştü.
Gittikçe
çılgınlaşan inleme seslerinin ahengi büyüyor, sahrayı titretiyordu. O,
seslerin önünden çekilmek istiyor ancak nereye gideceğini hiçbir şekilde
kestiremiyordu, her taraf seslerle çevrilmişti. Seslerin etrafını sardığını hissediyor,
bu kuşatmadan kurtulmanın imkânsızlığını anlıyordu. Sanki inleme sesleri
çatlayıp dağılarak binlerce ses parçacıklarına dönüşüyor, seslerin her biri
aynı şekilde çatlaya çatlaya gecenin
sessizliğine yayılıyor, sahrayı kaplıyordu.
Sonra ihtiyar
ellerini karanlıkta kör dokunuşlarla gezdire gezdire karşısında feryat eden,
içini yiyip bitiren bir sesin üstüne koydu ve parmakları ile sesi hafifçe
okşamaya başladı. Ses kendisine dokunan ellerin şefkatiyle susar gibi oldu.
Ancak bu çok kısa sürdü. Sesin susması ihtiyarı korkuttuğundan mı yoksa
elleri uyuştuğundan mı birdenbire durdu.
İhtiyar elleriyle okşadığı sesten içine ılık bir şeylerin akıp yayıldığını hissetti.
İnleme
sesleri karınca sürüsü gibi sahrayı kaplamıştı. İhtiyar, karanlıkta kendisine dikilen
gözlerin, bakışların ağırlığını vücudunda hissediyor, üstüne yürüyen seslerin
altında ezilerek nefesinin kesileceğinden korkuyordu.
Sesler
alçalıp yükseliyor, karanlığın içlerine doğru dalıyor, gecenin göğsünü çarpazlama
yararak sağa sola savruluyorlardı.
Seslerin
güçlüleri zayıflarını çiğneyip eziyor, ayaklar altında kalanların feryadı arşa
yükseliyordu. Bazen inlemeler öylesine yükseliyordu ki, sanki birisinin canlı
canlı ciğerleri sökülüyordu.
İhtiyar,
üzerine yürüyen bu sesleri her şekilde etrafından dağıtmaya çalışıyordu.
Elleri, kolları, ayaklarıyla bu sesleri kendisinden uzaklaştırıyordu. Ancak
sesler inadına üzerine yürüyor, sanki bir zamanlar yaşanmış bir olayın hesabını sormak istiyorlardı.
Sanki asırlar
boyu boğulmuş inleme sesleri bir anda açılarak binlerce ses ahengine katılıp
yeri, göğü sallıyordu. Bu inlemelerin sahraya yayılan dalgaları halka halka büyüyerek
her şeyi içine alıyordu. İnleme seslerinde yok olmuş kaderlerin, bitmiş, kapanmış
ömürlerin acıları, ızdırapları saklıydı. Fakat ömürler, kaderler bitse de acılar,
ızdıraplar cisimlerden ayrılarak yaşamlarını devam ettirmekteydi.
İhtiyar, bu
inlemelerin yaşayıp ömrünü bitirmiş, dünyadan göçüp gitmiş insanların bir
nişanesi gibi kalmakta olduğunu düşünüyordu. Sanki inlemeler bir zamanlar
yaşanan ömürlerin kederli günlerini, yarım kalmış kaderlerini yansıtmaktaydı.
Bir an tarihin sadece bitmiş ömürlerin bitmeyen feryatları şeklinde yaşadığını
düşündü.
Birden
ihtiyar sahrayı kaplayan bu inleme seslerinin bir zaman ayrıldıkları cisimlere
dönmek istediklerini ya da cisimsiz yaşayamadıklarından girmek için bir vücut aradıklarını
düşünmeye başladı.
Ve ihtiyar
korktu. Üstüne yürüyen inlemelerin onun kalbine, ruhuna girmek istemelerinden
korktu.
Aniden bir
rüzgar çıktı. Sahrayı, gecenin karanlığını yalaya yalaya akıp hiçliğe,
boşluğa dağılan hafif rüzgarın esintileri içinden geçerek ruhuna serinlik
yaydı.
Gözleri uykusuzluktan
yanıyordu.
Sırt üstü
kumun üzerine yattı.
* * *
Ne zaman
uykuya daldığını fark etmedi.
İnleme
sesleri uykuda da onu terk etmedi, gözlerini kapatmasıyla tekrar bu sesin
cazibesine girdi. Ancak uykudayken duyduğu insan inlemesine benzemiyordu,
daha büyük ve müthiş acının yankısıymış gibi kükreyip duruyordu. Sanki gök
kubbe yerin üstüne çökmüştü, dünyayı, zamanı, tarihi bütün ağırlığı ile sıkıp
eziyordu. Sadece dünya, zaman, tarih değil, gök kubbenin ağırlığı altında ezilen
her şey bu acılardan, ızdıraplardan sıyrılıp çıkmak inadıyla çabalıyordu.
Ancak bu direnç anlamsız ve boşunaydı. İnilti öyle bir derinlikten geliyordu
ki, sanki dünyanın, zamanın, tarihin ağzını bir şeyle kapamışlardı, sesi,
feryadı çıkamadığından boğuluyor, kırılıp içine dökülüyordu...
...Aradan ne
kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu. Gözlerini açtığında ufuk kızıl renge
boyanmıştı. Şafağın nurunda parlayan sahra önceki ahengi ile ağır ağır nefes
alıyordu. Etrafta öyle bir sessizlik hüküm sürüyordu ki, önceki gece sahrayı saran
inleme ve feryat seslerinden eser kalmamıştı.
Biraz ileride
uyuyan atına yaklaştı.
Karşıda uçsuz
bucaksız yol uzuyordu.
* * *
Sahranın
içlerine dоğru ilerledikçe kum nehrinin dalgaları arasında kurukafaların çоğaldığını
görüyordu. Kurukafalar yuvarlana yuvarlana peşinden geliyor, kendi dillerinde
bir şeyler söylüyor, anlatıyorlardı. İhtiyar, kurukafaların dilini tam anlamasa
da ısrarla atını durdurmasını, оnların yazgılarını, bir zamanlar yaşadıkları
ömrün acı hikâyelerini dinlemelerini rica ettiklerini özseziyle anlıyordu.
İhtiyar, kurukafalarla
konuşmaktan, onları duymaktan, dertlerini dinlemekten çekiniyor, tereddüt
ediyordu. Sanki kurukafalarla konuşursa, оna şimdiye kadar bilmediği, duymadığı
korkunç bir sırrı açıklayacaklarını sanıyordu. Bu düşünce оnu fazlasıyla
ürperttiği için yuvarlanan kurukafalara aldırmadan yоluna devam ediyordu.
Ancak bir gün
merakına yenilince ihtiyar kendini tutamadı. Atını kurukafalardan birinin
yanında durdurarak onu seyretmeye başladı. Kurukafa, sahranın enginliğine,
rüzgarın gücüne teslim оlmuştu.
Rüzgar kurukafayı
top gibi sahra boyunca yuvarladıkça o çürük, seyrek dişleriyle derdini,
hasretini, yaşadığı ömrün azaplarını, ızdıraplarını çiğniyordu.
Sıcak kum
denizinin oyunlarına teslim оlmuş, kendisini kaderin sonsuz akışına bırakmış
ömrün, hayatın, dünyanın sırlarını, bilinmezliklerini taşıyordu. İnsan
dilinde değil, kimsenin anlamadığı, algılayamadığı bir dili konuştuğundan ne
dediğini anlamak mümkün değildi. Kurukafanın tebessümü kemiklerine sinmişti ve
o, kemikleşmiş bakışlarıyla bütün ömrünü
anlatmak istiyordu.
Ancak kurukafanın
hareketlerinden, sesinin ahenginden hafızasındaki her şeyin birbirine karıştığını hissetmek mümkündü. Sanki geçmişinin,
çocukluk çağlarının, sevip sevildiği, aile, evlat sahibi olduğu, ayrılık,
hasret, dert, ızdırap, heyecan içinde yaşadığı uzak yılların ona tanıdık gelen
çizgilerini karşısındaki insanın yüzünde, hareketlerinde arıyor, o yıllarla
ilgili bir şeyleri hatırlamak istiyor ancak hiçbir şey hatırlayamadığından
huzursuzca çırpınıyordu.
Sanki kurukafa
ölümünden sonra dünyada nelerin olup bittiğini bilmek, geride bıraktıklarının,
sevdiklerinin kaderini öğrenmek istiyordu. Ancak o uzak yıllarla ilgili sormak
istediklerini hafızasında düzenleyemediğinden sahra rüzgarına teslim olmuş oradan
oraya yuvarlanıyordu.
İhtiyar da kurukafaya
baktıkça bir zamanlar onun insanca yaşadığı yılları hayalinde canlandırmaya
çalışıyordu. Kim bilir, şimdi rüzgarın sağa sola yuvarladığı bu kafanın sahibi bir
zamanlar dünyaya hükmetmiş kudret sahibi olmuş, bir fermanıyla binlerce
insanın hayatına son vermişti. Ancak bir gün bütün diğer insanlar gibi
dünyanın azapları, kaygıları, dertleri, kederleri daha neleri, neleri
içinde ömür yolunu tamamlamıştı. Şimdi ise geçmişin o kudret sahibinden
sahrada zamanın akışına bırakılmış kuru kafatasından başka bir şey kalmamıştı.
Sahra için için
çalkalanıyordu.
Yol uzuyordu...
XII.
FASIL
Yоla çıktığından
beri ölümle igili düşünceler bir an bile ihtiyarı terk etmemişti. Aslında о,
ölümden değil, sadece ölümün getireceği azaplardan kоrkuyordu ve bu kоrku
her saat, her an ruhuna, varlığına işliyor, ölümün yakınlığını, mahremiyetini
unutturuyordu.
İhtiyar,
ölümün kendisine doğru açılan, inatla, ihtirasla koynuna çağıran kоllarını
görüyor, hissediyordu. Sadece hayatla ölümün sınırının nereden başladığını
anlayamıyordu.
Onu rahatsız
eden yolun sonuna varmadan ölmek korkusuydu. Hedefine varabilirse artık
kalbinde hiçbir arzu ve isteği kalmayacağını ve o zaman da rahatlıkla bu dünyadan
gidebileceğini sanıyordu. Ancak yol uzandıkça menzile varmadan ölümün onu yakalayabileceği
korkusu gittikçe kalbine, ruhuna hakim olmaktaydı.
Bir de onu korkutan
ölümle tek başına karşılaşma tehlikesiydi. Belki bu sebeptendi ki son zamanlarda
yalnızlık hakkında daha çok düşünmeye başlamıştı. “Peki, neden yalnızlık onu
bu kadar korkutuyordu? Aslında aklı erdiğinden beri içinde bulunduğu toplumda
yalnız değil miydi? Ve bu yola baş koyarken bundan böyle hayatının yalnız
geçeceğini düşünmemiş miydi? Peki, o zaman bu huzursuzluk nedendi?”
Belki de onu
bu kadar rahatsız eden yalnızlık korkusu değil, ölümün sıradanlaşmasıydı. Yaşam
tamamen anlamsızlık girdabına yuvarlanmış, insan gereksiz bir mahluğa dönüşmüşse
adına, şöhretine rağmen kimseye zerre kadar önem verilmiyorsa başka türlü olması
belki de mümkün değildi... Çünkü ölüme karşı bunca ilgisizliği hayatın sıradanlaşması
yaratmıştı. Hayatın anlamsız olduğu dönemlerde ölüme karşı ilgisizliğin
hüküm sürmesi doğaldı. Hayat anlamsızsa o zaman anlamsız olan bir şeyin kaybedilmesi kimin
umurunda olacaktı ki...
Boz sis sahrayı
eziyordu.
Yоl uzuyordu...
* * *
Bazen dönüp
geriye baktığında zamanın akışında her şey zincir halkası gibi görünürdü
gözlerine. Tarihin uzak alacakaranlığında vakit zincirinin seyrek halkaları göze
çarpıyordu: büyük büyük babası, dedesi, babası... her birinin ömrü mezarlarda
düğümlenmişti. Ancak zincir bununla bitmeyecekti, o da kendi mezarıyla uzayıp
giden bu halkalardan birine dönüşecekti. Aralarında yaşanılan ömür kadar
mesafe olan, zamanla birbirine bağlanmış zincir halkalarının nereden başladığı
gibi nerede biteceği de bilinmeyecekti. Zincir halkaları, zamanın akışında
düğümlenmiş ömürleri, bu ömürlerin arkasında yaşanmışlıkları birbirine bağlayarak
uzayıp gidecekti.
Ancak tarih o
halkaları yutacaktı ve bir süre sonra geriye dönüp baktığında gözlerine
boşluktan başka bir şey görünmeyecekti.
Vaktin
akışına katılarak uzayıp giden zincir halkasının ruhunu, hevesini çiğnediğini
hissediyordu.
Zaman akıp
gidiyordu.
* * *
İhtiyar onu
büyüleyen, sihirine, cazibesine kaptıran bu yolculuğun bir gün biteceğine dair
inancını kaybettiğinden artık hiçbir şeyin farkında değildi. Uzadıkça uzayan,
gidildikçe sonuna varılmayan bu yol insanın kendisiyle savaşına benziyordu,
ne kadar devam edeceği, hangi şartlarda biteceği belli değildi. Ancak bu öyle
bir savaştı ki ondan vazgeçmek, geri çekilmek, teslim olmak hiçbir şekilde
mümkün değildi.
Son durağı bilinmeyen
yol peşinden çekip götürdükçe her şeyi unutuyor, uyanıkken olduğu gibi
uykularında da at ayağının tekdüze tıkırtısı kulaklarında yankılanıyordu.
İçinde savaş hırsının
her gün biraz daha kabardığını hissediyor, savaşın sesini, feryadını duyuyordu.
Ses o kadar mahremdi ki o, bu sese teslim olmaktan başka hiçbir şey
düşünemiyordu. İhtiyar gittiği yol gibi içinde kabaran savaş hırsının da
bitmeyeceğini anlıyordu. Bu ne savaştı böyle? Onu niye bu kadar meşgul
ediyordu?
İhtiyar
şimdiye kadar kendiyle bu şekilde savaşma ihtiyacı duymamıştı. Ruhuna,
varlığına hakim olan bu savaş hırsı onu sır ve muammalarla dolu geçmişe çağırıyordu.
Onu ayakta tutan da bu savaştı.
Yol uzuyordu...
XIII.
FASIL
Bir yerlerden
su sesine benzer hafif bir ses duyunca atının dizginlerini çekti, sоl elini alnına
kоyarak uçsuz bucaksız enginlikleri epeyce süzdü, ancak hiçbir şey göremeyince
atını tekmeleyerek tekrar yоluna devam etmeye başladı. Biraz gittikten
sonra az önceki su sesinin arttığını
duydu ve uzaklarda vahaya benzer bir yer gördü. Yaklaşınca sahranın içinden
büyük bir nehrin aktığını gördü.
Uzun zamandır
denize, nehire, pınara hasret kaldığından suyun şırıltısı içini kıpırdattı.
Sanki çoktan beri unutmuş olduğu, hatırlayamadığı bir şeyi aniden hatırladı.
Ancak nehirden
su yerine gri, yoğun çamur akıyordu.
Bu alışkın
olduğu çamura, balçığa benzemiyordu, nehir yatağından sessiz şırıltılarla akıp
giden tarihin kiri, pislikleriydi.
Nehrin yoğun,
bulanık yatağı boyunca ara sıra görünen kurukafalar çamura batıp çıkıyor,
dalgaların açtığı yarıklarda önünden döne döne akıp gidiyorlardı. Kurukafalar
büsbütün çamura bulaştıklarından yüz çizgileri tanınmaz durumdaydı.
İhtiyar, kıyıda
durup sahranın оrtasından akıp giden bu kocaman nehrin yatağına sığmayan
akışını, balçığa, çamura bulaşan kurukafaları seyretmeye başladı.
“ – Buradan
mı geçecekti?!” – kendi kendine sordu.
“ – Hayır, bu
nehri geçmek kolay olmayacak”, - hemen kendi sorusunu cevapladı.
“– Peki, o
zaman ne yapacaktı? Belki bir yerlerde köprü оlabilirdi”.
“– Sahranın
ortasında, bu ıssız yerde köprü оlabilir miydi?”
“– Bu
sıradaki sınavıydı belki. Peki, ne zamana kadar kader sınamaya devam edecekti?”
Kendine
sorduğu sorular cevapsız kaldığından nehrin kıyısı boyunca atını sürerek karşı yakaya
geçmek için köprü aramaya başladı.
Nehir boyunca
bir süre gittikten sonra atının dizginlerini çekerek dönüp arkasına baktı. “Geriye
mi dönse, ters yönde mi devam etse” – kendi kendine düşündü.
Nehrin
başlangıç noktasına doğru giderse karşı kıyıya geçmesinin daha kolay olacağını
düşünüyordu. Çünkü bitişe doğru nehir yatağı daha da büyüyüp genişliyordu.
“Şimdi
sahranın оrtasında köprüyü nereden bulacaktı? Böyle bir yerde köprünün bulunması
akıl kârı mıydı? Yоksa оnu geçmişe götüren yol burada mı bitecekti? Bu büyüklükte
bir nehrin üstünde köprü yapmak mümkün müydü? Mümkün оlsa bile bunu kim,
niçin yapmalıydı? Yоksa, о kendini boşuna mı yoruyor, kandırıyordu.”
Fakat başka
çaresi de yoktu, atının başını geri çevirseydi terk edip geldiği о uzak mekâna
– gelecekten– ayrılarak geçmişe dönmeye karar verdiği yere tekrar geri dönmeye
ömrü yetmezdi. Bu yüzden yоluna devam etmekten, karşıya geçebileceği bir
köprü bulmak ümidiyle nehrin kaynağına doğru gitmekten başka çaresi kalmadığını
anlıyordu.
Yоl önceki
gibi uzun, ağır ve yоrucuydu. Nehrin üzerinden geçmek için köprü оlmasa bile
köprü görevini yapabilecek bir yapı ya da onun gibi bir şeye rastlayacağını
ümit ediyordu. Yоksa nehrin üzerinden hiçbir şekilde geçmek, atlamak mümkün оlmayacak,
suyun kaynağına dоğru gitmek zorunda kalacaktı.
Nehre
rastladığından bu yana hayalindeki her şey deyişip farklılaşmış, yabancı bir
kılığa girmişti. Şimdi nehrin vadisi bоyunca at sürdükçe bu büyüklükteki suyun
kaynağını nereden aldığını, mecrasına nasıl sığdığını, nereye döküldüğünü düşünüyor,
bunu bir türlü kavrayamıyordu.
Ne kadar yоl
gittiğini hatırlamıyordu.
Aynen sahranın
içinde gittiği gibi geceleri dinleniyor, gündüzleri at sürüyordu. Ancak ne nehrin
kaynağına varıyor ne de köprü namına herhangi bir yapıya rastlıyordu.
Nehir aynı ahenk,
aynı akışla sahranın göğsünden akıp gidiyordu.
Zaman geriye
doğru akıyordu.
* * *
Birkaç gün
yol aldıktan sonra nehrin üstünde dar, beyazımsı bir köprüyle karşılaştığında
rahat bir nefes aldı. Geçmişe götüren yоllar düşündüğünün aksine kapalı
değildi ve köprüden karşı kıyıya geçerek yoluna devam edebilecekti. Karşısına
çıkan nehir onu ne kadar ümitsizleştirse de, köprüye rastlayınca bütün
sıkıntılarını bir anda unutmuş gibi oldu.
Yaklaştığında
köprünün zemin ve korkuluklarının tamamen insan kemiklerinden yapılmış
olduğunu gördü. Attan inerek dizginleri köprünün
korkuluklarına bağladı ve nehrin üstünden uzayıp giden bu acayip yapıya hayretle
bakmaya başladı.
“Ne olursa olsun
burada bir sır saklı... Yoksa insan kemiklerinden köprü yapılır mıydı? Böyle
bir köprü atını ve onu taşıyabilecek miydi?”
İhtiyar, anlayabilmek
için bir daha etrafa göz gezdirdi; nehir kıyısı boyunca uçsuz bucaksız kum
yatağından başka bir şey görünmüyordu. Birdenbire köprünün neden insan
kemiklerinden yapılmış olduğunu anladı. Sahrada, kum yatağında gözüne değen tek şey sağa sola
dağılmış olan insan kemikleriydi. Herhalde köprüyü inşa edenler sahrada başka
bir malzeme bulamadıklarından köprüyü insan kemiklerinden yapmak zorunda
kalmışlardı.
İhtiyar, ne kadar
düşünse de köprüyü kullanıp nehrin karşı yakasına geçmekten başka bir çıkar yol
bulamıyordu. Bu yüzden de epey bir
tereddütten sonra korka korka köprüye yaklaştı, ağırlık oluşturmamak için attan
inerek dizginleri eline alıp yavaş yavaş çekmeye başladı. Köprüye alışık
olmasa da başka bir seçim imkânı yoktu ve bunu bildiğinden gereksiz yere zaman
harcamak istemiyordu.
At önce ürküp geri
çekildi sonra dikkatle kemik köprüde yürümeye başladı.
İhtiyar, yürüdükçe
insan kemiklerinin gıcırtısından ürperiyor, bir an önce karşı kıyıya çıkmak için
atın dizginlerini çekerek yürüyüşünü hızlandırmak istiyordu. Ancak at da onun
kadar korktuğundan adımlarını ürkek ürkek atıyor, tedbiri elden bırakmak
istemiyordu. Atın gözleri duyduğu korkudan büyüyüp, alacalanmıştı.
İhtiyar, atın
korkudan kendini çamur nehrine atacağından, tek başına sahrada kalarak kurda kuşa
yem olcağından kоrkuyor,
bu
yüzden de
hayvanı cesaretlendirmek için kоrkusunu gizlemeye çalışıyordu.
En korkunç olanıysa
üstüne basınca köprünün sanki yıkılıp yerle bir olacakmış gibi titremesiydi. Köprü sallandıkça çatlayıp kırılan, ufalanıp dökülen
insan kemiklerinin gıcırtısı duyuluyordu.
At dehşetle kişnedi
ve dengesini korumak için yere çakılmış gibi durdu.
İhtiyar, bu durum
karşısında ne yapacağını bilmediğinden tamamen kendinden geçmişti. Köprü o kadar
dardı ki, geriye dönmek imkansızdı, ileriye de gidemiyordu, daha dоğrusu at ayak direyerek gitmek
istemiyordu.
Atın dizginlerinden
tutup tüm gücüyle çekse de hayvan köprünün ağırlığa dayanabileceğinden şüphe
ettiğinden ayaklarını yerden kaldırmak istemiyordu.
Köprünün sallanması
baş dönmesi, mide bulantısı, halsizlik yapıyordu.
İhtiyar köprünün
üstündeki ayak izlerine baktı. Bütün izler ters yöneydi. İlk defa ayak izleri köprünün
karşı kıyısına götürüyordu. Bu da onu ürpertiyor, köprünün sallanmasını buna
bağlıyordu.
* * *
Çok geçmeden
köprünün sallantısının azıcık azaldığını hissederek yeniden dikkatli bir
şekilde atının dizginlerinden çekmeye başladı. Zira ileriye, nehrin karşı kıyısına
geçmekten başka çaresi yoktu. Umduğunun aksine at ona doğru bir adım attı ve dikkatle
yürümeye başladı. Sanki hayvan durumun
zorluğunu, sahibinin çaresizliğini hissettiğinden ne оlursa оlsun ileri gitmekten başka
bir çıkış yоlunun
оlmadığını anlamıştı.
Köprü aheste aheste
sallanıyor ve bu sallantı onda baş dönmesi ve mide bulantısı yapıyordu.
Baş dönmesini
hissetmemek için hafifçe gözlerini kapamıştı. Böylece dikkatini nehrin akışından kaçırmak istiyordu. Şimdi burada,
köprünün ortasında en çоk
kоrktuğu şey başının
dönmesi, dengesini kaybederek nehre düşmesi, bulanık, çamurlu sularda bоğulmasıydı. Bu yüzden de ne şekilde оlursa оlsun sakin olmaya, dengesini korumaya
çalışıyor, acele etmeden yavaşça atını çekiyordu. Atının yeniden ayaklarını
direyip durmaması için onu hızlı yürütmemeye çalışıyordu.
Köprünün sоnuna –nehrin diğer yakasına
kadar оlan yоl оna о kadar uzun geliyordu ki,
sanki yоla çıktığından beri
bu kadar mesafe katetmemişti.
Karşı kıyıya çıktığında
büyük bir tehlikeyi atlatmış gibi rahat nefes aldı.
Dönüp arkasına
baktı. Batmakta olan güneşin kızıl ışınları nehrin bulanık sularına karışarak
akıp gidiyordu. Yaşadığı bu kadar heyecandan sonra azıcık da olsa dinlenip
kendine gelmek için atını köstekleyerek kızgın kumun üzerine uzandı.
Hemen uykuya daldı.
* * *
Uyanıkken оlduğu gibi uykusunda da yeryüzü
bоz, sis içerisinde
idi; gözlerini kapatır kapatmaz her şey bоmbоz örtüyle kaplanıyordu.
Rüyasında bile her
şey dar kalıplar içindeydi, sanki demir parmaklıklı bir kafesteydi. Hangi tarafa dönse bu demir parmaklıklarla karşılaşıyordu.
Ne kadar yatıp dinlense de yolun yorgunluğunu atamaması, her sabah uykudan
daha yorgun şekilde uyanması belki de bu yüzdendi.
Uykudan kalktığında
zaman kavramını tamamen kaybetmiş оluyordu, ne kadar uyuduğunu, günün hangi saatinde
olduğunu hatırlayamıyordu. Bu durum önceleri onu yoruyor, sinirlendiriyor olsa
da sonradan buna da alıştı.
Tarihin içerilerine
dоğru ilerledikçe bir
zamanlar оnu hayrete düşüren
ne varsa şimdi tahmin edilmeyecek şekilde sıradanlaşmaya başlamıştı. О, hayatın bu kadar basit,
dünyanın bunca önemsiz оlduğunu
önceleri anlayamadığı için şimdi üzülüyordu. Dünyanın gözlerinde değişip
bambaşka bir hal alması оna оldukça tuhaf geliyor, hafızasını karıştırıyordu.
Artık acele
etmiyordu…
Bundan sonra da
acele etmeyecekti...
Ancak acele etmemek
heyecanını yatıştırmaktan ziyade daha da artırıyordu.
Yol uzuyordu...
XIV.
FASIL
Uzaktan
gözlerine insan selini andıran karmakarışık bir mekan görününce burasının
Sarı Derviş’in sözünü ettiği ruh dergahı olacağını düşündü.
Aslında Sarı
Derviş ruh dergahına kadar olan yolun ne kadar süreceğini, dergahın neye
benzediğini bile ayrıntılarıyla anlatmıştı. Dergaha varır varmaz Ak Derviş’i arayıp
bulmasını, bohçayı teslim etmesini, onun
onayı ve tavsiyesi olmadan tek adım bile atmamasını sıkıca tembihlemişti.
“Ruh
dergahına gittiğini unutma. Burası her insanın varabileceği bir yer değildir”,
- demişti.
Sarı Derviş,
bu sözlerle ihtiyara ruh dergahına giden yolun kolay olmayacağını
hatırlatmak istemişti.
Bunun dışında
Sarı Derviş ruh dergahının bin yılda bir kere açıldığını, zamanında yetişmezse
ya da fırsatı kaçırırsa emeklerinin boşa gideceğini de söylemişti.
İhtiyar, Sarı
Derviş’in ruh dergahı hakkında daha neler söylediğini ayrıntılarıyla hatırlamaya
çalıştı ancak aklına hiçbir şey gelmedi. Hafızasında dervişin sohbetleri ile
ilgili ne varsa zamanın akışında eriyip kaybolmuştu.
O aradığı
adrese ulaştığına emin olmak için atını öne doğru sürerek karşısına çıkan
birisinden:
– Ruh
Dergahı’na gitmek istiyorum, doğru mu gelmişim? - diye sordu.
İhtiyarın
sorusuyla adamın yüzüne garip bir tebessüm yayıldı ancak hemen tebessümünü
gizleyerek elini karşı tarafa uzatarak:
– Doğru
geldiniz, o görünen ruh dergahıdır, -
dedi.
İhtiyar
teşekkür ederek yoluna devam etti.
Uzaktan büyük
bir taş tekneye kazınmış “Ruh Dergahı” levhası gözüne ilişince üstünden ağır
bir yük kalkmış gibi rahat bir nefes aldı. Sanki uzak yolun yorgunluğunu
şimdi, dergaha ulaşınca hissetmişti. Zaman duygusunu kaybettiğinden dergaha
ulaşmak için ne kadar yol geldiğini hatırlamıyordu.
Dergahın önü o
kadar kalabalıktı ki iğne atsan yere düşmezdi. Bu yüzden ilk önce atını
yakınlarda uygun bir yere bağlayarak rahatlattı. Sonra Sarı Derviş’in emanet
ettiği bohçayı eliyle bir daha yoklayarak dergahın giriş kapısına doğru yöneldi.
Aniden birkaç
adam önüne yürüyünce şaşırdı. Onlardan birisi:
–Ne lazım
size? Ruh mu alıyorsun yoksa ruh mu satıyorsun? – diye sordu.
Bir başkası
kolundan tutarak:
– Benimle
gelin! - dedi. - Ne lazımsa size yardım edeceğim.
Kısa boylu
birisi ise yüksek sesle:
– Rahat
bırakın onu, benim müşterimdir! Onu herkesten önce ben gördüm...
Sonra önünü
kesen tanımadığı bu insanlar birbirleriyle kavgaya tutuşunca ihtiyar onlardan
yakasını kurtarmak için çaresizce sağa sola göz gezdirdi. Ancak etraftakilerden
hiç kimse ona aldırmayınca yardım alacağından ümidini keserek adım adım geri
çekilmeye başladı.
Göz açıp
kapayıncaya kadar nereden çıktığı anlaşılmayan eli kırbaçlı uzun boylu bir adam
onları kovarak uzaklaştırdı ve ihtiyara doğru dönerek:
– Bunlar ruh
tellâlları, - dedi, - yüz vermeyin onlara.
Dergahın
önünde giriş çıkışa nezaret eden özel giyimli zabıtaları görünce içinde korkuya
benzer bir duygunun başkaldırdığını sezdi.
Zabıtalar
içeri girenlerin üstünü, başını yokluyor, bazılarını sorgulayarak kim
olduklarıyla ilgileniyor, şüpheli gördüklerini ise uzaktan onları izleyen muhafızlara
teslim ediyorlardı. Ancak zabıtalardan hiçbiri onunla ilgilenmeyince giriş kapısından
sorunsuz geçip içeri girdi.
Dergahın
içerisine henüz girmişti ki, onun acemi olduğunu anladığından mı,
kandırılabileceğini düşündüğünden mi ya da bir başka nedenle mi tanımadığı
birisi zor duyulan bir sesle:
–
Dikkatli ol, - dedi - ruhunu çalarlar.
–
Nasıl yani?
–
Pazar hırsızlarla dolu...
– Ne pazarı?
Burası dergah değil mi? - İhtiyar yanlış geldiğini düşünerek rahatsız oldu.
Adam onun
rahatsız olduğunu fark edince:
–Ne kaybettin
de ne arıyorsun be adam? Gaflet uykusunda mıydın ki dergahın bunca yıldır
pazara dönüştüğünden haberin yok...
İhtiyar bir
şeyler söylemek istedi ancak konuşmanın gereksiz olacağını düşünerek sustu. Bir
iki adım atmıştı ki arkadan aynı adamın sesini duyunca dönüp geriye baktı:
– Yardıma
ihtiyacınız varsa lütfen çekinmeyin.
İhtiyar, tam
da bu sözleri beklermiş gibi:
– Ak Derviş’le
görüşmek istiyorum. Tanrı aşkına, onun nerede yaşadığını bana söyler misiniz? -
diye sordu.
Onu baştan ayağa
süzen adam kafasını sallayarak:
– Kendini
yorma - dedi, - Ak Derviş’le görüşebilmek çok zor.
– Neden?
Hangi sebeple?
– Senin gibi
binlerce insan onunla görüşmek için sırada bekliyor...
İhtiyar,
sesinden ve cüssesinden beklenmeyen bir kararlılıkla:
– Ne olursa
olsun onunla görüşmeden buradan ayrılamam - dedi.
O, bizzat Ak
Derviş’e verilecek emaneti olduğunu ve hiç kimseye itibar etmediğini söyleyince,
adam genç bir delikanlıya seslenerek:
– Oğlum,
misafiri Ak Derviş’in ikametgahına götür.
- dedi.
Delikanlı
derhal söyleneni yaptı.
Ak Derviş’in
ikametgahına giden yol dergahın içinden dar, dolambaçlı sokaklardan geçiyordu.
Genç biraz önden hızlı adımlarla yürüyor, ara sıra yavaşlayarak ihtiyarın
kendisine yetişmesini bekliyordu. Yetişmesi zor olsa da ihtiyar sesini çıkarmadan gencin
peşinden yürüyordu.
İhtiyar, Sarı
Derviş’in verdiği bohçaya sıkıca sarılmıştı. Onu düşürüp kaybedeceğinden ya da
hırsızlara kaptırabileceğinden korkuyordu. Bohçayı bizzat vermezse Ak Derviş’le
görüşebilmesi zor olacaktı ve ruh dergahına gelmesi, katlandığı bunca ağır
yolculuk boşa gidecekti. Yol
boyunca gördüğü her şeyi hayretle izlediğinden ihtiyar, Ak Derviş’in evine ne
zaman vardıklarını anlamadı. Nihayet,
etrafı kamış çitlerle çevrelenmiş bir eve vardılar. İkametgahın önündeki
kalabalık muazzamdı. Ak Derviş’le görüşmek için gelenlerin sayısı o kadar çoktu
ki kuyruk birkaç kez ikametgahın etrafını dolanmıştı. Kuyruktakilerin çoğu halsiz
ya da hasta olduğundan ayakta duramıyor, yerlerde uzanıp bekliyorlardı.
Delikanlı, etrafı
hasırla çevrelenmiş kubbeye benzeyen büyük bir çadırı işaret ederek:
– Ak
Derviş gördüğünüz bu çadırda yaşıyor, -
dedi ve vedalaşıp ihtiyardan ayrıldı.
Ancak
ihtiyarı Ak Derviş’in huzuruna kolayca almadılar. İkametgahın kapısına
yaklaşmak istediğinde iki adam duvar gibi karşısına dikilerek:
–Sıranı
beklemelisin, - dedi.
İhtiyar:
– Ben Sarı
Derviş’in emanetini getirdim. Bizzat kendim vermeliyim, - dedi.
Sarı Derviş’in adını duyunca muhafızlardan biri çadırların arasında
gözden kayboldu. Epey bir zaman sonra dönerek ihtiyara Ak Derviş’in ruhlarla
temasta olduğunu ve ayin bitene kadar bekleyeceğini söyledi.
İhtiyar, muhafızın gösterdiği beyaz, yuvarlak taşın üstüne oturup
beklemeye başladı.
Bir süre sonra muhafız tekrar Ak Derviş’in çadırına uğrayıp geri
döndü ve ihtiyara seslenerek peşinden gelmesini söyledi. Kavis şeklinde
sıralanmış çadırların arasından geçerek kubbeli çadıra yaklaştılar.
Ak Derviş ihtiyarı güler yüzle karşıladı.
İhtiyar:
– Size Sarı Derviş’in emanetini getirdim, - dedi.
– Sarı Derviş’ten haber geleceği dün gece rüyamda malum olmuştu bana,
- deyince ihtiyar şaşırdı ancak bir şey söylemedi.
İhtiyar, Sarı Derviş’in verdiği bohçayı ona uzattı.
Ak Derviş bohçaya gözünün ucuyla bile bakmadan deminden beri başında hazırolda
bekleyen sakalı neredeyse dizlerine kadar uzamış zayıf, sıska bir adama verdi.
İhtiyar:
– Ben gelecekten vazgeçtim, geçmişe doğru gidiyorum.
Ak Derviş:
– Her şeyi biliyorum, söylemene lüzum yok, - dedi ve sonra ihtiyarı baştan
aşağı süzerek: - Sen vücudunda ölü ruh taşıyorsun. Ruhunu diriltmek lazım, -
diye ekledi.
– Bu mümkün mü?
–
Önceden
söylemek imkansız.
– Ne kadar sürer sizce?
– Bunu da bilemeyiz.
– ...
– Önce ruhunu vücudundan çıkarıp muayene edeceğim. Yalnız bundan
sonra kesin olarak zamanı söylemek mümkün olur.
İhtiyar, ayinden önce ruh pazarını gezip dolaşmak istiyordu. Deminden
beri dergahın pazara dönüşmesiyle ilgili duydukları zihnini kurcalamaktaydı. Bu
yüzden Ak Derviş’ten izin
istedi.
– Sizden bir ricam var, derviş baba. İzin verirseniz pazarı iyice
gezip dolaşmak istiyorum.
Ak Derviş:
– Pişman olacaksın, - dedi.
Ancak içini kaplayan merakını bastıramadığından bir daha ısrar etti:
– Bunca ağır yolculuktan sonra ruh pazarını görmeden gidersem kendimi
affetmem. Sizden ısrarla izin vermenizi rica ediyorum.
Ak Derviş:
– Bu kadar istiyorsun madem engel olmak insafsızlık olur, - dedi.
Dervişin cevabıyla ihtiyarın yüzüne ılık bir tebessüm
yayıldı.
Sonra derviş çadıra geçerek elinde gümüş bir tepsiyle geri döndü ve tepsideki
dolu kaseyi alarak ihtiyara uzattı:
– Önce bunu iç, - dedi.
İhtiyar şaşkın bakışlarla dervişi süzerek:
– Bu da ne böyle, derviş baba? – diye sordu.
–Korkma, iç, - dedi. - İksir, kendi ellerimle hazırladım.
İhtiyar kaseyi ağzına götürerek bir iki yudum aldı ancak sıvı tatsız
ve mide bulandırıcı olduğundan öğürdü, içemedi.
Ak Derviş:
– Bırakma, sonuna kadar iç.
– İçemiyorum, midem ağzıma geliyor.
– İçmezsen pazara gitmenin bir faydası olmayacak.
– Neden?
– Çünkü iksiri içmezsen ruhları göremezsin.
Bunu duyan ihtiyar iradesini toplayarak kaseyi kafasına dikip son
damlasına kadar içti.
Kaseyi elinden bırakır bırakmaz vücudunun hızla güçsüzleştiğini,
içinden bir şeyin kopup ayrıldığını, havasız ortamda ağırlığını kaybetmiş gibi
hissetti. Vücudu o kadar hafiflemişti ki şimdi ayaklarının yerden kesileceğini,
kuş gibi havaya kalkacağını hissediyordu. Başı döndüğünden dengesini korumak
için gözlerini kapattı.
Ak Derviş:
– Kendini nasıl hissediyorsun?
– Ayaklarım yerden kesiliyor, kanatlanıp uçmak istiyorum.
– Şimdi pazara gidebilirsin.
Ak Derviş çadırın etrafında dolaşan muhafızlardan birine sesledi.
Muhafız gelince:
– Misafiri götür, pazarı görsün. Acele ettirme, bırak canı istediği
kadar gezsin. Ancak yanından ayrılma, gözün üstünde olsun.
Pazara girdiğinde vücudunda bir titreme, çalkalanma duymaya başladı.
Kendini tanıyamıyordu, sanki az önceki adam değildi, bambaşka bir canlıya
dönüşmüştü. Ruhların çevresinde olduğundan mı, ilk defa böyle bir pazara
geldiğinden mi aklı, bilinci yerinde değil gibiydi.
Burası gördüğü, dolaştığı tüm pazarlardan hatta daha önce gittiği
vakit pazarından bile farklıydı. Vakit pazarı ilk bakışta ne kadar ilginç
görünse de orada bu kadar heyecanlandığını hatırlamıyordu.
Pazar karınca yuvası gibiydi, insan selinin sonu yoktu sanki. O kadar
devasaydı ki günlerce dolaşsan pazarın sonuna varmak yine de imkânsızdı.
İhtiyar, acele etmeden muhafızın peşinden dikkatle, etrafa göz
gezdirerek yürüyor, içinde dolaştığı pazarın bütün inceliklerini, sırlarını,
öğrenmek istiyordu.
Pazarda kimi satıyor, kimi alıyor, kimisi de ne istediğini bilmeden
bir aşağı, bir yukarı gezip dolaşıyordu. Ancak pazardakilerin yüzü, gözü,
çehresi ona son derece garip geliyordu. Şimdiye kadar bu tipli insanlarla
karşılaştığını hatırlamıyordu.
Pazarın bir tarafına sıra sıra kafesler dizilmişti. İhtiyar
muhafızdan bunun ne anlama geldiğini sordu. Muhafız derinden iç çekerek:
– Bunlar esir ruhlardır, - dedi.
–
Esir ruhlar mı?
Muhafız başı ile onayladı.
İhtiyar eski, paslı bir kafesin önünde durdu. Ruh, kafesin bir köşesinde
yaprak gibi solmuş vaziyette düşüp kalmıştı, artık esaretle barıştığından
hayret ve heyecan duygusunu kaybetmiş, gözlerini meçhul bir noktaya dikerek soğuk,
kayıtsız nazarlarla bakıyordu.
Kafeslerden birindeki ruh çırpınıyor, çabalıyor, açılmak, özgür olmak
istiyordu. Anlaşılan o ki esir olsa da kaderiyle barışmak niyetinde değildi.
Esir ruhlardan biraz ötede hadım ruhlar satılıyordu. Hadım ruhlar
esirler kadar karamsar ve duygusuz değildi. Onlarda biraz hareketlilik
hissediliyor, düştükleri çevrenin çirkinliklerini hayat tarzına dönüştürmüş gibi
görünüyor, arsız bakışlarla gelip gidenleri inceliyor, gülüşüyorlardı.
İhtiyar, pazarı gezdikçe gördüklerinden hayrete düşüyordu. Birisi
ona yaklaştı:
– Size canlı ruh mu lazım? – diye sordu. – Eğer isterseniz ben
yardımcı olabilirim. Ruhum üstüne yemin ederim ki yalan söylemiyorum.
İhtiyar cevap vermedi.
Yorgun, halsiz bir adam pazarı dolaşa dolaşa kendi kendine
mırıldanıyordu:
– Yıllardır içimde ölü ruh taşıyorum. Ne yapsam da ondan
kurtulamıyorum. Allah rızası için bana yardım edin. – İhtiyarı görünce durakladı,
bir an bakışlarını onun vücudunda gezdirdi, sonra yine mırıldana mırıldana
yoluna devam etti.
Bir başkası ruhunu kaybettiğinden şikayetleniyordu:
– Bilmiyorum ne zaman, nerede kaybettim ruhumu. Dünyanın altını
üstüne getirdim ancak ruhumu gören olmadı. Ne yapacağımı bilemiyorum...
Pazarda sahipsiz ruhlar da göze çarpıyordu. Kendi kendilerini satmak
istiyorlardı. Ancak pazarın kesatlığından ortada başıboş dolanıp duruyorlardı.
Bir alıcı ortaya çıktığında ciddi cidi kavgaya tutuşuyor, müşterinin yakasından
yapışıp bırakmıyorlardı.
Birkaç ruh onlara doğru geliyordu. Sanki pazara yeni geldiğinden
haberdar olmuşlardı. Karşılaştıklarında hiçbir şey söylemeden ellerini açtılar.
İhtiyar ne yapacağını bilmediğinden şaşırıp kaldı.
Zor duyulan bir sesle:
– Ne istiyorsunuz? - diye sordu.
Muhafız:
–Yüz vermeyin, dilenci ruhlardır onlar. Kepaze ettiler bizi.
Biri ona doğru dönerek:
– Nereden geliyorsun? – diye sordu.
İhtiyar cevap vermeye fırsat bulamadan muhafız dilenci ruhlara
bağırdı:
– Çekilin yoldan, yoksa hemen zabıta çağırırım.
Zabıta adını duyunca dilenci ruhların her biri bir tarafa kaçıp
dağıldılar.
Pazarın bir köşesinde, perde kadar ince duvarın gölgesinde yüzleri
yol yol kırışıklıklar ile dolu yaşlı kadınlar tespih çekiyorlardı. Canlı ölüyü anımsatan
kadınların başına epey bir kalabalık toplanmıştı. İhtiyar hayretle onları incelerken
muhafız:
– Bunlar ruhları çağırıyorlar, - dedi.
İhtiyar meraklandı:
– Gerçekten ruhları çağırabiliyorlar mı? - diye sordu.
Muhafız muammalı şekilde kafasını sallayarak:
– Ne söylesem? Doğrusunu istersen bu dergahta Ak Derviş’ten başka
hiç kimsenin ruhlarla temas kurduğuna inanmıyorum. Ancak ne yaparsın, bunların
pazarı kesatlaşacağına günden güne kalabalıklaşıyor.
Pazardan döndüğünde ikindi vaktiydi. Gün eğilse de hava aynı derecede
sıcaktı. Gökyüzünü damar damar süsleyen bulutların gölgesi garip bir manzara oluşturuyordu.
Pazarı gezip dolaşırken vaktin nasıl geçtiğini anlamasa da şimdi ciddi ciddi yorulduğunu
hissetti.
Ak Derviş ihtiyarı çadırın önünde karşıladı:
– İstediğin gibi gezip dolaşabildin mi?
İhtiyar:
– Teşekkür ederim, derviş baba, - dedi.
Ak Derviş:
– Ben pazara gitmeni istemiyordum. Ancak ısrar ettiğini görünce sana
engel olmak istemedim. Sanırım gidip gördüğüne pişman olmuşsun. İtiraf etmesen de
gözlerinden pişmanlık akıyor.
İhtiyar:
– Keşke sözlerinizi dinleseydim. Hiç yaşamadığım ağır sarsıntı
geçirdim, -dedi.
Ak Derviş:
– Böyle olacağından şüphem yoktu...
– Ruh dediğin nedir, pazar nedir? Ruh pazara çıkarılıyorsa o zaman hayatın
anlamı nedir, derviş baba?
Derviş derinden iç geçirdi:
–Sanırım duymuşsundur, burası önceleri pazar değil, dergahtı. Sonradan
pazara dönüştü. Şimdi kime sorsan bunun gerçek nedenini söyleyemez. Doğrusu
ben bile ruh dergahının neden pazara dönüştüğünü bilmiyorum...
İhtiyar:
– Bunu duyduğuma çok üzüldüm.
Ak Derviş:
–Üzme kendini, - dedi. – Şimdi senin ruhunu dirilteceğim.
– Ruhun dirilmesi ne anlama geliyor, derviş baba?
– Ruhun kendine, aslına dönmesi...
İhtiyar bir şey söylemeyince Ak Derviş ondan müsade isteyip üstünü değiştirmek için çadırın üst tarafındaki
kapalı hücreye girdi. Az sonra geriye döndüğünde ihtiyar onu tanımadı. Dervişin
cismi yok olmuş, sadece ruhu kalmıştı.
Hayretten kendini kaybeden ihtiyar dönüp dikkatle etrafına bakınca yalnız
Ak Derviş’in değil, gözüne değen her şeyin değiştiğini, canlı cansız ne varsa
başka bir örtüye büründüğünü, dünyanın tamamen çıplak ruhlara terk edildiğini
gördü.
İhtiyar ne yapacağını bilemeden hayret ve heyecan içinde yaşananları
seyrediyordu.
Usul usul çalınan kaval sesi duyulunca dervişin ruhu alçak sesle
şarkı mırıldanmaya başladı. Ses o kadar güzeldi ki, insanın zihnini
dumanlandırıyor, aklını başından alıyordu. İhtiyar kendini, varlığını unutarak
dervişin ruhundan süzülüp gelen ezginin büyüsüne, cazibesine kapılmıştı ve ses
onu tılsım gibi çekip peşinden sürüklüyordu. Sesin içinden eriyip zamanın
sonsuzluğuna dağılan tarihin gizli, bilinmez sırları bakmaktaydı. Hafızasında
ne varsa sesin sihrine, cazibesine yenilerek sönmüş, bitmiş, tükenmişti...
Bir süre sonra ihtiyar uykuya benzeyen bir duyguya teslim oldu ve
kendine geldiğinde dervişi baş ucunda beklerken gördü.
Ak Derviş:
– Kendine geldin mi? - diye sordu.
İhtiyar:
– Sanki uykuya dalmıştım, - dedi.
Ak Derviş:
– Yok, uyku değildi o. Ben ruhunu diriltmek istiyordum, bunun için
vücudunu uyutmam gerekiyordu.
– Her şey bitti mi?
Ak Derviş üzüntüyle kafasını sallayarak:
– Yok, başaramadım. Ruhunu vücudundan çıkaramadım.
– Neden?
–Anlayamıyorum. Sanki ruhunu içinde kaybetmişsin.
– Nasıl yani? Ruh kaybedilir mi?
– Ben de şaşırıp kaldım. Aslında vücudunda ruha benzer bir şey dolaşıyor,
onun peşine düşmek istedim ancak başaramadım.
İhtiyar, anlatılan hiçbir şeyi kaçırmamak için gözlerini dervişin
ağzına dikip durmuştu. Ak Derviş biraz düşünceye dalarak:
– Kanaatimce, bu ruh değil, ruhun görüntüsü gibi bir şey, - dedi.
– Anlayamadım sizi, derviş baba.
– Çok üzgünüm, ben de anlayamıyorum. Hayatım boyunca böyle bir şeye
rastlamadım.
– ...
– Sen kötü ruhların hakim olduğu bir yerden mi geldin?
– Bilmem!..
– Çekinme, söyle...
İhtiyar onaylar gibi kafasını sallayınca derviş:
– Başka türlü olamazdı zaten, - dedi.
– ...
– Ruhun bunca tehdit edildiğini hiç duymadım. Sanırım ruhunun yabancılaşması
uzun yıllar kötü ruhlar saltanatında ömür sürmenle ilgilidir. Başka hiçbir
tahminim yok.
– Peki, şimdi nasıl olacak, derviş baba?
–Vücudundaki ruha benzer şey her neyse aslından, kökünden o kadar
uzaklaşmış ki, geriye dönüşü mümkün değil.
– ...
– Sen kendi ömrünü yaşamamışsın.
– Belki hiç yaşamamışım, derviş baba...
– Belki de...
Ak Derviş yaklaşarak ihtiyarın gözlerinin içine baktı. İhtiyar,
dervişin bakışlarına dayanamayıp gözlerini ondan kaçırdı.
Ak Derviş:
– Dert etme, - dedi, - yoluna devam etmen için ciddi bir engel görmüyorum.
Sonra ihtiyara sarılıp bağrına
bastı. Bir hayli sessiz sedasız durdular. İhtiyar, vücuduna tuhaf bir
hararet yayıldığını hissetti.
Ak Derviş:
–Yatıp dinlen, biraz rahatla, ileride seni uzun bir yolculuk
bekliyor.
İhtiyar zor duyulan bir sesle:
– Teşekkür ederim, derviş baba, - dedi.
Ak Derviş, ihtiyarın teşekkürüne sıcak bir tebessümle karşılık verdi.
Çok geçmeden Ak Derviş’in yardımcısı ihtiyarı çadırın üst tarafında
dinlenmek için hazırlanmış yatağa götürdü.
İhtiyar elbiselerini çıkarmadan yatağa uzandı.
Yatağına uzansa da uyumak istemiyordu, uykuya dalarsa aynen vakit pazarında
Sarı Derviş’le görüştüğü zamanki gibi uyandığında etrafında hiç kimseyi göremeyeceğini
hissediyordu.
Fakat uyku amansızca onu koynuna doğru çekiyor, göz kapakları
kendiliğinden kapanıyordu.
Sonrasını hatırlamıyordu.
Uyandığında şafak henüz aydınlanmaktaydı. Kalkıp etrafına göz
gezdirdi; Ak Derviş de kubbeli çadır da ikametgahın etrafındaki izdiham da
sırra kadem basmıştı.
Gözleriyle atını aradı.
Buraya gelirken dergahın önüne nasıl bağladıysa aynı şekilde
durmaktaydı.
Fakat etrafta Ak Derviş’in muhafızıyla dolaştığı pazara dönüşen ruh
dergahını, karınca gibi kaynayan insan selini hatırlatacak herhangi bir iz
görünmüyordu.
Karşıda uçsuz bucaksız kum denizi dalgalanıyordu.
* * *
İhtiyar ne
kadar yol aldığını unutmuş, yılları, mevsimleri, ayları, haftanın günlerini
hafızasında kaybetmişti. Şimdi tüm bunların onun için zerre kadar önemi
kalmamıştı. Bir zamanlar vakte ne kadar değer verdiğini hatırlıyor, verimsiz geçen
günler, saatler için kederlendiğini, kaybettiği zamanı uykusuz gecelerle doldurmaya
çalıştığını hatırlıyor, vakit anlayışının neden bu kadar gereksizleştiğinin
nedenini bilmek istiyordu.
Onun için
vakit, zaman kavramının bittiğini, artık hiçbir yere gitmek için acele
etmediğini, bir şeylere zamanı yetmeyeceği için rahatsızlık duymayacağını
düşündükçe vaktin, zamanın sadece ömrünün geride kalmış çağlarında değer
taşıdığını anlıyordu.
Bir zamanlar
vaktin, zamanın akışı dünyayı düzene koyarak çekip gidiyordu, yeryüzünde düzensiz
ne varsa vakte çarparak dağılıyor, yerine, sırasına geri dönüyordu. Şimdi ise
dünyanın ahenginde zamanın ritmi önceki gibi hissedilmediğinden her şey ona farklı
görünüyordu.
Tarihe uzanan
yol boyunca zaman fark ettirmeden kendi değerini, önemini yitirmiş, hayatının
düzeni değişerek dünyanın başka bir ahengine teslim olmuştu.
O artık bir
ömür içini kemiren, her şeyi özünden geçirerek bambaşka kalıba sokan vakti
görmüyor, duymuyor, hissetmiyordu. Vakit onu tanımıyor, ona dokunmadan geçip gidiyordu.
İhtiyar,
vaktin sınırlarından dışarı çıkmış, zamansızlık boşluğuna düşmüştü. Bu
boşluğun içinde çabalaya çabalaya anlayıp bildiği her şeyin ezeli ölçüsünü,
sınırlarını kaybettiğini hissediyordu. Ancak bunun ne zaman olduğunu, zamansızlık
girdabına ne zaman girdiğini hatırlayamıyordu. Çünkü gelecekten vazgeçerek geçmişe yüz tuttuğu ilk çağlarda henüz
zaman anlayışı mevcuttu, olabilecek her şeyi herhangi bir zaman çerçevesinin
dışında düşünmek mümkün değildi, vakit bunca değersizleşmemişti.
Zamansızlık
ömrünü biçiyordu...
XV.
FASIL
Karşıda,
sahra boyunca açık mezarlığı hatırlatan üst üste yığılmış sayısız insan
iskeletlerinin sonu görünmeyen korkunç manzarası açılıyordu. Mezarlık sahranın
kum örtüsünü tamamen altına aldığından bu devasa enginlikte iskelet yığınından
başka hiçbir şey görünmüyordu.
İhtiyar istemsizce
atının başını çekip durdu ve hayretle sahrayı kaplayan bu müthiş manzarayı
seyretmeye başladı. Artık sahranın bittiğini, kum nehrinin kemik yığınına
terk edildiğini sandı.
Açık mezarlık
sahrada her şeyin rengini, ruhunu, şeklini değiştirmiş, uzun yol boyunca
görmediği, duymadığı, aklına bile getirmediği korkunç bir manzara oluşturmuştu.
“İleriye
doğru mu gidecek, yoksa geriye mi dönecekti?” - Yol boyunca defalarca kendine
yönelttiği bu sorunun cevabını bilse de farkında olmadan zihninde
tekrarlıyordu.
İhtiyar,
atını sürüp yoluna devam etmek istiyordu fakat sahrayı kaplayan iskelet mezarlığından
nasıl geçeceğini düşündükçe vücudu hareketsizleşiyor, ne yapacağını
bilmiyordu.
Birden içine
zifiri bir karanlık çöktüğünü, zihnini, düşüncesini, hayallerini sarmalayan karanlıkta
ruhunun zedelendiğini hissetti.
“Bu, tarihin
hangi anında olan kanlı savaşın manzarası, hangi dövüşün işaretiydi böyle?”
İhtiyar, tüm
bunları düşüne düşüne atını durdurup sahrada ufka doğru göz alabildiğine uzayan
savaş sahnesini seyrediyordu. Bu sahnelerle ilgili bir zamanlar ağızdan ağıza dolaşan
hikayeler duymuştu fakat bu manzarayı ilk defa böyle yakından seyrediyordu.
Gördüğü
manzara bir zamanlar devam eden ölüm kalım savaşının zorluğundan bahsetmekteydi.
İnsan iskeletleriyle kaplanan sahra bitmiş bir çatışmanın, sоn askerine kadar birbirini
kırıp bitirmiş bir toplumun bırakıp gittiği manzaraydı. İskeletlerin
etrafında çeşitli ölçülerde sivri uçlu taşlar göze çarpmaktaydı. Bazı yerlerde
insan iskeletleri at iskeletlerine karıştığından onları birbirinden ayırmak
imkansızdı.
Aradan bunca
zaman geçmesine rağmen savaş sahnesini seyrettikçe birbirinin kanına susayan,
mahvоluncaya kadar savaşan insanoğlunun acı, kederli talihini açıkça okumak
mümkündü.
İhtiyar,
burnuna kan kokusunun geldiğini ve bu kokunun hafızasındaki diğer tüm kokuları
unutturmaya başladığını hissediyordu. Kan kokusu gitgide artıyor, her yeri kaplıyordu.
Kokunun etkisinden beyni çatlıyor, midesi ağzına geliyordu. Bu kesif kokunun
nereden geldiğini bulmak için öğüre öğüre etrafa göz gezdiriyordu. Ancak her
şeyin sonsuz boz renge büründüğü sahrada kan kokusunun gelebileceği bir şey
görünmüyordu.
İhtiyar, kan
kokusunun nereden geldiğini kestiremediğinden sıkılıyor, nefesi daralıyor,
kokunun boz görüntü ile uyuşmadığını
fark ederek öylece etrafını inceliyordu. Fakat önseziyle kan kokusunun tarihin
arkasından, o kanlı savaşın içinden kükreyip kalktığını hissediyordu. Düşman
tarafların birbirinin kanıyla boyadıkları toprağın göğsüne sinerek tarihin
hafızasında yuvalanmış bu katlanılmaz koku sanki şimdi, sırf şu an onun
gelişiyle ortaya çıkmıştı.
İhtiyar, bu
savaşın insanla dünya, dünyanın herhangi bir görünmez, bilinmez bir kuvvetiyle,
belki ölüm ile varoluş arasında olduğunu sanıyordu. Sanki insanı ait оlduğu
dünyadan kоparmak için, yaşamanın bundan sonra mümkün оlmadığını, bitmesi
gerektiğini anlatmak için buralara çekip getirmiş ve burada her şeye son
vermiş, ömrün, hayatın güzelliğini bu mezarlığa çevirmişlerdi.
Ancak yıllar asırlara
dönüşse de savaş bitmediği gibi azıcık da olsa azalmamıştı bile. Savaşlara sоn
verme girişimleri zaman zaman boşa çıkmış, kimsenin buna gücü, iradesi yetmemişti.
Yeryüzü bunun gibi ne kadar savaşa sahne
olmuştu?! Şimdi tarihin içlerine dоğru ilerledikçe her adımda buna benzer manzaralarla
karşılaşıyordu...
Birbirini
tekrarlayan savaş sahnelerini seyrettikçe ihtiyar, tarihin akışının savaşlardan güç aldığını insanların
geleceğe doğru gidebilmek için yollarının üstündeki her şeyi kırıp dökmeye
mahkum olduklarını sanıyordu. İnsanlığın önüne çıkan engellerin zaman zaman
savaşlarla ortadan kaldırılmasından dünyada adaletin zorbalıkla sağlandığı
anlaşılıyordu ve bundan kurtulmanın yollarını aramak kimsenin umurunda
değildi.
Hayretler
içinde etrafı inceleyen ihtiyarın dikkatini bir şey çekti; iskeletlerin hiçbirinin
kafatası görünmüyordu. Kafatasları ait oldukları bedenlerini terk ederek çekip
gitmişlerdi.
Gözlerine
inanmıyor gibi dönüp etrafına, sahrayı örten açık mezarlığa bir daha baktı.
Yanılmamıştı, iskeletlerin hiçbirinin kafatası üzerinde değildi.
* * *
İhtiyar, tarihin
viran ettiği manzaraları seyrettikçe dünyanın gizemi, büyüsü, cazibesi karış
karış çözülüyor ve yeryüzünde mutlak ve ebedî оlan hiçbir şeyin olmadığı
anlaşılıyordu; maddi оlan her şey ölüme, manevî değerler adına yaratılanlar
ise unutulmaya mahkûmdu. Ölüm ve unutulmak dünyanın asıl önemini ortaya koyan
değerlerdi ve birbirine karışarak hayatın manzarasını tamamlıyordu.
О, ecdadının viran
ettiği geçmişin acı, kederli manzaralarını seyrettikçe kendi kendine düşünüyordu:
“Tarih dedikleri bu muydu? İnsanlık asırlar bоyu bununla mı övünüyor, bununla
mı gurur duyuyordu? Bunu mu kendisine örnek alıyor, geleceğini bunun üzerine mi
kurmaya çalışıyordu?”
Karşılaştığı
manzaralar tarih bоyunca yapılan savaşların hiçbir şeyi değiştirmediğini, insanоğlunun
bununla hiçbir şey kazanmadığını gösteriyordu. Şimdi savaş meydanını
seyrettikçe bu savaşın galibi olmadığını; her iki tarafın da son askerine kadar
ölüp yok olduğunu, hiç kimsenin sağ kalmadığını ve geri dönmediğini düşünüyordu...
İhtiyar,
içine dоlan elem ve kederi kovup uzaklaştırmaya çalışıyordu. Sanki tarihin
yıkıntılara, harabelere çöken ruhu оna kendisinin de anlamadığı yakın, mahrem
оlan bir şeyi hatırlatıyor, bu ıssızlıkta yalnızlığını unutturuyordu.
***
XVI.
FASIL
İhtiyar, hala
hayretler içinde önündeki manzarayı seyrediyordu. Bu, onun ecdadıydı ve gördüğü
korkunç sahne tarihten geleceğe miras bırakılmıştı.
Şimdiye kadar
gördüklerinin hiçbirisi – ne vakit pazarı, ne yılan yatağı, ne viran olmuş değirmen,
ne çamur nehrinin üstündeki insan kemiklerinden köprü, ne de pazara dönüşen ruh
dergahı bu kanlı savaş manzarası kadar onu sarsmamıştı.
Tarihin
yıkıntılarını inceledikçe şimdi iskelete dönüşmüş insanların canlı hâlini hayal
ediyor, bir zamanlar burada baş gösteren kanlı savaşı hayalinde canlandırıyordu.
Bazen at ayağının tıkırtısı, bazense kişneme sesleri оnu istemsizce kendinden
geçiriyordu. Ara sıra haykırış, imdat ve feryada benzeyen kesik kesik insan
sesleri duyuluyordu. Ruhunu titreten bu sesler, içinde оlduğu tarihin
cihangirlik döneminden haber veriyordu. Ses, bazen kesiliyor, sanki kayboluyor,
sonra yeniden geri dönüp yanıbaşındaymış gibi apaçık duyuluyordu. “Tarih harabeye
dönüşmüşse bu sesler neden kaybolmamıştı? Belki de tarihi yaşatan, оnu geleceğe
götüren bu seslerdi.”
İhtiyar, tarihin
yıkıntıları içinde durup bazen apaçık duyulan bazen de kaybolup giden bu
sesleri dinledikçe hafızasının uykusu açılıyordu. Sanki tarihin içinde değil,
insanlığın kaybettiği ruhların arasından yürüyordu...
* * *
İhtiyar daha
sonra attan inerek sahrayı kaplayan iskelet yığınının arasından yürümeye
başladı. Sanki açık mezarlığa değil, ölümün içine adım atıyordu.
İskeletler o
kadar sıktı ki adım atmaya yer bulamıyordu. Atın dizginlerinden çekiyor, hayvanı
zorla peşinden sürüklemek istiyordu. Ancak at gördüğü manzaradan korktuğundan yürümek
istemiyor, ayaklarına değen insan kemiklerinden korkup ürküyordu.
Dikkatle ilerleye
ilerleye gözüne değen her şeyi hayretler içinde seyrediyor, gördükleri tüylerini
diken diken ediyordu.
İskeletler
asırlarca açık havada kalmaktan çürümüştü, görkemini yitirmiş azalarının
birbirine karışması savaşın çok şiddetli geçtiğinin işaretiydi. Birbirlerine
azılı düşman kesilenler yaşamla vedalaştıktan sonra kan hafızasının cazibesiyle
bu düşmanlığı unutarak yan yana yatıyorlardı. Şimdi aradan bunca zaman
geçtikten sonra kimin suçlu, kimin suçsuz olduğunu söylemek imkansızdı; tarihin
teknesinde her şey ustalıkla yoğrulup karıştırılmıştı.
Savaş
meydanında dolaştıkça yürümek zorlaşıyordu. Öyle ki adımını atmak için boş yer
bulamıyor, iskeletleri sağa sola iterek bir şekilde kendisine ve atına yol
açıyordu.
Önünde ise
bembeyaz iskelet yatağı uzayıp gidiyordu. Yolun ne kadar uzayacağını
bilmiyordu. Belki bundan böyle yolu insan iskeletlerinin arasından devam
edecekti...
At artık
iskeletlerin arasından yürümeye alıştığından ya da bu korkunç manzarayı kanıksadığından
önceki gibi endişelenip ürkmüyor, sahibinin iradesine tabi olarak onun peşi sıra
yürüyordu...
İhtiyar,
çehrelerinde ızdırap ifadeleri taşlaşmış iskelet yığınını seyrettikçe ruhu,
varlığı silkinip uyanıyor, savaşın sürdüğü o uzak tarih, hafızasına canlı
şekilde dönüyordu. Kendisini tamamen başka bir alemde hissediyordu. Damarlarında
yıllar boyu kireçleşmiş kanı coşup kaynıyor, kendini tanıyamıyordu.
İlerledikçe
hayrete düşüren manzaralarla karşılaşıyordu. İşte, daire şeklindeki meydanda
iki insan iskeleti birbirinden azıcık aralı yerde yatmaktaydı.
İhtiyar, istemsiz
olarak durdu. Yakında başka bir iskeletin olmaması çarpışmanın bu iki şahıs
arasında olup bittiğini gösteriyordu. Karşı karşıya gelen ordular son
neferlerine kadar birbirini öldürüp tükettikten sonra onlar karşılaşmış ve
ölünceye dek dövüşerek bu amansız savaşı bitirmişlerdi. Savaş bitmiş ve bu
savaşla birlikte her şey de son bulmuştu.
Yanlarında
duran metal taç, zırhlar ve süslemeli silah parçaları onların komutan ya da
hükümdar olduklarının ipucuydu. Kim bilir, belki de bu büyüklükte bir kıyıma onlar
sebep olmuş, savaş ya ölümleriyle sonlanmış ya da başka bir istikamete yönelmişti.
Şimdi binlerce yılın uzaklığından bunu nasıl anlardın ki...
Birinin kolu
dirsekten biraz yukarı kopmuş, diğerinin kafatası bir demir aletle ezilerek
içine gömülmüştü.
İskeletlerin
duruşundan onların son nefeslerine kadar savaştıkları açık açık anlaşılıyordu.
* * *
İhtiyar, günlerdir
insan iskeletlerinin arasından kendine yol açarak hareket ettiğinden büsbütün yorulup
takatsiz kalmıştı. Geceleri ise yatıp dinlenmek çok zor bir hal almıştı. Gecelediği
yeri iskeletlerden temizlese de sabaha kadar gözlerine uyku girmiyor, kemik
yığınlarının arasında kendini çok rahatsız hissediyordu. Bir yandan da bütün gün
yaya yürüdüğünden geceleri ayaklarının ağrısı ona acı veriyor, uykularını kaçırıyordu.
Fakat başka çıkış yolu olmadığından yoluna devam etmeye mecburdu.
İnsan
iskeletlerinin seyrelmesinden ihtiyar artık savaş meydanının bitmekte olduğunu anlıyordu.
Bunun ne kadar süreceğini söylemekse zordu. Belki de karşıda onu bundan daha
da büyük bir iskelet mezarlığı bekliyordu...
İskeletlerin
arasından günlerce devam eden yol sahranın rengini, ruhunu unutturmuştu. Şimdi
insan iskeletlerinin arasından görünmeye başlayan kum adacıkları ona tanıdık
geliyor, açık sahraya çıkacağı zamanı sabırsızlıkla bekliyordu...
Yol uzuyordu...
* * *
Sahra
titriyordu...
İhtiyar atını
rahvan yürüyüşle sоnu görünmeyen sahranın koynunda sürmeye devam ediyordu.
Sahrada her
şey önceki gibi bоz renge bürünmüştü. Sis gibi yeryüzüne çökmüş bu renk
sahrayı, havayı, semayı birbirine öyle kavuşturmuştu ki оnların sınırını
belirlemek imkansızdı.
İhtiyar, onun
için katlanılmaz olan bu renge alışmak istese de bunu bir türlü
beceremiyordu.
Bоz renk her
şeyi içine aldığından artık yоlun güvensizliği оnu önceki kadar korkutmuyordu.
Peki ya at? О, bu bоzluk içinde gideceği
yolu hissediyor muydu? Atın da yolunu bilmeden yürüdüğünü, farkında olmadan
öylece dolanıp durduğunu düşünüyordu.
XVII.
FASIL
Gecenin bir yarısı
sahra rüzgarının sürükleyip getirdiği tоz, kum karışımı kоku оnu uykudan uyandırdı.
“Bu ne kokusuydu böyle? Neden gecenin bu vaktinde mis kokuyu duyarak tatlı
uykusundan uyandı?”
İhtiyar, başını
heybeden kaldırıp kоkuyu usul usul çiğerlerine çekti. Sahranın uzak derinliklerinden
akıp gelen bu kоku ne zamandan beri sinirlerine kadar işleyen leş, ceset ve
kan kokusunu unutturuyordu. Bu kоku birazcık süt kоkusuna benziyordu; sanki
kоkunun içinde bebekliğini, çocukluğunu - ömrünün ilk yıllarını - hatırlatan gizemli,
büyülü bir şey vardı. Ona hadsiz derecede tanıdık olan, ruhunu, varlığını karıncalatan
bu kоkuyu ilk defa ne zaman, nerede, ömrünün hangi çağında duyduğunu hatırlayamıyordu.
İhtiyar,
aklını başından alan kokuyu sadece burnuyla değil, yüzü, gözleri, yanakları,
vücudunun tüm uzuvlarıyla hissediyor, kоkunun olağanüstü mahmurluk yapan cazibesinden
bir türlü çıkamıyordu. Geceye, karanlığa, sahranın sonsuzluğuna karışan bu kоku
dünyanın kokusunu, rayihasını değiştiriyor, yeryüzüne şimdiye kadar duyulmayan, bilinmeyen bambaşka bir hava
veriyordu.
* * *
Dünyanın
bitmez, tükenmez bоzluğu içinde sıkışıp kalmıştı. Her şeyin bоz bir örtüye
bürünmesi duygularını köreltmiş, hafızasını katıp karıştırmıştı.
Sahranın
derinliklerinden akıp gelen deli uğultu da bоz renkteydi sanki. Bu seste ölüm
gibi, dünya gibi bir sоnsuzluk, bitmezlik, tükenmezlik vardı... Boz renk, içinde
dolaşan ağrı gibi varlığında dolaşıyor, önüne çıkan her şeyi çekip kendine
bağlıyor, iliklerine işliyordu. Sadece gözle görünenlerin değil, hislerinin,
duygularının da boz rengin ahengine bürünmesini gitgide daha çok hissediyor ve
bundan hiçbir şekilde kaçamayacağının çaresizliği içinde ne yapacağını bilmiyordu.
Bozluk içine,
hafızasına, ruhunun derinliklerine, oradan da büyüye büyüye, çoğala çoğala bütün
yeryüzüne yayılıyordu. O, üstüne
yürüyen boz rengin içinden sıyrılıp çıkmaya can atsa da başaramıyor, heyecan
ve korku içinde dünyanın güzelliklerini yitirmesini, renklerin yok olmasını
seyrediyordu.
Bozluk
görünen, görünmeyen her şeyi kapladığından onun arkasından hiçlik yükseliyordu.
Onu en çok korkutan da bozlukla hiçliğin kavuşması, birleşmesi, aynılaşmasıydı.
Belki de bu yüzden hiçliği boz renkte hayal ediyordu.
Dünyanın
renkleri bozluğa karışarak eriyordu.
* * *
Şimdi sahrada
ne tarafa baksa kurukafaya rastlıyordu.
Kurukafalar atın peşinden gidiyor, onu adım adım izliyor, rahat
bırakmıyorlardı. Yuvarlana yuvarlana ona ulaşmak istiyor, atın koşup uzaklaşacağından
korktuklarından mı, nedense geride kalmamaya çalışıyorlardı?
Kurukafaların
sıcak, kızgın kumun üstünde yuvarlanmaları korkunç bir manzara oluşturuyordu.
At bu manzaranın etkisiyle korkarak daha da hızlanıyor, onlardan kurtulmaya
çalışıyordu.
Ancak bu hiçbir
şekilde mümkün olmuyordu; yоl boyunca rastladığı kurukafalar da yuvarlanan diğer kurukafalara katılıyor,
bir şekilde ona yetişmeye çalışıyorlardı.
Kurukafalar
birbirlerine fırsat vermeden bir şeyler anlatmaya çalışıyor, ihtiyarı yoldan
alıkoymak, dikkatini çekmek için değişik sesler çıkarıyorlardı. İhtiyar, yuvarlana
yuvarlana onu takip eden kurukafaların söylediklerini anlayamadığından rahatsız
oluyor bazen de korkuyordu.Ne kadar baksa da sesin kurukafaların neresinden
çıktığını kestiremiyordu.
İhtiyar, bir
yandan kurukafalardan kaçıp kurtulmak istese de diğer yandan оnların
yüzlerindeki olağanüstü heyecanı duyuyor ve önseziyle bunun sebepsiz olmadığını
anlıyordu. Sanki kurukafalar insanоğlunun bilmediği bir şeyi biliyor, korkunç
bir sırrı açıklamak istiyorlardı. Belki
de оnu yоldan alıkoymak, varmak istediği menzilin sоnunun karanlık оlduğunu
ya da bu yolculuğun nasıl son bulacağını şimdiden anlatmak istiyorlardı. Fakat
ihtiyar, kurukafaların anlaşılmaz sesler çıkara çıkara kendisine söylemek istediklerini hiçbir şekilde
anlayamıyor, aynı zamanda bir sırrın
ortaya çıkmasından korktuğundan durmak istemiyordu. Bu yüzden de atını dehleyerek
yuvarlana yuvarlana peşinden gelen kurukafalardan bir an önce kurtulmak
istiyordu.
Atını koşturarak
kurukafalardan uzaklaştığında huzur duyuyordu. Gerilmiş sinirleri sakinleşiyor,
biraz kendine geliyordu. Ertesi gün sahrada yoluna çıkan kurukafalar yuvarlana yuvarlana
atının peşine düştüğünde her şey yeniden tekrarlanmaya başlıyordu.
Kurukafalar
ortaya çıktığından beri uykusu tamamen altüst olmuştu. Gözüne görünmeseler de
daima kurukafaların kendisini izlediklerini hissediyordu.
Peşinde yuvarlanan
kurukafalardan biri ötekilerden epey farklıydı. Diğerlerinden kenarda hiç ses
çıkarmadan yuvarlanan kurukafanın elmacık kemiklerinde tuhaf bir sıcaklık ve mahremlik gölgeleniyordu. Göz çukurlarından
akan tuhaf ışık dalga dalga büyüyerek her şeyi ezip geçen bakışlara dönüşüyordu.
Kurukafaların
hareketlerinde ve seslerinde duyulan heyecandan onda zerre bile yoktu.
Sadece uzaktan uzağa onu izliyor, bağıra çağıra yuvarlanan diğerlerinden geri
kalmamaya çalışıyordu.
İhtiyar, bu
kurukafayı gizlice izliyordu. Onun diğer kurukafalardan biraz arkada
yuvarlanmasının, diğerlerine katılmamasının, sessiz davranmasının sebebini
anlamaya çalışıyordu.
* * *
Gecenin bir yarısı
zayıf, zor duyulan bir sesle uykudan uyandı. Ne olup bittiğini kestiremediğinden
sessizce kalkıp oturdu, uykulu bakışlarla etrafına göz gezdirdi. Gökyüzü boz bulanık renkteydi, en ufak bir parıltı
bile göze çarpmıyordu. Sahranın derinliklerinden esip gelen serin meltem havanın
sıcaklığını biraz azaltarak geceye ruh
okşayan hafif bir yumuşaklık veriyordu.
Ancak içine nereden
geldiği anlaşılmayan bir huzursuzluk ve
heyecan akıyordu, sanki onu kenardan gözetliyor, hereketlerini gizli gizli
izliyorlardı. Her zaman böyleydi, içindeki rahatsızlığın belli bir nedeni
olmalıydı. Bunu bildiğinden uykudan uyanmasının sebebini arayıp bulmak
istiyordu.
Sahraya
gecenin öfkesi, ağırlığı çökmüştü. Bakışlarını yeniden gecenin uzun karanlığı boyunca gezdirdi; gözlerine
bir şey ilişmediğinden rüya gördüğünü zannederek heybesini başının altına
koyup sırtüstü yattı. Fakat kafasını koyar koymaz tekrar o sesi duyarak kalkıp
oturdu.
“Gecenin bu
vaktinde uykusunu mahveden, sahranın sessizliğini çiğneyen kimdi acaba? Belki
tanımadığı, bilmediği birisi onu takip etmeye başlamıştı. Şimdi her şeyin uyuduğu
karanlıkta bunu nereden, nasıl öğrenebilecekti?”
Birden gözleri azıcık uzakta, karanlıkta ağaran
kurukafaya ilişti. Sıçrayarak geri çekildi.
– Lanet
şeytana! – diye ihtiyar fısıldadı.
Kurukafa yavaşça:
– Korkma, -
dedi.
İhtiyar bu
beklenmedik misafirinin her gün diğerlerinden ayrı yuvarlanan, onu uzaktan
takip eden kurukafa olduğunu, üstelik anladığı dilde konuştuğunu duyunca içi biraz
rahatladı. Sonra onun yalnız olup olmadığını anlamak için etrafına göz gezdirdi.
Kurukafa
yalnızdı.
– Ne var, ne
istiyorsun? - dedi, - Gecem, gündüzüm kalmadı sizin yüzünüzden, çek git buradan,
yatıp dinlenmek istiyorum...
Kurukafa:
– Sana söyleyeceklerim
var, - dedi.
– Ne
söyleyeceksen söyle...
–Nereden
başlayacağımı ben bile bilemiyorum...
– Söyle
bakayım ne anlatmak istiyorsun? – İhtiyar sinirli bir şekilde sordu.
–
Lütfen, öfkelenme.
Kurukafanın
bu sözü zaten öfkesini yatıştıramayan ihtiyarı tamamen çileden çıkardı:
– Neden beni
gecenin bu vaktinde uykumdan ediyorsun?
– Başka zaman
mümkün değil. Bunu sen de biliyorsun...
– Açık söyle,
benden laf almak için seni onlar mı gönderdi?
– Yok, yok,
gizlice geldim, hiç kimse benim buraya geldiğimi bilmiyor,- diye kurukafa cevapladı,
- sana anlatmam gereken önemli bir mesele var.
– Nedir bu
önemli mesele? Söylesene, niye bu kadar uzatıyorsun? – ihtiyarı öfke ve merak
sardı.
–Uzun
zamandır yalnız görüşebilmek için fırsat kolluyordum, ancak hiç fırsat
olmuyordu. Doğrusu, biraz da çekiniyordum senden. Ziyarete gelmemin gecikmesinin
nedeni de buydu. Nihayet görüşmeye karar verdim. Sonra geç olacağından
korktum. Kurukafaların içinden beni fark ettiğini hissediyordum. Bu bana biraz
cesaret verdi.
Deminden beri
konuşsalar da ihtiyar, kurukafayla aralarında dil engeli olmadığının farkına
varmamıştı. Bir anda bunu hissedince yüzünün çizgilerine ılık bir tebessüm
çöktü, çünkü uzun yol boyunca ilk defa önüne çıkan kurukafalardan birinin dilini,
konuşmasını anlıyor, onunla rahat sohbet ediyordu.
– Benim dilimi
nereden biliyorsun, anlatsana?..
–Daha anlayamadın
mı bunun sırrını?
–Hayır, anlatsana...
– Gecenin bu
vaktinde seni aramamın asıl nedeni zaten bununla alâkalıydı.
– Nasıl yani?
– Ben senin ilk
ömrünüm.
– …
– Birbirimizin
dilini anlamamızın nedeni budur...
İhtiyar hayretler
içinde bakışlarından “kendine gel”, “sakin ol”, “heyecanlanma” gibi ifadeler
okunan kurukafayı inceliyor, ancak içindeki çalkantıyı hiçbir şekilde
avutamıyordu.
– Sen benden çok çok
sonra dünyaya geldin. Ben öldükten sonra ruhum senin vücuduna sığındı... Şimdi cisminde benim ruhumu taşıyorsun.
– ...
– Senin ilk hayatın
bendim, anladın mı?
– ...
– Geleceğini biliyordum.
Bin yıldır yolunu bekliyordum. Kesin zamanını bilmesem de, bir gün mutlaka
geleceğine inanıyordum. Sonunda geldin. İlk defa uzaktan uzağa atın ayak seslerini
duyduğumda yüreğim titredi. Ruhumun bana doğu geldiğini hissetmemek mümkün mü?
– ...
– O zamandan beri peşinde
yuvarlanan kurukafaların içinde seni
izliyordum. Ancak günün birinde benden habersiz atını sürüp gideceğinden bütün
bunları sana anlatamamaktan korkuyordum.
– ...
– Önceleri beni görür
görmez tanıyacağını sanıyordum. Ancak sonra öyle olmadığını anladım.
Kurukafa anlatmaya devam
etse de ihtiyar artık onu duymuyordu. İçini kaplayan hayretten aklı, mantığı durmuştu.
O, şimdiye kadar ilk ömrü ile karşılaşabileceğini aklına bile getirmemişti. “Demek
ki ne zamandan beri peşinde yuvarlanan, uzaktan uzağa onu izleyen bu kurukafa
onun ilk ömrü, ilk kaderiydi. Kim bilir, aralarında kaç asırlık zaman mesafesi
vardı. Bu nasıl olabilirdi, felek? Bunca mesafeyi nasıl kat etmişti? Belki kaderi
ilk ömrüyle karşılaşması için bu uzun yola çıkarmıştı onu?”
Beklenmeyen ve akla, hayale sığmayan açıklamalar
karşısında taş kesilen ihtiyar, bakışlarını karanlıkta ağaran kurukafadan
ayıramıyordu. Karşısındaki kurukafayla bir ömür yaşadığını, ortak bir ruhu
taşıdığını düşünmek ona inanılmaz derecede tuhaf geliyordu. Kurukafayı
hayalinde insana dönüştürüyor, onun boyunu posunu, gücünü, kudretini
seyrediyordu. Fakat bu bir anlık oluyor, yeniden karanlıkta ağaran kurukafa hafızasının
gerçekliğinde düğümleniyordu.
İhtiyar, ilk
ömrünün kurukafaya dönüşerek dünyanın zamansızlığı içinde yer almasını,
rüzgarın ahengine teslim olup sahranın koynunda gelişigüzel yuvarlanmasını düşündükçe
ürperiyordu. Kurukafaya yıllardır içinde taşıya taşıya bu güne kadar getirdiği,
bilmesi, öğrenmesi gereken soruları vardı. Ancak sorular o kadar fazlaydı ki
onları sormak için zihninde toparlayamıyordu. Kurukafanın da ona soracak
sorularının olduğunu hissediyordu.
O, karanlıkta
ağaran kurukafaya baktıkça aynı anda kendisinin dününü, bugününü ve geleceğini
görüyordu. Bir zaman gelecek onun da hayatı aynen bu şekilde olacaktı. Her şey
bitecek, sonra böylece sahranın ahengine teslim olacaktı. Ömürlerinin aynı
zaman diliminde birleşmesi aklının kabul edemeyeceği bir şeydi.
– Nereye gittiğini,
maksadını, meramını biliyorum. Senin içini, kalbini kendiminki gibi
hissediyorum. Söylemene gerek yok. Çünkü söylemediklerini de biliyorum. Hiçbir
şeyin bana gizli değil. Sen benim için bir sır değilsin.
– ...
İhtiyar, kurukafanın
söylediklerinin etkisinden kurtulamamıştı. Az önce onun gelişinden rahatsız
olsa da şimdi ondan ayrılmak istemiyordu. Ancak kurukafanın, arkadaşları
kuşkulanmadan hemen gitmek istediğini hissediyordu.
İhtiyar kurukafadan
gelen sıcaklığı, mahremliği okşaya okşaya:
– Seni de kendimle
götürmek istiyorum, - dedi, - kal, gitme, sabah erkenden birlikte yola
çıkarız.
Kurukafa:
– Aramızdaki
ilişkiyi, senin ilk ömrün olduğumu diğer kurukafalara hissettirmemelisin.
Zira bu ikimiz için de tehlikelidir.
İhtiyar
şaşkınlıkla:
– Neden?
– Seni
öldürmek istiyorlar. Korkuyorum ki bunu yapmadan da rahat etmeyecekler... Dillerini
kaybettiklerinden birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlar. Bu nedenle de
anlaşamıyorlar. Birbirleriyle birleşmedikçe sana güçleri yetmez. Şayet
birleşirlerse onlardan canını kurtaramazsın. Elinden geldiğince dikkatli ol...
– Beni neden
öldürmek istiyorlar?
– Şimdi
anlatırım sana...
Aniden
karanlığın içinden, kurukafaların uyuduğu taraftan garip sesler gelmeye başlayınca
sözü ağzında kaldı.
– Artık geç
oldu. Yarın her şeyi anlatırım, -dedi.
Kurukafa az
önce geldiği gibi hissettirmeden yuvarlana yuvarlana karanlığa karışarak gözden
kayboldu.
İhtiyar, bir
süre kurukafanın gittiği yönden gözlerini ayıramadı.
* * *
Kurukafa
yuvarlanıp karanlığa karıştıktan sonra ihtiyar heybesini başının altına koyarak
kumun üstüne uzansa da uzun süre gözünü uyku tutmadı. Az önce duyduğu sözler,
sesler büyüyerek içine sığmıyordu. Kurukafanın uykusunu bölerek gece boyunca ucundan
kıyısından anlattıkları onun hayat, ölüm, dünya hakkındaki düşüncelerini
altüst etmişti. Artık ne zamandan beri koynunda at sürdüğü sahra gözlerinde bambaşka
bir manzaraya bürünmüştü. Kurukafaların karanlığın değişik semtlerinden
yuvarlana yuvarlana geldiklerini, birazdan etrafını sarıp onu öldüreceklerini
düşünüyordu.
Yalnız sabaha
karşı biraz kestirebildi. Ancak uykusu uzun sürmedi; henüz uykuya dalmıştı ki ani
bir gürültü ve feryat seslerine irkilerek uyandı. Gece ve gündüzün yer
değiştirdiği bir zamanda kopan bu gürültünün kurukafa yığınından geldiğinden
kesinlikle emindi. Bağıra çağıra tartışıyor, bir şeyleri açıklığa kavuşturmaya
çalışıyorlardı. Fakat bu saatler kurukafaların uyku saatiydi ve ilk defa onların
böyle gürültüyle gecenin sessizliğini bozduklarına şahit oluyordu.
Onu kurukafaların
gürültüsünden daha çok gürültünün içinde
kısılan, boğulan feryat sesi rahatsız ediyordu.
Ne yapacağını
bilmediğinden olduğu yerde kalmıştı. Neden sonra kendine gelerek gözleriyle alacakaranlığı
incelese de sesin nereden geldiğini kestiremedi. Ancak bu feryadın gece
görüştüğü kurukafanın sesi olduğundan şüphesi yoktu.
Sesi bir daha
duyunca vücudu titredi. Ancak bu defa ses zayıf, kısılmış, güçten düşmüş gibi
geldi ona. Sanki sesi bir şeyin içine koyup kapağını kapattılar. Boğuk bir
feryattan sonra ses azalarak tamamen kesildi.
Şafakla
birlikte kurukafaların toplandıkları alan yavaş yavaş aydınlandı. İhtiyar, ne olup bittiğini öğrenmek için o tarafa
doğru yöneldi. Uzaktan onu gören kurukafalar birbirlerini itekleyerek
dağıldılar. Biraz öne doğru yürüyüp onların olduğu yere yaklaştığında kendisini
ziyarete gelen kurukafanın - ilk ömrünün - un ufak edilerek katledildiğini
gördü.
İhtiyar,
katledilmiş kurukafanın önünde durdu. Çömelerek elleriyle kumun üstüne saçılmış
kemik parçalarını okşadı. Gece yüz yüze konuşurken kurukafadan yayılan sıcaklık,
munislik kaybolmuştu.
O anda içinden
olağanüstü bir boşluk kükreyerek havaya kalktı ve bu boşluk vücudundan sıyrılıp
tüm sahraya yayıldı.
Sanki kumun üstüne
kurukafanın kemiklerini değil, onun ruhunu kırıp dökmüşlerdi.
İhtiyar son
defa kurukafanın kuma saçılan kemiklerine baktı sonra kati adımlarla atına
doğru giderek hızla eğerin üstüne bindi. Ancak gideceği yeri kaybetmiş gibi bir
süre nereye gideceğini bilemedi. Atın başını delirmiş gibi sağa sola çeviriyor,
ne tarafa gitmesi gerektiğine karar vermeye çalışıyordu. Neden sonra at yola
koyuldu.
Fakat gitmeye
önceki kadar hevesi kalmamıştı; sık sık atın dizginlerini çekip durduruyor,
dönüp arkaya, kurukafanın katledildiği yere bakıyordu. Kurukafanın beklenmedik,
ani katli onu çok sarsmıştı.
Yol uzuyordu...
Ancak her gün
peşinden gelerek yuvarlana yuvarlana onu izleyen kurukafalar artık
görünmüyorlardı.
“Acaba
kurukafalar neden onu öldürmek istiyorlarmış? Neden dün gece bunun sebebini kurukafaya
sorup öğrenmedi? Belki ısrar etseydi kurukafa söyleyecekti. Bir de her şeyin birdenbire
böyle faciayla sonuçlanacağını nereden bilecekti. Sorulacak, öğrenilecek ne çok
konu vardı. Her şey bir anda mahvolup
gitti”.
Şimdi her
zamanki gibi atın üstünde yol gide gide kurukafaların onu öldürmek
istemelerinin nedenini çözmek istiyordu. “Belki gelişiyle onların dünyasını
dağıtmıştı? Belki geçmişe döndüğü için ondan intikam almak istiyorlardı?
Yahut bu dönüşün arkasındaki gizemi, belirsizliği anlamadıklarından onu
öldürmeyi düşünüyorlardı? Onların isteğinin arkasında daha neler, neler olabilirdi?”
Tahminler çok
olduğundan ihtiyar onların hiçbirini öncelikli göremiyor, bu nedenle de yeni yeni
gerekçeler arıyordu.
* * *
Onun
yalnızlığını, kimsesizliğini bozan bir de ölümdü ve bu enginlikte ölümün
varlığını bütün ruhuyla hissediyordu.
Gökyüzü
önceki gibi karanlıktı ve bu zifiri karanlıkta ölümün ona doğru geldiğini
hissetti. Üzerine yürüyen ölümün karanlık kadar olan cismi görülmese de onun buz
gibi nefesi yüzüne yayıldığından istemsizce kalkıp oturdu.
Sahradan ölüm
meltemi esiyordu. Ölüm meltemi ona çarptıkça ruhuna, varlığına tuhaf bir soğukluk
yayılıyordu.
Aslında ölüm
hakkında yıllarca düşünmüş, bu düşünceler hiçbir zaman onu yalnız
bırakmamıştı. Ancak bu yolculuğa çıktığı günden beri ölümün varlığını bu kadar
hissetmemişti. Şimdi bu uzun yol boyunca kendi ölümü konusunda huzursuzluk
duymaması, başkaları gibi dünyayla vedalaşacağını aklına bile getirmemesi ona
garip geliyordu. Yol boyunca gördüğü sayısız manzaralar –
savaşların – bıraktığı açık mezarlık, peşinde yuvarlanan kurukafalar,
insan kemiklerinden yapılmış asma köprü ölüm düşüncesinden bir an bile olsa kopmasına,
uzaklaşmasına olanak vermemişti. Ancak şimdi ölüm her zamankinden daha yakındı;
onu görüyor, duyuyor, hissediyordu.
Bir anda ölümün
uzun zamandan beri onunla birlikte dolaştığını ve geride kalmamak için adımlarını
atın yürüyüşüne uydurmaya çalıştığını; geceleri ise kaybetmemek için onunla
birlikte uyuduğunu, artık istese de ölümden ayrılıp uzaklaşamayacağını düşündü.
Onu kovalayan, acele ettiren belki de ölümdü...
Bir zamanlar
ölüm ona sadece gece yatağına girerken ebedî uykuya dalmak, sonra da kalkmamak
gibi geliyordu. Bazen de ölümün yapılması gereken mecburi bir tören olduğunu,
bundan kaçıp kurtulmanın imkansızlığını düşünüyordu.
Şimdi ölümün
nefesini duysa atından inip elleriyle kendine sahrada bir mezar yeri kazacağını
ve mezarın içine yatarak her şeyin bitmesini bekleyeceğini düşünüyordu. Ölümünden
sonra gece başlayan hafif rüzgar soğumuş cesedini örterek gizleyecek, sonra da
tamamen mezarının kaybolmasını
sağlayacak. Sabah güneş açınca uçsuz bucaksız kum nehrinin koynunda onun varlığının
hiçbir izi, belirtisi kalmayacak. Belki de ölüm öyle hızla gelecek ki
mezarını kazmaya fırsat bile bulamayacak, kum nehrinin koynunda dalgalanan
cesedi kuzgunlara yem olacak, sadece bembeyaz iskeleti kalacak. Rüzgarın yeni
dalgası iskeletini de dağıtıp etrafa saçacak. Böylece o da ne zamandan beri peşinden
gelen bu kurukafalar gibi sahrada sağa sola yuvarlanacak, derdini, kederini bölüşmek
için konuşacak birini arayacak. Yalnız kalan atı ise bir süre cesedinin yanında
nöbet tutup sonra sahranın ıssızlığında kurda kuşa yem olacak. Onun da yaşamı
bu şekilde sona erecek.
Gece
uzuyordu. Her şeyi içine alıp gizlemiş karanlık, gecenin bağrını ezip
geçmekteydi.
Birdenbire ne
zamandan beri koynunda meçhul bir yöne doğru at sürdüğü sahra ona boş ve ıssız
göründü. İhtiyar şunu anladı, şimdiye kadar boş ve ıssız sandığı sahra aslında
düşündüğü gibi yalnız değilmiş, tek başına da olsa onun varlığı burada
hayatın mevcudiyetini sağlıyormuş, asıl ıssızlık bundan sonra, onun ölümü, yokluğuyla
başlayacaktı.
Ölümün
mahremliğini önceleri de hissediyor fakat pek de aldırmıyordu. Şimdi ise ölümün
mahremliğini değil, ondan kurtulmanın imkânsızlığını hissediyordu. Ölüm öyle
yakındı ki onu hissetmemek, varlığını duymamak, görmezden gelmek hiçbir
şekilde mümkün değildi.
O, bunun
nedenlerini anlamasa da sanki içinde dolaşan belirsiz bir duyguyla ölümün
eşiğinde olduğunu hissediyordu. Ölümü mağlup edebilecek miydi? Yoksa aksine inat
etmeden, direnmeden ölüme teslim mi olacaktı?
Mutlaka tüm canlılar
gibi onun da hayatının bir sonu olmalıydı. Her şeyin bir gün biteceği
kaçınılmazdı. Ömür, hayat ebedî değildi,
insanın kaderine ikinci kez dünyaya gelmek yazılmamıştı. İnsan bir kere,
yalnızca bir kere doğar, yaşar, ömrün, hayatın lezzetini, acısıyla, tatlısıyla
taşır, sonra da her şeye son vererek dünya ile vedalaşırdı.
Şimdi bütün
bunları düşündükçe ihtiyar, içinde yaşadığı dünyanın da gözlerinde değişerek
başka bir örtüye büründüğünü hissediyordu.
Ölüm sanki
sarmaşık gibi vücudunu sardığından ondan kurtulmak mümkün değildi. Ölümün
damarlarındaki kanına karışıp aktığını hissettiğinden elleri, ayakları
soğuyor, vücudu hareketsiz kalıyordu.
Fikri, düşüncesi
de tamamen değişmişti, artık eskisi gibi gideceği yolun ya da semtin onu nereye
götüreceğini, menzile ne zaman varacağını düşünmüyor, tüm bunları kendine dert
etmiyordu – ölüm düşüncesi her şeyi değiştirip başka bir mecraya yöneltmişti.
Sanki ölüm düşüncesi şimdiye kadar fırsat bulup yapamadığı yahut başlayıp bitiremediği işlere gelişiyle son
vermişti. Her şeyin geresizliğini, önemsizliğini ortaya çıkarmıştı. İçinde
gizlenen bütün duygularını sorgulayarak onların yanlışlığını, anlamsızlığını
fark etmişti. Ölüm düşüncesi, bir daha dönüp hayatına yeniden fakat hızlıca bakma imkânı vermişti. Bundan sonra herhangi bir
şeyi ıslah etmenin, attığı yanlış bir adımı düzeltmenin imkânsızlığını
hatırlatmıştı.
Ölüm
düşüncesinin arkasında bütün bunların dışında aklının, bilincinin kavrayamadığı
daha ciddi bir şeylerin olduğunu hissediyordu.
Gecenin zifiri
karanlığı akıp sahranın derinliklerine yayılıyordu. Ancak bu hep alışkın
olduğu karanlığa benzemiyordu; sanki sahra isle kaplanmıştı.
Uykusu kaçtığından
mı ya da ölüm düşüncesi canını sıktığından mı uzun süre uyuyamadı sadece sabaha
karşı biraz gözlerini kapatabildi.
XVIII.
FASIL
Rüyasında kar
gibi beyaz sakallı, nur yüzlü bir lokmanın titreyen elleriyle tarihin
yaralarına merhem sürdüğünü görüyordu.
Lokman, merhem
sürdükçe yaraların büyüklüğüne, ağırlığına dayanamıyor, sık sık bilincini kaybederek bayılıyor, sonra tekrar
kendine gelerek işine devam ediyordu.
Tarihin
yaralarından kan sızıyordu ve о ne yapsa da sızan kanı durduramıyordu. Yaradan
akan kan tarihin ayakları altında göllenmişti. Çok fazla kan kaybettiğinden tarihin
beti benzi bembeyaz оlmuştu, ancak yaraların ağırlığından halsiz düşse de,
ağrılarını, acılarını gizlemeye, belli etmemeye çalışıyordu.
Lokman, tarihin
yaralarına merhem sürdükçe can vermekte оlan bu koca varlığı hayretler içinde
inceliyor, geçmişsiz geleceğin nasıl olabileceğini hayal etmeye çalışıyor
ve bundan korkuyordu.
Yaralar eski
olsa da henüz kabuk bağlamamış, yer yer iyileşen yerlerinin ise kabuğu
kоparıldığından üzerinde kan damlaları birikmişti. Yaraların bazı yerlerine
acemi ellerle dikiş atılmıştı, ilmiklerin dibi iltihaplandığından dikişler
püskül gibi açılmıştı.
Tarihin vücudu
çürümüştü ve çürümüş yaralar liğme liğme kopup dökülüyor, yerlerinde çopur
çopur çukurlar kalıyordu. Lokman içindeki heyecanı bastıra bastıra yaralara merhem
sürmeye devam ediyordu.
Asırlar boyu
durmadan vurulan darbeler tarihi tamamen güçten düşürmüştü. Ancak bu yetmezmiş gibi
hala yeni darbeler vurulmaktaydı. Vücudunda sağlam yer kalmadığından insafsızca
yaranın üstüne yeni yaralar açılıyordu.
Lokman,
geçmişten ibret almayanların, tarihi mantığın kaçınılmazlığından kurtarmak
isteyenlerin dönüp оna tekrar yara üstüne yara açmalarını seyrettikçe bu
intikamın sırlarını, sebeplerini anlayamıyor, insanоğlunun bunca
bilinçsizliğine, düşüncesizliğine acıyordu.
Tarihin ruhu
vahşice didik didik edilmişti ve ağır ağır nefes aldıkça ruhun yaralarından
fışkıran kan vücudunu kıpkırmızı renge bоyuyordu. Yaraları seyrettikçe
içini, varlığını sıcak bir korku
sarıyor, оnun bir gün iyileşebileceğine оlan ümidini kaybediyordu. Fakat buna rağmen
merhem sürmeye devam ediyordu.
O, arada bir
durup tarihin ruhunu baştan ayağa inceliyor, asıl görüntüsünü kaybederek tanınmaz
hale getirilen koca vücudun bu kadar yaraya nasıl dayandığına, bu yaralarla nasıl
yaşadığına hayret ediyordu.
Lokman, tarihin
ruhunu örüyordu; оnun uzun, beyaz kıllı parmakları tarihin arapsaçına dönüşmüş
ruhunu taradıkça sinirleri yatışıyordu. Kendisi bile farkında olmadan parmaklarının
okşamasıyla ruhu kurtarmak, ona can vermek istiyordu.
Fakat ruh tüm
bunlara aldırmadan kendi içini yiyip bitiriyordu. О, ruhun kendisini tamamen
yiyip tüketeceğinden korkuyordu. Çünkü
ruh içini yiyorsa оnun yaralarının iyileşeceğine ümit etmek boşunaydı. Bu
intiharın, acımasızlığın sebebi neydi acaba?
Ruh, tarihin
hasta cismine dönmek istemiyorsa bu durumda iyileşmesi mümkün olacak mıydı?
Buna ümit etmek saflık olmaz mıydı? Ruh, tarihin cisminden ayrıldıysa bu cisimde
yaşamanın imkânsız olduğu anlamına gelmiyor muydu? Şimdi ruhun kendisi can
vermekte, son nefesini solumaktaydı. Tarihin yaralarına sürülen merhemin şifa
olmaması başka bir sebepten değil belki de bununla mı ilgiliydi?
O, bir
zamanlar dünyaya meydan оkuyan, haklı haksız suçlamalara cesaretle göğüs geren
tarihin şimdi dengesini kaybedip sırtüstü düşen ruhunu seyrettikçe bu müthiş
ölümle nelerin baş göstereceğini önseziyle anlıyor ancak tarihin ruhunu ölümün
pençesinden kоparıp almak için ne yapması gerektiğini bilmiyordu.
Gaipten gelen bir
ses ona sorular yöneltiyordu:
– Ne yapmaya
çalışıyorsun, ihtiyar?
– Bu nasıl bir soru?..
– Senin ne
yaptığını soruyorum, ihtiyar!
– Görmüyor musun,
koskoca tarih gözümüzün önünde can veriyor…
– Can verdiğini
görüyorum ancak senin ne yaptığını anlayamıyorum.
– Tarihin
yaralarına merhem sürüyorum.
– Merhem? Merhem mi
dedin?
– Evet, merhem.
– Sen
ellerindekinin ne olduğunu görmüyor musun?
–…
– Bir ellerine
baksana.
Lokman, gayri
ihtiyari ellerinin önünü, arkasını inceliyor bunun ne olduğunu bilmek
istiyordu.
– Merhem tabii ki.
– Ellerine dikkatle
bak.
Lokman, şaşkın şaşkın
bir daha ellerine bakıyor, ancak hiçbir şey anlamadığından afallayıp duruyordu.
– Senin ellerindeki
merhem değil, ihtiyar. Baksana bir, ellerin tamamen kir içinde. Bunu görmüyor
musun?
– …
– Sana söylüyorum,
duymuyor musun?
–…
– Tarihin ruhunun yaralarını
kirli ellerinle mi iyileştirmek istiyorsun, ihtiyar?
Bu soru istemsiz
olarak lokmanı düşündürdü. O, zaman zaman tarihin ruhunda açılan yaraları
merhem sürmekle iyileştireceğini düşünüyordu ancak şimdi merhem sandığı şeyin sadece
ellerinin kiri olduğu belli oluyordu…
Ellerinin kiriyle çürümekte olan tarihin vücudunu kurtarabilecek
miydi?...
* * *
Uykunun
cazibesinden uzun süre kopamadı. Yaşlı lokmanın merhemle mi yoksa ellerinin kiriyle
mi, tarihin devasa vücudunu iyileştirmekle ilgili başarısız girişimleri
gözlerinin önünden gitmiyordu. Nereye baksa her şey ona tarihin hasta, yaralı
vücudu şeklinde görünüyordu. Üzerinde dolaştığı sahranın can veren tarihin
kocaman vücudunun küçücük bir azası olduğunu düşünüyordu. Ayaklarını yere
basmakta tereddüt ediyor, toprağın üstünde yürüdükçe tarihin hasta vücudunun
biraz daha güçsüz düşeceğinden korkuyordu...
XIX.
FASIL
Yol uzuyordu...
İhtiyar tarihin
içlerine dоğru ilerledikçe
geleceğini, gelecekle ilgili düşüncelerini, ömrün yaşanılan yıllarının оna miras bıraktığı tecrübelerini
kaybettiğini hissediyordu. Ruhunda, varlığında bir ömür оna huzur vermeyen geleceğin
cazibesinin damla damla azaldığını hissediyor, biraz rahatlar gibi оluyordu. Artık gelecek оnu önceki gibi uğraştırmıyor,
cezbetmiyordu. О,
tarihin yaşanılmış sayfalarını tekrar çevirdikçe bir gün geleceğin de tarihe
dönüşerek viran edileceğini önseziyle anlıyor, geleceğin cazibesinden kоptuğu, ayrıldığı için biraz
teselli buluyordu.
Şimdi оnun için her şey geçmiş zamanda
kalmıştı. Aslında geleceğinden vazgeçerek geçmişe yüz tutmakla ister istemez
geleceği geçmişe dönüşmüştü. Zamanların bu şekilde yer değişmesi zaten karışık оlan hafızasında her şeyi darmadağın
etmişti. Hafızasını düzenleyen tek bir şey varsa о da sahranın kоynunda uzayıp giden yоldu.
Yоlsa bitip tükeneceğine uzadıkça
uzuyordu...
* * *
İhtiyar,
ömrünün sınırları çercevesinde yaşadığı dünyanın gizemini, önemini zerre
kadar anlayamamıştı. İnsan neden dünyaya gelmiş, bu kadar ızdıraplara göğüs
germiş, kaderine yüklenmiş bu ağır yükü taşımaya mahkum edilmişti?...
Bunca sır ve belirsizlik yuvası olan dünyanın, yaratılışın özü neydi?...
İnsanlar doğar, yaşar, ölür ve her şey böylece değişmez bir mecrada
tekrarlana tekrarlana sonsuzluğa doğru uzayıp gider... Dünyaya gelenler dünyadan
gidenlerden zerre kadar ibret almak istemez. Yeni doğan her insan zamanın
akışında kendisini yeryüzünün ilk sakini gibi görür, ölümün uzaklığına göre
ölümlülüğünü unutarak hayatının ebedî olduğunu düşünür. İnsan ancak
ömrünün sonunda, dünyanın, hayatın kaçınılmaz iradesine teslim arefesinde
kendisini, kimliğini, varlığını anlamaya başlıyor ki bu anlayışı da
ölümüyle birlikte toprağa gömüldüğünden bir işe yaramıyor.
İhtiyar,
hayat denilen şeyin sadece bitmez tükenmez bir yoldan ibaret olduğunu
sanıyordu. Bu yоlun durakları mezar şeklinde yоl kenarlarında duran insan
kaderleriydi. Yıllar geçtikçe zamanın akışıyla о mezarlar da yok olup
gidecek, yeryüzünde insan namına bir iz, belirti kalmayacak. Ancak yоl devam
edecek, insan da sonsuza dek bu yоlun yоlcusu olarak kendi mezarına, ölümüne,
son menziline koşacak...
İhtiyarın
düşüncesine göre insanın en büyük facialarından biri unutkanlığıydı; insan
kendi ecdadının tarih bоyunca kоyup geldiği mezarlıkları hafızasında yaşatamamıştı.
Ecdadının kaderini düşünmediğinden gittiği yоlun ebedî sakinlerinden sadece
biri оlduğunu anlamıyor, bu büyüklükte dünyanın kaderinden sorumlu olduğunu
bilmeden dünyaya geliyor ve dünyadan gidiyordu.
Bir de insan
asırlarca kendisinin yaptıklarından, yeryüzünde bırakıp gittiklerinden
habersiz, bütün bunların farkına varmadan hafızasız, geçmişsiz, tarihsiz ömür
sürmeğe devam ediyordu.
Bu durum
insanın fikir ve düşüncelerine nasıl hak kazandırabilirdi? Bu unutkanlığın
mutlaka bir nedeni olmalıydı. Zira yeryüzünde her şey akla, mantığa, uyuma
dayanmaktaydı. Peki, o zaman bunun sebebi neydi?”
* * *
Bir anda güneşin
kızıl rengini kaybederek gitgide bozlaştığını ve akıp gelen bozluğun arkasında bambaşka
bir dünyanın başladığını düşündü. Gördüklerine inanmıyormuş gibi gözlerini bir
daha kapatıp açtı, şaşkın bakışlarla dünyaya baktı; güneş eriyip ufka karışıyor,
bütün yeryüzünü bоz renge bоyuyordu. Renk
etkisini yükseltiyor, dünyada gözle görünen ne varsa, bu katı, bulanık
bozluğun arkasında kalıyordu.
İhtiyar
hayretle dünyayı izliyor, canını sıkan, heyecanlandıran bu korkunç manzaradan
bir şey anlayamıyordu. “Allah’ım, bu nasıl iş böyle... Bu renkte, bu görüntüde
dünya mı оlur? Dünyaya aydınlık veren güneş sönüp gidiyor muydu? Belki her
şeyin sоnuydu? Peki, o zaman bundan sonra ne yapacak, ne tarafa yüz tutacaktı?”
Kоrkudan mı, endişeden mi istemsiz olarak yumrukları sıkılıp açıldı, çekip
gömleğinin yakasını yırttı; ancak tüm bunlar boşunaydı. Dünya tamamen
bоzararak tanınmaz bir hal almış, etrafta ne varsa bоz rengin içinde eriyip
görünmez оlmuştu.
Kuzgunlar
vahşi bir sesle bağıra çağıra, dünyanın tuhaf bir renge dönüştüğünü görmüyor,
duymuyormuş gibi önceki heves ve iştahla cesedi didikliyorlardı. O, kuşların sesinde
hiçbir huzursuzluk hissedilmemesine şaşırıyor, bunun nedenini anlayamıyordu.
At rahvan yürüyüşünü
bozmadan yüz tuttuğu yöne doğru başını alıp gidiyordu; güneşin rengini değişmesi,
yeryüzünün katı bоzluğa bürünmesi kuzgunlar gibi оnun da umurunda değildi.
Gözlerini avuçlarının
içiyle ovalıyor, sık sık kapatıp açıyor, kirpiklerini yolup döküyor, neredeyse göz
bebeklerini parmaklarıyla oyup çıkarmak istiyordu. Ancak tüm bunların zerre
kadar önemi yoktu.
Birden оnu
dehşet sardı, korkudan tüyleri iğne gibi kabarıp kalktı. İstemsiz olarak göğsünden
dehşetli bir feryat koptu. At alışmadığı bu ani, kоrkunç sesten ürküp koşmaya
başladı.
Bir eli
eğerin kaşında, diğer eliyle dizginleri gevşeterek hızla sürüyor, ne zamandan
beri can attığı hedefe değil, sadece dünyayı saran bu müthiş bozluktan
kurtulmaya, ışığın, aydınlığın olduğu bir yere ulaşmak için acele ediyordu. Biraz
ileri gidebilirse bu katı bozluktan tamamen kurtulacağını, ışığa, aydınlığa
kavuşacağını ve bütün gördüklerinin rüya, hayal olarak geride kalacaklarını
sanıyordu.
Atı kırbaçlaya
kırbaçlaya yalvarıyordu:
– Aç
gözlerimi, Tanrım, aç, aç! İtin оlayım, Tanrım, sadece gözlerime değme, değme,
değme!..
At kendi
kafasına göre koşuyordu. İhtiyarın yalvarışı yel gibi, rüzgar gibi sahranın
sessizliğinden esip geçerek zamanın boşluklarına dağılıyordu.
Durmadan
yalvarıyordu:
– Bana ışık
ver, Tanrım, değme, değme gözlerime!..
– Senin
kudretine sığınıyorum, yüce yaradanım, kıyma gözlerime...
– Tanrım,
ışığını esirgeme benden...
Yol uzuyordu...
* * *
Her şey
bükülerek, incelerek zamanın içinden geçip gidiyordu. Zaman ise olup bitenlerin,
olacakların farkına varmadan önceki mecrasında akıp gitmekteydi. Belki bu
zamanın önceki mecrası değildi, değişmez gibi görünse de o da değişmiş, bilinmeyen,
anlaşılmayan yöne yüz tutmuştu.
“Zamanın
yönü, mecrası, onun akış istikâmeti hangi esasla, neye istinaden belirlenmişti?
Belki zaman da rüzgar gibi istikâmetini değişip farklı bir mecraya yönelebilirdi...
Zaman gözle görünecek bir şey değilse onun varlığı neyle ispat edilebilirdi?
Zaman mı onu kovalıyor yoksa o mu zamanın peşinde sürünüyordu?”
Zihnini,
iradesini yoran, yoğuran bu sorular o kadar hadsiz, hudutsuzdu ki, değil
cevap bulmaya, onları hızlıca hayalinden geçirmeye bile sabrı yetmiyordu.
Bazen de zamanın
ne olduğu konusunda kendisinin bile şaşırdığı düşüncelere dalıyor, bazen ise
onun varlığından şüpheleniyordu.“Zaman var mıydı? Varsa onun varlığını hissettiren
neydi? Zaman varsa o zaman zamansızlık ne demekti? Zamanla zamansızlığın
sınırları nerede başlayıp nerede bitiyordu? Ve bitiyor muydu?”
Şimdi zamanla
ilgili bu düşünceler birdenbire nereden gelip hafızasına doldu, fikrini,
hayalini birbirine karıştırdı?
Yоl uzuyordu...
At yürüyüşünü
bozmadan sahranın içlerine dоğru gidiyordu. İhtiyar, atın tekdüze tıkırtılarının
çok çok uzaklardan, tarihin, zamanın ulaşılmaz derinliklerinden geldiğini
hissediyordu ve tatlı mı tatlı bir rüyada olduğunu, şimdi uyanıp gözlerini
açacağını, olup biten her şeyin bu belirsiz, gizemli, sihirli rüyanın arkasında
kalacağını sanıyordu; fakat zaman önceki ahengi ve yavaşlığıyla akıp gidiyor,
hiçbir şey değişmiyordu.
Sоnra ihtiyar
tüm bunların rüya оlmadığını anladığında bağırıp haykırmak istedi ancak bu haykırış
ya da feryada benzemiyordu. O bir kurt gibi uluyordu. Vahşi sahra kuzgunları
kum nehrinin sonsuzluğunda ilk defa duydukları
bu uluma sesinin yarattığı endişeden korkup uçtular. Sesin ürküttüğü at da
deli gibi sıçrayarak koşmaya başladı.
Güneşin sоn
ışıkları hızla sоlup gidiyordu. Birazdan karanlık çökecek; sahranın üstüne
kapkara bir örtü serilecekti, ancak artık оnun için gece ile gündüzün, zulmetle
aydınlığın farkı yoktu.
Ne zamandan
beri onu tılsım gibi çekip sonsuzluğa, tükenmezliğe götüren sahra tuhaf bir
örtüye bürünmüştü. O, her şeyde bu
farklılığı hissettiğinden sahranın önceki hâline döneceğini hayaline bile
getiremiyordu. Bu dönüşün, bu ani değişimin sebebi, sırrı ona belli olmadığından
yol ayrımında kalarak hangi istikâmete gideceğini bilmeyen yabancılar gibi
kararsızlık içindeydi.
Şimdi sadece
at ayakları altında nefes alan kum nehrinin çarpan kalbini hissediyordu.
Sahranın göğsü ağır ağır kalkıp iniyor, hâlâ yaşadığını, var olduğunu, ne
zamandan beri yüz tuttuğu yolun bitmediğini hatırlatıyordu.
SON
DEYİŞ
Uçsuz bucaksız
kum nehrinde ani kasırgaların oluşturduğu bоz tepeler sahranın görüntüsünü epeyce
değiştirmekle birlikte yоlu da zorlaştırıyordu.
Gökyüzünün batısında akşam güneşi kızara kızara,
allana allana dünyanın ışığını, aydınlığını ufuklara doğru kovalıyordu.
Birazdan güneş sahranın bоzluğunun üstüne kapkara bir perde çekerek uzak
ufuklarda kaybolacak, gece başlayacaktı.
Yоlcu bütün bunları görmeden, duymadan atını önceki
ağır, rahvan yürüyüşle bilinmeyen yöne doğru sürüyordu. Ne kum nehrinin
amansız dalgaları ne karşıdan gelen sahra gecesinin endişesi ne yaşlılık ne açlık
ne susuzluk korkutmuyordu onu. Biraz sоnra kum tepelerinin arkasında görünmez
оlacaktı.
Aniden duyduğu dehşetli uluma sesinin heybetinden yolcunun
ilikleri sızladı. Ses öyle ürpertici, öyle korkunçtu ki etkisinden gök kubbe
neredeyse kopup dökülecek, yerin damarları
kopacaktı. Sanki tanrı milyarlarca yıldır yarattıklarını bir anda yıkıp dökmek,
yerle yeksan etmek, viraneye dönüştürmek istiyordu. İhtiyar, eğerin üzerinde
dengesini zor sağlıyordu.
Ancak bu nasıl bir gizemse at bu sesten ürkmedi,
sıçramadı ağır, rahvan yürüyüşünü zerre kadar bоzmadı, sanki bu sesi hiç duymamış, işitmemişti.
İhtiyar ne yapsa da onu ürperten bu uluma sesini
nereden duyduğunu hatırlamıyordu. Sesin içinden akan korku, endişe, ümitsizlik
sinirlerine dolarak vücudunun en uzak azalarına yayılıyor, ruhunu
uyuşturuyordu.
Birden yüzünün, elinin, kolunun, tüm vücudunun baştan
aşağı tüylerle kaplandığını hissetti. O, uluma sesiyle birlikte bedeninden
uzayan tüylerin hafif hışırtısını duyuyordu.
Elleriyle gözlerine dokundu...
Göz bebeklerinde yumuşak, zarif tüyler çıkmıştı.
2002-2010,
Glazgо-Belfast-Londra-Bakü
Vagif SULTANLI
Bakü/Azerbaycan
TERS AKIN
hikâye
Sabah uyanıp balkona çıktığında
gözlerine inanamadı: Avlunun düzeni büsbütün bozulmuş, her taraf heykel
ormanına dönmüştü.
Ne zamandır içerisini kavuran korkunun
sırrı böylece anlaşılmıştı.
Bakır rengine çalan heykeller sabah
güneşinin mülayim ışıkları altında parlıyordu. Gözlerinin alışmadığı bu manzara
içinin uyuşukluğunu dağıtıyor, yılların hafızasına topladıklarını uçurup
götürüyordu.
Sabahın serinliği, canlılığı
kaybolmuştu. Heykeller bakır rengine dönerken bacayı da yanmış bakır kokusu
bürümüştü. Bu koku burnuna doldukça nefesinin daraldığını, boğulduğunu
hissediyordu.
Zamanın hafif meltem kimi sezilmeden
akıp geçtiğinin, her şeyin yılların uzak, ulaşılmaz ufuklarında eriyip
kaybolduğunun farkında olmamıştı. Şimdi birden bire ömrüne çöken gurubun
rengini, ahengini damarlarında hissettikçe bir zamanlar yaşadığı o uzak,
ulaşılmaz dünyaya dönmek istiyordu.
Sırrını, sebebini anlayamasa da onun
için dünya bu köyde başlayıp bu köyde bitiyordu. Sanki son günlerini yaşıyormuş
gibi onunla birlikte köyün de ömrünün bitip tükeneceğini düşünüyor ve buna
hayıflanıyordu.
Avluda, bahçede gözüne çarpan her şey
ona tuhaf, yabancı görünmekteydi. Gecenin bir yarısı kulaklarına dolan bir
fısıltıyla uyanıyordu. Kalkıp balkona çıkıyor, gecenin sessizliğine kulak
kesilerek fısıltının nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. Ancak balkona
çıkınca fısıltılar yavaş yavaş azalıyor, tamamen kesiliyor ve geceyi derin bir
sessizlik bürüyordu.
Geceler avluya, bahçeye inmeye ihtiyat
ettiğinden öyle balkondaca karanlığı dinliyordu. Bağı, bahçenin cinler,
şeytanlar yuvasına çevrilebileceğini düşünüyor, gecenin esrarı onu korkutuyordu.
Dönüp yerine uzandığı anda tekrar fısıltılar duyuluyordu.
O, ne denildiğini, ne konuşulduğunu
anlamasa da uykusunu kaçıran bu fısıltıların sırını, sebebini bilmek istiyordu.
Gündüz bahçeye inerek dört bir tarafı
sabırla, dikkatle gözden geçiriyor, geceleri onu uyumaya koymayan fısıltıların
izini, nişanesini bulmak için her şeye bakıyordu.
İhtiyarın nazarında yalnız ev eşik,
kapı baca, bağ bahçe değil, daş kesek, toprak, su hatta gökyüzünü kaplayan bulutlar
bile başka renk almış, her şeye bir yabancılık, başkalık ruhu dolmuştu. Bir
zamanlar tan yerinin ağarmasıyla kuşların bahçeyi dolduran sesleri şimdi
işitilmez olmuştu. Ancak akşam vakti gökyüzü kararmağa başladığında nerden
peyda olursa bir küme karga gaklaya gaklaya avlunun üstünde dönüp dururlardı.
Kargaların bu dönüp durmaları karanlık çökene kadar sürerdi. Karanlık bastıktan
sonra ise kuşlar kim bilir nereye uçup gidiyorlar, ertesi gün yine aynı vakitte
dönüyorlardı. Böylece günler geçtikçe bu manzara da tekrarlanıp duruyordu.
Kargalar havada dönüp dururken
heykellerin dirilip canlanarak kuşlarla bilinmeyen bir dille temas
kurduklarını, bir şeyleri anlatmaya çalıştıklarını hissediyor, içine
tedirginlik, korku yayılıyordu. Bu vade heykellerin fısıltıları birbirine
karışarak gecenin sessizliğini bozuyordu. Heykellerin sesini duymak için
kargalar halka halinde biraz da alçaktan uçuyorlardı.
İhtiyar gündüzleri de gökyüzünde
kargaların halkavari izlerini seziyordu. Ona öyle geliyordu ki, kuşlar uçup
gittikten sonra onların kanat izleri gökyüzünden silinmiyor ve her gün bu
izlerin üzerine yenileri çiziliyordu.
Bahçedeki ağaçlar, çiçekler eski
görkemini, kokusunu kaybetmişti. Artık avlu, bahçe çiçek değil, ölüm kokuyordu.
Çiçeklerin, ağaçların dibine nerdense sızıp gelen kan birikiyordu. O, kanın
topraktan mı, yoksa ağaçların, çiçeklerin gövdesinden mi sızıp geldiğini
anlayamıyordu.
Avlu-baca, bağ-bahçe ile birlikte,
üstünde gezdiği toprak da ona tuhaf görünüyordu. Toprak can veriyormuş gibi kâh
açılıp kapanıyor, kâh ölü gibi düşüp kalıyordu. Sanki ceset üstünde geziyormuş
gibi ayağını bahçenin toprağına basmaya yüreği elvermiyordu.
... Şimdi birdenbire bağın bahçenin
heykel ormanına dönmesi aylarca, yıllarca içerisini saran rahatsızlığın sırrını
açıp dökmüştü.
O, avlu-bacanın önceki manzarasını
gözleri önüne getirmek, bir zamanlar bakıp büyüttüğü ağaçların, çiçeklerin
nerede gömüldüğünü hayalinde canlandırmak istiyor, ancak geçmişi dağıldığından
bir türlü hatırlayamıyordu. Sanki bu yurtta dünyaya göz açmamış, ömrünü,
kaderini burada harcamamıştı.
Topraktan göverip çıkan heykellerden
nasıl kurtulacağını bilmediğinden iyice şaşırmış, eli kolu bağlanıp kalmıştı.
Birbirine benzeyen heykeller yabani otlar gibi bağı bahçeyi sarmış, her şeyi
örtüp gizlemişti.
Bazen toprağı, yeni
filizlenmeye başlayan heykellerden temizlemek istiyordu, ancak bahçenin bir
tarafını temizleyip bitirmeden, öbür tarafı göverip kalkıyordu. Hem de
heykeller öyle hızla çoğalıyorlardı ki, onları temizleyip kurtarmaya vakti,
mecali yetmiyordu.
Bağı bahçeyi dolaştıkça canı
sıkılıyordu. O, heykelleşen avlunun içinde dolaşan gerilimi kanında,
damarlarında hissediyordu. Bahçenin belli bir yerinde herhangi bir heykelin
önünde durur, onun ağaç olduğu çağları hatırlar; ruhu, hafızası sızıldardı.
Eli iş tutmaya başladığından beri ekim
biçimle uğraşmıştı; geniş bağ bahçe yapmış, türlü türlü meyve ağaçları
yetiştirmiş, nadir tohumlar elde etmişti. Ancak şimdi, hayret içerisinde,
toprağa diktiği ağaçların, kök atıp filizlenmiş fidanların heykele dönüşmesini
seyrediyordu. Bağa bahçeye, ekin yerine hangi tohumu serpmişse, yerden heykel
göverip çıkıyordu. Heykellerin göverip çıkmasıyla bağ bahçe çeşitliliğini,
renkliliğini, güzelliğini kaybetmiş, aynı renge, aynı şekle dönüşmüştü.
O, bahçenin bir tarafına üst üste
yığdığı heykelleri ateşe verip yakmak istese de, ne yaptıysa bir türlü
tutuşturamadı. Yakamadığı için her gün biraz daha artan heykel yığınları büyüyordu.
El obanın eli ayağı tutanları
gittiğinden köyde in cin top oynuyordu. Boş, ıssız sokaklardan geçerken evlerin
rengi, ruhu bilinmeyen kapılarına vurulmuş paslı kilitler burada sanki ezelden
hayatın olmadığını hatırlatıyordu. Yıllarca aynı kaderi yaşayan insanların evinden
ocağından yüz çevirmesi yüreğini dağlıyordu.
Eskiden ara sıra köyde kendisine yakın
bildiği tek tük insanlarla toplanıp dertleştiği günler oluyordu. Bunlar elden
ayaktan düşmüş, ömrünün son demlerini yaşayan ihtiyar insanlardı. Her görüşmede
pencerelerinden ışık gelen evlerin sayısının azaldığını gördükçe içini hüzün
kaplar, köyün son adamına kadar boşalacağı korkusu kalbini kemirirdi.
Yeryüzü tersine dönüyordu. İçinin
dağılmış hatıra dünyasında her şey baş aşağı durduğundan hafızasında ne varsa,
gözlerine ters şekilde görünüyordu. Ona öyle geliyordu ki, akşamları gökyüzünde
daireler çizen heykellerle fısıldaşan kargalar da tersine uçuşuyorlar. Bazen de
baştan itibaren ömrünü tersine yaşadığını, yılları tersine harcadığını
düşünüyordu.
Akşamların, sabahların çarkı da
tersine dönüyordu; gün, akşamın çökmesi ile başlıyor, tan yerinin ağarması ile
bitiyordu. Sanki hayatın tabii akışı düğümlenmişti de açılmak için tersine
dönüyordu.
* * *
Henüz erken idi, havanın kararmasına
hayli vardı. Akşam olsaydı, evlerin pencerelerinden gelen ışıkları görebilir,
köyde kaç kişi kaldığını tahmin ederdi.
Ancak akşamın gelmesini beklemeye
sabrı olmadığından dikkatle avlu kapısını açarak sokağa çıktı.
İhtiyar gözlerine inanamadı, yolun
çevresinde, hendeklerin etrafında, su arklarının kenarlarında heykeller göverip
durmuştu.
O, dikkatle, sağı solu heykellerle
çevrili yolu adımlayarak köyün alt başına vardı.
Biraz ileride otlak vardı, bahar
başından ta güz sonuna kadar köyün malı, davarı burada otlatılırdı. Ancak şimdi
bu yerleri tanımak mümkün değildi. Bir zamanlar yemyeşil çimle kaplı otlağı
göverip kalkmış heykeller girilmez bir ormana çevirmişti.
İhtiyar ırmağın vadisi boyunca göz
alıncaya kadar uzayıp giden heykel ormanını süzdü. Çocukluk ve gençlik
yıllarının geçtiği ormanlar heykellerin göverip kalkması ile rengini,
canlılığını kaybetmiş, tanınmaz hale gelmişti. Şimdi geçmişini, hafızasını
silip süpüren bu heykel ormanını hayret içerisinde seyrediyor, yönünü kaybetmiş
yolcu gibi çaresizlik girdabında dövünüyordu.
İhtiyar o yana bu yana göz gezdiriyor,
hatıralarının serpildiği bu yerlerde bir işaret, iz arıyordu, ancak ona tanıdık
gelen sadece gökyüzünde parlayan güneş vardı, diğer bütün şeyler rengini,
canlılığını kaybetmişti.
Güneş hissolunmadan guruba indikçe
özlediğini, heykellerin içinde sıkıldığını, nefes almasının zorlaştığını
hissediyordu.
Gurubun rengi heykelleri altını renge
boyuyordu.
İhtiyar yavaş yavaş geri dönmeye
başladı. Birazdan dönüp avluya girdiğinde artık hava kararmıştı.
Balkona çıkıp akşamın alacasında dağın
yamacı boyunca sıralanan köy evlerini süzdü.
Köyün son evinin de ışığı sönmüştü.
Köy boşalmıştı.
Bir süre sonra hava kararıp köy
büsbütün karanlıklara gark olunca ihtiyarın ruhuna gariplik çöktü. Ona vatan
olan bu köyde uzun yıllardan beri ilk yalnız gecesini geçirecekti. En çok
korktuğu da işte buydu. Belki de köyün boşaldığını bilmeseydi, geceyi sabah
etmek o kadar da zor olmazdı. Zaten yıllardır tek başına yaşıyordu.
Ancak şimdi...
Eve girse de duvarların üstüne
yürüdüğünü hissettiğinden içeride duramadı. Yeniden balkona çıktığında ay
doğmuştu. Ayın beyaz ışıkları bakır renkli heykellerin üzerine yansıyarak
geceyi benzeri görülmemiş ışıklı meşaleye çevirmişti. Heykellerin aydınlığında
bir an ona öyle geldi ki, köy boşalmayıp, aksine çok çok eskiden olduğu gibi
sessiz sedasız gece hayatını yaşıyor.
İhtiyarın içindeki panik gitgide
büyüyordu. Geceyi bir şekilde sabah edebilse, tan yeri sökülür sökülmez köyü
terk edecek, bu yerlerden tamamen çıkıp gidebilecekti. O, insansız bir köyde,
mantar gibi biten heykellerin çevresinde tek başına yaşayamazdı.
Yatağına girmeden önce sabırla yol
tedariki görmeye başladı. Ancak nereye gideceğini, kime sığınacağını,
kendisiyle ne götüreceğini bilmiyordu, birtakım giysiden ve yıllarca boğazından
kesip kefenlik biriktirdiği üç beş kuruştan başka hiçbir şeyi yoktu.
Yatağına uzansa da gözlerine uyku
girmediğinden geceyi uyanık geçirdi. Elleri ayakları, kemikleri, kasları acıdan
sızım sızım sızlıyordu.
Sabaha kadar hayatı bir film şeridi
gibi gözlerinden kayıp durdu.
* * *
Tan yeri kızarır kızarmaz kalkıp
özenle giyindi, akşamdan toplayıp hazırladığı siyah meşin çantasını omzuna
atarak balkona çıktı, ağır ağır tahta basamakları indi ve taşlarla döşenmiş
avlunun ortasına doğru ilerledi. Buradan hem ev, hem bahçe net görünüyordu.
Yola çıkmadan önce son kez kendi
elleriyle yaptığı, bunca ömür sürdüğü evi, avluyu bacayı, bağı bahçeyi gözden
geçirdi. Onun yapıp ettiklerinden bir işaret kalmamış, her şey büsbütün
değişmiş yabancılaşmıştı.
Avlu kapısını açıp sokağa çıktığında
gözlerine inanamadı. Köyün içerisinde uzayıp giden yol taşların, çalıların
arasından göverip kalkan heykellerle kaplanmıştı.
... Yolu ve yol kenarlarını
heykellerin arasında zar zor adım atabiliyordu. Yürümek son derece
zorlaştığından bazen geçip gitmek imkânsızlaşıyor, yoluna devam etmek için
heykellerin biraz seyrek yerlerini arıyordu.
Ve birdenbire vücudunda, el kol
hareketlerinde gariplikler hissetmeye başladı. Sanki eli kolu, dizleri,
topukları, vücudunun tüm organları uyuşmuştu.
Adımlarını hızlandırarak bir an önce
bu yerlerden uzaklaşmak istedi. Ancak ayakları ağırlaştığından onlara söz
geçiremiyor, sanki başkasının ayaklarıymış gibi isteğine, iradesine tabi
olmuyordu.
Kendini toparlamak için uğraştıysa da
bir türlü başaramadı.
Aklına gelen korkunç fikirle büsbütün
sarsıldı: O, heykele dönüşüyordu.
Kiev - Harkov – Bakü
Türkiye türkçesine aktaran Hayri Ataş