Akademisyen, sosyoloji doktoru, araştırma yazar. 1985 yılında Konya'da dünyaya geldi. Selçuk Üniversitesi Sosyoloji Bölümü (2008) mezunu. 2009-2011 yılları arasında Karabük Üniversitesinde araştırma görevlisi olarak çalıştı. Selçuk Üniversitesinde yüksek lisans çalışmasını (2010) ve " Modern Dünyada Toplumsal Hafıza ve Dönüşümü" isimli çalışması ile doktorasını yaptı.
Dr.
Faruk Karaaslan, 2011- 2017 yılları arasında Erciyes Üniversitesinde Sosyoloji
Bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. Günümüzde Necmettin Erbakan
Üniversitesi Sosyoloji Bölümünde görev yapmaktadır.
Kitapları:
Aliya
İzzetbegoviç - Özgürlük Mücadelecisi ve İslam Düşünürü (Mahmut H. Akın ile,
2015),
Bir
Şehrin Hafızası - Kayseri'de Sosyokültürel Hayat (2017),
Magnetsiz
Şehirler - Türkiye'de Kentlerin Dönüşümü (Alev Erkilet, Ahmet Yusuf Yüksek,
Elif Merve Gürer, Rumeysa Çavuş, Yunus Çolak ile, 2017),
Toplumsal
Hafıza - Hatırlamanın ve Unutmanın Sosyolojisi (2019),
Türkiye'de
Uluslararası Öğrenci Olmak - Süreçler Beklentiler Tecrübeler (Müşerref Yardım,
Ruhi Can Alkın ile, 2019),
Suriyeli
Göçmenlerle Birlikte Yaşamak - Kayseri’de Sivil Politik Aktörlerle Suriyeli Göçmenler
Üzerine Nitel Bir Analiz (Aylin Yonca Gençoğlu ile, 2019).
KAYNAK:
TYB Akademi / Çağdaş İslâm Düşüncesi (Yıl:2 Sayı: 4 Ocak 2012), Faruk Karaaslan
ve kitapları (kidega.com, 29.03.2020), Değerlendirme / Ertit Volkan, Endişeli Muhafazakarlar Çağı: Dinden
Uzaklaşan Türkiye (academia.edu.tr, 29.03.2020), Faruk Karaaslan – PDF’ler (konya.academia.edu,
29.03.2020).
Yüksek
lisans çalışmalarını sekülerleşme üzerine yapan Volkan Ertit, Endişeli
Muhafazakarlar Çağı: Dinden Uzaklaşan Türkiye adlı eseriyle, sekülerleşme
tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmıştır.
Bu
eser ile Ertit, zannedilenin aksine Türkiye’de toplumsal hayatta bir
dindarlaşmanın
olmadığını,
sekülerleşme sürecinin yoğunlaşarak devam ettiğini savunmaktadır. Böylelikle
endişeli
modernler söyleminin tersine, asıl endişeli olan kesimin muhafazakarlar
olduğunu belirtmekte, endişeli modernler2 kavramsallaştırmasını tersinden
okumayı önermektedir.
Endişeli
Muhafazakarlar Çağı adlı eser toplamda sekiz bölümden oluşmaktadır.
Sekülerleşme Paradigması başlığını taşıyan birinci bölüm kendi içinde altı
bölüme ayrılmaktadır. Ertit bu bölümde araştırmasında ortaya koyduğu tezin
teorik çerçevesini çizmektedir. Bruce’ın sekülerleşme teorisini merkeze alan
Ertit; bu bölümde, sekülerleşmenin hazırlayıcısı süreçler olarak kabul
edilebilecek Rönesans, Reform, Bilimsel ve Siyasal Devrimler, Aydınlanma Çağı, Kapitalizm
ve kentleşme olgusunu eseri bağlamında genel çerçeveleriyle açıklamaktadır. Bu açıklamalardan
sonra Sekülerleşme Paradigması Ne Değildir? Alt başlığında, ele aldığı
paradigmanın sınırlarını çizmektedir. Bu bölümün sonuç kısmında, eserinin
Bruce’ın dünyanın gün geçtikçe sekülerleştiğini savunduğu paradigması üzerine
kurulu olduğunu belirterek Türkiye’de endüstri kapitalizmin ortaya çıkışının,
kentleşmenin ve bilimsel gelişmelerin, sekülerleşme sürecinin yaşanmasına sebep
olacağını ifade etmektedir.
Eserin
ikinci bölümü Türkiye’nin Demografik Dönüşümü adını taşımaktadır. Bu bölümde yazarın
ifadesiyle “bilimsel gelişmelerin günlük hayata dokunacak kadar yaygınlaştığı; kumandacı
ekonomik sistemden daha açık, kapitalizmin daha baskın olduğu bir ekonomik modele
geçiş yaşandığı; kırsalın gün geçtikçe kentleşme karşısında güç kaybettiği
istatistiksel bilgilerle gösterilecektir”(s. 45). 1960’lı yıllarla birlikte
demografik dönüşümün hız kazandığını tespit eden yazar, bu verilere dayanarak
birinci bölümde ortaya koyduğu teoriden hareketle sekülerleşme sürecinin
yaşandığını belirtmektedir. Nitekim Sekülerleşen Türkiye adlı üçüncü bölümde ek
olarak bazı nicel ve nitel verilerden faydalanarak bu demografik dönüşümleri
sekülerleşme bağlamında açıklamaya çalışmıştır. Bu bölümde Ertit eşcinsellerin kamusal
alandaki görünürlüklerinin artması, evlilik öncesi ilişkinin yaygınlaşması,
medya dilinin değişmesi vb. örneklerin sekülerleşmeye yol açtığının kanıtı
olarak değerlendirilebileceğini ifade etmektedir.
Dördüncü
bölümde ise Ertit, Tükiye’nin gün geçtikçe muhafazakarlaştığı iddialarının nedenleri
üzerinde durmaktadır. Türkiye’de Muhafazakarlaşma Algısının Nedenleri başlığını
taşıyan bu bölümde, neden Türkiye gün geçtikçe sekülerleşirken halen
muhafazakar olarak
*
Dr., Erciyes Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Sosyoloji Bölümü.
DOI:
dx.doi.org/10.12658/human.society.5.9.D0102
1
Birinci yüksek lisans derecesini Belçika’daki Katolik Leuven Üniversitesi’nin
Avrupa Çalışmaları Bölümü’nden “Avrupa Sekülerleşme Tarihi” üzerine yazdığı tez
ile almıştır. İkinci yüksek lisansını Fransa’daki The Institut Européen des
Hautes Etudes Internationales (Avrupa Uluslararası Çalışmalar Enstitüsü)’de Türkiye’nin
sekülerizm tarihi üzerine yaptığı çalışma ile almıştır.
2
Endişeli modernler kavramı esasında Bekir Ağırdır’a aittir. KONDA’nın yaptığı
araştırma sonrası yaygınlaşan endişeli modernler kavramı, AKP politikaları
karşısından laik kesimin endişeli olduğunu ve hayat tarzlarının kısıtlandığını
ifade etmektedir. Bu araştırmanın sonuçları Türkiye’de Farklı Olmak (2010)
adıyla yayımlanmıştır.
kendisini
tanımlayan bir partinin iktidarda olduğunu izah etmeyi amaçlamaktadır. Bu
bölüme müteakip kaleme alınan beşinci bölümde ise benzer bir şekilde yeni dini
hareketlerin dindarlaşma anlamına gelmeyeceğini aksine seküler din
formatlarının bir uzantısı olduğunu ifade etmektedir.
Eserin
ilgi çekici bölümlerinden birisi altıncı bölümdür. Bu bölüm Sekülerleşme Kavramını
İlahiyatçılardan Kurtarmak başlığını taşımaktadır. Ertit sekülerleşme konusunun
Türkiye’de Avrupa’dan farklı olarak ilahiyatçı akademisyenler tarafından
irdelendiğini ve bu sebeple ilahiyat paradigması aşılmadan sekülerleşme
tartışmalarının şekillendiğini belirtmektedir.
Bu
tespitin ardından Ertit, sekülerleşme tartışmalarına yeni boyutların
kazandırılabilmesi için alanı, ilahiyatçıların hakimiyetinden kurtarmak
gerektiğini ifade etmektedir. Eser sonuç bölümü niteliğindeki Endişeli
Muhafazakarlar Çağı adlı bölümün ardından okuyuculara yapılan bir çağrı ile son
bulmaktadır. Bu çağrıda Ertit, okuyucudan eserin temel tezini destekleyici örnekliklerin
ve görsel malzemelerin kendisine gönderilmesini önererek bir sonraki kaleme
alınacak metinler için okuyucuyu, yazar olmaya davet etmektedir.
Eserin
genel çerçevesini ve bölümlerinin muhtevasını ifade ettikten sonra biraz daha
ayrıntılı bir değerlendirme yapmak mümkündür. Bu anlamda eseri teorik ve saha
araştırması olmak üzere iki yönlü değerlendirmek icap etmektedir. Zira birinci
bölümde ortaya konan teorik zemin diğer bölümlerde sahadan derlenen nicel ve
nitel veriler aracılığıyla kanıtlanmaya çalışılmıştır.
Teorik
kısmı merkeze aldığımızda eleştiriye konu olabilecek ilk soru Ertit’in
Bruce’dan yola çıkarak iddia ettiği ‘gün geçtikçe sekülerleşen bir dünya da
yaşadığımız’ tezinin ne ölçüde doğru olduğudur. Bu tezi sorgusuz bir şekilde
kabul etmek sekülerleşme teorileri üzerine yapılan tartışmalara ve alanın
önemli isimlerine haksızlık etmek anlamına gelebilir.
Zira
sekülerleşme teorisinin en önemli isimlerinden olan Peter Berger (2014), -ilk
dönem çalışmalarının aksine- dinin bu dünyadan çekilmediğini aksine gündelik
hayatın kuruculuğu konusunda aktif bir rol üstlendiğini ifade etmektedir. Aynı
şekilde Daniel Bell (2014) Kutsalın Dönüşü adlı makalesiyle sekülerleşmenin
yaşanmadığını düşünenler arasındadır.
Bu
isimlere ek olarak değerlendirilebilecek olan David Martin, Robert Bellah,
Rodney Stark gibi isimlerde benzer şekilde bir sekülerleşme sürecinin
yaşandığının yanılsamadan ibaret olduğuna dair akademik çalışmalar
yapmışlardır. Bu isimlerin aksine Ertit tıpkı ilerlemeci tarih anlayışının
tipik tavrında olduğu gibi sekülerleşmeyi doğrusal bir süreç olarak anladığını ve
bu haliyle Avrupa’nın tarihsel koşullarından türemiş bir olguyu toplumsal,
kültürel ve teolojik farklılıkları bir değişken olarak hesaba katmadan
evrenselleştirdiğini ifade etmek mümkündür. “Bu üç dinamiğin ortaya çıktıkları
toplumlarda baskın dini kültür ne olursa olsun, sekülerleşmeye neden olması beklenmektedir:
bilimsel gelişmeler, endüstriyel kapitalizm ve kentleşme” (s. 21), cümlesiyle
Ertit sekülerleşmeyi kaçınılmaz bir süreç olarak kodlamakta ve bizzat tarihin
kendisi olarak aşkınlaştırmaktadır. Dahası, bu üç olguya sahip olan her
toplumun bu Avrupai bir tecrübeyi yaşamak zorunda bırakmaktadır.
Teorik
çerçeve yöneltilebilecek bir diğer eleştiri sekülerleşmenin evrensel bir süreç
olarak algılanmasıdır. Bu anlamda Ertit bir sekülerleşmeden bahsetmek için
kentleşmenin, bilimsel gelişmenin ve kapitalist ekonomiye geçmenin yeterli
olacağını düşünmektedir. Bu üç olgunun dahi tüm dünyada benzer bir tecrübeye
konu olmadığı bir vaka iken, bu olguların ortaya çıkardığı süreçleri tüm
toplumlara genelleştirmek teorik anlamda önemli bir boşluğa işaret etmektedir.
Zira alandaki güncel tartışmaları yürüten en temel isimlerin neredeyse tamamı
sekülerleşmenin evrensel bir süreç olmayacağı konusunda hem fikirlerdir3.
Ertit’in ifade ettiği sekülerleşmeyi hazırlayıcı süreçlerin Avrupai bir
modernleşmeye yol açacağını kabul etsek dahi bu durum her toplumun benzer
tarihsel süreçleri yaşayacağı anlamına gelmemektedir. Taylor’un (2014) ifade
ettiği gibi sekülerlik ile modernlik arasında düz
çizgisel
bir ilerleyiş söz konusu değildir. Avrupa’nın kendi hikayesinde ve başka
toplumlarda sekülerleşme zaman zaman modernleşmeyle çatışan daha iyimser bir
ifadeyle paralel gitmeyen tecrübelere konu olmuştur. Taylor’un, literatürün en
temel metinlerinden olan Seküler Çağ (Secular Age) kitabı bu temel üzerine
şekillenmektedir ve dünyanın başka yerlerinde farklı modernliklerin söz konusu
olabildiğini, sekülerizmin farklı yollar izleyebildiğini savlamaktadır. Dahası
sekülerleşme her yeni olguyla karşılaştığında yeniden sorgulanır hale gelmektedir.
Yani Göle’nin (2012) ifade ettiği üzere sekülerliğin dinsel alana hakim
olmasından ziyade aşınan seküler ve dinsel sınırların varlığından bahsetmek
gereklidir. Dolayısıyla bir toplumda sekülerleşmenin farklı hallere büründüğünü
kabul etmeden o toplumun gün geçtikçe sekülerleştiğini ifade etmek sosyolojik
anlamda çok mümkün görünmemektedir.
Zira
sekülerleşme somut, homojen ya da mutlak bir olgudan ziyade belirli tarihsel
koşulların sonrasında ortaya çıkmış bir süreci imlemektedir.
İslam
toplumları söz konusu olduğunda (ki Türkiye Müslümanların yoğunlukla yaşadığı
bir yer olması sebebiyle İslam toplumu olarak kabul edilebilir) ise
sekülerleşmeyi daha titizlikle ele alıp değerlendirmek gerekmektedir. Zira
İslam dünyasında sekülerleşme Avrupa’nın kendi tarihsel sürecinde olduğundan
çok farklı görünümlerle kendisine yer bulabilmiştir.
Bu,
her şeyden önce coğrafi, kültürel, siyasi ve nihayetinde dinsel yapının
farklılaşmasının zorunlu bir sonucudur. Bunun için hastaların doktorlara daha sık
bir şekilde başvurması (Ertit eserinde tıbba başvurunun artışını sıklıkla
sekülerleşme alameti olarak nitelendirmektedir) ya da kentleşmenin ortaya
çıkışı mutlak sekülerleşme ya da İslamlaşma olarak algılanamaz. Doktorluk ya da
tıbbi dokümanlar araç konumundadır. İslam hiçbir zaman bu dünyayı yok saymadığı
için bu dünyanın araçlarının bilgisinden ve biliminden yararlanmayı da gayri
meşru görmez. Tıpkı Hz. Muhammed’in savaş aletlerini ya da tarım aletlerini
gayri meşru görmediği gibi. Buradaki asıl mesele eylemin niyet bağlamıdır. Bir
kişi şifanın mutlak manada Allah’tan geldiğine inanıyorsa modern tıbba
başvurmasını ya da bu başvuru oranındaki artışı (modern tıbbın gelişmesi
sebebiyle) sekülerleşme olarak görmek mümkün değildir. Aksine İslam dairesinin
içindedir. Fakat aynı olgu Hristiyan dünyası açısından din dairesinin içinde
olmayabilir. Zira Avrupa’da bilim mevcut teolojik sürece karşıt gelişirken İslam
dünyasındaki süreç benzer değildir. Dahası İslam’daki bazı kavramlar
sekülerleşmeyi tabiri caizse İslam dairesinin içine alabilmektedir. Maslahat,
caiz, mübah, içtihat, niyet, bu kavramlardan bazılarıdır. Bu kavramları
dikkatli bir şekilde analiz etmeden ve ayrıntılarına vakıf olmadan yaşanan
kentleşmeyi ya da ortaya çıkan yeni ekonomik faaliyetleri salt sekülerleşme olarak
algılamak hatalı bir konumlamayı gerektirir (Karaarslan, 2015, 19).
Bahsi
geçen eleştirilerin yanı sıra Ertit’in eserinde muhafazakarlık, dindarlık ve
İslam kavramlarının net bir şekilde tanımlanmadığını, bu kavramların birbirlerinin
yerine kullanıldığını görmek mümkündür. Esasında muhafazakarlık ile dindarlık,
dindarlık ile İslam bambaşka olgulara denk düşmektedir. Örneğin endişeli
olanlar muhafazakarlar mıdır? Müslümanlar
3
Talal Asad, Charles Taylor, Jose Casanova ve Bryan S. Turner bu isimlerden
bazılarıdır.
mıdır?
Yoksa dindarlar mıdır? Ya da her türlü hızlı değişimi endişe ile karşılamak
refleksine tabii olarak sahip olan muhafazakarların bu olağan endişelerinin
sekülerleşme endişesinden farkı nedir? Kendisini radikal değişimlere açık
olarak tanımlayan Müslümanları muhafazakarlar dairesinin içinde değerlendirmek
ne kadar mümkündür?4 Bu ve bunun gibi soruları çoğaltmak mümkündür. Bu bağlamda
Türkiye’nin sekülerleşmesinin konu edinen bir eserde bu kavramların birbirine
geçen ve farklılaşan yönlerini belirtmek ya da bu kavramlara dair bir
konumlanma sergilemek gerekmektedir. Aksi taktirde toplumsal grupları
tanımlarken bazı karakteristik ayrımları görmezden gelmek hatasına düşülebilir.
Bu da toplumun muhafazakarlaştığına ya da dindarlaştığına dair genellemelerde
bulunmaya imkan verebilir.
Eserin
ikinci bir değerlendirme kriteri olarak sunduğumuz saha araştırmasına yönelik
pek çok olumlu ve olumsuz noktaları ifade etmek mümkündür. Dahası Ertit’in
sekülerleşme alameti olarak sıraladığı her örneğin karşısına dindarlaşma
alameti olabilecek örnekler sunmak zor değildir. Örneğin Ertit eşcinselliğin
kamusal alandaki görünümünün artışını sekülerleşme olarak nitelendirirken, imam
hatiplere olan taleplerin artışını, sadece Kuran eğitimi üzerine kurulan vakıf
ve derneklerin faaliyetlerini, ya da İslami camiaya hitap eden bir çok
kuruluşun dindar öğrencilere yönelik yurtçuluk faaliyetlerini, dahası
ortaöğretim çocukları için eğlenceyle birlikte planlanmış yaz programlarını vs.
örneklik olarak gözlemleyememektedir.
Buradaki
sorun sekülerleşmenin ya da dindarlaşmanın olduğuna dair örneklik bulmakta
değildir. Asıl sorun sekülerleşmenin ve dindarlaşmanın gündelik hayatta nasıl
birbirinden tamamıyla ayırt edilerek sosyal bilimciler tarafından ele
alınacağıdır. Zira sekülerleşme gündelik hayatta teoride durduğu gibi
durmamaktadır. Teorik olarak dinsel olanla net bir şekilde ayrıştırılan
sekülerliğin (bizim iddiamız bu iki olgunun teoride dahi net çizgilerle
ayrışamayacağı zira böyle bir ayrışmada dinlerin dünyaya bakan yönlerinin ihmal
edileceğidir) gündelik hayatta dinsel unsurlarla iç içe geçtiği hatta zaman
zaman etkileşim halinde olduğu anlar vardır. Örneğin Ertit’in sekülerleşme
alameti olarak algıladığı kapitalist bir ekonomik sistemde bir Müslüman
ticaretine besmele çekerek başlıyorsa (İslam’da rızkın onda dokuzunun
ticaretten kazanıldığına dair bir öğretinin var olduğunun notunu da burada
düşmek yerinde olacaktır) bunu seküler bir eylem mi yoksa dinsel bir eylem mi olarak
ele alacağız. Ya da tam tersi bir durum söz konusu olduğunda, yani birisi
takiye için namaz kıldığında bunu dinsel bir eylem olarak kabul etmemiz ne
kadar mümkün olacaktır.
Ya
da bu eylemlerin dinsel mi yoksa seküler mi olduğunu anlamak için nasıl bir
parametre uygulamak gerekmektedir (Karaarslan, 2014; 58). Bu sebeple bir
toplumun sekülerleştiğini ya da dindarlaştığını iddia etmek çok kolay
görünmemektedir. Ancak sekülerleşmeyi siyasal, kamusal ve bireysel olmak üzere
üç düzlemde ele aldığımızda, tarihsel ve toplumsal koşulları göz önünde
tutarak, katmanlı bir analizle mutlak olmasa da bir şeyler ifade etmek mümkün
görünmektedir. 4 Eritit’in eserinden ilham alarak ifade edecek olursak; dindar
bazı grupların yaşanan değişimler karşısında bir takım endişelere sahip
olduğunu söylemek mümkündür. Fakat endişeyi bütün ‘muhafazakarlara’,
‘dindarlar’ ya da Müslümanlara yaygınlaştırmanın ne kadar doğru olduğu tartışma
konusudur. Bir diğer önemli husus ise bazı grupların duyduğu endişenin kaynağı
konusudur. Bu endişeyi İslam’dan uzaklaşmak olarak tanımlarsak başka,
sekülerleşme olarak tanımlarsak bambaşka olguya denk düşmektedir. Dahası bu
olgusal farklılık toplumsal hayatta kişilerin kendisini hangi paradigmayı
merkeze alarak tanımladığı ile alakalıdır.
Kaba
bir gözlemden hareket ederek ifade edecek olursak bahsi geçen mevcut
endişelerin İslam’ın kural ve kaidelerinin uygulanmaması, çarptırılması ya da
maslahat icabı yorumlanmasından kaynaklandığı ifade edilebilir. Bu endişelerin
de ne kadar makul olduğu başka bir tartışma konusudur.
Yukarıda
yöneltilen teorik ve yöntemsel eleştirilere ek olarak ifade etmek gerekir ki
tüm eksikliklerine rağmen Ertit’in eseri Türkiye’de ki sekülerleşme
tartışmalarına yeni bir boyut getirmiştir. En azından gün geçtikçe sorgulanamaz
bir şekilde kabul edilen Türkiye’nin dindarlaştığı söyleminin bir antitezi
olması hasebiyle konunun başka boyutlarının da hesaba katılarak düşünülmesi
gerektiğini önermiştir. Bu anlamda yazarın yeni bir perspektif geliştirme çabasını
literatüre katkı olarak değerlendirmelidir.
Kaynakça
Berger
P. (2014) Dinin Krizinden Sekülerizmin Krizine (ed. Ali Köse) 21. Yüzyılda Dinin
Geleceği Kutsalın Dönüşü, İstanbul: Timaş Yayınları.
Bell
D. (2014) Kutsalın Dönüşü (ed. Ali Köse) 21. Yüzyılda Dinin Geleceği Kutsalın
Dönüşü, İstanbul: Timaş Yayınları.
Göle
N. (2012) Seküler ve Dinsel: Aşınan Sınırlar (çev. Erkal Ünal) İstanbul: Metis
Yayınları.
Taylor
C. (2014) Seküler Çağ (çev. Dost Körpe) İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları.
Karaarslan
F. (2014) Modern Dünyada Toplumsal Hafıza ve Dönüşümü, Selçuk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Doktora Tezi).
Karaarslan
F. (2015) “Post Seküler” Din Halleri: Dinin Dijitalleşmesi, (ed. Mete Çamdereli
vd.) Dijitalleşen Din, İstanbul: Köprü Yayınları.
Toprak
B., Bozan İ., vd. (2010) Türkiye’de Farklı Olmak: Din ve Muhafazakarlık Ekseninde
Ötekileştirilenler İstanbul: Metis Yayıncılık.
KAYNAK:
Değerlendirme / Ertit
Volkan, Endişeli Muhafazakarlar Çağı: Dinden Uzaklaşan Türkiye
(academia.edu.tr, 29.03.2020).
Faruk
Karaarslan, Mahmut H. Akın
Pınar Yayınları
Kitap Açıklaması
Aliya
İzzetbegoviç, İslam Deklarasyonu adlı kitabı dolayısıyla yargılandığı
Saraybosna İslamcılık Davasında (1983) kendisini yargılayan Sosyalist
Yugoslavya Cumhuriyeti’nin yargıçlarına şu sözlerle karşılık vermiştir:
“Ben
bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslam davasının bir neferi
olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslam,
benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı; dünyadaki Müslüman halklar
için daha iyi bir gelecek vaadinin ya da umudunun, onlar için onurlu ve özgür
bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan her şeyin
diğer adıdır”.
Çağdaş
İslam Düşüncesinin önemli temsilcilerinden Aliya İzzetbegoviç’in özgürlük
mücadelesi, İslam düşüncesinden ve pratiğinden bağımsız değildir. Onun
düşüncesinde özgürlük ve ahlâk, insanı yücelten ve diğer varlıklardan farklı
kılan temel değerlerdir. İslam, bu iki değerin uyumlu birlikteliğini
sağlamaktadır. Ne var ki zamanla Müslüman toplumlarda İslam ile Müslümanlar
arasında büyük bir mesafe oluşmuştur. Din yorumlarında, ahlakta, siyasette,
ekonomide vb. pek çok alanda gözlenen yozlaşmanın kaynağı da bu mesafedir.
Merhum bilge lider, sadece Bosna Savaşı sırasında değil, hayatı boyunca İslam
ile Müslümanlar arasında oluşan mesafeyi dert edinmiştir. Özellikle İslam
rönesansı ve İslamlaşma mücadelesine düşünce adamı olarak önemli katkılar
sağlamıştır.
Bu
kitaptaki yazılar, Müslümanların samimiyetle ve fedakarlıkla İslam’a dönmeye ve
İslam’ı yaşamaya ihtiyaçları olduğunu haykıran, bu uğurda ömrü boyunca mücadele
eden merhum Aliya İzzetbegoviç’in düşüncesinin ve pratiğinin anlaşılmasına
katkı sağlamak amacındadır.