Gazeteci-yazar, Diyarbekir sürgünlerinden (D. ?, Kıbrıs – Ö. 19 Temmuz 1909, İzmir). Asıl adı Derviş’tir. Vahdetî mahlâsını yazılarında kullandı. Ayakkabıcı esnafından Kıbrıslı Mahmud Ağa’nın oğludur. Dört yaşında okula gitti, on dört yaşında hâfız oldu. On altı yaşında annesi ve birkaç yıl sonra babası öldü. Medresede Arapça ve fıkıh öğreniminin yanı sıra Nakşibendî tarikatına bağlandı. Ayasofya Camiine müezzin oldu. Kıbrıs ile İstanbul arasında münasebet artınca, İstanbul’a gelerek iki ay kaldı. Kıbrıs’a döndüğünde Larnaka’daki bir misyonda İngilizce öğrenmeye başladı. Fakat bir zaman sonra, ders bahanesiyle kilisedeki vaaza devama mecbur edilmesi üzerine, dersleri terk etti.
İstanbul’dan
kaçıp, Paris’e giderken Kıbrıs’a gelen gençlere destek oldu. Avrupa’da çıkan
hürriyetçi gazeteleri gizlice dağıttı. Adı “Jön Türk’e” çıktı ve padişaha dil
uzattığı iddiasıyla yakalanarak yargılandı. Yeteri kadar İngilizce öğrendikten
sonra ilmiye kıyafetini çıkardı, İngiliz idaresinde çalışarak memuriyetinde
yükseldi. Bu döneminde hürriyetçi aydınların yayınlarını takip ederek onlara
bağlandı ve Kıbrıs’a gelen ve oradan geçenlere yardım edip, yayınlarını
dağıttı.
1900 yılı
başlarında Kıbrıs’tan İstanbul’a geldi. İş bulamayıp parası tükenince Dâhiliye
Nâzırına hitaben yazdığı dilekçesi sonucunda Muhâcirîn Dâiresine alındı. Ancak
bütün deneyimleri ve yaşına rağmen, evrakı temize çekmekle görevlendirilince
memnun olmadı. Yeniden yazdığı sert üsluptaki dilekçe tepki görerek Diyarbakır’a
sürülmesine neden oldu. İstanbul’da, sürülmek üzere tutuklandı. Otuz dört gün
tutuklu kaldıktan sonra, eşiyle birlikte Mekke vapuruna bindirilerek, Samsun’a
ve oradan da Diyarbakır’a sürüldü ve orada üç buçuk yıl kaldı. Ancak, Meşrutiyet’in
ilânının yaklaştığı günlerde, yani sürgün süresinin sonuna doğru, başına sarık
sarıp derviş kıyafetine girerek, ailesinin itirazını dinlemeden ve eşini yalnız
bırakarak Diyarbakır’dan kaçtı. Fırat’tan geçerken Birecik’te yakalandı. Üç gün
zindanda tutulduktan sonra, zenci bir jandarmanın eşliğinde, on iki günde yaya
olarak Diyarbakır’a getirildi. On gün hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı.
Bir buçuk ay sonra Meşrutiyet ve genel af ilân edildi.
Diyarbakır’daki
sürgün hayatı sırasında “Ahrâr-ı ümmetin serefrâzı, hârika-i fıtrat, üstâd-ı
hürriyet” dediği Ziya Bey (Gökalp) ile üç yıl boyunca görüşüp, sohbetinden
yararlandı. Diyarbakır’daki gizli hürriyetçi harekete katılan Vahdetî,
Meşrutiyet’in ilânından önce yapılan “Telgrafhâne işgâli”ne de katıldı.
Diyarbakır’da ayrıca Şeyh Hacı Ahmed’le tanışan Vahdetî, ondan aldığı tasavvufî
tesiri Ziya Gökalp’ten edindiği felsefî kültürle birleştirdi. “Vahdetî”
mahlâsını da bu yeni ruh hâli ile benimsedi.
Diyarbakır’dan
ayrıldıktan ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten sonra İstanbul’a giden Vahdetî, eski
memurlardan olduğu ve sürüldüğü için tekrar memurluğa alınması amacıyla
Dahiliye Nezaretine başvurursa da ilgi görmedi. Aynı girişimini, gazetesini çıkardıktan
sonra da tekrarladı, fakat yine reddedildi. İttihad ve Terakki Cemiyetinin
ilgisizliğine tepki göstererek, yeni kurulmuş olan Fedâkârân-ı Millet
Cemiyetine girdi. Ancak tutumlarını beğenmediği için, üç gün sonra onlardan da
ayrıldı. Kendisine verilen dört yüz kuruşu da iade etti. Ondan sonra bir daha
uğramadığı bu cemiyetin, aralık ayı başında bazı suçlamalarla basılıp
kapatılmasını bu nedenle olumlu karşılasa da, daha sonra suçlamaların asılsız
olduğu ortaya çıkınca, bu yapılanı hürriyet adına eleştirdi.
Vahdetî, o
dönemde çok rağbette olan gazeteciliğe ilgi duyarak Volkan’ı çıkarmaya
başladı. Düşüncesi, bu gazetenin yayın organı olacağı bir de “Hâdimi İnsâniyet”
derneği kurmaktı. Gazetenin ilk sayılarının başlığı altındaki yazı da bunu
göstermektedir. Hatta gazetenin abone defterlerini de “Hâdim-i İnsâniyet
Cemiyeti’nin vâsıta-i neşr-i efkârıdır” diye bastırdı. Fakat Şubat ayı
başlarında, gazetelerde İstanbul’da bir Mason locasının açılması
hazırlıklarının yapıldığı haberi çıktı ve aynı günlerde Vahdetî’yi gazetede
ziyaret eden ve toplantılarına davet eden birkaç kişi, eskiden kurmuş oldukları
“İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti”nin yayın organı olmasını ve “dinsiz faaliyetlere
karşı İslâm birliğini savunacaklarını” söylediler. Vahdetî, Volkan’ın 5
Şubat 1909 tarihli 36. sayısında bu haberi okuyucularına duyurdu. Fakat bu
şahısların güven vermeyen tutumları ve bazılarının eski ajanlardan olduğunu
öğrenmesi üzerine onlardan ayrılarak, cemiyeti kendisi sahiplendi.
Gazetesi,
17 Şubat tarihli 48. sayısından itibaren başlığının altında “İttihâd-ı Muhammedî
Cemiyeti’nin mürevvic-i efkârıdır” yazısıyla çıkmaya başladı. Volkan’ın
yapmakta olduğu İslâmcı yayın, dindar kesim arasında güven kazanmasına yol açmış
olduğu için, Vahdetî’nin kendi yönetimindeki yeni İttihâd-ı Muhammedî Cemiyetine
dönemin tanınmış âlim ve şeyhlerinden katılanlar oldu. 16 Mart tarihli gazetede
cemiyetin tüzüğü ile Merkez İdare Meclisi üyelerinin isimleri yayımlandı. Cemiyet,
3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart (13 Nisan) olayından on gün önce, Ayasofya camiinde
çok kalabalık bir cemaatin katılımıyla okunan mevlitten sonra resmen açıldı.
Derviş
Vahdetî, 31 Mart olayının bir numaralı suçlusu kabul edildiği için, Hareket
Ordusu’nun yaklaşması üzerine 13 Nisan (5 Nisan) günü İstanbul’u terk etti.
Gebze, Sapanca, Hereke civarında gizlendi. İzmir’e gitmek üzere kiraladığı
arabanın parasını borç istediği bir hemşehrisinin ihbarı üzerine 25 Mayıs’ta
İzmir’de yakalandı. Divan-ı Harb’te yargılanarak 19 Temmuz 1909 günü asılarak
öldürüldü. Volkan’daki yazılarından başka bir eseri yoktur.
KAYNAKÇA:
M. Ertuğrul Düzdağ / Derviş Vahdettin (Volkan gazetesi 1908-1909, tam metin,
1992), İhsan Işık / TEKAA (2006)