Hasan Öztürk (Trabzonlu)

Deneme Yazarı

Doğum
28 Ocak, 1961
Eğitim
Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü
Burç
Diğer İsimler
Hasan Öztürk Trabzonlu

Deneme ve eleştiri yazarı. 28 Ocak 1961, Araklı / Trabzon doğumlu. İlkokulu ve ortaokulu Araklı’da okuduktan sonra 1978’de Trabzon Erkek Öğretmen Lisesinden mezun oldu. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezuniyeti (1983) sonrasında ‘edebiyat öğretmeni’ olarak Arhavi (Artvin) İmam-Hatip Lisesinde göreve başladı. (26.11.1984) İlk görev yerinden sonra Rize İmam-Hatip Lisesi ve ardından Rize Anadolu Öğretmen Lisesinde görev yapan Hasan Öztürk, 26.06.2015 tarihinden bu yana Rize Sosyal Bilimler Lisesinde görev yapmaktadır.

Önceki amatör çalışmaları bir yana bırakılırsa Hasan Öztürk, yazıya 1980’li yılların ortalarında Yeni Forum dergisindeki ‘kitap’ eksenli yazılarıyla başladı. Sonraki yıllarda Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik, Matbuat, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh (1990-2015) ve Arka Kapak adlı dergiler ile k24 başlıklı sanal ortamda edebiyat/roman eleştirisi yazıları yazdı.

Bir ya da iki yazıyla adının geçtiği dergiler/gazeteler -Radikal İKİ, Star AÇIK GÖRÜŞ, Türk Dili, Hece, Taraf Kitap, Muhafazakâr Düşünce, Öykülem, TYB Akademi, Uçsuz vb.- yanında bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk, kısa sürelik ((2018/2019, 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri adlı ‘kitap kültürü’ dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları, Kitap-lık ve Edebiyat Nöbeti adlı dergiler ile ‘gazete duvar’ başlıklı sanal ortamda aralıklarla yazan Hasan Öztürk’ün edebiyat/eleştiri yazılarından oluşan kitapları yayımlanmıştır.

 

Kitapları:

 

Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik - Öykü ve Roman Eleştirileri  (2014), Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017).

 

KAYNAKÇA: İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007), Hasan Öztürk İle Orta Sayfa Sohbeti (Hazırlayan: Mehmet Erdoğan (Dergah, Ocak 2009, Sayı: 227), Hasan Öztürk İle Yazı, Edebiyat Ve Kitap Hakkında Konuşma… (Konuşanlar: Beyza Genç / Büşra Genç, Anadolu der gibi, Araklı Anadolu Lisesi Yayını, 2015, Sayı:1), İlker Aslan / Kurmacayı Yeniden Düşünmek (Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi, Mayıs 2015, Sayı: 67), Ertuğrul Gazi Derhem / Gündem Edebiyat (Hangâh, Kasım-Aralık-Ocak 2017/18, Sayı:4), Bilal Can Yazdı: Topluma Çevrilen Ayna: Edebiyat (16.01.2017),  Bilal Can / Kendine Bakan Edebiyat (Kitap Haber, 16.01.2017), M. Sadi Karademir  / Kendine Bakan Edebiyat (Dergah, Mart 2017, Sayı: 325), Mavi Yeşil Dergisi İçin Hasan Öztürk İle Görüşme (Muhammet Yalçın Azizoğlu, Fırat Gazetesi (Elazığ), 10 Ağustos 2017), Yakup Öztürk / Gündem Edebiyat (Dergâh, Şubat 2018, Sayı: 336), Hatice Baran / Hasan Öztürk’ün “Gündem Edebiyat” Adlı Eserinde Edebiyata Panoramik Bir Bakış (Acemi Kalemler, Ağustos 2018, Sayı:11), İlker Aslan  / Gündem Yeniden Edebiyat (Arka Kapak, Haziran 2019, Sayı: 33), Hasan Öztürk Neler Okuyor? (kitaphaber.com, 23.12.2019), Hasan Öztürk kitapları (kidega.com, idefix.com vd., 10.02.2020), Bilgi teyidi (10.02.2020).

BAKMAK VE GÖRMEK AYIRIMINDA İKİ EDEBÎ METİN

Türkçe Sözlük, ilk anlamlarıyla “bakmak” sözcüğünü, “bakışı bir şey üzerine çevirmek” buna karşılık “görmek” sözcüğünü ise “göz yardımıyla bir şeyin varlığını algılamak, seçmek” olarak tanımlıyor. Bu iki sözcük arasındaki ayı­rım, bakma yetisine sahip iki gözü olan her insanın, aynı zamanda gören olmadığına kanıttır. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir gününü yazdığı İstanbul’u anlatırken “Yaşamak, etrafımızdaki şeylerin şuuruna erdikçe bir dua olur” diyor ya bu, fark edebilmek için bakmanın yalnız başına yetmediği; aksine görmek için algının ve seçmenin, onun deyişiyle “şuuruna erme”nin gerekti­ğidir. Ortega y Gasset, “Yunanlılardan beri, bilgilenmeye ve onun etmenle­riyle nesnelerine değinen tüm terimler, dilde bakmak ve görmekle ilintili bulunan halk işi sözcüklerden alınmıştır”1 sözleriyle bu iki sözcüğün insanın düşünce dünyasındaki önemini belirler bir bakıma. Eski Yunan’da şiirin de bir tür “anlamlı bakış” sayıldığı bilinmeli… Bilgeliğin temsilcisi Minerva’nın, alacakaranlıkta uçan gözcüsü “baykuş”unun kanatları altındaki bilgi, güneş ışığının ortalığı güpegündüz aydınlattığı bir zamanın aksine ancak “anlamlı bakışı” olan gözlerin görebileceği zor seçilen bir zamanda saçılır ortalığa; görmeyi bilebilenler için elbette. Yaygın söyleyişteki gibi doğal eylem “bak­mak” ile kişisel bir algıyla baktığı şeyi “görmek” aynı olsaydı toplumsal bel­lek, “bakarkör” sözünü bu denli yaygınlaştırır mıydı dersiniz?

Bakılan nesnenin değerli olmasının yeterli olmayıp da bakma biçimi (görme)nin gerekliliğine Andre Gide’in “önem bakışında olsun, baktığın şeyde değil” sözü kanıt sayılmalı. Evrendeki varlıkların; insanın, güneşin, denizin, yıldızların, ayın, suyun… güzelliğini görebilmek, kişinin o güzellik­leri kendi içinde yaşatmasıyla olanaklı bir bakıma. Biz, insan olarak çevre­mizde/dışımızda kalanlara bakmayı bildikçe onların güzelliklerini görecek ve yaşamayı göründüğünden daha iyi anlayabileceğiz. Ölçü, evrenin büyüklüğü değil, onun bizim algılayabildiklerimiz kadarı olduğudur. Bu belki de filozof Alain’in belirlediği türdeki “bakma” ölçüsüdür: “Manzaranın gerçek zengin­liği teferruatındadır. Görmek demek, teferruatı incelemek, her yerde biraz durmak, yeniden bir bakışla bütünü birden kavramak demektir.” Herhangi bir şeyi açık seçik görebilmemizin imkânsızlığıdır onu önemli kılan.

Çok kez “uyanıkken görülen rüya”dır günlük yaşam ve biz çevremizde olup bitenlerin şuurunda değilizdir ne yazık ki. Biyolojik anlamda bir sağlık sorunumuz olmadığı halde nedense kulaklarımız duymaz, gözlerimiz de görmez olur ne çok şeyi. İnsanın yapıp ettikleri, doğal çevre ve toplumsal yaşamdan olduğu kadar onun kendi içinden gelen nedenlere de bağlanabilir. İnsanı her tür eyleme yönelten bu gerekçeleri somut biçimde sayıp dökmek olanaksız. İnsanın, dışındaki dünyaya açılan pencereleri sayılabilecek duyu organları arasında en karmaşığı ve anlamlı olanı kuşkusuz “görme” yetisidir. Bu duyuyu etkileyen pek çok uyarıcıdan “seçme” hali durumunda kalmak, kişiler arasındaki ayrımın önemli belirleyicilerinden biri. Tüketim kültürü­nün kuşattığı dünyanın sunduğu seçilen çokluğunun, yarattığı karmaşada, “seçim fikri kendi başına bir amaç haline geldi” diyen “seçme ikilemi” yazarı Renata Salecl, “toplumbilimciler günümüz dünyasında ‘özgürlük zulmü’nden bahsetmeye başladılar”2 cümlesiyle insanın bakma ve görme eylemindeki uyarıcı sorununa dikkat çekiyor bir bakıma; bakılacak olanlar çoğaldıkça görme de güçleşiyor doğal olarak. Günlük yaşamın kargaşasın­daki “yatay” insanın, “seçme” eyleminde gözü, estetik açı yerine kişisel ihti­yacına yetecek olana odaklıdır; o, görmek istediğine, gerekli olana bakar yal­nızca. Organizmada uyandırdıkları farklı çağrışımlardan öte doğrudan doğ­ruya belli hazlar ya da acılar veren renklerin de, söylendiği gibi seslere ben­zer biçimde havadaki titreşimlerden oluştuğu doğruysa kuşkusuz bu algı­lama, farklı “görme biçimleri” gerektiren bir “bakış” söz yerindeyse “sanatçı bakışı” olmalıdır.3

Sanatçı, dışa açık penceresi çok olan kişidir; onun gözlerinin açık olmasını sağlayan da sanattır kuşkusuz. Görüş alanı, sağını solunu sınırlı bir açıyla gören normal gözden daha geniş olan sanatçı gözü, günlük insana oranla çok daha küçük birimlerdeki uyarıcıları algılayabilecek bir “uyarılma eşiği” sahi­bidir. O, edinimlerini sınırlı fiziksel duyu organları yerine, başka insanlarda olmayan çağrışım zenginliği, duyarlığı, algı ayrıcalığı gibi yanlarının “ani kavrayış” durumuyla kazanmıştır. Baktığını gören sanatçıyı, göremeyenler­den ayıran, burnunun üstünde yalnızca bir tür “merak gözlüğü” taşımasıdır. Yirmili yaşlarındayken Sokrat’la karşılaştığında felsefeye yönelen Eflatun’un yaktığı şiirlerinden birindeki “Sana bakmak için gökyüzü olsaydım/Göz ol­saydım, onun gibi” dizelerindeki göz gibi bakandır sanatçı; belki de Ara­gon’un “her şeyi unuttum içlerinde” dediği “öyle derin” olan “Elsa’nın Göz­leri”dir görmek için bakan. Bakılanın güzel olarak değerlendirilmesinde, sanatçının gözünün payı olmasaydı insanlar için tek bir güzellikten söz edil­mesi gerekirdi elbette. Ralph Waldo Emerson’ın cümlesiyle “Açıklanamayan bir güzellik, sebebini görebildiğimiz güzellikten çok daha hoş”4  ise bu hoş­luğu sanatçının estetik bakışına borçluyuz kuşkusuz. Doğayla ve insanla ilişkilerinde çoklukla etkilenen konumdaki sanatçının ürettiği sanat eseri, bir tür tümdengelimdir bizim için; sunulan eseri algılama çabasıysa tümevarım yolculuğunun adıdır. Novalis doğru söylüyor belki de : “cennet, bütün yer­yüzüne serpiştirilmiştir” ve “bunun için yeri bilinmez olmuştur” da bu ne­denle “dağılan parçaları bir araya toplamalı ve iskelet doldurulmalı”dır. Aşk olsun, yeryüzüne serpiştirilen zerrecikleri gör(ebil)en göze.

 

Bir İnsanda İnsanlığı Görmek

 

“Sevgi neredeyse tanrı oradadır” ilkesiyle yola çıkan Tolstoy, sevginin bir­leştirici gücünü ve insanların bu değer çevresinde yaşamalarının gerektiğini İnsan Ne ile Yaşar’da, insanlar arasında yaşamakla cezalandırılan bir meleğin kutsal kitaplarda benzerlerine rastlanabilecek kıssadan hisse öyküsüyle anla­tır.5 Evini, aynı zamanda evi olan küçük bir ayakkabıcı dükkânıyla zor geçin­diren Simon, alacaklarını toparlayabilmek için evinden çıktığı bir gün eli boş geri dönerken yol kenarında donmak üzere olan bir adam görür, önce yoluna devam eder ancak vicdanını dinleyip geri dönerek adamı alıp evine götürür ancak karısı bu durumu hoş karşılamaz. Fakir evlerinde misafir ettikleri ga­rip adamın öyküsünü dinleyince ailece şaşırır ve sonra onu kabullenirler. Mihael adlı bu yoksul adam, gerçekte bir melektir ancak verilen emri yerine getirmediği için cezalandırılmış, dünyaya insan olarak gönderilmiştir. Bun­dan böyle Simon’la çalışmayı kabullenen Mihael, ayakkabıcılıkta kısa sürede ustalaşır. Bir süre sonra oldukça zengin bir adam, çizme diktirmek için çok pahalı bir deriyle dükkânlarına gelir. Çizme işini üstlenen Mihael, çizme ye­rine terlik dikince Simon telaşlanır çünkü ederi ömrü boyunca sahip olama­yacağı kadar paraya denk gelen deriden terlik dikilmiş, deri ziyan edilmiştir. Bir süre sonra çizme diktirecek adamın yardımcısı, efendisinin çizme yerine terlik istediğini söyleyip terlikleri alır gider çünkü efendisi ölmüştür. Bir başka gün dükkânlarına, yazlık ayakkabı diktirmek için bir kadınla ikiz kız kardeşler gelir; kızlar, meleğin (Mihael) vaktiyle canını almadığı için ceza­landırıldığı annenin kızlarıdır. Anneleri ölen ikizleri başka bir kadının sa­hiplenmesi sonucunda insanın “merhametle” yaşadığını öğrenen Mihael, öykünün sonunda bağışlanır ve melek olur, tekrar göğe yükselir.

Romancı Tolstoy’un, merhametine yenik düşmesi nedeniyle görevi ol­duğu halde yeni doğum yapan bir annenin ruhunu teslim alamadan dönen bir meleğin, insanlarla ilgili üç şeyi öğrenmesi emriyle insan suretine bürün­dürülerek dünyaya gönderilişini anlattığı İnsan Ne ile Yaşar öyküsünün Mi­hael’i, “insanın içinde ne barındırdığını,” “insana neyin verilmediğini” ve “insanın ne ile yaşadığını” öğrenme sınavında Novalis’in, “İnsanın dünyası, insanın kendisinden daha zengindir” sözünü birebir doğrulayacak birisidir. Öykünün melek/insan kahramanı Mihael, insanların arasına önce cinsiyet kazandırılarak somutlaştırılmış kimliğiyle gönderilmiş ve bakılınca görünür olmuştur, insanlarla ilgili sınavının bitiminin ardından soyut kimliğine dön­dürülmüş ve nasıl bakılırsa bakılsın görünmez olmuştur yeniden. Öykünün insan/melek kişisinin çevresinde “bakmak” ve “görmek” eylemleri, bırakınız günlük yaşamın insanını, sanatçının kavrayışını da aşan başka bir boyut ka­zanmıştır. Bu nedenle öykü, Sanat Nedir? kitabının yazarının, “hayatın an­lamını ötekilerden daha açık anlayanlar”ın bakışıyla bir tür mistik/didaktik değerlendirilmeye açıktır.

İnsan Ne ile Yaşar adlı öykü, “bakmak” ve “görmek” eylemlerinin birbirle­riyle ilintili olarak sıklıkla kullanıldığı az bulunur örnek bir metindir. Köy­lülerden, alacaklarını toparlayamadan evine “eli boş” dönerken yolun kena­rındaki “beyazımsı” şeye “baktıysa” da “gördüğünü bir şeye benze­teme[yen]” Simon, “baktığı şeyin bir insan olduğunu fark edince” şaşırır. Ne olur ne olmaz kaygısıyla yol kenarındaki adamla ilgilenmekten çekinen Si­mon, adamdan uzaklaştıktan bir süre sonra “dönüp arkasına baktığında” adamın “kendisine bakar gibi devindiğini fark eder.” Simon, geri dönüp ya­nına geldiği adamın yüzüne baktığında onun genç, yarasız beresiz ancak biraz korktuğunu görür, adama biraz daha sokulup da bakınca onun ayılır gibi olduğunu fark eder. Başını kaldırıp da dönüp yanına yaklaşan yolcunun yüzüne “baktığı”nda, önceki durumunun tamamen değiştiğini, “yüzünde Tanrı’nın ilahi ışığı” olduğunu görür. Adamın, Simon’ın kendisine ısınma­sına yetecek bakışından sonra Simon da onun “güzel yüzlü biri olduğunu gör”ür. Yol kenarında karşılaştığı yabancı bir adamı evine götürmekten başka seçeneği kalmayan Simon, karısı Matriyona’nın burnundan soluyaca­ğını düşünüp üzülse de “delikanlıya bakıp da onun bakışını görünce” sevi­nir. Kocasıyla birlikte evine gelen yabancı adama “bakıp” da homurdanan kadın, oldukça sert tepki gösterirken karşısındaki yabancı adam gerçeğini görmez bile. Matriyona, “bayramlık ağzını tam açacakken” kocasının “Tanrı’dan hiç mi korkun yok?” sözleri üzerine yabancı delikanlıya “bak”ınca onu görmüş olur ki hemen “yumuşa”r. Yemek getirip yabancı adamın yüzüne “baktığında” yabancı da kadına “bakıp” “ölümün onun üs­tünde sözü olmadığını gör”ür.Ustası Simon ile birlikte ayakkabıcılık işini sürdüren yabancının (Mihael), dükkânlarına gelen varlıklı müşteri tarafından ancak bir hayli zaman sonra fark edilmesi, çizme diktirecek “bey”in yalnızca bakmakla yetinişidir. Varlıklı müşterinin bıraktığı pahalı deriyi ölçüp kesen Mihael’in eline bakan Matriyona, “onun yaptığını görünce” şaşırır. Simon, kafasını kaldırıp çevresine “bakın[ca]” kalfasının çizme yerine “bir çift terlik diktiğini fark et[tiğinde]” şaşırır. Simon, kalfasıyla yaptığı yanlış iş için tartı­şırken varlıklı müşterinin uşağı dükkânlarına girer ve efendisi için artık çizme gerekmediğini, onun cenazesi için terlik istediğini söyleyince anlaşılır ki dükkâna giren varlıklı müşteriye bir başka gözle “bakan” Mihael, onun “omuzlarının üstünde” kendi arkadaşını, Azrail’i ve onda, insanın kendisi için gerekli olanın ne olduğunu bilmediğini “görmüş”tür. Sorunsuz geçen beraberliğin altıncı yılında çocuklardan birinin uyarısıyla pencereden dışa­rıya ailece baktıklarında bir kadının iki kız çocuğuyla evlerine doğru geldi­ğini görürler. Kadının, kızlarına yazlık ayakkabı isteği için kalfasına “baktı­ğında” Simon, kalfası Mihael’in, “gözlerini hiç ayırmadan kızlara baktığını gör”ür. Kız çocuklara ayakkabı siparişi veren kadın, onların doğar doğmaz yetim kaldıklarını ve kendisinin onların anneleri olmadığına dair acıklı öy­külerini anlatırken Mihael kalfanın çalıştığı yerde “çakan bir şimşek aydınla­nır gibi ol”ur ve onlar da “ona baktıklarında, elleri dizlerinde, gözleri tavana çevrili, gülümseyen yüzüyle gör”ürler. Kadın, yanındaki iki kızı alıp çıkınca evdekiler, ayrılmak için helallik isteyen Mihael’in, “üzerinde bir ışığın parıl­dadığını gör”ürler. Olup biteni ve kendi macerasını anlatan Mihael (melek), üstündeki elbiselerinden soyunup, bedeni de “insanın gözünün dayanama­yacağı bir ışıkla” kuşatıldıktan ve gökyüzüne yükseldikten sonra gözlerini açan Simon, dükkân ve aynı zamanda ev olarak kullandığı barakasının “es­kisi gibi” olduğunu görür.

 

Gökteki Yıldızlardan Önce Yerdeki Çiçekler

 

İnsan ve Tabiatbaşlıklı yazısında Nurullah Ataç, “ Gençliğimde sevmezdim tabiatı. Daha doğrusu insana göre tabiatı küçümsemekte tatlı bir duygu bu­lurdum. Ne ararsak kendi içimizdedir sanır, neyi beğenirsek onu da elbette insanoğluna borçluyuzdur derdim” hayıflanmasıyla insanın ancak zamanı gelince etrafındakilerin bir tür şuuruna erebildiğini söylüyor: “Bir gün geli­yor, tabiatla insanın bir olduğunu anlıyoruz. Gençliğimizde gerek kendi dü­şündüğümüz gerek başkalarından öğrenip hoşlandığımız ayrılıkların gerçek olmadığını görüveriyoruz.” Varlığını doğaya yakınlaştıran insanın tersine, modern dünyanın insanının mutsuzluğunda doğadan uzaklaşmasının payı büyük kuşkusuz; teknoloji ile doğanın zıtlaşmasıdır belki de modern dün­yada yaşanan gerginlik. Emerson, “uygar insan” hakkında; “Cenevre yapımı iyi bir saati var ancak güneşe bakarak saati söyleme becerisini kaybetti” diyor ya tam da oradayız anlaşılan. Behçet Necatigil’in Yıldızlara Bakmak6 adlı radyo oyunu, insanın doğayı görmesine doğayı yorumlayan manzara resimlerinin neden olduğu tezini doğrulayacak bir metin. Gecenin bir saatinde “yıldızlara bakmak” için kiraladığı arabayla rasathaneye giden adam, Ziya Paşa’nın, “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim/Gaflet ile görmez kuyuyu rehg üzerinde” dizelerindeki “turfa müneccim” benzeridir; yolunun üzerindeki “kuyu” değil de “çiçek” olsa dahi. Mahallesinin, sokak aralarında her gün top oynayan ama ressamın tablosunda kendi mahallelerini görünce “bu bi­zim mahalle mi” diye şaşıran çocukları gibi bugünün modern insanı. Doğa­daki manzaranın görülmek için sanat eserlerine çok şey borçlu olduğunu belirten Suut Kemal Yetkin, “doğa ve sanat” ilişkisi için önemli bir ayrıntıyı ekliyor: “Dağlar güzelleşmek için nasıl Rousseau’yu beklediyse, balta gir­memiş ormanlar ve denizler de Chateaubriand’ı, göller Lamartine’i, rüzgâr Shelley’i bekledi.”7Rasathaneye giden yolcunun bakışıyla gözlenmekten hoşlanmıyor, görülmeyi bekliyor doğa, kendisine arkadaş, tutkun deliler istiyor o, Gülen Ada (Halikarnas Balıkçısı) öyküsünde olduğu gibi.

Çevremizde olup bitenlerle nesneleri görme/fark etme bilincinin işlendiği Yıldızlara Bakmak; yolcu, arabacı ve gözlemevi müdürü üçlüsünün oluştur­duğu bir oyun. Günlük yaşamın karmaşasına kapılan insanın adına, çevre­sindeki varlıkları görmediği gibi gökteki yıldızların varlığını da unutan adam, “yıldızlara baktın mı” diye “yayılan, duman duman yaklaşan, sonra eriyip dağılan” bir ses duyar içinden. Nereden geldiği belli olmayan bu sesin etkisi altında kalan adam, tedirgin olur, korkar. Sesin, kendisine yüklediği sorumluluktan bir an önce kurtulup yıldızlara bakmak amacıyla bir fayton kiralayıp rasathaneye gitmeye karar verir. Rasathaneye gidip yıldızlara bak­mayı kendisi için varlık- yokluk sorununa dönüştüren adam, gece yolculu­ğunda yolunun “gündüz gibi aydınlık” olmasının “yıldız ışığından” kay­naklandığını kestirmeyince arabacıya, “gökte yıldız var demek” der. Gözle­mevi müdürü, gökteki yıldızları “hemen şimdi görmek istiyorum” diyen adama, “yıldızlar rasathaneden görülmez” uyarısıyla ondan, baktıklarını görmesini ister, gecenin geç saatlerinde sokaklar için “bütün ışıklar sön­müştü” diyen adama, “uyku tutmayan hastaların, âşıkların lambaları söner mi hiç?” paylamasıyla “bakmak” ile “görmek” ayırımını hissettirir. Çok şeyi gördüğünü, gözlerinin sağlam olduğunu söyleyip ancak “yıldızlara bakıyo­rum, onları görmüyorum” diye göz doktoruna bile gitmiş adam “teleskop” yardımıyla bu sorunu çözeceğini sanır oysa onun asıl sorunu “duymak için bakmamış” olmasıdır. Sofokles, kendisinden sonraki pek çok sanatçıya esin kaynağı olmuş Antigone adlı oyununda bedensel/biyolojik körlüğüne karşın “görebilen” rahip Teiresias ve bedensel körlüğü olmadığı halde “göremeyen” kral Oidipus çelişkisiyle sorunun eskiliğini gösterir bize. Yıldızlar için rasat­haneye giden adam, çiçeklere bakması istense “botanik enstitüsüne” gidebi­leceğini söyleyince arabacının, “parklar, bahçeler varken” uyarısı, adamın “görmek” yetisizliğini vurgular. Yaşamı boyunca geçim kaygıları nedeniyle sürekli “önüne” bakmış adam, gözlemevi müdürünün deyişiyle “başka şey­leri ya hiç görmez, ya da pek üstünkörü görür” onunkisi, amaç olan “gör­mek” değil de araç olan “bakmak”tır aslında. Israrla, “bakıyorum ama göre­miyorum” diyen adam, dilimizdeki “bakarkör” tipinin somut örneğidir; gözlemevi müdürünün, “teleskopunuz vardı, bakmasını bilmediniz” ve “bakmaya bakmaya gözleriniz görmez oldu” uyarısı, çevresindekilerin far­kında olmamak bakarkörlüğüdür. Gecenin bir yarısında gözlemevine gelip de müdürün sözleriyle irkilen adam, yol arkadaşı Sıddhartha’dan ders dinle­yen Govinda’dır: “Aramak bir ereği olmak demektir, oysa bulmak özgür olmak, almaya açık olmak, ereği olmamak demektir. Sen, ey değerli kişi, ger­çekten bir arayıcısın belki, çünkü ereğine doğru güçlüklerle ilerlerken gözü­nün önünde duran birçok şeyi görmüyorsun.” Aşk için “vakti olmamış” bir insan, “aylı gecelerde bir ağaç altında hiç oturmamışsa, samanyollarından gökyüzü kırlarına hiç tırmanmamışsa, kayan yıldızlara karşı bir dilekte bu­lunmamışsa, arada bir olsun başını göklere kaldırmamışsa” eğer, “teleskop­larla bakmış” olsa dahi “ne görebilir ki.” Gözlemevi müdürü, “görme” işinin “doktor işi değil yaşamak işi” olduğunu söyler ona, “görmüyorsunuz ki gösteresiniz” diyerek de paylar adamı. Arabacı da “çiçekleri gördünüz mü, gökyüzüne bakmadan yıldızları da görürsünüz” sözleriyle, şairin (T. Uyar) “durma göğe bakalım” dizesiyle ders verir zamanla yarışan adama. Çok kez, zamanının daraldığından yakınan adam, ömrünün sonlarına doğru kaybet­tiği güzelliklerin peşine düşerse de geç kalmıştır artık.

Yıldızlara bakmak, yolun sonuna gelip yaşamanın anlamını yitirdiğimizi akledince gökyüzüne bakmak, içinde bulunduğumuzdan daha umutlu, ay­dınlık bir dünya arayışına yönelme çabasıdır. Ne var ki göğün altı da yüzü gibidir gerçekte. Gökyüzündeki yıldızlar gibi yeryüzünün insanları; ışıl ışıl, küme küme… Güneşin yokluğunda parlıyor yıldızlar ve birbirlerini aydınla­tıyor, birbirlerinin tek tek görünmelerini kolaylaştırıyor yıldızlar; yıldızın yıldıza gereksinimi gibi insanın, varlığını sürdürmek için hemcinslerine duy­duğu ihtiyaç. Gökyüzündeki her bir yıldız, ışığının parlaklığı ölçüsünde gö­rünür gecede ve biz arada bir başımızı göğe kaldırır, kalabalık yıldız kümesi içinde bir yıldıza odaklanır, bir “dilek” tutarız. Bakmamış olsaydık gökyü­züne ve görmemiş olsaydık onca yıldız arasında onu, ne anlamı kalırdı “ku­tup yıldızı” olmanın bir yıldız için. Göğün altında, yeryüzünde ışığıyla ken­dini ve çevresini aydınlatan insan kümesi içinde, kim bilir ne çok “kutup yıl­dızı” var, tek tek bakılmayı ve iç gözle görülmeyi bekleyen.

Ezberletilen, rutin bir hayatı yaşar gibiyiz; kendimizin de çevremizin de farkında değiliz. Yaşamış olmak için yaşamak, bakmış olmak için bakıp geçi­veriyoruz öylesine insanlara, çevreye. Simyacı romanının, kaşıktaki zeytin­yağını dökmemek için kralın sarayındaki zenginliği görmeden görevini ya­pan delikanlısı gibiyiz. Oysa “mutluluğun gizi dünyanın bütün harikalarını görmek” ise kaşıktaki yağdan vazgeçmeyi de göze alabilmeliyiz bazen. Çok şeyin öğretildiği bu hayatta nedense bakmayı öğretmiyorlar ve baktığımızı görmeyi göstermiyorlar bize. Sıddhartha gibi “geceleyin gökyüzünde yıldız­ları, mavilikler içinde bir kayık gibi yüzen orak biçimli ayı, ağaçları, yıldız­ları, hayvanları, bulutları, gökkuşağını, kayaları, ayrık otlarını, çiçekleri, çayları, akarsuları, sabahları çalıların üstünde parıldayan çiğleri, mor, soluk, uzak, yüksek dağları” görmek için “dünya kitabını” okurken “harfleri, im­geleri küçümsemeye” kalkışmamak gerekiyor anlaşılan. Görmek için bak­mayı bilmeli insan elbette; baktığını görmeli, gördüğünü duymalı, duydu­ğunu/hissettiğini de başkalarına gösterebilmelidir. Gösterme bir dil sorunu bu anlamada; ister sözlü isterse de yazılı olsun. Bir mimarla bir yazarın tar­tışmalarından oluşan kitabın, yazar konuşmacısı Philippe Sollers, “yazdıkça daha iyi görebiliyorum” diyor ve ekliyor: “Çok az insan görebilir. Tuhaf belki ama öyle.”8 Çünkü ona göre, ortak ve öğrenilmiş bellek olan dil, “her bireyin mekâna ve görünür olana bakışı, kendine özgü belleğinden, duygusal dene­yimizden kaynaklanıyor” oluşunda önemli etkendir. Bizim sözcüklerimiz, sözlerimiz var ancak, seçme özgürlüğünün zulmü altında görme bozuklu­ğumuz, gösterme dilimizi de tutuklaştırıyor. Gözlemevi müdürü, “görmü­yorsunuz ki gösteresiniz” paylamasıyla telaşlı yolcudan başkalarına da du­yurmak istiyor sesini kuşkusuz.

Emerson’un deyişiyle, “kaynağına yakın fabrikaların suyunu kuruttuğu bir nehrin aşağısındaki değirmenciler gibiyiz” bugün ve “ yukarıdaki insan­ların su bentlerini yükselttiklerini kuruyoruz kafamızda.” Yıldızları görebil­mek için gözlemevine, çiçekler ve ağaçlar için de botanik parklarına, hay­vanların varlığını bilmek için hayvanat bahçelerine turistik geziler düzenli­yoruz; bütün buraların bir tür kurmaca, yapay mekânlar olduğunu bilerek elbette. İnsanı görmek için de etnografya müzelerine gidileceğe benziyor bundan böyle. İnsanların, müzede değil de nefesi nefesimize değecek denli yakınımızda olduğunu bilmek gibi yıldızların gözlemevi yerine gökte, çiçek­lerinse botanik parkında değil doğada olacağını anlamak. “Görmek, bir sürü tehlikeyi göze almak demektir.”(Kadın ve Kedi) diyen Necatigil, Yıldızlara Bakmak yolculuğunda doğal bir edinim olan “bakmak” eyleminin bir“araç” olup insanın kişisel çabasıyla bir tür öğrenmeye dönüştürdüğü “görmek” işininse bedel ödenmesi gerekecek “amaç” olduğunu hissettirir bize. “Bir Kızın Mektubundan”9 öyküsünde Rilke’nin, “ne kadar çok nesneye bakarsak, karşılığında o kadar şahane bakışlara kavuşuruz, çünkü her bakış bir önce­kinden daha görkemlidir” önermesinden esinle bakışlarımızı nesnelere çevi­rip güneşe ve iyi kalpli insanlara yöneltip de bakışlarımızı “yeniden bakış­larla doldurabilecek” miyiz dersiniz. Edebiyat metinleri, “yeni bakışlar” için her birimize kılavuzluk edebilir pekâlâ.

 

1- Ortega y Gasset, İnsan ve Herkes, çev. N.Gül Işık (İstanbul: Metis Yay., 2011), 75

2- Reneta Salecl, Kaygı Üzerine, çev. B.Engin Aksoy (İstanbul: Metis Yay., 2013), 59

3- “Yatay” ve “dikey” ayırımında sanatçı algısı için bkz. Nihan Kaya, Yazma Cesa­reti, (İstanbul: Ayrıntı Yay., 2013)

4- Ralph Waldo Emerson, İnsanın Görkemi, çev. F.C.Dansuk-P.Öztamur (İstanbul: Okuyan Us Yay., 2013), 113

5- Tolstoy, İnsan Ne ile Yaşar, çev. E. Murat Cengiz (İstanbul: Oda Yay., 2009)

6- Behçet Necatigil, Radyo Oyunları 1 Bütün Eserleri 7, içinde, (İstanbul: Cem Yay., 1984)

7- Suut Kemal Yetkin, Estetik ve Ana Sorunları, (İstanbul: İnkılâp ve Aka Yay., 1979), 63

8- Christian de Portzampare-Philippe Sollers, Görmek ve Yazmak, çev. Cem İleri (İstanbul: YKY, 2010), 33

9- Rainer Maria Rilke, “Bir Kızın Mektubundan,” Kalem ve Kılıç, çev. Kamuran Şi­pal (İstanbul: Say Yay., 2003)

 

Dergâh, Temmuz 2014, Sayı:293

DİVAN EDEBİYATI TARTIŞMALARI ARASINDA BİR CUMHURİYET PROMETHESİ: SABAHATTİN EYUBOĞLU

                                                                                                                

                                                                                                                      “Karısını, kızını satan mutsuzun suçu,

                                                                                      kalemini satan yazarın suçu yanında devede kulak kalır.”

                                                                                                                                              Sabahattin Eyuboğlu

 

            Tartışmanın kaynağındaki şiir

 

Divan edebiyatı, Orta Asya coğrafyasından değişik nedenlerle ayrılıp Anadolu’ya yerleşen Türklerin, bu yeni coğrafyada XIII. yüzyıldan itibaren yeni bir dinin ve iki ayı edebiyatın etkisinde geliştirip XIX. yüzyıl ortalarına dek sürdürdükleri edebiyatın adıdır. Şairlerin, şiirlerini topladığı kitap olan “divan” sözcüğünden adını alan şiir ağırlıklı bu yeni edebiyat, etkisinde kaldığı din nedeniyle “İslami Türk Edebiyatı”; devletin merkeziyle yakınlığından ötürü “Saray Edebiyatı”; seçkin bir okur/yazar kitlesiyle ilgili oluşuyla “Yüksek Zümre Edebiyatı”, belli bir coğrafyayı dışarıda bırakması nedeniyle çoklukla yetersiz bir adlandırma sayılsa da “Osmanlı Edebiyatı” ve oldukça uzun bir zaman canlı kalışıyla “Klasik Türk Edebiyatı” gibi adlarla da bilinmektedir. Kendi iç kurallarını zamanla bir tür geleneğe dönüştüren bu edebiyatın, İslam dininin temel kaynakları yanında bir hayli zengin coğrafyaya yayılan peygamber kıssaları, evliya menkıbeleri ve İran mitolojisi türünden başka kaynakları da vardır. Şiiri; aruz ölçüsü, beyit birimi ve tamamına yakını Arap edebiyatından alınan nazım şekilleriyle kurulu Divan edebiyatı, lirik söyleyişine uygun “gazel” türünü yaygınlıkla kullanmasıyla bir tür “gazel edebiyatı” görünümündedir. Gazel ve onun dışındaki kaside, mesnevi, rubai, şarkı, murabba vb. yaygın nazım şekilleri yanında; Divan edebiyatının, içerikteki farklılığına karşın anlatım diliyle şiiri çağrıştıran nesir yazıları da önemsenmelidir elbette. Başlangıç yüzyılında dil, anlatım ve vezin zorluklarıyla Hoca Dehhani, Sultan Veled, Ahmet Fakıh, Şeyyad Hamza gibi isimlerle yola çıkan Divan edebiyatı, sonraki yüzyıllarda Ahmedî, Kadı Burhaneddin, Necatî, Ahmet Paşa, Ali Şir Nevaî, Şeyhî, Bakî, Fuzulî, Nef’i, Nabî, Neşatî, Nedim ve Şeyh Galip gibi usta şairlerle şiir dilini güçlendirip zenginleştirmiştir. Divan şiirinin, sözdeki seçicilik ve tasarruf özenine söz sanatlarının da eklenmesiyle bu edebiyatın şiiri, “mazmun” terimiyle örülen “gizli dil” öncelikli söz ustalığını önemsemiştir. Osmanlının, devletiyle yan yana yürüyen ve aynı zamanda güçlenen şiiri, devletinin güçsüzlüğüne koşut bir çizgiyle gücünü kaybeder. Divan şairlerinin, “şiirin ne’liği” bağlamında birbirlerine yönelttikleri “nitelik/popülerlik” sataşmalarını bir yana bırakırsak XIX. yüzyılın ortalarına dek ciddi sayılabilecek bir eleştiriyle karşılaşmayan Divan şiiri, yüzyılın ortalarındaki uygarlık değişiminin etkisiyle Batı’ya, dolayısıyla onun edebiyatına yönelen yeni bir kuşağın zihniyet ve estetik algısıyla eleştirilir. Eşiğinden içeri adım atılan uygarlığın belirleyeceği kültür, siyaset ve toplum projesini yansıtması beklenen “yeni” bir edebiyat ortamında Divan edebiyatı, bundan böyle “eski” olacaktır artık.1

            Divan edebiyatı, yeni bir uygarlığın oldukça uzun süren yerleş(tiril)me aşamasında bir bütün olarak hedef seçilmişse de yeni karşısındaki eksiklikleri belirginleştirilerek tek tek eleştirilir. Eleştiri oklarının yöneltildiği hedefler somutlaştırılmıştır: Divan edebiyatı seçkinlere yönelik halktan uzak bir edebiyattır. Sosyal hayattan kopuk olan Divan edebiyatı içeriği, dili ve şiir estetiği yönüyle millî olmayan taklitçi bir edebiyattır. Gerçek hayata ilgisiz kalan Divan edebiyatı, hayal dünyası dar olan ve samimi olmayan bir edebiyattır. Mazmunlarla bir hayli kapalı, söz sanatlarıyla da anlaşılmaz duruma gelen Divan edebiyatı, kuralcı bir edebiyattır. Nerdeyse dinî öğretiye dönüşen bu edebiyat, iktidara yakınlığıyla bir tür “caize” edebiyatına dönüşmüştür… Eleştiriler, uzadıkça uzar.2 Tanzimat döneminde Divan edebiyatının özellikle şiirine yönelik eleştirilerin öncü isimlerinin, eleştirdikleri bu edebiyatın kültürüyle yetişmiş olmaları ve dolayısıyla bu eski edebiyatı iyi biliyor olmaları göz ardı edilmemesi gereken bir noktadır.3 Bu, içerden gelme durumuyla eleştirinin edebî/estetik kaygıdan çok, ortam/siyaset kaygılı olduğu anlayışı giderek yaygınlık kazanmıştır. Gerek Tanzimat döneminde gerekse onun devamında ve özellikle Cumhuriyet döneminde Divan şiirine yönelen eleştiriler, yönetici seçkinlerin yeni uygarlık projelerini halkın seçimlerine dönüştürme amacıyla giriştikleri dönüştürme çabasının edebiyat alanına yansımasıdır. Eleştirel söylemleriyle farklı zamanlarda öne çıkan önemli isimlerin, akışına kapıldıkları ortamın havasından kurtulduklarındaki özgür değerlendirmeleriyle önceki söylemlerini aşırı bulmaları, yaptıklarının bir bakıma “durumdan vazife çıkarmak” olduğunu gösterir. Eskinin/geleneğin sorgulanmasına yönelik kişisel eleştiriler, zamanla bir dönem/kuşak algısına dönüşmüş; Tanzimat, Divan şiirini, Servet-i Fünun, Tanzimat’ı ve Divan şiirini, Milli Edebiyat hareketi, Servet-i Fünun’u, Cumhuriyet ise öncellikle Divan şiiri olmak üzere kendisinden öncekileri eleştirmekle başlamıştır. Her ne olursa olsun toplumsal yaşayışta “eski”, “yeni” karşısındaki gücünü giderek kaybetmektedir ve edebiyat da bu süreçten kendine düşen payı alacaktır. Tanzimat’tan Servet-i Fünun’a ve oradan da Cumhuriyet dönemine uzanan çizgide Namık Kemal’in başlattığı eleştiri halkasının yeni katılımcılarla genişleyip Divan şiirini hayatın dışına çıkarma çabasına karşılık, Divan şiiri de “gelenek” adıyla yararlanılması gereken bir hazineye dönüşmüştür. Divan şiiri eleştirildiği, dışlandığı kadar önemsemiştir de.4 Şiirini kuracak her kuşağın, öncelikle Divan şiiriyle “hesaplaşma” yolunu seçmesi, zamanla şiirimizin bir geleneğine dönüşecektir.

           

Tanzimat sonrası Cumhuriyet öncesi

            Divan şiirine yönelik ciddi ilk eleştirinin Namık Kemal’in 1866’da Tasvir-i Efkâr gazetesinde yayımlanan “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir”5 başlıklı makalesi olduğu ve bu makalenin sonraki eleştirilere öncülük ettiğinde edebiyat çevreleri söz birliği etmiştir dense yeridir.6 Yeni bir edebiyat anlayışını yerleştirmek kaygısıyla “eski edebiyat telakkisine düşman olmuş, onu yıkmak için her vesileden istifade ”7 ederek Divan şiirine yönelik eleştirilerinin şiddetini her fırsatta artıran Namık Kemal, eski şiiri; gerçeklikten ve halktan uzak kalması, hayalci ve abartılı oluşu, karamsar ve taklitçi oluşu gibi nedenlerle eleştirmiştir. Namık Kemal Antolojisi adlı kitabının sonuna “Namık Kemal ve Şiirde Yenilik” başlıklı bir bölüm ekleyen Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre “eski şiirin havasında yetişen” bir şair olan Namık Kemal, “eski şiire tevcih ettiği ithamlar da çok defa sathî” kalmışken “hiçbir zaman garp şiirinin hususiyetlerini, lezzetini, tabiat ve hayat karşısında bizimkinden çok başka olan durumunu tatmış ve anlamış görünmez” olmasına karşın “fikirleri namına mahkûm ettiği eski zevke, eski söyleyiş tarzına, bütün değişme arzularına rağmen bağlı kalmış”8 bir idealisttir. Divan şiirine yönelik eleştirilerini Mukaddime-i Celal(1888)’de sürdüren Namık Kemal, hazırladığı üç ciltlik Harabat antolojisiyle davaya ihanet ettiğini düşündüğü Ziya Paşa üzerinden Tahrib-i Harabat(1886) ve Takib(1886) kitaplarıyla eskiye yönelik eleştirilerinin dozunu artırmış, “bu hücumu haksızlığa kadar götür” müştür.9 Namık Kemal’in, Hintli bir yazardan çevirdiği Bahar-i Dâniş(1886) hikâyesine yazdığı “önsöz”, İran şiirinin Divan şiiri üzerindeki olumsuz etkilerini göstermesiyle eskiye yönelik dolaylı bir eleştiridir. Oysa aynı Namık Kemal, bu sert eleştirilerinden bir süre sonra Recaizâde Mahmut Ekrem’e yazdığı mektupta okuduğu divanlara hayranlığını belirtmekle kalmayıp saldırılarının, “Tarz-ı kadimi yıkmak için kudema-yı şuarâyı devirmek lüzumu”ndan kaynaklandığını belirtecektir.10 Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Şiir ve İnşa”(1868) makalesinde, bizim şiirimizin; “…hani şairlerin namevzun diye beğenmedikleri avam şarkıları ve taşralarda ve çöğür şairleri arasında deyiş ve üçleme ve kayabaşı tabir olunan…” şiirler olduğunu, buna karşılık Necati, Baki ve Nef’î divanlarındaki kaside, gazel, kıta ve mesneviler olmadığını söyleyerek eski şiiri eleştiren Ziya Paşa, bir süre sonra Türk, Arap, Fars ve Çağatay edebiyatlarından seçtiği örnek metinlerle hazırladığı Harabat(1874) antolojisiyle içinde yetiştiği Divan şiiri geleneğine döner.

            Tanzimat döneminin ikinci edebiyat kuşağında ve Servet-i Fünun döneminde Divan şiirine yönelik eleştiriler, öncekilere oranla daha çok şiir/estetik bağlamında ve eski hararetini kaybetmiş biçimiyle devam eder.  Tanpınar’ın belirlemesiyle “eski ile yeni arasında” kalan Muallim Naci, yeniye açık bir şair olmasına karşın her nasılsa çevresine toplanan “eski” sevdalılarının arasında kalmış ve böylece de Talim-i Edebiyat kitabıyla yeninin temellerini kuran Recaizade Mahmut Ekrem karşısında eskiyi savunmak durumunda kalmıştır. Namık Kemal’in, “takriz” yazısında “Halik-i levh ü kalem say’ini meşkür etsin” cümlesiyle övdüğü Talim-i Edebiyat, cılız birkaç eleştiriye karşılık dönemin edebiyatçılarının takdirini kazanmıştır.  Tercüman-ı Hakikat gazetesi yazarı Muallim Naci, dönemin genç şairlerinden birisinin, “abes/muktebes” tartışmalarına neden olacak şiirinin, Malumat dergisinde eleştirilmesiyle başlayıp Recaizade Ekrem ile “Zemzeme-Demdeme” adlı kitaplarla anılacak eski yeni tartışmalarına, eski safında girişir. Yüzyılın sonlarına doğru Batılı şairleri, şair gözüyle okuyup Divan şiirinden yalnızca aruz ölçüsünü almakla yeni bir şiir dili oluşturan Servet-i Fünun, değil Divan şiirini, yeni sayılan Tanzimat’ı da çok yetersiz bulacak ve her ikisini de eleştirecektir. Şiirde estetik kaygıyı öne çıkarmaya çaba gösteren Servet-i Fünun şairleri, “Divan şiirinden ancak kendilerinin şiirde yaptıkları yenilikler söz konusu olduğu zaman”11 söz etmiş, bu dönem şiirinin eksikliklerini kendi zamanlarıyla ilgili görmüşlerdir. Aruz vezninin, sıklıkla eleştirilmekle birlikte terk edil(e)mediği Servet-i Fünun döneminde Divan şiirine yönelik eleştiriler, Ahmet Reşit Rey’in, İran şiirinin taklit edildiğini ve mazmunlara bağlanıp yalnızca sanat gösterisinin öne çıkmasının yanlışlığını vurgulayan yazılarıdır. Aynı dönemde İsmail Safa da Divan şiirini, modası geçmiş benzetmeleri kullanmış olmakla eleştirir: “Bir mısrada zülf ve gamze-i yârdan bahsedilince diğerinde mutlaka mârdan, bîmârdan dem vurmak tarz-ı inşâdını tercih edenlerin sermaye-yi nazm ittihaz eyledikleri teşbihat ve mezâmin, arz ve semâyı lebriz-i füyüzât eden mu’cizat-ı kudretten daha vâsi bir zemin mi teşkil eder? Binlerce Rum ve İran şuarasının asırlardan beri milyonlarca beyitlerde kullandıkları mazmunlar, teşbihler ile mi lisân-i şiirimiz daha ziyade tekemmül eder?”12 Divan şiirinin, tasavvufun çemberinin dışına çıkamadığından gelişemediğini belirten Ali Ekrem’e göre “zâkirlik başka şairlik başka” bir şeydir.13

           

Cumhuriyet ve sonrası

 Cumhuriyet dönemi şiiri, Divan şiiri geleneğiyle yetişen iki önemli isim Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in etkisiyle yola çıkmış bir görüntüdedir. Durum böyle olsa da her yeninin kendi geleneğini oluşturması, kendisinden öncekini yıkmakla başladığından Cumhuriyet kuşağı da beklenen darbeyi yapmakta gecikmemiştir. Cumhuriyet yönetiminin siyaset, eğitim, sanat, edebiyat, kıyafet, basın-yayın, günlük yaşam vb. alanlardaki topyekûn değiştirme/dönüştürme hamlesi, gelecekteki “çağdaşlaşma” umudu adına geçmişteki “gelenek” imgesinin silinmesi, yerine yenisinin icadı ve olan her şeyin kontrol altına alınması çabasıdır.14 Eski ile bağlarını keserek yeni bir ulus yaratma projesini benimseyen resmi ideolojinin, eskinin kültür kodlarını simgeleyen gelenek değerlerinin somut olarak yansıdığı müzik ve edebiyatla işe başlaması öncelikli bir çabadır. Tanzimat dönemi edebiyatçılarının, edebiyat sorunu olarak görüp bir hayli hırpaladıkları Divan edebiyatı, bundan böyle devlet meselesidir.15 Cumhuriyet döneminde Divan şiirinin/eskinin aktif savunucularının kalmamış olması yetmez anlayışıyla, yetiştirilecek yeni kuşağın, dili ve dünya görüşü ulusal kimliğe bir hayli uzak duran Divan şiiriyle yakınlaşmaması için dönemin edebiyatçıları ve eğitim programlarına önemli görevler yüklenmiştir. Erken Cumhuriyet döneminin, arı Türkçe ve hece ölçüsü özlemiyle Orta Asya vurgulu milliyetçi söyleminde Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü’nün aruz veznini, dolayısıyla Divan şiirini gündem dışına çıkarma çabalarının önemli payı vardır. Divan şiiriyle ilgili önemli çalışmalarıyla bilinen Mehmet Kalpaklı, “Tanzimat dönemi ve arkasından gelen modernleşme devrinde geleneksel Osmanlı şiiri modernleşmeye karşı olanı simgeliyor”16 olduğundan hareketle, Cumhuriyet ideolojisinin, silinmesi gereken gelenek olan “öteki” üzerine yoğunlaştığını belirtir.17 Ziya Gökalp ve Köprülü’nün altyapı çalışmalarıyla18 gerçekleşen “Dil inkılâbının aynı zamanda sözü edilmeyen bir edebiyat inkılâbı olduğundan” yola çıkan Orhan Tekelioğlu, “Edebiyatta Tekil Bir Ulusal Kanonun Oluşmasının İmkânsızlığı Üzerine Notlar” başlıklı, Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü’nün etkilerini de gösteren dikkate değer makalesinde dil tartışmalarının -M. Kalpaklı’nın adlandırmasında olduğu gibi- “biz” ve “öteki” anlayışıyla sürdürüldüğe işaret eder.19 Cumhuriyet döneminin edebiyatında aruz saf dışı edilmiş ancak devrimlerin yerleşmesine engel sayılan geleneğin sembolü Divan şiirine yönelik sert eleştiriler uzun süre devam etmiştir.  Tanzimat edebiyatçılarını andırır uygulamayla Cumhuriyet edebiyatının pek çok ismi de “dönemin havasına uyarak” hem iyi bildikleri hem de önemsedikleri Divan şiirine yönelik birbirini tutmayan eleştiriler yöneltmiştir. Bu bağlamda pek çok isim arasında Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyuboğlu ve Abdülbaki Gölpınarlı öne çıkarılması gerekenlerdir. Divan şiirine karşı, geleneğin reddi kapsamında eleştiriler sürerken aynı zamanda Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in açtığı yolda; Tanpınar’ın, Divan şiirini yeni nesillerin sevmeye başlamalarından duyduğu sevinci “onu sevmek ve anlamak, gelecek zaman için beklenilen bir rönesansın ilk müjdesidir”20 sözlerine uygun biçimde gelenekten modern şiirde yararlanıldığı da açıktır. Bu “müjedeli” yolda; Behçet Necatigil, Asaf Halet Çelebi, Mehmet Çınarlı, Attila İlhan, Sezai Karakoç ve Hilmi Yavuz, listeyi kabartmamak için öncelikle söylenmesi gereken birkaç isimdir.

Cumhuriyet döneminde Divan şiiri hem devletin hem de bir şekilde sözcülük görevi üstlenen edebiyatçıların gündemindedir. Yakup Kadri’ye göre “…klasik Türk edebiyatı, Türk tarihinin Osman’dan başlayıp Vahdettin’de bitişi gibi Âşık Paşa’dan başlayıp Fikret’e kadar gelen yahut Galip Dede’de son nefesini vermiş Divan Edebiyatı değil Velet Sultan ve Yunus Emre’den beri devam etmekte olan Milli edebiyatımızdır.”21 Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “eski şiirimizden çok iyi anlardı” dediği İsmail Habib Sevük, liseler için hazırladığı ders kitabında, “Bütün Divan edebiyatında dalkavukluk aruz şekline bürünmüş bir zillet, şiir yalanla beraber giden bir ikiz, şair iktidar mevkiine karşı tekâpuyu mubah ve hatta mecburi telâkki eden bir acizdi.”22 cümlesiyle, iyi anladığı bu edebiyatı eleştirir. Romancı Peyami Safa, alfabe değişikliğinden sonra, “divan edebiyatının el yazmalarını okuyabilmek için gençlere Latin harflerinin yanı sıra Arap harflerinin de öğretilmesi gerektiğini ileri süren”23 bir isimdir ancak aynı Peyami Safa’ya göre “bizde bütün divan eşya arasında istiari nisbetler arayan bir hayal edebiyatıdır” ve “Türk edebiyatı hemen bütün tarihinde halkın işkembe-i kübra diye tercüme ettiği muhayyele mahsulü bir edebiyat halinde kaldı”24 Tanpınar’ın, “neslimizden hiç kimse eski şiiri onun kadar tanıyıp sevmedi.” dediği Nurullah Ataç, 29 Haziran 1953 tarihli “günce”sine,  “Alaturka çalgıdan soğuduğum gibi, onun kalkmasını, unutulmasını istediğim gibi bütün divanların da kapatılmasını unutulmasını istiyorum. Onlar ortada durdukça biz onların şu iyiliği var, bu güzelliği var dedikçe kafa devrimi gerçekleşmiyecek, Doğulu olmaktan büsbütün çıkamıyacağız. Bunun için bugünün gençleri dinlememelidir bizi. Biz, duygularımıza kapılarak, birtakım güzellikler buluruz o eski şeylerde. Bugünün gençleri uymasınlar bize, bizim Fuzuli’yi sevip övmemizi doğru bulmasınlar, biz o gazelleri okurken gülsünler bize, alay etsinler bizimle. Bilsinler ki onlara kapılırlarsa zehirlerler kendilerini.”25 cümlelerini yazmaktan geri durmamıştır. Yine aynı Ataç,  Söyleşiler(1964)’inde Divan şiirinin hararetli savunucusudur: “Divan şairlerimizin İran’dan örnek aldıklarını, saz şairlerimizin ise yerli kaldıklarını, tamamiyle bizim olduklarını söyleyenlere bakmayın, ne dediklerini pek bilmezler; belki de işlerine öyle geldiği için bile bile yalan söylüyorlardır. (…) Yüzyıllar boyunca bu ülkenin aydınları kaside, gazel yazmağa heves etmişlerdir; içlerinde koşma yazıp mani düzen pek olmamıştır; Saz şiiri aydın olmayanlara, orta sınıfa da değil, büsbütün okumamışlara bırakılmıştır. Çocuklarımıza yalnız onu göstermekle kalabilir miyiz? Edebiyatta bizim asıl geleneğimiz, Divan şiiri geleneğidir.”26 Nurullah Ataç’ın, ilk baskısı 1954’te yapılan Ararken kitabındaki “Devrim” başlıklı yazısı, onun bu çelişkili tutumunu göstermesi bakımından önemlidir. Yıllar sonraki “edebiyat tarihi” için “giriş” ve  “divan şiiri” bölümlerini yazacak Ahmet Hamdi Tanpınar, 1930’da Ankara’da toplanan “Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi”nde Divan şiirinin lise müfredat programlarından çıkarılması yönündeki teklifiyle bir hayli dikkat çekmiştir. Yeni edebiyat için olduğu kadar eski edebiyat hakkındaki yazılarıyla da önemsenen Tanpınar, adı geçen kongreden on yıl sonra yayımlanan “Eski Şairleri Okurken”(Tasvir-i Efkâr, 25 Ağustos 1941) başlıklı yazısının, “Eski şiirin tadı gittikçe beni daha fazla sarıyor. O kadar ki, divanlardan ayrı geçirdiğim zamana acıyacağım geliyor. Bir zaman ben de onu kâh yaşa ve kâh etrafımdaki esen havaya uyarak ihmal etmişim; şimdi içimde onu şeklinde daha mütekâmil ve yüksek bulmağa çalışan bir taraf var. İnkâr, muayyen bir yaşta belki de bir zaruret oluyor.”27 giriş cümleleriyle, yanıldığını açıkça söyler. Aynı yazıda “eski şiiri seviyorum, fakat eskiyi sevenlerin çoğu(Nurullah Ataç, Sabahattin Rahmi/HÖ) ile anlaşmıyorum. Ve bizzat bu anlaşamamazlık, bu şiirden uzak kaldığım zamanı boş geçirmediğimi bana isbat ediyor” diyen Tanpınar’ın, yanılgı beyanı cümlesindeki “etrafımdaki esen havaya uyarak” gerekçesi, resmi ideolojinin gelenek üzerindeki pozisyonu açısından önemsenmelidir. Aynı yıllarda, Divan edebiyatı çalışmalarıyla adından söz ettiren Agâh Sırrı Levent de Divan şiirini yetersiz görüp eleştirdiği kadar anlayıp önemsemiştir. 1930’daki kongrede Tanpınar ve Mustafa Nihat Özön’e karşı Divan şirini hararetle savunan Abdülbaki Gölpınarlı, bu görüşlerinden uzaklaşarak 1945’te yayımladığı Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabıyla Divan şiirini sert bir şekilde eleştirir. Gölpınarlı’nın eleştirileri öylesine serttir ki adı geçen kitap Nurullah Ataç’ın bile tepkisine neden olmuştur. Kitabıyla tartışmalara yeni bir boyut getiren Divan şiiri uzmanı Gölpınarlı, yıllar sonra “…şimdi hiç de o fikirde olmadığımı, hatta o zaman bile olmadığımı, onun bir tevehhüm sayfasından ibaret bulunduğunu…”28 söyleyecektir. Orhan Şaik Gökyay, çeyrek yüzyılı aşan bir zamanı beklemeyecek “Bu da Divan Edebiyatı Beyanındadır”, (Yücel, Şubat 1946) başlıklı yazısıyla Gölpınarlı’yı paylayacaktır. Divan şiiriyle ilgili tartışmalara yeni açılımlar kazandıran Hilmi Yavuz da Orhan Şaik’ten sonra Gölpınarlı’yı paylamaktan geri kalmamıştır.29 Cumhuriyet döneminde Divan şiirine yönelik eleştirilere Şerif Mardin’in değerlendirmesiyle bakılınca sonrasında yanılgı olduğu belirtilen eleştirilerin, bu edebiyatı bilenlerce yapılmış olması şaşırtıcı olmamalıdır: “Osmanlı aydını beraberinde taşıdığı kültür kalıplarını Cumhuriyet aydını olduğu gün tümüyle değiştirmemiştir. Buna tabi olarak bakmak gerekir. Doğal olmayan, iki devirde yaşamış aydınların davranışlarını 28 Ekim 1923 saat 12’de değiştirdiklerini düşünmektir.”30

 

Sabahattin Eyuboğlu nereden bakıyor

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, döneminin Divan şiiri tartışmalarında önemli isimlerinden Nurullah Ataç’la birlikte, “ bu şiirin girinti ve çıkıntılarına hiçbir zaman layıkıyla vakıf olamadıkları halde onun havasında hiç değişmeden yaşayanlardan daha çok mükemmel surette onu tanıyor” saydıklarından biri olan Sabahattin Eyuboğlu (Trabzon 1908- İstanbul 1973), yükseköğrenim için devlet bursuyla Avrupa’ya gönderilen “Türk Promethe”lerden biridir.31 Cumhuriyet yönetimin; “yaşamla mücadele edebilecek, pratik kararlar alabilecek, donanımlı gençler yetiştirmek” amaçlı eğitim projesi kapsamında Atatürk’ün “Sizi bir kıvılcım olarak gönderiyorum. Volkan olarak dönmelisiniz” uyarısıyla Fransa’ya gönderilen öğrencilerden Sabahattin Eyuboğlu, değişik üniversitelerde dil, edebiyat ve estetik eğitimini tamamlayarak Türkiye’ye döndükten sonra eğitim kademelerindeki görevleri yanında yoğun bir yazı çalışmasına başlar. Öğrenciliği, okumaları ve çevirileriyle Batı’nın evrensel değerlerini yakından tanımış Eyuboğlu’nun, değişik alanlara yayılan yazılarının ve kültürel kimliğinin arkasında yurt dışındaki kazanımlarının payı büyüktür. Yirmi yaşında, devlet bursuyla Fransa’ya “önünde yeni ve feyizli bir ufuk açılmış” genç bir öğrenci olarak gönderilen Sabahattin (Rahmi) Eyuboğlu, memleketinden kopmadığı gibi dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati’nin; yurt dışına giden gençlere yönelik mektubundaki “Seni aziz vatanın birçok umutlar besleyerek ne azim ve fedakârlıklarla gönderdiğini unutma. Ona göre çalış” uyarısına içtenlikle bağlı kalmıştır.32

Türkiye’ye döndükten sonra, 1930’lu yılların başlarından itibaren dönemin gazete ve dergilerinde sanattan siyasete yayılan geniş bir yelpazede yazılar yazan Sabahattin Eyuboğlu, halka yöneldiği ölçüde bir grup arkadaşıyla oluşturduğu Mavi Anadoluculuk33 içinde hümanist felsefenin içinde yer almış bir Cumhuriyet aydınıdır. Modern dünyaya bakan, yüzü her zaman Batı’ya dönük Eyboğlu,  geçmişe/geleneğe sırt çevirmemiş olmakla, Ataç’ın dillendirdiği, “Geçen geçmiş, yıkılan yıkılmıştır. Gelenek dediğiniz, öyle gücün sürdürülemez.” türündeki görüşleri eleştirmesiyle döneminin pek çok isminden ayrılır. Doğu ile Batı arasındaki “sentez” arayışı, “Bizim mazide yaşamamız değil mazinin bizde yaşaması lazımdır”(SÜDE/101) görüşü, bir yönüyle onu Tanpınar’a yaklaştırır.

Çok yazmakla birlikte, yazdıklarının kitaplaşması konusunda pek istekli olmadığı anlaşılan Eyuboğlu’nun iki kitapta34 toplanan yazıları okunduğunda; içinden tanığı yeni uygarlık, gelenek, Anadolu hümanizmi, edebiyatı ve kültürüyle halkçılık, tiyatro, edebiyat, resim, mimari, sinema, eğitim, köy enstitüleri vb. konulardaki yazılarının, “…insanlığın değer olarak nesi varsa bugün için ancak Avrupa sayesinde ortaya çıkabileceğine, ancak Avrupa kafasıyla faydalı olabileceğine inanıyorum. En derin düşünce kaynaklarının Doğu’da olduğunu kabul etsek bile Avrupasız bu kaynaklar kuru çeşmeden farsızdır.”(MK/138) ilkesiyle yazıldığı açıkça görülür.

Sabahattin Eyuboğlu’nun Divan şiiriyle görüşleri, onun geleneğe bakış konusunda çağdaşlarından ayrılan “eski-yeni” anlayışıyla temellendirilebilir. Pek çok yazısında, bir şekilde bu konuya değinen yazar, 1943’te yayımlanan “Sanatta Eski-yeni Sorunu”, 1946’da yayımlanan “Gerçek Yenilik” ve 1949’da yayımlanan “Eski-Yeni” başlıklı yazılarında, konuyla ilgili görüşlerini açık seçik anlatmıştır. “Hiçbir sanatçı kendinden önce var olmayan bir sanat yaratamamış, hiçbir güzelliği yoktan var etmemiş”(SÜDE/146)  olduğuna göre eskiyi yok saymak anlamsızdır. Divan şiirini yok sayarak Orta Asya geleneğine bakan Cumhuriyet algısını; “her devir sanatı yenileştirmek istediğinin şiddetiyle kendinden hemen sonraki sanatın tam karşıtı olmak istiyor. Onun ak dediğine kara diyor: böyle olunca ister istemez ondan öncekine, yani onun vaktiyle kara demiş olduğuna dönüşüyor.”(SÜDE/147) sözleriyle eleştirir. Sanatta üretkenliğin ve devamlılığın sağlanmasında, “eski taraftarlarının yenileri, yeni taraftarlarının eskileri, çok iyi tanımaları, yolun neresinde döğüştüklerini bilmeleri” önemlidir. Çünkü “Yeniler, eskilere, eskiler yenilere ne kadar yakından bakarlarsa aralarında o kadar ortak değerler göreceklerdir.”(SÜDE/152). Yeniliğin “kisve”de değil; “öz”de olduğunu savunan Sabahattin Eyuboğlu’nun belirlemesiyle, “Gerçek yeni bir köşe başında tesadüfen bulunmuyor. Yeniyi bulmak eskiden sadece ayrılmakla değil, eskiyi aşmakla mümkün oluyor. Bir şeyi aşmanın ilk şartı onu bilmek değil midir?”(SÜDE/154). Asıl sorunumuz; “eski bir kılığa girmiş yeniyi, ya da yeni biçimlere bürünmüş eskiyi bir bakışta anlayıvermek”(SÜDE/236) mümkün olmadığından eski ile yeniyi karıştırmamızdır. “Eski sazda yeni söz, kabul; ama yeni sazda eski söz olacak şey değil. Yolu tıkayan, yeni ölçülerin yerleşmesini geciktiren böylesi işlerdir. Sinemada gazel, radyoda içki alaturkası, gazetede Ortaçağ kafası, apartmanda konak eşyası, bilim dilinde fizikötesi, laik okulda inşallah, uçakta tespih, romanda masal, makinede acem halısı, betonarmede doğu süslemesi gibi”(SÜDE/237). Ona göre “eskiyle yeni elbette iç içe yaşıyacak, ama beslenmesi gereken eski değil, yeni” olacaktır. 1954’te yayımlanan “Gelenekler Üstüne” başlıklı yazısında,“hayat için” zararları bakımından “geçmişe bağlı kalmak” ve “geçmişi yok saymak” saplantısının birbirinden farklı olmadığı söyleyen Eyuboğlu’na göre “Tanzimat’tan bu yana nice yenileşme emeklerimizin boşa gitmesi toprağımızı ve toprağımızın insanını iyi bilememizden ötürüdür.”(MK/130).

Gelenek birikimini yok saymak yerine onun dönüştürülüp geliştirilmesi gerektiği düşüncesiyle Divan şiirine “bizim klasiğimiz” olarak bakan Sabahattin Eyuboğlu, yenilikçilerin aksine “Avrupa bize şiir öğretemez” görüşündedir.35 “Çünkü şiiri biz ona öğretecek vaziyette idik. Edebiyatımız serâpa şiirdi. Türk ruhunun bütün çeşmelerinden şiir akıyordu. Sultandan dilenciye kadar şiire âşina olmıyan kimse yok gibi idi. Fransız edebiyatında Hint kumaşı olan ‘güzel mısra’ bizde ucuz bir meta haline gelmişti. Yeni Fransız şiirinin aradığı hayal ve ritm sarhoşluğundan biz bezmiştik.”(SÜDE/109). Döneminin, siyaset ve edebiyat ortamı göz önüne alınırsa yükseköğrenimini devlet bursuyla Fransa’da tamamlamış bir Cumhuriyet promethesi’nin, 1939’da bu biçimde gelenekten yana tavır alması, sanıldığı kadar kolay olmamalıdır diye düşünüyorum. Divan şiirine, “mazi için mazi” anlayışıyla yaklaşmanın, bağlanmanın doğru olmadığını açıkça söyleyen Eyuboğlu, “mazinin aktüel bir kıymet haline gelmesi, yeni şuurun süzgecinden geçmesi” gerekir düşüncesiyle “yorum” çalışmasına önem verir. Yenilik adına yapılması gereken, “nefesi tükenmiş” Divan şiirini yeni bir sesle yorumlamak, “eski sazdan yeni sesler çıkarmaktır” bundan böyle.

“Sanatta en büyük maharet eski sazdan yeni sesler çıkarmaktır. Yeni sazda yeni sesler aramak ekseriya tenbelliğe alâmettir.” sözlerine açıklık getiren “Yeni Türk San’atkârı yahut Frenkten Türke Dönüş”(1938) başlıklı yazı, Sabahattin Eyuboğlu’nun Divan şiiri hakkındaki görüşlerini bir bütün olarak yansıtması bakımından önemli bir yazıdır ve Eyuboğlu, kendisinin “sentez” arayışını modern şiirde uyguladığı için Yahya Kemal’i öven bu yazısı nedeniyle Ataç ve taraftarlarınca da eleştirilmiştir. Yazısının başında, “Yeni Türk sanatkârı Avrupaya Frenk hayranlığı ile gidip Türk hayranlığı ile dönem adamdır” tarifiyle yola çıkan Sabahattin Eyuboğlu, Avrupa’nın “yeni dünyanın şuuru” olduğunu belirtirken yalnızca “Frenk hayranlığı”nın yenilik için yeterli olmadığını özellikle vurgular. “Kâinatı gezdikten sonra kendine dönmiyen adamdan hayır gelmez” diyen Eyuboğlu, “San’at eseri bir şahsiyetin ifadesidir. Hâlbuki hayran adamın şahsiyeti yoktur. Kendine dönmiyen adamın eseri başkalarınındır”(SÜDE/76) görüşündedir. Türk şiirinin, “frenk şuuru ile kendi kıymetlerini idrak edişi” noktasında Yahya Kemal’in önemli ve belki tek “kriter” olması, bir önyargı değil, ondan öncekilerin yapamamış olduğunu başarmış olmasındandır:36 “Yeniden doğmak, eski varlığımızla alâkayı kesmek değil, ona yeni hayat aşılamaktır. San’atta bizim varlığımız, Tanzimattan evvelki dünyamızdır. (Halk san’atı, divan san’atı, ve mistik san’at). Bu dünyaya yüz çevirenler frenkte kalmış olanlardır. Onlara uğurlar olsun! Fakat Frenk dünyasına yüz çevirip Tanzimattan evvelki dünyada yaşayanlar da bizim eski varlığımızda kalmışlardır: Onlara da uğurlar olsun!”(SÜDE/76). Unutulmamalı ki Yahya Kemal Beyatlı, “eve dönen adam”dır.37

Türk edebiyatının Tanzimat dönemiyle başlatılmasının “milli varlığımıza dar ve sun’i bir mâna vermek” olduğunu söyleyen Eyuboğlu, “Divan edebiyatımız, tıpkı halk edebiyatı gibi bizim eski varlığımız, tahteşşuurumuz, kaybolmuş cennetimizdir.”(SÜDE/81) der ve döneminde Divan şiirine yönelik saldırıları abartılı bulur. Ona göre “Divan edebiyatını ruhundan silip süpürmüş olan bir Türk şairinin olgun eser vermesi imkânsızdır.”(SÜDE/81). Avrupa’da yapılanlar gibi “eskiyi yeni yapmak”la Divan şiiriyle hümanizme gidilecek yolun açılabileceğini vurgulayan Sabahattin Eyuboğlu, “Yeni Türk Şiirinde Yaşanan Gerçek”(1952) başlıklı yazısında resmi söylemin, politik amaçlar uğruna bu yolu tıkadığını düşünür. “…işin aslına gidersek inkılâplarla yeni şiir arasındaki ortak davranışın yaşanılan gerçeğe ayak uydurma gayreti olduğunu söyliyemez miyiz? İnkılâplar eski kurumları, şiir eski kalıpları insafsızca kırarken doğruluk yanlışlık, güzellik çirkinlik ilkelerini değil, hayata dünya gerçeğine uygunluk ilkesini öne sürüyorlardı.”(SÜDE/258).

 

Yergi, övgüye dönüşürken

Modern olanın, kendi varlığı için yok say(dır)mak istediği gelenekle süregiden mücadelesi ekseninde geleneği temsil eden Divan edebiyatı, eleştirilerek de olsa geleneğinden yararlanılarak da olsa gündemdedir. Divan şiiri tartışmaları, Tanzimat ve Cumhuriyet dönemindeki hızını kaybetmiş ancak önemli ölçüde bu edebiyatın anlaşılması istikametinde yön değiştirmiştir. Bunun böyle olmasında üniversitelerdeki akademik çalışmaların, 1980’lerden sonra edebiyatın kendi içine dönmesinin olduğu kadar Türkiye’de değişen siyasal dengelerin de payının olduğu unutulmamalıdır. Divan şiirine yönelik eleştirilerinde yanılanların bir kısmının yanılgılarını kendileri, bazılarınınkini de zaman, kamuya duyurdu. Gelinen noktaya bakıldığında Sabahattin Eyuboğlu’nun Divan şiiri konusunda yanılmadığı aksine doğrulandığı açıkça görülüyor. Sabahattin Eyuboğlu, tartışmalar nedeniyle adları öne çıkan çağdaşları Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Abdülbaki Gölpınarlı vb. ölçüsünde Divan şiiri sevdalısı değildir ancak bu edebiyat için özür gerektirecek yazıları da yoktur.  Divan şirine yönelik eleştirilerini eski-yeni bağlamında konumlandıranların, Sabahattin Eyuboğlu’nun, “İnkılâplar eski kurumları, şiir eski kalıpları insafsızca kırarken doğruluk yanlışlık, güzellik çirkinlik ilkelerini değil, hayata dünya gerçeğine uygunluk ilkesini öne sürüyorlardı.” uyarısındaki “şiir” özenini dikkate alıp almadıkları sorgulanmalıdır. Özellikle Cumhuriyet dönemi söz konusu olduğunda “Doğu-Batı”, “modern-gelenek” ve “eski-yeni” bağlamındaki tartışmalara Divan şiiri penceresinden bakacak olanların Sabahattin Eyuboğlu’nun görüşlerine bakmaları gerektiğinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.           

  

NOTLAR/AÇIKLAMALAR

1-Divan edebiyatı ve özellikle de bu edebiyatın şiirine yönelik eleştiriler için pek çok yazıya bakmak mümkündür. Ancak, sözü edilen eleştirinin tarihsel çizgisini görmek bakımından Orhan Okay’ın “Eski Şiirimize Yaklaşmak” başlıklı yazsındaki tespiti önemlidir. “ Tanzimatla batıya açılan ve yenileşen edebiyatımızın temel hedeflerinden biri de divan şiirinde ortaya çıkan bu büyük boşluktan(devrini tamamlama/HÖ) faydalanarak kapıyı bir daha açılmamak üzere kapatmaktır. Bunun için ilk büyük darbeyi, çeşitli vesilelerle Namık Kemâll vurur. Sonuncusunun da Cumhuriyet devrinin bir divan şiiri otoritesi: Abdülbâki Gölpınarlı. Namık Kemal’inki 1866’da başladığına, Gölpınarlı’nın “Divan Edebiyatı Beyanındadır” kitabı da 1945’te çıktığına göre, demek seksen yıl, bu kadim sanatın cenazesinin kaldırılmasına kâfi gelmiştir.” Orhan Okay, Sanat ve Edebiyat Yazıları, Dergâh yay. İst.1990 s.83; Divan şiiriyle ilgili değişik görüşleri içeren yazıları bir araya getiren önemli bir kitabın adından söz etmek gerekir: Mehmet Kalpaklı(haz.), Osmanlı Divan Şiiri Üzerine Metinler, YKY, İst. 1999 ; Türkiye’deki Divan şiiri tartışmalarını önemli ölçüde etkileyen/yönlendiren Batılı üç kitabın adını anmamız gerekir: Elias Gibb, Osmanlı Şiiri Tarihi, İstanbul Üniversitesi yay., İst.1943 / Victoria R. Holbrook, Aşkın Okunmaz Kıyıları(çev. E. Köroğlu ve E. Kılıç), İletişim yay., İst. 1998./ Walter G. Andrews, Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı(çev. Tansel Güney), İletişim yay., İst.2000; Bu konudaki tartışmaları özetleyen bir yazı için bkz. Fırat Caner, “Cumhuriyet Eleştirisi ile Oryantalizmin İşbirliği: Hasta Adamın Hasta Şiiri”, Sosyal Bilimler Dergisi, 2008 sayı 20

2-Divan edebiyatına yönelik bu tür eleştiriler ve karşılıkları için bkz. Hilmi Yavuz, “Divan Şiiri Simgeci Bir Şiir mi?”, “Divan Şiiri Bir saray Şiiri midir?”, “Divan Şiiri ‘Halktan Kopuk’ Bir Şiir mi idi?” Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, YKY, İst. 2008 2.b.; Cihan Okuyucu, “Divan Edebiyatı’nın Muhtevası Üzerindeki Tartışmalar”, Yağmur, Ocak-Şubat-Mart 2004 sayı 22

3-Cumhuriyet sonrasında, edebiyat tarihi ve lise edebiyat ders kitaplarıyla bilinen İsmail Habib Sevük’ün bu noktadaki tespiti önemlidir: “Evvela eskide iktidar, ondan sonra onu yıkmağa salâhiyet. Zaten bir şeyi devirebilmek için devireceğimiz şeyi bileceğiz.” Tanzimat Devri Edebiyatı, İnkılâp Kitabevi, İst.1951 s.23

4- Divan şiirine yönelik eleştiriler ve bu şiirin geleneğinden yararlanma için bkz. Muhsin Macit, “Divan Edebiyatı Tartışmaları ve Gelenekten Yararlanma Sorunu”, Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Temmuz-Ağustos 2006 sayı:77-78; Necati Tonga, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatında Divan Şiiri Tartışmaları ve Gelenekten Faydalanma”, Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 2/4 Fall 2007

5-Adı geçen makalenin metni için bkz. Mehmet Kaplan, vd., Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II, 1865-1976, İst.1978

6-Tanzimat dönemi ve Servet-i Fünun’da Divan şiirine yönelik eleştiriler için bkz. Erdoğan Erbay, Eskiler ve Yeniler: Tanzimat ve Serveti Fünûn Neslinin Divan Edebiyatına Bakışı, Erzurum 1997

7-Mustafa Nihat, Metinlerle Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, Devlet matbaası, İst. 1930 s. 44

8-Ahmet Hamdi Tanpınar, Namık Kemal Antolojisi, Muaallim Ahmet Halit Kitap Evi, İst. 1942 s. 279

9- Namık Kemal’in Harabat ve dolayısıyla da Divan şiiri karşısındaki tavrı için ayrıca bkz. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Harâbât Karşısında Nâmık Kemâl, İrfan yay. İst. 1972

10-İsmail Habib Sevük, a.g.e., s.133

11-Bilge Ercilasun, Servet-i Fünun’da Edebî Tenkit, Kültür Bakanlığı yay. Ank. 1981 s.310

12-Olcay Önertoy, Edebiyatımızda Eleştiri -Tanzimat ve Servet-i Fünun Dönemleri-, DTCF yay. Ank.1980 s.139

13-Ömer Ferit Kam’ın, yenilerin eskiye bakışlarında dikkat çektiği “tarafgirlik” önemlidir. “Her şeyi zor beğenen bazı kişiler, eski şairlerden hangisinin eseri gözden geçirilecek olursa gül ve mülden, lâle ve sümbülden, pîr-i mugandan, câm-ı Cem’den başka bir şeye tesadüf edilmediğini; sözlerin, fikirlerin birbirinin aynı olduğunu ileri sürerek, bunların kendilerine mahsusu kıymetlerini inkâr etmek istiyorlar. Geçmişlerin eserlerine iki gözle bakılmış olsa idi böyle bir intizara gerek kalmazdı.” Divan Şiirinin Dünyasına Giriş(haz. Halil Çeltik), MEB yay. Ank. 2003 s. 132

14-Doğan Hızlan’ın, “Yeni rejim, imparatorluğun kültürüyle bir hesaplaşmaya girdi, daha da ötesi ondan vazgeçip yeni bir kültürün dünya görüşünü yerleştirmeye çalıştı.”(Gösteri, kasım 2004) dediği bu dönemde iktidar-edebiyat ilişkileriyle ilgili yazım için bkz. Hasan Öztürk, “Ulusun İnşasında Kanon ve Estetik Arasında Edebiyat Eğitimi” Dergâh, Ağustos 2012 sayı 270

15-Cumhuriyet döneminde Divan şiiri eleştirileri için bkz. Mehmet Kahraman, Divan Edebiyatı Üzerine Tartışmalar(1930-1940 Arası) İst. 1996; Betül Özçelebi, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri(1923-1938), Kültür Bakanlığı yay. Ank. 1998

16-Mehmet Kalpaklı, “Osmanlı Şiirine Genel Bir Bakış Denemesi”, Doğu Batı, Şubat-Mart-Nisan 2003, sayı 22 s.52 

17- “…Cumhuriyet Türkiyesi’nin “öteki” olan Osmanlı’nın kültürünü ve edebiyatını, yok olan Osmanlı hanedanının bir simgesi olarak algılamıştır.(V.R.Holbrook’tan) Osmanlı’nın tarih sahnesinden kaybolmasıyla kurulan yeni Türkiye’nin resmi ideolojisine hâkim olan Oryantalist görüş bu “öteki” kavramı üzerine temellendirilmiştir.” Mehmet kalpaklı, a.g.y., s.52

18- Mehmet Kalpaklı, bu iki önemli ismin etkisini, -Deleuze ve Guattari’den ödünç bir terimle- “yersiz-yurtsuzlaştırma” olarak değerlendirir. M. Kalpaklı, a.g.y. s.52; Bu bağlamda; “Türk Edebiyat Tarihinde Usul”, “Türk Edebiyatına Umumi Bir Bakış” ve “Hayat ve Edebiyat” başlıklı yazılarına özellikle bakılması gereken Fuat Köprülü için, “Osmanlı şiiri üzerine söyledikleri ile cumhuriyetin 10. yılı için hazırlanan broşürde Osmanlı için söylenenler birbiri ile örtüşmektedir.” (Fırat Caner, a.g.y., s.163) tespiti de önemsenmelidir.; F.Köprülü’nün Divan şiirine yaklaşımı için ayrıca bkz. Selim Sırrı Kuru, “Fuat Köprülü ve Eski Edebiyat I:Sürekli Bir Gelecek Adına Mazinin İnkarı”, Eski Türk Edebiyatına Modern Yaklaşımlar I, Turkuaz yay. İst. 2007

19- “İlk yılların ünlü Hece vezni-Aruz vezni tartışmalarının basit bir form ekseninde başlayarak(nazım ölçüsü), nasıl bir öz ve kimlik tartışmasına dönüştüğünü hatırlamamız gerekiyor. Dünyanın başka bir ülkesinde tartışıldığını sanmadığım bu “ulusal hece” tartışması bir “biz” ve “öteki” tartışmasından başka bir şey değildir. Hece, katışıksız bizi temsil ederken Aruz, katışıklılığı(yani, o negatif kullanım ile “kozmopolitliği”) ve yozu (yani “köksüzlük”) temsil eder. Değil mi ki aruz, aslında İran edebiyatına özgü bir edebi formdur, o halde “Türk”e ait değildir.” (…) “ Osmanlı döneminin kültürel izleri Osmanlıca sözcükler ve kalıplarda saklıdır. Bu sözcüklerden çarçabuk kurtulmak, yerlerine konacak Türkçe sözcüklerle toplumsal bellekten temizlemek, acilen silmek gerekmektedir.” Orhan Tekelioğlu, Doğu Batı, Şubat-Mart-Nisan 2003 sayı:22 s.68-70

20-Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, Dergâh yay. İst.1977 s.181

21-Betül Özçelebi, a.g.e, s.67

22-Betül Özçelebi, a.g.e, s.67

23-Nilüfer Öndin, Cumhuriyet’in Kültür Politikası ve Sanat(1923-1950), İnsancıl yay. İst. 2003 s.63

24-Peyami Safa, “İşkembe-i Kübra Edebiyatı, Kültür Haftası, 1936” Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken yay. İst. 1976 içinde.

25-Nurullah Ataç, Günce, Varlık yay. İst. 1971 s.127

26-Mehmet Kaplan, Edebiyat Lise 3, MEB yay. Ank.1977 s.38

27-Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e., s.177; Ömer Faruk Akün, Tanpınar’ın adı geçen kongredeki tavrını “Yahya Kemal’in muhitinden uzakta” olmasına bağlar ve Ahmet Kutsi Tecer’in, Tanpınar’ın “inkarcı” sayıldığı kongrenin hemen sonraki ayında yayımlanan bir yazısında (Görüş, Eylül 1930) Tanpınar’ın maziyi inkar etmediğini ancak modern edebiyatın Tanzimat dönemiyle başlatılması gerektiğini söylediğini ve eski şiirin de dilin gelişmesi bölümlerinde okutulabileceğini belirttiğini yazar. (İ.Ü. Edebiyat fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Mecmuası, C. XIII Aralık 1963, s.9-10

28- Abdülbaki Gölpınarlı, “Divan Edebiyatı Müzesi’nin Tarihçesi ve Divan Şiirinden Günümüze Kalanlar”, Milliyet Sanat, S.165, Ocak 1976. Sayı 165 (Beşir Ayvazoğlu’nun İslam Estetiği ve İnsan, Çağ yay.İst.1989 s.326 adlı kitabından naklen)

29-İlhan Başgöz, Divan şiiri hakkındaki bir tartışma programının tartışmacılarıyla ilgili sert eleştirilerini yazarken adı geçen programda Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabı nedeniyle sözü edilen Abdülbaki Gölpınarlı için “Gölpınarlı Hoca söz konusu olunca, bu tümden kişisel bir çelişkidir » gerekçesiyle hayli ilginç bir açıklamada bulunur: “Bu döneminde Hoca’nın Türkiye Gizli Komunist Partisi başkanı Şefik Hüsnü’ye yazdıği bir mektup ele geçmiş, Hoca, Şefik Hüsnü’nün yayınladığı Yığın dergisini koltuğuna alıp dağıtırken yakalanmış ve Örfi İdare Mahkemesi'nde yargılanmıştır. Abdülbaki Hoca kendi dünyasında yaşardı. Kimseye de eyvallahı yoktu. Cumhuriyet dönemi politikasına selam sarkıtacak bir insan değildi » Hürriyet Gösteri, Aralık-Ocak-Şubat 2009

30-Şerif Mardin, Din ve İdeoloji, İletişim yay. İst.990 4.b s.107

31-Adlandırma, Cumhuriyet yönetiminin Avrupa’ya eğitim amacıyla gönderdiği öğrencilerle ilgili bir kitabın adındadır. Bkz. Kansu Şarman, Türk Promethe’ler -Cumhuriyet’in Öğrencileri Avrupa’da-, İş Bankası yay., İst.2005

32- S.Eyuboğlu, babasına Fransa’dan yazdığı 16 Aralık 1928 tarihli mektupta, oradaki toplumsal ortamla ilgili gözlemleri yanında kendi çalışma düzeninden de bir hayli söz eder. “Günlerimin hiçbiri, boş ve yararsız geçmiyor ama bu kadar çok okuma saatleri olmasına rağmen vakitlerin yeterli olmadığını söylesem garip bulmayınız, çünkü bütün bu dersleri tamamen yapmak için günler yetmez. Felsefeden öğretmen yirmi sayfaya yakın ödev veriyor. Ben yirmi sayfa Fransızcayı kaç saatte okuyup anlayabilirim? Yalnız felsefe olsa tabi vakitler çoktur bile, ama tarih, coğrafya ve Latinceye de zamana bırakıyorum.” Kansu Şarman, a.g.e., s.100 ; Sabahattin Eyuboğlu’nun, 1947’de yayımlanan “Paris Mektupları” başlıklı hayli uzun yazısı, Sanat Üzerine Denemeler Eleştiriler adlı kitabındadır.

33- Temsilcilerine “Zeus’un bacanakları” ve “mitolojik sosyalist” dedirten Mavi Anadoluculuk, Batı klasiklerinin çevirilerinin ürünü olması ve Anadolu kavramına bakışı nedeniyle pek çok eleştirilere uğramış bir anlayıştır. Yahya Kemal ve ardından Yakup Kadri ile sürdürülen “Nev Yunanilik” hareketinden devraldığı “hümanizm” felsefesini Cumhuriyet döneminde sürdüren “Mavi Anadoluculuk” hareketi için bkz. Mahmut Şenol, “Medeniyet Tartışmalarında Mavi Anadoluculuk Akımının Yeri –Mavi Gezi Teknelerinden Anadolu Kıyılarına Bakmak-”, Muhafazakâr Düşünce, yaz-güz 2009, sayı 21-22; Sabahattin Eyboğlu’nun, “Bizim Anadolu”(1956) balıklı yazısında çerçevesini çizdiği ve kendi düşünce çizginde önemli yeri olan bu felsefenin, ütopik değeri için bkz. Ayhan Yalçınkaya, eğer’den meğer’e Ütopya Karşısında Türk Romanı, Phoenix yay. Ank.2004 s.218-229

34-Sabahattin Eyuboğlu, Mavi ve Kara, Çağdaş yay. İst. 1996 5.b (Kitabın ilk baskısı 1961’de yapılmıştır; yazıda MK adıyla geçecektir) Sabahattin Eyuboğlu, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler(haz. Azra Erhat), Cem yay. İst.1997 (Yazıda SÜDE adıyla geçecektir.)

35-Sabahattin Eyuboğlu’nun şiir hakkındaki görüşleri için bkz. Fikret Kılıç, Sabahattin Eyuboğlu ve Türk Şiiri, Ank.2004

36-Sabahattin Eyuboğlu, düşünce/siyaset yazılarına ağırlık verdiği yıllarda yazdığı İlerici Gerici(1964) başlıklı yazısında, Yahya Kemal’e bir başka gözle bakar: “Yahya Kemal, Necip Fazıl, Faruk Nafiz bir süre ozan olarak, yurttaş olarak ilerici insanlardır, ama bir tarihten sonra her üçü de gericinin gericisi olmuş, gericilerin ekmeğine yağ sürmüş, Yeni Türkiye’nin gelişmesine, istemeyerek(elbette istemeyerek) engel olmuşlardır. Bununla birlikte, bu üç ozan Türkiye durdukça kalacak şiirleriyle, şiirlerinin birkaçıyla, Türk dilinin, dolayısıyla Türk ulusunun gelişmesine, ilerlemesine yardım edeceklerdir.”(MK/91)

37-Beşir Ayvazoğlu’nun, Yahya Kemâl(Birlik yay. Ank. 1985) kitabının alt başlığının “Eve Dönen Adam” olduğunu hatırlayınız.

 

Mavi Yeşil, Ocak-Şubat 2013, Sayı: 79

 

NAHİD SIRRI ÖRİK’İN MUHARRİR OYUNUNDA EDEBİYAT KAYGISI VE EKONOMİK KAZANÇ

Roman, öykü, tiyatro, deneme, gezi ve gazete yazarı Nahid Sırrı Örik’in sanatçı kişiliğinden izler taşıyan tiyatrosu Muharrir1, özünde sanat-para çatışmasını irdeleyen, Necatigil’in deyişiyle “iş adamıyla sanatçının dünya görüşleri arasındaki karşıtlık tema’sına yaslanan” tek perdelik bir oyundur. 1931’de yazılmışken kitap olarak 1934’te basılabilmiş oyunun sonuna; “İlk önce ‘Varlık’ mecmuasında tefrika edilen ve her türlü hukuku mahfuz bulunan bu ‘Muharrir’ piyesi, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun repertuvarına kabul edilip mevsim içinde oynanacağı iki üç sene evvel ilân olunmuştu. Beklenilen eşref saatin yakında gelmesine muharriri duacıdır.” notunu eklemiş Nahid Sırrı. Oyunun sonuna eklenen notu, döneminin edebiyat ortamı ile oyunun yazarının sanatçı kişiliğine ekleyerek okursak, bir perdelik oyundaki sorunun “iş adamı ile sanatçının karşıt dünya görüşleri” ile sınırlı kalmayıp, sanatçının yaratıcılığıyla edebiyatın, dolayısıyla edebiyatçının toplumsal yaşamdaki yeriyle de ilgili olduğunu söyleyebiliriz.

Muharrir, yazarının sanatçı kişiliğinden bağımsız okunamayacağı gibi yazarın, sanatı ve edebiyatı konu edinen köşe yazılarıyla diğer edebiyat metinlerinden ayrı da okunamaz. Kurmaca metin yazarının, ölümünden sonrası bir yana, henüz sağlığında anlaşılamamış/unutulmuş olmanın hüznünü bile bile “bin emel ve ümitle, bir kara tahtaya tebeşirle yazı yazar gibi, sayfalar karalayışı”nın “garip, gülünç bir inat” olduğunu bilen Nahid Sırrı, başka oyunlarında ve Muharrir ile aynı yıllarda yayımlanan Sanatkârlar (2009) kitabının öykülerinde, çilesini onaylamış sanatçıyla yüzleştirir okuru. Muharrir adlı oyunun sahnelenmesi için beklenen “eşref saat” gelememiş olsa da gam değil okur için çünkü sanatçının Tantalus azabı, her dönemin kurmacayı da aşan bir gerçeğidir bizde ve başka edebiyatlarda.

 

Döneminin tanığı bir oyun

Yazarın parayla sınavının sahnesi Muharrir, cebinde yalnızca bir lirası olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Yarabbim bana bir 5000 lira lütfet” içtenliğiyle yalvardığı dönemdeki yazarın dramıdır. Ahmet Rasim’in cümleleriyle söylenirse “Bir kültürsever millet odur ki hükümetinin bütçesinde, bilim ve kültür adamları için ‘Yoksullar Bölümü’ adı ile bir kayıt bulundurma”nın “bir alçalma, bir leke” sayılacağı dönemdir oyunda sözü edilen. Nahid Sırrı Örik, “tam otuz dört cilt” kitap yazmış ancak gözden düşmüş romancı Cevat Sezai’yi, okul arkadaşı iş adamı Mahmut Galip’le karşılaştırarak “küstahlığın büyük bir meziyet sayıldığı” ve paranın başat değer olduğu bir toplumsal yaşamda, Sabahattin Eyuboğlu’nun deyişiyle “kara”nın “mavi”yi örtüşüne tanık eder bizi. İş adamı Mahmut Galip, işlerini teslim etmeyi planladığı, liseyi Avrupa’da okumuş ve iyi derecede İngilizce bilen ancak Türkçesi yetersiz oğlu için getirttiği öğretmenin, eski bir okul arkadaşı çıkmasına şaşırsa da onun, öğretmenliğini bilmesini ister. Ekonomik gücüyle kendisine yukarıdan bakan iş adamı arkadaşı karşındaki ezikliğini sanatçı gücüyle örtmeye çalışan Cevat Sezai’nin çaresizliği, Orhan Kemal’in, açlıktan karnı sırtına yapışmış kızının karnını doyurmak için kitaplarını satmaya giden babanın, kitaplarını satmadan dönüşünü anlatan “Kitap Satmaya Dair” (Ekmek Kavgası, 2016) öyküsündeki haylaz sınıf arkadaşı karşısındaki ezik babanın durumuyla benzerdir; her iki olayda da kültürün/sanatın onuru,  paranın gücüne yenilmiştir. Yazarın hayal oyununa gerek yok açıkçası, bu yenilgi bizim apaçık gerçeğimiz değil midir her dönem?

Yazarlığın, geçim sağlayan bir “meslek” sayılıp sayılmayacağı ve yazarın yazdıklarıyla geçinmesi, onun yazma özgürlüğü kadar eski bir sorundur. Bu, edebiyatın yazarına ekonomik getirisi konusu söze geldiğinde denemeci usta(m) Nermi Uygur’un, “Tok da olsa karın, güdüktür edebiyatsız insan.” yargısıyla biten “Edebiyat Karın Doyurur” (İnsan Açısından Edebiyat, 1977) başlıklı yazısını anımsar ve okurum yeniden; bir avunma sayılabilir bu ancak başka seçeneği de yok yazanın. Robert Escarpit, baş ucu kaynağımız Edebiyat Sosyolojisi (1968) adlı kitabında, “Her edebiyat vakası, bir insan olarak yazarın para ihtiyacının karşılanma meselesini önümüze getirmektedir.” diyerek ekliyor: “Dünya kadar eskidir bu mesele: Edebiyatın insanı doyurmadığı fikri bir atasözü değerindedir.” Muharrir oyununu yazdığı yılda yayımlanan “Şair Necmi Efendinin Bahar Kasidesi” (San’atkârlar) öyküsünde, yazarın geçinme kaygısı ile sanat tutkusu arasındaki açmazını, divan şiiri geleneğinden esinle benzersiz biçimde anlatan Nahid Sırrı’nın, “Cumhuriyetin ilanından sonra tanımış edebiyatçıların birçoğu ya bol ödenekli görevlere atanırlar ya da tek partiden milletvekili seçtirilir”ken “yönetime egemen olan bürokrasi”nin “kendi safında”2 görmediklerinden biri olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. “Muharrire Verilen Kıymet” (Tanin, 18 Eylül 1945) başlıklı yazısında, “Amerika’da bir senaryosu filme çekilen yazarın aldığı parayla birkaç yıl müreffeh bir şekilde yaşadığını” buna karşılık “bizim yazarımızın eline geçen para ile iki çift kundura alabileceğini” kendi deneyimleriyle söyleyen Nahit Sırrı’nın3 roman yazarı kahramanı Cevat Sezai, karnının doyduğunu bilmez, açlıktan ölse de kimsenin haberi olmayacağını düşünür. Edebiyatın, resmi ideolojinin emrine sokulduğu ve emre tabi yazarların yeni rejimi övme yarışına girdikleri bir dönemde, yazarlık kazancı azalınca geçinmek için ev eşyalarını satmak, gazeteler için takma adlarla niteliksiz ürünler yazmak ya da çeviriler yapmak gibi türlü yollar deneyen “dışarıdakiler” adına “otuz dört cilt” kitap yazmış Cevat Sezai, zenginlerin şımarık çocuklarına özel ders vermek zorundadır. Halit Ziya’nın, şairlik hayalleri kuran genç şairi Ahmet Cemil’in kaderini, yetişkin yaşındayken paylaşır Cevat Sezai.  

İş adamı Mahmut Galip, şımarık oğluna “haftada dört gün birer saat ders” vermesini istediği sınıf arkadaşı yazara ödeyeceği “saatine iki lira” ile onun ekonomik durumunun iyileşmesine katkı sağlayacağını hesaplar. Sırtındaki beş yıllık elbisenin kaç kez tornistan edildiğini dahi bilmeyen Cevat Sezai, varlıklı arkadaşına, hayatın anlamının ekonomik zenginlikle sınırlı olmadığını anlatmaya çalışır. Mahmut Galip, “çok kere tramvay parası” ödemeye yetecek parası olmamış arkadaşına, “edebiyat kâfi bir maişet vasıtası değildir” diyerek ona, geçim sağlayacak bir iş tutmasını önerirse de o, çalışma yerine yazıya öncelik vermeye kararlıdır. Oğluna vereceği ders için ücretini peşin ödemek isteyen Mahmut Galip’e, yanında çok para bulundurmak istemediğini söyleyen gözü tok  yazar, romanının tefrikasından da bir miktar avans aldığını bu nedenle çok paranın yazarlar için “tehlikeli bir şey” olduğunu söyler. Cevat Sezai’nin paraya uzak duruşu, yaşamı ve şiiriyle edebiyatımızın mütevazı şairi Necatigil’in,  [R]ahatlıklardan gelseydim şair falan olamazdım herhalde. Belki olurdum da kişiliksiz, tutarsız, gösteriş düşkünü bir müsvette şair olurdum.” içtenliğini çağrıştırır.

Cevat Sezai için parasızlıktan öte asıl onur kırıcı durum, romanının tefrika edileceği gazeteye, kendisine iyilik etmeyi düşünen iş adamı arkadaşının telefon etmesiyle başlar. Gazeteyi arayan Mahmut Galip, gazete yönetiminden romancı arkadaşının “eskisi kadar yazamayan ve kari tarafından da tutulmayan bir muharrir…” olduğunu ve romanının da artık “merhameten alınan bir yazı” olduğunu öğrenince, yazara tefrika başına ödenecek iki buçuk lira yerine beş lira ödenmesini ve aradaki farkı kendisinin ödeyeceğini ancak bu durumu Cevat Sezai’nin bilmemesini ister. Edebiyat ortamının kendi iç dinamikleriyle gelişmelerden kısa sürede haberdar olan Cevat Sezai, söz yerindeyse beyninden vurulmuşa döner, arkadaşına sert bir dille kendisinden sadaka istemediğini ve “sanatkâr” olduğunu ancak “dilenci” olmadığını söyler. Romanın tefrikasını gazeteden geri çektiği gibi ders vermekten de vazgeçer. Açlıktan ölse de kimsenin umurunda olmadığını bilen Cevat Sezai, “adamakıllı doyduğum mu var” diyerek Hamsun’ın, -kendi yazarlık yaşamını da yansıtan- Açlık romanının, geceyi sokakta geçirmişken sabahki bedava yemekten yazarlık gururuyla vazgeçen tok gözlü yazarını andıran tutumuyla paylar arkadaşını: “Biz feleğin her kahrını sanat yüzünden görürüz, lütfunu da ancak ondan beklemeliyiz. Otuz dört cilt roman ve hikâye yazan adam, bu otuz dört cilde rağmen sefalette kaldıktan sonra bilmem kimin bilmem nerde büyüttüğü için Türkçe’yi öğrenememiş oğluna bilmem kaç ders verince mi vaziyetini düzeltecek, istikbalini düzeltecek! Romancı Cevat Sezai, hususi lisan hocası ha! Hadi canım, eksik olsun.” Yazarlık onurunu kurtaran Cevat Sezai, ekonomisini düzeltecek özel dersi bırakır ancak romanın tefrikası için alınan avansın kalan borcu için “imzasız olmak şartıyla hikâyeler tercüme ede[cektir]” romanını geri çektiği gazeteye. Cevat Sezai, gazete yazarı romancılığıyla “Bir Romancı Profili” öyküsünün, romancılığı ikinci bir iş olmaktan kurtarmayı düşlerken kitaplarından bile nefret edecek duruma düşen yazarı Rüsumat Emaneti Evrak Müdürlüğü kâtibi Ali Galip’tir.4

 

Yazarın başka işi olmalı mı?

Muharrir oyununda iş adamı Mahmut Galip’in, oğluna Türkçe dersi verecek yazar arkadaşına “edebiyat kâfi bir maişet vasıtası değildir” gerekçesiyle “Acaba aynı zamanda bir iş görseniz ve ancak boş vakitlerinizi sanata vakfetseniz nasıl olur?” önerisi, sanatçının ekonomik sorununa yönelik çözüm odaklı görünen yeni bir soruyu/sorunu gündeme getirir: Yazar, ikinci bir işte çalışmalı mıdır? Marıo Vargas Llosa, “Tenya Benzetmesi” (Genç Bir Romancıya Mektuplar, 2012) yazısında hayranlık uyandıracak bir benzetme ustalığıyla yazarın edebiyata bağımlılığını anlatır buna karşılık yazarın, geçinmek için edebiyat dışı bir alanda çalıştığı ve bu çalışma zamanından ayırdıklarında yazdığı yadırgansa da gerçeğin bu olduğu değişmiyor. Bizde ve başka edebiyatlardaki pek çok yazarın, geçinebilmek ve okuyacaklarını edinebilmek için dahi çalışırken kendilerini, okurlarına bir tür sorumlu tutarak özveriyle yazdıkları açıktır; bu durumdaki yazarların adları yazılacak olsa oldukça uzun bir liste çıkacağı kesindir. Belirlememdeki “sorumluk” ve “özverili” ifadelerini özenle seçtim. Söylemek istediğim, yazarın okuruna karşı duyduğu sorumluluk “nitelik” kayısıdır ve bu da yaşamdan çalınan zamanlardaki “özverili” çalışmayla karşılanabilir. 

Eflatun, romancı arkadaşına “iş” öneren Mahmut Galip’ten handiyse iki bin beş yüz yıl önce Devlet’inde sorunu tartışır. İkinci Kitap’ta ‘doğruluk’ ve ‘eğrilik’ irdelenirken Sokrates sorar: “Bir insan birçok sanatla uğraştığı zaman mı daha güzel iş görür, yoksa tek sanatla mı?” Dinleyenlere kendisini onaylatan usta, zamanında yapılan işin yararından sözle ekler: “[İ]ş insanın boş vakit olmasını beklemez. İşin gerekleri neyse her şeyi bırakıp onu yapacaksın.” Roman yazarı Cevat Sezai, kendisine iş öneren ve “münasip bir iş bulmak hususunda” yardımcı olabileceğini de söyleyen arkadaşına Eflatun’u geride bırakacak bir karşılık verir: “San’ata boş vakitlerin değil, fakat dakikalarına, saniyelerine kadar tekmil hayatın vakfedilmesi icap eder. San’at boş vakitlerin ihsanıyla kanaat eden küçük bir zevk ve ehemmiyetsiz bir heves değil, bir kalbi en küçük ateşlerine kadar bir dimağı en ufak hücrelerine kadar isteyip aldığı halde gene doymayan bir mabudedir. Boş vakit… Boş vakit nerde? Onu nerden bulmalı?” Sanatçı duyarlığıyla yetişmiş ve yaşamış olduğu anlaşılan Nahid Sırrı’nın, elli yaş büyüğü İskenderiyeli filozof şair Kavavis’ten haberdar olup olmadığını bilemiyorum ancak betimlemeleri yakın. Kavafis, Haziran 1905’teki günlüğünde (Sanat Her Zaman Yalan Söylemez mi?,1993) genç bir şairin kendisini ziyaretinden söz ediyor. Filozofun evine gelen genç, evin konforunu görünce hüzünlenip “yaşamını kazanmak için savaşmak” durumunda kalmasından yakınınca filozof teselli eder onu. Evdeki düzeni kurmak için sanat çalışmalarını ihmal edip devlet görevlisi olarak -gülünç olsa da- çalışmak zorunda kaldığını ve bunun kendisi için bir “yıkım” olduğunu söyler. Yaratıcılığı yok eden çalışma yaşamının sanatçıyı körelten etkisini, kuramcılara kanıt olacak bir betimlemeyle anlatır Kavafis: “Sanat şöyle der sanki bana: Ben, geldiğinde kovulabilen, çağırıldığında da yeniden gelen bir hizmetçi değilim. Dünyanın en büyük hanımefendisiyim ben. Ve sen, zavallı güzel evin, güzel giysilerin ve zavallı iyi konumun için beni yadsıyan -sefil hain- o zaman bununla yetin (nasıl yaparsın bilmem) ve yalnızca beni karşılamaya hazır olduğun o çok ender zamanlarda geldiğimin farkındaysan, eşikte dur ve bekle beni, o her gün bulunman gereken yerde.”

 

Gazete ve edebiyatçı yazar

Gazete, edebiyat metinlerinin okura ulaşmasındaki etkinliği ölçüsünde yazarlar için de önemli bir geçim kaynağıdır bizim edebiyatımızda. Özel gazetenin yayımlanışını (1860) başlangıç saydığımızda hiç olmazsa yüz yıllık bir sürede yazarların kalemiyle geçinebilmesi, olabildiği ölçüde, gazeteyle sağlanmıştır. Dergi ve kitabın yaygınlık kazanmamış olduğu dönemlerde tefrika, okur için edebi, yazar için de ekonomik bir kazançtır. Köşe yazarlığı da başka bir deneyimdir edebiyatçılar için. Ne var ki gazeteden geçinen yazarların, Reşat Nuri’nin deyişiyle “kaçmaktan kovalamaya, yazmaktan okumaya vakit bulamadıkları için basit kalmış” olmak gibi bir nitelik sorunları da vardır. Reşat Nuri’nin haklı uyarısıyla “[K]alem pek öyle üstüne yüklenilecek bir şey değildir. Ekmeğiniz ve her şeyiniz ondan beklediniz mi çabuk yıprar.”5 Yazarın, edebi varlığını borçlu olduğu ‘gazete’ ile çetrefil ilişkisini 1931’deki Muharrir oyununda ve 1937’de yayımlanan “Bir Romancı Profili” öyküsünde anlatan Nahid Sırrı da bu geleneğin içinden gelmiştir bu nedenle onun kurmaca metinleri, köşe yazılarını besleyen gözlemlerinin ürünüdür.6

Dört ay boyunca “geceli gündüzlü” çalışarak romanını tamamlayan Cevat Sezai, romanın tefrikası için anlaştığı gazeteden belirlenen paranın yarısını da almıştır ancak roman, eşinin intikam tutkusuna kurban girmiştir. İş adamı arkadaşıyla karşılaştığında Eğilmiş Başların Gururu adlı romanını tamamlamış olan Cevat Sezai, gazeteyle anlaşmış ve bir miktar avans da almıştır romanın tefrikası için. Mahmut Galip’in, arkadaşının iyiliği için gazeteye telefon edişiyle öğreniriz ki Cevat Sezai gözden düşmüş bir romancıdır ve yazıları hatır için basılmaktadır. Bu durum romancının çaresizliğini göstermek kadar gazete yönetiminin fırsatçılığına da örnektir. Romanının tefrikasını gazeten çeken yazarın gazeteye olan borcunu, yine gazeteye yazacaklarıyla ödeyecek olması, ekonomik kazanç için gazete dışında bir seçeneğinin olmadığına kanıttır. Avans borcunu kapatmak için “insafsızlığı hangi raddeye” götüreceği belli olmayan gazeteye, “imzasız olmak şartıyla” öyküler çevirecek Cevat Sezai, yazı emeği sömürülen kim bilir kaç yazarın adıdır.7

 

Edebiyatın yaşı ve anlamı

Edebiyatın, bir gençlik hevesi olarak başlamışken o döneme özgü bir heves olarak kalması, emek yerine ilhamı önceleyenler için yaygın bir anlayıştır. Edebiyatı, “zaptına çalışılan bir çiftlik değil kıymeti olan kitaplardan oluşmuş bir dünya ve iklim” bilen Nahid Sırrı, edebiyatın bir gençlik hevesi olup olmadığını ve bu kavramın toplumsal yaşamdaki yerini de sorgular Muharrir oyununda. Edebiyat ilgisi, gençlik hevesiyle yazdığı birkaç karalamadan öteye geçmemiş Mahmut Galip için, iş adamı olacak oğlunun Türkçeyi yanlışsız yazabilecek duruma gelmesi yeterlidir, sanat ve edebiyatla ilgilenmesine gerek yoktur. Vaktiyle okuldaki edebiyat sevgisi ve yazdıkları için “çocukluk, gençlik” diyerek geçiştiren Mahmut Galip, Fecr-i Ati şairi Emin Bülent Serdaroğlu’nun, hayallere kapılarak “penbe yapraklara sevdalı şiirler” yazan kalemine, sonraki yıllarda yazıklanışına benzer: “Ah fakat şimdi buruşturdum, usandım, attım/Şimdi muzlim görünen bir koca defteri yaktım/Onları iklime bir inci sanırdım… Nerde!/Bir avuç külmüş o kıskandığım ölmüş deste!”.

 Oğluna özel ders verecek yazar öğretmenin, “ders/öğretmen” sınırı geçmesini istemeyen iş adamı, bu duyarsız yaklaşımıyla genç Fecr-i Aticilerin bildirisindeki “biz de san’at ve edebiyat daima boş vakitlerin bir hem-dem-i lâtifi olmaktan pek fazla bir ehemmiyet alamamış” olduğunu kanıtlar bize adeta. Cevat Sezai, adı geçen bildirinin sözleriyle tanımlanırsa “Şimdiye kadar memleketimizde edebiyat kelimesinin haiz olduğu ehemmiyet ve ciddiyeti anlayan ve bu ehemmiyeti halka ifham eden, tereddüt etmeden söyleyebiliriz ki, pek az kimse”den biri olarak edebiyatın değerini anlatabilmek için “Roman yazmanın ne olduğunu bilseniz! Bu acaba sizin iş dalaverelerinize ve kazançlarınıza mı benzer.” türünden açıklamalar yapar iş adamı arkadaşına.8 Çabası boşunadır romancının çünkü Nabizâde Nâzım’ın “Seyyie-i Tesâmüh” (Hâlâ Güzel, 2004) öyküsünün cümlesiyle “zevksiz olanlara edebiyat haberi keçiye kavaldan da beter… Hiç olmazsa, keçi kavaldan biraz anlarmış…” İş adamı Mahmut Galip Bey’in, “Herkesin edebiyatla alâkadar olmasına imkân var mıdır?” sorusu, tiyatronun zamanını aşan buna karşılık bütün zamanlarda sorulması gereken çetin bir sorudur. İş adamının sorusu, kendi ilgisizliğinden kaynaklanan bir çaresizliği barındırıyor içinde. Açıkçası, başımızı kaşıyacak zamanımızın olmadığı bugünün toplumsal yaşamı için edebiyat ilgisinin imkânsızlığını değil de edebiyatın gereksizliğini dile getirmeli herhalde. Ne yazık ki “keçiye kaval” hâlâ kolay bir seçenek bu hız ve tüketim toplumunda. Neyse ki Cevat Sezai’nin, edebiyat ortamından büsbütün habersiz arkadaşına verdiği karşılık cesaretlendiriyor bizi: “Fakat bununla iftihar etmemeli, buna esef etmeli. Bunu bir kusur, bir noksan addetmeli. Bir ayıp gibi gizlemeli.” Sanat ve edebiyat ilgisizliğini kişisel bir eksiklik sayarak hiç olmazsa “ayıp gibi” gizleyebilenleri çoğaltabilmeli edebiyatın geleceği için.

 

Yazarın yaratıcılık sorunu

Yazarın, dışındaki dünyayı algılayarak onu, eklemeleriyle yeniden biçimlendirmesi sanatçılık adına özel bir çaba gerektiren yaratıcılık eylemidir. Yazarı var eden bu yaratıcılık, onun kendi psikolojisiyle ilgili olduğu kadar ailesi ve yakın çevresiyle de bağlantılı ve apayrı bir enerji biçimi gerektiren oldukça özel bir andır. Pek çok yazar için bir tür cinnet boyutuna ulaşan bu yeniden yapma anının, yazarın yakın çevresindekileri olumsuz etkilediğini hiç olmazsa yazıya geçmiş anılardan öğrenebiliyoruz bu nedenle sanatçıların “aile” düzeni çoklukla merak edilip sorgulanmıştır. Albert Camus’nün, sanatçının ailesi ve yakın çevresiyle ilişkisini, yeni evli bir ressamın kaygılarıyla anlattığı “Jonas ya da Resim Yapan Ressam” (Sürgün ve Krallık, 2013) adlı öyküsünün, bu bağlamda kılavuz metin olarak okunması gerektiğini söylemeliyim. Cevat Sezai’nin dört ay boyunca “geceli gündüzlü” çalışarak tamamladığı romanını “bin parça” ettikten sonra, “Bu hayal zenginliği sende bulunduktan sonra bana ne ihtiyacın olacak! Her gün birbirinden güzel yüz tane kadın icat eder, bunları da kendine delicesine âşık farzedip avunursun. Eserini böyle parçalayışım ise senden bir intikam almak için değil. Ancak, düşündüm, taşındım, hafızanda başka türlü ebedi bir yere olabileceğime ihtimal vermedim.” notunu ekleyerek evi terk eden eşi, ilerlemiş yaşına karşın evden kaçan Tolstoy’unkine benzer biçimde sanatçının evliliği sorunla yüz yüze getirir bizi.

Sanatın, hiçbir ortak kabul etmeyecek denli kıskanç bir sevgili olduğuna kanıt yazılacak olsa kabarık bir yekûn çıkar ortaya belki bu nedenle “uzaktan sevmek” sanatçı eşler için geçerli seçenek. Attila İlhan’ın sevgili eşinin, isteseydim anne olma hakkımı kullanabilirdim ancak ben annelik hakkına sahip olsaydım Türk edebiyatı, Attila İlhan gibi bir şairden yoksun kalırdı, türünden sözleri olduğu söylenir; ne büyük erdem. Eşinin, biraz da pahalıya mal olmuş uyarısının ardından, “sanatkârın aile hayatına vakfedebilecek vakti olmadığını takdir et”miş romancı Cevat Sezaileri gördükçe her iki tarafın kendilerince haklılık barındıran bakışlarıyla derinleşen ve sanatçıya bir o kadar da esin kaynağı olan bu evilik/aile sorunu için Sevin Okyay’ın, “Ya Seninle, ya Sensiz: Edebiyatçının “Medeni Hal”leri” (Kitaplık 59, Mart 2003) yazısının kılavuzluğunda yol aldığımı söylemeliyim.

Arkadaşının iş önerisine, yazıya yeterli zamanı kalmayacağından karşı çıkan Cevat Sezai, kendi hayal dünyasından gerçek yaşama çıkmayı bekleyen ve adeta seslerini duyduğu “ne çok mahlûk” olduğunu söylerken yazacaklarının çokluğu yanında karakter yaratma biçimini de açıklamış olur bir bakıma. Kurmaca metinlerin oluşturulmasında karakter yaratmanın güçlüğünde neredeyse söz birliği etmiş kuramcılar, yaratıcı yazarlara kurmaca metni okurun gözünde var edecek karakterlerini kurgularken sözcüklerle somutlaşan bu karakterleriyle içli dışlı olmalarını, onları kendi hikâyeleriyle tanındıktan sonra hikâyelerinde tanıtmaya girişmelerini öneriyor. William L. Randall, “bir kurmaca karakterin yaratılması sanatın en büyük mucizelerinden biridir” (Bizi Biz yapan Hikâyeler, 2014) belirlemesinin ardından Virginia Woolf’un, erkeklerin ve kadınların “kendilerini onlara dayatan bir karakteri… yaratma işinin çekiciliğine kapıldıkları için roman yazarlar” sözünü aktarıyor. Karakter yaratmanın içtenliği ve devamlılığındaki “[b]aşkalarının gerçek kişileri doğurdukları kadar doğal ve gerekli olarak kurmaca insanlar doğururlar. Ve onları doğurduktan, yetiştirdikten ve okurlara verdikten sonra, yenilerini doğurmaktan kendilerini alamaz” oluşlarına benzer biri durumdur Cevat Sezai’nin seslerini duyduğu “mahlûklar” için yapması gereken: “Sanki bağırırılar. ‘Bize de hayat ver! Varlığımızı saran bu zincirleri kopar! Bizi güneşe, ebediyete çıkar’ diye yalvarırlar. Seslerini dinlerken kâh sevinç ve gurur, fakat çok defa yeis, azap duyarım. Çünkü bunlardan birçoğuna hakikaten ebediyet vermiş olmakla beraber, kendi elimde ancak bir hayat var yetişebilecek miyim?”

 

Dünya kadar eski mesele nedense hiç eskimiyor

Yeni bir rejimin, ülkeyi demir ağlarla ördüğü yıllarda Muharrir adlı tek perdelik oyunuyla yazarın, yazmak ile yaşamak ikilemini sorgulayan Nahid Sırrı Örik, zamanının politik ağının dışındaki bir yazar olarak kendi yazı ve sanat deneyimlerinden yararlandığı açıktır. Oyunun yazılışından handiyse yüz yıl sonrasında Nahid Sırrı benzeri “dışarıda” kalmış yazarların ekonomik ya da sosyal konumlarında iyiye yönelik bir değişiklik yok; yaşamak ve yazmak için yazının dışında çalışıyorlar. Nahid Sırrı’nın döneminde “yönetime egemen olan bürokrasi”nin yetkisini sonraki zamanlarda devralanların kendi saflarında gördükleri, geceli gündüzlü çalışmasalar da onay alabiliyorlar yazdıkları için. Muharrir’den sonraki yıllara bakıldığında Nahid Sırrı’nın dışarıda kalışı, seçenekler arasında ehven-i şer olarak da görülebilir sanatçılar için. Edebiyatçı yazarlar zaman içerisinde bir bir kovuldu gazetelerden, bugün edebiyatçılar için gazeteler bir geçim kaynağı değil artık ne var ki yazarların emeğini sömüren başka güç sahipleri türedi onların yerine. Bugünün edebiyat ortamında yazılanın satılması -okunması değil- apayrı güç dengelerini gerektirdiğinden yazmak için köşesine çekilen yazar devri kapandı denilebilir. Özel dersler, artarak devam ediyor bugünlerde; Türkçe dersini verenlerin çoğu için de edebiyat “keçiye kaval” ne yazık ki. İş adamalarının değil, edebiyat memurluğundan geçinen diplomalı edebiyatçılar için de edebiyat bir “gençlik hevesi”, onların gençlik yaşları üniversite yıllarını kapsayacak kadar uzadıysa bu, bir kazanım sayılabilir. Edebiyatla herkesin “alakadar” olmasını bir yana bıraktık, estetik kaygıyla yazılanı “sidikli kız”9 adına fantezi sayanlar çoğaldıkça edebiyatın gerekli olup olmadığını konuşmamız gerekiyor belki, kim bilir. Ne olursa olsun kuşatmanın biçimi, yazmayı Deleuze’ün “Edebiyat ve Yaşam” (Kritik ve Klinik, 2013) yazısındaki deyişiyle “asla tamamlanmayan, her zaman oluş halinde olan ve her yaşanabilir ya da yaşanmış maddeyi aşan bir oluş meselesi” gördükçe yazmak öncelikli seçeneğimizdir. 

                                                  ----------***---------------

1-Nahid Sırrı Örik, “Muharrir”, Bütün Oyunları, İstanbul: Oğlak Yay., 1997

2- Alpay Kabacalı, Türkiye’de Yazarın Kazancı, İstanbul: Cem Yay., 1981,57; Başka kaynaklara bakılabilir elbette ancak Alpay Kabacalı’nın bu kitabının, Tanzimat döneminden yüz yıl sonrasına uzanan dönemde yazarın ekonomik durumu için önemli bilgiler içerdiğini belirtmeliyim.  

3-Bahriye Çeri, Bir Cihan Kaynanası: Nahid Sırrı Örik (Ankara: Hece Yay., 2007) adlı incelemesinde Nahid Sırrı’nın gazetelerde kalmış pek çok köşe yazısının içeriğinden okuru haberdar etmektedir. Nahid Sırrı’nın, okuyamadığım köşe yazılarından söz ederken adı geçen kitaptan yaralandım.

4-Nahid Sırrı Örik’in, adı ve soyadı dışında bazı yazılarında “Ayşe Nesrin” adını ve “İltan” soyadını kullandığını belirtelim. İlk romanı Kıskanmak, 1937’de -Kıskançlık adıyla-tefrika edilmişken 1946’da kitap olarak basılabilen Nahid Sırrı’nın Yıldız Olmak Kolay mı (Tanin, 1944) ve Tersine Giden Yol (Tasvir-i Efkâr, 1948) adlı romanlarında tefrika yoluyla ulaşmıştır okurlara.   

5- Reşat Nuri Güntekin’in, şimdiye dek bir yerde yayımlanmadığını öğrendiğimiz “Bir Dörtyol Ağzında Konuşma” (Ulus, 27 Mart 1945)  başlıklı yazısı, Tuncay Birkan’ın “Reşat Nuri’de yazarın siyasi, entelektüel ve ahlaki sorumluluğu: “İşleri eldiven ucu ile tutanlar”, “Kendi fikirlerinden kolayca memnun kalanlar” ve “Kalem Namusu” (k24,1 Aralık 2016) yazısına eklidir.

6- Bu konuda, kendisi de bir gazeteci olan ve onca romanına karşın edebiyat dünyasında adından pek söz ettirememiş Reşat Enis Aygen’in, okuyucusunu kaleminin ucuna takıp sürüklemek isteyen gazeteci yazarının romanı Ağlama Duvarı (İstanbul: Cem Yay., 1983; ilk Basım 1949) sözü edilmesi gereken önemli bir romandır.

7-Cumhuriyet dönemi ve sonrasındaki yazarların edebiyat dünyasındaki -öncelikle yazı/para kaynaklı- sorunları için hiç olmazsa iki kitabın adını vermek istiyorum: Sait Faik Abasıyanık, Hikâyecinin Kaderi, İstanbul: YKY, 2005; Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, Haz. İ.Enginün - Z.Kerman, İstanbul: Dergah Yay., 2007

8- Dorıs Lessıng, Altın Defter kitabına yazdığı “önsöz” yazısında, romanı için “tıkanmış sanatçı” izleğini kullanmasının gerekçesini açıklarken sanat ekonomi karşıtlığının olumsuz algılanmaması gerektiğine yönelik önemli bir ayrıntıya değinir: “Sanatçı ve tam karşıtı olan işadamı tipleri, kültürümüzü dengelemişlerdir. Biri kaba, duyarlıktan uzak; ötekiyse yaratıcı, fazlasıyla duyarlı, çok acı çeken, çok bencil, ama yaratıcı olduğu için bağışlanması gereken biri gibi gösterilmiştir. Elbette, aslında işadamı da yarattıklarından dolayı bağışlanmalıdır.” (Altın Defter, İstanbul: Can Yay., 2011, s.16)

9-Söyleyişi, Nihad Siris’in, Sessizlik ve Gürültü ( İstanbul: Jaguar Kitap, 2015) adlı romanından aldım.

 

k24, 26 Ocak 2017

 

                                                                                              

AYNADAKİ RÜYA

AYNADAKİ RÜYA

 

Hasan Öztürk

Okur Kitaplığı

 

Aynadaki Rüya, sokakta dolaştırılan aynanın yazarın iç dünyasına çevrilmesiyle oluşan bir kitap.

 

Hasan Öztürk; romanlar ve yazarlar arasında dolaşırken, okurlarını sanat ve edebiyatın imkânlarına kulak kesilmeye davet ediyor.

 

İnsanoğlunun "sesten simgeye geçiş" aşamasını gösteren yazı, "bir doğal dilin grafik işaretleri yardımıyla geçekleşmesi" anlamıyla kayıtlara geçse de "yazmak" varlığımıza tanıklık etmektir bence. Her ne kadar Sokrates, "yazılı sözün insan zihnini tembelleştirdiğine" inanarak yazılı bir belge bırakmasa da biz bugün "yazmasam deli olacaktım" diyen Sait Faik'ten yanayız. Osmanlı atasözü, "İlim bir avdır; yazı onu avlamaktır," diyor. Sözün ulaşamadığı yerlerde insanı temsil eden ve ona yenidünyalar kazandıran hiç kuşkusuz yazıdır. Mehmet Kaplan, bir yazısında "yazarken düşünmek" eyleminden söz etmişi. Stephen King: "Yazmak rafine düşünmektir," diyor. Bizi başka canlılardan ayıran "düşünmek" ve her birimizi başka insanlardan ayıran "düşüncelerimiz" ise yazı, başka birisi olduğumuzu dilin yeni bir biçimiyle kendimizden başkalarına göstermektir.

Yazar: Arka Kapak

KENDİNE BAKAN EDEBİYAT

KENDİNE BAKAN EDEBİYAT

 

Hasan Öztürk

Erdem Yayınları

 

Kitap Açıklaması

Denilebilir ki yazar iktidarın karşısında, patronun karşısında, güncelin, ünün, paranın, hiç kimsenin, hiçbir şeyin karşısında diz çökmeden ayakta yazan kişidir. Karşısında, yanında, varlığından bile habersiz ama hep ayakta. Bu yüzden olacak, dün olduğu gibi bugün de soytarıların her yerde küçümsenmeyecek bir yeri bulunmasına karşılık, güç ve düzen gerçek yazarı her zaman düşman bilmiştir. Hasan Öztürk Tanpınar’dan Tahsin Yücel’e, Kavafis’ten Bachmann’a kadar “Sanat ve edebiyat nedir? Siyaset ve politika edebiyat üzerinde ne kadar etkilidir?” sorularını soruyor. Kitapta İktidar Gücünün Gölgesi: Kuşatma Altında Yazı ve Edebiyat, Panoptikon Dışındaki Dünya: Edebiyat Kendine Bakıyor ve Camın Ardına Bakmak: Karşı Pencere başlıkları altında yirmi bir yazı bulunuyor.

Yazar: Arka Kapak

KURMACA VE GERÇEKLİK - Öykü ve Roman Eleştirileri

KURMACA VE GERÇEKLİK - Öykü ve Roman Eleştirileri

 

Hasan Öztürk

Orient Yayınları

 

Kitap Açıklaması

Kurmaca metinleri okumayı ve onlar için yazmayı bir tür diyalog olarak görüyorum; hayata bakıp yazan yazar ile kitabı okuyanın/eleştirenin buluşup zenginleştirdiği bir diyalog, ayrı bir gerçeklik. Öykülerinden ve romanlarından söz ettiğim yazarların sesi olmak ya da yazdıklarının fotoğrafını çekmek gibi bir kaygım olmadı.

 

Yazısını yokluğumuzda var eden yazarınkine benzer biçimde, yokluğunda onun adına ve onunla konuşabilmeyi uygun gördüm kendim için. Bu tutumumda, kurmaca metinlerin ve özellikle de romanın “bir şey” söylemiş olduğu/olması gerektiği varsayımımla roman eğitiminden geçmeyi önemsememin payı açıktır.

 

Biçimsel bir kaygıyla bakıldığında yazdıklarımın eleştiri sayılıp sayılamayacağını kestiremiyorum. Fakat her içeriğe tastamam denk gelecek bir biçim belirlemenin güçlüğünü, belki imkânsızlığını, buna karşılık söylenenin/içeriğin uygun yeni biçimlerle kendine yol bulacağını düşünüyorum.

Yazar: Arka Kapak

BİLAL CAN YAZDI: TOPLUMA ÇEVRİLEN AYNA: EDEBİYAT

Kültürler ve medeniyetler ortaya koydukları eserlerle değerlendirilir, konuşulur ve etki alanlarını genişletirler. Bir kültürde ortaya konulan eserler ne kadar çoksa o kültürün konuşacağı konu da o kadar çoktur. Kültürlerin okuması bir nevi ortaya konulan eserler üzerinden yapılabilmektedir. Edebi eserler de ortaya çıktığı kültürün doneleriyle yoğrulmuş, bir tür harmanlanmış yapıtlardır. İçerisine aldığı unsurlar onu ortaya çıkartan kültürün sesi, nefesi, rengi, dili, özlemi, kısacası hayatıdır.

Edebi eserlerin Cemil Meriç’in ifade ettiği üzere “bir tür sosyal olgu” oluşu edebi eserleri farklı boyutlarda da inceleme imkânının mümkünlüğüne işaret etmektedir. İçerisine dâhil ettiği unsurlar kültürel sürekliliğe katkı sağlamakla birlikte kalıcı olmasına da imkân sunmaktadır. Elbette edebi eserleri sadece kültürel bağlamda ele almak eksik olacaktır. Edebi eserler estetik unsurlar başta olmak üzere dil, imla, anlatım biçimi, anlatılanın kapsamı, özgünlük, yetkinlik vs. gibi unsurlar da dikkate alınarak ortaya konulur ve değerlendirilir.

Terry Eagleton’un dilimize Edebiyat Kuramı olarak çevrilen eserinin sunuş yazısında Jale Parla edebiyatın sadece kelimelerle kurulan bir anlamlar bütünü olmadığını onun ayrıca imgesel bir yanının olduğu şu şekilde özetler: “Bana bir bardak su getir” cümlesi, bir bardak suyun kullanılmak üzere getirilmesini amaçlarken, “Bir yudum su ver bana billur pınarlarından” cümlesinde pınarın gerçekten bir yudum su uzatacağı düşünülmez. Aynı şekilde, “Su, hidrojenden ve oksijenden oluşur” cümlesi “Su, hidrojen ve oksijenin tutkulu birlikteliğiyle vardır” biçiminde söylenmez. Bir bardak su isterken kastettiğimiz su bellidir; hidrojen ve oksijenden oluşan su da. Ama billur pınarların suyu zihnimizdeki bir imgeye yöneliktir; beli bir billur pınarın belirli bir yudum suyuna değil” (s.10). Eaglaton ise edebiyatın kapsamı alanına dair şunları aktarır: “Neyin edebiyat olduğu veya olmadığının belirlenmesinde değer yargıları büyük ölçüde etkilidir, yazının edebi olması için “güzel” olması gerekmez, güzel olarak değerlendirilen türden olması gerekir: Yapıt genel olarak değerli bulunan bir tarzın kötü örneği de olabilir” (s.34). Tüm bunlarla değerlendirildiğinde edebiyat bir karışıklıklar bütünlüğü, tematik bir yapıt, imgesel bir tür, çok sesli bir enstrüman olarak değerlendirilebilir.

Edebi eserlerin sesine muhatap bulması için onun alınıp okunulması, değerlendirilmesi gerekmektedir. Okunmayan eser sessizce okurunu bekler. Konuşulmayan eser ise tarihin tozlu raflarında unutulmaya mahkûm bırakılır. Bu bakımdan eleştirmenlere büyük işler düşmektedir. Kitaplar eleştirmenlerle mahkûmiyetinden kurtulabilir, konuşulup okunması arttırılıp yine eleştirmenler tarafından azaltılabilir.

Eleştirmenlik kurumu kitapların belirli kriterlere göre değerlendirildiği, çözümlendiği, incelenip ortaya konulduğu bir kurumdur. Eleştirmenler yayın dünyasının nabzının tutarak iyi eserlerin gün yüzüne çıkmasına, kötü eserlerin ise neden kötü olduğuna dair çözümlemeleriyle okur adına iş tutan insanlardır. Eserlerin dikkatli ve tarafsız bir biçimde değerlendirilmesi gerekliliği her ne kadar çok zor olsa da eleştirmenler bir eseri değerlendirirken belli başlı bazı kriterlere göre bunu yaparlar. Meşakkatli bir iş olan eleştirmenlik nesnel ölçütler bağlamında, ideolojik kamplaşmalara boğmadan yapıldığı vakit yayın dünyasının gelişmesine, eserlerin daha çok konuşulmasına katkı sağlamaktadır.

Türk Edebiyatına Ayna Tutan Adam: Hasan Öztürk

Hasan Öztürk ismiyle ilk karşılaşmamız Okur Yayınlarından çıkan Aynadaki Rüya adlı eseriyle gerçekleşti. Aynadaki Rüya adlı eseri daha sonra yayımlanan Kendine Bakan Edebiyat gibi Türk Edebiyatına tutulmuş bir ayna vazifesi görmektedir. Yazı ve iktidar sorgusu üzerinden bir tür Edebiyat arkeolojisi yapan Öztürk kitaplar arasındaki ilişkileri, çeşitli sorunsallarla birlikte çözümlemeye çalışarak Türk Edebiyatı’nın nabzını tutmaya ve bunu sunmaya çalışmaktadır. Bir tür tezi olan bu eleştirel kitaplar, yazının arka planında duran ve onu ortaya çıkartan sosyolojik nüanslarını yansıtması bakımından bir tür “edebiyat sosyolojisi” çalışmaları olarak da değerlendirilebilir. Hasan Öztürk’ün ortaya koyduğu bu eserler bir bütünsellik sağladığı için ayrı ayrı olarak ele alınabildiği gibi bir bütünün farklı zamanlarda sonuçlanan ve gittikçe genişleyen çalışmaları olarak okunabilmektedir.

Öztürk, Kendine Bakan Edebiyat eserinin sunuşunda da aktardığı gibi eserin birinci bölümü siyasal ve sosyal erklerin edebiyatı nasıl yönlendirdiği, bu erklerin edebi ortama düşen gölgelerinin yansımalarını çözümleyen yazılar mevcuttur. İkinci bölümde genel bir çerçeve içerisinde insanoğlunun “içerisinde yaşadığı çerçeveyi tanımak amaçlı” ortaya konulan eserlerin çözümleriyle belirli bir duruş ortaya koyan yazılarıyla Öztürk, bir nevi farkındalığı arttırmak için eserler üzerinden farklı okuma biçimlerini okurlara göstermektedir.
Üçüncü bölümde ise edebiyatın dünyadaki farklı biçimlerinin bir tür okuma denemesi ve aslında edebiyatın evrensel bir dil olarak dünya vatandaşlığıyla eklemlenme süreci olduğunun bir nevi göstergesi olduğu ifade edilebilir.

 

Kendine Bakan Edebiyat

Hasan Öztürk

Erdem Yayınları

221 Sayfa

Bilal Can - 16.01.2017 (Kitap Haber)

Yazar: BİLAL CAN

GÜNDEM EDEBİYAT

Edebî kamu Hasan Öztürk adına, neredeyse Dergâh’ın ilk sayısından bu yana yazdığı roman eleştirisi metinlerinden, 18 yıldır yayıma hazırladığı Mavi Yeşil dergisinden ve deneme-edebiyat yazılarını bir araya getirdiği kitaplarından aşina. Bu kitaplardan sonuncusu Gündem Edebiyat birkaç ay önce okurlarıyla buluştu. Edebiyatla profesyonel ilişki kuranların dahi gündemlerinde edebiyatın sallantılı hâlini hatırladıkça bir kitaba böyle bir adın verilmesi bir cephe açmakla, bir tavır almakla eşdeğer. Kitabına Gündem Edebiyat diyen bir sanatçı yazdıklarıyla kendi gündemini mi tartışır yoksa seslendiği okurun dikkatini edebiyata doğru çekebilir, gündemini tayin edebilir mi diye düşünmeden edemedim. Kitap, peşinen söyleyelim ki durmadan değişen sokak ve ekran aktüalitesi karşısında ihmal ettiğimiz sanatın gözden kaçan gündemine okuru dâhil edebiliyor. Bu yönüyle yazar, gündemi, okuruyla kitap bittiğinde çoktan paylaşmış oluyor. En başta, okumakta tembellik ettiğimiz yazarların dünyasına yönelmekte acele etmemiz gerektiğini, geçmiş yıllarda ya da son günlerde basılmış nitelikli kitapların kütüphanelerimizle buluşturulmasını iştah kabartarak anlatıyor. Herhâlde gündem, edebiyat lehine böyle tayin edilir ve Hasan Öztürk de bunu hedeflemiştir.

Gündem Edebiyat’ın ilk bölümü “Çerçeve” başlığını taşıyor. Sonra sırasıyla “Öykü, Roman ve Tiyatro”, “Kitaplar İçin” ve “Varlığı Yazı Olanlar” geliyor. Edebiyat dergilerinde, gazetelerde cereyan eden tartışmalardan, okulların ve eğitimcilerin edebiyat öğretimi ile ilişkisine, gençliğin dünyasında edebiyatın yer alış biçimlerine, dünya edebiyatının klasik eser ve sanatçılarına kadar pek çok mesele etrafında Öztürk bir edebiyat tartışması inşa ediyor. Burada, kitabın en merkezî noktalarından olan iktidar-sanat ilişkisine dair ve gözden kaçırdığımız kitapların önemi üzerine konuştuğu kısımlarına değinmekle yetineceğiz.   

Romandan siyaset çıkarmanın, siyasetten roman çıkarmak kadar kolay olmadığını düşünen Hasan Öztürk, edebiyatla siyasetin yan yana getirilmesini hoş karşılamasa da siyasetsiz bir edebiyatın mümkün olma ihtimalini zayıf görüyor: “Edebiyat hayat demek siyaset de bütün hayatımızı kuşatmış durumda.” (s. 60) Bu satırlar Orhan Pamuk’un Kar romanında siyasetin izlerini aramadan kaleme alınmış. Sait Faik’in tek romanı Medarı Maişet Motoru’nun sansürle imtihanı da kitapta sözü edilen eserlerden: “Bugünler için komik sayılacak, ‘hayatı tozpembe göstermediği’ gerekçesiyle toplatılan ve üstelik iki bin lira para cezası ödenen Medarı Maişet Motoru’ndan çıkartılan cümleler, siyasal iktidarların sanat/edebiyat tedirginlikleriyle sansür politikalarını anlamayı kolaylaştırır. Hepsi bir yana romanın, ‘Beni anam doğduğum zaman Balat’taki havraya bıraksaydı, ben şimdi mis gibi bir Yahudi olurdum. Seni Mişon, anan doğduğun zaman Süleymaniye camiine bıraksaydı, sen şimdiye kadar müezzin olmuştun.’ cümlesi, ulu devletin yöneticilerine aykırı gelmiş olabilir.” (s. 127)

Mehmed Kemal’in 1967’de Acılı Kuşak adıyla yayımlanan ve 1940-1950 arası sol edebiyat ortamını anlatan kitabından Hasan Öztürk sayesinde haberdar oldum. “Milli Şef” idaresinde bir grup sanatçının yaşadıklarını anlatan kitap, “1940’lı yılların edebiyat ortamını yazacaklar” için “başat kitaplardan biri” olarak sunuluyor. Mehmed Kemal’in alıntılanan ifadelerinden bir kısmı: “Garipçiler diye anılanlar iyice ünlenmeye, bizim kuşak barış şiirleri yazmaya başladığı zaman, CHP şiire bir çekidüzen vermeyi düşündü… Yahya Kemal’i partinin estetik danışmanı yaptı, Ahmet Kutsi Tecer’i de Fuat Köprülü’nün kuru bir dala çevirdiği Ülkü: Halkevleri dergisinin başına getirdi. O zamanlar her şey CHP’nindi. Yurt, Millet, Vatan, Cumhuriyet, Sakarya ve sonradan Fethi Çelikbaş’ın ünlü iddianamesi ile kapatılan Halkevleri…” Aynı kitaptan bir cümle daha. Hasan Öztürk bunun “iktidar edebiyatı” kayıtlarına geçmesi gerektiğini özellikle vurguluyor: “Nurullah’a [Ataç] yaklaşmış olan, resmi görüşün onayını almış demektir.” 1940’larda siyasi iktidarı eleştiren her kim olursa olsun adı “komünist”tir. Refik Halid, Halide Edip, Sabahattin Ali, Sait Faik fikre tahammül edemeyen iktidarın “acılı kuşak”a yönelttiği suçlamaları eleştiren isimlerden. Komünist olmanın kolaylığı, Öztürk’ün derledikleriyle: “Radyonun çubuğu vericiye benzediği için suç, ‘bahar beklediğimi getirmedi’ şiiri suç, kitabın adında ‘sınıf’ yazmak suç, iktidarın politikasıyken ‘tren’ şiiri yazmak suç…” (s. 92) Deneme bir temenni ile son buluyor: “Eli kalem dili kelam tutanların kaderini, kalemin ve kelamın ruhuna yabancı kalmışlar belirlemese keşke…” (s. 93)

Öztürk’ün denemelerinde Refik Halid Karay’a farklı gerekçelerle birkaç defa söz getiriliyor. Yazar, Karay’ın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisine, sürgünlerine ve yazdıklarına bahis açtıktan sonra onun “Türkçeyi en güzel kullanan yazar” olarak hatırlanmasının ardında bir tehlike sezdiğini gösteriyor. O, böyle hatırlansın yeter kimilerince, yoksa yazdıklarının, bu güzel Türkçe ile neler ortaya çıkardığının bilinmesi her birimizi rahatsız edecek hakikatlerle örülüdür. (s. 119)

Akşam gazetesinde 1949’da “Muharrir Neden Yetişmiyor?” başlığıyla gerçekleştirilen bir anketin 2015’te kitaplaşmasıyla (Cümle Yay.) bir yazı kaleme alan Hasan Öztürk, iktidar ve sanatçı ilişkisine Türkiye’nin tek partili yıllarından hareketle yorumlarda bulunuyor. Gündem Edebiyat, tek parti rejiminin sanata baskısına özellikle değinen bir kitap. CHP iktidarının son demlerinde yapılan bu soruşturma baskıcı ortamdan yakınan sanatçıların ifadelerinde somutlaşıyor.

Gündem Edebiyat pek çoğumuz için kıyıda kalmış kitapların dünyasına okurunu davet ediyor. Bugün çok az denemeci Tahir’ül Mevlevî’nin romanı Teşebbüs-i Şahsî’yi okuma ve onun üzerine yazma arzusu hisseder. II. Meşrutiyet’in matbuat hayatını can alıcı sahnelerle anlatan bu roman, özellikle gazetecilik üzerinden devrin kâğıt israfına dikkat çekiyor. Bir başka kitap Narsisizm ve Yaratıcılık. Ovidius’un Dönüşümler’inde Narkissos kendi güzelliğiyle bir nehrin yansımasında karşılaşır ve bu kahramanın felaketine sebep olur. Hasan Öztürk bu mitolojik zenginliği bir soruyla tekrar hatırlatıyor: “Narkissos’u yutan su, bizi kendimize yansıtacak aynaya bakmayan narsisiste bir ceza mı vermiştir, yoksa hayranı olduğu/olunacak güzelliği kendine mi çekmiştir bilinmez ancak söylencenin Ovidius ile metinselleştiği yaygın kanıdır.” (s. 105) Kitapta Narkissos’un kibrinin edebiyattan tıbba kadar geniş bir sahada sanatçılara ve bilim adamlarına ilham verdiği, Freud’un bu olaya yaklaşımı ve narsisizmin edebiyatta nasıl terimleştiği üzerinde de duruluyor.

*Gündem Edebiyat, Hasan Öztürk, Önce Kitap, 2017

 

Dergâh, Şubat 2018, Sayı: 336

Yazar: YAKUP ÖZTÜRK

POPÜLER OLAN SABUN KÖPÜĞÜDÜR

Mavi Yeşil Dergisi editörü Hasan Öztürk:

 

POPÜLER OLAN SABUN KÖPÜĞÜDÜR

 

Mavi Yeşil dergisi editörü Hasan Öztürk ile dergicilik mefhumu üzerine konuştuk. Öztürk, "Edebiyat metninin nitelik ölçüsü, zamanın elinden tutabilmeyi başarmasıdır. Meselenin özü şu: Filmlere konu olmuş, bir ömür saklanan oyalı ipek mendiller var ya bir de çok satılan ve akıbeti belli selpak mendiller gibi bir şey düşünebiliriz" dedi.

 

  

29 May 2018 07:39

Soner Sert  [email protected]

 

DUVAR – 2000 yılında Türkiye dergicilik sektörüne merhaba diyen Mavi Yeşil Dergisi editörü Hasan Öztürk ile yazar- okur ilişkisini, sosyal medyanın edebiyata ve öyküye etkisini, dergicilik ve ekonomik kriz meselesini konuştuk. Öztürk, “Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki Rize şehrinde, önceliği ekonomi ve politika olmayan bir dergi çıkarırken büyük iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük edebiyat misyonları biçmiştik ne de edebiyatın sorunlarının çözümü için bizi beklediğini düşüyorduk, hâlâ da öyleyiz açıkçası” derken, konu geleneğe geldiğinde ise, “Herhangi bir mirası devralmadan yayımlanmaya başlayan Mavi Yeşil, edebiyat evrenine taşranın direncini dergicilikte örnekleyen bir miras bıraksın isteriz” diyerek düşüncelerini açıklıyor.

 

İlk olarak, öykü ya da edebiyatı konu alan herhangi bir yazı kaleme alan bir yazar, derginize nasıl ulaşıyor?

 

On dokuzuncu yılını ortalamış ve edebiyat ortamında adından şöyle böyle söz edilen Mavi Yeşil dergisi, bu ülkenin her bir yanına yayılmış güzellikler toplamıdır, bu nedenle dergiye ulaşmak isteyenlerin herhangi bir sorunu olmaz, dergi yanı başındadır onların. Yazılarını Mavi Yeşil dergisine ulaştırmak isteyenlerin çoklukla kullandığı yöntem, derginin [email protected] adresini kullanmaktır. Çok az kişi, dergiye kendisinden daha yakın bulduğu birisi aracılığıyla yazılarını ilk kez ulaştırsa da sonrakilerinde doğrudan kendisi ulaşabiliyor. 2000’li yılların başlarında, teknolojik olanakların bu ölçüde kolaylık sağlamadığı günlerde, iletişimin sınırlı olduğunu, sorunlar yaşandığını söyleyebiliriz elbette.

 

‘GÖSTERİ TOPLUMU’ OLDUK ÇIKTIK’

 

Son dönemde popüler oyuncuların, şarkıcıların edebiyatı konu alan üretimlerinin dergilerin niceliğini arttırdığı ortadayken, niteliğe olan etkisini nedir sizce? Bir anda öykü yazarlığının ilgi görmesine sebep olan etken ne?

 

Popüler olan sabun köpüğüdür, bu nedenle ömrü uzun olmaz onun. Popüler olmaya özenenlerin de akıbeti budur çok zaman. Nicelik-nitelik sorununun yeni olmadığı gibi edebiyat ortamıyla sınırlı kalmadığını da belirtmeliyiz öncelikle. Açıkçası, Guy Debord’un adlandırmasıyla ‘Gösteri Toplumu’ olduk çıktık artık, yadırganacak bir durum yok. Tüketim kültürünün öne çıktığı, ekonomik kazancın başat kaygı bilindiği bir zamanda, dergilerin de bundan pay alma talebini doğal karşılamak gerekiyor, ne çare. Bu, biraz da okur kitlesiyle/tipiyle ilgili bir durum bence. Popüler ortamda tanıdığı bir yüzün yazdıklarını okumak, okur için ayrıcalıklı tıpkı popüler yazarların imza günlerinin yoğun ilgi görmesi gibi bir şey bu. İmza gününde alınan kitap içerik yönüyle önemli değil çokları için satın alınan kitap karşılığında popüler isimle bir fotoğraf çektirmek yetiyor eleştirel okumaya katlanamayana kişiye.

Künyesinde/adında edebiyat olan dergilerin, başka alanlardaki popüler isimlerden yazılar yayımlamaları da bu nedenledir; okuruna ‘ucuz’ yazılar ve görsellikle yakın olma kaygısı. Sanat edebiyat ortamı oldukça güdük bu ülkede edebiyat dergisini çok satmak az marifet mi? Bu dergiler aracılığıyla niteliğe katkı, edebiyat ortamına bu dergilerle yaklaşanların zamanla daha iyi olanı arayışlarına neden olmasıyla mümkün olabilir. Sözü edilen dergilerde, yerlerinden edilen deneyimli isimler de yazıyor, bunu da göz ardı etmemek gerekir. Bir de nitelikli sayılan edebiyat dergilerine -her nedense- yazmaya zamanı olmayan ‘seçkin yazarlar’ da -herhalde yazılarından önce IBAN bilgilerini soran-şarkıcı ve oyuncuların yazdığı dergilerde yazıyor, bu da olumlu yönde bir katkı sağlayabilir. Edebiyat metninin nitelik ölçüsü, zamanın elinden tutabilmeyi başarmasıdır diyebilirim. Meselenin özü şu: Filmlere konu olmuş, bir ömür saklanan oyalı ipek mendiller var ya bir de çok satılan ve akıbeti belli selpak mendiller gibi bir şey düşünebiliriz.

Öykü türünün yeniden öne çıkmaya başladığı açıktır, yayımlanan öykü kitaplarının sayıca çokluğu bunu gösteriyor. Öyküye yönelişi, edebiyat adına önemli bulduğumu, önemsediğimi açıkça söylemeliyim. Öyküde metnin kısalığı, metne odaklanmaya olanak sağlıyor, nitelik adına bu önemsenmeli. Bu yönelişte edebiyat dergilerinin katkısı büyüktür. Edebiyat dergilerinde özellikle genç yazarların hayli iddialı/nitelikli öyküleri yayımlanıyor ve bunlar daha sonra kitaplaşıyor. Doğrudan “öykü” eksenli dergilerin de yayımlandığını gözden kaçırmayalım. Şiirin ve romanın popülerliği yok öyküde, öykü bence daha ‘edebî’ kalan bir tür. Bir de romanla şiirde olduğu gibi gençlerin yazı yoluna gölgesi düşmüş, geçilemez ‘büyükler’ pek yok gibi öyküde bu nedenle bir tür cesareti de barındırıyor öykü yolu.

 

Dergicilikte editör- yazar ilişkisini nasıl yorumlarsınız? İlk kez bir dergiye öykü gönderen bir yazarın editörle ilişkisi, ona bakış açısı ne oluyor?

 

Bu soruyu bir cümleyle anlatmam yeterli olsaydı “ete kemiğe büründüm Yunus gibi göründüm” dercesine şunu söylerdim: Murat Yalçın’ın “İçimde Oğuz Atay ile Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor” (2013) kitabını okuyalım yeter. Dergi editörlüğünü, bir futbol takımındaki hocalığına benzetiyorum. Takımın başındaki hoca oraya mancınıkla atılmadı, önce işin emekçisi oldu sonra da sorumlusu. Binlerce seyircinin stada gelmesi için oyun gerekiyor, oyun için de takımlar ve takımlar için de onları oynatacak sorumlu/hoca. Dergiler periyodik aralıklarla yayımlanan bir tür ortak kitap, birisi/birileri, başkalarını ortak bir paydada toplamalı daha başkaları için. Editör, içeride olan ve dışarıda kalanların bildiğinden başkaca sorumlulukları olandır dergi için. Mavi Yeşil dergisi için yazar editör sorunu yok gibi çünkü bu dergi kralsız bir imparatorluktur bizce.

Mavi Yeşil dergisine gönül vermiş olanların dergiyle ilişkisinde öncelik sonralık derecesi yoktur, bunu bilenler bilir. Yazı istediğimiz ya da yazı gönderen dostlarımızın içi rahattır, yazılarının dergide yer bulacağını -yer bulmayacak ise de- bilirler. Yer darlığı, konu önceliği vb. sorunlar olabilir açıklarız kendilerine. Dergimize ilk kez ulaşan pek çok genç yazar var, dergiyle bağlarının sürekli olmalarını istiyoruz onlardan öncelikle. Sözünü ettiğim bu türdeki pek çok kişinin yazıları herhangi bir aracıya gerek kalmadan yayımlanmıştır, yayımlanıyor Mavi Yeşil’de. Yazı yolunun çileli, sabır ve devamlılık gerektiren niteliğinden söz ediyoruz, söz yettiğince. Dergiye ürün gönderen genç yazarın dergiyle olan ilişkisi için henüz ilk kitabı yayımlanan Oğuzhan Yeşiltuna’nın “Yanık Kafiye” öyküsü (Ev Yapımı Hüzünler, 2017), Türkçe edebiyatın iyi bakması gereken bir aynadır bence.

Editörlük, genel anlamıyla düşünüldüğünde sorunlu bir görev. Derginin hacmi belli, seçim yapmanız gerekiyor bu, bazılarını dışarıda bırakmak demek oluyor ki pek hoş bir durum değil her iki taraf için de. Gelen ürünün bir kısmında ya da tamamında derginin anlayışına uymayan söylemler olabiliyor. Bu, çözebileceğiniz bir sorun da olabiliyor buna karşılık noktasına dokundurtmayan, yazdıklarını “Musa’nın asası sanan” (M. Yalçın) yazıcı kişiler nedeniyle tatsızlıklara neden olabiliyor. Edebiyatı, yalnızca kendi yazdıklarından ibaret sanan heveslilerin gözünde editör, dergisi adına edebiyat çetesi kurmuş örgüt lideri bile olabiliyor. Doğruluğuna ihtimal vermedim ama dergiye ilk kez ürün gönderen genç bir yazarın, “dergiye abone misin ki yazı gönderiyorsun” karşılığını aldığını da duymuştum. Önemli olan okurlar için derginin varlığı ise editör sorumlu olduğu kadar yetkilidir de.

 

‘EDEBİYAT DERGİLERİ BU ÜLKENİN YETİM ÇOCUKLARIDIR’

 

Geçen seneki üretiminiz nasıldı? Ekonomik krizin yaptırımı oldu mu? Krizin sürekliliğinden ve üretiminizin niteliğini etkilediğinden bahsetmek mümkün mü?

 

Edebiyat dergileri bu ülkenin yetim çocuklarıdır, onların beklenti listesi hayli kabarıktır. Sözünü ettiğim bu dergilerin bütçeleri -arkasında güçlü destekçileri yoksa- öğrenci bütçesine benzer, ölçüsüzlüğe yer yoktur bu bütçede. Dilimizdeki “yerinde saymak” sözü, edebiyat dergilerinin tirajını örneklemede bire bir kullanılabilir örnektir. Bu nahoş durumun ekonomiyle pek ilgisi olmadığı gibi, ekonomik krizlerin dergi satışlarına bir etkisi olacağını düşünmüyorum, bu iş buraya kadar inmez. Bu dergilerin ekonomik sorunları zaten bir kambur gibi sırtlarındadır, onu taşıyarak var olmayı başarır onlar. Çok zor durumda kalan dergiler baskıdaki biçimsel/teknik ayrıntılarından vazgeçebilirle o kadar. İlk sayımızda ölçülü başlamıştık, 110 sayılık yayınımızda ölçüyü elden bırakmadık, devam ediyoruz. Ekonomik olumsuzlukların dergi(miz) yazarları için onların yazılarına yansıyan bir etkisi yoktur sanıyorum.

 

Sosyal medyanın okur ile iletişimde dergiciliğe ne gibi katkıları oldu? İnternetin üretim ve tüketim bağlamında edebiyata etkisi sizce nedir?

 

Marshall Mc Luhan’ın Gutenberg Galaksisi çok farklı boyutlara evrilip duruyor kaç zamandır. Anımsayalım ki televizyon, yazılı kültürün tahtını sallayan büyük tehlike görülüyordu vaktiyle. Korkulan olmadı ve iyi ki televizyon, dergiyle kitabın yerini alamadı. Bugünlerde, Televizyon Öldüren Eğlence (Neil Postman) tehditlerine pek boyun eğmiyoruz artık. Ne var ki şimdi yeni bir muamma ile karşı karşıyayız: İnternet. Bugünlerde söz yerindeyse İnternet çağındayız ve İnternet, ilgilenmedik alan bırakmıyor. Bilgilenme ve iletişim açısından akıl almaz kolaylıklar yaşıyoruz, bu durum doğal olarak dergiciliğe de yansıyor elbette. Öğrenmek ve yazmak için aradığımız ne çok şeyi sanal ortamda edinebiliyoruz. Bu olanak, dergilerin işlerini basılma ve yayılma bakımından hayli kolaylaştırdı. Yazılar, dergilere İnternet aracılığıyla ulaşıyor ve dergilerin bir kısmı da bu yöntemle okunuyor. Derginin tamamı okunmasa bile her bir yeni sayının çıkışı, içindekiler vb. bu araçla okurlarca bilinebiliyor.

 

Televizyonun olduğu ölçüde İnternetin de yazılı kültür üzerindeki olumsuz yansımaları zamanla açık seçik görülecek, gösterilecektir. Başka pek çok alandaki olumsuzlukları tartışılan İnternetin dergiciliğe düşen payı, ölçüsüzlük ya da başına buyrukluktur denilebilir. David Shields, “Birey artık küçük devlet ya da küçük şirket seviyesine yükseldi. You Tube ve Twitter’da hepimizin kendi küçük ağı var. Neredeyse bütün teknolojiler bu aşağıya inen ve genişleyen yolu takip ediyor. Sıradan bir insanın kendi TV ağını kurabildiği andan itibaren, kendime ait bir ağ olması ya da bir ağda yer almam önemini yitiriyor.” (Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı, 2018) derken bu olumsuzluğu vurguluyor bence. Baslı dergilerin bir kısmındaki gelen ürünlerin bakılmaksızın yayımlanması, İnternet aracılıyla daha da yaygınlaştı. Her yazan yazdığını yayımlayabiliyorsa ‘editör de ne oluyor’ demeye geldi durum ki bu, niteliğin nicelik hengâmesinde boğuluşudur. Bir olumsuzluk da okurluk açısından yaşanıyor bu ortamda. Twitter ya da Facebook’taki kırık dökük birkaç cümleyle edebiyat dergilerini takip ettiğini söyleyen okurlar çoğalıyor her geçen gün hayret ki çoğu da edebiyat diplomalı bunların.

 

 ‘HEVESLİLER, DERGİCİLİĞİ OLUMSUZ ETKİLİYOR’

 

İçinde bulunduğumuz yıllar itibariyle portal ve dergi sayısının artması durumunu nasıl yorumlarsınız? 70’li ve 80’li yıllara nazaran, niceliğin ve niteliğin –olumlu ya da olumsuz- değiştiğini söylemek mümkün mü?

70’li ve 80’li yıların Türkiye’sinde değiliz kuşkusuz en somut biçimiyle ekonomik ve teknolojik yönüyle durum böyle. Bu gelişme, edebiyat ortamını yakından ilgilendiriyor ve bunun sonucu olarak da dergiler çoğalıyor. Dergilerdeki nicelik-nitelik sorunun her dönemde gündeme geldiğini söylemek bile fazla. Türkiye bir tür dergiler mezarlığı ama bugünlerde yenileri eklenerek çok sayıda dergi yayımlanıyor. Edebiyat dergilerinin sayıca çokluğu sevindirici, sayıca çokluk tekelleşmeyi de bir ölçüde engelliyor bence. Bu dergiler içerik, biçim, edebiyat ömrü vb. açılardan eleştirilebilir olsa da onların varlıkları önemli. Her bir derginin ortamında az çok sanat-edebiyat konuşuluyor, yazı heveslileri kendilerine yer bulabiliyor o dergilerde. Edebiyat ortamında nitelikli ve uzun soluklu dergi olmak, sabır gerektiren bir süreçtir. Bu, bir tür direnme meselesi ve bu yalnızca dergiyle sınırlı değil, okurun payı da azımsanamaz bu süreçte.

Dergilerini birkaç sayı yayımlayabildikten sonra hevesi kursağında kalmış heveslilerin çokluğu da dergiciliğin olumsuzluk hanesine yazılabilir. Bu, öncelikle yazı/yazar sonra dergi anlayışını ters yüz edip önce dergi çıkaralım sonra yazı yazmayı öğreniriz heyecanından kaynaklanıyor olmalı. Çok sayıda küçük/yerel dergi, coşkun akan ırmaklar gibi kendi coğrafyalarında, merkeze yaklaştıklarında da seslerini duyurabilmeleri, kendi yazı debileriyle ilgili. Nitelik kaygısı öne çıktıkça çevrelerinden kopmak gibi bir sorunları da var o dergilerin, bu kopuş yok oluşa da gidebiliyor. Basılı dergilerin önemli sorunu okura ulaşmaktır ki dergiler açısından bir olumsuzluk. Dağıtım, abone, posta vb. hizmetler ayrı bir ekonomi gerektiriyor dergi için okur da bunca dergi arasından birini ya da birkaçını takip edebiliyor ancak. Bu durumda sanal dergilerin yaygınlık kazandığını görüyoruz ancak edebiyat okurunun basılı dergileri önemsediğini düşünüyorum.

 

Türkçe edebiyatın, özellikle Orhan Pamuk’un Nobel alması sonrası, yurtdışında takip ediliyor olmasının dergiciliğe olan etkisi nedir sizce? Üretim yaparken niteliğinizi belirleyen ulusal ya da uluslararası etken nedir?

 

Orhan Pamuk, roman yazmayı kendinse ‘iş’ edinmiş önemli ve usta -ve yeni- bir yazardır bunun böyle olmadığını söylemek, ölçüyü edebiyat dışına çıkarmak sorunudur. Bu ülkenin düşünce ve dergicilik ortamı söz konusu olduğunda ise Orhan Pamuk adının ne kadar gerekli olduğu tartışılabilir. Kendi adıma söylersem, sözünü ettiğim iki ortam için de Orhan Pamuk adının bir yer kapladığını düşünmüyorum. O, dergicilikten gelmemiştir ve belleklerde iz bırakacak düşünsel bir söylem geliştirememiştir. Vurguladığım her iki ortamda Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Peyami Safa, Yaşar Kemal, Cemal Süreya, Attila İlhan, Sezai Karakoç, Mustafa Kutlu vb. adlar yanında Orhan Pamuk, nerede durabilir? Dünya çapındaki bir edebiyat ödülünü almış olmak Türkçe edebiyat adına önemlidir kuşkusuz ancak bunun bizim edebiyat dergiciliğimize yansıyan bir kazanımından söz etmek bana zor geliyor, gözden kaçırmış isem benim eksikliğime sayılsın.

Mavi Yeşil dergisi, ‘dirsek teması aralığında’ durmayan bir ‘özgürlükler’ alanıdır ve bu dergide ‘estetik kaygı’ ile ‘üretkenlik’ geçerli ölçüdür. Mavi Yeşil, büyük iddiaları olan ve edebiyatın sorunları çözmeye niyetlenen bir dergi değildir, bunu biz böyle biliriz başkalarının da böyle bilmesi gerekir. Pek çoğu kitap sahibi ve aynı zamanda başka dergilerde yazan Mavi Yeşil yazarları Mavi Yeşil’e göre yazmazlar yazdıklarını, buna karşılık başka dergilere göndermezler de Mavi Yeşil için yazarlar yazılarını, o kadar. Hiç olmasa edebiyat yazısı yazarken “olduğu gibi görünmek” hakkı olmasın mı yazarın. Mavi Yeşil dergisi, Jules Renard’ın, “Yazan el her zaman okuyan gözü bilmezden gelse keşke.” (Yazmak Üzerine Notlar, 2014) dileğinin pratiğe dönüşmesinden yanadır.

Mavi Yeşil, edebiyatta politik/ideolojik kaygıyı öncelemeyen ve fikir dergiciliğine kaymadan edebiyat alanında kalmaya özen gösteren bir yayıncılık anlayışını önemser. Bu dergi, yazıyı hobi olarak görenlerin değil aksine dert edinenlerin buluştuğu ortam olsun istiyoruz. Dergiye ulaştırılan metinlerde aradığımız öncelik, yazarlık emeğidir. Örneğin herhangi bir şairin şiiriyle ilgili bir yazının hangi çevrenin şairiyle ilgili olması değil şairin metinlerini anlama çabasıdır önemli olan bizim için. Bu durum, öykü ve roman yanında başka alanlar için de böyledir. Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasında bir dergiyiz, her bir yazımızın donanımlı olduğunu söylemek ne mümkün. Kaldı ki bu ayrıcalık, başka dergiler için de pek söz konusu değildir.

 

‘OKURUMUZU KENDİMİZ OLUŞTURDUK’

 

Türkçe edebiyatta öykü ve roman dosyalarını biçimsel ve içeriksel olarak şekillendiren ilk ortamın dergiler olduğu düşünüldüğünde, yazarın yazdıklarını matbu bir mecrada ilk olarak dergilerde görmesinin etkisiyle, dergilerin yazara vaat ettiği şeylerden en önemlisinin özgüven olduğunu söylemek mümkün mü? Dergiler, yazara ne vaat eder? Ya da karşıtını da sormak mümkün: Yazar, dergilere ne vaat eder?

 

Dergilerin, edebiyatın atardamarı olduğu söylenir durur. Organizmanın (derginin/edebiyatın) bugünkü sağlık sorunlarına bakıldığında damar tıkanıklığından söz edebiliriz demektir. Edebiyat dergilerinden her söz açılışında Haldun Taner’in, o benzersiz “Salt İnsana Yöneliş” öyküsünü döner okurum yeniden. Edebiyat dergilerinin, edebiyat ortamındaki işlevi için Turgut Uyar’ın Korkulu Ustalık (2009) kitabında dergiler için yazılarının edebiyat ortamında ders niyetiyle okunmasını isterim açıkçası. Dergileri, yazar ile okurun katkılarıyla zenginleşen edebiyat metinlerine benzetiyorum, bir önemli ayrıcalık dergilerin daha çok katılımcısının olmasıdır. Pek çok okura ulaşan dergi, yeni öykücü için bir tür görünme ve onaylanma alanıdır. Görünen adından söz edilmesi kuşkusuz bir güven kaynağıdır genç yazar için. Usta yazarlarla aynı ortamda bulunmak, ustaların metinlerini okuyan gözlere değmek fırsatını yakalamak, azımsanacak fırsat değil öykü yoluna çıkan için.

Edebiyatımızda belki bir ilki başarmış “Seçilmiş Hikâyeler” dergisini çıkaran Salim Şengil’in, “İş yalnız dergi çıkartmakla bitmiyor. Dergi yöneticisi yaşadığı şehirlerin dışındaki yazarlarla sürekli yazışacak, onları teşvik edecek, onları yüreklendirecek, onların çözebileceği ufak tefek dertleriyle ilgilenecek ki, yazar da öyküsünü yazabilsin.” sözleri, derginin yapması gerekendir. Yazı yoluna yeni çıkmışlar için dergi, öncelikle beslenme kaynağıdır bu nedenle aileden biri olmak ister, sahiplenir dergiyi, sahiplenmesi de gerekir; dergi de böyle ister elbette. Yetişkin, adını kanıtlamış yazar ise yazdıklarıyla dergiyi beslediğini düşünür de derginin kendisini sahiplenmesini bekler. Dergiye afra tafra edebilenler, çoklukla yazılarını yayımlatma sorunu yaşamadığını bilen yazarlardır. Her ne olursa olsun dergi, edebiyatın kalbinin attığı yerdir, iyi ki varlar.

 

‘TAŞRANIN DİRENCİNİ MİRAS BIRAKMAK İSTERİZ’

 

Türkçe edebiyatta dergi mefhumunun önemli bir gelenek olduğunu söylemek mümkün. Geçmişten bu yana, pek çok yazar bir araya gelerek ortak üretim yapmış, dergiler çıkarmıştır. Kendinizi yakın bulduğunuz bir gelenek oldu mu? 200 sene sonra bugünlerden bahsedildiğinde, üretiminizin Türkçe edebiyat ile olan ilişkisinin nasıl tanımlanmasını istersiniz?

 

2000 yılının başında edebiyat ortamına merhaba diyen Mavi Yeşil, okurunu ve yazarını kendisi oluşturmuş bir dergidir. Herhangi bir geleneğin/derginin devamı olmadığı gibi adı öne çıkmış isimlere de yaslanmamıştır dergimiz. Söz yerindeyse “bir avuç genç” ve “sıfır şans” ile çıkmışız bu yola. Derginin çıkışıyla ilgili bir soruya şöyle açıklama yapmıştım: “Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki Rize şehrinde, önceliği ekonomi ve politika olmayan bir dergi çıkarırken büyük iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük edebiyat misyonları biçmiştik ne de edebiyatın sorunlarının çözümü için bizi beklediğini düşüyorduk, hâlâ da öyleyiz açıkçası. Kaprislerimiz yoktu ve kimseye inat olsun diye de dergi çıkarmıyorduk. Erken vakitte edebiyat mezarlığında yer almayı değil, zamanın elinden tutup yürümeyi düşünüyorduk…” İki aylık periyodunda hiçbir sayısı aksamayan yayınımız, Mart 2018’de 110. sayıya ulaştı. Yolculuğumuz nereye varır bilemeyiz ancak Mavi Yeşil, daha sonrakiler için bu şehirde bir dergi geleneğidir artık.

Herhangi bir mirası devralmadan yayımlanmaya başlayan Mavi Yeşil, edebiyat evrenine taşranın direncini dergicilikte örnekleyen bir miras bıraksın isteriz. Türkiye’nin sanat ve edebiyat açısından oldukça çetin bir bölgesinde yazı ve edebiyat adına umutları yeşertebilmiş olmak bizim için önemlidir. Sonraki zamanlarda dergicilik yoluna çıkacak başka edebiyat dostları için bir basamak taşı olabilirse Mavi Yeşil ne mutlu. Bir edebiyat okulu olup olamadığımız tartışılır elbette ancak edebiyat dünyamızda adını duyuracaklar arasından, yolu Mavi Yeşil dergisinden geçmiş olanların çokluğundan söz edilsin isteriz.

 

Yazar: Röportaj - SONER SERT

HASAN ÖZTÜRK İLE ORTA SAYFA SOHBETİ

Hasan Öztürk: 1961 Trabzon-Araklı doğumlu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu (1983). Yazıya, öğretmenliğe başladığı 1980’li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde başladı. Türk Edebiyatı ve Millî Kültür dergilerindeki edebiyat ağırlıklı yazılarının yanı sıra Türkiye Günlüğü, Polemik ve Liberal Düşünce’de de yazdı. Bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer aldı. Ağustos 1990’dan bu yana Dergâh’ta yazmayı sürdürmektedir. Son zamanlarda Radikal İki ve Star Açık Görüş’te adı geçmektedir. Rize’de, Ocak 2000’de yayımlanmaya başlayan iki aylık Mavi Yeşil dergisini yayına hazırlayan Hasan Öztürk, hâlen Rize Anadolu Öğretmen Lisesinde edebiyat öğretmenidir. Edebiyat/eleştiri yazılarından oluşan Kitabın Dilinden Anlamak Siyasal Kitabevi yayınları arasından çıktı (Ankara, 1998).

 

– Sohbetimize Cemal Süreya’nın bir tespitiyle başlayabiliriz. Cemal Süreya’nın, “Edebiyatın atardamarı amatör dergilerdir, alt yapıyı onlar oluşturur.” mealinde bir sözü vardır. Üstat bu kanaate tecrübeyle ulaşmış bir kişidir. Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın bütün büyük atılımları amatör girişimlerdir. Profesyonel denilen edebiyat dergilerinin tarihi çeyrek asrı geçmez. Bunlar da öyle bugünkü anlamda profesyonel değillerdir. Belki profesyonel yerine kurumsal kelimesini kullanmak daha doğru olabilir. Kurumsal olmayan bütün edebiyat dergilerinde heyecan dolu amatör bir ruh egemendir. Üstadın kastettiği de bu olsa gerek. Edebiyatta amatör dergicilik, alt yapı sorunları, taşra dergiciliği, yeni okur-yazar kitlesi vs. bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?

 

– Amatör ve profesyonel dergilerin öncelik sırası bir yana, bugün atardamarından söz edebiliyorsak eğer edebiyatımızın canlı oluşuna tanığız demektir, bu sevindirici. Bizim kültürümüzde kitap için bunca güzel söze karşılık dergi için söylenenler yaygın değildir nedense. Dergiler için “hür fikrin kaleleri” diyen Cemil Meriç gibi “edebiyatın atardamarı” benzetmesini yapan Cemal Süreya da haklıdır; ancak bu haklılık, kendi zamanlarıyla sınırlı kalmış bir haklılıktır kuşkusuz. Bugünün merkez taşra iç içeliğine paralel olarak amatör dergi profesyonel dergi algılaması da hayli değişmiştir. Taşra, yayıncılık alanındaki teknolojik yeniliklerden, merkeze yakın ölçüde yararlanmaktadır. Merkezin edebiyat dergilerini besleyenler, taşranın eli kalem tutanlarıdır çoğu zaman. Merkeze doğru akışın tersine, merkezden de amatör dergilere yazı akışı olmaktadır. Taşra üniversitelerindeki akademisyenler, kendi şehirlerinin “amatör” dergilerinden çok, haklı olarak, merkezin profesyonel/hakemli dergilerini önemsiyorlar. Merkez üniversitelerindeki akademisyenlerin taşra dergilerindeki yazılarına da sıklıkla rastlanmaktadır.

Sorunuzdaki “amatör dergi” nitelemesinde, “heyecan” ve “ruh” gibi özelliklerin önemli olduğunu düşünüyorum. Profesyonel/kurumsal dergilerin önemli eksikliğinin bu heyecan/ruh eksikliği olduğunu söylemeliyim. Bu bakımdan edebiyat dergilerinin kurumlaşması bana pek çekici gelmiyor; dergilerin okullaşmasını önemsemeliyiz. Bu anlamdaki bir amatör dergi, Rize’de yayımlanabileceği gibi İstanbul’da da yayımlanabilir; kaderleri pek fazla değişmez.

Edebiyatımızın, hiç olmazsa Cumhuriyet yıllarından bugüne uzanan çizgisindeki dergilerine bakabilsek ne çok atardamarın kesildiğini görürüz. Dergilerin “çıkış” ve “kapanış” yazılarının derlendiği bir kitap ne çok heyecanın boğulduğunu gösterir bize. Peyami Safa, “küçük kanatlarıyle büyük boşlukları doldurmak için çırpınış”larıyla, “bugün için nafile ve yarın için vaatli bir gayret” barındıran amatör dergilerin var olma mücadelesini 1941’de bakınız nasıl anlatıyor: “Rüzgârsız ve bunaltıcı sıcak yaz günlerinde elinizdeki gazeteyi yüzünüze sallarsınız. Edebiyatımızın bu havasız, bayıltıcı günlerinde de biri batıp öbürü çıkan amatör mecmuaları, yelpazeye vekâlet eden kağıtlar gibi yüzümüze geçici bir serinliğin tesellisini verip gidiyorlar. Çoğunun ismini bile duymadığımız bu edebiyat mecmualarının tütüncü dükkâniyle mutfak rafı arasında yaptıkları küçük seyahat ne kadar zevkli bir şey olacak ki bunlardan bir tanesi batınca, yerine aynı istasyonlar arsına daracık ve kısa yolda koşmaya hevesli bir yenisi çıkar. Kimi ana kuzusudur, ürkek ve terbiyeli, seke seke ve üstatlara selâm vere vere, dükkândan rafa, raftan tenekeye, tenekeden arabaya, arabadan denize doğru yollanır. Kimi esrarkeş tulumbacıdır, omuzlar yampiri, boyun kırık, ağız çarpık, üstatların anasına, avradına küfrede ede, yakasını polisin değil, çöpçünün eline verir. Kimi gençliği ayartmak isteyen dışarı politikaların çığırtkanıdır, içinde yenilik pastırması asılı propaganda kapanının içine toy idrakleri düşürmek ister. Kimi kaymak kâğıt elbisesiyle parlak, temiz, düzgün, edepli, kalantor, fakat kof ve mağrurudur. Bu mecmualar arasında sevimlileri ve her birini dolduran yazarlar arasında da başlangıç ölçüsüne vururlunca ümit veren kıymetleri yok değildir. Sayfalarda erbabının gözleri bunları arar ve bulunca hırdavatçı dükkânında ele geçirdiği bir Venedik sürahisini ucuza alan müşteri gibi etrafındakilere mırıldanır: ‘Eh... Bu fena değil.’ Onun tenkitteki bedeli şimdilik bir ‘aferin’dir.” Bana sorarsanız, edebiyatımızın bugünkü durumu Cemal Süreya’yı değil ne yazık ki Peyami Safa’yı haklı çıkarmıştır. Taşrada dergi çıkaran dostların pek çoğu matbaacının bulunduğu sokaktan geçemez olmuştur. (Reşat Nuri’nin “Mukaddes Hatıra” öyküsünü hatırlayınız.) Kendilerince büyük boşlukları doldurmak için çıkan dergilerin, üç beş dostun dertleşeceği büroları yoktur. Bin bir zorlukla çıkan dergiyi dağıtacak posta parası bulunamaz çoğu zaman. Nedense derginin çevresindekiler kedilerine bedava dergi verilmesini bekler, satın almayı veya abone olmayı düşünmez. İlk sayıdan hemen sonra, yola birlikte çıkanlar arsında kırılganlıklar başlar. Henüz ulusal nitelikli bir edebiyat dergisi alıp okumamışken internetin edebiyat sitelerinde şiirlerinin yayımlandığını yüksek sesle söyleyenler, şehrinin dergisine burun kıvırarak tatmin olur. Derginin şehrinden çıkıp merkeze yerleşen kalem erbabının dergiden söz etmesini beklersiniz; ama nafile bir bekleyiştir bu. Merkezdeki medyada birileriyle “dirsek teması” aralığındaysanız, açıkçası “cemaat/örgüt” bağlantılarınız varsa, basılı evrakın kültür sanat bölümünde derginizin adı geçer; icazetiniz yoksa birinci sayıdan sonra beklemenin anlamı yoktur. Zamana direnebilirseniz, yine de umuttur, heyecandır dergi. Tanımadığınız birinin elinde dergiyi görmek sevindirir sizi. Kitapçıya bırakılan dergilerin yeni sayıdan önce tükenmesi güldürür yüzünüzü. Üniversiteye okumak için giden gençler arkadaşlarına tanıtır, sahiplenir dergiyi. İlk kez yazısı yayımlanmışların yüzlerindeki mutluluk ve güven duygusu, yaptığınızın ne çok zahmete değer olduğuna inandırır sizi. Vaktiyle bu tür uğraşların içinde olup yorulmuş olanlar kıymet bilir çoğu zaman. Doymak bilmez oburların aksine, küçücük reklâmlarıyla heyecanlarınızı paylaşanlar okşar ruhunuzu. Uzak diyarlardan gelecek bir ses, bir yazı yeni bir sayı için heyecan kaynağı olur çoğu kez. Her bir sayıda, ilk kez doğum yapan annenin sancısını çekip heyecanını yaşamak, derginin uzun ömrü için tükenmez bir hazinedir, yaşanmaya değer.

 

– Mavi Yeşil, 10 yıldır yayın hayatında. Sizi tebrik diyorum. Bize, Mavi Yeşil’in öyküsünü anlatır mısınız? Çıkarkenki gayeniz, 10. yılda ulaştığınız hedefleriniz, umup da bulamadıklarınız... Tabi bütün bunları, az önce konuştuğumuz konu bağlamında değerlendirmenizi istiyoruz.

 

– 10. yılımızda nihayet böyle bir ilgiyle karşılaşıyoruz; ne güzel! 2000 yılının başında, söz yerindeyse “bir avuç gencin isteğiyle” çıktık yola. Açıkçası onlar için ben çıktım yola. Ekonomik durumu ve çevresi iyi olan bir iki dosta, mütevazı bir dergi projesinden söz ettim. Bu tür işler, genelde yarım kalmış ve sorumlularına sıkıntı yaratmış olduğundan olmalı ki dostlarımız pek sıcak bakmadı öneriye. Belki de ben iyi anlatamadım, bilemiyorum. Sonunda bir özel bilgisayar kursunun sahibi arkadaşımız derginin resmî sahipliğini –içerik ve ekonomik sorunlarla uğraş(a)mamak üzere- üstlendi. İlk sayımız fotokopi. Sözünü ettiğim bilgisayar kursunda dizgi yapıp çıktıları aldık. 16 sayfalık dergiye renkli fotokopi kâğıdı almak için karlı bir kış gününde Trabzon’a gittik. Kırtasiyeci bir dostumuzun samimî gayretiyle fotokopiler çekildi, dergi hazırlandı ve 2000 yılının ilk günlerinde iki aylık bir dergi olarak okur huzuruna çıktık. İkinci ve üçüncü sayılar aynı şekilde dizildi, renkli kâğıda matbaada bastırıldı. Dördüncü sayıdan itibaren dizgi işini de matbaaya bırakırken dergi beyaz kâğıda basılmaya başladı. 9. sayıdan itibaren dizgi işlerini, derginin şu andaki sahibi Rize Grafik üstlendi; dergi farklı matbaalarda basıldı. 8. yılımıza başladığımız Ocak-Şubat 2007 tarihli 43. sayımızda dergi 20 sayfa olarak yayımlanmaya başladı. 46. sayısında resmî sahibi değişen Mavi Yeşil, hiçbir sayısı aksamadan Kasım 2008’de yayımlanan 54. sayısıyla 9. yılını tamamladı. Şimdi yayın hayatının 10. yılında.

Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki bu şehirde Mavi Yeşil dergisini çıkarırken, başka şehirlerde dergi çıkaran dostların kaderi kaderimizdi ve büyük iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük misyonlar yüklemiştik ne de çözülecek sorunların (sanat edebiyat alanında elbette) bizi beklediğini düşüyorduk. Kaprislerimiz yoktu ve kimseye inat olsun diye de dergi çıkarmıyorduk. Yazar kadrosu genç ve ekonomik gücü sınırlı bu mütevazı dergiyle “kültür şehri Rize” ilkesiyle yola çıktık. Büyük küçük her kesiminden bürokrasinin bu tür konulara uzak duracağından kuşkumuz yoktu; yanılmadık. Yoğun bir ilgiyle karşılanmayı beklemiyorduk; beklediğimiz gibi de oldu zaten. Erken vakitte edebiyat mezarlığındaki yerimizi almayı değil, zamanın elinden tutup yürümeyi düşünüyorduk; küçük adımlarla da olsa yolculuğumuz 10 yıldır sürüyor. Bu dergiye, onun elinden tutarak yürümeyi öğretenlere, içtenlikle teşekkür ediyoruz. Bu şehrin eli kalem tutanlarının, öncelikle gençlerine ve ardından yetişkinlerine bir yazı kapısı aralamak düşüncemizin gerçekleştiğini gördük; bu da sevindirdi bizi. Bu şehrin coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak geniş çevrelerden okurumuz yazarımız olsun istedik ve bunu gücümüz oranında başardığımız için de mutluyuz. Önemli bir kısmı Rize dışından olmak kaydıyla liseli gençlerden akademisyenlere uzanan bir yazar kadrosu oluşturabilmek inanın bizi sevindiriyor. Susan Sotag’ın, “Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş kişidir.” sözünün esprisiyle dergiye yazı gönderenlerin –gençler öncelikli olmak üzere- banka hesap numaralarını da sorabileceğimiz günün en yakında olmasını isterdim; ancak şu ana kadar bunu başaramadık. 2000 yılının başında mütevazı bir dergiyle; “merkez üretir, taşra tüketir” mantığını tersine çevirerek taşranın kültür ve sanat alanındaki üretkenliğini göstermenin çok da zor olmadığını 10 yıllık yayınımızla gösterdik. İsterdik ki bu süre içerisinde alternatif Mavi Yeşil dergileri çıksın, olmadı ne yazık ki. Umudumuzu koruyoruz yine de. Tribündekileri sahaya davet ediyoruz, buyursunlar.

 

– Siz bir yazar olarak son 25-30 yılı yakından izlemiş, çeşitli dergilerde ürünleri yayımlanmış bir kişiniz. Edebiyatın temel sorununu kendi iç meselelerinde mi yoksa genel hâl ve gidişin bir sonucu olarak mı görüyorsunuz? Bana biraz şöyle geliyor: Kendi içinde tutarlı, iç dinamiklerine bağlı mükemmelliğe yaklaşmış, rafine ama/ancak hayatla bağı o denli kopuk bir edebiyatın toplumsal karşılık bulmaması doğal değil mi? Ülkemizin on yıllardır boğuştuğu temel hiçbir mesele edebiyatımızın meselesi olmadı. Terör, işsizlik,yoksulluk, küresel sömürü, çevre kirliliği, teknolojik esaret vs., ne düşünüyorsunuz?

 

– Türkiye, okurun içselleştir(e)mediği kitapların cenneti, bunu kabul ediyorum. Öncelikle şunu belirtmem gerekir: Kavram olarak edebiyatı ve ardından onun temel sorunlarını belirlemek, sorunuzun içinde önemli bir sorun. Edebiyatın iç sorunu yalnızca edebiyat eseri mi yoksa kavramın devamındaki öğretmeni, akademisyeni, yüksek tahsili ve yayıncısı iç soruna dahil midir? Bu ülkenin gündeminden kültür ve sanatın kovulması, Türkçe kirliliği, yazarların sefaleti, nitelikli edebiyat eserlerinin itibar görmemesi, üniversitelerin edebiyat bölümlerinin edebiyat zevkini öldürmeleri, edebiyat dergilerinin hepsinin toplam satışının bile komik sayıda olması, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin gündemlerin dil ve edebiyat dışı alanlara kayması, sanal âlemdeki site furyasının edebiyatın büyüsünü yok etmesi, televizyonların (TRT 2 hariç) edebiyatçılara ekran yasağı uygulaması, gazetelerin edebiyat kökenli yazarları sınır dışı ederken kültür-sanat sayfalarını kuşa çevirmeleri, liselerde bir türlü düzene giremeyen edebiyat müfredat programı ve eğitiminin test mantığına yenik düşmesi, taşranın kütüphanelerinin ödev merkezine ve kitapçılarının da oyuncakçı dükkânına dönüş(türül)mesi, yeni yayımlanmış bir kitabın fiyatının ortalama devlet memurunun bir günlük harcamasına denk gelişi vb. edebiyatın temel sorunları ise hangileri “içsel” hangileri “dışsal” sorunlardır acaba?

Yukarıda saydığım ve onlara eklenebilecek sorunları, iç meseleleri temsilen yalnızca edebî eserin niteliğine bağlamak bence doğru değil. Sorunuzda, edebiyata yüklediğiniz misyonu edebiyatçının yazdıklarıyla sınırlı tutup bu bakımdan karşılık bulmamasını doğal buluyorsanız size katılmadığımı açıkça belirtmeliyim. Her dönem kendi edebiyatçısını yaratır. Yaşadığı dönemden etkilenen yazar, yazdıklarıyla da yaşadığı dönemi, çevreyi etkileyen kişidir. Her dönemin yazarı, bir yönüyle zamanını yansıtır yazdıklarıyla. Bu konulardaki şikâyetlere en güzel cevabı; “Hakikaten istediğimiz gibi bir romanımız olsa, bunun farkına varır mıydık?” sözleriyle Tanpınar verir. Âkif bugün yaşasaydı, bir ilköğretim okulunda din kültürü öğretmeni olabilirdi en fazla. Tevfik Fikret, bugünün Türkiye’sinde “Sis” veya “Promete” şairi olabilir miydi, dersiniz? Kemal Tahir, sosyal bilimcileri kıskandıracak tezleriyle roman yazabilir miydi bugünün Türkiye’sinde? Sözünü ettiğiniz “toplumsal karşılık” tam da bu noktada önem kazanıyor. Bu ülkede, özellikle 1980’li yılardan sonra siyasette, medyada, eğitimde, günlük hayatta ve bu arada edebiyatta toplumsal karşılık bulan değerlerin neler olduğu apaçık ortadayken, birbirimizi kandırmanın anlamı yok. Atatürk’ten bunca zaman sonra ilk kez bir cumhurbaşkanı edebiyatçıları köşkte ağırlıyor; medyada yazılıp söylenen porselen tabakların markasıyla balıktan sonra kimin rakı kimin meyve suyu içtiği. Hayret ki ne hayret! Ne çok öykü ve ne çok roman yazılıyor belirttiğiniz sorunlarla ilgili olarak. Ne yazık ki çoğunun farkında olunmuyor bile. Bir kitap eki yazısıyla geçi(ştiri)len ya da hakkında yazı yazılmayan ne çok kitap var bugün. Edebiyat dergilerinde bir yıl boyunca yayımlanan onlarca öyküden kimin haberi olabiliyor ki? Dergi sayfalarında kaybolarak kitaplaşmamış nitelikli öykülerin sahipleri yazar sayılmıyor bile. Siyasal yozlaşma, teknolojik kuşatma, test-sınav maratonu, dil kirliliği ve edebiyatın kendi varlık sorunu yazarlık gibi pek çok sorunu dillendiren yazarları ve onların eserlerini önemsemek kimin görevidir, belli değil. Beş yıl eğitim verdiği öğrencisine aylık bir dergi okuma alışkanlığı kazandıramamış edebiyat/Türkçe bölümünün varlık sebebi bu bağlamda sorgulanmalı mıdır? Türkçe/edebiyat bölümlerinde “yüksek lisans” yapmış olanların kaçta birinin, bırakınız bir dergide yazı yazmayı, bir dergiyi düzenli alıp okuduklarını öğrenebilirsek, sözüm ona bu akademik çalışmanın hangi amaçlarla yapıldığı kolaylıkla anlaşılabilir. Yazdıklarıyla ufkumuz açanların emeğine hürmetkârız; ancak dipnot virüsüyle boğuşmaktan zaman bulup da yayımlanan yeni edebî eserleri okumamak bir yana birbirlerini dahi okumadıkları ayyuka çıkmış, yakınındakilerin bile okumadığı kitaplarını bölümlere yeni gelen öğrencilerine yoklama listesiyle satma çabasındaki akademisyenlerle bu iş nereye kadar gidecektir, bilinmez. Görev başındaki yaklaşık altı yüz bin öğretmenin neresinden baksanız onda biri Türkçe/edebiyat öğretmenidir. Elli bin öğretmene, bunca üniversitenin Türkçe/edebiyat okuyan “öğretmenlik” ve “bölüm” öğrencilerini, onların da öğretmenlerini ekleyiniz; rakam yüz binleri geçer. Türkiye’de hatırı sayılır edebiyat dergilerinin toplam satışı (kütüphane aboneliği katkısıyla), bu kulvardaki yüz binleri aşan rakamın onda birine ulaşmıyorsa edebiyatın başka sorunları var demektir. Sartre’ın büyükbabasının “yayıncım, tıpkı dağ başındaymışız gibi soyuyor beni” cümlesinin yüreklendirmesiyle Walter Benjamin’in, “Kitaplar ve fahişeler her ikisinin de, sırtlarından geçinen ve onları sömüren, ezen, kendilerine özgü erkekleri vardır. Kitaplarınki eleştirmenlerdir.” benzetmesinde, “eleştirmen” sözcüğü, “yayıncı” ile değiştirildiğinde, edebiyatın can yakan bir sorunuyla yüz yüze geldiğimizi görmemek olmaz. W. Benjamin’in cümlesini, müdahale etmeden okumaksa edebiyatın kanayan yarasını depreştirmektir. (Eleştirmen/yayıncı yansıması için -hiç olmazsa- dört öykü önerebilirim: Seyyie-i Tesâmüh, Nâbizâde Nâzım; Hamit İçin Bir Yazı, M. Şevket Esendal; Bir Romancı Profili, N. Sırrı Örik; Yumuşak Yazar, İnci Aydın)

Çeyrek yüzyıldır ısrarla sürdürülen “içerik boşaltım kampanyası” toplumun kılcal damarlarına işlemiş, edebiyat dünyasında ise yazının yerine yazarı getirmekle kendisini göstermiştir. Yazar ve eser piyasasında içerik, yerini imaja bırakmıştır. 2000 yıl öncesinde, “her yerde olan hiçbir yerde değildir” cümlesiyle popülerliği yeren Seneca’nın aksine; bugünkü yazar, satış ölçüsüyle konumlanan piyasada eserinden önce biyolojik varlığıyla öne çıktığından popüler olmalı ve tribünlere oynamalıdır doğal olarak. İronik zekâsıyla Erasmus haklı; nitelikli eseri bekleyecek zaman yoktur artık. Toplumsal sorunlarımız (terör, işsizlik, çevre, teknolojik esaret, küresel sömürü, yoksulluk vb.) için kafa yoran bunca saygıdeğer merci varken edebî eserin sözü mü olur/muş!

 

– Taşra dergiciliğine bu anlamda/sosyolojik anlamda tarihteki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin misyonu yüklenemez mi? Egemen olmak isteyene değil; kendi sorunlarına, kendi gerçeklerine eğilen bir edebiyat? Ben bugün edebiyatın bir iktidar gücü olmadığını, iktidar güçlerinin yanında durarak kendine böyle bir güç vehmettiğini düşünüyorum. Ciddî bir çalışma bütün taşları yerinden oynatabilir. Örneğin Fayrap’ın, Karagöz’ün böyle bir potansiyele sahip olduğunu ama vizyon sorunu yaşadığını düşünüyorum.

 

– Taşra dergileriyle Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri arasında misyon yakınlığı aramak, gerçekten oldukça iddialı bir çabadır. Keşke böyle dirençli/haklı bir çıkış noktası olabilseydi taşra dergilerinin. Kamusal alanda zaman zaman sözü edilen “yerel yönetim” söylemleri, bürokratik angaryadan kurtarılıp memleket gerçeğine dönüştürülebilirse mahallî coğrafyamızın kendi değerlerinin önem kazanacağını düşünüyorum. Taşra dergileri, karanlığa sıkılan çekingen kurşun gibi boşlukta kayboluyor. Yakında bir hedef yok ya, menzile varamamış yorgun yolcular pek çoğu. Anadolu’nun pek çok şehrinde nice güzel beklentilerle çıkan sanat edebiyat dergileri, “eller gibi davranıp görmezden gelen” hemşehrilerinin ilgisizliğiyle kapanıp gitmiştir. Adı geçen Cemiyetler, ortak bir isyanın “halk” destekli yerel (sonradan merkezin şubeleri olsalar da) karargahıdır. Taşra, edebiyat alanında egemen olana hangi ölçülerde isyan edecek ve bu isyanın ardında kimler duracak? Ülke genelindeki kültür, sanat ve edebiyat ilgisizliğine, sıradanlığına karşı Anadolu’nun herhangi bir şehrindeki muhalif duruşun, dergi aracılığıyla dillendirilmesi çok kere edebiyat dışı unsurlara bağlı. Bu bağlamda amatör bir spor kulübüne gösterilen ilgi dergilerden esirgenir. Dergi çok yerel durur, kendi coğrafyasının dışına çıkamaz. Ses getirecek yazılar taşradan çıkmaz; merkezden yazı almak zorunda kalırsınız. Dergi coğrafyasının seçilmiş ve atanmış bürokrasisi, “ne olur ne olmaz” kaygısıyla veya bu taraklarda bezi olmadığından dergi çevresinden uzak durmaya (tören nutukları hariç) özen gösterir. Ulusal öncülerine özenen taşra medyası (radyo, televizyon, gazete, web sitesi vb.) için sanat edebiyat dergisi pek de önemli bir nesne değildir. Şehrinin coğrafyasını karış karış gezen siyasîler, köydeki su değirmeninden veya komşunun buzağısından haberdardır, ancak kendi şehrinin sanat-edebiyat dergisini bilmesi gerekmez. (Spor dergisinde mahallenin çocuklarıyla poz verebilir.) Doğdukları ve bir süre doydukları taşradan ayrılıp gidenler, baba vatanlarının pek çok sorunuyla şöyle böyle ilgilenirler de o küçük coğrafyanın kültür sanat emekçilerini tanımazlar bile. Merkezden gelenlerin albenisine kapılan okur, kendi şehrindeki (para verip alamadığı) derginin neden aynı kalitede çıkmadığını sorar durur. Anadolu’nun çamurlu bir deresinde, elleriyle balık tutmaya çalışarak can sıkıntılarını gidermeye çalışan birkaç vatandaş, ulusal televizyonlarda “kütür sanat etkinlikleri” programının konusu olabilirken merkez dergilerini kıskandıracak bunca dergiden kimsenin haberi olmaz.

Sorunuzda adı geçen dergilere başka şehirlerin dergilerini de ekleyelim ve onların gerçek sorunlarının “vizyon” mu yoksa “ilgisizlik” mi olduğunu samimiyetle sorgulayalım. Baskı ve dağıtım giderleri ciddî bir ekonomik sorundur ve dergiyi çıkaran bir/kaç kişinin sorunu olarak kalır, paylaşılmadan. Derginin içeriğiyle uğraşanların aynı sabırla ekonomik sorunları da üstlenmesini, uçuk yayıncılık teorileriyle seyretmekle yetinenler çoğaldıkça hangi vizyondan söz edeceğiz? Açık konuşalım, “merkez/iktidar endeksli çıkar hesabı” gözümüzü perdelemişken istenilen bir vizyon olmuş olsa bile sanat/edebiyat adına yerinde oynayacak taş mı kalmıştır Allah aşkına! Siyasî iktidarlar bir türlü anlamak istemeseler de Türkiye’nin kültür/sanat alanında ciddî bir silkinişe ihtiyacı olduğunu ve bu eksikliğin tehlikeli bir gidişine yöneldiğini söylemeliyim. Böyle bir gözle bakılırsa sözünü ettiğiniz biçimde taşranın edebiyat dergileri Müdafaa-ı Hukuk Cemiyetleri benzeri bir misyon üstlenebilir. Rize’ye bu gözle bakanların, 10 yıldır aralıksız yayımlanan Mavi Yeşil dergisini görmemesi mümkün mü? Biz buradayız ve merkezin bir şubesi değiliz.

 

Mavi Yeşil’in bir “cemiyet”, bir mektep olması ve sesini, hayata bakışını daha geniş kitlelere genç okur ve yazarlara duyurabilmesi için tanıtım ve reklâm dışında neler yapıyorsunuz? Yani bize yazarlarınızla, okurlarınızla o büyülü ilişkilerinizi anlatır mısınız?

 

– Söz ustamızın fıkrasıyla başlayalım. Hoca Nasrettin, ezan okurken bir eli kulağında koşuyormuş. Görenler, “Aman hoca, bu ne hâl! Hem ezan okuyorsun hem de koşuyorsun.” diye şaşkınlıklarını dile getirince, Hoca, “Bakacağım, sesim nereye kadar gidiyor.” demiş. Biz de 10 yıldır, sesimizin nerelere ulaştığını/ulaşmadığını merak ediyoruz. Sesimiz daha çok yerden, uzaklardan duyulsun istiyoruz. Yola çıkarkenki, Mavi Yeşil dergisini mütevazı bir “yazı okulu” yapabilmek düşüncemizi bu güne dek aynı canlılıkla yaşattığımızı belirtelim. Genç ve yetişkin bazı yazarlarımızın ilk kez bu dergide yazdıktan sonra adlarını başka dergilerde duyurmaları, kitap yayımlamaları bizi sevindiriyor elbette. Yazarlarımızın önemli bir kısmı Rize dışından ve pek çoğu bu şehri hiç görmemiş. Bu tür yazar dostlarımızla telefon ve elektronik posta yoluyla görüşüp dergiyle bağlarını sürdürmelerini, bize yeni okur ve yazarlar kazandırmalarını istiyoruz. Uzaktaki dostlarımıza samimî ilgileri için teşekkür ediyoruz. Mavi Yeşil dergisini internet ortamında veya başka yerlerde gördükten sora bize ulaşan okur yazar dostlarımızla bağlarımızı güçlendirmek niyetindeyiz. Bu şehirde, her yılın birinci günü dergi adına “yaş günü” düzenliyoruz. Halka açık bu toplantıya, bu şehre günlük ulaşabilecek okur yazarlarımızı çağırıyoruz, sıcak bir ortamda birbirimizi dinliyoruz. Yazarlarımızın banka hesap numaralarını soramadık; ancak aksamadan düzenlenen bu yaş günlerinde yazarlarımızı kitaplarla ödüllendiriyoruz. Bu toplantıları daha sık aralıklarla düzenleyebilseydik keşke. Mavi Yeşil dergisinin “okul” olmasını isteyen uzak yakın dostlarımızın, nostaljik sözlerin ötesine bir adım atarak arzuladıkları okula kaydolup yoklamalarda adlarını duyurmalarının bu dergi için önemli olduğunu belirtelim! Dergi yayımcılığında, periyodik istikrarın öncelikli ve önemli olduğunu ve bunun da okullaşma için önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. 10 yıllık yayım süresindeki her sayının okura zamanında ulaşması, derginin okuruyla bağlılığıdır aslında. Mavi Yeşil dergisinin okur ve yazarlarıyla oluşturduğu yakınlık, bu derginin “istikrar” vurgusunda ve “samimiyet” büyüsünde aranmalıdır.

 

Mavi Yeşil’e daha nice yıllar diliyorum. Teşekkür ediyorum.

 

– 6. sayısında yazım yayımlanan dergiye 18 yılı aşkın bir süre sonra orta sayfa konuğu olmak benim için güzel bir duygu. Ben de size teşekkür ederim. Bu görüşme, Mavi Yeşil dergisinin adını geniş çevrelere duyursun isterim.

 

Dergah, Ocak 2009, Sayı: 227

HASAN ÖZTÜRK İLE ORTA SAYFA SOHBETİ

 

Hazırlayan: Mehmet Erdoğan

 

Yazar: Hazırlayan: Mehmet Erdoğan

KENDİNE BAKAN EDEBİYAT

                                 Okumalarımızın her biri filizlenen bir tohum bırakır ardında.

Jules Renard

                        

  Kendine Bakan Edebiyat, Hasan Öztürk’ün altıncı kitabı. Dergâh Dergisi’nde kaleme aldığı roman yazıları ve Mavi Yeşil Dergisi’yle tanıdığımız Öztürk, son kitabında da büyük şehrin gürültüsünden uzakta, düşünülüp taşınılarak yazılmış metinler paylaşıyor okuyucuyla. Bir önceki kitabı Kurmaca ve Gerçeklik’ti. Bir sonraki kitabını da şimdiden bekliyoruz.

 

  Yazar, tamamı dünyaya edebiyatın penceresinden bakan yazılarını üç bölüm halinde bir araya getirmiş. İlk bölümün başlığı: ‘İktidar Gücünün Gölgesi: Kuşatma Altında Yazı ve Edebiyat.’ Bu bölümde Öztürk kendi tabiriyle ‘otoritenin, yazının / yazarın özgünlüğüne düşen gölgesine’ vurgu yapıyor ve bölümü Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa kitabından ilhamla, Tanpınar’a ithaf ettiği bir mektupla açıyor. Mektupta şair - yazar Tanpınar’dan ziyade ‘insan’ Tanpınar’ın gizli kalan yanlarını merkeze alıyor. Samimi üslubuyla Tanpınar’a sorduğu sorular hepimizin merak ettiği cinsten. Günlüklerinde ‘kadınsızlık’tan dem vuran Tanpınar için ‘varlığı bir gülüş’ olan o kadının kim olduğu hepimiz için hala bir muamma.

  ‘Kendimizi Bilmekle Başlayan Yazar’ ise yaşamında sükût suikastına kurban edilen Tanpınar’ın iade-i itibarı adına eşsiz bir çalışma. Yazıda, Tanpınar’ın1937’de münevverlere has bir öngörüyle vurguladığı “Ufak bir zevksizlik, devrin bütün eşeklerini zirveye çıkarır.” tespitinin hatırlatılması günümüz edebiyat dünyası için de bir saptama aslında. Yazarın yerli yerinde kullandığı alıntılar da önemli bir yer tutuyor kitapta. Metinlerinde sadece kitap tanıtımıyla yetinmeyip yazarın portresine, eleştiriye ve içselleştirdiği alıntılara geniş yer veren Öztürk’ün yazılarında altı çizilecek noktalar bir hayli fazla.

  ‘Divan Edebiyatı Tartışmaları Arasında Bir Cumhuriyet Promethesi: Sebahattin Eyüboğlu’ başlıklı yazısında Eyüboğlu’nun, “Karısını kızını satan mutsuzun suçu, kalemini satan yazarın suçu yanında devede kulak kalır.” alıntısı genç edebiyatçıların kulaklarına asacağı bir küpe gibi. Cumhuriyet rejiminin elinden tutarak Avrupa’ya gönderdiği ‘kıvılcım’ altın çocuklardan Eyüboğlu, Öztürk’ün aktarımıyla şiirde yenilik ve eski şiiri dinamitleyen bir anlayışın aksine ‘eski sazdan yeni sesler çıkarma’nın asıl maharet olduğunu vurgulayıp özgüveni yiten bir topluma batı şiirini de bilen bir yazar olarak kendi gücünü hatırlatıyor. Avrupa’dan şiirin öğrenilmesine karşı duran Eyüboğlu’nun şu tespiti -İsmet Özel’in deyimiyle- ‘evine, kabine ve kendine dönen’ yazarın hakikat çırpınışlarıdır: “Şiiri biz ona (Avrupa’ya) öğretecek vaziyetteydik. Edebiyatımız seraba şiirdi. Türk ruhunun bütün çeşmelerinde şiir akıyordu. Sultandan dilenciye kadar şiire aşina olmayan kimse yok gibi idi. Fransız edebiyatında Hint kumaşı olan güzel mısra bizde ucuz bir meta haline gelmişti. Yani Fransız şiirinin aradığı hayal ve ritim sarhoşluğundan biz bezmiştik.”

  Yazarın Halide Edip biyografi kitaplarının ışığında yazdığı ‘Biyografisine Sığmayan Kadın: Halide Edip Adıvar’  yazısı ise Sinekli Bakkal’ın vatan davasında önemli vazifeler üstlenmiş aykırı ve muhalif bir yazarın hayatındaki şaşırtıcı ayrıntılara değiniyor. İstiklal mücadelesini içten ve dıştan bilen gözü kara yazarın kadınlığı da bu ayrıntılarda ayrı bir yere sahip. Halide Edip’in macerasında akla sorular düşüren biyografi yazısı edebiyat meraklıları için okumaya değer.

  Kitabın genel akışında yazar, merceğini ders kitaplarında bir çırpıda okunup geçilen edebiyatçılara üzerine tutuyor. Nurullah Ataç hakkındaki yazı bu minvalde. Tahsin Yücel’le ilgili yazının satır aralarında ise Öztürk, günümüz edebiyatında da tartışılmakta olan ‘intihal’in, ‘metinler arasılık’ bağlamında yasallaştırmaya çalışılmasından ziyadesiyle rahatsız olduğunu hissettiriyor.

  ‘Tek Partiler Döneminde İktidar ve Sanat ile Resmi İdeoloji Sahneye Çıkmış Salonda Makul Vatandaş Yoklaması Yapıyor’ yazıları ise yine kitaplardan yola çıkarak iktidar ve sanat ilişkisine değiniyor. Sanatı derine ve içe doğru bir özgürleşme çabası, siyaseti ise dışa yönelik kuşatma biçimi olarak yorumlayan Öztürk, siyaset alanında tam bağımsız bir edebiyat alanından söz etmenin zorluğunu Jean Gennet’ten, Pablo Picasso’dan, Gündüz Vassaf’tan, Tanpınar’dan, Bulgakov’dan, Behçet Kemal Çağlar’dan, Vergilius ve Ovidius’tan örnekler vererek inceliyor.  Güdüm dışındaki isimlerin çektiği zorlukları, buna rağmen dik durmaktaki kararlılıklarını gözler önüne sererken yılların nihayetinde güdümlü isimleri değil, kaliteli eser veren edebiyatçıları ön plana çıkardığını aktarıyor. Sanatın her dönemde gücün boyunduruğunda devam ettiği bir gerçek ve sanat bir propaganda aracı olarak her dönemde erk sahiplerinin ağzını sulandırıyor. Edebiyatçıların maddi kaygı ve sahte itibar uğruna gönüllü hizmete soyunmaları da sanat – iktidar ilişkilerinin bir diğer cephesi tabi. Behçet Kemal Çağlar gibi şairlerin her dönemde farklı söylemlerle ortaya çıktığını biliyor, görüyoruz. Ama zamanın, sırası geldiğinde sessizce hepsini unutturacağını da biliyoruz!

 

      Kitabın ikinci bölümü ‘Panoptikon Dışındaki Dünya: Edebiyat Kendine Bakıyor’da yazar daha çok edebiyatın kendi iç sorunlarına dönüyor. Necatigil’e hasretle başlayan ikinci bölümün yolculuğu, Nermi Uygur’un Denemeli Denemesiz’inden, usta denemeci Oğuz Demiralp’ten, Nazım’a şiirleri üzerinden haklı eleştiriyle yaklaşma cesaretini gösteren eleştirmen Bedrettin Cömert’ten geçerek, iyi romanları iyi okuyan eleştirmen Nurdan Gürbilek hakkındaki bir yazıyla son buluyor.

Hasan Öztürk kitabının üçüncü bölümündeki yazıları ‘Camın Ardına Bakmak: Karşı Pencere’ başlığı altında bir araya getirmiş. Bu yazılar, hem dünya edebiyatından yapılan okumaların bir dökümü hem de yazarın sanata evrensel yaklaşımının birer numunesi olarak okunabilir. Casanova’nın “Devasa birleşimin bir zerresi” vurgusundan yola çıkarak söylersek, sanata evrensel bakış yazarın paylaşmayı arzuladığı bir bilinç aynı zamanda.  Bizde karşı pencereye genellikle, Batı’ya karşı Büyük Doğu, yenilgiye karşı Diriliş, değişen bireye karşı Ahlak Nizamı, kültür emperyalizmine karşı Yeni Bir Medeniyet Tasavvuru olarak bakıldı, bakılıyor. Öztürk’ün yaklaşımı ise daha farklı bir yerde. Karşı tarafa öncelikle sanat-edebiyat penceresinden bakan Öztürk, Çağdaş Yunan Şairi Kavafis’ten, bir dönem CIA ajanı olmakla suçlanan Orwell’a, Albert Camus’dan, “Yaşam gerçekten korkunç bir incinme” diyen Bachman’a, Susan Tamarro’dan, korku imparatorluğuna dönüşen Sovyet devriminin toplumsal ortama ve bireyin dünyasındaki yıkımlarına değinen Düşünen Sazlık’ın yazarı Kagarlitski’ye ve Karanlıkta Fısıldaşanlar’ın yazarı Orlando Figes’e, yazarın tabiriyle “iktidarların kızgınlık ısısının” bir türlü düşemediği çağda Kitap Yakmanın Tarihi’ne… yakın dönemden evrensel mirasın seçkin örneklerini çıkarıyor okurun huzuruna.

 

Kendine Bakan Edebiyat her yaştan edebiyatçının okuması gereken bir kitap. Ayrıca kitaptaki denemeler bir okuma listesi çıkarmak isteyen okuyucunun elinden tutacak cinsten.  Kitabı okuyacaklara -kitapta da geçen- Oğuz Demiralp’in tabiriyle şimdiden ‘Etkin okumalar’ dilerim.

*Kendine Bakan Edebiyat, Hasan Öztürk, Erdem Yayınları, 2016.

 

Dergah, Mart 2017, Sayı: 325

Yazar: M. Sadi KARADEMİR

GÜNDEM YENİDEN EDEBİYAT

Gündem Edebiyat, edebiyatın gündemini tutmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen Hasan Öztürk’ün Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014) ve Kendine Bakan Edebiyat’tan (2016) sonra, “yayıncılıkta ben de varım” diyen çiçeği burnunda yayınevi Önce Kitap Yayınları tarafından piyasaya sürülen son kitabı. Yazar son kitabında da deneme ve eleştiri yazılarından oluşan bir derlemeyi okura sunuyor. Önceki kitaplarındakilere oranla görece daha kısa yazıların da olduğu Gündem Edebiyat’ta, kısalığına ters orantılı bir şekilde yine niteliği yüksek çalışmalar yer alıyor.

Kitap, belli bir sistematik içerisinde temel olarak dört ana bölüme ayrılmış. Birinci bölüm “Çerçeve” başlığını taşıyor ve edebiyatı genel hatlarıyla tartışmaya açan yazılardan oluşuyor. Edebiyat nedir, işlevi nelerdir ve dahası edebiyat ne işimize yarar gibi soruları okura sordurtan bu bölüm, aynı zamanda okur için bir ısınma turu; kitabın bir girişi mahiyetinde de okunabilir. “Öykü, Roman ve Tiyatro” başlığını taşıyan ikinci bölümde ise Öztürk’ün yaptığı başlıkta zikredilen türler odağında, farklı yazarların eserlerini mercek altına alarak incelemek olmuş. Bu bölümün kapısı Sait Faik ile açılıyor ve Aziz Nesin, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Barış Bıçakçı gibi isimlerin metinleri inceleniyor. Artık edebiyatımızın klasiklerinden sayılabilecek isimlerin yanında, güncel edebiyatımızın önemli isimlerini de gündeme getirmekten geri durmuyor Öztürk. Bu anlamda yelpazesinin bir hayli geniş olduğu söylenebilir.

Kitaplar İçin” başlığının uygun görüldüğü üçüncü bölümde ise, ikinci bölümde bahsi geçen türlere ek olarak farklı türlerdeki edebi metinlere de değiniliyor. Edebi mülakattan anılara, denemelerden gazete yazılarına değin farklı türdeki metinler üzerine kaleme alınmış olan yazılar, yine Hasan Öztürk’ün titiz incelemeleri ışığında okura ulaşıyor. Özellikle bu bölümde bahsi geçen edebi mülakat türünde Ruşen Eşref Ünaydın imzasını taşıyan Diyorlar ki; gazeteci yazar Mehmed Kemal’in anılar, söyleşiler, denemelerden oluşan metni Acılı Kuşak; Refik Halid Karay’ın gazete yazılarından oluşan Edebiyatı Öldüren Rejim; 1949’da Akşam gazetesi için dönemin önemli edebiyatçılarıyla yapılmış anket cevapların toplamından oluşan Muharrir Neden Yetişmiyor? gibi metinler üzerine kaleme alınan yazılar, Hasan Öztürk’ün edebiyatın arkeolojik kazısını yaptığının da bir göstergesi. Öyle ki görünür olan metinler bir yana, edebiyat tarihinde nispeten arka planda kalmış; kıymeti bilinmeyen nitelikli eserlere de kitap içerisinde yer vererek okurun dikkatini çekmeyi başarıyor yazar. Son bölüm ise “Varlığı Yazı Olanlar” başlığını taşıyor ve bu bölümde Öztürk, Sabahattin Ali, Onat Kutlar, Puşkin, George Orwell, Kavafis, Turgut Uyar gibi Türk ve dünya edebiyatının önemli isimlerine farklı yönleriyle dikkat çekiyor.

Hasan Öztürk’ün kalemi edebiyatın her bir noktasına dokunuyor. Yüzeysel okumalar yerine, yan okumalarla desteklenmiş; dipnotlarında dahi önemli ayrıntıların bulunduğu metinler çıkarıyor ortaya yazar. Böylece okur, sadece Öztürk’ün metinlerini okumakla kalmıyor aynı zamanda farklı okumaların da kapısını aralıyor. Hasan Öztürk’ün bu kitabı da dâhil olmak üzere herhangi bir kitabını elinize aldığınızda, yanınıza mutlaka bir de not defteri ve kalem almanız gerekecek. Çünkü onun yazıları, farklı yazarlara referanslar içeren; kendisinden önce söylenmiş sözleri görmezden gelmeyen ve ele aldığı konular bağlamında farklı metinlere de dikkat çeken önemli yazılar. Öztürk, yazının sadece yazarla ilgili olmadığının da farkında. “Yaşamak, etrafımızdaki şeylerin şuuruna erdikçe bir dua olacaksa bu duaya âmin demeyi birlikte öğrenmemiz gerekmez mi?” diye soran Öztürk’ün edebiyat anlayışında yazı da yaşamaya benzer bir anlam taşıyor belli ki. Tıpkı yaşamak duasına birlikte âmin demek gerektiği gibi, yazıya da yazar-okur birlikteliği ışığında bakılmalı. Hasan Öztürk, yazarak ilk adımı atıyor. Gerisi daha derini görmek isteyen okura kalmış.

Arka Kapak, Haziran 2019, Sayı: 33

Yazar: İLKER ASLAN

KURMACAYI YENİDEN DÜŞÜNMEK

Yazının tarihi boyunca edebiyatın ne olduğu ve neden ona ihtiyaç duyulduğu konusu, edebi metinlerin biraz uzağında, güncelliğini koruyan bir tartışma olarak var olmuştur. Edebiyat, yaşadığı toplumdan ve o toplumdaki şartlardan bağımsız bir şekilde var olamayacağı gibi; o şartlardan etkilenmemesi de söz konusu olamaz. Zaman zaman bu etkileşim o kadar ileriye gider ki edebi metnin doğasını oluşturan dinamikler toplumun birtakım gerçeklerini yansıtmayı bir misyon olarak üstlenir. Özellikle kurmaca düzyazı metinler, yani roman ve öykü, onu üreten yazarın kimliğinden soyutlanamayacağı için, toplum ile metin arasındaki bağ da kaçınılmaz olur. Yazarın metnini ortaya koyarken böyle bir kaygı ile yola çıkıp çıkmamış olması çoğu zaman bir şey ifade etmez çünkü yazar, nihayetinde bir birey olarak yaşadıklarından bağımsız değildir ve bu sebeple yazdıklarında yaşadıklarının izi mutlaka var olacaktır. Meseleye bu şekilde bakılınca, roman ve öykünün bir bakıma kurgu ile gerçeğin iç içe geçtiği bir tarih yazımı olduğunu söylemek aşırı bir yorum olmayacaktır. Sanat ve siyaset ilişkisinin en yoğun yaşandığı yer olan edebiyat sahası, kimi zaman otoritelerin “yaz” emri vermesiyle yazılmış olan metinlerle dolar. Edebiyat, bazen özünden öylesi uzaklaşır ki sadece siyasi bir argüman sunmak, bir ideoloji savunuculuğu yapmak ve siyasi bir kanon oluşturmak amaçlarına hizmet eder hale gelir. Bütün bunlar göz önüne alındığında, sanatın/edebiyatın salt bir estetik kaygıyla ortaya çıktığını söylemek doğru olmayacaktır. Akıllara gelmesi gereken asıl soru şu olmalıdır: Edebiyat, kurmacanın ne kadar yakınında?

 

Kurgunun Bir Adım Ötesinde

Edebiyatçı yazar Hasan Öztürk’ün, edebiyat/eleştiri yazılarından oluşan Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010) ve Aynadaki Rüya (2013) adlı kitaplarından sonra, roman ve öykü incelemelerinin yer aldığı dördüncü kitabı “Kurmaca  ve Gerçeklik” de okur ile buluştu. Bu kitabında da farklı edebi metinleri eleştirel bir gözle inceleyen Öztürk, söz konusu metinlerin arkeolojik kazısını yaparak, onların altında yatan temel problemleri ele alıyor. Kitabın kapsamındaki çalışmalar farklı yazarların farklı roman ve öykülerinden oluşuyor. Sunuş yazısında sarf ettiği, “Hepimiz için tek bir gerçekliğin olmadığı ve her birimizin yaptığının tam da bilincinde olamadığımız gerçeği bir tür arayış çabası olduğu varsayımıyla okuduklarım için yazarken yazarın sözünü etmediklerinin de sözünü ettim çok kez.” cümlesiyle, kitabın içeriğine ve oluşum aşamasına dair de ipucu veren Öztürk, kurmaca metinlerin ötesindeki gerçekliği ararken; metnin gerçek ile kurgu arasındaki köprünün neresinde durduğunu/durması gerektiğini de dile getiriyor.

Kurmaca ve Gerçeklik, tek bir kanaldan ilerlemeyen, metinlerin farklı yönlerini ele alan derinlikli bir kitap. Bürokrasinin edebiyata nasıl malzeme olduğundan yeni devletin demokrasi serüvenine; postmodern edebiyatın önemli isimlerinden Türkiye’nin bitmek bilmeyen meselesi Güneydoğu sorununa; dünya edebiyatına yön veren kıymetli metinlerden sanatta popülerlik problemine kadar pek çok farklı konu üzerinde titizlikle duruyor yazar. Öztürk’ün çalışmalarının en önemli özelliklerinden biri de yazılarında, üzerinde çalıştığı romanın/öykünün dışındaki farklı metinlerden de beslenmesi. Edebiyatın, kendi kendisini büyüten derin sularında, bir adım daha atmaktan geri durmayan, sözünü söylemekten sakınmayan cesur metinlerden oluşan Kurmaca ve Gerçeklik, bu anlamda bakılırsa sadece metni merkeze alan ve metin dışında bir kaygı taşımayan yazılar bütünü. Öztürk’ün yapmaya çalıştığı, tıpkı önceki kitaplarında da olduğu gibi, sosyal ve siyasal hayata bir ayna tutarak onun edebi metinlerdeki yansımalarını, yine aynayı ters çevirerek okura göstermek. Okurun, kitapta yer alan incelemeleri okurken göreceği, sadece çeşitli devirlerin roman ve öyküye olan yansıması değil aynı zamanda birey-toplum ilişkisinin de bir fotokopisi. Bu aşamada yazarın nerede durduğu ve okuru metnin neresinde konumlandırdığı problemleri de sayfalar ilerlerken cevabını buluyor. Romancının/öykücünün yazdığı kadar incelemecinin söylediğinin de önemli olduğu bu çalışmaların işi, satır sonlarında da bitmiyor. Tam tersine Kurmaca ve Gerçeklik’te yer alan incelemeler, sonrasında devreye girecek olan okurun yeniden yorumlamalarla zihinsel bir dönüşüm yaşamasına olanak sağlıyor. Bu da edebi metinlerin en önemli özelliklerinden birini gösteriyor bize: Yaşayan bir varlık olduğunu.

 

Demokrasi, Bürokrasi, Yeni Devlet

Kitabın farklı metinleri farklı bağlamlarda ele aldığını ve metinlerin herhangi bir zaman dilimine sıkışmamış, özgür ve cesur metinler olduğunu en başta vurgulamıştık. Bu incelemelerin önemli bir basamağını siyaset-edebiyat ilişkisi üzerinde duran metinler oluşturuyor. Özellikle Osmanlı’nın çökmesi ile kurulan yeni devlet üzerindeki belli problemleri sistematik bir biçimde ele alan Öztürk, devletin demokrasi anlayışını sorgulamaktan geri durmuyor. “Adında Demokrasi Geçen İki Öykü” yazısında Haldun Taner’in Yaşasın Demokrasi’si ile İlhan Tarus’un Demokrasi adlı öykülerini masaya yatıran Öztürk, bu iki öyküden yola çıkarak yeni devletin demokrasi çırpınışlarını, geç gelen çok partili hayat ile birlikte demokrasi kavramının geçirdiği dönüşümü ve bir türlü yerine oturmayan, hep bir tarafı eksik kalan demokrasi anlayışını ele alıyor. Bugün bile neliği tartışma konusu olan demokrasi kavramının boşluklarını doldurmayı amaçlayan incelemeler, bu anlamda misyonunu yerine getiriyor denebilir. Demokrasinin hedef tahtasına konduğu “Türkiye’nin Demokrasi Sarmalında Liberal Bir Ütopya: Serbest İnsanlar Ülkesinde”  ve “Güdümlü Demokrasinin Edebiyat Belgeseli: Yağmur Beklerken” yazıları da meseleyi farklı edebi metinler ışığında sorgulamaya açan başka yazılar olarak kitaptaki yerini alıyor.

Yeni devletin başkenti olan Ankara’nın ele alındığı Yakup Kadri’nin Ankara romanının incelendiği “Yakup Kadri’nin Ankara Rüyası Nasıl Yorumlanmalı?” başlıklı yazı, kitabın dikkat çeken önemli yazılarından. Ankara’yı çeşitli aşamalarla ve perspektiflerle inceleyen yazarın, yazının sonlarında sivrilttiği kalemi, bugünün Türkiye’sine de ışık tutuyor bana kalırsa. Öztürk, “Romanın yazıldığı Ankara’ya bugünden bakıldığında “içinde tepinip durmakta” olduğumuz ülkenin durumu, yazarının gözlemlerinde ve hayal kırıklıklarındaki fotoğraftır.  Yakup Kadri, “ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı umuyordum” beklentisinin neden gerçekleşmediğini, Mustafa Kemal’in öleceğini “bir gün bile” aklından geçirmediğine bağlıyor; şaşılacak bir gerekçe bu: Devrimci gitti; devrim bitti hesabı. Yakup Kadri’nin zamandaşlarındaki bu lider kaybı korkusu, kaderlerimizin kişilere bağlı olduğu ve kurumlaşmanın olamadığı Türkiye’de zaman içerisinde fobiye dönüşüyor ne yazık ki.” cümleleriyle sadece dünün Ankara’sını anlatmakla kalmıyor, bugünün siyasi hayatına da büyük bir ışık tutuyor. Kişilerin, kurumların her zaman üstünde olduğu “yeni devlet”in bu anlamda eskisini aratmadığı sonucuna varmak da zor olmuyor okur için. Devletin başına kondurulan şapkanın yeni olmasına rağmen, şapkayı takan başın aynı “yeni”ye ayak uyduramaması sonucunda ortaya çıkan tablo, dünüyle ve bugünüyle bir ülkenin “panorama”sını okumak adına da önemli bir yol haritası çiziyor.

Kitapta sanat-siyaset bağlamındaki konulara dikkat çeken yazılardan bazıları, Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanının merkezde olduğu “Yeşil Gece, Aydınlığa Giden Yolu Neden Açamadı?” yazısı, İskender Fahrettin Sertelli’nin Sümer Kızı romanı bağlamında ele alınan “Milli Tarih Tezi İçin Sipariş Roman: Sümer Kızı” yazısı, Memduh Şevket Esendal’ın odak noktasını oluşturan “Ayaşlı ile Kiracıları Romanında Bürokrasi Eleştirisi ve Değişen Aile” yazısı şeklinde sıralanabilir.

 

Kurmaca ve Gerçeklik

Hasan Öztürk, bu kitabıyla da önceki kitaplarındaki geleneğini sürdürüyor ve yazdıklarıyla, roman ve öyküleri okuma biçimlerine yeni bir yön vermeye devam ediyor. Yazılanların derinliğine ve inceliğine rağmen okuru yormayan yalın bir dil kullanması, kitabın önemli artılarından. Okur, bu inceleme yazılarını okuduktan sonra, belki de önceden okuduğu roman ve öykülere yeniden dönecek ve onları okuma biçimini tekrar gözden geçirecektir. Kurmaca ve Gerçeklik bu anlamda son derece yapıcı bir yol açıyor okur için. Metinlerin eskimeyen canlı birer varlık oldukları gerçeği, bundan yıllar önce yazılmış olan eserlerin sorgulamaya açılmasıyla daha da anlam buluyor. Zamanın eskitemediği roman ve öyküler gibi Öztürk’ün inceleme yazıları da bundan yıllar sonra tekrardan okunarak bahsi geçen metinlere ışık tutacak birer rehber niteliğinde. Gerisi sorgulamaktan korkmayan okurlara kalmış…

 

Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi, Mayıs 2015, Sayı: 67.

Yazar: İLKER ASLAN

HASAN ÖZTÜRK’ÜN “GÜNDEM EDEBİYAT” ADLI ESERİNDE EDEBİYATA PANORAMİK BİR BAKIŞ

2017’nin Ekim ayında (Önce Kitap Yay.) yayımlanan “Gündem Edebiyat” adlı eser Hasan Öztürk’ün edebiyat incelemesi adına yaptığı ilk çalışma değildir. Lisans eğitimini Edebiyat üzerine yapan Öztürk, edebiyata olan duyarlılığını diğer eserlerde gösterdiği gibi bu eserinde de açıkça ortaya koyar. Eserinde edebiya-tı, edebiyat eserlerini ve yazarları dört bölümden oluşmak üzere irdeleyen Öztürk, hem Türk hem de dünya edebiyatından birçok eser ve yazarı ele alır. Birinci bölüme “Çerçeve” adını veren yazar, bölümü kendi içinde deneme şeklini andıran metinlerden oluşturur. Bu metinleri özetlersek; edebiyatın kötülük kavramını çürütme eğilimde olduğunu dile getirir. “Kötülüğün mümkünlüğü, iyiliğin koşuludur.

Kötülüğün güçle bastırılması ya da yok edilmesi büyük bir kötülük olacak ise gerçekten, sanat bir umut olabilir bizim için.” Öztürk “Kardan Adam” adlı öyküsünü başlatırken Tarık Buğra’nın; “Öyle bir insan yaratmak istiyor ki; bu insan bütün insanlığın küçülüşlerine, iğrençliklerine teselli olsun” dizeleriyle dünyanın kötülüğü karşısında direnen edebiyatı gözler önüne serer ve duyarlılığa davet etmek adına bu sözleriyle devam eder: “Kerem Misali” her birimiz, “Ben yanmasam/sen yanmasan/biz yanmasak/ nasıl/ çıkar/ karanlıklar/ aydınlığa…” sormalı değil mi kendine insan?” (s.10-15) Çevre ve edebiyat ilişkisine değinen yazar, sosyal bilimcilerin edebi eserleri lüks bir meta olarak görmesinden hayıflanır. Edebiyatın toplum adına yararlı işlevlerinin varlığı yadsınamaz bir gerçek bunun bilinmesi açısından Öztürk, çevre/kültür alanında birçok eseri özetler(Beş Şehir, Son Kuşlar, Mürdüm Erikleri, Faust ’un Mürekkep Lekeleri …) “1270’de Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in Sefaretname kitabı da şehir/çevre kültürünün o zamanlarda gözümüzü kamaştırmasının işareti değil midir?” diyerek tarihi gerçekliklerle destekler görüşünü (s.17). Zaten edebiyat tabiattaki var olan doğal güzelliği, kültürü ve toplumu birer esin kaynağı olarak gören dipsiz bir kuyu değil midir? 1860’larda Şinasi öncülüğünde gelişen gazete-edebiyat münasebetine ve iktidar karşısındaki güçlü duruşuna değinerek günümüzde gazetelerin edebiya-ta olan bakış açısındaki değişime ve gazetelerin tüketim malzemesi haline gelmesine güçlü bir eleştiri sunan Öztürk; “Gazetelerin, yazarlarıyla ‘duruş/kimlik’ kazandığı günler vardı. Edebi dilin özeniyle yazdıklarıyla okuma zevkimizi arttıran az sayıdaki köşe yazarı umut kaynağımızdır” der.(s.22). Teknolojik araçların çoğalması, (televizyon, telefon, bilgisayar...) gibi aletlerin ortaya çıkıp gelişmesiyle okur oranında daha da düşüş gerçekleşmiştir. Aile, okul ve en çok da edebiyat öğretmenlerinin bu konuda gençlere yol göstermesi gerekir. “Medyatik/teknolojik araçların kuşattığı bugünün evlerinde bırakınız sanat ve edebiyatı, çok-lukla günlük sohbetin bile yeri kalmamıştır”(s.26).

Edebiyata zira en çok gençlerin ihtiyaç duyduklarına ama yaptıkları birçok etkinliğin çevre tarafından küçük görülmesi, ailelerin sözel dersleri önemsememesi gencin edebiyat zevkini zamanla öldürdüğüne ve bir edebiyat dergisini çıkarmak isteyen gence ülkemizde pek gereken alakanın, ekonomik desteğin gösterilmediğini söyler. “Gençlere daima üretken ve iyi insan olmayı önerenler, onlara bir türlü yardımcı olamıyor ne yazık ki. Hemen her şehirdeki üniversitede Türk-çe/Edebiyat bölümleri var buna karşılık pek çok şehir-de edebiyat dergisi satılmıyor bile” (s.27). Gençleri tüketim kültürünün içinde varlığını devam ettiren nesnelere dönüştüren sistemi eleştirir. Öztürk, eseri-nin ikinci bölümünde “Öykü, Roman ve Tiyatro” başlığı ile karşılar okuyucusunu. Öykü, roman ve tiyatro gibi edebi türlerden metinleri inceleyen Öztürk; her metin edebiyatın içinde bocaladığı ve ele aldığı sorunları irdeleme açısından çok yönlü bir içeriğe sahiptir. Gramofon ve Yazı Makinası adlı öyküyle; matbaanın icadı ve teknolojinin hüküm çağı ile birlikte yazarların editör denetimi ve beğenisi kaygısıyla özgünlüklerini yitirmelerinden dem vurur. Muharrir adlı oyunda yazarların ekonomik kaygıları ve toplumun edebiyatı hor görmesi sonucu edebiyatın kaybettiği değeri irde-ler “Tok da olsa karın, güdüktür edebiyatsız insan”(s.74). Seyrek Yağmur romanında bir kitapçının esnaf kültürü içinde var olma mücadelesini anlatır. Okuma oranımızdaki düşüşe ve edebiyata olan ilgisizliğimize Tanpınar’ın sözüyle acı gerçeğimizi gözler önüne serer; “Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını vermiyor”(s.69). Daha birçok edebi metni sorunlar açısından incelerken karşılaştırmalı edebiyattan da yararlanması anlatımına ayrı bir zenginlik kazandırır ve bu edebi eserleri farklı açılardan ele almasıyla da okuyucusunun ufkunu açmaktadır. Yazarların var olma mücadelelerini eser-leri üzerinden anlatıldığı görülür.

Kitaplar İçin; eser incelemelerini içeren bu bölümde kitapların dönem koşullarını yansıtması, bir edebi- tarihi kaynak niteliğinde olması ve Narsisizmin yazarların yaratıcılıkları, özgünlükleri açısından ne denli etkili olduğuna dikkat çeker. “Bu ülkede neden muharrir yetişmiyor?” Sorununa açıklık getirilmeye çalışılır. “Neden kitap okuyoruz, neden şiir okuyoruz?” Sorusuna; varlığımızı sıradanlıktan kurtarmak, hayatı farklı anlamlandırmak ve renksiz dünyamıza renk katmak için diye cevap verir Suut Kemal Yetkin” (s.23). Tespiti çok yerinde dünya ancak hayal gücünü sınırlarını aşmakla, farklı açılardan bakmakla çekilir hale gelir ve bunu edebiyat bize bütün çıplaklığıyla sunar.

Varlığı Yazı Olanlar adlı son bölümde Sait Faik, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay, George Orwell ve şair Puşkin gibi isimlerin eserleri ile iktidar karşısında var olduklarına ve birçok sorunla karşılaşmalarına rağmen bu tutumlarını ömürleri boyunca sürdürdüklerine değinir. Refik Halit, İttihat Terakki döneminde Sinop’a Cumhuriyet döneminde ise Beyrut’a sürgün edilmesinden dolayı iktidarla olan ilişkisinde bir yumuşama sezilir: “Refik Halit, bundan sonra ölçülü diliyle yazan ve kalemiyle geçinen yazar kalmaya özen gösterir. 1942’de, gençleri uyaran yazısındaki “politikaya dair fikir yürütürken- fikir varsa şayet sağı solu kollamak, falsodan kaçınmak ve iş açmaktan çekinmek, her şeyden evvel, bir vicdan ve milli selamet kaygusudur” sözü, onun kendisine pahalıya mal olan deneyiminin ürünü olmalı”(s.119). Öztürk’ün eserinde birçok kez iktidar ve edebiyatın çatışmalarını eserler ve birçok yara almış yazarlar üzerinden geniş çapta irdelediği görülür. Öztürk; öykü, roman ve tiyatro türlerini, gerek Türk edebiyatı gerekse de dünya edebiyatının yapı taşlarını oluşturan yazarları geniş bir perspektif ile inceler. Edebiyat dünyasındaki sorunlara ve sorunların işleyişine ışık tutar, bunun yanında edebiyatın bireysel ve toplumsal hayattaki işlevini de sorgular. Değinmeye çalıştığımız Öztürk’ün çalışmasının yanında okyanusta damla niteliğindedir. Hâlbuki bu tür çalışmaların önemi fark edilmeli ve bir edebi hazine niteliğinde olduğu gözlerden kaçmamalıdır.

 

Acemi kalemler, Ağustos 2018, Sayı:11

Yazar: HATİCE BARAN

MAVİ YEŞİL DERGİSİ İÇİN HASAN ÖZTÜRK İLE GÖRÜŞME

Dergiler var olduğu günden günümüze kültür sanatın lokomotifi olma yolunu seçmiştir. Bu zorlu görevi layıkıyla yerine getiren ülkemizde birçok dergi mevcuttur. Bunların bir kısmı yayın hayatını durdurmuş bir kısmı da zorluklara direnerek yayın hayatını sürdürmektedir. Ülkemizde kültür sanat çalışmalarında özel bir yeri olan şehrimizde faaliyet gösteren Fırat gazetesinde kültür sanat sayfamızda ülkemizde yayım yapan dergileri okuyucularımıza ve bu şehrin genç kuşaklarına tanıtma amacında olacağız.

Bu hafta ki tanıtacağımız dergimiz Rize ilimizde yayım hayatına devam edip ülkemize yayılan dergilerden olan MAVİ YEŞİL dergisini tanıyacağız. Bu minvalde sorularımızı derginin genel yayın yönetmeni Hasan ÖZTÜRK’e sorduk.

 

MAVİ YEŞİL dergisinin kurulma amacı ve kurulma öyküsünü öğrenebilir miyiz?

 

2000 yılının başında, söz yerindeyse “bir avuç gencin isteğiyle” çıktık yola.  Ekonomik durumu iyi olan bir iki dosta, mütevazı dergi projemizden söz ettik. Bu tür kültürel işler, genelde yarım kalmış ve sorun yaratmış olduğundan olmalı, dostlarımız pek sıcak bakmadı dergi önerimize. Bir özel bilgisayar kursunun yöneticisi, derginin resmi sahipliğini -içerik ve ekonomi ile uğraşmamak üzere- üstlendi. İlk sayımız fotokopi. Sözü edilen bilgisayar kursunda dizgi yapıp çıktıları aldık, fotokopiler çekildi, dergi hazırlandı. 2000 yılının ilk günlerinde renkli fotokopi kâğıdına basılı, on altı sayfa, A4 ebadında iki aylık Mavi Yeşil dergisi olarak okur huzuruna çıktık. İkinci ve üçüncü sayılar aynı şekilde dizildi, renkli kâğıda matbaada bastırıldı. Dördüncü sayıdan itibaren dizgi işini de matbaaya bırakırken dergi beyaz kâğıda basılmaya başladı. Ocak-Şubat 2007 tarihli 43.sayımızda dergi yirmi sayfa olarak yayımlanmaya başladı, iki yıl sonra Ocak-Şubat 2010 tarihli 61. sayısında yirmi dört sayfa olan derginin boyutları da büyüdü. Dergimiz karton kapaklı, otuz iki sayfa ve yeni bir tasarımla çıkan Ocak-Şubat 2012 tarihli 73. sayısıyla kendini buldu denilebilir. 99. sayıya dek bu biçimiyle gelen dergi, Temmuz-Ağustos 2016 tarihli 100. sayısıyla renkli ve özel tasarımlı kapak ile yayımlanmaktadır. Hiçbir sayısı aksamadan yayımlanan ve ülkemizin pek çok bölgesine ulaşan Mavi Yeşil, edebiyat ortamında adından söz ettirerek Temmuz-Ağustos 2017 tarihli 106. sayısıyla yoluna devam etmektedir.

 

MAVİ YEŞİL dergisinin manifestosunda olmazsa olmazlar nelerdir?

 

Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki Rize şehrinde, önceliği ekonomi ve politika olmayan bir dergi çıkarırken büyük iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük edebiyat misyonları biçmiştik ne de edebiyatın sorunlarının çözüm için bizi beklediğini düşüyorduk, hâlâ da öyleyiz açıkçası. Kaprislerimiz yoktu ve kimseye inat olsun diye de dergi çıkarmıyorduk. Yazar kadrosu genç ve ekonomik gücü sınırlı bu mütevazı dergi ile “kültür şehri Rize” ilkesiyle yola çıktık. Erken vakitte edebiyat mezarlığında yer almayı değil, zamanın elinden tutup yürümeyi düşünüyorduk; küçük adımlarla da olsa yolculuğumuz on sekiz yıldır sürüyor. Bu şehrin eli kalem tutanlarına, öncelikle gençlerine ve ardından yetişkinlerine, bir yazı kapısı aralamak düşüncemizin kısmen de olsa gerçekleştiğini gördük; bu da sevindirdi bizi. Bu şehrin coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak geniş çevrelerden okurumuz ve yazarımız olsun istedik, bunu gücümüz oranında başardığımız için de mutluyuz. 2000 yılının başında mütevazı bir dergiyle; “merkez üretir, taşra tüketir” mantığını tersine çevirerek taşranın kültür ve sanat alanındaki üretkenliğini göstermekti kaygımız, bunun çok da zor olmadığını on sekiz yıllık yayınımızla gösterdik. Emek verenlerinin “kralsız bir imparatorluk” bildiği bu derginin anlayışı, ulaşılamayanların yokluğuyla yerinmektense var olanları geliştirmenin edebiyat adına yararlı olacağıdır. On sekiz yıllık yayım süresindeki yüz altı sayının her birinin okura zamanında ulaşması, bu derginin varlık belgesi bildiğimiz “istikrar” vurgusunda ve “samimiyet” büyüsünde aranmalıdır. Herhangi bir çevreyle “dirsek teması” olmayan Mavi Yeşil dergisinin önceliği sanattır, edebiyattır, üretkenliktir. Bu dergide yazı yazmak için bir başkasının aracılığına gerek yoktur, yazılan metnin tanıklığı yeterlidir.

 

MAVİ YEŞİL dergisi yayın hayatına başladıktan günümüze kadar kaç şair ve yazar ile çalışmıştır?

 

Dergimizin liseli gençlerden akademik camiaya uzanan ve çoklukla Rize dışından olan oldukça zengin bir yazar kadrosu vardır. Başka dergilerde yazan, kitapları yayımlanan bu yazarlarımız, sabit bir “kadro” değildir. Dergimizle yola çıkanlar zaman içerisinde dergi ile yollarını ayırdıkları gibi on sekiz yıl boyunca her yeni sayıda dergiye eklenen yeni isimler de vardır.

 

MAVİ YEŞİL dergisi yayın ekibinin günümüz dergiciliği hakkında ki görüş ve düşünceleri nelerdir?

 

Tanpınar, ölümüne bir kala dergi çıkarma arzusundan söz eder ki bu, bir tutkuya işarettir. Her edebiyat dergisi bir umuttur bence ve yeni umutların yeşermesi için doğar bu dergiler ancak sürgit böyle olmaz dergilerin durumu. Her ne zaman bir edebiyat dergisi çıkacak olduğunu duysam Haldun Taner’in “Salt İnsana Yöneliş” adlı meşhur öyküsünü anımsarım. Dergiler için “edebiyatın atardamarı”, “edebiyatın laboratuarı” ya da “hür fikrin kaleleri” benzeri yakıştırmalar, edebiyatın toplumsal konumuyla da yakından ilgili bence. Yazanların yazdıklarını paylaşmaları, okurun edebiyat ortamından haberdar olması dergilerin varlık nedeni kuşkusuz. Kitap önemli elbette ancak ortak kitap saymamız gereken dergilerin yeri apayrı edebiyat dünyasında. Edebiyat dergilerinin sanat dışı alanlara yönelmesi, siyasal yapıya koşut bir ayrışmayı seçmeleri, nitelik yerine ahbap çavuş ilişkisiyle yayımlanmaları türünden eleştirilir yanları olsa da onlar için “iyi ki varlar” demekten başka ne söylemeliyiz ki. Popüler kültürün bunca dayatmalarına karşın edebiyat sevgilerine, “okumak dolmaksa yazmak boşalmaktır” sözünü ilke edinenlerin zevkle okunacak yazıları yayımlanıyor dergilerde, bunu görmezden gelemeyiz. Politik ve ekonomik çıkarlarının hırsıyla zevkleri dumura uğramış, çıkar hırsıyla gözleri kararmış çokların aksine, sanatın/edebiyatın engin dünyasına yönelen seçilmiş azların varlığını önemsediğimden dergileri, özgür ruhların bir tür buluşma noktası sayıyorum. Varsın, gündemlerinde sanatın ve edebiyatın yeri olmayanlar, küçücük dünyalarına sıkışıp kalmışlar hazzetmesin edebiyat dergilerinden, ne çıkar bundan ki…

 

MAVİ YEŞİL dergisinin mutfağı nasıl işlemektedir?

 

Bu dergi için sözünü ettiğim ‘kralsız bir imparatorluk’ benzetmesi, derginin eşitlikçi var olma biçimidir. Mavi Yeşil, bu ülkenin her bir yerine yayılmış güzellikleriyle üretkenliklerinin toplamıdır bu derginin okur ve yazarları için. Açıkçası bizim için Mavi Yeşil, bir dergi olmaktan öte bir çocuktur yani biz, dergi çıkarmıyoruz on sekiz yıldır çocuk büyütüyoruz aslında. 2000 yılının başlarında el bebek gül bebek baktığımız çocuk, bugünlerde elleri ceplerinde üniversite koridorlarında gezen bir delikanlı artık. Bir fidan diktik saksıya şimdi gölgesinde serinlendiğimiz çınarımız var; dalları budandıkça yükseklere uzanıyor. On altı sayfalık dergiyi büyüterek otuz iki sayfalık biçimiyle yayın hayatında tutmak, mutfağımızı teknik olarak büyüttüğümüzü gösterir. Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki bu mütevazı dergi Ülkü Tamer şiiri ile açılabiliyorsa bu da mutfağımızın içerik zenginliğidir. Dergimize -çoklukla [email protected] aracılığıyla- ulaşan çalışmalar yayım için seçilirken “nitelik” önemli ölçüdür bizim için; şiirlere, öykülere ve diğer yazılara bakılırken kayırmalar, frekans uyumları değil “edebiyat emeği” öne çıkar mutfakta. Edebiyata emek veren yenilerin umutlarını yeşertmek için de mutfağın kapısı biraz daha açılır, yazar hegemonyası olmasın diye dergide hemen her sayı farklı yüzler çıkar okur karşısına. Her sayı yeniden doğarız biz, aynı sancıyla ve aynı sevinçle… Ürettiğimiz güzellikleri paylaşmak zevktir bizim için bu nedenle Mavi Yeşil çok satılan değil ama iletişimi/ulaşımı hayli işlek bir dergidir. Halit Ziya Uşaklıgil, henüz romancı bilinmeden önce yirmili yaşlarındayken “roman” konusunda yazdığı Hikâye adlı kitabındaki “Mukaddime” yazısının sonunda “Bu meseleye merakı olanlar bittabi zahmetimizi mütalaalarıyla meşkûr ederler[okuyarak ödüllendirirler]”diyor ya bu beklenti bizim için de geçerli. Bu derginin mutfağının zenginleşmesine değişik zaman ve mekânlarda katkı sağlayan genç dostlarım Sezgin Taş, İlker Aslan, Ömer Eski, Yalçın Ece, Özkan Satılmış ve Davut Bekâr’a içtenlikle teşekkür ederim. Onlar olmasaydı “kayayı delen incir” miydik biz? Bir derginin mutfağını aralıksız on sekiz yıl yönetmenin pek de kolay olmadığını ilgilileri bilir; bana bu mutfakta kalma kolaylığını sağlayan eşim Şükriye Öztürk’e ayrıca teşekkür etmeliyim.

 

MAVİ YEŞİL dergisinin geleceğe yönelik plan ve programları nelerdir?

 

Şimdimiz ve gelecek için söz ustamızın fıkrasıyla başlayalım. Hoca Nasrettin, bir eli kulağında ezan okurken bir yandan da koşuyormuş. Görenler, “Aman hoca, bu ne hâl! Hem ezan okuyorsun hem de koşuyorsun.” diye şaşkınlıklarını dile getirince, Hoca, “Bakacağım, sesim nereye kadar gidiyor.” demiş. Biz de on sekiz yıldır, sesimizin nerelere ulaşıp ulaşmadığını merak ediyoruz açıkçası. Sesimiz daha çok yerden, uzaklardan duyulsun istiyoruz. On sekiz ilin bulunduğu Karadeniz Bölgesi’nde ikinci uzun ömürlü dergi Mavi Yeşil’in çok satılmak yerine edebiyat ortamında yeri olan bir dergi olması için çalışıyoruz. Kaygısı edebiyat olanların bir biçimde dergimizle tanışmalarını sağlamak amacıyla sesimizin ulaştığı alanı genişletiyoruz. Bir yandan nitelikli okura ulaşmayı maçlarken diğer yandan yazmayı uğraş edinenlerin öncelikli dergisi olmaktır dileğimiz. Doğduğu şehrin kültür sanat dünyasına zenginlik katmak yanında tüketim kültürünün kuşattığı bir dünyada sanatın ve edebiyatın, sözü edilmeye değer olmasıdır dergimizin çabası. 2016 Şiir Yıllığı hazırladık okurlarımız için ve 2107 abonelerimize hediye ettik/ediyoruz şimdi şiir yarışması var gündemimizde, bu tür etkinlikleri imkânlarımız ölçüsünde çoğaltmayı düşünüyoruz.

 

MAVİ YEŞİL dergisinin, yazar yetiştirmede dergilerin “mektep” boyutu hakkında ki düşünceleri nelerdir?

 

Dergilerin, edebiyat ortamında bir tür “mektep” veya “yazı okulu” olmasını istemek, dilde kolay ancak uygulaması çetin bir iştir. Her okul, bir devamlılık ister ilgilisinden o da bizde yoktur çünkü. 2000 yılının başında yola çıkarken Mavi Yeşil dergisini mütevazı bir “yazı okulu” yapabilmek düşüncemizi bu güne dek aynı canlılıkla yaşattığımızı belirtelim. Genç ve yetişkin bazı yazarlarımızın ilk kez bu dergide yazdıktan sonra adlarını başka dergilerde duyurmaları, kitap yayımlamaları, edebiyat etkinliklerine çağrılmaları, imza günlerine gitmeleri bizi sevindiriyor elbette. Yazarlarımızın önemli bir kısmı Rize dışından ve pek çoğu bu şehri hiç görmemiş. Bu tür yazar dostlarımızla telefon ya da elektronik posta yoluyla görüşüp onların dergiyle bağlarını sürdürmelerini sağlarken bir yandan da yeni isimler katılıyor bize. Mavi Yeşil dergisinin -başka dergilerin de elbette- “okul” olmasını isteyen uzak yakın dostların, gönül okşayıcı bilgiç sözlerin ötesine geçip bir adım atarak arzuladıkları okula kaydolup yoklamalarda adlarını duyurmalarının önemli olduğunu belirteyim! Tribünden seyredenler ya da nara atanlar, canları istediğinde oradadırlar ancak bu derginin varlığını önemseyenler ve dergiyi 106. sayısına ulaştıran dergi emekçileri, her bakıldığında sahada ter dökenlerdir.  Dergi yayımcılığında, periyodik istikrarın öncelikli ve önemli olduğunu ve bunun da okullaşma için önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. Okul, devam edenleriyle vardır. Yahya Kemal Beyatlı, 1914’te yayımlanan “Mecmualar” başlıklı yazısında; “Matbûât âleminin bir cilvesidir, rûhundan kabının şekline kadar zihinlerde rengi takarrür edemiyen bir mecmûa, en zengin muharrerâtla intişar etse bile yaşıyamaz. Şimdiye kadar samîmî niyetlerle intişâr eden memûalar hep kendilerini zihinlerde tesbît edememek yüzünden söndüler.” diyor. Mavi Yeşil dergisinin yüz altı sayılık serüveni, onun zihinlerde bir biçimde yer edişinin de göstergesi sayılmalıdır.

 

MAVİ YEŞİL dergisi bugüne kadar özel sayı çıkardı mı?

 

Rutinin dışında birkaç sayı yaptık ancak onlara “özel sayı” demek yerine dosya konulu sayı diyebiliriz. Tevfik Fikret, Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu ve Esendal eksenli saylarımız bu kapsamda görülmelidir. Bunun, eksikliğimiz hanesine yazılması gerekir. Temmuz-Ağustos 2016 tarihli 100. sayımız bizim için “özel” bir sayıdır. Yüz sayfa olarak yayımlanan bu sayımızda, edebiyat yazıları yanında dergide adı geçmiş pek çok kişinin dergiyle ilgili görüşlerine de yer verilmiştir. 

 

Dergiler kültür sanatın lokomotif görevini üstlenmekte. MAVİ YEŞİL dergisinin bu amaçla yaptığı etkinlik ve çalışmalar var mıdır?

 

Gündeminde hiçbir dönem sanatın ve edebiyatın yer alamadığı, edebiyat ortamı güdük bir toplumda, arkasına vagon/lar takabilecek lokomotifler yok gerçekte. Bu nahoş durum, Mavi Yeşil için olduğu kadar kendilerini “bir şey” gören edebiyat dergileri için de böyle ne yazık ki. Uzun yıllar, her yılın ilk günlerinde dergi adına “yaş günü” düzenledik. Edebiyat ilgililerine -halka mı demeli yoksa- açık bu toplantılara, ulaşabilecek okurlarımızı ve yazarlarımızı çağırdık, samimi bir ortamda birbirimizi dinledik. Yazarlarımızın banka hesap numaralarını soramadık bir türlü ancak bu yaş günlerinde yazarlarımızı kitaplarla ödüllendirdik. Bu küçük şehirde, dergi adına “çay” ve “yemek” beraberliklerimiz oluyor aralıklarla. Bu tür mütevazı etkinliklerde sanat edebiyat ilgililerinin yüz yüze görüşmelerine ortam hazırlıyoruz ki bu, çöl ortasında vaha bugünlerde.

 

Ülkemizdeki dergiciliğin en belirgin sıkıntıları nelerdir?

 

Tanpınar’ın, bir insanın olduğu yerde bütün insanlık vardır, türündeki sözünden esinle bir dergi çıkarıyorsanız bütün dergilerin sorunlarıyla yüzleşiyorsunuz diyebilirim. İlgisizlik, dağıtım, sayısal çokluk, içerik zayıflığı, parasızlık, heyecan tükenmişliği, tek yanlılık… Saymakla bitmez sorunları dergilerin. Sorunları olmayan uğraşı yok dünyamızda bu nedenle sorunlardan arıtılmış bir dergicilik ortamını bize vermesini kimseden bekleyemeyiz. Çileli yolun yolcuları olduğumuzu onaylamalıyız öncelikle. Karanlığa sıkılan çekingen kurşun gibi boşlukta kayboluyor dergiler çok zaman. Yakında bir hedef yok ya, menzile varamamış yorgun yolculardır onların pek çoğu. Nice güzel beklentilerle çıkan sanat edebiyat dergileri, “eller gibi davranıp görmezden gelen” dostların ilgisizliğiyle kapanıp gitmiştir, hevesler kursaklarda kalmıştır böylece.  Edebiyatımızın, hiç olmazsa Cumhuriyet yıllarından bugüne uzanan çizgisindeki dergilerine bakabilsek ne çok atardamarın kesildiğini görürüz. Dergilerin “çıkış” ve “kapanış” yazılarının derlendiği bir kitap ne çok heyecanın parlamadan boğulduğunu gösterir bize. Peyami Safa, “küçük kanatlarıyle büyük boşlukları doldurmak için çırpınış”larıyla, “bugün için nafile ve yarın için vaatli bir gayret” barındıran amatör dergilerin var olma mücadelesini 1941’de bakınız nasıl anlatıyor: “Rüzgârsız ve bunaltıcı sıcak yaz günlerinde elinizdeki gazeteyi yüzünüze sallarsınız. Edebiyatımızın bu havasız, bayıltıcı günlerinde de biri batıp öbürü çıkan amatör mecmuaları, yelpazeye vekâlet eden kâğıtlar gibi yüzümüze geçici bir serinliğin tesellisini verip gidiyorlar. Çoğunun ismini bile duymadığımız bu edebiyat mecmualarının tütüncü dükkâniyle mutfak rafı arasında yaptıkları küçük seyahat ne kadar zevkli bir şey olacak ki bunlardan bir tanesi batınca, yerine aynı istasyonlar arsına daracık ve kısa yolda koşmaya hevesli bir yenisi çıkar. Kimi ana kuzusudur, ürkek ve terbiyeli, seke seke ve üstatlara selâm vere vere, dükkândan rafa, raftan tenekeye, tenekeden arabaya, arabadan denize doğru yollanır. Kimi esrarkeş tulumbacıdır, omuzlar yampiri, boyun kırık, ağız çarpık, üstatların anasına, avradına küfrede ede, yakasını polisin değil, çöpçünün eline verir. Kimi gençliği ayartmak isteyen dışarı politikaların çığırtkanıdır, içinde yenilik pastırması asılı propaganda kapanının içine toy idrakleri düşürmek ister. Kimi kaymak kâğıt elbisesiyle parlak, temiz, düzgün, edepli, kalantor, fakat kof ve mağrurudur. Bu mecmualar arasında sevimlileri ve her birini dolduran yazarlar arasında da başlangıç ölçüsüne vururlunca ümit veren kıymetleri yok değildir. Sayfalarda erbabının gözleri bunları arar ve bulunca hırdavatçı dükkânında ele geçirdiği bir Venedik sürahisini ucuza alan müşteri gibi etrafındakilere mırıldanır: ‘Eh... Bu fena değil.’ Onun tenkitteki bedeli şimdilik bir ‘aferin’dir.” Bugün de pek farklı değil durum. Kendilerince büyük boşlukları doldurmak için çıkan dergilerin, üç beş dostun dertleşeceği büroları yoktur. Bin bir zorlukla çıkan dergiyi dağıtacak posta parası bulunamaz çoğu zaman. Nedense derginin çevresindekiler kedilerine bedava dergi verilmesini bekler, satın almayı veya abone olmayı düşünmez. İlk sayıdan hemen sonra, yola birlikte çıkanlar arsında kırılganlıklar başlar. Henüz ulusal nitelikli bir edebiyat dergisi alıp okumamışken sanal ortamın edebiyat sitelerinde şiirlerinin yayımlandığını yüksek sesle söyleyenler, kendi şehrinin dergisine ve başkalarına burun kıvırarak tatmin olur. Merkezdeki medyada birileriyle “dirsek teması” aralığındaysanız, basılı evrakın kültür sanat bölümünde derginizin adı geçer; icazetiniz yoksa birinci sayıdan sonra vasiye muhtaç kalemşorları beklemenin anlamı yoktur. Zamana direnebilirseniz, yine de umuttur, heyecandır dergi. Her bir sayıda, ilk kez doğum yapan annenin sancısını çekip onun heyecanını yaşamak, derginin uzun ömrü için tükenmez bir hazinedir, yaşanmaya değer bu.

 

Elazığ Fırat gazetesinde MAVİ YEŞİL dergisini tanıtmanın onurunu bize yaşatmış olmanızdan ve ülkemizde edebiyat sahasında ki kültür sanata katkılarından dolayı teşekkür eder yayın hayatında başarı kolaylıklar dileriz.

Son sözü, siz dergimizin genel yayın yönetmeni Hasan Öztürk’e bırakıyoruz. Okuyucularımıza vermek istediğiniz son mesaj nedir?

 

Edebiyatın sığınılacak bir liman olmasını dilerim.

 

Muhammet Yalçın AZİZOĞLU, Fırat Gazetesi (Elazığ), 10 Ağustos 2017

 

 

 

Yazar: Söyleşi: Muhammet Yaşar AZİZOĞLU

HASAN ÖZTÜRK İLE YAZI, EDEBİYAT VE KİTAP HAKKINDA KONUŞMA…

Okulumuzun dergisi için kendinizi tanıtır mısınız?

1961 Araklı (Yeşilce) doğumluyum. İlk ve ortaokulu Araklı’da okuyup Trabzon Öğretmen Lisesi’ni bitirdim, ardından Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezunu (1983) oldum. 1980’lerin ortalarında, Yeni Forum dergisinde yazıya başladım diyebilirim. Bu dergiyle birlikte Türk Edebiyatı ve Millî Kültür dergilerinde edebiyat ağırlıklı yazılarımı sürdürürken Türkiye Günlüğü, Polemik ve Liberal Düşünce’de yazdım. Türk Yurdu, Virgül, Ada ve yenilerde Muhafazakâr Düşünce dergileriyle bazı gazetelerde adım geçti o kadar. Ağustos 1990’dan bu yana aylık Dergâh ve yakın bir zamandır da mevsimlik Gelenekten Geleceğe dergisinde yazmayı sürdürüyorum. Bazı yazılarım ortak kitaplarda yer aldı; edebiyatufku.net adlı sitede (2009-2013) her ay düzenli yazdım. Ocak 2000’de başladığımız iki aylık Mavi Yeşil dergisini dostlarımla birlikte 93.sayıya taşımışken eğitim çalışmalarımı da sürdürüyorum. Edebiyat/eleştiri yazılarımdan oluşan Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013) ile Kurmaca ve Gerçeklik (2014) adlı dört kitabım yayımlandı. Evliyim; iki kızım var: Mehtap ve Meltem.

Yazma serüveniniz: Yazmaya ne zaman başladınız, ilk yazınız, etkilendikleriniz…

 

Yazarlık bir aşktır, sözdür, muhalif olmaktır. Muhalif olmak derken kırıp dökmek değil, kurulu düzenin üzerine daha yaşanılabilir bir dünyayı sunmaktır. Dünyada birçok yazar kurulu düzeni eleştirdiği için pek çok sıkıntı çekmiştir ancak sıkıntı çektirenler unutulup gitmiş yazarlar yaşamayı, aydınlatmayı sürdürüyor. Sözden yazıya geçişin zamanını belirlemek mümkün görünmüyor. Örneğin, yazdığınız ilk harf veya bir okul panosundaki yazınız da yazdıklarınızdan sayılacak mıdır? Yayımlanan ilk yazım, 70’li yılların ortalarında bir dörtlük olduğuna göre henüz ortaokulda okumaktayım ve pek çokları gibi şiirle başlamışım yazmaya; üstelik de bir günlük gazetede. Sonraları gülüp geçtim yazığıma, kendimi “ne” görmüşüm diye. Lise ve üniversite yıllarında yerel ve ulusal nitelikli bazı gazetelerde, edebiyatla çok yakın durmayan düzyazılarım yayımlandı. Yazmak, öncelikle etkilenmeler ve uygun ortamı bulma durumudur. Bu yoldan geçmemiş yazar aransa bulunabilir mi bilemiyorum; bulunsa da sayıları çok az olur gibi. Bugüne dek yazdığıma göre ben yazıdan vazgeçmemişim; yazı da beni bırakmıyor demektir.

 

Yazılarınızı öncelikle kime okutursunuz?

 

Yayımlanış bir yazı sizin olmaktan çıktığına göre yazım henüz benimken özen göstermeliyim. Tabi ki önce kendim okurum yazılarımı çünkü ben yazar değil, bir okurum öncelikle. Kendilerine güvendiğim kişiler, dostlarım oluyor yazılarımı okuyan; bu öğrencim olabiliyor, bu kızım olabiliyor, bir öğretmen  olabiliyor.  Yazılarımı okuyanlar, bir eksiklik/yanlışlık görürlerse beni uyarır; onların uyarılarını dikkate alır, yeniden okurum yazımı. Kitaplarımı yayımlayan yayınevlerindeki editör arkadaşlar, yazılarımı kitap projesi için inceleyip bana öneride bulunur ben de onların uyarılarını dikkate alarak ifadelerimde değişiklikler yaparım.

 

Kitaplarınızın isimlerine nasıl karar veriyorsunuz? Mesela “Aynadaki Rüya” çok farklı ve güzel bir isim; nerden aklınıza geldi bu ad?

 

Kitaplar, yazarlarının çocuklarıdır bu nedenle çocuğunuza ad vermenin sıkıntısıdır, okurlarınızı etkilemeyi düşündüğünüz kitabınıza ad bulmak. Bu adlandırmayı kendiniz yapabileceğiniz gibi editörün yardımını da alabilirsiniz pekâlâ. Kitaplarımın adlarını bulmamda dostlarım, öğrencilerim bana yardımcı oldu. Sözünü ettiğiniz ad için öğretmen ve genç akademisyen öğrencilerimle epey düşündük.  Bir gece, misafir dostumuzu uğurladıktan sonra sahilde dolaşırken yanımdakilere, içinde ayna olan bir rüyamdan söz ettim; bunun üzerine konuştuk. Böylece onlara kitabımın adının “Aynadaki Rüya” olması fikrini sundum; onlar da beğendiler. Yayınevi ile görüştüm; editör arkadaş da: “Hocam bu kitap tutar” dedi. Böylece kitabımın ismi, küçük bir alt başlıkla belli oldu.

 

Yazma zamanı, çevreniz, aileniz… Bir “önsöz” yazınızda “yazının yalnızlığı uğruna eşimden ve çocuklarımdan özür diliyorum” demişsiniz…

 

Gustave Flaubert diyor ki: “ Bugünkü yazar tanrı gibidir, o her yerdedir ama hiçbir yerde görünmez.” Yazının kendisi yalnız olan, yalnızlaştıran ve yabancılaştıran bir şeydir. Yazar yaşadığı dünyayı çok iyi bilen o dünyanın içinde bulunan ama aynı zamanda da o dünyanın dışında olandır. Yazı bir sırdır; sözünü etmeye gelmez, yazarıyla göbek bağı kesilmeden. Gizli kalmakla sır oldum, diyen Sartre haksız mı?  Birlikte yaşarsınız ancak  yazabilmek için yaşadıklarınıza kenardan bakmanız gerekir ki bu da yalnızlığınızdır. Başkaları sizi, “fildişi kule”de olmakla suçlar ne yazık ki siz “fildişi kuyu” içindesinizdir yazarken. İyi bir yazar günlük yaşamdaki her şeyi bilemez, pek çok acemilikler yapar. Yazının yalnızlaştırmasına katlanıyorum, ancak yazı(m) için yalnız kalmayı, istediğim zaman başardığım söylenemez. Bugünün dünyasında yoğun bir çalışma ortamı içindeyiz, ne çok işle/ayrıntıyla uğraşmak mecburiyetindeyiz. Stephen King: “Eğer elinizden geldiği kadar düzgün yazmaya niyetiniz varsa, zaten kibar bir toplumda geçireceğiniz günler sayılı demektir.” diyor. Yazı için asosyal olmayı göze alıyorum demektir bu ancak bir aile ortamında yaşadığımız gerçektir; baba ve eş olmak, yazıdan önce mi sonra mı gelmelidir, ciddi bir soru(n)dur bu.  Yazı yazıyorum diye asla evdeki hayatı kenara itmedim. Çocuklarımla da elimden geldiğince ilgilenirim, bu konuda onlara hak kaybı yaşatmak istemem elbette. Ev için alışveriş yaparım, akşamlar çayı ben demlerim çoklukla. İçinde olmakla mutlu olduğum bir ailedeyim ki yazabiliyorum.

 

İlk kez kitabınız basıldığında ve o kitaptan gelir elde ettiğinizde ne hissettiniz? Size göre “yazı” ve “para” birbirlerine hangi mesafede durur?

 

İlk kitabım, 1998’de yayımlanan “Kitabın Dilinden Anlamak” idi ve ondan herhangi bir gelir elde etmedim (edinemedim). Kültür Bakanlığı yıllar önce (1977) bir dergi yayımlamıştı: “Millî Kültür” Benim o dergide 1987’de bir yazım yayımlanmıştı. Telif ücreti ödeyeceklerini söylediler ve hesap açmamı istediler. Bir bankada hesap açtım, dört ay bekledim. Devletin işi çok ya vereceği parayı dört ay sonra verdi. Miktarını tam olarak hatırlamıyorum ama şimdiki ölçüde pahalı bir roman almazdı herhalde. İlk telif ücretimi böyle aldım. Yazıyı meslek edinmemiş, yazı için var olan benim gibi yazarların yazmakla elde edeceği ekonomik bir kazanım yok.  Dergiler telif ücret ödemez çoklukla, en azından benim yazdıklarım öyle. Kitaplardan, yazar olarak aldığım(ız) telif ücreti yok denecek kadar azdır kaldı ki ben “eleştiri” yazıyorum; kitaplarım çok satmaz.  Bu serüvende herkes az kazanır ama okur kaybeder. Türkiye’de ki bazı yazarlar gibi çalışmadan yazabilecek durumda olsaydım keşke fakat öyle bir varlık kalmamış. Yazarların çoğu, başka işleri yaparak yazarlığını sürdürüyor. Zamanımızdan çalıyoruz, belki çocuklarımızın rızkından çalıyoruz, kitap alıyoruz. Ekonomik gözle, beklentiyle yazının başına oturursanız oradan yazı asla çıkmaz.

 

Ekonomik beklenti yoksa yazı nedir ve insan neden yazar? Sizin yazma sebebiniz nedir?

 “Yazmak”, varlığımıza tanıklık etmektir bence. Her ne kadar Sokrates, “yazılı sözün insan zihnini tembelleştirdiğine” inanarak yazılı bir belge bırakmasa da ben, “yazmasam deli olacaktım” diyen Sait Faik’ten yanayım. Benim için yazı, yaşadığım hayata eklenmek ve “ben buradayım” demektir. Okuma ve dinleme anındaki “nesne” olma konumumdan çıkıp “özne” görevini üstlenmemdir yazdıklarım. Yazmak bir eğlence değil, aksine bir sorumluluktur benim için. Yazmayı bir tür özgürlük yansıması ve muhalif duruş belirtisi olarak seçmişsem yazarken endişe duymam ve okunurken de o endişeyi duyurmam gerekir. Bizi başka canlılardan ayıran “düşünmek” ve her birimizi başka insanlardan ayıran “düşüncelerimiz” ise yazı, başka birisi olduğumuzu başkalarına göstermektir. Bunun yolu benim için yazıdır; başkaları farklı yolları seçebilir elbette. Edebiyatı bir tür “bilme arayışı” olarak seçmiş birisi olarak bana göre, yazı yazdığım konuda ben yazmadan önce bir  eksiklik vardı ve onu ben yazabildiğim için mutluyum. Yazı, dil işçiliğidir öncelikle. Yazdıklarıyla yaşayacak yazar, dilinin bilgisini ve inceliklerini bilmelidir. Dili çiçeklendirecek yazar, gramer bilgilerini yok sayarak bunu başaramaz. Sözcüklerin büyüsüyle, var olmayan bir dünyayı kurgulayarak göstermek dışarıdan bakıldığı ölçüde kolay olmasa gerek. Italo Calvino: “Söz, tıpkı uçurumun iki ucu arasında gerilmiş bir kurtuluş köprüsü gibi, görünür ile, görünmez şeyin, arzulanan ya da korkulan şeyin arasında bağlantı kurar.” demekle dilin bu hassas yönünü vurgular.

Yazı yoluna yen çıkacaklara neler söylersiniz?

Önerilerden önce yazının önem kazandığı bir toplum oluşturmanın ve yenileri bu dünyaya yakınlaştırmanın, öncekilerin görevi olduğunu düşünüyorum. Farabi’nin tanımlamasıyla “halkı, ancak servetini ve sâmanını artırmaya” çalışan bu ülkede yazmak, bir erdem midir yoksa eziyet mi? Öncelikle benim için önemli olan bir konuyu belirtmem gerekir: Her yazı, bir “ilk” olmalıdır yazarı için. Yazı deneyimi, yazmanın amatörlüğünü/acemiliğini yok etmemeli, tıpkı aşkta olduğu gibi. Herhangi bir diplomanın, yazı yolunun yolcusuna kazandıracağı (fazla) bir şey yoktur. Yaşanan hayata duyarsız kalıp yazı için bir köşeye çekilmek geçici bir gençlik hevesidir, uçup gider zamanla. Edebiyatın kalbinin dergilerde attığını bilmemek olur mu bu yolun genç yolcusu için? Nitelikli edebiyat eserlerini dikkatli bir gözle okumak, kazandıracağı birikim yanında yeni ufuklar açmak bakımından önemlidir. Yazmak, “okumak dolmaksa yazmak boşalmaktır” sözünü doğrular nitelikte “okumak” ve “yazmak” işidir. Yeteneği olmadığı için yazmadığını söyleyenler, kendini eğitmek zahmetine katlanmadan ilham perisinin gelmesini boş yere beklemiş kolaycılardır. Yazı sabrın meyvesidir, aceleye gelmez. Pratik çözümler, erken kazançlar bekleyenler vazgeçmeli yazı sevdasından, onlar başka pazarlarda denesinler şanslarını. Yazmayı yazarak öğrenmeliyiz, gidenlerin ustalığından kalanların rehberliğinden yararlanarak.

 

 Yayımını sürdürdüğünüz Mavi Yeşil dergisinden söz eder misiniz?

Mavi Yeşil, bizim için bir dergi değil o, bizim çocuğumuz. Elinden tutup anaokuluna götürdük; şimdi liseli bir genç o. Dergiler edebiyatın atardamarıdır, denir ya; dinin kalbi camide edebiyatın kalbi de dergilerde atar dense yeridir. Mavi Yeşil dergisi de bu bağlamda önemli bir başlangıç sayılmalı. Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasında, Rize’de 2000 yılının başında yayımlanmaya başlayan Mavi Yeşil,  Mayıs-Haziran 2015 tarihli 93.sayısıyla on altıncı yılının yarısında ve bu günlere hiçbir sayısı aksamadan gelmiş. “Merkez üretir, taşra tüketir” anlayışını tamamen tersine çeviren Mavi Yeşil, yayımlandığı şehrin sınırlarını aşmış sanat edebiyat çevrelerinde adından söz ettiren bir dergi olmuştur bugün. Yola çıkarkenki,  Mavi Yeşil dergisini bir “yazı okulu” yapabilmek düşüncemizi bu güne dek aynı canlılıkla yaşattığımızı belirtelim. Genç ve yetişkin bazı yazarlarımızın ilk kez bu dergide yazdıktan sonra adlarını başka dergilerde duyurmaları ve ardından kitap yayımlamaları bizim için önemli.  On altı yıllık yayım süresindeki her bir sayının okura zamanında ulaşması, derginin okuruna saygısıdır aslında. Mavi Yeşil dergisinin okur ve yazarlarıyla oluşturduğu yakınlık, bu derginin “istikrar” vurgusunda ve “samimiyet” büyüsünde aranmalıdır. Uzak yakın bazı dostlarımızın gör(e)memiş olmalarına karşın Mavi Yeşil dergisi vardır ve devam ediyor.

 

Bize zaman ayırdığınız için teşekkür ederiz

 

Beni, yetiştiğim toprakların dergisine konuk ettiğiniz için ben de size teşekkür derim, yazı yolunda başarılar dilerim.

 

Anadolu der gibi (Araklı Anadolu Lisesi Yayını) 2015, Sayı:1

 

 

 

 

 

 

Yazar: Konuşanlar: Beyza Genç / Büşra genç

GÜNDEM EDEBİYAT

Gündem Edebiyat (Ekim 2017), Hasan Öztürk’ün Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014) ve Kendine Bakan Edebiyat (2016) kitaplarından sonra okuyucuyla buluşan altıncı kitabı. Aynı zamanda Mavi Yeşil Dergisi’nin yayın yönetmenliğini de sürdüren yazar, geniş bir okumanın neticesinde yazmış olduğu belli olan kitabında, damakta tat bırakacak denemelerle karşımıza çıkıyor.

“Çerçeve” dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümü. Yazar bu bölümde edebiyat sanatına önemli görevler yüklemek suretiyle edebiyatın işlevselliği üzerinde duruyor. Öztürk, kötülüğün hayatımızı dört bir yandan sardığı içinde bulunduğumuz postmodern dönemde, bizi bu kötülüklerden kurtarabilecek şeyin genelde sanat özelde edebiyat olduğunu, gazetelerin nitelikli olmasının yolunun gazetelerde edebiyatçı yazarlara yer verilmesinden geçtiğini vurguluyor. Bu bölümde yazarın önemle üzerinde durduğu bir başka konu ise “gençlik”tir. Yazar, gençliğin içinde bulunduğu dar ve sıkıntılı dünyadan sanat/edebiyat aracılığıyla kurtulabilmesinin mümkün olduğunu belirtiyor:

“Krişnamurti’nin, gençlerin içinde hapsolmalarını sakıncalı bulduğu ‘dar pencereli küçük oda’ sanat ve edebiyattan yoksun iç yoksulu bir yaşamdır; ‘tüm gök kubbeyi görme’ eylemi de edebiyatın zenginleştirdiği, yaşanmaya değer anlamlı bir dünya kurmaktır bence.” (s.23)

 İçinde bulunduğumuz çağda gençlerin hakiki edebiyata ulaşabilmelerinin önünde engel olarak popüler edebiyatı, sınav kaygılarını ve çevresinde rol model olacak bireyleri görememesini sayan yazar, bölümün sonunda Montaigne’den yola çıkarak “küllere bakıp ağlaşacak yerde, hepimiz ocağa birer odun sürmeliyiz” (s.28) diyerek bizlere de sorumluluğumuzu hatırlatmış oluyor.

Eserin “Öykü, Roman ve Tiyatro” adlı ikinci bölümü başlıkta adı geçen türlerden alınan örneklerin değerlendirilmelerine ayrılmış. Geniş bir okumanın ürünü olan bölüm, Sait Faik’in Gramofon ve Yazı Makinesi adlı hikâyesinin değerlendirmesiyle başlıyor. Sait Faik’in hikâyesi, gramofonun yerini alan radyoya ve yazının yerini alan matbaaya karşı bir eleştiri içerir. Sait Faik’e göre matbaa el yazısındaki asaleti yok etmiş, yazının kişiselliğine zarar vermiştir. Bunun yanında matbaa, sadece yazıdaki hüviyeti yok etmekle kalmamış, Hasan Öztürk’ün dediği gibi “yayıncılığı yaygınlık alanının genişliğine benzer biçimde ekonomik yönden yüksek maliyet ölçülerine çıkararak yazarların kitap yayımlatmalarını güçleştirmiştir.”(s.36) Sonunda yazılar bir meta hâlini almış; yazarlar ise tüccar gibi davranmaya başlamışlardır.

Bu bölümde değineceğimiz bir başka eser Voltaire’nin Candide romanının değerlendirilmesidir. Kısaca, Candide, konaktan kovulmasının ardından çeşitli ülkeleri gezmeye başlar ve kötülüklerin sebeplerini durmadan sorgular. En son gittiği yerde dervişin sözlerinden sonra muhakeme etmeden çalışmak hayatı daha katlanılabilir kılar, felsefesini kabul eder.  Bu nokta Hasan Öztürk’ün can alıcı bir eleştirisiyle karşı karşıya kalıyoruz:

“Bizi kudurtan bu dünyada savaşlar, haksızlıklar, işkenceler, haddini bilmezlikler, akıl almaz hukuksuzluklar, daha çok iktidar hesabıyla din ve siyaset bezirgânlığı, örtbas etmek istediğimiz her işte ‘şeytanın parmağı’ aramak kurnazlığı devam ediyor kaldığı yerden; Candide ile Martin’den pek farkımız yok. Başımızın selameti için toprağımızı ekelim, çenemizi tutalım bu bize yeter, dememiz bekleniyor bizden. Geminin içindeki farenin rahatını düşünmek neyimize, bahçemizi yeşertmek için ‘muhakeme yürütmeden’ çalışalım o kadar.” (s.72)

Sait Faik’in ve Voltaire’in yanında bu bölümde yer alan bazı isimler şunlardır: Okul Aile İkiliği (Aziz Nesin), Korkuyu Beklerken (Oğuz Atay), Teşebbüs-i Şahsi (Tahir’ül Mevlevi), Kar (Orhan Pamuk), Seyrek Yağmur (Barış Bıçakçı), Muharrir Oyunu (Nahid Sıtkı).

“Kitaplar İçin” adlı üçüncü bölümde yazar yine eser değerlendirmelerine devam ediyor. Fakat bu sefer değerlendirilen türler önceki bölüme göre farklı. Önceki bölümde kurmaca metin örneklerini değerlendiren yazar, bu bölümde edebi mülakat, anket, gazete yazısı, deneme, söyleşi gibi türlerin örnekleri üzerine hatta narsisizm üzerine değerlendirmeler yapıyor. Öztürk, kitabının “Varlığı Yazı Olanlar” adlı son bölümünde ise içeriği başlığından da anlaşılacağı üzere hayatını yazıya adayan bazı yerli ve yabancı yazarlar hakkında tespitlerde bulunuyor. Yazarın özellikle Sabahattin Ali’nin Çakıcı’nın Son Kurşunu adlı kitabındaki yazıları değerlendirdiği bölüm oldukça etkileyici. Yazarın deyişiyle “tanığı ve ardından kurbanı olduğu rejimin sorunları her dönem tekrarlandıkça Sabahattin Ali’nin sandığından çıkan ‘Yazılar’ da yeni yazılmış gibi yeniden okunmalı.” (s.124) Kitabın son bölümünde adı geçen yazarlara bir de Hasan Öztürk’ün penceresinden bakmanın faydalı olacağını düşünüyoruz.

Gündem Edebiyat, sorumluluk sahibi bir yazar tarafından kaleme alınan, edebiyatın sadece bir eğlendirme aracı olmadığını, bireysel ve toplumsal anlamda farklı işlevlerinin olduğunu örnek metinlerle bizlere anlatan yön gösterici bir eser. Bunun yanında bilmediğimiz eserlerle ilgili bilgi sahibi olmamıza, bildiğimiz yazarlara/eserlere de farklı bir bakış açısıyla bakmamıza yardımcı olacak bir kitap. Metinlerin akıcı ve kısa olması da kitabı okumamız için bir başka sebep olarak karşımızda duruyor.

 

Hangâh, Kasım-Aralık-Ocak 2017/18, Sayı:4

Gündem Edebiyat

 

 

 

                                                                                             

 

Yazar: ERTUĞRUL GAZİ DERHEM

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör