Asıl adıyla Musa
Çağıl deseniz pek tanıyan çıkmaz; çünkü onu herkes “Saatçi Musa” ismiyle bilir.
Saatçilik Malatya Cezaevi´nde öğrendiği mesleğidir.
Türkiye´nin
“Tek Parti” günlerinden “AK Parti” günlerine uzanan dini, siyasi ve entelektüel
serüveninin merkezinde bulunmuş bir isim.
Anlattıklarından
Derlenen Kısa Hayat Hikâyesi
Saatçi
Musa Çağıl, 1927’de Sivas’ın Kangal ilçesine bağlı Alaşehir köyünde doğdu. Çocuk
yaşlarda ailesiyle birlikte Malatya’ya yerleşti. Yedi kardeşinden ikisi küçükken ölünce iki
erkek dört kız kardeş kaldılar. O dönemde köylerde kalabalık nüfus geçim için
önemli bir kaynağı olduğundan aile kalabalıktı. Dedesinin de 12 çocuğu vardı.
Saatçiliği
kendisine babasından miras kaldı.
Babası
Divriği’nde ilim tahsili yanı sıra saat tamirciliğini de öğrenmiş. Daha sonra geliştirdiği mesleğine önce Kangal’da,
Malatya’da bir Ermeni saatçi ustasının yanında biraz daha geliştirip sürdürmüş,
abisiyle birlikte.
İlkokulu
Malatya’da Çarmuzu Hidayet Mektebinde okudu. Arkasından Ortaokula gitti ama abim
askere gidince üçüncü sınıftan ayrılmak zorunda kaldı. Baba mesleğine devam
etti.
1952
yılına kadar Malatya’da kaldı. “Allah’” demenin suç sayıldığı bir dönemi
yaşadı. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri, aynı zamanda Basın Yayın Genel Müdürü
de olan Kemal Gedeleç bir tamim yayınladı. Bu tamim bütün gazetelerde
yayınlandı. “Allah’tan, dinden bahsetmek, tefrika yapmak, yazı yazmak yasaktır”
deniyordu. Öyle ki yıllar sonra Üstad Necip Fazıl’ın Mevlit adlı kitabının
reklamını ancak metindeki ”Allah” kelimesini çıkarıp yayımlayabildiler.
Saatçi
Musa Çağıl, CHP’nin tek partinin yasakçı rejimi, Demokrat Parti’nin Celal Bayar
ve Menderes ağırlıklı kısmen özgürleşme dönemine yakından tanıklık etti.
O
dönemin Malatya’sında arkadaşlarıyla birlikte Büyük Doğu Fikir Kulübünü kurdu. O
yıllarda adı Ahmet Emin Yalman suikastine bulaşınca Hüseyin Üzmez, Osman Yüksel ve Necip Fazıl’la
birlikte hapse mahkum edilerek aylarca Malatya Hapishanesinde hapis yattı.
Lise
öğrencisi, arkadaşı Hüseyin Üzmez’in Ahmet Emin Yalman’ı vurmasını
planlamışlardı. Nitekim öyle de oldu. Ekim 1952’de Üzmez, Yalman’ı vurdu. Üç el
ateş etmiş. İkisi karnına birisi eline isabet etmişti.
Bu
suikast bahane edilerek epey zevat hapse mahkum edildi. Ahmet Emin Yalman’la
polemiğe giren, dini ve siyasi içerikli yazılar yazan, Necip Fazıl, Osman
Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atılhan, Mustafa Bağışlayıcı gibi çok sayıda
aydını topladılar.
Bu
davada Saatçi Musa on iki yıl, Hüseyin Üzmez 24 yıl ceza aldı. Dokuz yıl
hapiste yattı. Cezamın bitmesine bir yıl kala 60 ihtilali sonrasındaki bir afla
hapisten çıktı. Hüseyin Üzmez de toplam on yıl yattıktan sonra aynı afla
hapisten çıkmış oldu.
Hapisten
sonra yine Malatya’ya dönerek, bir
müddet abisinin yanında çalıştı. Artık dükkânın seyri değişmiş, gelen gidenlerin
sayısı artmıştı. Ağabeyi gelenden gidenden rahatsız olmaya başlayınca
İstanbul’a gitmeye kara verdi.
Hapiste
biriktirdiği birkaç kuruş vardı. Gerçi büyük bir kısmını anamın hastalığına
harcamıştım. Geriye kalan parayı cebine koyarak, İstanbul’a doğru yola çıktı.
Amacı İstanbul’da bir iş bulup çalışmak veya saatçilik yapmaktı. Bazı
arkadaşları görmek için birkaç günlüğüne Ankara’ya uğradı. Geldiğinin ikinci
günü Kızılay’da yürürken tesadüfen yolda Üstad ile (Necip Fazıl) karşılaştı.
Hoş-beşten sonra Üstad onu bir lokantaya götürdü. Lokanta sahibi ile tanıştırdı.
Birkaç kez daha gitti oraya. Son gittiğinde akşam üzeriydi. Yemeği yiyip,
hesabı ödeyip çıkacaktı. Lokanta sahibinin yanında birileri vardı. Alacak
verecek meselesi konuşuyorlardı, vedalaşıp ayrılacaktı. Lokanta sahibi “Yarına
kadar bir miktar nakite ihtiyacı var, yarın öderim” demiş, yarın gideceğini ve tüm
parasının bu olduğunu söylemişti. Adam “Sen merak etme” demişti. Ertesi gün
gitti, sonraki günler yine yine gitti ama, parasını alamadı. Adam iflas etmişti.
O
günlerde banka kredisi çekerek
Kızılay’da bir saat tamir dükkanı açtı. İşte kalış o kalış, böylece
Ankara’ya yerleşmiş oldu. 1962 yılında, bir akrabamın kızıyla evlendim. Bu evlilikten
ikisi kız beş evladı dünyaya geldi.
Her Dönemde
Ünlülerin Uğrak Yeri Okul Gibi Bir Dükkân
Daha
sonraları bu saatçi dükkânı milliyetçi ve muhafazakar düşüncenin ocağı haline
geldi. Bütün muhafazakâr, İslamcı ve sağcı yazarçizer ve siyasetçilerin uğrak
yeri oldu. Başta Turgut Özal olmak üzere, Necmettin Erbakan, Süleyman Demirel,
Korkut Özal, Recai Kutan, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman Arif Emre, Sezai Karakoç,
Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören, Nuri
Pakdil, Fehmi Koru ve Abdullah Gül dâhil bugünkü CHP dışındaki siyasetçilerin
çoğu sizin bu küçük dükkânın müdavimleriydi.
Fethi
Gemuhluoğlu´dan Osman Yüksel´e, Sezai Karakoç´tan Akif İnan´a, Nuri Pakdil´e
kadar pek çok fikir adamının uğrak yeridir küçük saatçi dükkânı. Başka kimler
yok ki? Recai Kutan, Necmettin Erbakan, Abdullah Gül, Bahri Zengin, Temel
Karamollaoğlu, Kahraman Emmioğlu, Fehim Adak, Cevat Ayhan, Muammer Dolmacı,
Abdülkerim Doğru, Demirel ve Özal kardeşler’
Sezai
Karakoç´un, Nuri Pakdil´in en yakın arkadaşlarından biri. Bilenler bilir
birinci sınıf Pakdil ve Karakoç hikâyelerinin sahibi. İsmet Özel´in tanışmak
için Sezai Karakoç´a gittiğinde Karakoç´un yanında o vardır.
Ankara´da
İzmir Caddesi´nde 60´lı yıllardan 80´li yıllara kadar pek çok siyasetçi ve
aydının uğrak yeri olan ve tarihe tanıklık eden bir saatçi dükkânının da
sahibi. Şimdilerde kapalı. Musa Amca da tebessümle dünyanın gidişatını izliyor.
Haftada bir gün dışarı çıkıyor, Kurtuba Kitabevi´ne.
Ekmeğin
karneyle, Sümerbank mamullerinin vesikalarla verildiği bir dönemde başlıyor
onun mücadelesi ve hikâyesi.
1950´li
yıllar. Malatya , “CHP´nin Kâbesi” diye biliniyor o zamanlar. Necip Fazıl´ın
efsanevi Büyük Doğu dergisinin ülkenin dört bir yanını sarstığı günler. Musa
Amcanın hayatındaki en büyük dönüm noktası da o dergidir.
Büyük
Doğu´yu gece ikide tren garından alıp arkadaşlarıyla dağıtır şehirde. Dergi
çevresinde bir fikir atmosferi oluşur. Sait Çekmegil, Fevzi Özer, İbrahim
Akçadağ, Hamit Fendoğlu ile birlikte Malatya Fikir Kulübü´nü kurarlar. Büyük
Doğu, damarlarına basan, onları çok etkileyen, heyecanlarını diri tutan bir
dergidir. Musa Amca da o heyecanla gazeteci Ahmet Emin Yalman´ın vurulma olayına
(1952 olması lazım) karışır ve tam sekiz yılı cezaevinde geçer. Cezaevi
arkadaşları Necip Fazıl, Cevat Rıfat Atilhan, Mustafa Bağışlayıcı, Osman Yüksel
Serdengeçti, Hüseyin Üzmez´dir.
Yetmişli
yılların sonuna kadar burada kaldı, sonra yeri ve mesleği değiştirdi.
Bakanlıklara doğru çıkarak, Deri üzerine çalışmaya başladı.
Cezaevinden
yeni çıktığı dönemde, çeşitli cemaatlerin sohbetlerine katılmış, gazeteci
Ercüment Özkan’la Hüzbüttahrir üyesi olmuş, sonra her iki bu cemaatin
mahiyetini anlayıp ayrılmışlardı.
Saatçi
Musa, uzun yıllar önce dükkanlarını kapatıp emekliliğin tadını çıkarmaya
başladı. Yakın dönemin, özellikle İslamcı hareketin yaşadığı serüvenin önemli
bir yakın tanığı olduğundan gazeteciler peşini bırakmıyor, kendisiyle sık sık
söyleşiler yapıyorlar.
Fazla
dışarı çıkmıyor, haftada bir Ankara Kızılay’daki kitapcafelerden birinde
görülebiliyor.
Musa Çağıl dünden
bugüne şöyle konuşuyor:
“Dün
söz dinleyecek adam vardı, o adamlara söz söyleyecek adam yoktu, bugün söz
söyleyen adam çok fakat söz dinleyecek adam kalmadı. Şimdi aramıza eşyalar,
koltuklar, çeşitli malzemeler ve televizyonlar, internetler girdi. Artık
birbirimizin sözünü anlayamıyoruz çünkü zihnimizde, gönlümüzde karşılığı olmayan
kelimelerle konuşuyoruz.”
Şu sözleri de
can alıcı:
“İslam´a
talip olduğunu söyleyen insanlar gerçek gündemlerinden koptular. İnancımıza
özenmemiz lazım. İslamcılar siyasi ve ekonomik güce kavuştu ama manevi, ahlaki
istikametlerini kaybetmekle yüz yüze kaldılar. Mesela yoksul başarılı
öğrencilere burs vermeleri için birtakım zenginlere gittim, trilyonluk adamlar
ayda 100 lirayı bile muntazaman yatırmadılar. İlla ‘cemaatten’ mi olması
gerekiyor o çocukların. Onun için biz neyi kaybettik bunu hatırlamamız lazım.
Önceden daha fakir adam daha çok şey veriyor, daha fedakârca davranabiliyordu.
Şimdi adam zengin oldu, o zenginliği korumanın peşinde. Bu Müslüman ahlakı
değil, kapitalist dünyanın getirdiği bir ahlaktır. Müslüman ahlakı zaten bu
kadar mal biriktirmeye izin vermez.”
Saatçi Musa İçin
Ne Dediler?
“O,
kıbleye bakarken mertçe, insanca duran 90 küsur yaşında bir delikanlı. Büyük
tecrübeye, bereketli bir ömre teşekkür etmek düşer bize de.” (Bekir Fuat)
KAYNAKÇA:
Saatçi Musa ile bir çağa tanıklık edin 1-2
(Söz ve Adalet Dergisi Sayı 6-7, 19.8.2008), Siyasetin ayarını yapan
saatçi - Yeni Şafak (yenisafak.com, 8 Kasım 2009), Saatçi Musa'nın dükkanından
geçen ünlüler (haber7.com, 11 Haziran 2010), Asım Öz / Saatçi Musa (2010),
Saatçi Musa (eksisozluk.com, 11 Nisan 2007), Ömrünü 'Müslüman Saati'nin
tamirine adadı - Dünya Bizim (dunyabizim.com, 19 Şubat 2013), Musa Çağıl:
Erdoğan Osmanlı ruhunu geri getirmek istiyor (aksam.com.tr, 1 Ekim 2017), Bekir Fuat / Saatçi Musa (haberdurus.com,
gazeteoku.com, 9.06.2019).
Bugün
sizi kendisi de bir gariban olan, gariban dostu bir gönül adamı ile tanıştırıyoruz.
Saatçi Musa Abi’yi tanımaya hazırlanın.
Musa
Çağıl, bir zamanların fikir ve siyaset ocağı ve farklı ve aykırı düşüncelerin
kalesi Malatya’da o havayı teneffüs ederek yetişmiş. Yakın tarihimizin en
önemli tanıklarından. 1952 Ahmet Emin Yalman suikastının planlayıcılarından. Bu
nedenle gençliğinin en verimli yılları cezaevinde geçmiş.
Cezaevinden
sonra İstanbul’a yerleşmeyi planlamış, ancak, kader onu bu kez Ankara’da bir
saat tamir atölyesi açmaya mahkûm etmiş. Bir müddet sonra, bu saat tamir
atölyesi, sağ ve İslamcı siyasetin önde gelen simalarıyla, milliyetçi,
muhafazakâr ve İslamcı fikir adamlarının buluştuğu bir platforma dönüşmüş. 70’li,
80’li ve sonrası fikir ve siyaset adamlarının yetiştiği bir okula dönüşmüş.
İşte bugün, sizi günümüzün önemli çok sayıda fikir ve siyaset adamının
yetişmesine önemli katkılarda bulunmuş, bugün kendisi de bir gariban olan,
gariban dostu bir gönül adamı ile tanıştırıyoruz. Kendinizi Musa Çağıl’ı, namı
diğer Saatçi Musa Abi’yi tanımaya hazırlayın.
Musa
Çağıl kimdir kısaca kendinizi tanıtır mısınız’
1927’de
Sıvas’ın Kangal ilçesine bağlı Alaşehir köyünde doğmuşum. Üç yaşında Malatya’ya
göçtük. Daha önce Kangal’a göçme planları vardı ama gerçekleşmedi. Amcazadeler
Malatya’da olduğu için oraya göçtük.
Kaç
kardeştiniz?
Sekiz
kardeştik. İkisi küçükken öldüler. İki erkek dört kız kardeş kaldık. O günlerde
kalabalık nüfus geçim için önemli bir kaynaktı. Ucuz işgücüydü. Özellikle köy
yerlerinde bu zaruri bir durumdu. Geçim emeğe dayanıyordu. Dedemin de 12 çocuğu
vardı.
Sizde
saatçilik geleneği babanızdan mı geliyor?
Evet,
saat tamirciliği baba mesleği... Abdülhamit döneminde, medrese öğrencileri
askerden muaf tutuluyormuş, bu nedenle babam Divriği’nde ilim tahsiline
başlamış. Bu arada saat tamirciliğini de öğrenmiş. Medrese’de okurken
Medreseler kapanıyor ve askerliğini yine Divriği’de yapıyor. Daha sonra bu
saatçilik işini geliştiriyor. Bir ara Kangal’da saatçilik yapıyor. Malatya’da
bir Ermeni saatçi ustasının yanında mesleğini bıraz daha geliştirdi. Ustası
artık kendi dükkânını açabilirsin deyince Malatya’da kendi dükkânını açmaya
karar veriyor. Biz o zaman köydeyiz. Geliyor, koyun inek ne varsa satıyor,
Malatya’ya göçüyoruz. Daha sonra bu meslek bize geçiyor. Abim de ben de
saatçilik mesleğini babamızdan öğrendik. Bizim köy Malatya ile Sivas’ın tam
orta noktasında tahminim Malatya’ya uzaklığı da Sivas’a uzaklığı da aynı;150
veya 160 km. falan. O zaman hatırlarım biz köyden Malatya’ya bir buçuk günde
geldik. Kamyon dağlardan taşlardan dolaşarak geliyor. Yol yok. Zaten bölgeyi
bilmeyen gelemez. Hatta bizim yükün bir kısmı farkına varmadık yolda düşmüş.
Annemin önem verdiği bakır kapların içinde olduğu çuval yolda düşmüş, bulmak
mümkün değil. Öyle kaybolup gitti.
Malatya’ya
geldiğinizde yıl kaç?
1932
veya 33 yılındayız, tahminim dört veya beş yaşındayım. Bu göç olayını iyi
hatırlıyorum. Bir de daha önce iki veya üç yaşında iken bir güneş tutulması
olmuştu onu da hatırlarım. Hatta bir çok kişi nasıl hatırlıyorsun diye hayret
ederler ama hatırlıyorum.
Eğitim
öğretim durumları nasıl başladı?
Malatya’ya
geldikten iki yıl sonra okula başladım. Reji denilen bir yer var, orada,
Çarmuzu Hidayet Mektebinde okula başladık. Bir ara hastalandım, birkaç ay okula
gidemedim. İyileştiğimde tekrar okula başladım. Hasta iken de boş durmamış,
gidemediğim dönemlerdeki konulara evde çalışmıştım. Tatile yakın okula gittim,
görmediğim konulardan da sınava girdim ve sınıfımı geçtim. Böylece yıl
kaybından kurtuldum. İlkokulu kayıpsız bitirdim. Arkasından Ortaokula gittim.
Abim askere gidince okulun arkasını getiremedim. Orta üçüncü sınıftan ayrılmak
zorunda kaldım. Tabi o yıllar zor yıllardı. İkinci Dünya Savaşı yılları... Her
yerde yoksulluk vardı. Defterleri, kitapları ortak kullanıyorduk. Kalemlerle
bir santim kalıncaya kadar yazmaya devam ediyorduk. Öğretmenler askere alındı.
Kalan öğretmenler sırayla eğitim veriyorlardı. Ama buna rağmen kaliteli bir
eğitim vardı. Öğretmenlerin ciddiyeti vardı. Osmanlı terbiyesi vardı. Hiç
unutamadığım Bahattin Yediyıldız diye Birinci Dünya Savaşı’na katılmış bir
öğretmenimiz vardı bize, Yemen’e gitmiş, savaş hatıralarını anlatırdı. Onu çok
severdik. Cuma günlerini dört gözle beklerdik. O camiye gider biz de
abdestli-abdestsiz onu takip ederdik.
Tabi
o yıllarda ezan Türkçe olarak okunuyor değil mi?
Evet,
‘Tanrı uludur, Tanrı uludur’ şeklinde. Allah demek yasak, Kur’an okumak yasak,
okutmak yasak.
Peki,
camiler ne işe yarıyordu? Nasıl bir iş görüyordu?
Cami
sadece bir namaz kılma mahalli. Türkçe ezan okunuyor, insanlar geliyor,
namazını kılıp çıkıyor. O kadar. Vaazlar klasik bir şekilde veriliyor, devletin
kontrolünde. Abur cubur hikayeler, hurafeler anlatılıyor.
İlkokulu
bitirdikten sonra eğitim hayatınız nasıl devam etti?
Dediğim
gibi, abim askere gidince liseye devam edemedim. Orta son, eğitimimin sonu
oldu. Baba mesleğine devam ettik. O yıllarda saat tamirciliğinde iyi para
vardı. Savaş yılları olduğu için yeni saat gelmiyor herkes saatini tamir
ettiriyordu. Aynı şekilde kumaş sıkıntısı var insanlar var olanları tamir
ettirip kullanacaklar. Var olanlar da karne ile verilirdi. Nazilli basmaları
geldiğinde kişi başına iki veya üç metreden fazla vermezlerdi. Vs. bizim
ilkokulda giydiğimiz grizet diye gri renkte giydiğimiz bir giysi vardı.
Düşünün, onu bize kışın kısa pantolon olarak vermişlerdi, uzun pantolon olmaya
yetmiyordu.
Devlet
okulları dışında din eğitim alma imkânı var mıydı? Toplum önderleri
diyebileceğimiz kişiler var mıydı? Örneğin, tarikatlar tekkeler gibi? Bu
saatçilik işi de ellili yıllara kadar devam etti mi?
Evet,
ellili yıllara, daha doğrusu 1952 yılına kadar Malatya’da kaldım. O zaman
tekkeler kapatılmıştı ama oralardan gelen, o anlayışla ilişkileri devam eden
insanlar hayattaydı. O insanlara gidiyor onlarla sohbetler ediyorduk. Onlara
sorular soruyorduk. Bilirsiniz sormak, ilmin yarısı sayılır. Hatta zikir bile
yapıyorduk. Ses dışarıdan duyulmasın diye evlerin pencerelerini halılarla,
keçelerle örterlerdi. Ancak adamlar çok tedirgindi, ciddi ciddi korkuyorlardı.
Mesala o dönem ‘Allah’ demek yasaklanmıştı. O zaman Cumhurbaşkanlığı Genel
Sekreteri, aynı zamanda Basın Yayın Genel Müdürü de olan Kemal Gedeleç bir
tamim yayınladı. Bu tamim bütün gazetelerde yayınlandı. ‘Allah’tan, dinden
bahsetmek, tefrika yapmak, yazı yazmak yasaktır’ deniyordu. Öyle ki biz yıllar
sonra Üstad Necip Fazıl’ın Mevlit diye bir kitabının reklamını yaptıracağız
Ankara Radyosunda, kısa bir ilan metni hazırlamışız. Metinin bir yerinde Allah
kelimesi geçiyor diye yayınlamadılar. Üstad Allah kelimesini çıkararak metin
yeniden düzenlediler de ilanı öyle yayınladılar.
Yıl
kaç?
Sanırım
1965 veya 1966’lı yıllar, o yıllarda bile bu tamim değişmemiş, uygulanmaya
devam ediyor. Belki bugün bile o tamim iptal edilmemiştir, hala yürürlükte
olabilir. Rahmetli Üstad, Kemal Gedeleç’in bu tamimini Büyük Doğu Mecmuasında
yayınladı.
Elli’den
sonra devletin baskısı biraz azaldı. DP, ana muhalefet olacağını düşündüğü için
birçok vaatte bulundu. Ancak ezici çoğunlukla iktidar olunca söylediklerinin
bir kısmını yapmak zorunda kaldı. ‘Ezan tekrar Arapça okunacak’, ‘Kur’an
kursları, ilahiyatlar açılacak’ gibi’ Öyle olaylar yaşandı ki, halkın bazı
taleplerini karşılamak zorunda kaldılar. Cenazeler ortada kaldı. Namazlarını
kıldıracak kimse yok. Yeni nesil Kur’an okumayı bilmiyor, çünkü yasak. Aynı
zamanda cenazeyi kaldıracak kefen yok. Öylesine yokluk yılları. Bunun yanında
müthiş bir yolsuzluk var. Bazıları el altından parası olana, devletin ürettiği
malları elli katına yüz katına satıyor. Çok kötü bir idare var. Adil bir
dağılım yoktu. Tuz ülkesinde tuz bulunmuyor. Gaz bulunmuyor. Özellikle
Menderes, bu seçim gezilerinden çok etkilendi. Ama vaatlerinin büyük
çoğunluğunu yerine getirmediler. Bugün biliyorsunuz, radyolardan mevlitler
okunuyor.
Aslında
DP bir muvazaa partisi, yani, danışıklı dövüş. ABD’nin zoru ile kurulmuş.
İkinci Dünya savaşından sonra Türkiye Birleşmiş Milletlere katılmak için
müracaat etti. ABD ile ilişkileri geliştirmek istediğini söyledi. ABD Başkanı
Truman’dan randevu almak istedi. Truman, o zamanın Dışişleri Bakanı olan Hasan
Saka’ya bir buçuk dakikalık bir zaman ayırdı. O da ayakta. ‘Madem, bizimle
ilişkiye geçmek istiyorsunuz, demokrasiye ve çok partili sisteme geçin,
hürriyetlerin önünü açın öyle gelin’ diyor.
İşte bunun sonucu olarak, alelacele özel seçilen isimlere DP
kurduruluyor. Celal Bayar İnönü’nün has adamı, CHP’nin içinde’ Menderes, CHP’nin
Umumi Katibi, yani genel sekreteri. Refik Koraltan eski vali. Valiler aynı
zamanda CHP il başkanı. Diğerleri de öyle, CHP’nin içinden gelme. Bu isimlerin
bir kısmı CHP’nin icraatlarını beğenmeyen kimselerdi. Zulme insani bir tavırla
karşı çıkan kimselerdi. Ancak Bayar gibi tepe yöneticileri öyle değil, onlar
sistemin has adamları. Sistemi kontrollü bir şekilde götüreceklerdi. DP böyle
kuruldu. Mesela Celal Bayar, Yassıada mahkemeleri sırasında ismi Necip Fazıl
ile birlikte anılınca, ‘Bana istediğinizi yapın ama bu gerici adamla birlikte
anmayın’ diyen birisidir. Partiyi İnönü’nün onayıyla kurmuştur. Zaten Parti’nin
kapatılma nedeni de bu ilgili kadronun inisiyatifini kaybetmesi ve Bağdat Paktı
nedeniyle İslam Dünyası ile bir göreceli yakınlaşma içerisine girilmiş
olmasıdır. Çünkü o zaman İslam Dünyası ile bütün ilişkiler en düşük
noktasındaydı.
Ellili
yıllara kadar saatçilik yaptınız, Ahmet Emin Yalman olayına da bu yıllarda mı
karıştınız?
Evet,
saatçılık yaparken bir taraftan okuyup, kendimizi yetiştirmeye çalışıyoruz.
Bugünkü gibi okuyacak kitap yok. Eski harflerle kitap çok ama kimse onu
okumasını bilmiyor. Zaten eski harflerle yazılmış kitapları evlerde
bulundurmakta bir sıkıntı. Her an başınız ağrıyabilir. O günlerde, Sait
Çekmegil’in de dayısı olan Keşşafın Bekir Hoca diye bir zat var. Bir kış ondan
Ömer Rıza Doğrul’un eski yazı ile Mevlana Şibli’den tercüme ettiği Asrı Saadet
kitabını okuduk. Hoca okudu biz dinledik, sorduk. Böylece birçok şey öğrendik.
Bilincimiz gelişti. Okumak itiyoruz, okuyacak kitap dergi yok. O günlerde Ehli
Sünnet Dergisi çıkıyor. Onu okumaya çalışıyoruz. Abdurrahim Zapsu çıkarıyor.
Hem ben hem Sait Çekmegil kendisine mektuplar yazıyoruz. Ben ayrıca bu dergiye
Hamido olayını yazdım. O da çok ilginç bir olaydır. Bu dergiye Malatya gibi
yerde 125 tane abone yaptık. Bu nedenle, Zapsu Hoca Malatya’ya kadar geldi.
Bizi ziyaret etti. Sait Çekmegil, Hamido ve benimle görüştü.
Üzerinde Allah ve Muhammed Yazan Halılar
Valinin Ayakları altında
Bu
birinci Hamido olayı nedir?
Malatya’nın vali dahil ileri gelen
yöneticileri yılbaşı balosunda, Valinin bulunduğu masa’nın altına üzerinde ‘Allah’
ve ‘Muhammed’ yazan bir duvar halısı serilmiş. Orada çalışan bir işçi bunu
görmüş. Balo devam ederken bu durumu bana bildirdiler. Ben, hemen Hamido’yu
arayarak durumu bildirdim. O esti kükredi. Bir plan yaptık. Valinin ayağının
altındaki halıyı alıp yerine başka bir halı açacaktık. Hamido çok yürekli bir
arkadaş ve Malatya’nın en büyük aşiretinin oğlu. Onu Yassı Ada çökertti. Hemen
balo yapılan yere gittik. Ne olur ne olmaz diye bir arkadaşı elektrik
şartelinin başına geçirdik. Biz kapıda bekliyoruz. Hamido elinde halı ile
valinin bulunduğu masaya gitti. Kibarca durumu anlattı. Vali ve diğer erkân eşleri
ile birlikte masanın etrafında oturuyorlar. Vali ‘Bizi rahatsız etme.’ demiş.
Hamido’da halıya asıldığı gibi masanın altından çekti. Tabi herkes bir tarafa
yığıldı. Arkadaş hemen şarteli indirdi. Karanlıktan yararlanıp kaçtık. Ben bu
olayı Ehli Sünnet dergisine yazdım. Dergide de yayınlandı.
Bu
olaydan dolayı bir soruşturma ve sorgulama olmadı değil mi?
Hayır,
takibat falan bir şey olmadı. Hamido sıradan birisi değil. Bu olay için kimse
Hamido’nun üzerine gelemez, aşiret adamı o. O iş öyle kapandı gitti.
Tekrar
Ahmet Emin Yalman konusuna gelirsek?
Biz
okuyacak kitap sıkıntısı çektiğimiz için, Fikir Kulübünü kurduk. Seminerler,
konferanslar düzenliyoruz. Çıkan dergi ve gazetleri okumaya çalışıyoruz. O
günlerde posta Malatya’ya haftada iki gün geliyor. Çünkü tren sadece haftanın
iki günü geliyor. Gelen bütün gazeteleri okuyoruz. Cumhuriyet gazetesini de
okuyoruz. O zaman Büyük Doğu dergisini yeni tanıdık. Kitap yok. Ziya Gökalp’ın ‘İslamlaşmak,
Muasırlaşmak, Türkleşmek’ kitabı bizim için önemli bir kitap, başka kitap yok.
Büyük Doğu Mecmuasından Çekmegil’e bahsettim. Mecmuayı takip etmeye başladık.
Önemli tartışmalar yapıyoruz. Ben, bu tartışmaların bir usul içerisinde
yapılmasını önerdim. Bir oturum başkanı seçilsin, herkes söz alarak konuşsun.
Kimsenin sözü bölünmesin dedim. Kabul edildi.
Malatya
ekolü ve usulü böyle başladı yani..
Evet,
ancak çok geçmeden cezaevine girdik ama bu usul oturdu, devam etti.
Ahmet
Emin Yalman Suikastının Planlayıcısı
Peki,
bu işe nasıl karıştınız, nereden çıktı Ahmet Emin Yalman olayı?
Ahmet
Emin Yalman’ı takip ediyoruz. Muteber ve meşhur bir gazeteci. Sebataist olduğu
için tutuluyor. Demokrat Partinin kazanmasında onun da epey katkısı var. Çünkü
CHP adına konuşuyor, tepki topluyor. Sivri bir dili var. Büyük Doğu’da Necip
Fazıl ile atışıyorlar. Yalman Cumhuriyet gazetesinin başında. O dönemde,
Cumhuriyet gazetesi bir Güzellik Kraliçesi yarışması açtı. Gelenbir Tayfuroğlu
diye dul bir kadını güzellik kraliçesi olarak seçtiler. Halbuki dul kadınlar bu
yarışmaya giremezler, neyse bizi orası ilgilendirmiyor. Bu kadın bize ters
gelen beyanatlar veriyor. Örneğin,’Ben Rus erkeklerinden hoşlanıyorum.’ diye
konuşuyor. Gazetede bunlar yazılıyor. Ayrıca Ahmet Emin Yalman da ‘Kominizim
artık camilerde, minberlerde, hutbelerde yer buluyor’ diye camilere hakeretvari
yazılar yazdı. Tabi bir taraftan da Üstad da bunlara cevap veriyor. O da sivri
yazılar yazıyor. Üstad da bizi etkiliyor. Ama bizi daha çok Ahmet Emin’in
yazıları tahrik ediyor, canımızı sıkıyor. Üstad’ın yazıları bizi tahrik ediyor
ama biz daha çok Ahmet Emin’in yazılarına kızıyoruz. Asıl bizi bu yazılar
tahrik ediyor. Üstelik bu adam İstiklal Harbi sırasında Mandacılığı savunmuş.
Mandacığı savunan bu adama Malatya’ya gelirse bir ders verelim dedik.
Yalman,
bir yurt gezisine çıktı. İlleri dolaşıyor. O yıllar ülkenin en sakin yılları,
herkes halinden memnun. Bu arada biz Malatya’da ve Elazığ’da Büyük doğu
cemiyetlerini kurduk hepsi arkadaşımız. Birlikte konuşuyoruz. Ne yapalım diye.
Kimi ‘domates atalım’, kimi, ‘yumurta atalım’ diyor, ben, ‘olmaz, daha ciddi
bir şey yapmamız lazım, bunlar haber olmaz’ dedim. Sonunda onu yaralayarak bir
gözdağı verelim dedik. Önce Elazığ’a gelecekti. Bu nedenle ilk girişimin orada
yapılmasını kararlaştırdık. Ancak görevli arkadaş heyecanlanınca iş Malatya’ya
kaldı. Rahmetli oldu. İbrahim Kara diye bir arkadaştı. İş Malatya’ya kalınca
kim yapabilir diye düşündük, Hüseyin Üzmez’de karar kıldık. O zaman Lise
öğrencisi, heyecanlı bir genç. Babası ölmüş, öksüz, gariban birisi. Diksiyonu
iyi, bizim toplantılarda şiirler okuyor, nesirler okuyor. Zeki de bir çocuk.
Ekonomik sıkıntı içinde öyle ki, sevdiği bir yemek olunca hemen içine bir avuç
tuz atıyor, kimse yemesin de hepsi bana kalsın diye. Böyle gariban birisi. ‘Hapiste
biz seni besleriz, hatta hapse girmemen için elimizden geleni yaparız’ dedik.
İş kararlaştırıldı. Ben Yalman’ın Malatya programını elde ettim. Ona göre bir
plan yaptık. 1952 yılının ekim ayıydı. Planda olduğu gibi Hüseyin Yalman’ı
vurdu. Üç el ateş etmiş. İkisi karnına birisi eline isabet etmiş.
O
gün de Malatya ana baba günü. Başbakan ve bakanlar da gelmiş. Ben o gün işim
olduğu için Elazığ’a gittim. Yalman Abdi İpekçi ile Postane’ye geliyor. İpekçi
içeride kalıyor, Yalman postaneden çıkınca Hüseyin orada ateş ediyor. Mahmut’la
birlikteler, Postaneye bisikletle gelmişler. Bisikletleri postanenin bahçesine
bırakmışlar. Olaydan sonra bisiklete binip kaçacaklar. Hüseyin bisiklete binip
kaçıyor. Mahmut heyecanlanarak bisikleti orada bırakarak kaçıyor. Daha sonra
bisiklet bulunuyor. Kimin diye soruşturuluyor. O günlerde bisiklet sayılı
kişilerde var. Bisikletler Şerif Dursun’a ait. Tabi çok geçmeden Mahmut’u ve
Şerif’i yakalıyorlar. Bu arada Hüseyin o akşam treni ile Elazığ’a bizim
yanımıza geliyor. Tecrübesiz çocuklar oldukları için polis onları biraz
sıkıştırınca bülbül gibi ötüyorlar. Her şey açığa çıkıyor. Bizi yakalıyorlar.
Necip
Fazıl davaya nasıl müdahil oluyor?
Ahmet
Emin Yalman’la polemiğe giren, dini ve siyasi içerikli yazılar yazan herkesi
topladılar. Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Cevat Rıfat Atılhan, Mustafa
Bağışlayıcı gibi ilgisiz ne kadar yazar varsa hepsini topladılar. Necip Fazıl
dışında hiç birini tanımıyoruz.
Ben
oniki yıl ceza aldım, Hüseyin 24 yıl ceza aldı. Dokuz yıl hapiste yattım.
Cezamın bitmesine bir yıl kala 60 ihtilali sonrasındaki bir afla hapisten
çıktım. Hüseyin de toplam on yıl yattıktan sonra aynı afla hapisten çıktı.
Bu
arada ilginç bir olay anlatayım. O günkü insanların haleti ruhiyesini anlatmak
açısından. Elazığ’da evinde kaldığımız arkadaş sekiz on arkadaşıyla birlikte
bir sözleşme hazırlıyorlar. ‘Yalan söylemeyeceğiz, dürüst olacağız, içki
içmeyeceğiz, haram yemeyeceğiz, Allah’ın yolundan ayrılmayacağız’ diye. Bunu da
yazıya geçiriyorlar. İçlerinden birisi ‘samimi isek bunu imzalayalım.’ Diyor ve
imzalıyorlar. Bir zaman sonra polis eve baskın yapıyor, dini kitap okuyorlar
diye, evdeki birkaç tane kitaptan birini içindeki kâğıtlardan birisi yere
düşüyor. O da sözleşmenin yazılı olduğu bu kâğıt. Hepsi bu kâğıt yüzünden gizli
örgüt kurma suçu nedeniyle üç beş ay hapis yatıyorlar.
Hapisten
sonra yine Malatya’ya mı döndünüz?
Evet,
yeniden Malatya’ya geldik, bir müddet abimin yanında çalıştım. Tabi ben gelince
dükkânın seyri değişti. Gelen giden arttı. Çay içenlerin sayısı da arttı. Tabi
gelirleri de arttı. Ağabeyimle mizaçlarımız uymuyor. Gelenden gidenden rahatsız
olmaya başladı. Baktım olmayacak, başka bir iş aramaya çalıştım. Dsi’ye geçici
işçi olarak girdim. Bir müddet çalıştım. Kafamı sarmadı. İstanbul’a gitmeye
kara verdim.
Ankara’da
Zorunlu İkametin Sonuçları
Hapiste
biriktirdiğim birkaç kuruş vardı. Zaten büyük bir kısmını anamın hastalığına
harcamıştım. Geriye kalan parayı cebime koyarak, İstanbul’a doğru yola çıktım.
Amacım İstanbul’da bir iş bulup çalışmak veya saatçilik yapmaktı. Bazı
arkadaşları göreyim diye birkaç gün için Ankara’ya uğradım. Bir gün Geldiğimin
ikinci günü Kızılay’da yürürken tesadüfen yolda Üstad ile karşılaştık.
Hoş-beşten sonra bizi bir lokantaya götürdü. Lokanta sahibi ile bizi
tanıştırdı. Birkaç kez daha gittik oraya. Son gittiğimde akşam üzeriydi.
Yemeğimizi yedik, hesabımızı ödeyip çıkacaktık. Lokanta sahibinin yanında
birileri vardı. Alacak verecek meselesi konuşuyorlardı, vedalaşıp ayrılacaktım.
‘Yarına kadar bir miktar nakite ihtiyacım var, yarın öderim’ dedi. Yarın
gideceğimi ve tüm paramın bu olduğunu söyledim. ‘Sen merak etme’ dedi. Ertesi
gün gittim, daha ertesi gün gittim alamadım. Adam iflas etmiş.
Ben
verdiğim parayı alacağım diye gelip gidiyorum ama günler de gelip geçiyor.
Benim İstanbul işi yattı. Yanında misafir olduğum arkadaşlar, ‘sen, Ankara’ya
yerleş’ dediler. Borç harç ettik. Bir arkadaşı kefil yaparak biraz kredi çektik
ve Kızılay’da bir saat tamir dükkanı açtık. İşte kalış o kalış, böylece Ankara’ya
yerleşmiş olduk.
Bu
arada ne zaman evlendiniz?
1962
yılında, bir akrabamın kızıyla evlendim. Bu evlilikten ikisi kız beş evladım
dünyaya geldi.
‘Rahmetli
Özal Çocukluk Arkadaşımdı’
Daha
sonraları sizin bu saatçi dükkânı milliyetçi ve muhafazakar düşüncenin ocağı
haline geldi. Bütün muhafazakâr, islamcı ve sağcı yazarçizer ve siyasetçilerin
uğrak yeri oldu. Başta Turgut Özal olmak üzere, Necmettin Erbakan, Süleyman
Demirel, Korkut Özal, Recai Kutan, Oğuzhan Asiltürk, Süleyman Arif Emre, Sezai
Karakoç, Necip Fazıl, Osman Yüksel Serdengeçti, Erdem Beyazıt, Rasim Özdenören,
Nuri Pakdil, Fehmi Koru ve Abdullah Gül dâhil bugünkü CHP dışındaki
siyasetçilerin çoğu sizin bu küçük dükkânın müdavimleriydi.
Bu
insanlar sizin dükkâna niçin gelirlerdi?
Ankara’da
takılacak fazla yer yoktur. Benim dükkân’da ayakaltı bir yerde olduğu için
herkes geçerken bir uğrayayım derdi. İnsanlar daha çok birbirini görmek,
birbiri ile sohbet etmek için gelip giderlerdi. Rahmetli Özal benim çocukluk
arkadaşımdı. Babası belediyede muhasebe işlerine bakardı. Üniversite okurken
bile yazları Malatya’ya gelirdi. Görüşmelerimiz ben hapse girince bir ara
kesildi. Çıktıktan sonra görüşmeye devam ettik. Okulu bitirince evlendi. Burs
kazanarak Amerika’ya okumaya gitmeye karar verince eşinin ailesi ‘biz kızımızı
gâvur memleketlerine gönderemeyiz’ diyerek boşanmalarına neden oldular. İye de
geçiniyorlardı. Tek neden buydu. Amerika’dan geldikten sonra da görüştük.
Yetmişli yıllarda daha yoğun görüşürdük. 24 Ocak kararları olarak bilinen
ekonomik tedbirler paketini kendisi hazırlamıştı. Bana madde madde okumuştu.
Onu bizim ekonomist arkadaşlarla tartıştıracaktım, o zaman imkân olmamıştı.
Seksenli yılardan sonrada görüşmelerimiz devam etti.
‘Süleyman
Demirel’e, ‘Dükkânıma Gelme; Sen tehlikeli Adamsın, Milletin Başına Bela
Olacaksın’ Dedim.
Süleyman Demirel?
Evet,
Süleyman Demirel de siyasete girmeden önce bizim küçük dükkâna gelip gidenler
arasındaydı. Benim sevdiğim arkadaşım Muammer Dolmacı’nın iş arkadaşıydı. O
vesile ile gelip giderlerdi. Kendisi ile birçok tartışmamız olurdu. Dini hiçbir
hassasiyeti yoktu. Ta o zamanlardan bugünkü konuştuğu gibi konuşurdu. O zaman
dili daha bozuk yani mahalli tam bir ‘çoban sülü’ ağzı ile konuşuyor. Bir iki
defa islami konular gündeme geldi. Adam saçma sapan cevaplar veriyor. Bugün ‘örtülü
olarak dini öğrenmek isteyen Suudi Arabistan’a gitsin’ türü konuşmaları gibi
hatta daha berbat cevaplar verince, ‘Sen çok yaramaz, çok tehlikeli bir
adamsın, bu memleketin başına bela olacaksın.
Kardeşim, bir daha buraya gelip huzurumuzu kaçırma’ anlamına gelen
sözler söyledim. Bir yerde kovalamış gibi olduk. Muammer Dolmacı’ya biraz dert
yanmış, ‘bu nasıl adam’ diye. Ondan sonra, ben onu gördüğümde görmezden geldim,
o beni görünce görmezden geldi. Bu nurcular onda ne buldular, peşinden niçin
ayrılmazlar anlamış değilim.
Yetmişli
yılların sonuna kadar burada kaldınız sonra yeri ve mesleği değiştirdiniz,
Bakanlıklara doğru çıkarak, Deri üzerine çalışmaya başladınız. Niçin böyle bir
iş değişikliğine gerek gördünüz?
Biz
Ankara’ya yerleşince gelen gidenin ihtiyaçlarını da karşılamak durumunda
kalıyoruz. Özellikle, İç Anadolu’dan ve Doğu’dan zeki fakat fakir öğrenciler
geliyor, bunlara burs bulmak, yer bulmak gerekiyor. Bunun için paraya ihtiyaç
var. Sağdan soldan para toplamaktan yorulduk. Milletten binbir nazla bir şeyler
toplayabiliyoruz. Çevremizdeki arkadaşlarımızın teşviki ile bu dericilik işine
girdim. Dericilik ile ilk tecrübem İhvani Müslimun üyesi bir arkadaş aracılığı
ile Libya’ya yüklü miktarda deri konfeksiyon ihracatı yapmak istedik. Para
hazır, mal hazır, ancak Kaddafi’nin cins ve anlamsız uygulamaları yüzünden
malların çıkışını yapıp ödemelerini gerçekleştiremedik. Yıllar önce böyle bir
tecrübe de yaşayınca bu işten anlayan bir genç bulduk. İlk yıllar her şey
yolunda gitti. Sonra bu genç bizi dolandırmaya başladı. Bir müddet kendimiz
yeni ustalarla götürmeye çalıştık ama devam ettiremedik. Bizim çocuklar henüz
küçüktü, olmadı.
Sizin,
bildiğim kadarıyla bir kitap dağıtımcılığı deneyiminiz de var. O işe niye
girdiniz?
Rahmetli
sizin hemşeriniz Mustafa Arafatoğlu yayıncılık ve dağıtım konusunda çok kafa
yoruyordu. Milli Selamet Partisinde de yöneticiydi. Aynen bugünkü gibi bir
kitap basılıyor ama okuyuculara ulaştırmak mümkün olmuyor. Üstelik o zaman
müthiş bir talep var. Her tarafta yeni yeni kitapevleri açılıyor. Mustafa
Yazgan da bu işe destek verdi. Bir dağıtım ağı kuralım dedik. Aynı zamanda
illerde ve ilçelerde seminerler ve konferanslar da düzenleyecektik, yazarları
da Anadolu’ya taşıyacaktık. İstanbul’da yayıncılarla toplantılar yaptık.
Konsinye usulüyle çalışmak üzere anlaştık. Yani kitap paralarını açık hesapla,
sattıktan sonra ödeyecektik. Bunun için yeni araçlar alacağız, yeni elemanlar
çalıştıracağız. Buna bir miktar sermaye ayırdık. Satıp ödeyecektik. Biz
çalışmaya başladık. Birkaç ay sonra, Ali Bulaç başta olmak üzere birkaç yayıncı
biz konsinye usulü çalışamayız demeye başladılar. Üstelik açık hesap diyoruz
ama hepsine senet vermişiz. Sadece, Nihat Armağan ile İsmail Kazdal’dan senet
vermeden açık hesapla kitap almışım. Kitapları satmadan paraları ödemek
durumunda kalınca yürütmek imkânı olmadı. Böyle olunca bu işi de tam
yürütemedik, bizim esnaflarımız da bir tuhaf, sözünün eri değiller. Bu işi
bıraktığımız duyulunca yüklü miktarda alacaklarımız ödenmedi. Öyle kaldı. O
alacaklarımız hala duruyor. Daha sonra da bu günlere geldik. Elbette Allah bu
işe engel olanların hesabını verecektir. Çünkü biz gerçekten iyi niyetle,
islami kaygılarla, kar gözetmeksizin yola çıkmıştık. Bizim o çabamızın
arkasından Birleşik Dağıtım kuruldu ama, 90’lı yılların sonunda o da batmak
zorunda kaldı.
Gerçi
onu sahipleri batırdı diyorlar ya..
Onu bilmiyorum.
Sizin
on yıla yakın bir cezaevi geçmişiniz oldu. Bunu kısaca değerlendirir misiniz?
Siz oradan neler aldınız, sizin bu günkü kişiliğiniz oluşmasında bu yılların ne
gibi bir katkısı oldu? Bu dokuz-on yılı bir değerlendirelim.
Malatya’da
fazla kalmadık, Ankara Ulucanlar cezaevine geldik. O zaman cezaevleri
yönetmeliklerinde bir değişiklik olmuş. Şahsi eşya bulundurmak yasaklanmış.
Yemek pişirmek mümkün değil. Arkadaşlar hapishaneye her türlü gıdayı yığmışlar
ama kullanmanın imkanı yok. Sadece bulgur pilavı pişirebiliyoruz. Malatya’da
rahattık, dışarıdan en lüks yemekler geliyordu. Burada yabancıyız kimseyi
tanımıyoruz. Görüşmeler de çok sıkı, görüşmek öyle kolay değil. Cezaevinin
büfesi var oralar da kabadayıların elinde. Önceden yerleşmişler. Paran olsa da
alamıyorsunuz. Malin iyisi önce kendi adamlarına veriliyor. Çürükleri geri
kalanlara dağıtılıyor. Aylarca şekerli su içerek, şekerli suyun içine ekmek doğrayıp
yemek zorunda kaldık.
Cezaevinde
mahkûmlar için yemek çıkmıyor mu?
Hayır,
yemek yapılmasına da ben ön ayak oldum. Hapishane müdürüyle görüşerek durumu
anlattım. Müdür iyi bir insandı. Bir de İlyas Mert diye enteresan bir
başgardiyan vardı. Sıvas Divriği’li bir adamdı. 1956’da akis dergisine kapak
bile olmuştu. Kitaplık bir adam, mahkûmları yüzünden okuyor. Hapishanenin piri
olmuş. Müdür beni dinledikten sonra ne yapalım dedi. Ben de ‘Hapishane içinde
bir yemekhane açın, mahkûmlara tabldot usulü yemek çıkartalım.’, ‘En azından
parası olan yer, şimdi parası olan da yiyecek bulamıyor. Veya bize müsaade et
yemek pişirelim.’dedim. Bize kısıtlı bir imkân tanıdı ama birçok sorun çıktı.
Bu durumu genel müdürlüğe aktarmış, genel müdürlük bunu uygun bulmuş. Sonra
genel müdürlükten muhasebe genel müdürü hapishaneye geldi. Benimle görüştü.
Fikrimi ona da anlattım. Çok hoşuna gitti. ‘Sen akıllı bir adamsın burada ne
işin var.’ dedi. Ben de ‘zaten akıllı olduğum için buralara düştüm. Bakma o
kadar da akıllı değilim.’ dedim.
Sonra müdür ‘Bu işi sen yapacaksın’ dedi.
Cezaevinde iyi bir aşçı buldum. Başgardiyan da bize yardımcı oldu. Para işine
ben karışmadım. Çok güzel yemekler çıkardık. Üç dört yıl böyle devam etti. Ben
açık bölüme geçinceye kadar devam etti. Gardiyana bir iki nefes okudum bizi çok
sevdi. Biraz daha hemşericilik de vardı.
Ulucanlar
cezaevinde Türkiye’nin her yerinden mahkûm bulunuyor. Neredeyse her ilçeden
insan var. Benim Türkiye insanını tanımamda hapishane günleri bir okul görevi
gördü. Çankırılı nasıl, Burdurlu nasıl, Karslı nasıl, Edirneli nasıl, Sinoplu
nasıl, hepsiyle ilgili bir fikir sahibi oldum. Mesela Ege ayrı bir tip, Trakya
ayrı bir tip, Adapazarı, İzmit, İstanbul ayrı bir tip, Sinop ayrı bir tip;
Sinoplu içine kapalı ve gariban bir tip. Daima kenarda kalmışlar. Sosyal
hayatta da öyleler. Bu gün de hala öyle. Beynimde, bir ekonomik ve sosyal harita yanında bir itikadi kültür
haritası da çıkardım.
‘Erbakan’a
Söz Anlatmak Mümkün Değildi’
Ben
bu birikimimi Milli Nizam Partisi kurulmadan önce Erbakan’la paylaştım. Erbakan’a;
‘Toplumsal bir davaya giriyoruz, bunlar, hemen ceffal kalem olmaz, bir etüt
edelim, detaylı bir değerlendirmesini yapalım’ dedim. ‘Tamam’, ‘hoş’, ‘güzel’
diyor ama arkası gelmiyor. Parti (Milli Nizam) kurulma aşamasında sürekli
beraberiz. Benim dükkân Parti merkezinin hemen yanında. Sürekli çağırıyor.
Bizim edebiyatçılar takımı da orada, ama onlar parti kurulmasına karşılar. Nuri
Pakdil, Erdem Beyazıt, Rasim, Cahit, Akif İnan, Bahri Zengin vs hepsi karşı
çıkıyor. Zaten Sezai Karakoç bu işlere hiç yanaşmadı. Hoca’ya hep karşı çıktı.
Bu yapının içinde hiç yer almadı. Kendisine memuriyet teklifi bile
götürülemedi. Bu işin Erbakan’la bu anlayışla olmayacağı kanaatindeydi.
Özellikle yöntem olarak benimsemiyordu. Sistem bu işi, başka bir rayda başka
bir usulde götürüyor, İslami anlayışın buna intibak etmesi çok zor. Cemaatlerin
ayrı bir durumu var. Tabi bunu Erbakan’a anlatmak mümkün değil. Bu zor durumu
Erbakan kolay sandı. Bunun kolay olmadığı sonra anlaşıldı ama iş işten
geçmişti. Madem kurmaya karar verdiniz iyi bir etüt yapın dedim ama
anlatamadım.
Ancak
siz buna rağmen Ankara il örgütü içerisinde yer aldınız.
Doğru,
parti içindekilerin hepsi arkadaşımız. Sürekli beraberiz. Gitsen olmuyor,
gitmesen olmuyor. İtiraz ede ede görev kabul ettik. Bana il başkanlığı teklif
edilmişti, kabul etmedim. Vizyonu müsait, dil bilen yüksek tahsilli birisi
olsun dedim. Oğuzhan’ı il başkanı yaptık. Ama arkası gelmedi. Sezai Bey haklı
çıktı.
Erbakan’la
ilk tanışıklığınız nasıl oldu?
Hoca’yı
gıyaben tanırdık, Gümüş Motor çalışmalarını biliyorduk. Kendisi, Yahudi’nin
gücünü çok abartılı bir şekilde anlatırdı ama bu işte hesaba katmamıştı. Ben
kendisini şahsen, sanırım 1964’te TED Kolejinde verdiği bir konferans sırasında
tanıdım. Arkadaşlar konferanstan sonra tanıştırdılar. Ondan sonra çok sık
görüşmeye başladık. Biliyorsunuz Odalar Birliği başkanlığı serüveni yaşadı. Biz
o zamanlar hep yanındayız. Anadolu esnaf ve sanayicisinin bilinçlenmesinde bu
önemli bir adımdır. Daha sonra onu polis
zoruyla odasından çıkardılar. Adalet Partisine girmek istedi, Demirel kabul
etmedi, Konya’dan bağımsız aday oldu, kazanınca, ‘bana teveccüh var, parti
kurarsam yürür’ diye düşündü sanırım. Çünkü birçok kişinin karşı çıkmasına,
önce ekibin oluşması gerekir, kadrolaşma gerekir dememize rağmen çok ısrarcı
oldu ve parti kuruldu. Parti kuruldu ama Anadolu ayağı yok. Süleyman Arif Emre
benim eskiden beri yakın arkadaşım, bizim davada avukatımız. Ona dedim ki, ‘bu
partiyi kiminle kuruyorsunuz, teşkilatlarınızı nasıl oluşturdunuz?’’ Tabi böyle
bir şey yok. Arif Emre gidiyor, bunu Erbakan’a anlatıyor. Sonra günlerce
oturduk listeler hazırladık. Tüm Türkiye’de nerde kim var diye. 300-400 kişilik
bir liste hazırladık. Bunları Ankara’ya çağırdık. Bu isimlerin çoğu gelmedi.
100 civarında insan geldi. Onlarla oturup konuştuk. Birçok konu konuşuluyormuş
gibi yapıldı. Çünkü Erbakan, seni dinler dinler, sonra bildiğini okur. Meşveret
yapmaz. Konuyu kendi bildiği şekilde sonuçlandırır. Burada da öyle oldu.
Türkiye’nin muhafazakâr yapıdaki bütün yazar -çizerleri ve toplum önderleri
çağırıldı. Malatya’dan, Hamido ve Çekmegil de gelmişti. Necip Fazıl da işin
içindeydi. Zaten partinin tüzüğünü o kaleme aldı. Farklı görüş ve fikirler
dikkate alınmadığı için, doktiriner bir şey de ortaya konamadı, yüzeysel
kalındı. Ancak buna rağmen seçime giremeden laiklik karşıtlığı gerekçesiyle
kapandı. Arkasından 12 Mart muhtırası geldi.
Milli
Selamet Partisinin kurulması aşamasında, askerlerin Erbakan’ı İsviçre’den
askeri uçakla getirdiklerine dair iddialar var.
Bunları
tam bilmiyorum ama olabilir. Muhsin Batur gitti getirdi. Daha sonra bunlar da
Muhsin Batur’u Cumhurbaşkanı adayı olarak gösterdiler. Daha önce de Ali Fuat Başgil’i
kaçırmışlardı. Politikadır bu, bir profesörü götürür bir profesörü getirirler.
Kullanma yeteneğine bağlı.
Mili
Selamet içerisinde resmi olarak yer almadınız her halde.
Ben
parti fikrine soğuk baktığım için fiili olarak görev almadım ama iyi kötü bir
iş yapılıyor, gerekli desteği de verdik. Görev alan arkadaşların çoğu da karşı
çıkmışlardı ama Erbakan oldu bittiye getirdi. Bu arkadaşlar da görev almak
durumunda kaldılar. Zaten çoğu İTÜ’den talebesi, Hoca bir yerde onları tayin
etmiş oldu. Onlar partide memur olarak görev yaptılar
Sezai
Bey’in durumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Sezai
Bey eserleriyle ortada. Büyük bir mütefekkir. Her rüzgara eğilmez, her rüzgara
kapılmaz. Kendi ilkelerine göre hareket eder.
Diriliş
Partisi konusu nereden çıktı?
Ben
Diriliş Partisi meselesine de muhalefet ettim. ‘Bu parti işi senin işin değil.’
Dedim. Ama o, ‘Bu millete, bu ümmete karşı bir sorumluluğum var, şu ana kadar
bir çok şey söyledik ve bu sözü söylemeye devam etmemiz lazım. Sözümüzü
söylemeye devam etmemiz için de böyle bir organizasyona, yapıya ihtiyacımız
var. Geniş kitlelere ancak parti kanalıyla ulaşabilme imkanımız var.’ Ancak
mevcut duruma baktığımızda durumun pek istediği gibi olmadığı bir gerçek.
Belki
bir vakıf çatısı altında bu çalışmalarını yapsa daha başarılı olabilir.Sesini
daha geniş kitlelere duyurabilirdi.
Evet,
bir dernek, olsaydı, hatta Mecmua’ya (Diriliş) önem verseydi bile daha fazla
şeyler olabilirdi.
Siz
birkaç gün önce görüştünüz, kendisi bu duruma ne diyor?
Durumdan
memnun değil tabii. Sağlığı da pek elverişli değil. Ayrıca bu işler para ile
olur. Şimdi internette yayın yaparak fikirlerini aktarıyor. Sezai büyük
birikimi olan birinci sınıf bir insan. Her şeyden önce Sezai’yi anlamak bir
kültür işi. Sıradan biri Sezai’yi anlayamaz. O dergi çıkaran, yazar ve şair bir
adam olarak algılanır. Sezai bunların çok ötesinde, üstünde olan bir adam.
Şairler bizim toplumda biraz küçük görülür, hafife alınır, şairlerin böyle bir
kaderi vardır. Üstelik Sezai Bey sadece şair bir adam değil,gerçek bir
mütefekkir. Hayatını bu yola adamış. Eğer bugün hala bekar yaşıyorsa, bu
mütefekkir tarafının da bunda etkisi var. Kendini düşünceye adamış.
Nuri
Pakdil de sizin yakın dostlarınızdan, o nerelerde?
Pakdil
ile hala görüşüyoruz. İyice inzivaya çekildi. Davasına bağlı, fedakar,
çalışkan, kendine özgü üslubu ve hayatı olan bir adam. Sitili, tavrı çok
farklı. Bizim toplumun kabul etmesi biraz zor. Aykırı bir adam. Dünya malını,
makamını önemsemez. Toplumla barışık değil. Toplumun geleneklerini fazla
önemsemez. Örneğin tebrikleri kabul etmez. Milli günleri, özel günleri, dini
aylar ve gecelerle ilgilenmez. Bayramlar dışında kimseye bir kutlama göndermez.
Biz, bunların garibiyiz, bu günleri ne adına kutluyoruz derdi. Zalim kafirlere
hıncı hala aynı şekilde devam ediyor. Birkaç ay önce görüşmüştük. Yalnız adam.
Hala bekar, sağlığında sıkıntılar var, bunlar problem. Yalnızlık zor iş, hele
ihtiyarlıkta.
Sezai
bey bir okul oldu ama Nuri Pakdil için bu da olmadı her halde, sanırım
çevresinde kimse yok.
Evet,
Nuri Bey’in tavrı biraz değişikti. Fikir olarak derinliği var ama toplumsal
yönü biraz zayıftı. İnsanları çevresinde tutamıyordu. Çok sert ve ricit bir
adamdı. Kırıcı bir yapısı vardı. Bu nedenle çevresinde olmak zordu. O kendi
kozasında ipeğini dokudu, hala öyle.
Tekrar
cezaevi günlerine dönersek?
56’da
Merkez cezaevindeki süremiz bitince açık cezaevine geçtim.
Yine
aynı ekip birlikte misiniz?
Bir
kısmı ayrıldı. Hüseyin, biraz yaramazlık yaptı, cezaevicilik oynamak istediği
için, Sinap’a ve İzmit’e sürüldü. Bütün arkadaşlar içinde beş altı kişi kaldık.
Açık cezaevi, kaldığımız cezaevinin arka tarafında. Ben bu arada cezaevinde bir
saat tezgahı açarak uzun süre saat tamiri yaptım. Genel müdürün bile saatlerini
tamir ediyordum. Açık cezaevinde, matbaa var, mücellithane var, Marangozhanesi,
Demir atölyesi var. Bayağı iş çıkıyor, üretim yapılıyor. Keçiören’de çocuk
mahkûmlara ‘saatçiliği öğretelim, orada bir atölye açalım’ diye daha önce
saatlerini tamir ettiğim bir genel müdür yardımcısına bir teklifte bulundum.
Uygun görüldü. Bir müddet bu işi yaptım Daha önce matbaada da çalışmıştım.
Doktorun yanında sağlık memuru bir arkadaş vardı o tahliye olunca beni oraya
verdiler.
Askerde iken sağlıkçı mıydın?
Hayır,
askerde kimyacı idim. İsmet Paşa’nın Cumhurbaşkanlığı döneminde Köşkte, Muhafız
alayında Kimya bölüğündeydim.
Sağlık konusuna ilginiz nereden geliyor?
Benim
askerlik işi biraz karışık. Ben Cumhurbaşkanlığı Muhafız Alayı, kimya bölüğünde
askerdim. O zaman kimyasal silahlar ciddi tehlike oluşturuyordu. Daha sonra
Kimyasal silahlar yasaklanınca bu bölük lağvedildi. Beni Sarı Kışla’ya sıhhiye
olarak gönderdiler. Amerikan Marşal yardımının geldiği günlerdi. Günlerce
Amerika’dan gelen sağlık ve ilk yardım malzemelerini Gülhane Hastanesine
taşıdık. Bu arada sağlık ve ilk yardım eğitimi aldım. Gözümde çok yüksek oranda
miyop vardı. 19 numara falan. O açıdan askerliğim çok uzun sürmedi.
Sağlıkçı
olarak doktorlarla güzel çalışmalarımız oldu. Asistanlık yapan birçok doktorla
tanıştık. Onlara orada çiğköfte yaptım. Arkadaşlığımız dışarı çıktıktan sonra
da devam etti. Sonra bunların önemli kısmı prof oldu. 60 ihtilalı sonrasında
bir af çıktı. O afla birlikte, tahliyeme bir yıl kala hapisten çıktım.
Hapis
hayatının sizin fikir dünyanızın oluşmasında ne gibi bir etkisi oldu?
Sosyal
gözlem açısından birçok şey öğrendim, piştim, geliştim. Bir de onlar tahliye
oluncaya kadar, Üstad ve Osman Yüksel Serdengeçti ile sıcak sohbetlerimiz oldu.
Cevat Rıfat ile Mustafa bu seanslara katılmıyorlardı. Onlar Üstad’a karşılardı.
Altıncı koğuşta güzel ikili sohbetlerimiz oldu. Onlardan çok şey aldım. Onları
birebir dinlemek, kitaplarını okumaktan çok farklı. Serdengeçti kütüphanesini
cezaevine getirdi. Hepimiz yararlandık. Bütün edebiyat klasiklerini orada
okudum. Ayrıca İbni Arabi’nin çıkan kitaplarını getirtip okuduk. Biz ceza evine
girmeden önce biraz derviştik. Bu işlere de biraz o kaygı ile bulaşmıştık.
Aklıma
gelmişken sorayım, Çekmegil’in de o zaman sizin gibi bir derviş tarafı var
mıydı? Zikir falan çeker miydi?
Çekmegil,
hiçbir zaman derviş olmadı. O, hep bu tür işlerin dışında kaldı. Duygularıyla
değil daha çok aklı ile hareket ederdi. Ancak kardeşi Dr Esat dervişliğe çok
yatkındı. Beraber zikir çekerdik. Ben ilahi okuduğumda Esat ağlardı. Sait biraz
mollaydı, kardeşine niye ağlıyorsun diye sorarmış o da ben onlar gibi
coşamıyorum dermiş. Benim halim nice olacak diye hayıflanırmış. Bu denli
duygusal bir arkadaştı. Tabi o yıllarda bizim fazla bir İslami bilgimiz yok.
Menkıbelerle büyüdük. Bu menkıbeler içerisinde ipe sapa gelmez şeyler vardı.
Hatta birisini hiç unutmam, Alevi kültüründe, literatüründe olan şeyler. Güya
Cebrail, Hz Ali’ye gelecekken ona benzettiği için Hz Muhammed’e vahyi getirmiş
vs. Tabi bunların ne anlama geldiğine daha sonraları vakıf olduk.
Bunlar
Sünni tekkelerde mi, Sünni şeyhlerden mi dinlediniz?
Evet,
Alevilerde zaten böyle bir tekke geleneği yok. Onlarda saz çalınır, o kadar.
Bizde bir seçme, bir eleme, sorgulama kültürü yok. Bunlar olmayınca her şey
birbirine giriyor. Söylenenlerin Kur’an ile bir ilgisi var mı yok mu kimse
akletmiyor. Bugün İslam Dünyasının en önemli sorunu budur.
Cezaevine
girerken böyle mistik bir yapı içerisindeydiniz, cezaevinde ne oldu bu yapınız
değişti? Bildiğimiz kadarıyla Necip Fazıl’ın da mistik eğilimleri vardı.
Cezaevinde
değişmeye başladım, dışarı çıkınca dabu anlayışım iyice pekişti. Cezaevinde
ticanilerle bir müddet birlikte olduk. Ticaniler, Afrika kökenli bir tarikat.
Kurucusu Seyyid Ahmet Ticani diye birisi. Bütün tarikatlarda rabıta ve bazı
kurallar var ama bunları görünce şaşırıp kaldık.
Bunlar,
çok uç bir noktada mı duruyorlardı?
Fevkalade
uç bir noktadalar. Aynen Şiilerde olduğu gibi ilginç bir mehdilik inançları
var. Bunlar toplumların sosyolojik olarak ürettikleri şeyler. Daha başka
görmediğimiz duymadığımız şeyler. Bunları görünce bulunduğumuz yeri sorgulamaya
başladık. Bizde bir mistik yan vardı ama evimizde Vehbi Efendi’nin tefsiri de
okunurdu. Eksik de olsa bir Kur’an kültürümüz vardı. Biz bu okumadan şu ilkeyi
edinmiştik, nasıl ki namazda kıbleye dönmek şart ise, düşüncelerimizin, yapıp
ettiklerimizin de Kur’ani bir dayanağı olması gerekirdi. Bizim bir müftümüz
vardı o da bizi bu yönde aydınlatırdı. Biz Kur’an ile bağımız ilk onunla
kurduk. Çok değerli bir insandı. Çekmegil, ben, Fevzi, zaman zaman gider onunla
sohbet ederdik. Bunlar sistem haline gelmiş şeyler değildi. Hizbuttahrirle
görüşmelerimizin de kendimizi sorgulamada az çok etkisi oldu. Ama daha çok
okumak ile yolumuzu bulduk.
Malyatya’nın
Meşhur Saitleri
Başka
konulara geçmeden sormam lazım. Malatya’nın diğer meşhur bir Said Hocası daha
vardı. Namı diğer Topal Sait Hoca? Onunla tanışıklığınız arkadaşlığınız var
mıydı?
Malatya’nın
üç tane meşhur Said’i vardır, Terzi Sait, Çekmegil. Topal Sait, Hoca, yani molla sait. Tamirci Sait, Sait Özköse. Tamirci Sait de
çok orijinal bir insandı. O yıllarda ‘Ben Müslüman olalı beş sene oldu.’diyen
hasbi bir adamdı. Ekonomik durumu da iyiydi. Topal Sait Hoca ise gerçekten çok
iyi bir molla, derin bir alim idi. Arapça’yı da çok iyi bilirdi. Urfa’da
bulunmuş, bir zamanlar orada culfa imiş, yani dokumacı. Ağaçtan düşerek topal
kalmış. Topal olarak culfacılık yapması mümkün değil. Molla olmaya karar
vermiş, tutmuş medreseye gitmiş, iyi bir eğitim almış. Çok kabiliyetli bir
insandı. Kendisini medresenin verdiğinin çok ötesine getirdi. Ben onu
hapishaneden önce de tanıyorum ama asıl tanışıklığımız ve ondan faydalanmamız,
dostluğumuz hapishaneden sonra oluştu. Bir sohbete katıldığında düşüncelerini
mutlaka bir ayet ile temellendirir, bir düşünceye karşı çıkacak olduğunda da
yine mutlaka Kur’an’dan bir delil getirirdi. Hem de çok hazır cevap bir
insandı.
Çekmegil
de çok okuyan iyi düşünen bir arkadaşımızdı. Benden birkaç yaş büyüktü ama
dostluğumuz oldukça kuvvetli idi. Araştırıcı bir arkadaştı.
Tekrar
1940’lı yıllara dönersek, sivil bir insan olarak, o yılların din politikalarını
değerlendirir misiniz’ Diyanet’in ne tür bir işlevi ve misyonu vardı? Toplumda
ne tür fonksiyon icra ediyordu?
Diyanetin
toplum içinde icra ettiği anlamlı hiçbir fonksiyonu yoktu. Sistemin borazanı
idi. Camilerde Diyanetten gelen hutbeler okunurdu. Suya sabuna dokunmayan,
İslam’ın özünü anlatmayan şeylerle doluydu. Milli günler, kadir, miraç gibi
özel geceler, üç aylar, namaz oruç gibi ibadetler yüzeysel olarak anlatılırdı.
Aslında
bugün de çok farklı değil.
Tabi
sistem aynı sistem. Diyanet yasası ilk günden bu yana hiç değişmedi ki. Elbette
aynı olacak.
O
dönemde toplumun dini ihtiyacını karşılayacak cami dışında bir kurum veya yapı
var mıydı? Din eğitimi nasıldı?
Devletle
ilgili olarak bir camiler var. Camilerde sadece namaz kılınıyor. Başka bir
eğitim yok. Zaten ezan Türkçe olarak okunuyor. Sadece ezan değil, cami içinde
yapılan kamet de Türkçe olarak yapılıyor. Okullarda zaten Allah’ın adını ağza
almak bile yasak. Toplum içinde tekke kökeninden gelen insanlar var ama dini
bilgiler konusunda onlar da çok zayıf. Köylerin büyük bir kısmında imam yok.
Cenazeleri kaldıracak kimse bulunmuyor. Böyle bir dönem. ‘Din eğitimini, aile
kendisi evinde versin.’ diyorlardı. Kimse dini bilmiyor ki hangi eğitimi
verecek. Biz, ‘Din eğitimini devlet versin.’ diye bir imza kampanyası başlattık
1948’li yıllarda. Epeyi de imza topladık. Birkaç bini bulmuştuk.
Bugünden
baktığımızda sanki iyi yapmamışsınız gibi görünüyor. Keşke din eğitimi,
çocukların velisi tarafından veya velinin organize ettiği veya istediği bir
yapı tarafından verilse, bunun nasıl olacağının çalışması yapılsaydı. Belki de
bugünkü sıkıntıların çoğunu yaşamazdık. Keşke o zaman sivil bir oluşum ortaya
çıkabilseydi.
Nerede?
Kimse yok o zaman, toplum müthiş sinmiş durumda. Öyle ki adamlar korkutulmuş,
bize imza verenlerin bir kısmı imzasını geri çekti. Demişler ki, ‘Bu Saatçi
Musa, bu sisteme kim muhalif kim muhalif değil onu tespit ediyor, kelleniz
gidecek.’ Yaşlı başlı adamlar gelerek benden imzalarını çıkarmalarını
istediler. Ben o zaman 18 yaşında bir çocuğum. Niye vazgeçiyorsunuz dediğimde, ‘Sen
Menemende ne oldu, Şeyh Said’in başına neler geldi görmedin mi?? diyerek
korkularını dile getirdiler. İşte toplum bu haldeydi. Arapça, Osmanlıca yazılmış kitaplara müsamaha
edilmiyordu. Toplayıp yok ediyorlardı.
O
dönemde yayınlar nelerdi?
Sistemin
belli dergileri vardı. Bizim cenahta ise Ehli Sünnet, Sebilurreşat dergileri
vardı. Sebilürreşat’ı Eşref Edip çıkarıyordu. Eşref Edip ayrıca kitaplar da
yayınlıyordu. 1940’lı yıllarda Almanlarla müttefik olduğumuz için Yahudi
aleyhtarı kitaplarda rahatlıkla yayınlanıyordu. O tür kitaplara ses
çıkarılmıyordu.
Cevat
Rıfat Atilhan’ın kitaplarını da bu havanın bir ürünü olarak görebilir miyiz?
Elbette.
Masonlara en ağır eleştiriler getirildi. Eğer o hava olmasaydı, bunlar mümkün
olmazdı. Şu an bile benzerlerini yazmak mümkün olmuyor. Ayrıca Ömer Rıza’nın Selamet
diye bir dergisi vardı. Çok kaliteli ilmi dergiydi. Mısır ulemasından
tercümeler yapıyordu. O dönemde Ömer Rıza müstear bir isimle Cumhuriyet
gazetesinde de yazılar yazardı. Raif Ova’nın da bir dergisi vardı.
Cemaatler,
Cemaatler, Cemaatler?
Mehmet
Yaşar Soyalan- O yıllarda Nurculuk hareketi nasıldı. Bugün olduğu gibi yine
popüler miydi?
O
dönemde de belli başlı şehirlerde oldukça etkiliydi. Elazığ ve Malatya’da da
birçok taraftarları vardı. Nursi’nin yazdığı kitapçıklar elden ele dolaşıyordu.
Ben ilk defa bu risalelerden bir kısmını, Said Nursi’nin kardeşinden
dinlemiştim. Yine Elazığ’da yakın bir öğrencisinin sohbetlerine bir süre devam
ettim. Said nursi cevval bir kafa ama sistematikten yoksun. Bizim toplum zaten
bu tür mitolojik, totemik yaklaşımlara pirim veriyor. Sait Nursi kitaplarından
çok takipçilerinin anlattıklarıyla gündeme geliyordu. Nurcular, o zaman da
bugün de Sait Nursi’ye ilmi bir bakış açısıyla değil, totemik bir telakki ile
yaklaşıyorlar, kitaplarını bu gözle okuyorlar. Üstadı ilmi hüviyetinden ziyade,
kerametli, sihirli, esrarengiz, hem bu dünyada hem de ahirette şefaat edecek
bir hüviyette görüyorlar. Geçmişten günümüze bu müteselsilen devam ediyor.
Sadece Nurculara özgü değil neredeyse bütün Müslümanlara özgü bir durum. Uzun yıllardan
beri böyle. İslam toplumundaki bu totemik gelenek devam ediyor, insanları
büyütme, onların gölgesine sığınma, onlardan medet umma, şefaat dileme geleneği
devam ediyor.
O
dönemde en etkin cemaat hangisiydi?
40’lı
yıllarda en etkin olanlar Nurcularla, Süleymancılardı. Nurcular kendi
aralarında farklı guruplara ayrılmışlardı. Tarikatlar zaten her yerde, her
zaman varlardı. Batıda daha azdı. Sanırım günümüzde de yok.
Said
Nursi’nin 1950’li yıllarda Demokrat Partiyi desteklediği söylenir. Hatta bu konuyu
kitaplarında yazdığı ifade edilir. Bu işin aslı nedir? Sait Nursi’nin siyasi
kimliği hakkındaki kanaatiniz nedir?
Bir
ara DP’yi desteklemiş olabilir ama onun politikalarını gördükten sonra bu
desteğini devam ettireceğini sanmıyorum. Daha çok onun çevresindeki insanların
ürettikleri bir kanaattir diye düşünüyorum. Sait Nursi Kur’an konusunda
hassasiyeti olan birisidir. Bu nedenle bu konularda da hassas olacağını
düşünüyorum. Ancak çevresinin onun adına birçok şey ürettiklerini biliyorum.
Örneğin meşhur ‘Sözler’ isimli kitabı vardır. 1950’li yıllarda Atıf Ural diye
hakim bir bu kitabı yayınladı. Bu kitapta masonları anlatan, onları tenkit eden
bir sayfa var. Ancak sonraki nüshalarında bu sayfa çıkarıldı.
Bunu
Bediüzzaman mı çıkardı?
Hayır.
Yayınlayanlar çıkardı. Ben şahsen Bediüzzaman’nın kitaplarına birçok eklemeler
ve çıkarmalar yapıldığını düşünüyorum. Sorsanız bunlar iyi niyetle yapılmıştır.
Hizbuttahrir
ile tanışmanız ilk ne zaman ve nasıl oldu?
Cezaevinden
yeni çıkmışım, çeşitli cemaatlerin sohbetlerine katılıyorum. O sırada bunlarla
karşılaştım. O sıralarda Kuveyt’ten gelmiş Dr. Şükrü Tütüncü isminde bir zat
ile tanıştım. Birde bizim Medine’ye giden Büyük Doğu’nun eski yazı işleri
müdürü bir arkadaşımız var. O arkadaş kanalıyla bunların imamı Takiyüddin’e
bizi anlatmışlar. Onların adamları da görüşmeye geldi. Bu arada Ercüment Özkan
ile de görüşmüştük. Bunların bir kısmı ile 1955’li yıllarda hapiste de
görüştük. Esas görüşmelerimiz 60’tan sonra oldu. Bunların İslami anlayışları
fena değil de devlet anlayışları ve sosyal hayat telakkileri oldukça problemli.
Sistem ile ilgili bilgileri yoktu. Donkişotvari bir tutum ve üslupları vardı.
Düşünmeden ‘hemen şunu yapalım.’ diyorlardı. Hayali çözüm önerileri vardı.
Örneğin bir konuda konuşurken ‘paranız var mı’? dedim. ‘Yok’ dediler. ‘Kitap
yazarak’ ilgili parayı bulacaklarını söyleyince şok olmuştum. Türkiye’de kaç
tane kitap okuyucusu vardı, bunu bile bimiyorlardı. Bunlar Ürdün’den
gelmişlerdi. ‘Sizin ülkenizde, Mısır’da kaç tane kitap satılıyor, kitaptan ne
kadar para kazanılıyor hiç araştırdınız mı?’ dedim. Ayrıca hilafet kurmaktan
söz ediyorlar. Aynı şekilde ‘siz’ dedim, önce kendi ülkenizde bu hilafeti bir
ilan edin bakalım, biz ondan sonra bakarız.’ Bu ve benzeri konularda aramız
açıldı. Bunlarla çok sohbetlerimiz oldu. Genel hatlarıyla İslami bilgileri
gayet iyi
Sizin
bu cemaatten ayrılmanız, Ercüment beyle aynı zamana mı denk geliyor?
Hayır,
ben daha önce ayrıldım. Bunu Ercüment Bey’e de söyledim. O biraz daha saf bir
arkadaştı. Onların bu tenakuzlarını daha sonra Ercüment de anladı.
İngilizlerin
Hizbuttahrir’i kullandığı ve yönlendirdiği noktasında birçok iddia var. Siz
içlerindeyken böyle bir şey gözlemlediniz mi?
Yaşar
Hocam, sosyolojik olarak belli hizipler, güçlü devletler tarafından daima
kullanılmak istenir, kullanabilir de. Bu her toplum için, her cemaat için söz
konusu olabilir. Tarihimizde bunun örnekleri çok.
Cemaatler
Türkiye’nin önemli gerçeği. Bu konuda ne söylemek istersiniz? Cemaatlerin
varlığı bir avantaj mıdır bir dezavantaj mıdır? Bunları bir sivil toplum örgütü
olarak değerlendirebilir miyiz? Toplumun veya bireyin önünü mü açıyor, yoksa
kapıyor mu?
Şu
anki cemaatler gerçekten sivil kuruluşlar olsalardı toplum bu halde olmazdı. Tarikat
ve tasavvuf oluşumları, yapı olarak ilme karşıdırlar. İlmi, insanları oyalayan,
onlara enaniyet, kibir veren bir şey olarak görürler. Bunların kaynakları
menakip ve sözeldir. Bir zamanlar Atasoy Müftüoğlu, bu cemaatleri, tarikatları
bir araya getirmek için çok uğraştı ama bir sonuç alamadı. Bunlar hiçbir zaman
bir araya gelmezler, her biri kendisini merkez ve hak olarak görür. Hiçbir
şeyh, başka bir şeyhi, cemaati gidip ziyaret etmez. Hep kendisi bekler. Onun
için bunlar İslam toplumunu tutan, bloke eden, kireçlendiren gruplardır.
Kendileri de zarar etmektedirler, ümmetin de zararına sebep olmaktadırlar. Bu
yaptıklarından Allah’a hesap vereceklerine de inanıyorum.
Tarikatlar
dışındaki cemaatlerin durumu nasıl? Örneğin Nurcular?
Onlarda
pek farklı değil ama onlar da bir ölçüde tarikata dönüştüler. Bu yapılar içinde
maalesef bireyin fazla bir yeri yok. En önemlisi de toplum bunlar yüzünden
parça parça olmuş durumda. Oysa esas olan müslümanlık. Ama İslam toplumunun
hali ortada.
Son
olarak ne söylemek istersiniz, ne tavsiye edersiniz?
Kur’an
esas alınmalıdır. Kur’an’a göre bir anlayış oluşturulmalıdır. Kur’an ile hemhal
olmamız lazım. İnsanlara Kur’anı anlatmamız lazım. Hayatımızın esası ve kaynağı
Kur’an olmalıdır. Kur’an’ı esas almadığımız zaman ortaya koyduğumuz çözümler
bizi mutlu etmez, huzura kavuşturmaz.
Sizi
yorduk. Bize zaman ayırdığınız için teşekkürler.
Ben
teşekkür ederim.
KAYNAK: Saatçi Musa ile bir çağa tanıklık edin 1-2
(Söz ve Adalet Dergisi Sayı 6-7, 19.8.2008),
Karar.com´dan
Bekir Fuat, Türkiye ´çağdaş´ İslamcılık tarihinin en önemli sembol kişilerinden
ve köşe taşlarından sayılan ´Saatçi Musa´ olarak bilinen Musa Çağıl´ı
anlatıyor.
Yolunuz
bir gün Ankara´ya düşerse Musa Çağıl´la tanışın isterim. Bunu yaparsanız şayet
önünüze uçsuz bucaksız bir dünyanın kapıları aralanacak. Bunun için her türlü
bahse girerim’
Onun
hikâyesi akrep ile yelkovan arasında yarım yüz yıllık bir mücadelenin hikâyesi
aynı zamanda.
Musa
Çağıl deseniz pek tanıyan çıkmaz; çünkü onu herkes ‘Saatçi Musa’ ismiyle bilir.
Saatçilik Malatya Cezaevi´nde öğrendiği mesleğidir.
Türkiye´nin
‘Tek Parti’ günlerinden ‘AK Parti’ günlerine uzanan dini, siyasi ve entelektüel
serüveninin merkezinde bulunmuş bir isim’
Sezai
Karakoç´un, Nuri Pakdil´in en yakın arkadaşlarından biri. Bilenler bilir
birinci sınıf Pakdil ve Karakoç hikâyelerinin sahibi. İsmet Özel´in tanışmak
için Sezai Karakoç´a gittiğinde Karakoç´un yanında o vardır.
Ankara´da
İzmir Caddesi´nde 60´lı yıllardan 80´li yıllara kadar pek çok siyasetçi ve
aydının uğrak yeri olan ve tarihe tanıklık eden bir saatçi dükkânının da
sahibi. Şimdilerde kapalı. Musa Amca da tebessümle dünyanın gidişatını izliyor.
Haftada bir gün dışarı çıkıyor, Kurtuba Kitabevi´ne.
Ekmeğin
karneyle, Sümerbank mamullerinin vesikalarla verildiği bir dönemde başlıyor
onun mücadelesi ve hikâyesi.
1950´li
yıllar’ Malatya ‘CHP´nin Kâbesi’ diye biliniyor o zamanlar. Necip Fazıl´ın
efsanevi Büyük Doğu dergisinin ülkenin dört bir yanını sarstığı günler. Musa
Amcanın hayatındaki en büyük dönüm noktası da o dergidir.
O
Büyük Doğu´yu gece ikide tren garından alıp arkadaşlarıyla dağıtır şehirde.
Dergi çevresinde bir fikir atmosferi oluşur. Sait Çekmegil, Fevzi Özer, İbrahim
Akçadağ, Hamit Fendoğlu ile birlikte Malatya Fikir Kulübü´nü kurarlar. Büyük
Doğu, damarlarına basan, onları çok etkileyen, heyecanlarını diri tutan bir
dergidir. Musa Amca da o heyecanla gazeteci Ahmet Emin Yalman´ın vurulma
olayına (1952 olması lazım) karışır ve tam sekiz yılı cezaevinde geçer. Cezaevi
arkadaşları Necip Fazıl, Cevat Rıfat Atilhan, Mustafa Bağışlayıcı, Osman Yüksel
Serdengeçti, Hüseyin Üzmez´dir.
Musa
Amca´nın deli gençlik, büyük hata dediği günler
Meşhur
saatçi dükkânına gelecek olursak, derinleşen muhabbetlerle adeta bir okul.
Şimdi yok öyle mekânlar. Ne işe yaradığını çok da bilmediğimiz STK´lar var.
Fethi Gemuhluoğlu´dan Osman Yüksel´e, Sezai Karakoç´tan Akif İnan´a, Nuri
Pakdil´e kadar pek çok fikir adamının uğrak yeridir küçük saatçi dükkânı. Başka
kimler yok ki’ Recai Kutan, Necmettin Erbakan, Abdullah Gül, Bahri Zengin,
Temel Karamollaoğlu, Kahraman Emmioğlu, Fehim Adak, Cevat Ayhan, Muammer
Dolmacı, Abdülkerim Doğru, Demirel ve Özal kardeşler.
Çay
ve sigara, şiir ve siyasetle devam eder muhabbet. Bu küçük saatçi dükkânı
dönemin malum medyasına ‘ Gerici Milli Nizam Partisi iki merkezden idare
olunuyor. Birincisi İstanbul´daki İskenderpaşa dergâhı; ikincisi de Ankara´daki
Saatçi Musa´nın dükkânı’ şeklinde yansır.
Musa
Amca dünden bugüne şöyle konuşuyor:
Dün
söz dinleyecek adam vardı, o adamlara söz söyleyecek adam yoktu, bugün söz
söyleyen adam çok fakat söz dinleyecek adam kalmadı. Şimdi aramıza eşyalar,
koltuklar, çeşitli malzemeler ve televizyonlar, internetler girdi. Artık
birbirimizin sözünü anlayamıyoruz çünkü zihnimizde, gönlümüzde karşılığı
olmayan kelimelerle konuşuyoruz.’
Şu
sözleri de can alıcı:
‘İslam´a
talip olduğunu söyleyen insanlar gerçek gündemlerinden koptular. İnancımıza
özenmemiz lazım. İslamcılar siyasi ve ekonomik güce kavuştu ama manevi, ahlaki
istikametlerini kaybetmekle yüz yüze kaldılar. Mesela yoksul başarılı
öğrencilere burs vermeleri için birtakım zenginlere gittim, trilyonluk adamlar
ayda 100 lirayı bile muntazaman yatırmadılar. İlla ‘cemaatten’ mi olması
gerekiyor o çocukların. Onun için biz neyi kaybettik bunu hatırlamamız lazım.
Önceden daha fakir adam daha çok şey veriyor, daha fedakârca davranabiliyordu.
Şimdi adam zengin oldu, o zenginliği korumanın peşinde. Bu Müslüman ahlakı
değil, kapitalist dünyanın getirdiği bir ahlaktır. Müslüman ahlakı zaten bu
kadar mal biriktirmeye izin vermez.’
O,
kıbleye bakarken mertçe, insanca duran 90 küsur yaşında bir delikanlı. Büyük
tecrübeye, bereketli bir ömre teşekkür etmek düşer bize de.
KAYNAK:
Bekir Fuat / Saatçi Musa (haberduru.com, 9.06.2019)