HİLMİ BÜYÜKŞEKERCİ
Şair, yazar, gazeteci ve politikacı (D. 5 Kasım 1921,
Bursa Karacabey – Ö. 2018). Rumeli kökenli bir ailedendir. 5 Kasım 1921'de
Karacabey'de Garipçe Mahallesi'nde doğdu. İlkokulu Karacabey'de, ortaokul ve
liseyi Bursa Erkek Lisesi'nde yatılı okudu (1939). Çocukluğu ve ilk gençliği
savaş yıllarının yoksulluk ortamında geçti. 1940’da İstanbul Üniversitesi Hukuk
Fakültesi'ne girdi. Ancak bu bölümü çekici bulmayınca, ikinci sınıfta öğrenimi
bıraktı. Birkaç yıl İstanbul'da sanat edebiyat çevrelerinde bulundu, Darıca'da
askerlik görevini tamamladı, daha sonra babasının çağrısına uyarak 1946'da
Karacabey'e döndü, çiftçilik yapmaya başladı. Sebze üreticiliğinin yanı sıra,
Karacabey'de pamuk yetiştiren ilk çiftçi oldu. 1950 - 1960 yılları arasında
öncülük yaparak pamuk üretiminin ilçe çapında yaygınlaşmasını sağladı. Faal
çiftçilik yaşamını uzun yıllar sürdürdükten sonra, 1997'de emekli oldu.
Edebiyata küçük yaşlardan itibaren ilgi duydu. Bursa Erkek
Lisesi'nde iken şair Suphi Taşhan ve Niyazi Akıncıoğlu ile arkadaşlık yaptı.
Ortaokul yıllarında Bursa Sesleri adlı gazetede çıkan birkaç şiiri sayılmazsa,
ilk şiirleri, 1940 - 1941'de dönemin Marksist eğilimli, sosyalist gerçekçi
sanat-fikir gazetesi Yeni Edebiyat ve Yeni Ses dergisinde yayımlandı. Savaş
karşıtı, toplumcu kaygılara dönük, insan ve yaşam sevgisinin öne çıktığı
şiirlerdi bunlar.
İstanbul'da 1939 - 1942 yılları arasında oluşan ve
sonradan çoğu ünlenen Küllük çevresine girmesi, zengin bir edebiyat birikimi
edinmesini sağladı. Romancı Suat Derviş'in beğenisini kazanarak girdiği bu
toplulukta Abidin Dino, Arif Dino, Asaf Halet Çelebi, Rıfat Ilgaz, Hasan
İzzettin Dinamo, Niyazi Akıncıoğlu, Suphi Taşhan, A. Kadir, Orhan Kemal,
Hüsamettin Bozok, Behiç Atabek gibi şair ve yazarlarla arkadaşlık etti.
Edebiyata 40 yıl ara verdikten sonra 1980'de Hasan İzzettin Dinamo'nun
teşvikiyle yeniden yazmaya başladı. 1981 - 1993 yılları arasında Dönemeç,
Yeditepe, Varlık, Biçeni gibi dergilerde yayımlanan şiirlerinde dikkati doğaya
kaydı, daha çok doğanın gizlerini/yapısını, sevgi, hüzün ve yaşama sevincini
konu edindi. 1982 - 1983'te Adam Sanat dergisinde arkadalık ettiği
edebiyatçıların kişiliklerine, yapıtlarına ve yaşantılarına ilişkin anılarıyla
ilgi çekti. Ayrıca Varlık, Biçem ve İnsancıl'da denemeler yazdı.
Politika ve gazetecilikle de ilgilendi. Cumhuriyet Halk
Partisi'ne (CHP) girdi, bu parti adayı olarak Karacabey il genel meclisi
üyeliğine seçildi, milletvekili adayı oldu. 1955 - 1961 yılları arasında
Karacabey gazetesinin yazı işleri müdürlüğünü üstlendi, bu gazetede siyasal
içerikli köşe yazıları ve şiirleri yayımlandı. Aynı yıllarda Bursa'da çıkan
Yeni Ant gazetesinde de siyasal yazıları yayımlandı. Şiir, anı ve denemeleri
henüz kitaplaşmamıştır (1999).
Evinin olduğu sokağa Karacabey Belediyesi tarafından adı
verildi.
Kaynak: Bursa Gazeteciler Cemiyeti web sitesi
HAKKINDA: Mehmed Kemal / Politika ve Ötesi (Cumhuriyet,
2.8.1989), Hilmi Amcayla Asırlık Gezinti (Söyleşen: Alper Can. (Ocak 2011 - bursadakultur.org,
24.03.2020), Karacabey'de Bir Ulu Çınar: Hilmi Büyükşekerci (bursadakultur.org,
24.03.2020).
Her türlü yeni düşüncenin ülkemize şiir yoluyla girdiği sanıldığından şairler, oldum olası tehlikeli sayılmıştır. Hele solcu şairler hafazanallah hainden de beter olmuştur. Adam dergisinin Temmuz sayısında Hilmi Büyükşekerci'nin yazısını okuyorum, polisler şairleri nasıl da izlerlermiş. İstanbul'da sıkıyönetim var, şairler izleniyor. Haber duyulduğunda her biri bir yana dağılıyor, dostlar birbirini aylarca göremez oluyor. Sıkıyönetimce yakalanan her şair de yurdun bir yanına sürgün ediliyor. Hemen aklıma gelenler Dinamo, A.Kadir, Suphi Taşhan, Abidin Dino, Arif Oino... Hilmi, Naim'le (Katırcıoglu) Aksaray'daki pansiyonunda Niyazi Akıncıoğlu'nu görmeye gidiyorlar. Niyazi'yi elinde hukuk kitabıyla ders çalışır buluyorlar. "Çalışmıyorsan girelim, çok özledik seni". Hepsinde bir korku, "Buyurun, oturun, biraz ara verebilirim." Hilmi, "Niyazi yoğun bir çabayla kendini kurtarmaya çalışıyordu" diyor. Savaş sonrası öyle dehşetli bir korku vardı ki herkes başının çaresine bakar olmuştu. Her solcu şairin ardında bir polis; ya şair azdı ya da polis boldu.
KAYNAK: Mehmed Kemal / Politika ve Ötesi (Cumhuriyet, 2.8.1989).
Söyleşen: Alper Can
(Ocak 2011)
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Ben 1921'de Karacabey ilçesinde doğmuşum. O zaman
Karacabey Yunan işgali altında. Ama Yunan işgali altında olmakla birlikte
Karacabey’in nüfusu Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşuyor. Öyle bir yakınlık
var ki aralarında. Ben Karacebey’in savaşla fethedildiğini zannediyordum,
değilmiş. Osmanlının idaresine gönüllü girmişler. Kirmastorya denen
Mustafakemalpaşa da aynı şekilde gönüllü katılım yapmış. Halklar arasındaki bu
barış, beraberlik Yunan işgaline kadar sürmüş. Yunan işgalinde de yine bir
dargınlık, kırgınlık olmamış. Sarı Kilise diye bir kilise varmış, Karacabey’in
güney tarafında. Bu kilisenin bulunduğu arsayı dedem mübadillerden, muhacirlerden
satın almış. Kiliseyi tanıyoruz. Ancak kiliseden hiçbir eser yok, mezarlardan
eser yok. Karacabey’in bazı yaşlılarına Yunanlıların mezarlarını sordum, hiç
cevap vermediler, surat astılar. Yani katılış barışçıl ve sevgi dolu, ama
ayrılış facia. Yunan ordusu buradan kaçarken kasabayı yakmış, bir çok canlara
kıymış. Ben böyle bir zamanda doğmuşum.
Babanız ne iş yaparmış?
Babamın esas sanatı şekercilik.
Soyadınız oradan mı geliyor?
Oradan geliyor. Sonradan ticarete çevirdi işini. Arazi
satın aldı, çiftlik kurdu, ziraat yaptı. Ben okudum, sonradan yarım kaldı. Ben
de tarımla uğraştım, öğrendim o işi de.
Okul hayatınızdan bahseder misiniz?
Ben Bursa Erkek Lisesi’nde 1932/33’de yatılı okudum.
1938/39 mezunuyum liseden. Edebiyatla ilişkim ortaokulda başladı. Ortaokul 1 ya
da 2’deydim. Bandırma’lı yatılı bir arkadaşım vardı, Ertuğrul, babası subaydı.
Aynı sırada oturuyorduk. Dikkat ettim ona, parmak hesabı yapıyor. Dedim ki
içimden, bu arkadaşım matematik bilmeyen biri değil. Parmakla ne hesaplıyor.
Merak ettim, sordum ona. Ben şiir yazıyorum parmak hesabıyla dedi. A, nasıl
yazılıyor Ertuğrul dedim, bana tarif etti. İşte hece veznini anlattı. Onun
babası albay mıydı neydi, okumuş adamdı. Benim babam okuryazar değildi. Bizim
evimizde öyle edebiyat konuşulmadı. İyi ama, şiiri nasıl yazacağız dedim. Güneş
doğarken güneşe bakacaksın dedi, güneş batarken güneşe bakacaksın. Sulara
bakacaksın, ağaçlara bakacaksın, dağlara, bulutlara bakacaksın dedi. Çocukça
öyle ifade etti yani. Onlardan bir şeyler toplayacaksın, benim yaptığım gibi
yapacaksın sen de dedi. Temenyeri’ne çıktık, dağlara, dere kenarına çıktık.
Bursa o vakit yeşil Bursa’ydı. İkimiz de şiir yazdık. Ben yazdıklarımı Türkçe
hocasına göstereyim dedim. Üst sınıftakiler bana sakın gösterme, hoca çok fena
yapıyor dediler. Bizden bir üst sınıfta Muzaffer vardı, tiyatro sanatçısı oldu
sonra. Ertuğrul ona vermiş şiirlerini, senden şair mair olmaz demiş, uyduruk
bunlar demiş. Ben yine cesaret ettim, hocaya verdim. Şiirlerimi okumuş hoca,
çocukça şiirler olmakla birlikte, çok başarılı bulmuş. Derse sevinçle geldi
hoca, dedi ki içinizde bir arkadaşınız şair dedi. Beni kaldırdı, tanıttı. Orada
hoca bana şair deyince benim lakabım oldu şair. Adım söylenmez oldu sınıfta,
şair aşağı, şair yukarı. Üniversiteye kadar taşındı bu şairlik, Küllük
Kahvesinde(1) garsonlar şaire bir çay yap açık olsun diye bağırırlardı. Herkes
beni şair olarak biliyordu.
Erkek Lisesi’nde sizi edebiyata teşvik eden hocalarınız
oldu mu?
Benim Türkçe hocam Malik Adalan’dı. Sonradan felsefe
öğretmeni oldu. Bir tahrir diyoruz, şimdi kompozisyon deniliyor galiba. Öyle
şeyler yazıyorduk. Hocam bana not yazıyordu, sende bir kabiliyet görüyorum,
senin muhayyilen (=hayal gücün) geniş, gibi şeyler yazıyordu. Orada benim
kompozisyon kabiliyetim ortaya çıktı ama şiir hiç öğretilmedi. Onu Ertuğrul’dan
öğrendim.
O dönem Erkek Lisesi’nde kimlerle birlikte okudunuz?
Bizden önce felsefede başarılı olan ağabeyler vardı. Tabi
daha evvel Sait Faik vardı. Bursa valisi İhsan Sabri Çağlayangil onun sınıf
arkadaşıymış. Benden on yaştan fazla büyük. Mümtaz Bey vardı, Sait Faik’in
edebiyat hocası. Sait Faik’i keşfeden de odur.
Mümtaz Bey sizin döneminde de var mıydı, hocanız oldu mu?
Benim hocam olmadı, şubelerimiz ayrıydı. Benim hocam Orhan
Şaik Gökyay oldu. Ciddi, çalışkan bir öğretmendi. Benim de şair diye lakabım
var. Ama ben edebiyat tarihinden hoşlanmam, şiirle ilgileniyorum yalnızca. O
lakab yüzünden Orhan Şaik Bey’in derslerine çalışmak zorunda kaldım, mahcup
olmamak için. Bu görev sana aittir Hilmi diyerek ders içinde bazı görevler de
veriyordu bana. Orhan Veli ve arkadaşları, Garipler çıktığı vakit onları
duyuran Orhan Şaik oldu. Dergiler getirirdi, bu şiir hakkında görüşün nedir
Hilmi Büyükşekerci diye sorardı. Suphi Taşhan vardı sınıf arkadaşım. O da
şairdi ama o gizledi kendisini. Komunist inançlı bir gençti. Bursa’da teyzesi
var, abisi de Merinos fabrikasında memurdu. Bunların nezaretinde kalsın,
Ankara’daki çevresinden uzaklaşsın diye ailesi onu göndermişti. Erkek Lisesi’ni
bitirinceye kadar şairliğini ve düşüncelerini belli etmedi. Üniversite
öğrencisi olunca daha hürleşti. O zaman Beyazıt’daki kahvelerde, işte Küllük’te
falan onunla çok tartışmalarımız oluyordu. Ben evvela edebiyat
fakültesindeydim. O bensiz olamıyordu, geldi dedi, bir hukuk dersi dinle, ondan
sonra karar ver dedi. Beni Schwarz(2)’ın dersine soktu, hayran kaldım. Batıyı
ilk orada gördüm. Schwarz, Neumark, Dobresberger(3) ve daha pek çokları. Bunlar
Hitler’den kaçıp gelen, Atatürk tarafından da kabul gören hocalardı.
İstanbul’daki yıllarınıza geçmeden önce Bursa’yı sormak
istiyorum. O yıllardaki Bursa’yı nasıl hatırlıyorsunuz, sokaklarını,
insanlarını? Neler yapardınız?
Bursa İstanbul gibi canlı, forslu bir yer değildi.
Yenilikten de uzaktı. Daha dindar bir kentti. Temiz, terbiyeli insanları vardı.
Genç bir kitapçı, Zeki Mumcu, gelmişti. Lise mezunuydu.
Evinin olduğu sokağa Karacabey Belediyesi tarafından adı
verildi.
Kitapçı dükkanı neredeydi?
Ulucami’nin musalla taşı var ya, hemen onun karşısında
küçük bir dükkanı vardı. Ondan sonra Setbaşı’na geçti. Orada Foto Yıldız(4)
vardı, onun yanına geçti. Ben onun dükkanından çıkmıyordum. Bizim abimiz
gibiydi, bütün kitaplardan haberdardı, batı tercümeleri de geliyordu. Fakat
İstanbul, Ankara dergileri gelmiyordu. Ancak Orhan Şaik Gökyay gibi bir
edebiyat öğretmeni olursa dergilerden haberdar olabiliyorduk. Kendi de şair
olduğu için Orhan Bey yeniliklerden haberdar oluyordu. Sonra Niyazi Akıncıoğlu
vardı, benden bir sınıf yukarıda idi. O Edirne’den geldi. Bursa hayranı bir
şairdir. Niyazi Akıncıoğlu, Suphi Taşan ve ben, biz üçümüz aynı dönemde
Bursa’da bulunduk. Gençlerden başka şairler de çıktı. Sebahattin Çıracıoğlu
vardı, milletvekili oldu. Bir müddet Bursa Erkek Lisesi’nde okudu,
Mudanyalıydı. Milletvekili olduktan sonra Kozabirlik başkanı oldu. O da bir dergi
çıkardı, epey destekledi edebiyatı.
Derginin adını hatırlıyor musunuz?
Hatırlamıyorum. Çınarlı bir şey olacaktı ama. O dönemdeki
arkadaşlarımdan Muhlis Pamukkaya var. Kendisi edebi bir şeyler yazmadı ama o
çevreleri iyi bilirdi. Nihat Celal Sılay hakkında benden çok şey bilir. Doktor
Nihat Atal vardı, bizimle birlikte mezun oldu, doktor oldu. Suphi Taşan yatılı
değildi, abisinin yanında kalıyordu. Setbaşı tarafında, Nihat Atal’ın evine
yakın bir yerde. Bir gün Suphi beni evine davet etti. Kapının arkasına orak
çekiç çizmiş tebeşirle Suphi. Girdim evlerine, kapıyı kapadığı zaman orak
çekici gördüm. O zaman anladım onun düşüncelerini. Ama bunu kimseye aktarmadım.
O da beni güvenilir bir arkadaş kabul etti. Ben önce edebiyat fakültesine
başladım, yirmi gün orada okudum.
Orada hocalarınızdan kimler vardı?
Fuat Köprülü varmış, iyi ki gitti dediler, ferahladık
kurtulduk dediler. O çok ağır bir hocaymış. Diğerlerini hatırlayamıyorum çünkü
az okudum. Bir ay içinde bölüm
değiştirebiliyordunuz. Yeni gelen hocalara duyduğum hayranlık nedeniyle
Hukuk Fakültesi’ne kaydoldum. Çünkü bizim Türk profesörleri ile o zamanın
Avrupalı profesörleri arasında dağlar kadar fark vardı. Bizim Türk profesörler
Atatürkçü değildi, modern değildi, Osmanlıdan kalmaydı. Bilimin ezberini anlatırlardı
ama ruhuna inemezlerdi. Fakat diğerleri harika insanlardı. Kendilerine göre
teorileri olan kimselerdi. Özellikle Schwarz çok ünlü bir hocaydı, şüpheyi çok
değerli sayardı, ilim şüphelerle başlamıştır derdi. Ancak Hukuk Fakültesi 2.
sınıftan ayrılmak zorunda kaldım zira aile işleri ağır basmıştı, tüm sorumluluk
bana kalmıştı.
Üniversite yıllarında edebiyat çevrelerine nasıl girdiniz,
kimlerle tanıştınız?
Üniversite
yıllarında arkadaşlarım genellikle sol düşünceli insanlardan oluşuyordu.
Küllük’te toplanır, sanata ve ülke yönetimine ilişkin konular üzerinde
söyleşirdik. Siyasi olarak hepimiz faşizme karşıydık. Daha sonra grubumuz
devletçe dağıtıldı.
Niyazi
Akıncıoğlu, Rıfat Ilgaz’ın arkadaşı idi. Onun arkadaşlığı da şöyle: Hüseyin
Bekar diye, felsefede okuyan, boylu poslu bir genç vardı, İnegöllü. Niyazi
Akıncıoğlu da Hüseyin Bekar’ın arkadaşı idi. Bizim devrede Bursa Erkek
Lisesi’nde Bartınlılar çok vardı. Yani lisemizin sultani okul olarak bir
şöhreti vardı, Türkiye’nin her tarafından tercih edilen bir okuldu, yatılı
geliyorlardı. Bartınlılar da çok geliyordu. Ben Rıfat Ilgaz’ı o kahvede
tanıdım. Yani Küllük değil de, Bursa Erkek Liselilerin gittiği diğer kahvede.
Bartınlılar ile o kahvede görüşürdük. Seneler sonra dedim ki ona, sen Bartınla
ilişkilisin, Bartınlılar yüzünden mi geliyordun o kahveye. Yok dedi, Hüseyin
Bekar benim sanatoryum arkadaşım dedi. Hüseyin Bekar muazzam bir mizah
ustasıydı, Rıfat Ilgaz’dan daha baskın bir mizahçıydı. Ama sohbetinde, yazmada
değil. Hüseyin Bekar da Niyazioğlu’nun arkadaşı. Bizden bir sene evvel onlar
Rıfat, Niyazi edebiyat çevrelerini tanımışlar. Biz bir sene sonra gittik Suphi
Taşhan’la birlikte. Suphi Taşhan solcuları tanıttı. Yani Rıfat’ın gözü biz
gittikten sonra açıldı, ondan sonra o solcu oldu.
Başka kimleri tanıdınız o çevrede?
Hasan İzzettin Dinamo’yu mesela. O ağır bir şair olarak
tanınırdı. İnançlı, güçlü, cesur bir şair olarak tanınırdı. Nazım ayarında
yani. Gözü pekti aynı zamanda, mahkumiyetten korkmazdı. O da bizim kahvemize
geldi. Sonra Arif Dino, Abidin Dino’nun abisi. O çok alçakgönüllü, çok da
bilgili bir adamdı. O da bizim kahvemize geliyordu. Sonra bizi Küllüğe Suphi
taşıdı. Bu tanıştığımız kişiler aracılığıyla Küllüğe taşındık. Küllükte yeni
edebiyat çevresini oluşturduk. Karışık bir yerdi Küllük, her terkipte insan
vardı.
Garip çevresinden kimse var mıydı Küllük’te?
Şimdi Ankaralı edebiyatçılar İstanbul’a geldiklerinde
uğruyorlardı Küllüğe. Çoğu Ankara’da memuriyette idi. Aradaki mesafe fazlaydı,
yolculuğu masraflı, külfetli. Suphi bugün Küllüğe Orhan Veli, Oktay Rıfat
gelecek dedi. Suphi Ankara’dan tanıyordu onları. Suphi’nin babası zaten Taşhan
Palas’ın sahibi, Ankara’nın üst tabakalarından. Küllüğe geldiklerinde gördüm.
Oktay Rıfat çok yakışıklı, güzel bir genç, dört dörtlük. Öteki de bir o kadar
çirkin. Uzun boylu, zayıf, kambur. Birisi çok konuşuyor, Oktay Rıfat. Orhan
Veli ise çok dinliyor, az konuşuyor. Ama çok da munisti, terbiyeli, hiç
büyüklenmeyen, hiç de telaşlanmayan bir kişiliği vardı. Onun şair olduğunu hiç
düşünmezsin. Orhon Murat Arıburnu vardı, o ise şair pozluydu, sade hava.
İstanbul’da başka hangi edebiyat çevreleri vardı?
Nihal Atsız’lar vardı, sağcılar. Bir de solcular vardı.
Bunlar iki sivri uçtu. Varlık çevresi ise mutedildi. Suphi beni toplumcu
edebiyata çekmeye çalışıyordu. Onun sayesinde komunistleri tanımış oldum.
Yazdıklarımı yayınlama konusunda bir girişimim olmadı. Suat Derviş hanım vardı,
Suphi ile onun evine gittik. Kocası da komunist partisinin başkanıydı, Reşat
Fuat Baraner.
Komunist partisi var mıydı o zaman?
Gizli olarak vardı. Sonra Reşat Fuat Beyle de tanıştık.
Sovyetler’e gitmişler, gezmişler, görmüşler. Bu konuda bir tartışma çıktı
aramızda. Ben Atatürkçü tezle savundum. O pek beğenmedi. Ayrılırken dedi ki,
sizi her zaman görmek isterim. Aynı fikirde değiliz ama pek takdir ettim seni,
değerli bir gençsin. Sonra ben sınıfın en güzel kızına aşık olmuştum. Şair
adamın işi gücü ne, aşık olmak. Suphi de Bursa’da aşık olmuştu, bana açılmıştı,
dertleştik. Ben de ona açıldım bu sefer. Git anlat kendini kıza dedi. İki kez
gittim, kız reddetti. Suphi dedi ki, sen beni çok dinledin Bursa’da, derdimi
yükümü aldın. Ben şimdi seni nasıl yalnız bırakırım bu gece. Gideceğim yere
seni de alayım götüreyim, dedi. Neresiymiş orası? Hasan İzzettin Dinamo’nun
düğünü. Oraya ben davetsiz gittim. Üst tabaka solcular, seçkin edebiyatçılar,
sanatçılar gelmişti oraya. Suphi kalktı bir ara, bir şair evleniyor ama şiir
okunmuyor burada. İşte size bir şair tanıtıyorum deyip beni omuzlarımdan
yakaladı, kaldırdı masada. Dediler, kendi şiirini okusun öyleyse. Benim Bursa
Erkek Lisesi’nde yazdığım bir şiir vardı, onu okudum, müthiş alkışlandım. Suat
Derviş Hanım evinden tanıyor ya beni, kalktı beni ellerimden tuttu, ilan etti, bizim
şairimizsin sen artık dedi. Ne yazarsan yaz dergi açık sana dedi. O adaba
uyayım düşüncesiyle ben sonradan daha toplumcu şiirler yazdım, onlar da pek
güzel şiirler olmadı.
Ezberinizde olan şiir var mı hiç?
Benim Bursa’dan götürdüğüm Eflatun Perdeler şiir var.
Bursalı bir şiir. Bursa Erkek Lisesi’nde yazdığım tek şiirimdir bu. Ekseri içki
masalarında okunur. Başlığı yoktur. Başlıksız doğdu, öyle kaldı, bir şey
yakıştıramadım. Bunun başlığını duyanlar koydu.
60'lardan sonra siyasi hayatınız var, İsmet İnönü ile
tanışmışsınız?
1960’tan sonra yapılan seçimde belediye meclisi üyesiydim.
Belediye başkanı Oruç ve meclisteki arkadaşlarla Ankara’ya gitmiştik. O zamanki
CHP ilçe başkanı, ışık içinde yatsın, Sadık Yılmaz İnönü’den randevu almış.
Pembe Köşk’e gitmiştik. Grubun sözcüsü de bendim. Bana sorduğu sorulara
verdiğim yanıtlar ilgisini çekmiş olmalı ki beni yanına çağırdı ve kolumu
tuttu. Konuşmalarımdan sonra: “Bu arkadaşı iyi tanıyın” dedi. Sonraları damadı
olan Toker anılarını anlatırken Paşa’nın kolundan tutup yanına çağırdığı adam
sayısının beş altıyı geçmediğini söylemiştir. Ben de bu onuru paylaşanlardan
biriydim.
Çok teşekkür ederiz Hilmi Bey.
------------
NOTLAR
(1) Küllük Kahvesi: İstanbul’da, Beyazıt Camii'nin yanında
yer alan, bir dönemin edebiyatçılarının toplandığı çay bahçesi. 1950’lerin
ortalarında yıkılan çay bahçesinin müdavimleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar,
Sadri Ertem, Mahmut Yesari, Peyami Safa, Nurullah Ataç, Salim Rıza Kırkpınar,
Cahit Irgat, Arif Dino, Abidin Dino, Rıfat Ilgaz, Suphi Taşhan, M. Niyazi
Akıncıoğlu, Samim Kocagöz, Ömer Faruk Toprak, Hasan İzzettin Dinamo, Lütfü
Erişçi, Arif Damar, Sait Faik, Celal Sılay, Suat Taşer, Oktay Akbal, Neyzen
Tevfik, A. Kadir, Sabahattin Batur, Nuri İyem, Abidin Nesimi, Suat Derviş, Orhan
Veli, Cahit Sıtkı Tarancı ve dönemin pek çok aydını bulunmaktadır. A. Nevzad
Odyakmaz, Küllük Anıları’nda Küllük kahvesini ve müdavimlerini şöyle anlatıyor:
“Küllük kahvesi, Beyazıt camiinin Beyazıt’a bakan kapalı kapısı önüne
yerleştirilmiş, üstü mermer masalarla, bahçeyi ortasından ikiye bölen dar yolun
öbür yanındaki ünlü “Emin Efendi” lokantasının mutfak bölümüne bitişik, önü
tümüyle cam, tek katlı, limonluk benzeri bir yapıdan oluşmuştu. Bu bölümde,
çoğunlukla öğretmen emeklileri, üniversite öğrencileri prafa, blum, pastra ya
da briç oynar, tavlacılar zar atarlardı.(...) Küllük o dönemin düşün, yazın,
sanat, adamlarının bir araya geldiği bir okuldu sanki. Herkes birbirinin
öğrencisi, öğretmeniydi. Kimileyin denektaşına vururlardı birbirlerini. Zor sınavlar
geçirilirdi.” (Yazan: Emre Gümüşdoğan -
http://www.siirakademisi.com/forum/showthread.php?p=60514)
Salah Birsel ise aynı mekânı “Kahveler” adlı kitabında
şöyle anlatır: "Küllük Kahvesi Beyazıt Camii'nin Aksaray'a bakan kapısı
altında, kuytu, koltukaltı bir yerdir. Çınar ve atkestanelerinin serinliği
altına sığınmıştır. Küllük'te hemen hemen her yazar, her ozan boy göstermiştir.
Edebiyat dünyası, uzun yıllar oradaki masalarda şekil bulmuştur.”
(http://yercekimi.ekolay.net/haber/3186/692066/Istanbulun-kahveleri-I.aspx)
" Sanmayın avare bülbüller gibi güllükteyiz. Biz yanık bir kor gibi aksam
sabah küllükteyiz.
(2) Roma Hukuku profesörü Andreas Schwartz. Türkiye
Cumhuriyeti 1930'lu yıllarda Nazi kıyımından kaçan yüzlerce mülteciye
kapılarını açmıştı. Bu mülteciler Almanya'nın önde gelen profesörleri,
hocaları, doktorları, hukukçuları, sanatçıları, laboratuvar görevlileri ve
diğer musevilerdi. 1933 yılında Türk Hükümeti'nin Milli Eğitim Bakanı Reşit
Galip ile Sağlık Bakanı Refik Saydam Alman bilim adamlarının ilk temaslarından
sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk'ün de bu projeye şahsi desteğini
aldılar. Çalışma ekonomisti Alfred Isaac, ekonomist ve sosyolog Alexander
Rüstow, Roma dilbilimcisi Leo Spitzer, Roma Hukuku profesörü Andreas Schwartz,
Ceza Hukuku profesörü Richard Hönig, kütüphaneci Walter Gottschalk,
uluslararası ticaret hukukçusu Ernst Hirch, sosyoloji ve ekonomi profesörü
Gerard Kessler, şehir planlamacısı Ernst Reuter, ekonomist Fritz Neumark bu
parlak isimler arasındaydı.
(3) Schwarz Medeni Hukuk ve Roma Hukuku hocası, Neumark
iktisat, Dobresberger ekonomi politik hocasıydı.
(4) Foto Yıldız Setbaşı’nda Kırcılar ile vergi dairesi
arasında bulunurdu.
KAYNAK: Hilmi Amcayla Asırlık Gezinti (Söyleşen: Alper
Can. (Ocak 2011 - bursadakultur.org, 24.03.2020).