Deneme
ve eleştiri yazarı. 28 Ocak 1961, Araklı / Trabzon doğumlu. İlkokulu ve
ortaokulu Araklı’da okuduktan sonra 1978’de Trabzon Erkek Öğretmen Lisesinden
mezun oldu. Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk Üniversitesi) mezuniyeti
(1983) sonrasında ‘edebiyat öğretmeni’ olarak Arhavi (Artvin) İmam-Hatip
Lisesinde göreve başladı. (26.11.1984) İlk görev yerinden sonra Rize İmam-Hatip
Lisesi ve ardından Rize Anadolu Öğretmen Lisesinde görev yapan Hasan Öztürk,
26.06.2015 tarihinden bu yana Rize Sosyal Bilimler Lisesinde görev yapmaktadır.
Önceki
amatör çalışmaları bir yana bırakılırsa Hasan Öztürk, yazıya 1980’li yılların
ortalarında Yeni Forum dergisindeki ‘kitap’ eksenli yazılarıyla başladı.
Sonraki yıllarda Millî Kültür, Türk Edebiyatı, Türkiye Günlüğü, Polemik,
Matbuat, Virgül, Liberal Düşünce, Gelenekten Geleceğe, Dergâh (1990-2015) ve
Arka Kapak adlı dergiler ile k24 başlıklı sanal ortamda edebiyat/roman
eleştirisi yazıları yazdı.
Bir
ya da iki yazıyla adının geçtiği dergiler/gazeteler -Radikal İKİ, Star AÇIK
GÖRÜŞ, Türk Dili, Hece, Taraf Kitap, Muhafazakâr Düşünce, Öykülem, TYB Akademi,
Uçsuz vb.- yanında bazı yazıları ortak kitaplar içinde yer alan Hasan Öztürk,
kısa sürelik ((2018/2019, 6 sayı) ömrü olan mevsimlik ve mütevazı Kitap Defteri
adlı ‘kitap kültürü’ dergisini yönetti ve dergide yazdı. 2000 yılının başından
bu yana yayıma hazırladığı iki aylık Mavi Yeşil yanında Roman Kahramanları,
Kitap-lık ve Edebiyat Nöbeti adlı dergiler ile ‘gazete duvar’ başlıklı sanal
ortamda aralıklarla yazan Hasan Öztürk’ün edebiyat/eleştiri yazılarından oluşan
kitapları yayımlanmıştır.
Kitapları:
Kitabın
Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve
Gerçeklik - Öykü ve Roman Eleştirileri (2014),
Kendine Bakan Edebiyat (2016), Gündem Edebiyat (2017).
KAYNAKÇA:
İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, 2007), Hasan Öztürk İle Orta Sayfa Sohbeti (Hazırlayan:
Mehmet Erdoğan (Dergah, Ocak 2009, Sayı: 227), Hasan Öztürk İle Yazı, Edebiyat
Ve Kitap Hakkında Konuşma… (Konuşanlar: Beyza Genç / Büşra Genç, Anadolu der
gibi, Araklı Anadolu Lisesi Yayını, 2015, Sayı:1), İlker Aslan / Kurmacayı
Yeniden Düşünmek (Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi, Mayıs 2015, Sayı:
67), Ertuğrul Gazi Derhem / Gündem Edebiyat (Hangâh, Kasım-Aralık-Ocak 2017/18,
Sayı:4), Bilal Can Yazdı: Topluma Çevrilen Ayna: Edebiyat (16.01.2017), Bilal Can / Kendine Bakan Edebiyat (Kitap
Haber, 16.01.2017), M. Sadi Karademir /
Kendine Bakan Edebiyat (Dergah, Mart 2017, Sayı: 325), Mavi Yeşil Dergisi İçin
Hasan Öztürk İle Görüşme (Muhammet Yalçın Azizoğlu, Fırat Gazetesi (Elazığ), 10
Ağustos 2017), Yakup Öztürk / Gündem Edebiyat (Dergâh, Şubat 2018, Sayı: 336), Hatice
Baran / Hasan Öztürk’ün “Gündem Edebiyat” Adlı Eserinde Edebiyata Panoramik Bir
Bakış (Acemi Kalemler, Ağustos 2018, Sayı:11), İlker Aslan / Gündem Yeniden Edebiyat (Arka Kapak,
Haziran 2019, Sayı: 33), Hasan Öztürk Neler Okuyor? (kitaphaber.com, 23.12.2019),
Hasan Öztürk kitapları (kidega.com, idefix.com vd., 10.02.2020), Bilgi teyidi (10.02.2020).
Türkçe Sözlük, ilk anlamlarıyla “bakmak”
sözcüğünü, “bakışı bir şey üzerine çevirmek” buna karşılık “görmek” sözcüğünü
ise “göz yardımıyla bir şeyin varlığını algılamak, seçmek” olarak tanımlıyor.
Bu iki sözcük arasındaki ayırım, bakma yetisine sahip iki gözü olan her
insanın, aynı zamanda gören olmadığına kanıttır. Ahmet Hamdi Tanpınar, bir
gününü yazdığı İstanbul’u anlatırken “Yaşamak, etrafımızdaki şeylerin şuuruna
erdikçe bir dua olur” diyor ya bu, fark edebilmek için bakmanın yalnız başına
yetmediği; aksine görmek için algının ve seçmenin, onun deyişiyle “şuuruna
erme”nin gerektiğidir. Ortega y Gasset, “Yunanlılardan beri, bilgilenmeye ve
onun etmenleriyle nesnelerine değinen tüm terimler, dilde bakmak ve görmekle
ilintili bulunan halk işi sözcüklerden alınmıştır”1 sözleriyle bu
iki sözcüğün insanın düşünce dünyasındaki önemini belirler bir bakıma. Eski
Yunan’da şiirin de bir tür “anlamlı bakış” sayıldığı bilinmeli… Bilgeliğin
temsilcisi Minerva’nın, alacakaranlıkta uçan gözcüsü “baykuş”unun kanatları
altındaki bilgi, güneş ışığının ortalığı güpegündüz aydınlattığı bir zamanın
aksine ancak “anlamlı bakışı” olan gözlerin görebileceği zor seçilen bir
zamanda saçılır ortalığa; görmeyi bilebilenler için elbette. Yaygın
söyleyişteki gibi doğal eylem “bakmak” ile kişisel bir algıyla baktığı şeyi
“görmek” aynı olsaydı toplumsal bellek, “bakarkör” sözünü bu denli
yaygınlaştırır mıydı dersiniz?
Bakılan nesnenin değerli olmasının yeterli
olmayıp da bakma biçimi (görme)nin gerekliliğine Andre Gide’in “önem bakışında
olsun, baktığın şeyde değil” sözü kanıt sayılmalı. Evrendeki varlıkların;
insanın, güneşin, denizin, yıldızların, ayın, suyun… güzelliğini görebilmek,
kişinin o güzellikleri kendi içinde yaşatmasıyla olanaklı bir bakıma. Biz,
insan olarak çevremizde/dışımızda kalanlara bakmayı bildikçe onların
güzelliklerini görecek ve yaşamayı göründüğünden daha iyi anlayabileceğiz.
Ölçü, evrenin büyüklüğü değil, onun bizim algılayabildiklerimiz kadarı olduğudur.
Bu belki de filozof Alain’in belirlediği türdeki “bakma” ölçüsüdür: “Manzaranın
gerçek zenginliği teferruatındadır. Görmek demek, teferruatı incelemek, her
yerde biraz durmak, yeniden bir bakışla bütünü birden kavramak demektir.”
Herhangi bir şeyi açık seçik görebilmemizin imkânsızlığıdır onu önemli kılan.
Çok kez “uyanıkken görülen rüya”dır günlük
yaşam ve biz çevremizde olup bitenlerin şuurunda değilizdir ne yazık ki.
Biyolojik anlamda bir sağlık sorunumuz olmadığı halde nedense kulaklarımız duymaz,
gözlerimiz de görmez olur ne çok şeyi. İnsanın yapıp ettikleri, doğal çevre ve
toplumsal yaşamdan olduğu kadar onun kendi içinden gelen nedenlere de
bağlanabilir. İnsanı her tür eyleme yönelten bu gerekçeleri somut biçimde sayıp
dökmek olanaksız. İnsanın, dışındaki dünyaya açılan pencereleri sayılabilecek
duyu organları arasında en karmaşığı ve anlamlı olanı kuşkusuz “görme”
yetisidir. Bu duyuyu etkileyen pek çok uyarıcıdan “seçme” hali durumunda
kalmak, kişiler arasındaki ayrımın önemli belirleyicilerinden biri. Tüketim
kültürünün kuşattığı dünyanın sunduğu seçilen çokluğunun, yarattığı karmaşada,
“seçim fikri kendi başına bir amaç haline geldi” diyen “seçme ikilemi” yazarı
Renata Salecl, “toplumbilimciler günümüz dünyasında ‘özgürlük zulmü’nden bahsetmeye
başladılar”2 cümlesiyle insanın bakma ve görme eylemindeki uyarıcı
sorununa dikkat çekiyor bir bakıma; bakılacak olanlar çoğaldıkça görme de
güçleşiyor doğal olarak. Günlük yaşamın kargaşasındaki “yatay” insanın,
“seçme” eyleminde gözü, estetik açı yerine kişisel ihtiyacına yetecek olana
odaklıdır; o, görmek istediğine, gerekli olana bakar yalnızca. Organizmada
uyandırdıkları farklı çağrışımlardan öte doğrudan doğruya belli hazlar ya da
acılar veren renklerin de, söylendiği gibi seslere benzer biçimde havadaki
titreşimlerden oluştuğu doğruysa kuşkusuz bu algılama, farklı “görme
biçimleri” gerektiren bir “bakış” söz yerindeyse “sanatçı bakışı” olmalıdır.3
Sanatçı, dışa açık penceresi çok olan kişidir;
onun gözlerinin açık olmasını sağlayan da sanattır kuşkusuz. Görüş alanı,
sağını solunu sınırlı bir açıyla gören normal gözden daha geniş olan sanatçı
gözü, günlük insana oranla çok daha küçük birimlerdeki uyarıcıları
algılayabilecek bir “uyarılma eşiği” sahibidir. O, edinimlerini sınırlı
fiziksel duyu organları yerine, başka insanlarda olmayan çağrışım zenginliği,
duyarlığı, algı ayrıcalığı gibi yanlarının “ani kavrayış” durumuyla
kazanmıştır. Baktığını gören sanatçıyı, göremeyenlerden ayıran, burnunun
üstünde yalnızca bir tür “merak gözlüğü” taşımasıdır. Yirmili yaşlarındayken
Sokrat’la karşılaştığında felsefeye yönelen Eflatun’un yaktığı şiirlerinden
birindeki “Sana bakmak için gökyüzü olsaydım/Göz olsaydım, onun gibi”
dizelerindeki göz gibi bakandır sanatçı; belki de Aragon’un “her şeyi unuttum içlerinde”
dediği “öyle derin” olan “Elsa’nın Gözleri”dir görmek için bakan. Bakılanın
güzel olarak değerlendirilmesinde, sanatçının gözünün payı olmasaydı insanlar
için tek bir güzellikten söz edilmesi gerekirdi elbette. Ralph Waldo
Emerson’ın cümlesiyle “Açıklanamayan bir güzellik, sebebini görebildiğimiz
güzellikten çok daha hoş”4 ise
bu hoşluğu sanatçının estetik bakışına borçluyuz kuşkusuz. Doğayla ve insanla
ilişkilerinde çoklukla etkilenen konumdaki sanatçının ürettiği sanat eseri, bir
tür tümdengelimdir bizim için; sunulan eseri algılama çabasıysa tümevarım
yolculuğunun adıdır. Novalis doğru söylüyor belki de : “cennet, bütün yeryüzüne
serpiştirilmiştir” ve “bunun için yeri bilinmez olmuştur” da bu nedenle
“dağılan parçaları bir araya toplamalı ve iskelet doldurulmalı”dır. Aşk olsun,
yeryüzüne serpiştirilen zerrecikleri gör(ebil)en göze.
Bir İnsanda İnsanlığı Görmek
“Sevgi neredeyse tanrı oradadır” ilkesiyle
yola çıkan Tolstoy, sevginin birleştirici gücünü ve insanların bu değer
çevresinde yaşamalarının gerektiğini İnsan Ne ile Yaşar’da, insanlar
arasında yaşamakla cezalandırılan bir meleğin kutsal kitaplarda benzerlerine
rastlanabilecek kıssadan hisse öyküsüyle anlatır.5 Evini, aynı
zamanda evi olan küçük bir ayakkabıcı dükkânıyla zor geçindiren Simon,
alacaklarını toparlayabilmek için evinden çıktığı bir gün eli boş geri dönerken
yol kenarında donmak üzere olan bir adam görür, önce yoluna devam eder ancak
vicdanını dinleyip geri dönerek adamı alıp evine götürür ancak karısı bu durumu
hoş karşılamaz. Fakir evlerinde misafir ettikleri garip adamın öyküsünü
dinleyince ailece şaşırır ve sonra onu kabullenirler. Mihael adlı bu yoksul
adam, gerçekte bir melektir ancak verilen emri yerine getirmediği için
cezalandırılmış, dünyaya insan olarak gönderilmiştir. Bundan böyle Simon’la
çalışmayı kabullenen Mihael, ayakkabıcılıkta kısa sürede ustalaşır. Bir süre
sonra oldukça zengin bir adam, çizme diktirmek için çok pahalı bir deriyle
dükkânlarına gelir. Çizme işini üstlenen Mihael, çizme yerine terlik dikince
Simon telaşlanır çünkü ederi ömrü boyunca sahip olamayacağı kadar paraya denk
gelen deriden terlik dikilmiş, deri ziyan edilmiştir. Bir süre sonra çizme
diktirecek adamın yardımcısı, efendisinin çizme yerine terlik istediğini
söyleyip terlikleri alır gider çünkü efendisi ölmüştür. Bir başka gün
dükkânlarına, yazlık ayakkabı diktirmek için bir kadınla ikiz kız kardeşler
gelir; kızlar, meleğin (Mihael) vaktiyle canını almadığı için cezalandırıldığı
annenin kızlarıdır. Anneleri ölen ikizleri başka bir kadının sahiplenmesi
sonucunda insanın “merhametle” yaşadığını öğrenen Mihael, öykünün sonunda
bağışlanır ve melek olur, tekrar göğe yükselir.
Romancı Tolstoy’un, merhametine yenik düşmesi
nedeniyle görevi olduğu halde yeni doğum yapan bir annenin ruhunu teslim
alamadan dönen bir meleğin, insanlarla ilgili üç şeyi öğrenmesi emriyle insan
suretine büründürülerek dünyaya gönderilişini anlattığı İnsan Ne ile Yaşar
öyküsünün Mihael’i, “insanın içinde ne barındırdığını,” “insana neyin
verilmediğini” ve “insanın ne ile yaşadığını” öğrenme sınavında Novalis’in,
“İnsanın dünyası, insanın kendisinden daha zengindir” sözünü birebir
doğrulayacak birisidir. Öykünün melek/insan kahramanı Mihael, insanların
arasına önce cinsiyet kazandırılarak somutlaştırılmış kimliğiyle gönderilmiş ve
bakılınca görünür olmuştur, insanlarla ilgili sınavının bitiminin ardından
soyut kimliğine döndürülmüş ve nasıl bakılırsa bakılsın görünmez olmuştur
yeniden. Öykünün insan/melek kişisinin çevresinde “bakmak” ve “görmek”
eylemleri, bırakınız günlük yaşamın insanını, sanatçının kavrayışını da aşan
başka bir boyut kazanmıştır. Bu nedenle öykü, Sanat Nedir? kitabının
yazarının, “hayatın anlamını ötekilerden daha açık anlayanlar”ın bakışıyla bir
tür mistik/didaktik değerlendirilmeye açıktır.
İnsan Ne ile Yaşar adlı öykü, “bakmak” ve “görmek” eylemlerinin birbirleriyle
ilintili olarak sıklıkla kullanıldığı az bulunur örnek bir metindir. Köylülerden,
alacaklarını toparlayamadan evine “eli boş” dönerken yolun kenarındaki
“beyazımsı” şeye “baktıysa” da “gördüğünü bir şeye benzeteme[yen]” Simon,
“baktığı şeyin bir insan olduğunu fark edince” şaşırır. Ne olur ne olmaz
kaygısıyla yol kenarındaki adamla ilgilenmekten çekinen Simon, adamdan
uzaklaştıktan bir süre sonra “dönüp arkasına baktığında” adamın “kendisine
bakar gibi devindiğini fark eder.” Simon, geri dönüp yanına geldiği adamın
yüzüne baktığında onun genç, yarasız beresiz ancak biraz korktuğunu görür,
adama biraz daha sokulup da bakınca onun ayılır gibi olduğunu fark eder. Başını
kaldırıp da dönüp yanına yaklaşan yolcunun yüzüne “baktığı”nda, önceki
durumunun tamamen değiştiğini, “yüzünde Tanrı’nın ilahi ışığı” olduğunu görür.
Adamın, Simon’ın kendisine ısınmasına yetecek bakışından sonra Simon da onun
“güzel yüzlü biri olduğunu gör”ür. Yol kenarında karşılaştığı yabancı bir adamı
evine götürmekten başka seçeneği kalmayan Simon, karısı Matriyona’nın burnundan
soluyacağını düşünüp üzülse de “delikanlıya bakıp da onun bakışını görünce”
sevinir. Kocasıyla birlikte evine gelen yabancı adama “bakıp” da homurdanan
kadın, oldukça sert tepki gösterirken karşısındaki yabancı adam gerçeğini
görmez bile. Matriyona, “bayramlık ağzını tam açacakken” kocasının “Tanrı’dan
hiç mi korkun yok?” sözleri üzerine yabancı delikanlıya “bak”ınca onu görmüş
olur ki hemen “yumuşa”r. Yemek getirip yabancı adamın yüzüne “baktığında”
yabancı da kadına “bakıp” “ölümün onun üstünde sözü olmadığını gör”ür.Ustası
Simon ile birlikte ayakkabıcılık işini sürdüren yabancının (Mihael),
dükkânlarına gelen varlıklı müşteri tarafından ancak bir hayli zaman sonra fark
edilmesi, çizme diktirecek “bey”in yalnızca bakmakla yetinişidir. Varlıklı
müşterinin bıraktığı pahalı deriyi ölçüp kesen Mihael’in eline bakan Matriyona,
“onun yaptığını görünce” şaşırır. Simon, kafasını kaldırıp çevresine
“bakın[ca]” kalfasının çizme yerine “bir çift terlik diktiğini fark
et[tiğinde]” şaşırır. Simon, kalfasıyla yaptığı yanlış iş için tartışırken
varlıklı müşterinin uşağı dükkânlarına girer ve efendisi için artık çizme
gerekmediğini, onun cenazesi için terlik istediğini söyleyince anlaşılır ki
dükkâna giren varlıklı müşteriye bir başka gözle “bakan” Mihael, onun
“omuzlarının üstünde” kendi arkadaşını, Azrail’i ve onda, insanın kendisi için
gerekli olanın ne olduğunu bilmediğini “görmüş”tür. Sorunsuz geçen beraberliğin
altıncı yılında çocuklardan birinin uyarısıyla pencereden dışarıya ailece
baktıklarında bir kadının iki kız çocuğuyla evlerine doğru geldiğini görürler.
Kadının, kızlarına yazlık ayakkabı isteği için kalfasına “baktığında” Simon,
kalfası Mihael’in, “gözlerini hiç ayırmadan kızlara baktığını gör”ür. Kız
çocuklara ayakkabı siparişi veren kadın, onların doğar doğmaz yetim
kaldıklarını ve kendisinin onların anneleri olmadığına dair acıklı öykülerini
anlatırken Mihael kalfanın çalıştığı yerde “çakan bir şimşek aydınlanır gibi
ol”ur ve onlar da “ona baktıklarında, elleri dizlerinde, gözleri tavana
çevrili, gülümseyen yüzüyle gör”ürler. Kadın, yanındaki iki kızı alıp çıkınca
evdekiler, ayrılmak için helallik isteyen Mihael’in, “üzerinde bir ışığın parıldadığını
gör”ürler. Olup biteni ve kendi macerasını anlatan Mihael (melek), üstündeki
elbiselerinden soyunup, bedeni de “insanın gözünün dayanamayacağı bir ışıkla”
kuşatıldıktan ve gökyüzüne yükseldikten sonra gözlerini açan Simon, dükkân ve
aynı zamanda ev olarak kullandığı barakasının “eskisi gibi” olduğunu görür.
Gökteki Yıldızlardan Önce Yerdeki Çiçekler
İnsan ve Tabiatbaşlıklı yazısında Nurullah
Ataç, “ Gençliğimde sevmezdim tabiatı. Daha doğrusu insana göre tabiatı
küçümsemekte tatlı bir duygu bulurdum. Ne ararsak kendi içimizdedir sanır,
neyi beğenirsek onu da elbette insanoğluna borçluyuzdur derdim” hayıflanmasıyla
insanın ancak zamanı gelince etrafındakilerin bir tür şuuruna erebildiğini
söylüyor: “Bir gün geliyor, tabiatla insanın bir olduğunu anlıyoruz.
Gençliğimizde gerek kendi düşündüğümüz gerek başkalarından öğrenip
hoşlandığımız ayrılıkların gerçek olmadığını görüveriyoruz.” Varlığını doğaya
yakınlaştıran insanın tersine, modern dünyanın insanının mutsuzluğunda doğadan
uzaklaşmasının payı büyük kuşkusuz; teknoloji ile doğanın zıtlaşmasıdır belki
de modern dünyada yaşanan gerginlik. Emerson, “uygar insan” hakkında; “Cenevre
yapımı iyi bir saati var ancak güneşe bakarak saati söyleme becerisini
kaybetti” diyor ya tam da oradayız anlaşılan. Behçet Necatigil’in Yıldızlara
Bakmak6 adlı radyo oyunu, insanın doğayı görmesine doğayı
yorumlayan manzara resimlerinin neden olduğu tezini doğrulayacak bir metin.
Gecenin bir saatinde “yıldızlara bakmak” için kiraladığı arabayla rasathaneye
giden adam, Ziya Paşa’nın, “Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim/Gaflet ile
görmez kuyuyu rehg üzerinde” dizelerindeki “turfa müneccim” benzeridir; yolunun
üzerindeki “kuyu” değil de “çiçek” olsa dahi. Mahallesinin, sokak aralarında
her gün top oynayan ama ressamın tablosunda kendi mahallelerini görünce “bu bizim
mahalle mi” diye şaşıran çocukları gibi bugünün modern insanı. Doğadaki
manzaranın görülmek için sanat eserlerine çok şey borçlu olduğunu belirten Suut
Kemal Yetkin, “doğa ve sanat” ilişkisi için önemli bir ayrıntıyı ekliyor:
“Dağlar güzelleşmek için nasıl Rousseau’yu beklediyse, balta girmemiş ormanlar
ve denizler de Chateaubriand’ı, göller Lamartine’i, rüzgâr Shelley’i bekledi.”7Rasathaneye
giden yolcunun bakışıyla gözlenmekten hoşlanmıyor, görülmeyi bekliyor doğa,
kendisine arkadaş, tutkun deliler istiyor o, Gülen Ada (Halikarnas
Balıkçısı) öyküsünde olduğu gibi.
Çevremizde olup bitenlerle nesneleri
görme/fark etme bilincinin işlendiği Yıldızlara Bakmak; yolcu, arabacı
ve gözlemevi müdürü üçlüsünün oluşturduğu bir oyun. Günlük yaşamın karmaşasına
kapılan insanın adına, çevresindeki varlıkları görmediği gibi gökteki
yıldızların varlığını da unutan adam, “yıldızlara baktın mı” diye “yayılan,
duman duman yaklaşan, sonra eriyip dağılan” bir ses duyar içinden. Nereden
geldiği belli olmayan bu sesin etkisi altında kalan adam, tedirgin olur,
korkar. Sesin, kendisine yüklediği sorumluluktan bir an önce kurtulup
yıldızlara bakmak amacıyla bir fayton kiralayıp rasathaneye gitmeye karar verir.
Rasathaneye gidip yıldızlara bakmayı kendisi için varlık- yokluk sorununa
dönüştüren adam, gece yolculuğunda yolunun “gündüz gibi aydınlık” olmasının
“yıldız ışığından” kaynaklandığını kestirmeyince arabacıya, “gökte yıldız var
demek” der. Gözlemevi müdürü, gökteki yıldızları “hemen şimdi görmek
istiyorum” diyen adama, “yıldızlar rasathaneden görülmez” uyarısıyla ondan,
baktıklarını görmesini ister, gecenin geç saatlerinde sokaklar için “bütün
ışıklar sönmüştü” diyen adama, “uyku tutmayan hastaların, âşıkların lambaları
söner mi hiç?” paylamasıyla “bakmak” ile “görmek” ayırımını hissettirir. Çok
şeyi gördüğünü, gözlerinin sağlam olduğunu söyleyip ancak “yıldızlara bakıyorum,
onları görmüyorum” diye göz doktoruna bile gitmiş adam “teleskop” yardımıyla bu
sorunu çözeceğini sanır oysa onun asıl sorunu “duymak için bakmamış” olmasıdır.
Sofokles, kendisinden sonraki pek çok sanatçıya esin kaynağı olmuş Antigone
adlı oyununda bedensel/biyolojik körlüğüne karşın “görebilen” rahip Teiresias
ve bedensel körlüğü olmadığı halde “göremeyen” kral Oidipus çelişkisiyle
sorunun eskiliğini gösterir bize. Yıldızlar için rasathaneye giden adam,
çiçeklere bakması istense “botanik enstitüsüne” gidebileceğini söyleyince
arabacının, “parklar, bahçeler varken” uyarısı, adamın “görmek” yetisizliğini
vurgular. Yaşamı boyunca geçim kaygıları nedeniyle sürekli “önüne” bakmış adam,
gözlemevi müdürünün deyişiyle “başka şeyleri ya hiç görmez, ya da pek
üstünkörü görür” onunkisi, amaç olan “görmek” değil de araç olan “bakmak”tır aslında.
Israrla, “bakıyorum ama göremiyorum” diyen adam, dilimizdeki “bakarkör”
tipinin somut örneğidir; gözlemevi müdürünün, “teleskopunuz vardı, bakmasını
bilmediniz” ve “bakmaya bakmaya gözleriniz görmez oldu” uyarısı,
çevresindekilerin farkında olmamak bakarkörlüğüdür. Gecenin bir yarısında
gözlemevine gelip de müdürün sözleriyle irkilen adam, yol arkadaşı
Sıddhartha’dan ders dinleyen Govinda’dır: “Aramak bir ereği olmak demektir,
oysa bulmak özgür olmak, almaya açık olmak, ereği olmamak demektir. Sen, ey
değerli kişi, gerçekten bir arayıcısın belki, çünkü ereğine doğru güçlüklerle
ilerlerken gözünün önünde duran birçok şeyi görmüyorsun.” Aşk için “vakti
olmamış” bir insan, “aylı gecelerde bir ağaç altında hiç oturmamışsa,
samanyollarından gökyüzü kırlarına hiç tırmanmamışsa, kayan yıldızlara karşı
bir dilekte bulunmamışsa, arada bir olsun başını göklere kaldırmamışsa” eğer,
“teleskoplarla bakmış” olsa dahi “ne görebilir ki.” Gözlemevi müdürü, “görme”
işinin “doktor işi değil yaşamak işi” olduğunu söyler ona, “görmüyorsunuz ki
gösteresiniz” diyerek de paylar adamı. Arabacı da “çiçekleri gördünüz mü,
gökyüzüne bakmadan yıldızları da görürsünüz” sözleriyle, şairin (T. Uyar)
“durma göğe bakalım” dizesiyle ders verir zamanla yarışan adama. Çok kez, zamanının
daraldığından yakınan adam, ömrünün sonlarına doğru kaybettiği güzelliklerin
peşine düşerse de geç kalmıştır artık.
Yıldızlara bakmak, yolun sonuna gelip
yaşamanın anlamını yitirdiğimizi akledince gökyüzüne bakmak, içinde
bulunduğumuzdan daha umutlu, aydınlık bir dünya arayışına yönelme çabasıdır.
Ne var ki göğün altı da yüzü gibidir gerçekte. Gökyüzündeki yıldızlar gibi
yeryüzünün insanları; ışıl ışıl, küme küme… Güneşin yokluğunda parlıyor
yıldızlar ve birbirlerini aydınlatıyor, birbirlerinin tek tek görünmelerini
kolaylaştırıyor yıldızlar; yıldızın yıldıza gereksinimi gibi insanın, varlığını
sürdürmek için hemcinslerine duyduğu ihtiyaç. Gökyüzündeki her bir yıldız,
ışığının parlaklığı ölçüsünde görünür gecede ve biz arada bir başımızı göğe
kaldırır, kalabalık yıldız kümesi içinde bir yıldıza odaklanır, bir “dilek”
tutarız. Bakmamış olsaydık gökyüzüne ve görmemiş olsaydık onca yıldız arasında
onu, ne anlamı kalırdı “kutup yıldızı” olmanın bir yıldız için. Göğün altında,
yeryüzünde ışığıyla kendini ve çevresini aydınlatan insan kümesi içinde, kim
bilir ne çok “kutup yıldızı” var, tek tek bakılmayı ve iç gözle görülmeyi
bekleyen.
Ezberletilen, rutin bir hayatı yaşar gibiyiz;
kendimizin de çevremizin de farkında değiliz. Yaşamış olmak için yaşamak,
bakmış olmak için bakıp geçiveriyoruz öylesine insanlara, çevreye. Simyacı
romanının, kaşıktaki zeytinyağını dökmemek için kralın sarayındaki zenginliği
görmeden görevini yapan delikanlısı gibiyiz. Oysa “mutluluğun gizi dünyanın
bütün harikalarını görmek” ise kaşıktaki yağdan vazgeçmeyi de göze
alabilmeliyiz bazen. Çok şeyin öğretildiği bu hayatta nedense bakmayı
öğretmiyorlar ve baktığımızı görmeyi göstermiyorlar bize. Sıddhartha gibi
“geceleyin gökyüzünde yıldızları, mavilikler içinde bir kayık gibi yüzen orak
biçimli ayı, ağaçları, yıldızları, hayvanları, bulutları, gökkuşağını,
kayaları, ayrık otlarını, çiçekleri, çayları, akarsuları, sabahları çalıların
üstünde parıldayan çiğleri, mor, soluk, uzak, yüksek dağları” görmek için
“dünya kitabını” okurken “harfleri, imgeleri küçümsemeye” kalkışmamak
gerekiyor anlaşılan. Görmek için bakmayı bilmeli insan elbette; baktığını
görmeli, gördüğünü duymalı, duyduğunu/hissettiğini de başkalarına
gösterebilmelidir. Gösterme bir dil sorunu bu anlamada; ister sözlü isterse de
yazılı olsun. Bir mimarla bir yazarın tartışmalarından oluşan kitabın, yazar
konuşmacısı Philippe Sollers, “yazdıkça daha iyi görebiliyorum” diyor ve
ekliyor: “Çok az insan görebilir. Tuhaf belki ama öyle.”8 Çünkü ona
göre, ortak ve öğrenilmiş bellek olan dil, “her bireyin mekâna ve görünür olana
bakışı, kendine özgü belleğinden, duygusal deneyimizden kaynaklanıyor”
oluşunda önemli etkendir. Bizim sözcüklerimiz, sözlerimiz var ancak, seçme
özgürlüğünün zulmü altında görme bozukluğumuz, gösterme dilimizi de
tutuklaştırıyor. Gözlemevi müdürü, “görmüyorsunuz ki gösteresiniz”
paylamasıyla telaşlı yolcudan başkalarına da duyurmak istiyor sesini kuşkusuz.
Emerson’un deyişiyle, “kaynağına yakın
fabrikaların suyunu kuruttuğu bir nehrin aşağısındaki değirmenciler gibiyiz”
bugün ve “ yukarıdaki insanların su bentlerini yükselttiklerini kuruyoruz
kafamızda.” Yıldızları görebilmek için gözlemevine, çiçekler ve ağaçlar için
de botanik parklarına, hayvanların varlığını bilmek için hayvanat bahçelerine
turistik geziler düzenliyoruz; bütün buraların bir tür kurmaca, yapay mekânlar
olduğunu bilerek elbette. İnsanı görmek için de etnografya müzelerine
gidileceğe benziyor bundan böyle. İnsanların, müzede değil de nefesi nefesimize
değecek denli yakınımızda olduğunu bilmek gibi yıldızların gözlemevi yerine
gökte, çiçeklerinse botanik parkında değil doğada olacağını anlamak. “Görmek,
bir sürü tehlikeyi göze almak demektir.”(Kadın ve Kedi) diyen Necatigil,
Yıldızlara Bakmak yolculuğunda doğal bir edinim olan “bakmak” eyleminin
bir“araç” olup insanın kişisel çabasıyla bir tür öğrenmeye dönüştürdüğü
“görmek” işininse bedel ödenmesi gerekecek “amaç” olduğunu hissettirir bize.
“Bir Kızın Mektubundan”9 öyküsünde Rilke’nin, “ne kadar çok nesneye
bakarsak, karşılığında o kadar şahane bakışlara kavuşuruz, çünkü her bakış bir
öncekinden daha görkemlidir” önermesinden esinle bakışlarımızı nesnelere çevirip
güneşe ve iyi kalpli insanlara yöneltip de bakışlarımızı “yeniden bakışlarla
doldurabilecek” miyiz dersiniz. Edebiyat metinleri, “yeni bakışlar” için her
birimize kılavuzluk edebilir pekâlâ.
1- Ortega y Gasset, İnsan ve Herkes, çev.
N.Gül Işık (İstanbul: Metis Yay., 2011), 75
2- Reneta Salecl, Kaygı Üzerine, çev.
B.Engin Aksoy (İstanbul: Metis Yay., 2013), 59
3- “Yatay” ve “dikey” ayırımında sanatçı
algısı için bkz. Nihan Kaya, Yazma Cesareti, (İstanbul: Ayrıntı Yay.,
2013)
4- Ralph Waldo Emerson, İnsanın Görkemi, çev.
F.C.Dansuk-P.Öztamur (İstanbul: Okuyan Us Yay., 2013), 113
5- Tolstoy, İnsan Ne ile Yaşar, çev. E. Murat
Cengiz (İstanbul: Oda Yay., 2009)
6- Behçet Necatigil, Radyo Oyunları 1
Bütün Eserleri 7, içinde, (İstanbul: Cem Yay., 1984)
7- Suut Kemal Yetkin, Estetik ve Ana
Sorunları, (İstanbul: İnkılâp ve Aka Yay., 1979), 63
8- Christian de Portzampare-Philippe Sollers, Görmek
ve Yazmak, çev. Cem İleri (İstanbul: YKY, 2010), 33
9- Rainer Maria Rilke, “Bir Kızın
Mektubundan,” Kalem ve Kılıç, çev. Kamuran Şipal (İstanbul: Say Yay.,
2003)
Dergâh, Temmuz
2014, Sayı:293
“Karısını, kızını satan mutsuzun suçu,
kalemini satan yazarın suçu
yanında devede kulak kalır.”
Sabahattin Eyuboğlu
Tartışmanın kaynağındaki şiir
Divan edebiyatı, Orta Asya
coğrafyasından değişik nedenlerle ayrılıp Anadolu’ya yerleşen Türklerin, bu
yeni coğrafyada XIII. yüzyıldan itibaren yeni bir dinin ve iki ayı edebiyatın
etkisinde geliştirip XIX. yüzyıl ortalarına dek sürdürdükleri edebiyatın
adıdır. Şairlerin, şiirlerini topladığı kitap olan “divan” sözcüğünden adını
alan şiir ağırlıklı bu yeni edebiyat, etkisinde kaldığı din nedeniyle “İslami
Türk Edebiyatı”; devletin merkeziyle yakınlığından ötürü “Saray Edebiyatı”;
seçkin bir okur/yazar kitlesiyle ilgili oluşuyla “Yüksek Zümre Edebiyatı”,
belli bir coğrafyayı dışarıda bırakması nedeniyle çoklukla yetersiz bir
adlandırma sayılsa da “Osmanlı Edebiyatı” ve oldukça uzun bir zaman canlı
kalışıyla “Klasik Türk Edebiyatı” gibi adlarla da bilinmektedir. Kendi iç kurallarını
zamanla bir tür geleneğe dönüştüren bu edebiyatın, İslam dininin temel
kaynakları yanında bir hayli zengin coğrafyaya yayılan peygamber kıssaları,
evliya menkıbeleri ve İran mitolojisi türünden başka kaynakları da vardır.
Şiiri; aruz ölçüsü, beyit birimi ve tamamına yakını Arap edebiyatından alınan
nazım şekilleriyle kurulu Divan edebiyatı, lirik söyleyişine uygun “gazel”
türünü yaygınlıkla kullanmasıyla bir tür “gazel edebiyatı” görünümündedir.
Gazel ve onun dışındaki kaside, mesnevi, rubai, şarkı, murabba vb. yaygın nazım
şekilleri yanında; Divan edebiyatının, içerikteki farklılığına karşın anlatım
diliyle şiiri çağrıştıran nesir yazıları da önemsenmelidir elbette. Başlangıç
yüzyılında dil, anlatım ve vezin zorluklarıyla Hoca Dehhani, Sultan Veled, Ahmet
Fakıh, Şeyyad Hamza gibi isimlerle yola çıkan Divan edebiyatı, sonraki
yüzyıllarda Ahmedî, Kadı Burhaneddin, Necatî, Ahmet Paşa, Ali Şir Nevaî, Şeyhî,
Bakî, Fuzulî, Nef’i, Nabî, Neşatî, Nedim ve Şeyh Galip gibi usta şairlerle şiir
dilini güçlendirip zenginleştirmiştir. Divan şiirinin, sözdeki seçicilik ve
tasarruf özenine söz sanatlarının da eklenmesiyle bu edebiyatın şiiri, “mazmun”
terimiyle örülen “gizli dil” öncelikli söz ustalığını önemsemiştir. Osmanlının,
devletiyle yan yana yürüyen ve aynı zamanda güçlenen şiiri, devletinin
güçsüzlüğüne koşut bir çizgiyle gücünü kaybeder. Divan şairlerinin, “şiirin ne’liği”
bağlamında birbirlerine yönelttikleri “nitelik/popülerlik” sataşmalarını bir
yana bırakırsak XIX. yüzyılın ortalarına dek ciddi sayılabilecek bir
eleştiriyle karşılaşmayan Divan şiiri, yüzyılın ortalarındaki uygarlık
değişiminin etkisiyle Batı’ya, dolayısıyla onun edebiyatına yönelen yeni bir
kuşağın zihniyet ve estetik algısıyla eleştirilir. Eşiğinden içeri adım atılan
uygarlığın belirleyeceği kültür, siyaset ve toplum projesini yansıtması
beklenen “yeni” bir edebiyat ortamında Divan edebiyatı, bundan böyle “eski”
olacaktır artık.1
Divan
edebiyatı, yeni bir uygarlığın oldukça uzun süren yerleş(tiril)me aşamasında
bir bütün olarak hedef seçilmişse de yeni karşısındaki eksiklikleri
belirginleştirilerek tek tek eleştirilir. Eleştiri oklarının yöneltildiği
hedefler somutlaştırılmıştır: Divan edebiyatı seçkinlere yönelik halktan uzak
bir edebiyattır. Sosyal hayattan kopuk olan Divan edebiyatı içeriği, dili ve
şiir estetiği yönüyle millî olmayan taklitçi bir edebiyattır. Gerçek hayata
ilgisiz kalan Divan edebiyatı, hayal dünyası dar olan ve samimi olmayan bir
edebiyattır. Mazmunlarla bir hayli kapalı, söz sanatlarıyla da anlaşılmaz
duruma gelen Divan edebiyatı, kuralcı bir edebiyattır. Nerdeyse dinî öğretiye
dönüşen bu edebiyat, iktidara yakınlığıyla bir tür “caize” edebiyatına
dönüşmüştür… Eleştiriler, uzadıkça uzar.2 Tanzimat döneminde Divan
edebiyatının özellikle şiirine yönelik eleştirilerin öncü isimlerinin,
eleştirdikleri bu edebiyatın kültürüyle yetişmiş olmaları ve dolayısıyla bu
eski edebiyatı iyi biliyor olmaları göz ardı edilmemesi gereken bir noktadır.3
Bu, içerden gelme durumuyla eleştirinin edebî/estetik kaygıdan çok,
ortam/siyaset kaygılı olduğu anlayışı giderek yaygınlık kazanmıştır. Gerek
Tanzimat döneminde gerekse onun devamında ve özellikle Cumhuriyet döneminde
Divan şiirine yönelen eleştiriler, yönetici seçkinlerin yeni uygarlık
projelerini halkın seçimlerine dönüştürme amacıyla giriştikleri dönüştürme
çabasının edebiyat alanına yansımasıdır. Eleştirel söylemleriyle farklı
zamanlarda öne çıkan önemli isimlerin, akışına kapıldıkları ortamın havasından
kurtulduklarındaki özgür değerlendirmeleriyle önceki söylemlerini aşırı
bulmaları, yaptıklarının bir bakıma “durumdan vazife çıkarmak” olduğunu
gösterir. Eskinin/geleneğin sorgulanmasına yönelik kişisel eleştiriler, zamanla
bir dönem/kuşak algısına dönüşmüş; Tanzimat, Divan şiirini, Servet-i Fünun,
Tanzimat’ı ve Divan şiirini, Milli Edebiyat hareketi, Servet-i Fünun’u,
Cumhuriyet ise öncellikle Divan şiiri olmak üzere kendisinden öncekileri
eleştirmekle başlamıştır. Her ne olursa olsun toplumsal yaşayışta “eski”,
“yeni” karşısındaki gücünü giderek kaybetmektedir ve edebiyat da bu süreçten kendine
düşen payı alacaktır. Tanzimat’tan Servet-i Fünun’a ve oradan da Cumhuriyet
dönemine uzanan çizgide Namık Kemal’in başlattığı eleştiri halkasının yeni
katılımcılarla genişleyip Divan şiirini hayatın dışına çıkarma çabasına
karşılık, Divan şiiri de “gelenek” adıyla yararlanılması gereken bir hazineye
dönüşmüştür. Divan şiiri eleştirildiği, dışlandığı kadar önemsemiştir de.4
Şiirini kuracak her kuşağın, öncelikle Divan şiiriyle “hesaplaşma” yolunu
seçmesi, zamanla şiirimizin bir geleneğine dönüşecektir.
Tanzimat sonrası Cumhuriyet öncesi
Divan
şiirine yönelik ciddi ilk eleştirinin Namık Kemal’in 1866’da Tasvir-i Efkâr
gazetesinde yayımlanan “Lisân-ı Osmânî’nin Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı
Şâmildir”5 başlıklı makalesi olduğu ve bu makalenin sonraki
eleştirilere öncülük ettiğinde edebiyat çevreleri söz birliği etmiştir dense
yeridir.6 Yeni bir edebiyat anlayışını yerleştirmek kaygısıyla “eski
edebiyat telakkisine düşman olmuş, onu yıkmak için her vesileden istifade ”7
ederek Divan şiirine yönelik eleştirilerinin şiddetini her fırsatta
artıran Namık Kemal, eski şiiri; gerçeklikten ve halktan uzak kalması, hayalci
ve abartılı oluşu, karamsar ve taklitçi oluşu gibi nedenlerle eleştirmiştir.
Namık Kemal Antolojisi adlı kitabının sonuna “Namık Kemal ve Şiirde Yenilik”
başlıklı bir bölüm ekleyen Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre “eski şiirin havasında
yetişen” bir şair olan Namık Kemal, “eski şiire tevcih ettiği ithamlar da çok
defa sathî” kalmışken “hiçbir zaman garp şiirinin hususiyetlerini, lezzetini,
tabiat ve hayat karşısında bizimkinden çok başka olan durumunu tatmış ve
anlamış görünmez” olmasına karşın “fikirleri namına mahkûm ettiği eski zevke,
eski söyleyiş tarzına, bütün değişme arzularına rağmen bağlı kalmış”8
bir idealisttir. Divan şiirine yönelik eleştirilerini Mukaddime-i
Celal(1888)’de sürdüren Namık Kemal, hazırladığı üç ciltlik Harabat
antolojisiyle davaya ihanet ettiğini düşündüğü Ziya Paşa üzerinden Tahrib-i
Harabat(1886) ve Takib(1886) kitaplarıyla eskiye yönelik eleştirilerinin dozunu
artırmış, “bu hücumu haksızlığa kadar götür” müştür.9 Namık
Kemal’in, Hintli bir yazardan çevirdiği Bahar-i Dâniş(1886) hikâyesine yazdığı
“önsöz”, İran şiirinin Divan şiiri üzerindeki olumsuz etkilerini göstermesiyle
eskiye yönelik dolaylı bir eleştiridir. Oysa aynı Namık Kemal, bu sert
eleştirilerinden bir süre sonra Recaizâde Mahmut Ekrem’e yazdığı mektupta
okuduğu divanlara hayranlığını belirtmekle kalmayıp saldırılarının, “Tarz-ı
kadimi yıkmak için kudema-yı şuarâyı devirmek lüzumu”ndan kaynaklandığını
belirtecektir.10 Hürriyet gazetesinde yayımlanan “Şiir ve
İnşa”(1868) makalesinde, bizim şiirimizin; “…hani şairlerin namevzun diye
beğenmedikleri avam şarkıları ve taşralarda ve çöğür şairleri arasında deyiş ve
üçleme ve kayabaşı tabir olunan…” şiirler olduğunu, buna karşılık Necati, Baki
ve Nef’î divanlarındaki kaside, gazel, kıta ve mesneviler olmadığını söyleyerek
eski şiiri eleştiren Ziya Paşa, bir süre sonra Türk, Arap, Fars ve Çağatay
edebiyatlarından seçtiği örnek metinlerle hazırladığı Harabat(1874)
antolojisiyle içinde yetiştiği Divan şiiri geleneğine döner.
Tanzimat
döneminin ikinci edebiyat kuşağında ve Servet-i Fünun döneminde Divan şiirine
yönelik eleştiriler, öncekilere oranla daha çok şiir/estetik bağlamında ve eski
hararetini kaybetmiş biçimiyle devam eder.
Tanpınar’ın belirlemesiyle “eski ile yeni arasında” kalan Muallim Naci,
yeniye açık bir şair olmasına karşın her nasılsa çevresine toplanan “eski”
sevdalılarının arasında kalmış ve böylece de Talim-i Edebiyat kitabıyla yeninin
temellerini kuran Recaizade Mahmut Ekrem karşısında eskiyi savunmak durumunda
kalmıştır. Namık Kemal’in, “takriz” yazısında “Halik-i levh ü kalem say’ini
meşkür etsin” cümlesiyle övdüğü Talim-i Edebiyat, cılız birkaç eleştiriye
karşılık dönemin edebiyatçılarının takdirini kazanmıştır. Tercüman-ı Hakikat gazetesi yazarı Muallim
Naci, dönemin genç şairlerinden birisinin, “abes/muktebes” tartışmalarına neden
olacak şiirinin, Malumat dergisinde eleştirilmesiyle başlayıp Recaizade Ekrem
ile “Zemzeme-Demdeme” adlı kitaplarla anılacak eski yeni tartışmalarına, eski
safında girişir. Yüzyılın sonlarına doğru Batılı şairleri, şair gözüyle okuyup
Divan şiirinden yalnızca aruz ölçüsünü almakla yeni bir şiir dili oluşturan
Servet-i Fünun, değil Divan şiirini, yeni sayılan Tanzimat’ı da çok yetersiz
bulacak ve her ikisini de eleştirecektir. Şiirde estetik kaygıyı öne çıkarmaya
çaba gösteren Servet-i Fünun şairleri, “Divan şiirinden ancak kendilerinin
şiirde yaptıkları yenilikler söz konusu olduğu zaman”11 söz etmiş,
bu dönem şiirinin eksikliklerini kendi zamanlarıyla ilgili görmüşlerdir. Aruz
vezninin, sıklıkla eleştirilmekle birlikte terk edil(e)mediği Servet-i Fünun
döneminde Divan şiirine yönelik eleştiriler, Ahmet Reşit Rey’in, İran şiirinin
taklit edildiğini ve mazmunlara bağlanıp yalnızca sanat gösterisinin öne
çıkmasının yanlışlığını vurgulayan yazılarıdır. Aynı dönemde İsmail Safa da
Divan şiirini, modası geçmiş benzetmeleri kullanmış olmakla eleştirir: “Bir
mısrada zülf ve gamze-i yârdan bahsedilince diğerinde mutlaka mârdan, bîmârdan
dem vurmak tarz-ı inşâdını tercih edenlerin sermaye-yi nazm ittihaz eyledikleri
teşbihat ve mezâmin, arz ve semâyı lebriz-i füyüzât eden mu’cizat-ı kudretten
daha vâsi bir zemin mi teşkil eder? Binlerce Rum ve İran şuarasının asırlardan
beri milyonlarca beyitlerde kullandıkları mazmunlar, teşbihler ile mi lisân-i
şiirimiz daha ziyade tekemmül eder?”12 Divan şiirinin, tasavvufun
çemberinin dışına çıkamadığından gelişemediğini belirten Ali Ekrem’e göre
“zâkirlik başka şairlik başka” bir şeydir.13
Cumhuriyet ve sonrası
Cumhuriyet dönemi şiiri, Divan şiiri
geleneğiyle yetişen iki önemli isim Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in etkisiyle
yola çıkmış bir görüntüdedir. Durum böyle olsa da her yeninin kendi geleneğini
oluşturması, kendisinden öncekini yıkmakla başladığından Cumhuriyet kuşağı da
beklenen darbeyi yapmakta gecikmemiştir. Cumhuriyet yönetiminin siyaset,
eğitim, sanat, edebiyat, kıyafet, basın-yayın, günlük yaşam vb. alanlardaki
topyekûn değiştirme/dönüştürme hamlesi, gelecekteki “çağdaşlaşma” umudu adına
geçmişteki “gelenek” imgesinin silinmesi, yerine yenisinin icadı ve olan her
şeyin kontrol altına alınması çabasıdır.14 Eski ile bağlarını
keserek yeni bir ulus yaratma projesini benimseyen resmi ideolojinin, eskinin
kültür kodlarını simgeleyen gelenek değerlerinin somut olarak yansıdığı müzik
ve edebiyatla işe başlaması öncelikli bir çabadır. Tanzimat dönemi
edebiyatçılarının, edebiyat sorunu olarak görüp bir hayli hırpaladıkları Divan
edebiyatı, bundan böyle devlet meselesidir.15 Cumhuriyet döneminde
Divan şiirinin/eskinin aktif savunucularının kalmamış olması yetmez
anlayışıyla, yetiştirilecek yeni kuşağın, dili ve dünya görüşü ulusal kimliğe
bir hayli uzak duran Divan şiiriyle yakınlaşmaması için dönemin edebiyatçıları
ve eğitim programlarına önemli görevler yüklenmiştir. Erken Cumhuriyet
döneminin, arı Türkçe ve hece ölçüsü özlemiyle Orta Asya vurgulu milliyetçi
söyleminde Ziya Gökalp ve Fuat Köprülü’nün aruz veznini, dolayısıyla Divan
şiirini gündem dışına çıkarma çabalarının önemli payı vardır. Divan şiiriyle
ilgili önemli çalışmalarıyla bilinen Mehmet Kalpaklı, “Tanzimat dönemi ve
arkasından gelen modernleşme devrinde geleneksel Osmanlı şiiri modernleşmeye
karşı olanı simgeliyor”16 olduğundan hareketle, Cumhuriyet
ideolojisinin, silinmesi gereken gelenek olan “öteki” üzerine yoğunlaştığını
belirtir.17 Ziya Gökalp ve Köprülü’nün altyapı çalışmalarıyla18
gerçekleşen “Dil inkılâbının aynı zamanda sözü edilmeyen bir edebiyat inkılâbı
olduğundan” yola çıkan Orhan Tekelioğlu, “Edebiyatta Tekil Bir Ulusal Kanonun
Oluşmasının İmkânsızlığı Üzerine Notlar” başlıklı, Ziya Gökalp ve Fuat
Köprülü’nün etkilerini de gösteren dikkate değer makalesinde dil
tartışmalarının -M. Kalpaklı’nın adlandırmasında olduğu gibi- “biz” ve “öteki”
anlayışıyla sürdürüldüğe işaret eder.19 Cumhuriyet döneminin
edebiyatında aruz saf dışı edilmiş ancak devrimlerin yerleşmesine engel sayılan
geleneğin sembolü Divan şiirine yönelik sert eleştiriler uzun süre devam
etmiştir. Tanzimat edebiyatçılarını andırır
uygulamayla Cumhuriyet edebiyatının pek çok ismi de “dönemin havasına uyarak”
hem iyi bildikleri hem de önemsedikleri Divan şiirine yönelik birbirini
tutmayan eleştiriler yöneltmiştir. Bu bağlamda pek çok isim arasında Nurullah
Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabahattin Eyuboğlu ve Abdülbaki Gölpınarlı öne
çıkarılması gerekenlerdir. Divan şiirine karşı, geleneğin reddi kapsamında
eleştiriler sürerken aynı zamanda Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’in açtığı yolda;
Tanpınar’ın, Divan şiirini yeni nesillerin sevmeye başlamalarından duyduğu
sevinci “onu sevmek ve anlamak, gelecek zaman için beklenilen bir rönesansın
ilk müjdesidir”20 sözlerine uygun biçimde gelenekten modern şiirde
yararlanıldığı da açıktır. Bu “müjedeli” yolda; Behçet
Necatigil, Asaf Halet Çelebi, Mehmet Çınarlı, Attila İlhan, Sezai Karakoç ve
Hilmi Yavuz, listeyi kabartmamak için öncelikle söylenmesi gereken birkaç
isimdir.
Cumhuriyet döneminde Divan şiiri
hem devletin hem de bir şekilde sözcülük görevi üstlenen edebiyatçıların
gündemindedir. Yakup Kadri’ye göre “…klasik Türk edebiyatı, Türk tarihinin
Osman’dan başlayıp Vahdettin’de bitişi gibi Âşık Paşa’dan başlayıp Fikret’e
kadar gelen yahut Galip Dede’de son nefesini vermiş Divan Edebiyatı değil Velet
Sultan ve Yunus Emre’den beri devam etmekte olan Milli edebiyatımızdır.”21
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “eski şiirimizden çok iyi anlardı” dediği İsmail Habib
Sevük, liseler için hazırladığı ders kitabında, “Bütün Divan edebiyatında
dalkavukluk aruz şekline bürünmüş bir zillet, şiir yalanla beraber giden bir
ikiz, şair iktidar mevkiine karşı tekâpuyu mubah ve hatta mecburi telâkki eden
bir acizdi.”22 cümlesiyle, iyi anladığı bu edebiyatı eleştirir.
Romancı Peyami Safa, alfabe değişikliğinden sonra, “divan edebiyatının el
yazmalarını okuyabilmek için gençlere Latin harflerinin yanı sıra Arap
harflerinin de öğretilmesi gerektiğini ileri süren”23 bir isimdir
ancak aynı Peyami Safa’ya göre “bizde bütün divan eşya arasında istiari
nisbetler arayan bir hayal edebiyatıdır” ve “Türk edebiyatı hemen bütün
tarihinde halkın işkembe-i kübra diye tercüme ettiği muhayyele mahsulü bir
edebiyat halinde kaldı”24 Tanpınar’ın, “neslimizden hiç kimse eski
şiiri onun kadar tanıyıp sevmedi.” dediği Nurullah Ataç, 29 Haziran 1953
tarihli “günce”sine, “Alaturka çalgıdan
soğuduğum gibi, onun kalkmasını, unutulmasını istediğim gibi bütün divanların
da kapatılmasını unutulmasını istiyorum. Onlar ortada durdukça biz onların şu
iyiliği var, bu güzelliği var dedikçe kafa devrimi gerçekleşmiyecek, Doğulu
olmaktan büsbütün çıkamıyacağız. Bunun için bugünün gençleri dinlememelidir
bizi. Biz, duygularımıza kapılarak, birtakım güzellikler buluruz o eski
şeylerde. Bugünün gençleri uymasınlar bize, bizim Fuzuli’yi sevip övmemizi
doğru bulmasınlar, biz o gazelleri okurken gülsünler bize, alay etsinler
bizimle. Bilsinler ki onlara kapılırlarsa zehirlerler kendilerini.”25
cümlelerini yazmaktan geri durmamıştır. Yine aynı Ataç, Söyleşiler(1964)’inde Divan şiirinin
hararetli savunucusudur: “Divan şairlerimizin İran’dan örnek aldıklarını, saz
şairlerimizin ise yerli kaldıklarını, tamamiyle bizim olduklarını söyleyenlere
bakmayın, ne dediklerini pek bilmezler; belki de işlerine öyle geldiği için
bile bile yalan söylüyorlardır. (…) Yüzyıllar boyunca bu ülkenin aydınları
kaside, gazel yazmağa heves etmişlerdir; içlerinde koşma yazıp mani düzen pek
olmamıştır; Saz şiiri aydın olmayanlara, orta sınıfa da değil, büsbütün
okumamışlara bırakılmıştır. Çocuklarımıza yalnız onu göstermekle kalabilir
miyiz? Edebiyatta bizim asıl geleneğimiz, Divan şiiri geleneğidir.”26
Nurullah Ataç’ın, ilk baskısı 1954’te yapılan Ararken kitabındaki “Devrim”
başlıklı yazısı, onun bu çelişkili tutumunu göstermesi bakımından önemlidir. Yıllar
sonraki “edebiyat tarihi” için “giriş” ve
“divan şiiri” bölümlerini yazacak Ahmet Hamdi Tanpınar, 1930’da Ankara’da
toplanan “Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi”nde Divan şiirinin lise
müfredat programlarından çıkarılması yönündeki teklifiyle bir hayli dikkat
çekmiştir. Yeni edebiyat için olduğu kadar eski edebiyat hakkındaki yazılarıyla
da önemsenen Tanpınar, adı geçen kongreden on yıl sonra yayımlanan “Eski
Şairleri Okurken”(Tasvir-i Efkâr, 25 Ağustos 1941) başlıklı yazısının, “Eski
şiirin tadı gittikçe beni daha fazla sarıyor. O kadar ki, divanlardan ayrı
geçirdiğim zamana acıyacağım geliyor. Bir zaman ben de onu kâh yaşa ve kâh
etrafımdaki esen havaya uyarak ihmal etmişim; şimdi içimde onu şeklinde daha
mütekâmil ve yüksek bulmağa çalışan bir taraf var. İnkâr, muayyen bir yaşta
belki de bir zaruret oluyor.”27 giriş cümleleriyle, yanıldığını
açıkça söyler. Aynı yazıda “eski şiiri seviyorum, fakat eskiyi sevenlerin
çoğu(Nurullah Ataç, Sabahattin Rahmi/HÖ) ile anlaşmıyorum. Ve bizzat bu
anlaşamamazlık, bu şiirden uzak kaldığım zamanı boş geçirmediğimi bana isbat
ediyor” diyen Tanpınar’ın, yanılgı beyanı cümlesindeki “etrafımdaki esen havaya
uyarak” gerekçesi, resmi ideolojinin gelenek üzerindeki pozisyonu açısından
önemsenmelidir. Aynı yıllarda, Divan edebiyatı çalışmalarıyla adından söz
ettiren Agâh Sırrı Levent de Divan şiirini yetersiz görüp eleştirdiği kadar anlayıp
önemsemiştir. 1930’daki kongrede Tanpınar ve Mustafa Nihat Özön’e karşı Divan
şirini hararetle savunan Abdülbaki Gölpınarlı, bu görüşlerinden uzaklaşarak
1945’te yayımladığı Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabıyla Divan şiirini sert
bir şekilde eleştirir. Gölpınarlı’nın eleştirileri öylesine serttir ki adı
geçen kitap Nurullah Ataç’ın bile tepkisine neden olmuştur. Kitabıyla
tartışmalara yeni bir boyut getiren Divan şiiri uzmanı Gölpınarlı, yıllar sonra
“…şimdi hiç de o fikirde olmadığımı, hatta o zaman
bile olmadığımı, onun bir tevehhüm sayfasından ibaret bulunduğunu…”28
söyleyecektir. Orhan Şaik Gökyay, çeyrek yüzyılı aşan bir zamanı
beklemeyecek “Bu da Divan Edebiyatı
Beyanındadır”, (Yücel, Şubat 1946) başlıklı yazısıyla Gölpınarlı’yı
paylayacaktır. Divan şiiriyle ilgili tartışmalara yeni açılımlar kazandıran
Hilmi Yavuz da Orhan Şaik’ten sonra Gölpınarlı’yı paylamaktan geri kalmamıştır.29
Cumhuriyet döneminde Divan şiirine yönelik eleştirilere Şerif Mardin’in
değerlendirmesiyle bakılınca sonrasında yanılgı olduğu belirtilen
eleştirilerin, bu edebiyatı bilenlerce yapılmış olması şaşırtıcı olmamalıdır:
“Osmanlı aydını beraberinde taşıdığı kültür kalıplarını Cumhuriyet aydını
olduğu gün tümüyle değiştirmemiştir. Buna tabi olarak bakmak gerekir. Doğal olmayan,
iki devirde yaşamış aydınların davranışlarını 28 Ekim 1923 saat 12’de
değiştirdiklerini düşünmektir.”30
Sabahattin Eyuboğlu nereden bakıyor
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın,
döneminin Divan şiiri tartışmalarında önemli isimlerinden Nurullah Ataç’la
birlikte, “ bu şiirin girinti ve çıkıntılarına hiçbir zaman layıkıyla vakıf
olamadıkları halde onun havasında hiç değişmeden yaşayanlardan daha çok
mükemmel surette onu tanıyor” saydıklarından biri olan Sabahattin Eyuboğlu
(Trabzon 1908- İstanbul 1973), yükseköğrenim için devlet bursuyla Avrupa’ya
gönderilen “Türk Promethe”lerden biridir.31 Cumhuriyet yönetimin;
“yaşamla mücadele edebilecek, pratik kararlar alabilecek, donanımlı gençler
yetiştirmek” amaçlı eğitim projesi kapsamında Atatürk’ün “Sizi bir kıvılcım
olarak gönderiyorum. Volkan olarak dönmelisiniz” uyarısıyla Fransa’ya
gönderilen öğrencilerden Sabahattin Eyuboğlu, değişik üniversitelerde dil,
edebiyat ve estetik eğitimini tamamlayarak Türkiye’ye döndükten sonra eğitim
kademelerindeki görevleri yanında yoğun bir yazı çalışmasına başlar.
Öğrenciliği, okumaları ve çevirileriyle Batı’nın evrensel değerlerini yakından
tanımış Eyuboğlu’nun, değişik alanlara yayılan yazılarının ve kültürel
kimliğinin arkasında yurt dışındaki kazanımlarının payı büyüktür. Yirmi yaşında,
devlet bursuyla Fransa’ya “önünde yeni ve feyizli bir ufuk açılmış” genç bir
öğrenci olarak gönderilen Sabahattin (Rahmi) Eyuboğlu, memleketinden kopmadığı
gibi dönemin Maarif Vekili Mustafa Necati’nin; yurt dışına giden gençlere
yönelik mektubundaki “Seni aziz vatanın birçok umutlar besleyerek ne azim ve
fedakârlıklarla gönderdiğini unutma. Ona göre çalış” uyarısına içtenlikle bağlı
kalmıştır.32
Türkiye’ye döndükten sonra, 1930’lu yılların başlarından
itibaren dönemin gazete ve dergilerinde sanattan siyasete yayılan geniş bir
yelpazede yazılar yazan Sabahattin Eyuboğlu, halka yöneldiği ölçüde bir grup
arkadaşıyla oluşturduğu Mavi Anadoluculuk33 içinde hümanist
felsefenin içinde yer almış bir Cumhuriyet aydınıdır. Modern dünyaya bakan,
yüzü her zaman Batı’ya dönük Eyboğlu,
geçmişe/geleneğe sırt çevirmemiş olmakla, Ataç’ın dillendirdiği, “Geçen
geçmiş, yıkılan yıkılmıştır. Gelenek dediğiniz, öyle gücün sürdürülemez.”
türündeki görüşleri eleştirmesiyle döneminin pek çok isminden ayrılır. Doğu ile
Batı arasındaki “sentez” arayışı, “Bizim mazide yaşamamız değil mazinin bizde
yaşaması lazımdır”(SÜDE/101) görüşü, bir yönüyle onu Tanpınar’a yaklaştırır.
Çok yazmakla birlikte, yazdıklarının kitaplaşması
konusunda pek istekli olmadığı anlaşılan Eyuboğlu’nun iki kitapta34
toplanan yazıları okunduğunda; içinden tanığı yeni uygarlık, gelenek, Anadolu
hümanizmi, edebiyatı ve kültürüyle halkçılık, tiyatro, edebiyat, resim, mimari,
sinema, eğitim, köy enstitüleri vb. konulardaki yazılarının, “…insanlığın değer
olarak nesi varsa bugün için ancak Avrupa sayesinde ortaya çıkabileceğine,
ancak Avrupa kafasıyla faydalı olabileceğine inanıyorum. En derin düşünce
kaynaklarının Doğu’da olduğunu kabul etsek bile Avrupasız bu kaynaklar kuru
çeşmeden farsızdır.”(MK/138) ilkesiyle yazıldığı açıkça görülür.
Sabahattin Eyuboğlu’nun Divan
şiiriyle görüşleri, onun geleneğe bakış konusunda çağdaşlarından ayrılan
“eski-yeni” anlayışıyla temellendirilebilir. Pek çok yazısında, bir şekilde bu
konuya değinen yazar, 1943’te yayımlanan “Sanatta Eski-yeni Sorunu”, 1946’da
yayımlanan “Gerçek Yenilik” ve 1949’da yayımlanan “Eski-Yeni” başlıklı
yazılarında, konuyla ilgili görüşlerini açık seçik anlatmıştır. “Hiçbir sanatçı
kendinden önce var olmayan bir sanat yaratamamış, hiçbir güzelliği yoktan var
etmemiş”(SÜDE/146) olduğuna göre eskiyi
yok saymak anlamsızdır. Divan şiirini yok sayarak Orta Asya geleneğine bakan
Cumhuriyet algısını; “her devir sanatı yenileştirmek istediğinin şiddetiyle
kendinden hemen sonraki sanatın tam karşıtı olmak istiyor. Onun ak dediğine
kara diyor: böyle olunca ister istemez ondan öncekine, yani onun vaktiyle kara
demiş olduğuna dönüşüyor.”(SÜDE/147) sözleriyle eleştirir. Sanatta üretkenliğin
ve devamlılığın sağlanmasında, “eski taraftarlarının yenileri, yeni
taraftarlarının eskileri, çok iyi tanımaları, yolun neresinde döğüştüklerini
bilmeleri” önemlidir. Çünkü “Yeniler, eskilere, eskiler yenilere ne kadar
yakından bakarlarsa aralarında o kadar ortak değerler
göreceklerdir.”(SÜDE/152). Yeniliğin “kisve”de değil; “öz”de olduğunu savunan
Sabahattin Eyuboğlu’nun belirlemesiyle, “Gerçek yeni bir köşe başında tesadüfen
bulunmuyor. Yeniyi bulmak eskiden sadece ayrılmakla değil, eskiyi aşmakla
mümkün oluyor. Bir şeyi aşmanın ilk şartı onu bilmek değil midir?”(SÜDE/154).
Asıl sorunumuz; “eski bir kılığa girmiş yeniyi, ya da yeni biçimlere bürünmüş
eskiyi bir bakışta anlayıvermek”(SÜDE/236) mümkün olmadığından eski ile yeniyi
karıştırmamızdır. “Eski sazda yeni söz, kabul; ama yeni sazda eski söz olacak şey
değil. Yolu tıkayan, yeni ölçülerin yerleşmesini geciktiren böylesi işlerdir.
Sinemada gazel, radyoda içki alaturkası, gazetede Ortaçağ kafası, apartmanda
konak eşyası, bilim dilinde fizikötesi, laik okulda inşallah, uçakta tespih,
romanda masal, makinede acem halısı, betonarmede doğu süslemesi
gibi”(SÜDE/237). Ona göre “eskiyle yeni elbette iç içe yaşıyacak, ama
beslenmesi gereken eski değil, yeni” olacaktır. 1954’te yayımlanan “Gelenekler
Üstüne” başlıklı yazısında,“hayat için” zararları bakımından “geçmişe bağlı
kalmak” ve “geçmişi yok saymak” saplantısının birbirinden farklı olmadığı
söyleyen Eyuboğlu’na göre “Tanzimat’tan bu yana nice yenileşme emeklerimizin
boşa gitmesi toprağımızı ve toprağımızın insanını iyi bilememizden
ötürüdür.”(MK/130).
Gelenek birikimini yok saymak
yerine onun dönüştürülüp geliştirilmesi gerektiği düşüncesiyle Divan şiirine
“bizim klasiğimiz” olarak bakan Sabahattin Eyuboğlu, yenilikçilerin aksine
“Avrupa bize şiir öğretemez” görüşündedir.35 “Çünkü şiiri biz ona
öğretecek vaziyette idik. Edebiyatımız serâpa şiirdi. Türk ruhunun bütün
çeşmelerinden şiir akıyordu. Sultandan dilenciye kadar şiire âşina olmıyan
kimse yok gibi idi. Fransız edebiyatında Hint kumaşı olan ‘güzel mısra’ bizde
ucuz bir meta haline gelmişti. Yeni Fransız şiirinin aradığı hayal ve ritm
sarhoşluğundan biz bezmiştik.”(SÜDE/109). Döneminin, siyaset ve edebiyat ortamı
göz önüne alınırsa yükseköğrenimini devlet bursuyla Fransa’da tamamlamış bir
Cumhuriyet promethesi’nin, 1939’da bu biçimde gelenekten yana tavır alması,
sanıldığı kadar kolay olmamalıdır diye düşünüyorum. Divan şiirine, “mazi için
mazi” anlayışıyla yaklaşmanın, bağlanmanın doğru olmadığını açıkça söyleyen
Eyuboğlu, “mazinin aktüel bir kıymet haline gelmesi, yeni şuurun süzgecinden
geçmesi” gerekir düşüncesiyle “yorum” çalışmasına önem verir. Yenilik adına
yapılması gereken, “nefesi tükenmiş” Divan şiirini yeni bir sesle yorumlamak,
“eski sazdan yeni sesler çıkarmaktır” bundan böyle.
“Sanatta en büyük maharet eski
sazdan yeni sesler çıkarmaktır. Yeni sazda yeni sesler aramak ekseriya
tenbelliğe alâmettir.” sözlerine açıklık getiren “Yeni Türk San’atkârı yahut
Frenkten Türke Dönüş”(1938) başlıklı yazı, Sabahattin Eyuboğlu’nun Divan şiiri
hakkındaki görüşlerini bir bütün olarak yansıtması bakımından önemli bir
yazıdır ve Eyuboğlu, kendisinin “sentez” arayışını modern şiirde uyguladığı
için Yahya Kemal’i öven bu yazısı nedeniyle Ataç ve taraftarlarınca da
eleştirilmiştir. Yazısının başında, “Yeni Türk sanatkârı Avrupaya Frenk
hayranlığı ile gidip Türk hayranlığı ile dönem adamdır” tarifiyle yola çıkan
Sabahattin Eyuboğlu, Avrupa’nın “yeni dünyanın şuuru” olduğunu belirtirken
yalnızca “Frenk hayranlığı”nın yenilik için yeterli olmadığını özellikle
vurgular. “Kâinatı gezdikten sonra kendine dönmiyen adamdan hayır gelmez” diyen
Eyuboğlu, “San’at eseri bir şahsiyetin ifadesidir. Hâlbuki hayran adamın
şahsiyeti yoktur. Kendine dönmiyen adamın eseri başkalarınındır”(SÜDE/76)
görüşündedir. Türk şiirinin, “frenk şuuru ile kendi kıymetlerini idrak edişi”
noktasında Yahya Kemal’in önemli ve belki tek “kriter” olması, bir önyargı
değil, ondan öncekilerin yapamamış olduğunu başarmış olmasındandır:36 “Yeniden
doğmak, eski varlığımızla alâkayı kesmek değil, ona yeni hayat aşılamaktır.
San’atta bizim varlığımız, Tanzimattan evvelki dünyamızdır. (Halk san’atı,
divan san’atı, ve mistik san’at). Bu dünyaya yüz çevirenler frenkte kalmış
olanlardır. Onlara uğurlar olsun! Fakat Frenk dünyasına yüz çevirip Tanzimattan
evvelki dünyada yaşayanlar da bizim eski varlığımızda kalmışlardır: Onlara da
uğurlar olsun!”(SÜDE/76). Unutulmamalı ki Yahya Kemal Beyatlı, “eve dönen
adam”dır.37
Türk edebiyatının Tanzimat
dönemiyle başlatılmasının “milli varlığımıza dar ve sun’i bir mâna vermek”
olduğunu söyleyen Eyuboğlu, “Divan edebiyatımız, tıpkı halk edebiyatı gibi
bizim eski varlığımız, tahteşşuurumuz, kaybolmuş cennetimizdir.”(SÜDE/81) der
ve döneminde Divan şiirine yönelik saldırıları abartılı bulur. Ona göre “Divan
edebiyatını ruhundan silip süpürmüş olan bir Türk şairinin olgun eser vermesi imkânsızdır.”(SÜDE/81).
Avrupa’da yapılanlar gibi “eskiyi yeni yapmak”la Divan şiiriyle hümanizme
gidilecek yolun açılabileceğini vurgulayan Sabahattin Eyuboğlu, “Yeni Türk
Şiirinde Yaşanan Gerçek”(1952) başlıklı yazısında resmi söylemin, politik
amaçlar uğruna bu yolu tıkadığını düşünür. “…işin aslına gidersek inkılâplarla
yeni şiir arasındaki ortak davranışın yaşanılan
gerçeğe ayak uydurma gayreti olduğunu söyliyemez miyiz? İnkılâplar eski
kurumları, şiir eski kalıpları insafsızca kırarken doğruluk yanlışlık, güzellik
çirkinlik ilkelerini değil, hayata dünya gerçeğine uygunluk ilkesini öne
sürüyorlardı.”(SÜDE/258).
Yergi, övgüye dönüşürken
Modern olanın, kendi varlığı için
yok say(dır)mak istediği gelenekle süregiden mücadelesi ekseninde geleneği
temsil eden Divan edebiyatı, eleştirilerek de olsa geleneğinden yararlanılarak
da olsa gündemdedir. Divan şiiri tartışmaları, Tanzimat ve Cumhuriyet
dönemindeki hızını kaybetmiş ancak önemli ölçüde bu edebiyatın anlaşılması
istikametinde yön değiştirmiştir. Bunun böyle olmasında üniversitelerdeki
akademik çalışmaların, 1980’lerden sonra edebiyatın kendi içine dönmesinin
olduğu kadar Türkiye’de değişen siyasal dengelerin de payının olduğu
unutulmamalıdır. Divan şiirine yönelik eleştirilerinde yanılanların bir kısmının
yanılgılarını kendileri, bazılarınınkini de zaman, kamuya duyurdu. Gelinen
noktaya bakıldığında Sabahattin Eyuboğlu’nun Divan şiiri konusunda yanılmadığı
aksine doğrulandığı açıkça görülüyor. Sabahattin Eyuboğlu, tartışmalar
nedeniyle adları öne çıkan çağdaşları Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Abdülbaki Gölpınarlı vb. ölçüsünde Divan şiiri sevdalısı değildir ancak bu
edebiyat için özür gerektirecek yazıları da yoktur. Divan şirine yönelik eleştirilerini eski-yeni
bağlamında konumlandıranların, Sabahattin Eyuboğlu’nun, “İnkılâplar eski
kurumları, şiir eski kalıpları insafsızca kırarken doğruluk yanlışlık, güzellik
çirkinlik ilkelerini değil, hayata dünya gerçeğine uygunluk ilkesini öne
sürüyorlardı.” uyarısındaki “şiir” özenini dikkate alıp almadıkları
sorgulanmalıdır. Özellikle Cumhuriyet dönemi söz konusu olduğunda “Doğu-Batı”,
“modern-gelenek” ve “eski-yeni” bağlamındaki tartışmalara Divan şiiri
penceresinden bakacak olanların Sabahattin Eyuboğlu’nun görüşlerine bakmaları
gerektiğinin kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum.
NOTLAR/AÇIKLAMALAR
1-Divan
edebiyatı ve özellikle de bu edebiyatın şiirine yönelik eleştiriler için pek
çok yazıya bakmak mümkündür. Ancak, sözü edilen eleştirinin tarihsel çizgisini
görmek bakımından Orhan Okay’ın “Eski Şiirimize Yaklaşmak” başlıklı yazsındaki
tespiti önemlidir. “ Tanzimatla batıya açılan ve yenileşen edebiyatımızın temel
hedeflerinden biri de divan şiirinde ortaya çıkan bu büyük boşluktan(devrini
tamamlama/HÖ) faydalanarak kapıyı bir daha açılmamak üzere kapatmaktır. Bunun
için ilk büyük darbeyi, çeşitli vesilelerle Namık Kemâll vurur. Sonuncusunun da
Cumhuriyet devrinin bir divan şiiri otoritesi: Abdülbâki Gölpınarlı. Namık
Kemal’inki 1866’da başladığına, Gölpınarlı’nın “Divan Edebiyatı Beyanındadır” kitabı
da 1945’te çıktığına göre, demek seksen yıl, bu kadim sanatın cenazesinin
kaldırılmasına kâfi gelmiştir.” Orhan Okay, Sanat
ve Edebiyat Yazıları, Dergâh yay. İst.1990 s.83; Divan şiiriyle ilgili
değişik görüşleri içeren yazıları bir araya getiren önemli bir kitabın adından
söz etmek gerekir: Mehmet Kalpaklı(haz.), Osmanlı Divan Şiiri Üzerine
Metinler, YKY, İst. 1999 ;
Türkiye’deki Divan şiiri tartışmalarını önemli ölçüde etkileyen/yönlendiren
Batılı üç kitabın adını anmamız gerekir: Elias Gibb, Osmanlı Şiiri Tarihi,
İstanbul Üniversitesi yay., İst.1943 / Victoria R. Holbrook, Aşkın Okunmaz
Kıyıları(çev. E. Köroğlu ve E. Kılıç), İletişim yay., İst. 1998./ Walter G.
Andrews, Şiirin Sesi, Toplumun Şarkısı(çev. Tansel Güney), İletişim yay., İst.2000; Bu konudaki
tartışmaları özetleyen bir yazı için bkz. Fırat Caner, “Cumhuriyet Eleştirisi ile Oryantalizmin İşbirliği: Hasta
Adamın Hasta Şiiri”, Sosyal Bilimler Dergisi, 2008 sayı 20
2-Divan edebiyatına yönelik bu tür eleştiriler ve
karşılıkları için bkz. Hilmi Yavuz, “Divan Şiiri Simgeci Bir Şiir mi?”, “Divan
Şiiri Bir saray Şiiri midir?”, “Divan Şiiri ‘Halktan Kopuk’ Bir Şiir mi idi?” Edebiyat ve Sanat Üzerine Yazılar, YKY,
İst. 2008 2.b.; Cihan Okuyucu, “Divan Edebiyatı’nın Muhtevası Üzerindeki
Tartışmalar”, Yağmur, Ocak-Şubat-Mart 2004 sayı 22
3-Cumhuriyet sonrasında, edebiyat tarihi ve lise edebiyat
ders kitaplarıyla bilinen İsmail Habib Sevük’ün bu noktadaki tespiti önemlidir:
“Evvela eskide iktidar, ondan sonra onu yıkmağa salâhiyet. Zaten bir şeyi
devirebilmek için devireceğimiz şeyi bileceğiz.” Tanzimat Devri Edebiyatı, İnkılâp Kitabevi, İst.1951 s.23
4- Divan
şiirine yönelik eleştiriler ve bu şiirin geleneğinden yararlanma için bkz.
Muhsin Macit, “Divan Edebiyatı Tartışmaları ve Gelenekten Yararlanma Sorunu”,
Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim, Temmuz-Ağustos 2006 sayı:77-78; Necati
Tonga, “Cumhuriyet Dönemi Türk
Edebiyatında Divan Şiiri Tartışmaları ve Gelenekten Faydalanma”, Turkish Studies International Periodical For
the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 2/4 Fall 2007
5-Adı geçen makalenin metni için bkz. Mehmet Kaplan, vd., Yeni Türk Edebiyatı Antolojisi II,
1865-1976, İst.1978
6-Tanzimat dönemi ve Servet-i Fünun’da Divan şiirine yönelik
eleştiriler için bkz. Erdoğan Erbay, Eskiler
ve Yeniler: Tanzimat ve Serveti Fünûn Neslinin Divan Edebiyatına Bakışı,
Erzurum 1997
7-Mustafa Nihat, Metinlerle
Muasır Türk Edebiyatı Tarihi, Devlet matbaası, İst. 1930 s. 44
8-Ahmet Hamdi Tanpınar, Namık
Kemal Antolojisi, Muaallim Ahmet Halit Kitap Evi, İst. 1942 s. 279
9- Namık Kemal’in Harabat ve dolayısıyla da Divan şiiri
karşısındaki tavrı için ayrıca bkz. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil, Harâbât Karşısında Nâmık Kemâl, İrfan
yay. İst. 1972
10-İsmail Habib Sevük, a.g.e.,
s.133
11-Bilge Ercilasun, Servet-i
Fünun’da Edebî Tenkit, Kültür Bakanlığı yay. Ank. 1981 s.310
12-Olcay Önertoy,
Edebiyatımızda Eleştiri -Tanzimat ve Servet-i Fünun Dönemleri-, DTCF yay.
Ank.1980 s.139
13-Ömer Ferit Kam’ın, yenilerin eskiye bakışlarında dikkat
çektiği “tarafgirlik” önemlidir. “Her şeyi zor beğenen bazı kişiler, eski
şairlerden hangisinin eseri gözden geçirilecek olursa gül ve mülden, lâle ve
sümbülden, pîr-i mugandan, câm-ı Cem’den başka bir şeye tesadüf edilmediğini;
sözlerin, fikirlerin birbirinin aynı olduğunu ileri sürerek, bunların
kendilerine mahsusu kıymetlerini inkâr etmek istiyorlar. Geçmişlerin eserlerine
iki gözle bakılmış olsa idi böyle bir intizara gerek kalmazdı.” Divan Şiirinin Dünyasına Giriş(haz.
Halil Çeltik), MEB yay. Ank. 2003 s. 132
14-Doğan Hızlan’ın, “Yeni rejim, imparatorluğun kültürüyle
bir hesaplaşmaya girdi, daha da ötesi ondan vazgeçip yeni bir kültürün dünya
görüşünü yerleştirmeye çalıştı.”(Gösteri, kasım 2004) dediği bu dönemde
iktidar-edebiyat ilişkileriyle ilgili yazım için bkz. Hasan Öztürk, “Ulusun
İnşasında Kanon ve Estetik Arasında Edebiyat Eğitimi” Dergâh, Ağustos 2012 sayı
270
15-Cumhuriyet döneminde Divan şiiri eleştirileri için bkz.
Mehmet Kahraman, Divan Edebiyatı Üzerine
Tartışmalar(1930-1940 Arası) İst. 1996; Betül Özçelebi, Cumhuriyet Döneminde Edebi Eleştiri(1923-1938), Kültür Bakanlığı
yay. Ank. 1998
16-Mehmet Kalpaklı, “Osmanlı Şiirine Genel Bir Bakış
Denemesi”, Doğu Batı, Şubat-Mart-Nisan 2003, sayı 22 s.52
17- “…Cumhuriyet Türkiyesi’nin “öteki” olan Osmanlı’nın kültürünü
ve edebiyatını, yok olan Osmanlı hanedanının bir simgesi olarak
algılamıştır.(V.R.Holbrook’tan) Osmanlı’nın tarih sahnesinden kaybolmasıyla
kurulan yeni Türkiye’nin resmi ideolojisine hâkim olan Oryantalist görüş bu
“öteki” kavramı üzerine temellendirilmiştir.” Mehmet kalpaklı, a.g.y., s.52
18-
Mehmet Kalpaklı, bu iki önemli ismin etkisini, -Deleuze ve Guattari’den ödünç
bir terimle- “yersiz-yurtsuzlaştırma” olarak değerlendirir. M. Kalpaklı, a.g.y. s.52; Bu bağlamda; “Türk Edebiyat
Tarihinde Usul”, “Türk Edebiyatına Umumi Bir Bakış” ve “Hayat ve Edebiyat”
başlıklı yazılarına özellikle bakılması gereken Fuat Köprülü için, “Osmanlı
şiiri üzerine söyledikleri ile cumhuriyetin 10. yılı için hazırlanan broşürde
Osmanlı için söylenenler birbiri ile örtüşmektedir.” (Fırat Caner, a.g.y., s.163) tespiti de
önemsenmelidir.; F.Köprülü’nün Divan şiirine yaklaşımı için ayrıca bkz. Selim
Sırrı Kuru, “Fuat Köprülü ve Eski Edebiyat I:Sürekli Bir Gelecek Adına Mazinin
İnkarı”, Eski Türk Edebiyatına Modern
Yaklaşımlar I, Turkuaz yay. İst. 2007
19- “İlk yılların ünlü Hece vezni-Aruz vezni tartışmalarının
basit bir form ekseninde başlayarak(nazım ölçüsü), nasıl bir öz ve kimlik
tartışmasına dönüştüğünü hatırlamamız gerekiyor. Dünyanın başka bir ülkesinde
tartışıldığını sanmadığım bu “ulusal hece” tartışması bir “biz” ve “öteki”
tartışmasından başka bir şey değildir. Hece, katışıksız bizi temsil ederken
Aruz, katışıklılığı(yani, o negatif kullanım ile “kozmopolitliği”) ve yozu
(yani “köksüzlük”) temsil eder. Değil mi ki aruz, aslında İran edebiyatına özgü
bir edebi formdur, o halde “Türk”e ait değildir.” (…) “ Osmanlı döneminin
kültürel izleri Osmanlıca sözcükler ve kalıplarda saklıdır. Bu sözcüklerden
çarçabuk kurtulmak, yerlerine konacak Türkçe sözcüklerle toplumsal bellekten
temizlemek, acilen silmek gerekmektedir.” Orhan Tekelioğlu, Doğu Batı,
Şubat-Mart-Nisan 2003 sayı:22 s.68-70
20-Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat
Üzerine Makaleler, Dergâh yay. İst.1977 s.181
21-Betül Özçelebi, a.g.e,
s.67
22-Betül Özçelebi, a.g.e,
s.67
23-Nilüfer Öndin, Cumhuriyet’in
Kültür Politikası ve Sanat(1923-1950), İnsancıl yay. İst. 2003 s.63
24-Peyami Safa, “İşkembe-i Kübra Edebiyatı, Kültür Haftası,
1936” Sanat, Edebiyat, Tenkit, Ötüken
yay. İst. 1976 içinde.
25-Nurullah Ataç, Günce,
Varlık yay. İst. 1971 s.127
26-Mehmet Kaplan, Edebiyat
Lise 3, MEB yay. Ank.1977 s.38
27-Ahmet Hamdi Tanpınar, a.g.e.,
s.177; Ömer Faruk Akün, Tanpınar’ın adı geçen kongredeki tavrını “Yahya
Kemal’in muhitinden uzakta” olmasına bağlar ve Ahmet Kutsi Tecer’in,
Tanpınar’ın “inkarcı” sayıldığı kongrenin hemen sonraki ayında yayımlanan bir
yazısında (Görüş, Eylül 1930) Tanpınar’ın maziyi inkar etmediğini ancak modern
edebiyatın Tanzimat dönemiyle başlatılması gerektiğini söylediğini ve eski
şiirin de dilin gelişmesi bölümlerinde okutulabileceğini belirttiğini yazar.
(İ.Ü. Edebiyat fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Mecmuası, C. XIII Aralık 1963,
s.9-10
28- Abdülbaki Gölpınarlı, “Divan Edebiyatı Müzesi’nin Tarihçesi ve Divan Şiirinden Günümüze
Kalanlar”, Milliyet Sanat, S.165, Ocak 1976. Sayı 165 (Beşir
Ayvazoğlu’nun İslam Estetiği ve İnsan,
Çağ yay.İst.1989 s.326 adlı kitabından naklen)
29-İlhan Başgöz, Divan şiiri hakkındaki bir tartışma
programının tartışmacılarıyla ilgili sert eleştirilerini yazarken adı geçen
programda Divan Edebiyatı Beyanındadır kitabı nedeniyle sözü edilen Abdülbaki
Gölpınarlı için “Gölpınarlı Hoca söz konusu
olunca, bu tümden kişisel bir çelişkidir » gerekçesiyle hayli
ilginç bir açıklamada bulunur: “Bu döneminde
Hoca’nın Türkiye Gizli Komunist Partisi başkanı Şefik Hüsnü’ye yazdıği bir
mektup ele geçmiş, Hoca, Şefik Hüsnü’nün yayınladığı Yığın dergisini koltuğuna
alıp dağıtırken yakalanmış ve Örfi İdare Mahkemesi'nde yargılanmıştır.
Abdülbaki Hoca kendi dünyasında yaşardı. Kimseye de eyvallahı yoktu. Cumhuriyet
dönemi politikasına selam sarkıtacak bir insan değildi » Hürriyet Gösteri,
Aralık-Ocak-Şubat 2009
30-Şerif Mardin, Din
ve İdeoloji, İletişim yay. İst.990 4.b s.107
31-Adlandırma, Cumhuriyet yönetiminin Avrupa’ya eğitim
amacıyla gönderdiği öğrencilerle ilgili bir kitabın adındadır. Bkz. Kansu
Şarman, Türk Promethe’ler -Cumhuriyet’in
Öğrencileri Avrupa’da-, İş Bankası yay., İst.2005
32- S.Eyuboğlu, babasına Fransa’dan yazdığı 16 Aralık 1928
tarihli mektupta, oradaki toplumsal ortamla ilgili gözlemleri yanında kendi
çalışma düzeninden de bir hayli söz eder. “Günlerimin hiçbiri, boş ve yararsız
geçmiyor ama bu kadar çok okuma saatleri olmasına rağmen vakitlerin yeterli
olmadığını söylesem garip bulmayınız, çünkü bütün bu dersleri tamamen yapmak
için günler yetmez. Felsefeden öğretmen yirmi sayfaya yakın ödev veriyor. Ben
yirmi sayfa Fransızcayı kaç saatte okuyup anlayabilirim? Yalnız felsefe olsa
tabi vakitler çoktur bile, ama tarih, coğrafya ve Latinceye de zamana
bırakıyorum.” Kansu Şarman, a.g.e., s.100 ; Sabahattin Eyuboğlu’nun, 1947’de
yayımlanan “Paris Mektupları” başlıklı hayli uzun yazısı, Sanat Üzerine Denemeler Eleştiriler adlı kitabındadır.
33- Temsilcilerine “Zeus’un bacanakları” ve “mitolojik sosyalist”
dedirten Mavi Anadoluculuk, Batı klasiklerinin çevirilerinin ürünü olması ve
Anadolu kavramına bakışı nedeniyle pek çok eleştirilere uğramış bir anlayıştır.
Yahya Kemal ve ardından Yakup Kadri ile sürdürülen “Nev Yunanilik” hareketinden
devraldığı “hümanizm” felsefesini Cumhuriyet döneminde sürdüren “Mavi
Anadoluculuk” hareketi için bkz. Mahmut Şenol, “Medeniyet Tartışmalarında Mavi
Anadoluculuk Akımının Yeri –Mavi Gezi Teknelerinden Anadolu Kıyılarına
Bakmak-”, Muhafazakâr Düşünce, yaz-güz 2009, sayı 21-22; Sabahattin
Eyboğlu’nun, “Bizim Anadolu”(1956) balıklı yazısında çerçevesini çizdiği ve
kendi düşünce çizginde önemli yeri olan bu felsefenin, ütopik değeri için bkz.
Ayhan Yalçınkaya, eğer’den meğer’e Ütopya
Karşısında Türk Romanı, Phoenix yay. Ank.2004 s.218-229
34-Sabahattin Eyuboğlu, Mavi
ve Kara, Çağdaş yay. İst. 1996 5.b (Kitabın ilk baskısı 1961’de
yapılmıştır; yazıda MK adıyla geçecektir) Sabahattin Eyuboğlu, Sanat Üzerine Denemeler ve Eleştiriler(haz.
Azra Erhat), Cem yay. İst.1997 (Yazıda SÜDE adıyla geçecektir.)
35-Sabahattin Eyuboğlu’nun şiir hakkındaki görüşleri için
bkz. Fikret Kılıç, Sabahattin Eyuboğlu ve
Türk Şiiri, Ank.2004
36-Sabahattin Eyuboğlu, düşünce/siyaset yazılarına ağırlık
verdiği yıllarda yazdığı İlerici Gerici(1964) başlıklı yazısında, Yahya Kemal’e
bir başka gözle bakar: “Yahya Kemal, Necip Fazıl, Faruk Nafiz bir süre ozan
olarak, yurttaş olarak ilerici insanlardır, ama bir tarihten sonra her üçü de
gericinin gericisi olmuş, gericilerin ekmeğine yağ sürmüş, Yeni Türkiye’nin
gelişmesine, istemeyerek(elbette istemeyerek) engel olmuşlardır. Bununla
birlikte, bu üç ozan Türkiye durdukça kalacak şiirleriyle, şiirlerinin
birkaçıyla, Türk dilinin, dolayısıyla Türk ulusunun gelişmesine, ilerlemesine yardım
edeceklerdir.”(MK/91)
37-Beşir Ayvazoğlu’nun, Yahya
Kemâl(Birlik yay. Ank. 1985) kitabının alt başlığının “Eve Dönen Adam”
olduğunu hatırlayınız.
Mavi Yeşil,
Ocak-Şubat 2013, Sayı: 79
Roman,
öykü, tiyatro, deneme, gezi ve gazete yazarı Nahid Sırrı Örik’in sanatçı
kişiliğinden izler taşıyan tiyatrosu Muharrir1, özünde sanat-para
çatışmasını irdeleyen, Necatigil’in deyişiyle “iş adamıyla sanatçının dünya
görüşleri arasındaki karşıtlık tema’sına yaslanan” tek perdelik bir oyundur. 1931’de
yazılmışken kitap olarak 1934’te basılabilmiş oyunun sonuna; “İlk önce ‘Varlık’
mecmuasında tefrika edilen ve her türlü hukuku mahfuz bulunan bu ‘Muharrir’
piyesi, İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun repertuvarına kabul edilip mevsim içinde
oynanacağı iki üç sene evvel ilân olunmuştu. Beklenilen eşref saatin yakında
gelmesine muharriri duacıdır.” notunu eklemiş Nahid Sırrı. Oyunun sonuna eklenen
notu, döneminin edebiyat ortamı ile oyunun yazarının sanatçı kişiliğine
ekleyerek okursak, bir perdelik oyundaki sorunun “iş adamı ile sanatçının
karşıt dünya görüşleri” ile sınırlı kalmayıp, sanatçının yaratıcılığıyla
edebiyatın, dolayısıyla edebiyatçının toplumsal yaşamdaki yeriyle de ilgili
olduğunu söyleyebiliriz.
Muharrir, yazarının
sanatçı kişiliğinden bağımsız okunamayacağı gibi yazarın, sanatı ve edebiyatı
konu edinen köşe yazılarıyla diğer edebiyat metinlerinden ayrı da okunamaz. Kurmaca
metin yazarının, ölümünden sonrası bir yana, henüz sağlığında anlaşılamamış/unutulmuş
olmanın hüznünü bile bile “bin emel
ve ümitle, bir kara tahtaya tebeşirle yazı yazar gibi, sayfalar karalayışı”nın
“garip, gülünç bir inat” olduğunu bilen Nahid Sırrı, başka
oyunlarında ve Muharrir ile aynı
yıllarda yayımlanan Sanatkârlar (2009)
kitabının öykülerinde, çilesini onaylamış sanatçıyla yüzleştirir okuru. Muharrir adlı oyunun sahnelenmesi için
beklenen “eşref saat” gelememiş olsa da gam değil okur için çünkü sanatçının Tantalus azabı, her dönemin kurmacayı da
aşan bir gerçeğidir bizde ve başka edebiyatlarda.
Döneminin tanığı
bir oyun
Yazarın
parayla sınavının sahnesi Muharrir,
cebinde yalnızca bir lirası olan Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Yarabbim bana bir 5000 lira lütfet” içtenliğiyle
yalvardığı dönemdeki yazarın dramıdır. Ahmet Rasim’in cümleleriyle söylenirse
“Bir kültürsever millet odur ki hükümetinin bütçesinde, bilim ve kültür
adamları için ‘Yoksullar Bölümü’ adı ile bir kayıt bulundurma”nın “bir alçalma,
bir leke” sayılacağı dönemdir oyunda sözü edilen. Nahid Sırrı Örik,
“tam otuz dört cilt” kitap yazmış ancak gözden düşmüş romancı Cevat Sezai’yi,
okul arkadaşı iş adamı Mahmut Galip’le karşılaştırarak “küstahlığın büyük bir
meziyet sayıldığı” ve paranın başat değer olduğu bir toplumsal yaşamda,
Sabahattin Eyuboğlu’nun deyişiyle “kara”nın “mavi”yi örtüşüne tanık eder bizi.
İş adamı Mahmut Galip, işlerini teslim etmeyi planladığı, liseyi Avrupa’da
okumuş ve iyi derecede İngilizce bilen ancak Türkçesi yetersiz oğlu için
getirttiği öğretmenin, eski bir okul arkadaşı çıkmasına şaşırsa da onun,
öğretmenliğini bilmesini ister. Ekonomik gücüyle kendisine yukarıdan bakan iş adamı
arkadaşı karşındaki ezikliğini sanatçı gücüyle örtmeye çalışan Cevat Sezai’nin
çaresizliği, Orhan Kemal’in, açlıktan karnı sırtına yapışmış kızının karnını
doyurmak için kitaplarını satmaya giden babanın, kitaplarını satmadan dönüşünü
anlatan “Kitap Satmaya Dair” (Ekmek
Kavgası, 2016) öyküsündeki haylaz sınıf arkadaşı karşısındaki ezik babanın
durumuyla benzerdir; her iki olayda da kültürün/sanatın onuru, paranın gücüne yenilmiştir. Yazarın hayal
oyununa gerek yok açıkçası, bu yenilgi bizim apaçık gerçeğimiz değil midir her
dönem?
Yazarlığın,
geçim sağlayan bir “meslek” sayılıp sayılmayacağı ve yazarın yazdıklarıyla
geçinmesi, onun yazma özgürlüğü kadar eski bir sorundur. Bu, edebiyatın yazarına
ekonomik getirisi konusu söze geldiğinde denemeci usta(m) Nermi Uygur’un, “Tok
da olsa karın, güdüktür edebiyatsız insan.” yargısıyla biten “Edebiyat Karın
Doyurur” (İnsan Açısından Edebiyat, 1977)
başlıklı yazısını anımsar ve okurum yeniden; bir avunma sayılabilir bu ancak
başka seçeneği de yok yazanın. Robert Escarpit, baş ucu kaynağımız Edebiyat Sosyolojisi (1968) adlı
kitabında, “Her edebiyat vakası, bir insan olarak yazarın para ihtiyacının
karşılanma meselesini önümüze getirmektedir.” diyerek ekliyor: “Dünya kadar
eskidir bu mesele: Edebiyatın insanı doyurmadığı fikri bir atasözü
değerindedir.” Muharrir oyununu
yazdığı yılda yayımlanan “Şair Necmi Efendinin Bahar Kasidesi” (San’atkârlar) öyküsünde, yazarın geçinme
kaygısı ile sanat tutkusu arasındaki açmazını, divan şiiri geleneğinden esinle
benzersiz biçimde anlatan Nahid Sırrı’nın, “Cumhuriyetin ilanından sonra
tanımış edebiyatçıların birçoğu ya bol ödenekli görevlere atanırlar ya da tek
partiden milletvekili seçtirilir”ken “yönetime egemen olan bürokrasi”nin “kendi
safında”2 görmediklerinden biri olduğunu gözden kaçırmamak gerekir. “Muharrire
Verilen Kıymet” (Tanin, 18 Eylül
1945) başlıklı yazısında, “Amerika’da bir senaryosu filme çekilen yazarın
aldığı parayla birkaç yıl müreffeh bir şekilde yaşadığını” buna karşılık “bizim
yazarımızın eline geçen para ile iki çift kundura alabileceğini” kendi
deneyimleriyle söyleyen Nahit Sırrı’nın3 roman yazarı kahramanı
Cevat Sezai, karnının doyduğunu bilmez, açlıktan ölse de kimsenin haberi
olmayacağını düşünür. Edebiyatın, resmi ideolojinin emrine sokulduğu ve emre
tabi yazarların yeni rejimi övme yarışına girdikleri bir dönemde, yazarlık
kazancı azalınca geçinmek için ev eşyalarını satmak, gazeteler için takma
adlarla niteliksiz ürünler yazmak ya da çeviriler yapmak gibi türlü yollar
deneyen “dışarıdakiler” adına “otuz dört cilt” kitap yazmış Cevat Sezai, zenginlerin
şımarık çocuklarına özel ders vermek zorundadır. Halit Ziya’nın, şairlik
hayalleri kuran genç şairi Ahmet Cemil’in kaderini, yetişkin yaşındayken
paylaşır Cevat Sezai.
İş
adamı Mahmut Galip, şımarık oğluna “haftada dört gün birer saat ders” vermesini
istediği sınıf arkadaşı yazara ödeyeceği “saatine iki lira” ile onun ekonomik
durumunun iyileşmesine katkı sağlayacağını hesaplar. Sırtındaki beş yıllık
elbisenin kaç kez tornistan edildiğini dahi bilmeyen Cevat Sezai, varlıklı
arkadaşına, hayatın anlamının ekonomik zenginlikle sınırlı olmadığını anlatmaya
çalışır. Mahmut Galip, “çok kere tramvay parası” ödemeye yetecek parası olmamış
arkadaşına, “edebiyat kâfi bir maişet vasıtası değildir” diyerek ona, geçim
sağlayacak bir iş tutmasını önerirse de o, çalışma yerine yazıya öncelik
vermeye kararlıdır. Oğluna vereceği ders için ücretini peşin ödemek isteyen
Mahmut Galip’e, yanında çok para bulundurmak istemediğini söyleyen gözü tok yazar, romanının tefrikasından da bir miktar
avans aldığını bu nedenle çok paranın yazarlar için “tehlikeli bir şey”
olduğunu söyler. Cevat Sezai’nin paraya uzak duruşu, yaşamı ve şiiriyle
edebiyatımızın mütevazı şairi Necatigil’in, “[R]ahatlıklardan gelseydim şair falan olamazdım
herhalde. Belki olurdum da kişiliksiz, tutarsız, gösteriş düşkünü bir müsvette
şair olurdum.” içtenliğini çağrıştırır.
Cevat
Sezai için parasızlıktan öte asıl onur kırıcı durum, romanının tefrika
edileceği gazeteye, kendisine iyilik etmeyi düşünen iş adamı arkadaşının
telefon etmesiyle başlar. Gazeteyi arayan Mahmut Galip, gazete yönetiminden
romancı arkadaşının “eskisi kadar yazamayan ve kari tarafından da tutulmayan
bir muharrir…” olduğunu ve romanının da artık “merhameten alınan bir yazı”
olduğunu öğrenince, yazara tefrika başına ödenecek iki buçuk lira yerine beş
lira ödenmesini ve aradaki farkı kendisinin ödeyeceğini ancak bu durumu Cevat
Sezai’nin bilmemesini ister. Edebiyat ortamının kendi iç dinamikleriyle
gelişmelerden kısa sürede haberdar olan Cevat Sezai, söz yerindeyse beyninden
vurulmuşa döner, arkadaşına sert bir dille kendisinden sadaka istemediğini ve
“sanatkâr” olduğunu ancak “dilenci” olmadığını söyler. Romanın tefrikasını
gazeteden geri çektiği gibi ders vermekten de vazgeçer. Açlıktan ölse de
kimsenin umurunda olmadığını bilen Cevat Sezai, “adamakıllı doyduğum mu var”
diyerek Hamsun’ın, -kendi yazarlık yaşamını da yansıtan- Açlık romanının, geceyi sokakta geçirmişken sabahki bedava yemekten
yazarlık gururuyla vazgeçen tok gözlü yazarını andıran tutumuyla paylar
arkadaşını: “Biz feleğin her kahrını sanat yüzünden görürüz, lütfunu da ancak
ondan beklemeliyiz. Otuz dört cilt roman ve hikâye yazan adam, bu otuz dört
cilde rağmen sefalette kaldıktan sonra bilmem kimin bilmem nerde büyüttüğü için
Türkçe’yi öğrenememiş oğluna bilmem kaç ders verince mi vaziyetini düzeltecek,
istikbalini düzeltecek! Romancı Cevat Sezai, hususi lisan hocası ha! Hadi
canım, eksik olsun.” Yazarlık onurunu kurtaran Cevat Sezai, ekonomisini
düzeltecek özel dersi bırakır ancak romanın tefrikası için alınan avansın kalan
borcu için “imzasız olmak şartıyla hikâyeler tercüme ede[cektir]” romanını geri
çektiği gazeteye. Cevat Sezai, gazete yazarı romancılığıyla “Bir Romancı
Profili” öyküsünün, romancılığı ikinci bir iş olmaktan kurtarmayı düşlerken
kitaplarından bile nefret edecek duruma düşen yazarı Rüsumat Emaneti Evrak
Müdürlüğü kâtibi Ali Galip’tir.4
Yazarın başka
işi olmalı mı?
Muharrir oyununda iş
adamı Mahmut Galip’in, oğluna Türkçe dersi verecek yazar arkadaşına “edebiyat
kâfi bir maişet vasıtası değildir” gerekçesiyle “Acaba aynı zamanda bir iş
görseniz ve ancak boş vakitlerinizi sanata vakfetseniz nasıl olur?” önerisi,
sanatçının ekonomik sorununa yönelik çözüm odaklı görünen yeni bir
soruyu/sorunu gündeme getirir: Yazar, ikinci bir işte çalışmalı mıdır? Marıo
Vargas Llosa, “Tenya Benzetmesi” (Genç
Bir Romancıya Mektuplar, 2012) yazısında hayranlık uyandıracak bir benzetme
ustalığıyla yazarın edebiyata bağımlılığını anlatır buna karşılık yazarın,
geçinmek için edebiyat dışı bir alanda çalıştığı ve bu çalışma zamanından
ayırdıklarında yazdığı yadırgansa da gerçeğin bu olduğu değişmiyor. Bizde ve
başka edebiyatlardaki pek çok yazarın, geçinebilmek ve okuyacaklarını
edinebilmek için dahi çalışırken kendilerini, okurlarına bir tür sorumlu
tutarak özveriyle yazdıkları açıktır; bu durumdaki yazarların adları yazılacak
olsa oldukça uzun bir liste çıkacağı kesindir. Belirlememdeki “sorumluk” ve
“özverili” ifadelerini özenle seçtim. Söylemek istediğim, yazarın okuruna karşı
duyduğu sorumluluk “nitelik” kayısıdır ve bu da yaşamdan çalınan zamanlardaki
“özverili” çalışmayla karşılanabilir.
Eflatun,
romancı arkadaşına “iş” öneren Mahmut Galip’ten handiyse iki bin beş yüz yıl
önce Devlet’inde sorunu tartışır. İkinci Kitap’ta ‘doğruluk’ ve ‘eğrilik’
irdelenirken Sokrates sorar: “Bir insan birçok sanatla uğraştığı zaman mı daha
güzel iş görür, yoksa tek sanatla mı?” Dinleyenlere kendisini onaylatan usta,
zamanında yapılan işin yararından sözle ekler: “[İ]ş insanın boş vakit olmasını
beklemez. İşin gerekleri neyse her şeyi bırakıp onu yapacaksın.” Roman yazarı
Cevat Sezai, kendisine iş öneren ve “münasip bir iş bulmak hususunda” yardımcı
olabileceğini de söyleyen arkadaşına Eflatun’u geride bırakacak bir karşılık verir:
“San’ata boş vakitlerin değil, fakat dakikalarına, saniyelerine kadar tekmil
hayatın vakfedilmesi icap eder. San’at boş vakitlerin ihsanıyla kanaat eden
küçük bir zevk ve ehemmiyetsiz bir heves değil, bir kalbi en küçük ateşlerine
kadar bir dimağı en ufak hücrelerine kadar isteyip aldığı halde gene doymayan
bir mabudedir. Boş vakit… Boş vakit nerde? Onu nerden bulmalı?” Sanatçı
duyarlığıyla yetişmiş ve yaşamış olduğu anlaşılan Nahid Sırrı’nın, elli yaş
büyüğü İskenderiyeli filozof şair Kavavis’ten haberdar olup olmadığını
bilemiyorum ancak betimlemeleri yakın. Kavafis, Haziran 1905’teki günlüğünde (Sanat Her Zaman Yalan Söylemez mi?,1993)
genç bir şairin kendisini ziyaretinden söz ediyor. Filozofun evine gelen genç,
evin konforunu görünce hüzünlenip “yaşamını kazanmak için savaşmak” durumunda
kalmasından yakınınca filozof teselli eder onu. Evdeki düzeni kurmak için sanat
çalışmalarını ihmal edip devlet görevlisi olarak -gülünç olsa da- çalışmak
zorunda kaldığını ve bunun kendisi için bir “yıkım” olduğunu söyler.
Yaratıcılığı yok eden çalışma yaşamının sanatçıyı körelten etkisini, kuramcılara
kanıt olacak bir betimlemeyle anlatır Kavafis: “Sanat şöyle der sanki bana:
Ben, geldiğinde kovulabilen, çağırıldığında da yeniden gelen bir hizmetçi
değilim. Dünyanın en büyük hanımefendisiyim ben. Ve sen, zavallı güzel evin,
güzel giysilerin ve zavallı iyi konumun için beni yadsıyan -sefil hain- o zaman
bununla yetin (nasıl yaparsın bilmem) ve yalnızca beni karşılamaya hazır
olduğun o çok ender zamanlarda geldiğimin farkındaysan, eşikte dur ve bekle
beni, o her gün bulunman gereken yerde.”
Gazete ve
edebiyatçı yazar
Gazete,
edebiyat metinlerinin okura ulaşmasındaki etkinliği ölçüsünde yazarlar için de
önemli bir geçim kaynağıdır bizim edebiyatımızda. Özel gazetenin yayımlanışını
(1860) başlangıç saydığımızda hiç olmazsa yüz yıllık bir sürede yazarların
kalemiyle geçinebilmesi, olabildiği ölçüde, gazeteyle sağlanmıştır. Dergi ve
kitabın yaygınlık kazanmamış olduğu dönemlerde tefrika, okur için edebi, yazar
için de ekonomik bir kazançtır. Köşe yazarlığı da başka bir deneyimdir
edebiyatçılar için. Ne var ki gazeteden geçinen yazarların, Reşat Nuri’nin
deyişiyle “kaçmaktan kovalamaya, yazmaktan okumaya vakit bulamadıkları için
basit kalmış” olmak gibi bir nitelik sorunları da vardır. Reşat Nuri’nin haklı
uyarısıyla “[K]alem pek öyle üstüne yüklenilecek bir şey değildir. Ekmeğiniz ve
her şeyiniz ondan beklediniz mi çabuk yıprar.”5 Yazarın, edebi
varlığını borçlu olduğu ‘gazete’ ile çetrefil ilişkisini 1931’deki Muharrir oyununda ve 1937’de yayımlanan “Bir
Romancı Profili” öyküsünde anlatan Nahid Sırrı da bu geleneğin içinden
gelmiştir bu nedenle onun kurmaca metinleri, köşe yazılarını besleyen
gözlemlerinin ürünüdür.6
Dört
ay boyunca “geceli gündüzlü” çalışarak romanını tamamlayan Cevat Sezai, romanın
tefrikası için anlaştığı gazeteden belirlenen paranın yarısını da almıştır
ancak roman, eşinin intikam tutkusuna kurban girmiştir. İş adamı arkadaşıyla
karşılaştığında Eğilmiş Başların Gururu adlı romanını tamamlamış olan Cevat
Sezai, gazeteyle anlaşmış ve bir miktar avans da almıştır romanın tefrikası
için. Mahmut Galip’in, arkadaşının iyiliği için gazeteye telefon edişiyle
öğreniriz ki Cevat Sezai gözden düşmüş bir romancıdır ve yazıları hatır için
basılmaktadır. Bu durum romancının çaresizliğini göstermek kadar gazete
yönetiminin fırsatçılığına da örnektir. Romanının tefrikasını gazeten çeken
yazarın gazeteye olan borcunu, yine gazeteye yazacaklarıyla ödeyecek olması,
ekonomik kazanç için gazete dışında bir seçeneğinin olmadığına kanıttır. Avans
borcunu kapatmak için “insafsızlığı hangi raddeye” götüreceği belli olmayan
gazeteye, “imzasız olmak şartıyla” öyküler çevirecek Cevat Sezai, yazı emeği
sömürülen kim bilir kaç yazarın adıdır.7
Edebiyatın yaşı
ve anlamı
Edebiyatın,
bir gençlik hevesi olarak başlamışken o döneme özgü bir heves olarak kalması,
emek yerine ilhamı önceleyenler için yaygın bir anlayıştır. Edebiyatı, “zaptına
çalışılan bir çiftlik değil kıymeti olan kitaplardan oluşmuş bir dünya ve
iklim” bilen Nahid Sırrı, edebiyatın bir gençlik hevesi olup olmadığını ve bu
kavramın toplumsal yaşamdaki yerini de sorgular Muharrir oyununda. Edebiyat ilgisi, gençlik hevesiyle yazdığı
birkaç karalamadan öteye geçmemiş Mahmut Galip için, iş adamı olacak oğlunun
Türkçeyi yanlışsız yazabilecek duruma gelmesi yeterlidir, sanat ve edebiyatla
ilgilenmesine gerek yoktur. Vaktiyle okuldaki edebiyat sevgisi ve yazdıkları
için “çocukluk, gençlik” diyerek geçiştiren Mahmut Galip, Fecr-i Ati şairi Emin
Bülent Serdaroğlu’nun, hayallere kapılarak “penbe yapraklara sevdalı şiirler”
yazan kalemine, sonraki yıllarda yazıklanışına benzer: “Ah fakat şimdi
buruşturdum, usandım, attım/Şimdi muzlim görünen bir koca defteri yaktım/Onları
iklime bir inci sanırdım… Nerde!/Bir avuç külmüş o kıskandığım ölmüş deste!”.
Oğluna özel ders verecek yazar öğretmenin,
“ders/öğretmen” sınırı geçmesini istemeyen iş adamı, bu duyarsız yaklaşımıyla
genç Fecr-i Aticilerin bildirisindeki “biz de san’at ve edebiyat daima boş
vakitlerin bir hem-dem-i lâtifi olmaktan pek fazla bir ehemmiyet alamamış”
olduğunu kanıtlar bize adeta. Cevat Sezai, adı geçen bildirinin sözleriyle
tanımlanırsa “Şimdiye kadar memleketimizde edebiyat kelimesinin haiz olduğu
ehemmiyet ve ciddiyeti anlayan ve bu ehemmiyeti halka ifham eden, tereddüt
etmeden söyleyebiliriz ki, pek az kimse”den biri olarak edebiyatın değerini
anlatabilmek için “Roman yazmanın ne olduğunu bilseniz! Bu acaba sizin iş
dalaverelerinize ve kazançlarınıza mı benzer.” türünden açıklamalar yapar
iş adamı
arkadaşına.8 Çabası boşunadır romancının çünkü Nabizâde Nâzım’ın “Seyyie-i
Tesâmüh” (Hâlâ Güzel, 2004) öyküsünün
cümlesiyle “zevksiz olanlara edebiyat haberi keçiye kavaldan da beter… Hiç
olmazsa, keçi kavaldan biraz anlarmış…” İş adamı Mahmut Galip Bey’in, “Herkesin
edebiyatla alâkadar olmasına imkân var mıdır?” sorusu, tiyatronun zamanını aşan
buna karşılık bütün zamanlarda sorulması gereken çetin bir sorudur. İş adamının
sorusu, kendi ilgisizliğinden kaynaklanan bir çaresizliği barındırıyor içinde. Açıkçası,
başımızı kaşıyacak zamanımızın olmadığı bugünün toplumsal yaşamı için edebiyat
ilgisinin imkânsızlığını değil de edebiyatın gereksizliğini dile getirmeli
herhalde. Ne yazık ki “keçiye kaval” hâlâ kolay bir seçenek bu hız ve tüketim
toplumunda. Neyse ki Cevat Sezai’nin, edebiyat ortamından büsbütün habersiz
arkadaşına verdiği karşılık cesaretlendiriyor bizi: “Fakat bununla iftihar
etmemeli, buna esef etmeli. Bunu bir kusur, bir noksan addetmeli. Bir ayıp gibi
gizlemeli.” Sanat ve edebiyat ilgisizliğini kişisel bir eksiklik sayarak hiç
olmazsa “ayıp gibi” gizleyebilenleri çoğaltabilmeli edebiyatın geleceği için.
Yazarın
yaratıcılık sorunu
Yazarın,
dışındaki dünyayı algılayarak onu, eklemeleriyle yeniden biçimlendirmesi
sanatçılık adına özel bir çaba gerektiren yaratıcılık eylemidir. Yazarı var
eden bu yaratıcılık, onun kendi psikolojisiyle ilgili olduğu kadar ailesi ve yakın
çevresiyle de bağlantılı ve apayrı bir enerji biçimi gerektiren oldukça özel
bir andır. Pek çok yazar için bir tür cinnet boyutuna ulaşan bu yeniden yapma
anının, yazarın yakın çevresindekileri olumsuz etkilediğini hiç olmazsa yazıya
geçmiş anılardan öğrenebiliyoruz bu nedenle sanatçıların “aile” düzeni çoklukla
merak edilip sorgulanmıştır. Albert Camus’nün, sanatçının ailesi ve yakın
çevresiyle ilişkisini, yeni evli bir ressamın kaygılarıyla anlattığı “Jonas ya
da Resim Yapan Ressam” (Sürgün ve Krallık,
2013) adlı öyküsünün, bu bağlamda kılavuz metin olarak okunması gerektiğini
söylemeliyim. Cevat Sezai’nin dört ay boyunca “geceli gündüzlü” çalışarak
tamamladığı romanını “bin parça” ettikten sonra, “Bu hayal zenginliği sende
bulunduktan sonra bana ne ihtiyacın olacak! Her gün birbirinden güzel yüz tane
kadın icat eder, bunları da kendine delicesine âşık farzedip avunursun. Eserini
böyle parçalayışım ise senden bir intikam almak için değil. Ancak, düşündüm,
taşındım, hafızanda başka türlü ebedi bir yere olabileceğime ihtimal vermedim.”
notunu ekleyerek evi terk eden eşi, ilerlemiş yaşına karşın evden kaçan
Tolstoy’unkine benzer biçimde sanatçının evliliği sorunla yüz yüze getirir
bizi.
Sanatın,
hiçbir ortak kabul etmeyecek denli kıskanç bir sevgili olduğuna kanıt yazılacak
olsa kabarık bir yekûn çıkar ortaya belki bu nedenle “uzaktan sevmek” sanatçı
eşler için geçerli seçenek. Attila İlhan’ın sevgili eşinin, isteseydim anne
olma hakkımı kullanabilirdim ancak ben annelik hakkına sahip olsaydım Türk
edebiyatı, Attila İlhan gibi bir şairden yoksun kalırdı, türünden sözleri
olduğu söylenir; ne büyük erdem. Eşinin, biraz da pahalıya mal olmuş uyarısının
ardından, “sanatkârın aile hayatına vakfedebilecek vakti olmadığını takdir
et”miş romancı Cevat Sezaileri gördükçe her iki tarafın kendilerince haklılık
barındıran bakışlarıyla derinleşen ve sanatçıya bir o kadar da esin kaynağı
olan bu evilik/aile sorunu için Sevin Okyay’ın, “Ya Seninle, ya Sensiz: Edebiyatçının
“Medeni Hal”leri” (Kitaplık 59, Mart
2003) yazısının kılavuzluğunda yol aldığımı söylemeliyim.
Arkadaşının
iş önerisine, yazıya yeterli zamanı kalmayacağından karşı çıkan Cevat Sezai, kendi
hayal dünyasından gerçek yaşama çıkmayı bekleyen ve adeta seslerini duyduğu “ne
çok mahlûk” olduğunu söylerken yazacaklarının çokluğu yanında karakter yaratma
biçimini de açıklamış olur bir bakıma. Kurmaca metinlerin oluşturulmasında
karakter yaratmanın güçlüğünde neredeyse söz birliği etmiş kuramcılar, yaratıcı
yazarlara kurmaca metni okurun gözünde var edecek karakterlerini kurgularken
sözcüklerle somutlaşan bu karakterleriyle içli dışlı olmalarını, onları kendi hikâyeleriyle
tanındıktan sonra hikâyelerinde tanıtmaya girişmelerini öneriyor. William L. Randall,
“bir kurmaca karakterin yaratılması sanatın en büyük mucizelerinden biridir” (Bizi Biz yapan Hikâyeler, 2014)
belirlemesinin ardından Virginia Woolf’un, erkeklerin ve kadınların
“kendilerini onlara dayatan bir karakteri… yaratma işinin çekiciliğine
kapıldıkları için roman yazarlar” sözünü aktarıyor. Karakter yaratmanın
içtenliği ve devamlılığındaki “[b]aşkalarının gerçek kişileri doğurdukları
kadar doğal ve gerekli olarak kurmaca insanlar doğururlar. Ve onları
doğurduktan, yetiştirdikten ve okurlara verdikten sonra, yenilerini doğurmaktan
kendilerini alamaz” oluşlarına benzer biri durumdur Cevat Sezai’nin seslerini
duyduğu “mahlûklar” için yapması gereken: “Sanki bağırırılar. ‘Bize de hayat
ver! Varlığımızı saran bu zincirleri kopar! Bizi güneşe, ebediyete çıkar’ diye
yalvarırlar. Seslerini dinlerken kâh sevinç ve gurur, fakat çok defa yeis, azap
duyarım. Çünkü bunlardan birçoğuna hakikaten ebediyet vermiş olmakla beraber,
kendi elimde ancak bir hayat var yetişebilecek miyim?”
Dünya kadar eski
mesele nedense hiç eskimiyor
Yeni
bir rejimin, ülkeyi demir ağlarla ördüğü yıllarda Muharrir adlı tek perdelik oyunuyla yazarın, yazmak ile yaşamak
ikilemini sorgulayan Nahid Sırrı Örik, zamanının politik ağının dışındaki bir
yazar olarak kendi yazı ve sanat deneyimlerinden yararlandığı açıktır. Oyunun
yazılışından handiyse yüz yıl sonrasında Nahid Sırrı benzeri “dışarıda” kalmış
yazarların ekonomik ya da sosyal konumlarında iyiye yönelik bir değişiklik yok;
yaşamak ve yazmak için yazının dışında çalışıyorlar. Nahid Sırrı’nın döneminde
“yönetime egemen olan bürokrasi”nin yetkisini sonraki zamanlarda devralanların
kendi saflarında gördükleri, geceli gündüzlü çalışmasalar da onay alabiliyorlar
yazdıkları için. Muharrir’den sonraki
yıllara bakıldığında Nahid Sırrı’nın dışarıda kalışı, seçenekler arasında
ehven-i şer olarak da görülebilir sanatçılar için. Edebiyatçı yazarlar zaman
içerisinde bir bir kovuldu gazetelerden, bugün edebiyatçılar için gazeteler bir
geçim kaynağı değil artık ne var ki yazarların emeğini sömüren başka güç
sahipleri türedi onların yerine. Bugünün edebiyat ortamında yazılanın satılması
-okunması değil- apayrı güç dengelerini gerektirdiğinden yazmak için köşesine
çekilen yazar devri kapandı denilebilir. Özel dersler, artarak devam ediyor
bugünlerde; Türkçe dersini verenlerin çoğu için de edebiyat “keçiye kaval” ne
yazık ki. İş adamalarının değil, edebiyat memurluğundan geçinen diplomalı
edebiyatçılar için de edebiyat bir “gençlik hevesi”, onların gençlik yaşları
üniversite yıllarını kapsayacak kadar uzadıysa bu, bir kazanım sayılabilir.
Edebiyatla herkesin “alakadar” olmasını bir yana bıraktık, estetik kaygıyla
yazılanı “sidikli kız”9 adına fantezi sayanlar çoğaldıkça edebiyatın
gerekli olup olmadığını konuşmamız gerekiyor belki, kim bilir. Ne olursa olsun
kuşatmanın biçimi, yazmayı Deleuze’ün “Edebiyat ve Yaşam” (Kritik ve Klinik,
2013) yazısındaki deyişiyle “asla tamamlanmayan, her zaman oluş halinde olan ve
her yaşanabilir ya da yaşanmış maddeyi aşan bir oluş meselesi” gördükçe yazmak
öncelikli seçeneğimizdir.
----------***---------------
1-Nahid
Sırrı Örik, “Muharrir”, Bütün Oyunları,
İstanbul: Oğlak Yay., 1997
2-
Alpay Kabacalı, Türkiye’de Yazarın
Kazancı, İstanbul: Cem Yay., 1981,57; Başka kaynaklara bakılabilir elbette
ancak Alpay Kabacalı’nın bu kitabının, Tanzimat döneminden yüz yıl sonrasına
uzanan dönemde yazarın ekonomik durumu için önemli bilgiler içerdiğini
belirtmeliyim.
3-Bahriye
Çeri, Bir Cihan Kaynanası: Nahid Sırrı
Örik (Ankara: Hece Yay., 2007) adlı incelemesinde Nahid Sırrı’nın
gazetelerde kalmış pek çok köşe yazısının içeriğinden okuru haberdar etmektedir.
Nahid Sırrı’nın, okuyamadığım köşe yazılarından söz ederken adı geçen kitaptan
yaralandım.
4-Nahid
Sırrı Örik’in, adı ve soyadı dışında bazı yazılarında “Ayşe Nesrin” adını ve “İltan”
soyadını kullandığını belirtelim. İlk romanı Kıskanmak, 1937’de -Kıskançlık adıyla-tefrika edilmişken 1946’da
kitap olarak basılabilen Nahid Sırrı’nın Yıldız
Olmak Kolay mı (Tanin, 1944) ve Tersine
Giden Yol (Tasvir-i Efkâr, 1948) adlı romanlarında tefrika yoluyla
ulaşmıştır okurlara.
5-
Reşat Nuri Güntekin’in, şimdiye dek bir yerde yayımlanmadığını öğrendiğimiz
“Bir Dörtyol Ağzında Konuşma” (Ulus,
27 Mart 1945) başlıklı yazısı, Tuncay
Birkan’ın “Reşat Nuri’de yazarın siyasi, entelektüel ve ahlaki sorumluluğu:
“İşleri eldiven ucu ile tutanlar”, “Kendi fikirlerinden kolayca memnun
kalanlar” ve “Kalem Namusu” (k24,1
Aralık 2016) yazısına eklidir.
6-
Bu konuda, kendisi de bir gazeteci olan ve onca romanına karşın edebiyat
dünyasında adından pek söz ettirememiş Reşat Enis Aygen’in, okuyucusunu
kaleminin ucuna takıp sürüklemek isteyen gazeteci yazarının romanı Ağlama Duvarı (İstanbul: Cem Yay., 1983;
ilk Basım 1949) sözü edilmesi gereken önemli bir romandır.
7-Cumhuriyet
dönemi ve sonrasındaki yazarların edebiyat dünyasındaki -öncelikle yazı/para
kaynaklı- sorunları için hiç olmazsa iki kitabın adını vermek istiyorum: Sait
Faik Abasıyanık, Hikâyecinin Kaderi,
İstanbul: YKY, 2005; Günlüklerin Işığında
Tanpınar’la Başbaşa, Haz. İ.Enginün - Z.Kerman, İstanbul: Dergah Yay., 2007
8-
Dorıs Lessıng, Altın Defter kitabına yazdığı “önsöz” yazısında, romanı için
“tıkanmış sanatçı” izleğini kullanmasının gerekçesini açıklarken sanat ekonomi
karşıtlığının olumsuz algılanmaması gerektiğine yönelik önemli bir ayrıntıya
değinir: “Sanatçı ve tam karşıtı olan işadamı tipleri, kültürümüzü
dengelemişlerdir. Biri kaba, duyarlıktan uzak; ötekiyse yaratıcı, fazlasıyla
duyarlı, çok acı çeken, çok bencil, ama yaratıcı olduğu için bağışlanması
gereken biri gibi gösterilmiştir. Elbette, aslında işadamı da yarattıklarından
dolayı bağışlanmalıdır.” (Altın Defter,
İstanbul: Can Yay., 2011, s.16)
9-Söyleyişi,
Nihad Siris’in, Sessizlik ve Gürültü
( İstanbul: Jaguar Kitap, 2015) adlı romanından aldım.
k24, 26 Ocak
2017
AYNADAKİ RÜYA
Hasan
Öztürk
Okur
Kitaplığı
Aynadaki
Rüya, sokakta dolaştırılan aynanın yazarın iç dünyasına çevrilmesiyle oluşan
bir kitap.
Hasan
Öztürk; romanlar ve yazarlar arasında dolaşırken, okurlarını sanat ve
edebiyatın imkânlarına kulak kesilmeye davet ediyor.
İnsanoğlunun
"sesten simgeye geçiş" aşamasını gösteren yazı, "bir doğal dilin
grafik işaretleri yardımıyla geçekleşmesi" anlamıyla kayıtlara geçse de
"yazmak" varlığımıza tanıklık etmektir bence. Her ne kadar Sokrates, "yazılı
sözün insan zihnini tembelleştirdiğine" inanarak yazılı bir belge
bırakmasa da biz bugün "yazmasam deli olacaktım" diyen Sait Faik'ten
yanayız. Osmanlı atasözü, "İlim bir avdır; yazı onu avlamaktır,"
diyor. Sözün ulaşamadığı yerlerde insanı temsil eden ve ona yenidünyalar
kazandıran hiç kuşkusuz yazıdır. Mehmet Kaplan, bir yazısında "yazarken
düşünmek" eyleminden söz etmişi. Stephen King: "Yazmak rafine
düşünmektir," diyor. Bizi başka canlılardan ayıran "düşünmek" ve
her birimizi başka insanlardan ayıran "düşüncelerimiz" ise yazı,
başka birisi olduğumuzu dilin yeni bir biçimiyle kendimizden başkalarına
göstermektir.
KENDİNE BAKAN
EDEBİYAT
Hasan
Öztürk
Erdem
Yayınları
Kitap
Açıklaması
Denilebilir
ki yazar iktidarın karşısında, patronun karşısında, güncelin, ünün, paranın,
hiç kimsenin, hiçbir şeyin karşısında diz çökmeden ayakta yazan kişidir.
Karşısında, yanında, varlığından bile habersiz ama hep ayakta. Bu yüzden
olacak, dün olduğu gibi bugün de soytarıların her yerde küçümsenmeyecek bir
yeri bulunmasına karşılık, güç ve düzen gerçek yazarı her zaman düşman
bilmiştir. Hasan Öztürk Tanpınar’dan Tahsin Yücel’e, Kavafis’ten Bachmann’a
kadar “Sanat ve edebiyat nedir? Siyaset ve politika edebiyat üzerinde ne kadar
etkilidir?” sorularını soruyor. Kitapta İktidar Gücünün Gölgesi: Kuşatma
Altında Yazı ve Edebiyat, Panoptikon Dışındaki Dünya: Edebiyat Kendine Bakıyor
ve Camın Ardına Bakmak: Karşı Pencere başlıkları altında yirmi bir yazı bulunuyor.
KURMACA VE
GERÇEKLİK - Öykü ve Roman Eleştirileri
Hasan
Öztürk
Orient
Yayınları
Kitap
Açıklaması
Kurmaca
metinleri okumayı ve onlar için yazmayı bir tür diyalog olarak görüyorum;
hayata bakıp yazan yazar ile kitabı okuyanın/eleştirenin buluşup zenginleştirdiği
bir diyalog, ayrı bir gerçeklik. Öykülerinden ve romanlarından söz ettiğim
yazarların sesi olmak ya da yazdıklarının fotoğrafını çekmek gibi bir kaygım
olmadı.
Yazısını
yokluğumuzda var eden yazarınkine benzer biçimde, yokluğunda onun adına ve
onunla konuşabilmeyi uygun gördüm kendim için. Bu tutumumda, kurmaca metinlerin
ve özellikle de romanın “bir şey” söylemiş olduğu/olması gerektiği varsayımımla
roman eğitiminden geçmeyi önemsememin payı açıktır.
Biçimsel
bir kaygıyla bakıldığında yazdıklarımın eleştiri sayılıp sayılamayacağını
kestiremiyorum. Fakat her içeriğe tastamam denk gelecek bir biçim belirlemenin
güçlüğünü, belki imkânsızlığını, buna karşılık söylenenin/içeriğin uygun yeni
biçimlerle kendine yol bulacağını düşünüyorum.
Kültürler ve medeniyetler ortaya koydukları eserlerle
değerlendirilir, konuşulur ve etki alanlarını genişletirler. Bir kültürde
ortaya konulan eserler ne kadar çoksa o kültürün konuşacağı konu da o kadar
çoktur. Kültürlerin okuması bir nevi ortaya konulan eserler üzerinden
yapılabilmektedir. Edebi eserler de ortaya çıktığı kültürün doneleriyle
yoğrulmuş, bir tür harmanlanmış yapıtlardır. İçerisine aldığı unsurlar onu
ortaya çıkartan kültürün sesi, nefesi, rengi, dili, özlemi, kısacası hayatıdır.
Edebi eserlerin Cemil Meriç’in ifade ettiği üzere “bir
tür sosyal olgu” oluşu edebi eserleri farklı boyutlarda da inceleme imkânının
mümkünlüğüne işaret etmektedir. İçerisine dâhil ettiği unsurlar kültürel
sürekliliğe katkı sağlamakla birlikte kalıcı olmasına da imkân sunmaktadır.
Elbette edebi eserleri sadece kültürel bağlamda ele almak eksik olacaktır.
Edebi eserler estetik unsurlar başta olmak üzere dil, imla, anlatım biçimi,
anlatılanın kapsamı, özgünlük, yetkinlik vs. gibi unsurlar da dikkate alınarak
ortaya konulur ve değerlendirilir.
Terry Eagleton’un dilimize Edebiyat Kuramı olarak
çevrilen eserinin sunuş yazısında Jale Parla edebiyatın sadece kelimelerle
kurulan bir anlamlar bütünü olmadığını onun ayrıca imgesel bir yanının olduğu
şu şekilde özetler: “Bana bir bardak su getir” cümlesi, bir bardak suyun
kullanılmak üzere getirilmesini amaçlarken, “Bir yudum su ver bana billur
pınarlarından” cümlesinde pınarın gerçekten bir yudum su uzatacağı düşünülmez.
Aynı şekilde, “Su, hidrojenden ve oksijenden oluşur” cümlesi “Su, hidrojen ve
oksijenin tutkulu birlikteliğiyle vardır” biçiminde söylenmez. Bir bardak su
isterken kastettiğimiz su bellidir; hidrojen ve oksijenden oluşan su da. Ama
billur pınarların suyu zihnimizdeki bir imgeye yöneliktir; beli bir billur
pınarın belirli bir yudum suyuna değil” (s.10). Eaglaton ise edebiyatın kapsamı
alanına dair şunları aktarır: “Neyin edebiyat olduğu veya olmadığının
belirlenmesinde değer yargıları büyük ölçüde etkilidir, yazının edebi olması
için “güzel” olması gerekmez, güzel olarak değerlendirilen türden olması
gerekir: Yapıt genel olarak değerli bulunan bir tarzın kötü örneği de olabilir”
(s.34). Tüm bunlarla değerlendirildiğinde edebiyat bir karışıklıklar bütünlüğü,
tematik bir yapıt, imgesel bir tür, çok sesli bir enstrüman olarak
değerlendirilebilir.
Edebi eserlerin sesine muhatap bulması için onun
alınıp okunulması, değerlendirilmesi gerekmektedir. Okunmayan eser sessizce
okurunu bekler. Konuşulmayan eser ise tarihin tozlu raflarında unutulmaya
mahkûm bırakılır. Bu bakımdan eleştirmenlere büyük işler düşmektedir. Kitaplar
eleştirmenlerle mahkûmiyetinden kurtulabilir, konuşulup okunması arttırılıp
yine eleştirmenler tarafından azaltılabilir.
Eleştirmenlik kurumu kitapların belirli kriterlere
göre değerlendirildiği, çözümlendiği, incelenip ortaya konulduğu bir kurumdur.
Eleştirmenler yayın dünyasının nabzının tutarak iyi eserlerin gün yüzüne
çıkmasına, kötü eserlerin ise neden kötü olduğuna dair çözümlemeleriyle okur
adına iş tutan insanlardır. Eserlerin dikkatli ve tarafsız bir biçimde
değerlendirilmesi gerekliliği her ne kadar çok zor olsa da eleştirmenler bir
eseri değerlendirirken belli başlı bazı kriterlere göre bunu yaparlar.
Meşakkatli bir iş olan eleştirmenlik nesnel ölçütler bağlamında, ideolojik
kamplaşmalara boğmadan yapıldığı vakit yayın dünyasının gelişmesine, eserlerin
daha çok konuşulmasına katkı sağlamaktadır.
Türk Edebiyatına Ayna Tutan Adam: Hasan Öztürk
Hasan Öztürk ismiyle ilk karşılaşmamız Okur
Yayınlarından çıkan Aynadaki Rüya adlı eseriyle gerçekleşti. Aynadaki Rüya adlı
eseri daha sonra yayımlanan Kendine Bakan Edebiyat gibi Türk Edebiyatına
tutulmuş bir ayna vazifesi görmektedir. Yazı ve iktidar sorgusu üzerinden bir
tür Edebiyat arkeolojisi yapan Öztürk kitaplar arasındaki ilişkileri, çeşitli
sorunsallarla birlikte çözümlemeye çalışarak Türk Edebiyatı’nın nabzını tutmaya
ve bunu sunmaya çalışmaktadır. Bir tür tezi olan bu eleştirel kitaplar, yazının
arka planında duran ve onu ortaya çıkartan sosyolojik nüanslarını yansıtması
bakımından bir tür “edebiyat sosyolojisi” çalışmaları olarak da
değerlendirilebilir. Hasan Öztürk’ün ortaya koyduğu bu eserler bir bütünsellik
sağladığı için ayrı ayrı olarak ele alınabildiği gibi bir bütünün farklı
zamanlarda sonuçlanan ve gittikçe genişleyen çalışmaları olarak
okunabilmektedir.
Öztürk, Kendine Bakan Edebiyat eserinin sunuşunda da
aktardığı gibi eserin birinci bölümü siyasal ve sosyal erklerin edebiyatı nasıl
yönlendirdiği, bu erklerin edebi ortama düşen gölgelerinin yansımalarını
çözümleyen yazılar mevcuttur. İkinci bölümde genel bir çerçeve içerisinde
insanoğlunun “içerisinde yaşadığı çerçeveyi tanımak amaçlı” ortaya konulan
eserlerin çözümleriyle belirli bir duruş ortaya koyan yazılarıyla Öztürk, bir
nevi farkındalığı arttırmak için eserler üzerinden farklı okuma biçimlerini
okurlara göstermektedir.
Üçüncü bölümde ise edebiyatın dünyadaki farklı biçimlerinin bir tür okuma
denemesi ve aslında edebiyatın evrensel bir dil olarak dünya vatandaşlığıyla
eklemlenme süreci olduğunun bir nevi göstergesi olduğu ifade edilebilir.
Kendine Bakan Edebiyat
Hasan Öztürk
Erdem Yayınları
221 Sayfa
Bilal Can - 16.01.2017 (Kitap Haber)
Edebî
kamu Hasan Öztürk adına, neredeyse Dergâh’ın ilk sayısından bu yana yazdığı
roman eleştirisi metinlerinden, 18 yıldır yayıma hazırladığı Mavi Yeşil dergisinden ve
deneme-edebiyat yazılarını bir araya getirdiği kitaplarından aşina. Bu
kitaplardan sonuncusu Gündem Edebiyat
birkaç ay önce okurlarıyla buluştu. Edebiyatla profesyonel ilişki kuranların
dahi gündemlerinde edebiyatın sallantılı hâlini hatırladıkça bir kitaba böyle
bir adın verilmesi bir cephe açmakla, bir tavır almakla eşdeğer. Kitabına Gündem Edebiyat diyen bir sanatçı
yazdıklarıyla kendi gündemini mi tartışır yoksa seslendiği okurun dikkatini
edebiyata doğru çekebilir, gündemini tayin edebilir mi diye düşünmeden
edemedim. Kitap, peşinen söyleyelim ki durmadan değişen sokak ve ekran aktüalitesi
karşısında ihmal ettiğimiz sanatın gözden kaçan gündemine okuru dâhil
edebiliyor. Bu yönüyle yazar, gündemi, okuruyla kitap bittiğinde çoktan paylaşmış
oluyor. En başta, okumakta tembellik ettiğimiz yazarların dünyasına yönelmekte
acele etmemiz gerektiğini, geçmiş yıllarda ya da son günlerde basılmış
nitelikli kitapların kütüphanelerimizle buluşturulmasını iştah kabartarak anlatıyor.
Herhâlde gündem, edebiyat lehine böyle tayin edilir ve Hasan Öztürk de bunu
hedeflemiştir.
Gündem Edebiyat’ın ilk bölümü
“Çerçeve” başlığını taşıyor. Sonra sırasıyla “Öykü, Roman ve Tiyatro”,
“Kitaplar İçin” ve “Varlığı Yazı Olanlar” geliyor. Edebiyat dergilerinde, gazetelerde
cereyan eden tartışmalardan, okulların ve eğitimcilerin edebiyat öğretimi ile
ilişkisine, gençliğin dünyasında edebiyatın yer alış biçimlerine, dünya
edebiyatının klasik eser ve sanatçılarına kadar pek çok mesele etrafında Öztürk
bir edebiyat tartışması inşa ediyor. Burada, kitabın en merkezî noktalarından
olan iktidar-sanat ilişkisine dair ve gözden kaçırdığımız kitapların önemi
üzerine konuştuğu kısımlarına değinmekle yetineceğiz.
Romandan
siyaset çıkarmanın, siyasetten roman çıkarmak kadar kolay olmadığını düşünen
Hasan Öztürk, edebiyatla siyasetin yan yana getirilmesini hoş karşılamasa da
siyasetsiz bir edebiyatın mümkün olma ihtimalini zayıf görüyor: “Edebiyat hayat
demek siyaset de bütün hayatımızı kuşatmış durumda.” (s. 60) Bu satırlar Orhan
Pamuk’un Kar romanında siyasetin
izlerini aramadan kaleme alınmış. Sait Faik’in tek romanı Medarı Maişet Motoru’nun sansürle imtihanı da kitapta sözü edilen
eserlerden: “Bugünler için komik sayılacak, ‘hayatı tozpembe göstermediği’
gerekçesiyle toplatılan ve üstelik iki bin lira para cezası ödenen Medarı Maişet Motoru’ndan çıkartılan
cümleler, siyasal iktidarların sanat/edebiyat tedirginlikleriyle sansür
politikalarını anlamayı kolaylaştırır. Hepsi bir yana romanın, ‘Beni anam
doğduğum zaman Balat’taki havraya bıraksaydı, ben şimdi mis gibi bir Yahudi
olurdum. Seni Mişon, anan doğduğun zaman Süleymaniye camiine bıraksaydı, sen
şimdiye kadar müezzin olmuştun.’ cümlesi, ulu devletin yöneticilerine aykırı
gelmiş olabilir.” (s. 127)
Mehmed
Kemal’in 1967’de Acılı Kuşak adıyla
yayımlanan ve 1940-1950 arası sol edebiyat ortamını anlatan kitabından Hasan
Öztürk sayesinde haberdar oldum. “Milli Şef” idaresinde bir grup sanatçının
yaşadıklarını anlatan kitap, “1940’lı yılların edebiyat ortamını yazacaklar”
için “başat kitaplardan biri” olarak sunuluyor. Mehmed Kemal’in alıntılanan
ifadelerinden bir kısmı: “Garipçiler diye anılanlar iyice ünlenmeye, bizim
kuşak barış şiirleri yazmaya başladığı zaman, CHP şiire bir çekidüzen vermeyi
düşündü… Yahya Kemal’i partinin estetik danışmanı yaptı, Ahmet Kutsi Tecer’i de
Fuat Köprülü’nün kuru bir dala çevirdiği Ülkü: Halkevleri dergisinin başına
getirdi. O zamanlar her şey CHP’nindi. Yurt, Millet, Vatan, Cumhuriyet, Sakarya
ve sonradan Fethi Çelikbaş’ın ünlü iddianamesi ile kapatılan Halkevleri…” Aynı
kitaptan bir cümle daha. Hasan Öztürk bunun “iktidar edebiyatı” kayıtlarına
geçmesi gerektiğini özellikle vurguluyor: “Nurullah’a [Ataç] yaklaşmış olan,
resmi görüşün onayını almış demektir.” 1940’larda siyasi iktidarı eleştiren her
kim olursa olsun adı “komünist”tir. Refik Halid, Halide Edip, Sabahattin Ali,
Sait Faik fikre tahammül edemeyen iktidarın “acılı kuşak”a yönelttiği suçlamaları
eleştiren isimlerden. Komünist olmanın kolaylığı, Öztürk’ün derledikleriyle:
“Radyonun çubuğu vericiye benzediği için suç, ‘bahar beklediğimi getirmedi’
şiiri suç, kitabın adında ‘sınıf’ yazmak suç, iktidarın politikasıyken ‘tren’
şiiri yazmak suç…” (s. 92) Deneme bir temenni ile son buluyor: “Eli kalem dili
kelam tutanların kaderini, kalemin ve kelamın ruhuna yabancı kalmışlar
belirlemese keşke…” (s. 93)
Öztürk’ün
denemelerinde Refik Halid Karay’a farklı gerekçelerle birkaç defa söz getiriliyor.
Yazar, Karay’ın İttihat ve Terakki Cemiyeti ile ilişkisine, sürgünlerine ve
yazdıklarına bahis açtıktan sonra onun “Türkçeyi en güzel kullanan yazar”
olarak hatırlanmasının ardında bir tehlike sezdiğini gösteriyor. O, böyle
hatırlansın yeter kimilerince, yoksa yazdıklarının, bu güzel Türkçe ile neler
ortaya çıkardığının bilinmesi her birimizi rahatsız edecek hakikatlerle
örülüdür. (s. 119)
Akşam gazetesinde
1949’da “Muharrir Neden Yetişmiyor?” başlığıyla gerçekleştirilen bir anketin
2015’te kitaplaşmasıyla (Cümle Yay.) bir yazı kaleme alan Hasan Öztürk, iktidar
ve sanatçı ilişkisine Türkiye’nin tek partili yıllarından hareketle yorumlarda
bulunuyor. Gündem Edebiyat, tek parti
rejiminin sanata baskısına özellikle değinen bir kitap. CHP iktidarının son
demlerinde yapılan bu soruşturma baskıcı ortamdan yakınan sanatçıların
ifadelerinde somutlaşıyor.
Gündem Edebiyat pek çoğumuz
için kıyıda kalmış kitapların dünyasına okurunu davet ediyor. Bugün çok az
denemeci Tahir’ül Mevlevî’nin romanı Teşebbüs-i
Şahsî’yi okuma ve onun üzerine yazma arzusu hisseder. II. Meşrutiyet’in
matbuat hayatını can alıcı sahnelerle anlatan bu roman, özellikle gazetecilik
üzerinden devrin kâğıt israfına dikkat çekiyor. Bir başka kitap Narsisizm ve Yaratıcılık. Ovidius’un Dönüşümler’inde Narkissos kendi
güzelliğiyle bir nehrin yansımasında karşılaşır ve bu kahramanın felaketine
sebep olur. Hasan Öztürk bu mitolojik zenginliği bir soruyla tekrar hatırlatıyor:
“Narkissos’u yutan su, bizi kendimize yansıtacak aynaya bakmayan narsisiste bir
ceza mı vermiştir, yoksa hayranı olduğu/olunacak güzelliği kendine mi çekmiştir
bilinmez ancak söylencenin Ovidius ile metinselleştiği yaygın kanıdır.” (s.
105) Kitapta Narkissos’un kibrinin edebiyattan tıbba kadar geniş bir sahada
sanatçılara ve bilim adamlarına ilham verdiği, Freud’un bu olaya yaklaşımı ve
narsisizmin edebiyatta nasıl terimleştiği üzerinde de duruluyor.
*Gündem Edebiyat, Hasan Öztürk, Önce
Kitap, 2017
Dergâh, Şubat
2018, Sayı: 336
Mavi Yeşil Dergisi editörü Hasan Öztürk:
POPÜLER OLAN SABUN KÖPÜĞÜDÜR
Mavi Yeşil dergisi editörü Hasan Öztürk ile dergicilik mefhumu üzerine
konuştuk. Öztürk, "Edebiyat metninin nitelik ölçüsü, zamanın elinden
tutabilmeyi başarmasıdır. Meselenin özü şu: Filmlere konu olmuş, bir ömür
saklanan oyalı ipek mendiller var ya bir de çok satılan ve akıbeti belli selpak
mendiller gibi bir şey düşünebiliriz" dedi.
29 May 2018 07:39
DUVAR – 2000 yılında Türkiye dergicilik sektörüne
merhaba diyen Mavi Yeşil Dergisi editörü Hasan Öztürk ile yazar- okur
ilişkisini, sosyal medyanın edebiyata ve öyküye etkisini, dergicilik ve
ekonomik kriz meselesini konuştuk. Öztürk, “Karadeniz kıyı şeridinin uç
noktasındaki Rize şehrinde, önceliği ekonomi ve politika olmayan bir dergi
çıkarırken büyük iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük edebiyat
misyonları biçmiştik ne de edebiyatın sorunlarının çözümü için bizi beklediğini
düşüyorduk, hâlâ da öyleyiz açıkçası” derken, konu geleneğe geldiğinde ise,
“Herhangi bir mirası devralmadan yayımlanmaya başlayan Mavi Yeşil, edebiyat
evrenine taşranın direncini dergicilikte örnekleyen bir miras bıraksın isteriz”
diyerek düşüncelerini açıklıyor.
İlk olarak, öykü ya da edebiyatı konu alan herhangi
bir yazı kaleme alan bir yazar, derginize nasıl ulaşıyor?
On dokuzuncu yılını ortalamış ve edebiyat ortamında
adından şöyle böyle söz edilen Mavi Yeşil dergisi, bu ülkenin her bir yanına
yayılmış güzellikler toplamıdır, bu nedenle dergiye ulaşmak isteyenlerin
herhangi bir sorunu olmaz, dergi yanı başındadır onların. Yazılarını Mavi Yeşil
dergisine ulaştırmak isteyenlerin çoklukla kullandığı yöntem, derginin [email protected] adresini
kullanmaktır. Çok az kişi, dergiye kendisinden daha yakın bulduğu birisi
aracılığıyla yazılarını ilk kez ulaştırsa da sonrakilerinde doğrudan kendisi
ulaşabiliyor. 2000’li yılların başlarında, teknolojik olanakların bu ölçüde
kolaylık sağlamadığı günlerde, iletişimin sınırlı olduğunu, sorunlar
yaşandığını söyleyebiliriz elbette.
‘GÖSTERİ TOPLUMU’ OLDUK ÇIKTIK’
Son dönemde popüler oyuncuların, şarkıcıların
edebiyatı konu alan üretimlerinin dergilerin niceliğini arttırdığı ortadayken,
niteliğe olan etkisini nedir sizce? Bir anda öykü yazarlığının ilgi görmesine
sebep olan etken ne?
Popüler olan sabun köpüğüdür, bu nedenle ömrü uzun
olmaz onun. Popüler olmaya özenenlerin de akıbeti budur çok zaman.
Nicelik-nitelik sorununun yeni olmadığı gibi edebiyat ortamıyla sınırlı
kalmadığını da belirtmeliyiz öncelikle. Açıkçası, Guy Debord’un adlandırmasıyla
‘Gösteri Toplumu’ olduk çıktık artık, yadırganacak bir durum yok. Tüketim
kültürünün öne çıktığı, ekonomik kazancın başat kaygı bilindiği bir zamanda,
dergilerin de bundan pay alma talebini doğal karşılamak gerekiyor, ne çare. Bu,
biraz da okur kitlesiyle/tipiyle ilgili bir durum bence. Popüler ortamda
tanıdığı bir yüzün yazdıklarını okumak, okur için ayrıcalıklı tıpkı popüler
yazarların imza günlerinin yoğun ilgi görmesi gibi bir şey bu. İmza gününde
alınan kitap içerik yönüyle önemli değil çokları için satın alınan kitap
karşılığında popüler isimle bir fotoğraf çektirmek yetiyor eleştirel okumaya
katlanamayana kişiye.
Künyesinde/adında edebiyat olan dergilerin, başka
alanlardaki popüler isimlerden yazılar yayımlamaları da bu nedenledir; okuruna
‘ucuz’ yazılar ve görsellikle yakın olma kaygısı. Sanat edebiyat ortamı oldukça
güdük bu ülkede edebiyat dergisini çok satmak az marifet mi? Bu dergiler
aracılığıyla niteliğe katkı, edebiyat ortamına bu dergilerle yaklaşanların
zamanla daha iyi olanı arayışlarına neden olmasıyla mümkün olabilir. Sözü
edilen dergilerde, yerlerinden edilen deneyimli isimler de yazıyor, bunu da göz
ardı etmemek gerekir. Bir de nitelikli sayılan edebiyat dergilerine -her
nedense- yazmaya zamanı olmayan ‘seçkin yazarlar’ da -herhalde yazılarından
önce IBAN bilgilerini soran-şarkıcı ve oyuncuların yazdığı dergilerde yazıyor,
bu da olumlu yönde bir katkı sağlayabilir. Edebiyat metninin nitelik ölçüsü,
zamanın elinden tutabilmeyi başarmasıdır diyebilirim. Meselenin özü şu:
Filmlere konu olmuş, bir ömür saklanan oyalı ipek mendiller var ya bir de çok
satılan ve akıbeti belli selpak mendiller gibi bir şey düşünebiliriz.
Öykü türünün yeniden öne çıkmaya başladığı açıktır,
yayımlanan öykü kitaplarının sayıca çokluğu bunu gösteriyor. Öyküye yönelişi,
edebiyat adına önemli bulduğumu, önemsediğimi açıkça söylemeliyim. Öyküde
metnin kısalığı, metne odaklanmaya olanak sağlıyor, nitelik adına bu
önemsenmeli. Bu yönelişte edebiyat dergilerinin katkısı büyüktür. Edebiyat
dergilerinde özellikle genç yazarların hayli iddialı/nitelikli öyküleri
yayımlanıyor ve bunlar daha sonra kitaplaşıyor. Doğrudan “öykü” eksenli
dergilerin de yayımlandığını gözden kaçırmayalım. Şiirin ve romanın popülerliği
yok öyküde, öykü bence daha ‘edebî’ kalan bir tür. Bir de romanla şiirde olduğu
gibi gençlerin yazı yoluna gölgesi düşmüş, geçilemez ‘büyükler’ pek yok gibi
öyküde bu nedenle bir tür cesareti de barındırıyor öykü yolu.
Dergicilikte editör- yazar ilişkisini nasıl
yorumlarsınız? İlk kez bir dergiye öykü gönderen bir yazarın editörle ilişkisi,
ona bakış açısı ne oluyor?
Bu soruyu bir cümleyle anlatmam yeterli olsaydı “ete
kemiğe büründüm Yunus gibi göründüm” dercesine şunu söylerdim: Murat Yalçın’ın
“İçimde Oğuz Atay ile Orhan Gencebay İkizi Yaşıyor” (2013) kitabını okuyalım
yeter. Dergi editörlüğünü, bir futbol takımındaki hocalığına benzetiyorum.
Takımın başındaki hoca oraya mancınıkla atılmadı, önce işin emekçisi oldu sonra
da sorumlusu. Binlerce seyircinin stada gelmesi için oyun gerekiyor, oyun için
de takımlar ve takımlar için de onları oynatacak sorumlu/hoca. Dergiler
periyodik aralıklarla yayımlanan bir tür ortak kitap, birisi/birileri,
başkalarını ortak bir paydada toplamalı daha başkaları için. Editör, içeride
olan ve dışarıda kalanların bildiğinden başkaca sorumlulukları olandır dergi
için. Mavi Yeşil dergisi için yazar editör sorunu yok gibi çünkü bu dergi kralsız
bir imparatorluktur bizce.
Mavi Yeşil dergisine gönül vermiş olanların dergiyle
ilişkisinde öncelik sonralık derecesi yoktur, bunu bilenler bilir. Yazı
istediğimiz ya da yazı gönderen dostlarımızın içi rahattır, yazılarının dergide
yer bulacağını -yer bulmayacak ise de- bilirler. Yer darlığı, konu önceliği vb.
sorunlar olabilir açıklarız kendilerine. Dergimize ilk kez ulaşan pek çok genç
yazar var, dergiyle bağlarının sürekli olmalarını istiyoruz onlardan öncelikle.
Sözünü ettiğim bu türdeki pek çok kişinin yazıları herhangi bir aracıya gerek
kalmadan yayımlanmıştır, yayımlanıyor Mavi Yeşil’de. Yazı yolunun çileli, sabır
ve devamlılık gerektiren niteliğinden söz ediyoruz, söz yettiğince. Dergiye
ürün gönderen genç yazarın dergiyle olan ilişkisi için henüz ilk kitabı
yayımlanan Oğuzhan Yeşiltuna’nın “Yanık Kafiye” öyküsü (Ev Yapımı Hüzünler,
2017), Türkçe edebiyatın iyi bakması gereken bir aynadır bence.
Editörlük, genel anlamıyla düşünüldüğünde sorunlu bir
görev. Derginin hacmi belli, seçim yapmanız gerekiyor bu, bazılarını dışarıda
bırakmak demek oluyor ki pek hoş bir durum değil her iki taraf için de. Gelen
ürünün bir kısmında ya da tamamında derginin anlayışına uymayan söylemler
olabiliyor. Bu, çözebileceğiniz bir sorun da olabiliyor buna karşılık noktasına
dokundurtmayan, yazdıklarını “Musa’nın asası sanan” (M. Yalçın) yazıcı kişiler
nedeniyle tatsızlıklara neden olabiliyor. Edebiyatı, yalnızca kendi yazdıklarından
ibaret sanan heveslilerin gözünde editör, dergisi adına edebiyat çetesi kurmuş
örgüt lideri bile olabiliyor. Doğruluğuna ihtimal vermedim ama dergiye ilk kez
ürün gönderen genç bir yazarın, “dergiye abone misin ki yazı gönderiyorsun”
karşılığını aldığını da duymuştum. Önemli olan okurlar için derginin varlığı
ise editör sorumlu olduğu kadar yetkilidir de.
‘EDEBİYAT DERGİLERİ BU ÜLKENİN YETİM ÇOCUKLARIDIR’
Geçen seneki üretiminiz nasıldı? Ekonomik krizin
yaptırımı oldu mu? Krizin sürekliliğinden ve üretiminizin niteliğini
etkilediğinden bahsetmek mümkün mü?
Edebiyat dergileri bu ülkenin yetim çocuklarıdır,
onların beklenti listesi hayli kabarıktır. Sözünü ettiğim bu dergilerin
bütçeleri -arkasında güçlü destekçileri yoksa- öğrenci bütçesine benzer,
ölçüsüzlüğe yer yoktur bu bütçede. Dilimizdeki “yerinde saymak” sözü, edebiyat
dergilerinin tirajını örneklemede bire bir kullanılabilir örnektir. Bu nahoş
durumun ekonomiyle pek ilgisi olmadığı gibi, ekonomik krizlerin dergi
satışlarına bir etkisi olacağını düşünmüyorum, bu iş buraya kadar inmez. Bu
dergilerin ekonomik sorunları zaten bir kambur gibi sırtlarındadır, onu
taşıyarak var olmayı başarır onlar. Çok zor durumda kalan dergiler baskıdaki
biçimsel/teknik ayrıntılarından vazgeçebilirle o kadar. İlk sayımızda ölçülü
başlamıştık, 110 sayılık yayınımızda ölçüyü elden bırakmadık, devam ediyoruz.
Ekonomik olumsuzlukların dergi(miz) yazarları için onların yazılarına yansıyan
bir etkisi yoktur sanıyorum.
Sosyal medyanın okur ile iletişimde dergiciliğe ne
gibi katkıları oldu? İnternetin üretim ve tüketim bağlamında edebiyata etkisi
sizce nedir?
Marshall Mc Luhan’ın Gutenberg Galaksisi çok farklı
boyutlara evrilip duruyor kaç zamandır. Anımsayalım ki televizyon, yazılı
kültürün tahtını sallayan büyük tehlike görülüyordu vaktiyle. Korkulan olmadı
ve iyi ki televizyon, dergiyle kitabın yerini alamadı. Bugünlerde, Televizyon
Öldüren Eğlence (Neil Postman) tehditlerine pek boyun eğmiyoruz artık. Ne var
ki şimdi yeni bir muamma ile karşı karşıyayız: İnternet. Bugünlerde söz
yerindeyse İnternet çağındayız ve İnternet, ilgilenmedik alan bırakmıyor.
Bilgilenme ve iletişim açısından akıl almaz kolaylıklar yaşıyoruz, bu durum
doğal olarak dergiciliğe de yansıyor elbette. Öğrenmek ve yazmak için
aradığımız ne çok şeyi sanal ortamda edinebiliyoruz. Bu olanak, dergilerin
işlerini basılma ve yayılma bakımından hayli kolaylaştırdı. Yazılar, dergilere
İnternet aracılığıyla ulaşıyor ve dergilerin bir kısmı da bu yöntemle okunuyor.
Derginin tamamı okunmasa bile her bir yeni sayının çıkışı, içindekiler vb. bu
araçla okurlarca bilinebiliyor.
Televizyonun olduğu ölçüde İnternetin de yazılı kültür
üzerindeki olumsuz yansımaları zamanla açık seçik görülecek, gösterilecektir.
Başka pek çok alandaki olumsuzlukları tartışılan İnternetin dergiciliğe düşen
payı, ölçüsüzlük ya da başına buyrukluktur denilebilir. David Shields, “Birey
artık küçük devlet ya da küçük şirket seviyesine yükseldi. You Tube ve
Twitter’da hepimizin kendi küçük ağı var. Neredeyse bütün teknolojiler bu
aşağıya inen ve genişleyen yolu takip ediyor. Sıradan bir insanın kendi TV
ağını kurabildiği andan itibaren, kendime ait bir ağ olması ya da bir ağda yer
almam önemini yitiriyor.” (Edebiyat Hayatımı Nasıl Kurtardı, 2018) derken bu
olumsuzluğu vurguluyor bence. Baslı dergilerin bir kısmındaki gelen ürünlerin
bakılmaksızın yayımlanması, İnternet aracılıyla daha da yaygınlaştı. Her yazan
yazdığını yayımlayabiliyorsa ‘editör de ne oluyor’ demeye geldi durum ki bu,
niteliğin nicelik hengâmesinde boğuluşudur. Bir olumsuzluk da okurluk açısından
yaşanıyor bu ortamda. Twitter ya da Facebook’taki kırık dökük birkaç cümleyle
edebiyat dergilerini takip ettiğini söyleyen okurlar çoğalıyor her geçen gün
hayret ki çoğu da edebiyat diplomalı bunların.
‘HEVESLİLER,
DERGİCİLİĞİ OLUMSUZ ETKİLİYOR’
İçinde bulunduğumuz yıllar itibariyle portal ve dergi
sayısının artması durumunu nasıl yorumlarsınız? 70’li ve 80’li yıllara nazaran,
niceliğin ve niteliğin –olumlu ya da olumsuz- değiştiğini söylemek mümkün mü?
70’li ve 80’li yıların Türkiye’sinde değiliz kuşkusuz
en somut biçimiyle ekonomik ve teknolojik yönüyle durum böyle. Bu gelişme,
edebiyat ortamını yakından ilgilendiriyor ve bunun sonucu olarak da dergiler
çoğalıyor. Dergilerdeki nicelik-nitelik sorunun her dönemde gündeme geldiğini
söylemek bile fazla. Türkiye bir tür dergiler mezarlığı ama bugünlerde yenileri
eklenerek çok sayıda dergi yayımlanıyor. Edebiyat dergilerinin sayıca çokluğu
sevindirici, sayıca çokluk tekelleşmeyi de bir ölçüde engelliyor bence. Bu
dergiler içerik, biçim, edebiyat ömrü vb. açılardan eleştirilebilir olsa da
onların varlıkları önemli. Her bir derginin ortamında az çok sanat-edebiyat
konuşuluyor, yazı heveslileri kendilerine yer bulabiliyor o dergilerde.
Edebiyat ortamında nitelikli ve uzun soluklu dergi olmak, sabır gerektiren bir
süreçtir. Bu, bir tür direnme meselesi ve bu yalnızca dergiyle sınırlı değil,
okurun payı da azımsanamaz bu süreçte.
Dergilerini birkaç sayı yayımlayabildikten sonra
hevesi kursağında kalmış heveslilerin çokluğu da dergiciliğin olumsuzluk
hanesine yazılabilir. Bu, öncelikle yazı/yazar sonra dergi anlayışını ters yüz
edip önce dergi çıkaralım sonra yazı yazmayı öğreniriz heyecanından
kaynaklanıyor olmalı. Çok sayıda küçük/yerel dergi, coşkun akan ırmaklar gibi
kendi coğrafyalarında, merkeze yaklaştıklarında da seslerini duyurabilmeleri,
kendi yazı debileriyle ilgili. Nitelik kaygısı öne çıktıkça çevrelerinden
kopmak gibi bir sorunları da var o dergilerin, bu kopuş yok oluşa da
gidebiliyor. Basılı dergilerin önemli sorunu okura ulaşmaktır ki dergiler
açısından bir olumsuzluk. Dağıtım, abone, posta vb. hizmetler ayrı bir ekonomi
gerektiriyor dergi için okur da bunca dergi arasından birini ya da birkaçını
takip edebiliyor ancak. Bu durumda sanal dergilerin yaygınlık kazandığını görüyoruz
ancak edebiyat okurunun basılı dergileri önemsediğini düşünüyorum.
Türkçe edebiyatın, özellikle Orhan Pamuk’un Nobel
alması sonrası, yurtdışında takip ediliyor olmasının dergiciliğe olan etkisi
nedir sizce? Üretim yaparken niteliğinizi belirleyen ulusal ya da uluslararası
etken nedir?
Orhan Pamuk, roman yazmayı kendinse ‘iş’ edinmiş
önemli ve usta -ve yeni- bir yazardır bunun böyle olmadığını söylemek, ölçüyü
edebiyat dışına çıkarmak sorunudur. Bu ülkenin düşünce ve dergicilik ortamı söz
konusu olduğunda ise Orhan Pamuk adının ne kadar gerekli olduğu tartışılabilir.
Kendi adıma söylersem, sözünü ettiğim iki ortam için de Orhan Pamuk adının bir
yer kapladığını düşünmüyorum. O, dergicilikten gelmemiştir ve belleklerde iz
bırakacak düşünsel bir söylem geliştirememiştir. Vurguladığım her iki ortamda
Ahmet Hamdi Tanpınar, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Necip Fazıl, Peyami Safa,
Yaşar Kemal, Cemal Süreya, Attila İlhan, Sezai Karakoç, Mustafa Kutlu vb. adlar
yanında Orhan Pamuk, nerede durabilir? Dünya çapındaki bir edebiyat ödülünü
almış olmak Türkçe edebiyat adına önemlidir kuşkusuz ancak bunun bizim edebiyat
dergiciliğimize yansıyan bir kazanımından söz etmek bana zor geliyor, gözden
kaçırmış isem benim eksikliğime sayılsın.
Mavi Yeşil dergisi, ‘dirsek teması aralığında’
durmayan bir ‘özgürlükler’ alanıdır ve bu dergide ‘estetik kaygı’ ile
‘üretkenlik’ geçerli ölçüdür. Mavi Yeşil, büyük iddiaları olan ve edebiyatın
sorunları çözmeye niyetlenen bir dergi değildir, bunu biz böyle biliriz
başkalarının da böyle bilmesi gerekir. Pek çoğu kitap sahibi ve aynı zamanda
başka dergilerde yazan Mavi Yeşil yazarları Mavi Yeşil’e göre yazmazlar
yazdıklarını, buna karşılık başka dergilere göndermezler de Mavi Yeşil için
yazarlar yazılarını, o kadar. Hiç olmasa edebiyat yazısı yazarken “olduğu gibi
görünmek” hakkı olmasın mı yazarın. Mavi Yeşil dergisi, Jules Renard’ın, “Yazan
el her zaman okuyan gözü bilmezden gelse keşke.” (Yazmak Üzerine Notlar, 2014)
dileğinin pratiğe dönüşmesinden yanadır.
Mavi Yeşil, edebiyatta politik/ideolojik kaygıyı
öncelemeyen ve fikir dergiciliğine kaymadan edebiyat alanında kalmaya özen
gösteren bir yayıncılık anlayışını önemser. Bu dergi, yazıyı hobi olarak
görenlerin değil aksine dert edinenlerin buluştuğu ortam olsun istiyoruz.
Dergiye ulaştırılan metinlerde aradığımız öncelik, yazarlık emeğidir. Örneğin
herhangi bir şairin şiiriyle ilgili bir yazının hangi çevrenin şairiyle ilgili
olması değil şairin metinlerini anlama çabasıdır önemli olan bizim için. Bu
durum, öykü ve roman yanında başka alanlar için de böyledir. Karadeniz kıyı
şeridinin uç noktasında bir dergiyiz, her bir yazımızın donanımlı olduğunu
söylemek ne mümkün. Kaldı ki bu ayrıcalık, başka dergiler için de pek söz
konusu değildir.
‘OKURUMUZU KENDİMİZ OLUŞTURDUK’
Türkçe edebiyatta öykü ve roman dosyalarını biçimsel
ve içeriksel olarak şekillendiren ilk ortamın dergiler olduğu düşünüldüğünde,
yazarın yazdıklarını matbu bir mecrada ilk olarak dergilerde görmesinin
etkisiyle, dergilerin yazara vaat ettiği şeylerden en önemlisinin özgüven
olduğunu söylemek mümkün mü? Dergiler, yazara ne vaat eder? Ya da karşıtını da
sormak mümkün: Yazar, dergilere ne vaat eder?
Dergilerin, edebiyatın atardamarı olduğu söylenir
durur. Organizmanın (derginin/edebiyatın) bugünkü sağlık sorunlarına bakıldığında
damar tıkanıklığından söz edebiliriz demektir. Edebiyat dergilerinden her söz
açılışında Haldun Taner’in, o benzersiz “Salt İnsana Yöneliş” öyküsünü döner
okurum yeniden. Edebiyat dergilerinin, edebiyat ortamındaki işlevi için Turgut
Uyar’ın Korkulu Ustalık (2009) kitabında dergiler için yazılarının edebiyat
ortamında ders niyetiyle okunmasını isterim açıkçası. Dergileri, yazar ile
okurun katkılarıyla zenginleşen edebiyat metinlerine benzetiyorum, bir önemli
ayrıcalık dergilerin daha çok katılımcısının olmasıdır. Pek çok okura ulaşan
dergi, yeni öykücü için bir tür görünme ve onaylanma alanıdır. Görünen adından
söz edilmesi kuşkusuz bir güven kaynağıdır genç yazar için. Usta yazarlarla
aynı ortamda bulunmak, ustaların metinlerini okuyan gözlere değmek fırsatını
yakalamak, azımsanacak fırsat değil öykü yoluna çıkan için.
Edebiyatımızda belki bir ilki başarmış “Seçilmiş
Hikâyeler” dergisini çıkaran Salim Şengil’in, “İş yalnız dergi çıkartmakla
bitmiyor. Dergi yöneticisi yaşadığı şehirlerin dışındaki yazarlarla sürekli
yazışacak, onları teşvik edecek, onları yüreklendirecek, onların çözebileceği
ufak tefek dertleriyle ilgilenecek ki, yazar da öyküsünü yazabilsin.” sözleri,
derginin yapması gerekendir. Yazı yoluna yeni çıkmışlar için dergi, öncelikle beslenme
kaynağıdır bu nedenle aileden biri olmak ister, sahiplenir dergiyi,
sahiplenmesi de gerekir; dergi de böyle ister elbette. Yetişkin, adını
kanıtlamış yazar ise yazdıklarıyla dergiyi beslediğini düşünür de derginin
kendisini sahiplenmesini bekler. Dergiye afra tafra edebilenler, çoklukla
yazılarını yayımlatma sorunu yaşamadığını bilen yazarlardır. Her ne olursa
olsun dergi, edebiyatın kalbinin attığı yerdir, iyi ki varlar.
‘TAŞRANIN DİRENCİNİ MİRAS BIRAKMAK İSTERİZ’
Türkçe edebiyatta dergi mefhumunun önemli bir gelenek
olduğunu söylemek mümkün. Geçmişten bu yana, pek çok yazar bir araya gelerek
ortak üretim yapmış, dergiler çıkarmıştır. Kendinizi yakın bulduğunuz bir
gelenek oldu mu? 200 sene sonra bugünlerden bahsedildiğinde, üretiminizin
Türkçe edebiyat ile olan ilişkisinin nasıl tanımlanmasını istersiniz?
2000 yılının başında edebiyat ortamına merhaba diyen
Mavi Yeşil, okurunu ve yazarını kendisi oluşturmuş bir dergidir. Herhangi bir
geleneğin/derginin devamı olmadığı gibi adı öne çıkmış isimlere de
yaslanmamıştır dergimiz. Söz yerindeyse “bir avuç genç” ve “sıfır şans” ile
çıkmışız bu yola. Derginin çıkışıyla ilgili bir soruya şöyle açıklama
yapmıştım: “Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki Rize şehrinde, önceliği
ekonomi ve politika olmayan bir dergi çıkarırken büyük iddialarımız yoktu
aslında. Ne kendimize büyük edebiyat misyonları biçmiştik ne de edebiyatın
sorunlarının çözümü için bizi beklediğini düşüyorduk, hâlâ da öyleyiz açıkçası.
Kaprislerimiz yoktu ve kimseye inat olsun diye de dergi çıkarmıyorduk. Erken
vakitte edebiyat mezarlığında yer almayı değil, zamanın elinden tutup yürümeyi
düşünüyorduk…” İki aylık periyodunda hiçbir sayısı aksamayan yayınımız, Mart
2018’de 110. sayıya ulaştı. Yolculuğumuz nereye varır bilemeyiz ancak Mavi
Yeşil, daha sonrakiler için bu şehirde bir dergi geleneğidir artık.
Herhangi bir mirası devralmadan yayımlanmaya başlayan
Mavi Yeşil, edebiyat evrenine taşranın direncini dergicilikte örnekleyen bir
miras bıraksın isteriz. Türkiye’nin sanat ve edebiyat açısından oldukça çetin
bir bölgesinde yazı ve edebiyat adına umutları yeşertebilmiş olmak bizim için
önemlidir. Sonraki zamanlarda dergicilik yoluna çıkacak başka edebiyat dostları
için bir basamak taşı olabilirse Mavi Yeşil ne mutlu. Bir edebiyat okulu olup
olamadığımız tartışılır elbette ancak edebiyat dünyamızda adını duyuracaklar
arasından, yolu Mavi Yeşil dergisinden geçmiş olanların çokluğundan söz edilsin
isteriz.
Hasan Öztürk: 1961 Trabzon-Araklı
doğumlu. Selçuk Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu (1983).
Yazıya, öğretmenliğe başladığı 1980’li yılların ortalarında Yeni Forum dergisinde başladı. Türk Edebiyatı ve Millî Kültür dergilerindeki edebiyat ağırlıklı yazılarının yanı
sıra Türkiye Günlüğü, Polemik ve Liberal Düşünce’de de yazdı. Bazı
yazıları ortak kitaplar içinde yer aldı. Ağustos 1990’dan bu yana Dergâh’ta yazmayı sürdürmektedir. Son
zamanlarda Radikal İki ve Star Açık Görüş’te adı geçmektedir. Rize’de,
Ocak 2000’de yayımlanmaya başlayan iki aylık Mavi Yeşil dergisini yayına hazırlayan Hasan Öztürk, hâlen Rize
Anadolu Öğretmen Lisesinde edebiyat öğretmenidir. Edebiyat/eleştiri yazılarından
oluşan Kitabın Dilinden Anlamak
Siyasal Kitabevi yayınları arasından çıktı (Ankara, 1998).
– Sohbetimize Cemal Süreya’nın bir
tespitiyle başlayabiliriz. Cemal Süreya’nın, “Edebiyatın atardamarı amatör
dergilerdir, alt yapıyı onlar oluşturur.” mealinde bir sözü vardır. Üstat bu
kanaate tecrübeyle ulaşmış bir kişidir. Cumhuriyet dönemi edebiyatımızın bütün
büyük atılımları amatör girişimlerdir. Profesyonel denilen edebiyat
dergilerinin tarihi çeyrek asrı geçmez. Bunlar da öyle bugünkü anlamda profesyonel
değillerdir. Belki profesyonel yerine kurumsal kelimesini kullanmak daha doğru olabilir.
Kurumsal olmayan bütün edebiyat dergilerinde heyecan dolu amatör bir ruh
egemendir. Üstadın kastettiği de bu olsa gerek. Edebiyatta amatör dergicilik,
alt yapı sorunları, taşra dergiciliği, yeni okur-yazar kitlesi vs. bu konudaki
düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
– Amatör ve
profesyonel dergilerin öncelik sırası bir yana, bugün atardamarından söz
edebiliyorsak eğer edebiyatımızın canlı oluşuna tanığız demektir, bu
sevindirici. Bizim kültürümüzde kitap için bunca güzel söze karşılık dergi için
söylenenler yaygın değildir nedense. Dergiler için “hür fikrin kaleleri” diyen
Cemil Meriç gibi “edebiyatın atardamarı” benzetmesini yapan Cemal Süreya da
haklıdır; ancak bu haklılık, kendi zamanlarıyla sınırlı kalmış bir haklılıktır
kuşkusuz. Bugünün merkez taşra iç içeliğine paralel olarak amatör dergi
profesyonel dergi algılaması da hayli değişmiştir. Taşra, yayıncılık alanındaki
teknolojik yeniliklerden, merkeze yakın ölçüde yararlanmaktadır. Merkezin
edebiyat dergilerini besleyenler, taşranın eli kalem tutanlarıdır çoğu zaman.
Merkeze doğru akışın tersine, merkezden de amatör dergilere yazı akışı
olmaktadır. Taşra üniversitelerindeki akademisyenler, kendi şehirlerinin “amatör”
dergilerinden çok, haklı olarak, merkezin profesyonel/hakemli dergilerini
önemsiyorlar. Merkez üniversitelerindeki akademisyenlerin taşra dergilerindeki
yazılarına da sıklıkla rastlanmaktadır.
Sorunuzdaki “amatör
dergi” nitelemesinde, “heyecan” ve “ruh” gibi özelliklerin önemli olduğunu
düşünüyorum. Profesyonel/kurumsal dergilerin önemli eksikliğinin bu heyecan/ruh
eksikliği olduğunu söylemeliyim. Bu bakımdan edebiyat dergilerinin kurumlaşması
bana pek çekici gelmiyor; dergilerin okullaşmasını önemsemeliyiz. Bu anlamdaki
bir amatör dergi, Rize’de yayımlanabileceği gibi İstanbul’da da yayımlanabilir;
kaderleri pek fazla değişmez.
Edebiyatımızın,
hiç olmazsa Cumhuriyet yıllarından bugüne uzanan çizgisindeki dergilerine
bakabilsek ne çok atardamarın kesildiğini görürüz. Dergilerin “çıkış” ve “kapanış”
yazılarının derlendiği bir kitap ne çok heyecanın boğulduğunu gösterir bize.
Peyami Safa, “küçük kanatlarıyle büyük boşlukları doldurmak için çırpınış”larıyla,
“bugün için nafile ve yarın için vaatli bir gayret” barındıran amatör
dergilerin var olma mücadelesini 1941’de bakınız nasıl anlatıyor: “Rüzgârsız ve
bunaltıcı sıcak yaz günlerinde elinizdeki gazeteyi yüzünüze sallarsınız.
Edebiyatımızın bu havasız, bayıltıcı günlerinde de biri batıp öbürü çıkan
amatör mecmuaları, yelpazeye vekâlet eden kağıtlar gibi yüzümüze geçici bir
serinliğin tesellisini verip gidiyorlar. Çoğunun ismini bile duymadığımız bu
edebiyat mecmualarının tütüncü dükkâniyle mutfak rafı arasında yaptıkları küçük
seyahat ne kadar zevkli bir şey olacak ki bunlardan bir tanesi batınca, yerine
aynı istasyonlar arsına daracık ve kısa yolda koşmaya hevesli bir yenisi çıkar.
Kimi ana kuzusudur, ürkek ve terbiyeli, seke seke ve üstatlara selâm vere vere,
dükkândan rafa, raftan tenekeye, tenekeden arabaya, arabadan denize doğru
yollanır. Kimi esrarkeş tulumbacıdır, omuzlar yampiri, boyun kırık, ağız
çarpık, üstatların anasına, avradına küfrede ede, yakasını polisin değil,
çöpçünün eline verir. Kimi gençliği ayartmak isteyen dışarı politikaların
çığırtkanıdır, içinde yenilik pastırması asılı propaganda kapanının içine toy
idrakleri düşürmek ister. Kimi kaymak kâğıt elbisesiyle parlak, temiz, düzgün,
edepli, kalantor, fakat kof ve mağrurudur. Bu mecmualar arasında sevimlileri ve
her birini dolduran yazarlar arasında da başlangıç ölçüsüne vururlunca ümit
veren kıymetleri yok değildir. Sayfalarda erbabının gözleri bunları arar ve
bulunca hırdavatçı dükkânında ele geçirdiği bir Venedik sürahisini ucuza alan
müşteri gibi etrafındakilere mırıldanır: ‘Eh... Bu fena değil.’ Onun tenkitteki
bedeli şimdilik bir ‘aferin’dir.” Bana sorarsanız, edebiyatımızın bugünkü
durumu Cemal Süreya’yı değil ne yazık ki Peyami Safa’yı haklı çıkarmıştır.
Taşrada dergi çıkaran dostların pek çoğu matbaacının bulunduğu sokaktan geçemez
olmuştur. (Reşat Nuri’nin “Mukaddes Hatıra” öyküsünü hatırlayınız.)
Kendilerince büyük boşlukları doldurmak için çıkan dergilerin, üç beş dostun
dertleşeceği büroları yoktur. Bin bir zorlukla çıkan dergiyi dağıtacak posta
parası bulunamaz çoğu zaman. Nedense derginin çevresindekiler kedilerine bedava
dergi verilmesini bekler, satın almayı veya abone olmayı düşünmez. İlk sayıdan
hemen sonra, yola birlikte çıkanlar arsında kırılganlıklar başlar. Henüz ulusal
nitelikli bir edebiyat dergisi alıp okumamışken internetin edebiyat sitelerinde
şiirlerinin yayımlandığını yüksek sesle söyleyenler, şehrinin dergisine burun
kıvırarak tatmin olur. Derginin şehrinden çıkıp merkeze yerleşen kalem
erbabının dergiden söz etmesini beklersiniz; ama nafile bir bekleyiştir bu. Merkezdeki
medyada birileriyle “dirsek teması” aralığındaysanız, açıkçası “cemaat/örgüt”
bağlantılarınız varsa, basılı evrakın kültür sanat bölümünde derginizin adı
geçer; icazetiniz yoksa birinci sayıdan sonra beklemenin anlamı yoktur. Zamana
direnebilirseniz, yine de umuttur, heyecandır dergi. Tanımadığınız birinin
elinde dergiyi görmek sevindirir sizi. Kitapçıya bırakılan dergilerin yeni
sayıdan önce tükenmesi güldürür yüzünüzü. Üniversiteye okumak için giden
gençler arkadaşlarına tanıtır, sahiplenir dergiyi. İlk kez yazısı
yayımlanmışların yüzlerindeki mutluluk ve güven duygusu, yaptığınızın ne çok
zahmete değer olduğuna inandırır sizi. Vaktiyle bu tür uğraşların içinde olup yorulmuş
olanlar kıymet bilir çoğu zaman. Doymak bilmez oburların aksine, küçücük reklâmlarıyla
heyecanlarınızı paylaşanlar okşar ruhunuzu. Uzak diyarlardan gelecek bir ses,
bir yazı yeni bir sayı için heyecan kaynağı olur çoğu kez. Her bir sayıda, ilk
kez doğum yapan annenin sancısını çekip heyecanını yaşamak, derginin uzun ömrü
için tükenmez bir hazinedir, yaşanmaya değer.
– Mavi Yeşil, 10 yıldır yayın hayatında.
Sizi tebrik diyorum. Bize, Mavi Yeşil’in öyküsünü anlatır mısınız? Çıkarkenki
gayeniz, 10. yılda ulaştığınız hedefleriniz, umup da bulamadıklarınız... Tabi
bütün bunları, az önce konuştuğumuz konu bağlamında değerlendirmenizi
istiyoruz.
– 10. yılımızda
nihayet böyle bir ilgiyle karşılaşıyoruz; ne güzel! 2000 yılının başında, söz
yerindeyse “bir avuç gencin isteğiyle” çıktık yola. Açıkçası onlar için ben
çıktım yola. Ekonomik durumu ve çevresi iyi olan bir iki dosta, mütevazı bir
dergi projesinden söz ettim. Bu tür işler, genelde yarım kalmış ve
sorumlularına sıkıntı yaratmış olduğundan olmalı ki dostlarımız pek sıcak
bakmadı öneriye. Belki de ben iyi anlatamadım, bilemiyorum. Sonunda bir özel
bilgisayar kursunun sahibi arkadaşımız derginin resmî sahipliğini –içerik ve
ekonomik sorunlarla uğraş(a)mamak üzere- üstlendi. İlk sayımız fotokopi. Sözünü
ettiğim bilgisayar kursunda dizgi yapıp çıktıları aldık. 16 sayfalık dergiye
renkli fotokopi kâğıdı almak için karlı bir kış gününde Trabzon’a gittik.
Kırtasiyeci bir dostumuzun samimî gayretiyle fotokopiler çekildi, dergi
hazırlandı ve 2000 yılının ilk günlerinde iki aylık bir dergi olarak okur
huzuruna çıktık. İkinci ve üçüncü sayılar aynı şekilde dizildi, renkli kâğıda
matbaada bastırıldı. Dördüncü sayıdan itibaren dizgi işini de matbaaya
bırakırken dergi beyaz kâğıda basılmaya başladı. 9. sayıdan itibaren dizgi
işlerini, derginin şu andaki sahibi Rize Grafik üstlendi; dergi farklı matbaalarda
basıldı. 8. yılımıza başladığımız Ocak-Şubat 2007 tarihli 43. sayımızda dergi 20
sayfa olarak yayımlanmaya başladı. 46. sayısında resmî sahibi değişen Mavi Yeşil, hiçbir sayısı aksamadan
Kasım 2008’de yayımlanan 54. sayısıyla 9. yılını tamamladı. Şimdi yayın
hayatının 10. yılında.
Karadeniz kıyı
şeridinin uç noktasındaki bu şehirde Mavi
Yeşil dergisini çıkarırken, başka şehirlerde dergi çıkaran dostların kaderi
kaderimizdi ve büyük iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük misyonlar
yüklemiştik ne de çözülecek sorunların (sanat edebiyat alanında elbette) bizi
beklediğini düşüyorduk. Kaprislerimiz yoktu ve kimseye inat olsun diye de dergi
çıkarmıyorduk. Yazar kadrosu genç ve ekonomik gücü sınırlı bu mütevazı dergiyle
“kültür şehri Rize” ilkesiyle yola çıktık. Büyük küçük her kesiminden
bürokrasinin bu tür konulara uzak duracağından kuşkumuz yoktu; yanılmadık. Yoğun
bir ilgiyle karşılanmayı beklemiyorduk; beklediğimiz gibi de oldu zaten. Erken
vakitte edebiyat mezarlığındaki yerimizi almayı değil, zamanın elinden tutup
yürümeyi düşünüyorduk; küçük adımlarla da olsa yolculuğumuz 10 yıldır sürüyor.
Bu dergiye, onun elinden tutarak yürümeyi öğretenlere, içtenlikle teşekkür
ediyoruz. Bu şehrin eli kalem tutanlarının, öncelikle gençlerine ve ardından yetişkinlerine
bir yazı kapısı aralamak düşüncemizin gerçekleştiğini gördük; bu da sevindirdi
bizi. Bu şehrin coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak geniş çevrelerden okurumuz
yazarımız olsun istedik ve bunu gücümüz oranında başardığımız için de mutluyuz.
Önemli bir kısmı Rize dışından olmak kaydıyla liseli gençlerden akademisyenlere
uzanan bir yazar kadrosu oluşturabilmek inanın bizi sevindiriyor. Susan Sotag’ın,
“Yazar, çektiği acıyı, sanatta elde edeceği kazanç uğruna kullanmayı keşfetmiş
kişidir.” sözünün esprisiyle dergiye yazı gönderenlerin –gençler öncelikli
olmak üzere- banka hesap numaralarını da sorabileceğimiz günün en yakında
olmasını isterdim; ancak şu ana kadar bunu başaramadık. 2000 yılının başında
mütevazı bir dergiyle; “merkez üretir, taşra tüketir” mantığını tersine
çevirerek taşranın kültür ve sanat alanındaki üretkenliğini göstermenin çok da
zor olmadığını 10 yıllık yayınımızla gösterdik. İsterdik ki bu süre içerisinde
alternatif Mavi Yeşil dergileri
çıksın, olmadı ne yazık ki. Umudumuzu koruyoruz yine de. Tribündekileri sahaya
davet ediyoruz, buyursunlar.
– Siz bir yazar olarak son 25-30 yılı
yakından izlemiş, çeşitli dergilerde ürünleri yayımlanmış bir kişiniz.
Edebiyatın temel sorununu kendi iç meselelerinde mi yoksa genel hâl ve gidişin
bir sonucu olarak mı görüyorsunuz? Bana biraz şöyle geliyor: Kendi içinde
tutarlı, iç dinamiklerine bağlı mükemmelliğe yaklaşmış, rafine ama/ancak
hayatla bağı o denli kopuk bir edebiyatın toplumsal karşılık bulmaması doğal
değil mi? Ülkemizin on yıllardır boğuştuğu temel hiçbir mesele edebiyatımızın
meselesi olmadı. Terör, işsizlik,yoksulluk, küresel sömürü, çevre kirliliği,
teknolojik esaret vs., ne düşünüyorsunuz?
– Türkiye,
okurun içselleştir(e)mediği kitapların cenneti, bunu kabul ediyorum. Öncelikle
şunu belirtmem gerekir: Kavram olarak edebiyatı ve ardından onun temel
sorunlarını belirlemek, sorunuzun içinde önemli bir sorun. Edebiyatın iç sorunu
yalnızca edebiyat eseri mi yoksa kavramın devamındaki öğretmeni, akademisyeni,
yüksek tahsili ve yayıncısı iç soruna dahil midir? Bu ülkenin gündeminden
kültür ve sanatın kovulması, Türkçe kirliliği, yazarların sefaleti, nitelikli
edebiyat eserlerinin itibar görmemesi, üniversitelerin edebiyat bölümlerinin
edebiyat zevkini öldürmeleri, edebiyat dergilerinin hepsinin toplam satışının
bile komik sayıda olması, Türkçe ve edebiyat öğretmenlerinin gündemlerin dil ve
edebiyat dışı alanlara kayması, sanal âlemdeki site furyasının edebiyatın
büyüsünü yok etmesi, televizyonların (TRT 2 hariç) edebiyatçılara ekran yasağı
uygulaması, gazetelerin edebiyat kökenli yazarları sınır dışı ederken
kültür-sanat sayfalarını kuşa çevirmeleri, liselerde bir türlü düzene giremeyen
edebiyat müfredat programı ve eğitiminin test mantığına yenik düşmesi, taşranın
kütüphanelerinin ödev merkezine ve kitapçılarının da oyuncakçı dükkânına
dönüş(türül)mesi, yeni yayımlanmış bir kitabın fiyatının ortalama devlet
memurunun bir günlük harcamasına denk gelişi vb. edebiyatın temel sorunları ise
hangileri “içsel” hangileri “dışsal” sorunlardır acaba?
Yukarıda
saydığım ve onlara eklenebilecek sorunları, iç meseleleri temsilen yalnızca
edebî eserin niteliğine bağlamak bence doğru değil. Sorunuzda, edebiyata
yüklediğiniz misyonu edebiyatçının yazdıklarıyla sınırlı tutup bu bakımdan
karşılık bulmamasını doğal buluyorsanız size katılmadığımı açıkça
belirtmeliyim. Her dönem kendi edebiyatçısını yaratır. Yaşadığı dönemden
etkilenen yazar, yazdıklarıyla da yaşadığı dönemi, çevreyi etkileyen kişidir.
Her dönemin yazarı, bir yönüyle zamanını yansıtır yazdıklarıyla. Bu konulardaki
şikâyetlere en güzel cevabı; “Hakikaten istediğimiz gibi bir romanımız olsa,
bunun farkına varır mıydık?” sözleriyle Tanpınar verir. Âkif bugün yaşasaydı,
bir ilköğretim okulunda din kültürü öğretmeni olabilirdi en fazla. Tevfik
Fikret, bugünün Türkiye’sinde “Sis” veya “Promete” şairi olabilir miydi,
dersiniz? Kemal Tahir, sosyal bilimcileri kıskandıracak tezleriyle roman yazabilir
miydi bugünün Türkiye’sinde? Sözünü ettiğiniz “toplumsal karşılık” tam da bu
noktada önem kazanıyor. Bu ülkede, özellikle 1980’li yılardan sonra siyasette,
medyada, eğitimde, günlük hayatta ve bu arada edebiyatta toplumsal karşılık bulan
değerlerin neler olduğu apaçık ortadayken, birbirimizi kandırmanın anlamı yok.
Atatürk’ten bunca zaman sonra ilk kez bir cumhurbaşkanı edebiyatçıları köşkte
ağırlıyor; medyada yazılıp söylenen porselen tabakların markasıyla balıktan
sonra kimin rakı kimin meyve suyu içtiği. Hayret ki ne hayret! Ne çok öykü ve
ne çok roman yazılıyor belirttiğiniz sorunlarla ilgili olarak. Ne yazık ki
çoğunun farkında olunmuyor bile. Bir kitap eki yazısıyla geçi(ştiri)len ya da
hakkında yazı yazılmayan ne çok kitap var bugün. Edebiyat dergilerinde bir yıl
boyunca yayımlanan onlarca öyküden kimin haberi olabiliyor ki? Dergi
sayfalarında kaybolarak kitaplaşmamış nitelikli öykülerin sahipleri yazar
sayılmıyor bile. Siyasal yozlaşma, teknolojik kuşatma, test-sınav maratonu, dil
kirliliği ve edebiyatın kendi varlık sorunu yazarlık gibi pek çok sorunu
dillendiren yazarları ve onların eserlerini önemsemek kimin görevidir, belli
değil. Beş yıl eğitim verdiği öğrencisine aylık bir dergi okuma alışkanlığı
kazandıramamış edebiyat/Türkçe bölümünün varlık sebebi bu bağlamda sorgulanmalı
mıdır? Türkçe/edebiyat bölümlerinde “yüksek lisans” yapmış olanların kaçta
birinin, bırakınız bir dergide yazı yazmayı, bir dergiyi düzenli alıp
okuduklarını öğrenebilirsek, sözüm ona bu akademik çalışmanın hangi amaçlarla
yapıldığı kolaylıkla anlaşılabilir. Yazdıklarıyla ufkumuz açanların emeğine
hürmetkârız; ancak dipnot virüsüyle boğuşmaktan zaman bulup da yayımlanan yeni
edebî eserleri okumamak bir yana birbirlerini dahi okumadıkları ayyuka çıkmış,
yakınındakilerin bile okumadığı kitaplarını bölümlere yeni gelen öğrencilerine
yoklama listesiyle satma çabasındaki akademisyenlerle bu iş nereye kadar
gidecektir, bilinmez. Görev başındaki yaklaşık altı yüz bin öğretmenin
neresinden baksanız onda biri Türkçe/edebiyat öğretmenidir. Elli bin öğretmene,
bunca üniversitenin Türkçe/edebiyat okuyan “öğretmenlik” ve “bölüm”
öğrencilerini, onların da öğretmenlerini ekleyiniz; rakam yüz binleri geçer.
Türkiye’de hatırı sayılır edebiyat dergilerinin toplam satışı (kütüphane
aboneliği katkısıyla), bu kulvardaki yüz binleri aşan rakamın onda birine
ulaşmıyorsa edebiyatın başka sorunları var demektir. Sartre’ın büyükbabasının “yayıncım,
tıpkı dağ başındaymışız gibi soyuyor beni” cümlesinin yüreklendirmesiyle Walter
Benjamin’in, “Kitaplar ve fahişeler her ikisinin de, sırtlarından geçinen ve
onları sömüren, ezen, kendilerine özgü erkekleri vardır. Kitaplarınki
eleştirmenlerdir.” benzetmesinde, “eleştirmen” sözcüğü, “yayıncı” ile
değiştirildiğinde, edebiyatın can yakan bir sorunuyla yüz yüze geldiğimizi
görmemek olmaz. W. Benjamin’in cümlesini, müdahale etmeden okumaksa edebiyatın
kanayan yarasını depreştirmektir. (Eleştirmen/yayıncı yansıması için -hiç
olmazsa- dört öykü önerebilirim: Seyyie-i Tesâmüh, Nâbizâde Nâzım; Hamit İçin
Bir Yazı, M. Şevket Esendal; Bir Romancı Profili, N. Sırrı Örik; Yumuşak Yazar,
İnci Aydın)
Çeyrek
yüzyıldır ısrarla sürdürülen “içerik boşaltım kampanyası” toplumun kılcal
damarlarına işlemiş, edebiyat dünyasında ise yazının yerine yazarı getirmekle
kendisini göstermiştir. Yazar ve eser piyasasında içerik, yerini imaja
bırakmıştır. 2000 yıl öncesinde, “her yerde olan hiçbir yerde değildir”
cümlesiyle popülerliği yeren Seneca’nın aksine; bugünkü yazar, satış ölçüsüyle
konumlanan piyasada eserinden önce biyolojik varlığıyla öne çıktığından popüler
olmalı ve tribünlere oynamalıdır doğal olarak. İronik zekâsıyla Erasmus haklı;
nitelikli eseri bekleyecek zaman yoktur artık. Toplumsal sorunlarımız (terör,
işsizlik, çevre, teknolojik esaret, küresel sömürü, yoksulluk vb.) için kafa
yoran bunca saygıdeğer merci varken edebî eserin sözü mü olur/muş!
– Taşra dergiciliğine bu anlamda/sosyolojik
anlamda tarihteki Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin misyonu yüklenemez mi? Egemen
olmak isteyene değil; kendi sorunlarına, kendi gerçeklerine eğilen bir
edebiyat? Ben bugün edebiyatın bir iktidar gücü olmadığını, iktidar güçlerinin
yanında durarak kendine böyle bir güç vehmettiğini düşünüyorum. Ciddî bir
çalışma bütün taşları yerinden oynatabilir. Örneğin Fayrap’ın, Karagöz’ün böyle bir potansiyele sahip olduğunu ama vizyon sorunu yaşadığını
düşünüyorum.
– Taşra
dergileriyle Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri arasında misyon yakınlığı aramak,
gerçekten oldukça iddialı bir çabadır. Keşke böyle dirençli/haklı bir çıkış
noktası olabilseydi taşra dergilerinin. Kamusal alanda zaman zaman sözü edilen “yerel
yönetim” söylemleri, bürokratik angaryadan kurtarılıp memleket gerçeğine
dönüştürülebilirse mahallî coğrafyamızın kendi değerlerinin önem kazanacağını
düşünüyorum. Taşra dergileri, karanlığa sıkılan çekingen kurşun gibi boşlukta
kayboluyor. Yakında bir hedef yok ya, menzile varamamış yorgun yolcular pek
çoğu. Anadolu’nun pek çok şehrinde nice güzel beklentilerle çıkan sanat
edebiyat dergileri, “eller gibi davranıp görmezden gelen” hemşehrilerinin
ilgisizliğiyle kapanıp gitmiştir. Adı geçen Cemiyetler, ortak bir isyanın “halk”
destekli yerel (sonradan merkezin şubeleri olsalar da) karargahıdır. Taşra,
edebiyat alanında egemen olana hangi ölçülerde isyan edecek ve bu isyanın
ardında kimler duracak? Ülke genelindeki kültür, sanat ve edebiyat
ilgisizliğine, sıradanlığına karşı Anadolu’nun herhangi bir şehrindeki muhalif
duruşun, dergi aracılığıyla dillendirilmesi çok kere edebiyat dışı unsurlara
bağlı. Bu bağlamda amatör bir spor kulübüne gösterilen ilgi dergilerden
esirgenir. Dergi çok yerel durur, kendi coğrafyasının dışına çıkamaz. Ses
getirecek yazılar taşradan çıkmaz; merkezden yazı almak zorunda kalırsınız.
Dergi coğrafyasının seçilmiş ve atanmış bürokrasisi, “ne olur ne olmaz”
kaygısıyla veya bu taraklarda bezi olmadığından dergi çevresinden uzak durmaya
(tören nutukları hariç) özen gösterir. Ulusal öncülerine özenen taşra medyası
(radyo, televizyon, gazete, web sitesi vb.) için sanat edebiyat dergisi pek de
önemli bir nesne değildir. Şehrinin coğrafyasını karış karış gezen siyasîler,
köydeki su değirmeninden veya komşunun buzağısından haberdardır, ancak kendi
şehrinin sanat-edebiyat dergisini bilmesi gerekmez. (Spor dergisinde mahallenin
çocuklarıyla poz verebilir.) Doğdukları ve bir süre doydukları taşradan ayrılıp
gidenler, baba vatanlarının pek çok sorunuyla şöyle böyle ilgilenirler de o
küçük coğrafyanın kültür sanat emekçilerini tanımazlar bile. Merkezden
gelenlerin albenisine kapılan okur, kendi şehrindeki (para verip alamadığı)
derginin neden aynı kalitede çıkmadığını sorar durur. Anadolu’nun çamurlu bir
deresinde, elleriyle balık tutmaya çalışarak can sıkıntılarını gidermeye
çalışan birkaç vatandaş, ulusal televizyonlarda “kütür sanat etkinlikleri”
programının konusu olabilirken merkez dergilerini kıskandıracak bunca dergiden
kimsenin haberi olmaz.
Sorunuzda adı
geçen dergilere başka şehirlerin dergilerini de ekleyelim ve onların gerçek
sorunlarının “vizyon” mu yoksa “ilgisizlik” mi olduğunu samimiyetle
sorgulayalım. Baskı ve dağıtım giderleri ciddî bir ekonomik sorundur ve dergiyi
çıkaran bir/kaç kişinin sorunu olarak kalır, paylaşılmadan. Derginin içeriğiyle
uğraşanların aynı sabırla ekonomik sorunları da üstlenmesini, uçuk yayıncılık
teorileriyle seyretmekle yetinenler çoğaldıkça hangi vizyondan söz edeceğiz?
Açık konuşalım, “merkez/iktidar endeksli çıkar hesabı” gözümüzü perdelemişken
istenilen bir vizyon olmuş olsa bile sanat/edebiyat adına yerinde oynayacak taş
mı kalmıştır Allah aşkına! Siyasî iktidarlar bir türlü anlamak istemeseler de
Türkiye’nin kültür/sanat alanında ciddî bir silkinişe ihtiyacı olduğunu ve bu
eksikliğin tehlikeli bir gidişine yöneldiğini söylemeliyim. Böyle bir gözle
bakılırsa sözünü ettiğiniz biçimde taşranın edebiyat dergileri Müdafaa-ı Hukuk
Cemiyetleri benzeri bir misyon üstlenebilir. Rize’ye bu gözle bakanların, 10
yıldır aralıksız yayımlanan Mavi Yeşil
dergisini görmemesi mümkün mü? Biz buradayız ve merkezin bir şubesi değiliz.
– Mavi Yeşil’in bir “cemiyet”, bir mektep olması ve sesini, hayata bakışını daha
geniş kitlelere genç okur ve yazarlara duyurabilmesi için tanıtım ve reklâm
dışında neler yapıyorsunuz? Yani bize yazarlarınızla, okurlarınızla o büyülü
ilişkilerinizi anlatır mısınız?
– Söz ustamızın
fıkrasıyla başlayalım. Hoca Nasrettin, ezan okurken bir eli kulağında
koşuyormuş. Görenler, “Aman hoca, bu ne hâl! Hem ezan okuyorsun hem de
koşuyorsun.” diye şaşkınlıklarını dile getirince, Hoca, “Bakacağım, sesim
nereye kadar gidiyor.” demiş. Biz de 10 yıldır, sesimizin nerelere
ulaştığını/ulaşmadığını merak ediyoruz. Sesimiz daha çok yerden, uzaklardan
duyulsun istiyoruz. Yola çıkarkenki, Mavi
Yeşil dergisini mütevazı bir “yazı okulu” yapabilmek düşüncemizi bu güne
dek aynı canlılıkla yaşattığımızı belirtelim. Genç ve yetişkin bazı
yazarlarımızın ilk kez bu dergide yazdıktan sonra adlarını başka dergilerde
duyurmaları, kitap yayımlamaları bizi sevindiriyor elbette. Yazarlarımızın
önemli bir kısmı Rize dışından ve pek çoğu bu şehri hiç görmemiş. Bu tür yazar
dostlarımızla telefon ve elektronik posta yoluyla görüşüp dergiyle bağlarını
sürdürmelerini, bize yeni okur ve yazarlar kazandırmalarını istiyoruz. Uzaktaki
dostlarımıza samimî ilgileri için teşekkür ediyoruz. Mavi Yeşil dergisini internet ortamında veya başka yerlerde
gördükten sora bize ulaşan okur yazar dostlarımızla bağlarımızı güçlendirmek
niyetindeyiz. Bu şehirde, her yılın birinci günü dergi adına “yaş günü”
düzenliyoruz. Halka açık bu toplantıya, bu şehre günlük ulaşabilecek okur
yazarlarımızı çağırıyoruz, sıcak bir ortamda birbirimizi dinliyoruz.
Yazarlarımızın banka hesap numaralarını soramadık; ancak aksamadan düzenlenen
bu yaş günlerinde yazarlarımızı kitaplarla ödüllendiriyoruz. Bu toplantıları
daha sık aralıklarla düzenleyebilseydik keşke. Mavi Yeşil dergisinin “okul” olmasını isteyen uzak yakın
dostlarımızın, nostaljik sözlerin ötesine bir adım atarak arzuladıkları okula
kaydolup yoklamalarda adlarını duyurmalarının bu dergi için önemli olduğunu
belirtelim! Dergi yayımcılığında, periyodik istikrarın öncelikli ve önemli
olduğunu ve bunun da okullaşma için önemsenmesi gerektiğini düşünüyorum. 10
yıllık yayım süresindeki her sayının okura zamanında ulaşması, derginin
okuruyla bağlılığıdır aslında. Mavi Yeşil
dergisinin okur ve yazarlarıyla oluşturduğu yakınlık, bu derginin “istikrar”
vurgusunda ve “samimiyet” büyüsünde aranmalıdır.
– Mavi Yeşil’e daha nice yıllar diliyorum. Teşekkür ediyorum.
– 6. sayısında
yazım yayımlanan dergiye 18 yılı aşkın bir süre sonra orta sayfa konuğu olmak
benim için güzel bir duygu. Ben de size teşekkür ederim. Bu görüşme, Mavi Yeşil
dergisinin adını geniş çevrelere duyursun isterim.
Dergah, Ocak
2009, Sayı: 227
HASAN ÖZTÜRK İLE ORTA SAYFA SOHBETİ
Hazırlayan: Mehmet Erdoğan
Jules Renard
Kendine Bakan Edebiyat, Hasan Öztürk’ün
altıncı kitabı. Dergâh Dergisi’nde kaleme aldığı roman yazıları ve Mavi Yeşil
Dergisi’yle tanıdığımız Öztürk, son kitabında da büyük şehrin gürültüsünden
uzakta, düşünülüp taşınılarak yazılmış metinler paylaşıyor okuyucuyla. Bir
önceki kitabı Kurmaca ve Gerçeklik’ti.
Bir sonraki kitabını da şimdiden bekliyoruz.
Yazar, tamamı dünyaya edebiyatın penceresinden
bakan yazılarını üç bölüm halinde bir araya getirmiş. İlk bölümün başlığı: ‘İktidar
Gücünün Gölgesi: Kuşatma Altında Yazı ve Edebiyat.’ Bu bölümde Öztürk kendi
tabiriyle ‘otoritenin, yazının / yazarın özgünlüğüne düşen gölgesine’ vurgu
yapıyor ve bölümü Günlüklerin Işığında
Tanpınar’la Başbaşa kitabından ilhamla, Tanpınar’a ithaf ettiği bir
mektupla açıyor. Mektupta şair - yazar Tanpınar’dan ziyade ‘insan’ Tanpınar’ın
gizli kalan yanlarını merkeze alıyor. Samimi üslubuyla Tanpınar’a sorduğu
sorular hepimizin merak ettiği cinsten. Günlüklerinde ‘kadınsızlık’tan dem
vuran Tanpınar için ‘varlığı bir gülüş’ olan o kadının kim olduğu hepimiz için
hala bir muamma.
‘Kendimizi Bilmekle Başlayan Yazar’ ise
yaşamında sükût suikastına kurban edilen Tanpınar’ın iade-i itibarı adına eşsiz
bir çalışma. Yazıda, Tanpınar’ın1937’de münevverlere has bir öngörüyle
vurguladığı “Ufak bir zevksizlik, devrin
bütün eşeklerini zirveye çıkarır.” tespitinin hatırlatılması günümüz edebiyat
dünyası için de bir saptama aslında. Yazarın yerli yerinde kullandığı alıntılar
da önemli bir yer tutuyor kitapta. Metinlerinde sadece kitap tanıtımıyla
yetinmeyip yazarın portresine, eleştiriye ve içselleştirdiği alıntılara geniş yer
veren Öztürk’ün yazılarında altı çizilecek noktalar bir hayli fazla.
‘Divan Edebiyatı Tartışmaları Arasında Bir
Cumhuriyet Promethesi: Sebahattin Eyüboğlu’ başlıklı yazısında Eyüboğlu’nun, “Karısını
kızını satan mutsuzun suçu, kalemini satan yazarın suçu yanında devede kulak
kalır.” alıntısı genç edebiyatçıların
kulaklarına asacağı bir küpe gibi. Cumhuriyet rejiminin elinden tutarak Avrupa’ya
gönderdiği ‘kıvılcım’ altın çocuklardan Eyüboğlu, Öztürk’ün aktarımıyla şiirde
yenilik ve eski şiiri dinamitleyen bir anlayışın aksine ‘eski sazdan yeni
sesler çıkarma’nın asıl maharet olduğunu vurgulayıp özgüveni yiten bir topluma
batı şiirini de bilen bir yazar olarak kendi gücünü hatırlatıyor. Avrupa’dan
şiirin öğrenilmesine karşı duran Eyüboğlu’nun şu tespiti -İsmet Özel’in
deyimiyle- ‘evine, kabine ve kendine dönen’ yazarın hakikat çırpınışlarıdır: “Şiiri biz ona (Avrupa’ya) öğretecek
vaziyetteydik. Edebiyatımız seraba şiirdi. Türk ruhunun bütün çeşmelerinde şiir
akıyordu. Sultandan dilenciye kadar şiire aşina olmayan kimse yok gibi idi.
Fransız edebiyatında Hint kumaşı olan güzel mısra bizde ucuz bir meta haline
gelmişti. Yani Fransız şiirinin aradığı hayal ve ritim sarhoşluğundan biz
bezmiştik.”
Yazarın Halide Edip biyografi kitaplarının
ışığında yazdığı ‘Biyografisine Sığmayan Kadın: Halide Edip Adıvar’ yazısı ise Sinekli
Bakkal’ın vatan davasında önemli vazifeler üstlenmiş aykırı ve muhalif bir
yazarın hayatındaki şaşırtıcı ayrıntılara değiniyor. İstiklal mücadelesini
içten ve dıştan bilen gözü kara yazarın kadınlığı da bu ayrıntılarda ayrı bir
yere sahip. Halide Edip’in macerasında akla sorular düşüren biyografi yazısı
edebiyat meraklıları için okumaya değer.
Kitabın genel akışında yazar, merceğini ders
kitaplarında bir çırpıda okunup geçilen edebiyatçılara üzerine tutuyor.
Nurullah Ataç hakkındaki yazı bu minvalde. Tahsin Yücel’le ilgili yazının satır
aralarında ise Öztürk, günümüz edebiyatında da tartışılmakta olan ‘intihal’in, ‘metinler
arasılık’ bağlamında yasallaştırmaya çalışılmasından ziyadesiyle rahatsız
olduğunu hissettiriyor.
‘Tek Partiler Döneminde İktidar ve Sanat ile
Resmi İdeoloji Sahneye Çıkmış Salonda Makul Vatandaş Yoklaması Yapıyor’
yazıları ise yine kitaplardan yola çıkarak iktidar ve sanat ilişkisine
değiniyor. Sanatı derine ve içe doğru bir özgürleşme çabası, siyaseti ise dışa
yönelik kuşatma biçimi olarak yorumlayan Öztürk, siyaset alanında tam bağımsız
bir edebiyat alanından söz etmenin zorluğunu Jean Gennet’ten, Pablo
Picasso’dan, Gündüz Vassaf’tan, Tanpınar’dan, Bulgakov’dan, Behçet Kemal
Çağlar’dan, Vergilius ve Ovidius’tan örnekler vererek inceliyor. Güdüm dışındaki isimlerin çektiği zorlukları,
buna rağmen dik durmaktaki kararlılıklarını gözler önüne sererken yılların nihayetinde
güdümlü isimleri değil, kaliteli eser veren edebiyatçıları ön plana çıkardığını
aktarıyor. Sanatın her dönemde gücün boyunduruğunda devam ettiği bir gerçek ve
sanat bir propaganda aracı olarak her dönemde erk sahiplerinin ağzını sulandırıyor.
Edebiyatçıların maddi kaygı ve sahte itibar uğruna gönüllü hizmete soyunmaları
da sanat – iktidar ilişkilerinin bir diğer cephesi tabi. Behçet Kemal Çağlar
gibi şairlerin her dönemde farklı söylemlerle ortaya çıktığını biliyor,
görüyoruz. Ama zamanın, sırası geldiğinde sessizce hepsini unutturacağını da
biliyoruz!
Kitabın ikinci bölümü ‘Panoptikon
Dışındaki Dünya: Edebiyat Kendine Bakıyor’da yazar daha çok edebiyatın kendi iç
sorunlarına dönüyor. Necatigil’e hasretle başlayan ikinci bölümün yolculuğu, Nermi
Uygur’un Denemeli Denemesiz’inden, usta
denemeci Oğuz Demiralp’ten, Nazım’a şiirleri üzerinden haklı eleştiriyle
yaklaşma cesaretini gösteren eleştirmen Bedrettin Cömert’ten geçerek, iyi
romanları iyi okuyan eleştirmen Nurdan Gürbilek hakkındaki bir yazıyla son
buluyor.
Hasan
Öztürk kitabının üçüncü bölümündeki yazıları ‘Camın Ardına Bakmak: Karşı
Pencere’ başlığı altında bir araya getirmiş. Bu yazılar, hem dünya
edebiyatından yapılan okumaların bir dökümü hem de yazarın sanata evrensel
yaklaşımının birer numunesi olarak okunabilir. Casanova’nın “Devasa birleşimin
bir zerresi” vurgusundan yola çıkarak söylersek, sanata evrensel bakış yazarın
paylaşmayı arzuladığı bir bilinç aynı zamanda.
Bizde karşı pencereye genellikle, Batı’ya karşı Büyük Doğu, yenilgiye
karşı Diriliş, değişen bireye karşı Ahlak Nizamı, kültür emperyalizmine karşı
Yeni Bir Medeniyet Tasavvuru olarak bakıldı, bakılıyor. Öztürk’ün yaklaşımı ise
daha farklı bir yerde. Karşı tarafa öncelikle sanat-edebiyat penceresinden
bakan Öztürk, Çağdaş Yunan Şairi Kavafis’ten, bir dönem CIA ajanı olmakla
suçlanan Orwell’a, Albert Camus’dan, “Yaşam
gerçekten korkunç bir incinme” diyen Bachman’a, Susan Tamarro’dan, korku
imparatorluğuna dönüşen Sovyet devriminin toplumsal ortama ve bireyin
dünyasındaki yıkımlarına değinen Düşünen Sazlık’ın yazarı Kagarlitski’ye ve Karanlıkta
Fısıldaşanlar’ın yazarı Orlando Figes’e, yazarın tabiriyle “iktidarların
kızgınlık ısısının” bir türlü düşemediği çağda Kitap Yakmanın Tarihi’ne… yakın
dönemden evrensel mirasın seçkin örneklerini çıkarıyor okurun huzuruna.
Kendine Bakan
Edebiyat
her yaştan edebiyatçının okuması gereken bir kitap. Ayrıca kitaptaki denemeler
bir okuma listesi çıkarmak isteyen okuyucunun elinden tutacak cinsten. Kitabı okuyacaklara -kitapta da geçen- Oğuz
Demiralp’in tabiriyle şimdiden ‘Etkin
okumalar’ dilerim.
*Kendine Bakan Edebiyat, Hasan Öztürk, Erdem
Yayınları, 2016.
Dergah,
Mart 2017, Sayı: 325
Gündem Edebiyat, edebiyatın
gündemini tutmaktan hiçbir zaman vazgeçmeyen Hasan Öztürk’ün Kitabın
Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi
(2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014) ve Kendine Bakan Edebiyat’tan (2016) sonra,
“yayıncılıkta ben de varım” diyen çiçeği burnunda yayınevi Önce Kitap Yayınları
tarafından piyasaya sürülen son kitabı. Yazar son kitabında da deneme ve
eleştiri yazılarından oluşan bir derlemeyi okura sunuyor. Önceki
kitaplarındakilere oranla görece daha kısa yazıların da olduğu Gündem Edebiyat’ta,
kısalığına ters orantılı bir şekilde yine niteliği yüksek çalışmalar yer
alıyor.
Kitap,
belli bir sistematik içerisinde temel olarak dört ana bölüme ayrılmış. Birinci
bölüm “Çerçeve” başlığını taşıyor ve
edebiyatı genel hatlarıyla tartışmaya açan yazılardan oluşuyor. Edebiyat nedir,
işlevi nelerdir ve dahası edebiyat ne işimize yarar gibi soruları okura
sordurtan bu bölüm, aynı zamanda okur için bir ısınma turu; kitabın bir girişi
mahiyetinde de okunabilir. “Öykü, Roman ve Tiyatro” başlığını
taşıyan ikinci bölümde ise Öztürk’ün yaptığı başlıkta zikredilen türler
odağında, farklı yazarların eserlerini mercek altına alarak incelemek olmuş. Bu
bölümün kapısı Sait Faik ile açılıyor
ve Aziz Nesin, Oğuz Atay, Orhan Pamuk, Barış Bıçakçı gibi isimlerin metinleri
inceleniyor. Artık edebiyatımızın klasiklerinden sayılabilecek isimlerin
yanında, güncel edebiyatımızın önemli isimlerini de gündeme getirmekten geri
durmuyor Öztürk. Bu anlamda yelpazesinin bir hayli geniş olduğu söylenebilir.
“Kitaplar İçin” başlığının uygun görüldüğü üçüncü bölümde ise, ikinci bölümde
bahsi geçen türlere ek olarak farklı türlerdeki edebi metinlere de değiniliyor.
Edebi mülakattan anılara, denemelerden gazete yazılarına değin farklı türdeki
metinler üzerine kaleme alınmış olan yazılar, yine Hasan Öztürk’ün titiz
incelemeleri ışığında okura ulaşıyor. Özellikle bu bölümde bahsi geçen edebi
mülakat türünde Ruşen Eşref Ünaydın
imzasını taşıyan Diyorlar ki;
gazeteci yazar Mehmed Kemal’in anılar, söyleşiler,
denemelerden oluşan metni Acılı Kuşak;
Refik Halid Karay’ın gazete
yazılarından oluşan Edebiyatı Öldüren
Rejim; 1949’da Akşam gazetesi için dönemin önemli edebiyatçılarıyla
yapılmış anket cevapların toplamından oluşan Muharrir Neden Yetişmiyor? gibi metinler üzerine kaleme alınan
yazılar, Hasan Öztürk’ün edebiyatın arkeolojik kazısını yaptığının da bir
göstergesi. Öyle ki görünür olan metinler bir yana, edebiyat tarihinde nispeten
arka planda kalmış; kıymeti bilinmeyen nitelikli eserlere de kitap içerisinde
yer vererek okurun dikkatini çekmeyi başarıyor yazar. Son bölüm ise “Varlığı Yazı Olanlar” başlığını
taşıyor ve bu bölümde Öztürk, Sabahattin
Ali, Onat Kutlar, Puşkin, George Orwell, Kavafis, Turgut Uyar gibi Türk ve dünya
edebiyatının önemli isimlerine farklı yönleriyle dikkat çekiyor.
Hasan
Öztürk’ün kalemi edebiyatın her bir noktasına dokunuyor. Yüzeysel okumalar
yerine, yan okumalarla desteklenmiş; dipnotlarında dahi önemli ayrıntıların
bulunduğu metinler çıkarıyor ortaya yazar. Böylece okur, sadece Öztürk’ün
metinlerini okumakla kalmıyor aynı zamanda farklı okumaların da kapısını
aralıyor. Hasan Öztürk’ün bu kitabı da dâhil olmak üzere herhangi bir kitabını
elinize aldığınızda, yanınıza mutlaka bir de not defteri ve kalem almanız
gerekecek. Çünkü onun yazıları, farklı yazarlara referanslar içeren;
kendisinden önce söylenmiş sözleri görmezden gelmeyen ve ele aldığı konular
bağlamında farklı metinlere de dikkat çeken önemli yazılar. Öztürk, yazının
sadece yazarla ilgili olmadığının da farkında. “Yaşamak, etrafımızdaki şeylerin şuuruna erdikçe bir dua olacaksa bu
duaya âmin demeyi birlikte öğrenmemiz gerekmez mi?” diye soran Öztürk’ün
edebiyat anlayışında yazı da yaşamaya benzer bir anlam taşıyor belli ki. Tıpkı
yaşamak duasına birlikte âmin demek gerektiği gibi, yazıya da yazar-okur
birlikteliği ışığında bakılmalı. Hasan Öztürk, yazarak ilk adımı atıyor. Gerisi
daha derini görmek isteyen okura kalmış.
Arka Kapak, Haziran 2019, Sayı:
33
Yazının
tarihi boyunca edebiyatın ne olduğu ve neden ona ihtiyaç duyulduğu konusu,
edebi metinlerin biraz uzağında, güncelliğini koruyan bir tartışma olarak var
olmuştur. Edebiyat, yaşadığı toplumdan ve o toplumdaki şartlardan bağımsız bir
şekilde var olamayacağı gibi; o şartlardan etkilenmemesi de söz konusu olamaz.
Zaman zaman bu etkileşim o kadar ileriye gider ki edebi metnin doğasını
oluşturan dinamikler toplumun birtakım gerçeklerini yansıtmayı bir misyon
olarak üstlenir. Özellikle kurmaca düzyazı metinler, yani roman ve öykü, onu
üreten yazarın kimliğinden soyutlanamayacağı için, toplum ile metin arasındaki
bağ da kaçınılmaz olur. Yazarın metnini ortaya koyarken böyle bir kaygı ile
yola çıkıp çıkmamış olması çoğu zaman bir şey ifade etmez çünkü yazar, nihayetinde
bir birey olarak yaşadıklarından bağımsız değildir ve bu sebeple yazdıklarında
yaşadıklarının izi mutlaka var olacaktır. Meseleye bu şekilde bakılınca, roman
ve öykünün bir bakıma kurgu ile gerçeğin iç içe geçtiği bir tarih yazımı
olduğunu söylemek aşırı bir yorum olmayacaktır. Sanat ve siyaset ilişkisinin en
yoğun yaşandığı yer olan edebiyat sahası, kimi zaman otoritelerin “yaz” emri
vermesiyle yazılmış olan metinlerle dolar. Edebiyat, bazen özünden öylesi
uzaklaşır ki sadece siyasi bir argüman sunmak, bir ideoloji savunuculuğu yapmak
ve siyasi bir kanon oluşturmak amaçlarına hizmet eder hale gelir. Bütün bunlar
göz önüne alındığında, sanatın/edebiyatın salt bir estetik kaygıyla ortaya
çıktığını söylemek doğru olmayacaktır. Akıllara gelmesi gereken asıl soru şu
olmalıdır: Edebiyat, kurmacanın ne kadar yakınında?
Kurgunun
Bir Adım Ötesinde
Edebiyatçı
yazar Hasan Öztürk’ün, edebiyat/eleştiri yazılarından oluşan Kitabın
Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010) ve Aynadaki
Rüya (2013) adlı kitaplarından sonra, roman ve öykü incelemelerinin
yer aldığı dördüncü kitabı “Kurmaca ve Gerçeklik” de
okur ile buluştu. Bu kitabında da farklı edebi metinleri eleştirel bir gözle
inceleyen Öztürk, söz konusu metinlerin arkeolojik kazısını yaparak, onların
altında yatan temel problemleri ele alıyor. Kitabın kapsamındaki çalışmalar
farklı yazarların farklı roman ve öykülerinden oluşuyor. Sunuş yazısında sarf
ettiği, “Hepimiz için tek bir gerçekliğin olmadığı ve her birimizin
yaptığının tam da bilincinde olamadığımız gerçeği bir tür arayış çabası olduğu
varsayımıyla okuduklarım için yazarken yazarın sözünü etmediklerinin de sözünü
ettim çok kez.” cümlesiyle, kitabın içeriğine ve oluşum aşamasına
dair de ipucu veren Öztürk, kurmaca metinlerin ötesindeki gerçekliği ararken;
metnin gerçek ile kurgu arasındaki köprünün neresinde durduğunu/durması
gerektiğini de dile getiriyor.
Kurmaca
ve Gerçeklik, tek bir kanaldan ilerlemeyen, metinlerin farklı yönlerini
ele alan derinlikli bir kitap. Bürokrasinin edebiyata nasıl malzeme olduğundan
yeni devletin demokrasi serüvenine; postmodern edebiyatın önemli isimlerinden
Türkiye’nin bitmek bilmeyen meselesi Güneydoğu sorununa; dünya edebiyatına yön
veren kıymetli metinlerden sanatta popülerlik problemine kadar pek çok farklı
konu üzerinde titizlikle duruyor yazar. Öztürk’ün çalışmalarının en önemli
özelliklerinden biri de yazılarında, üzerinde çalıştığı romanın/öykünün
dışındaki farklı metinlerden de beslenmesi. Edebiyatın, kendi kendisini büyüten
derin sularında, bir adım daha atmaktan geri durmayan, sözünü söylemekten
sakınmayan cesur metinlerden oluşan Kurmaca ve Gerçeklik, bu
anlamda bakılırsa sadece metni merkeze alan ve metin dışında bir kaygı
taşımayan yazılar bütünü. Öztürk’ün yapmaya çalıştığı, tıpkı önceki
kitaplarında da olduğu gibi, sosyal ve siyasal hayata bir ayna tutarak onun
edebi metinlerdeki yansımalarını, yine aynayı ters çevirerek okura göstermek.
Okurun, kitapta yer alan incelemeleri okurken göreceği, sadece çeşitli
devirlerin roman ve öyküye olan yansıması değil aynı zamanda birey-toplum
ilişkisinin de bir fotokopisi. Bu aşamada yazarın nerede durduğu ve okuru
metnin neresinde konumlandırdığı problemleri de sayfalar ilerlerken cevabını
buluyor. Romancının/öykücünün yazdığı kadar incelemecinin söylediğinin de önemli
olduğu bu çalışmaların işi, satır sonlarında da bitmiyor. Tam tersine Kurmaca
ve Gerçeklik’te yer alan incelemeler, sonrasında devreye girecek olan
okurun yeniden yorumlamalarla zihinsel bir dönüşüm yaşamasına olanak sağlıyor.
Bu da edebi metinlerin en önemli özelliklerinden birini gösteriyor bize:
Yaşayan bir varlık olduğunu.
Demokrasi,
Bürokrasi, Yeni Devlet
Kitabın
farklı metinleri farklı bağlamlarda ele aldığını ve metinlerin herhangi bir
zaman dilimine sıkışmamış, özgür ve cesur metinler olduğunu en başta
vurgulamıştık. Bu incelemelerin önemli bir basamağını siyaset-edebiyat ilişkisi
üzerinde duran metinler oluşturuyor. Özellikle Osmanlı’nın çökmesi ile kurulan
yeni devlet üzerindeki belli problemleri sistematik bir biçimde ele alan
Öztürk, devletin demokrasi anlayışını sorgulamaktan geri durmuyor. “Adında
Demokrasi Geçen İki Öykü” yazısında Haldun Taner’in Yaşasın
Demokrasi’si ile İlhan Tarus’un Demokrasi adlı
öykülerini masaya yatıran Öztürk, bu iki öyküden yola çıkarak yeni devletin
demokrasi çırpınışlarını, geç gelen çok partili hayat ile birlikte demokrasi
kavramının geçirdiği dönüşümü ve bir türlü yerine oturmayan, hep bir tarafı
eksik kalan demokrasi anlayışını ele alıyor. Bugün bile neliği tartışma konusu
olan demokrasi kavramının boşluklarını doldurmayı amaçlayan incelemeler, bu
anlamda misyonunu yerine getiriyor denebilir. Demokrasinin hedef tahtasına
konduğu “Türkiye’nin Demokrasi Sarmalında Liberal Bir Ütopya: Serbest
İnsanlar Ülkesinde” ve “Güdümlü Demokrasinin Edebiyat
Belgeseli: Yağmur Beklerken” yazıları da meseleyi farklı edebi
metinler ışığında sorgulamaya açan başka yazılar olarak kitaptaki yerini
alıyor.
Yeni
devletin başkenti olan Ankara’nın ele alındığı Yakup Kadri’nin Ankara romanının
incelendiği “Yakup Kadri’nin Ankara Rüyası Nasıl Yorumlanmalı?” başlıklı
yazı, kitabın dikkat çeken önemli yazılarından. Ankara’yı çeşitli aşamalarla ve
perspektiflerle inceleyen yazarın, yazının sonlarında sivrilttiği kalemi,
bugünün Türkiye’sine de ışık tutuyor bana kalırsa. Öztürk, “Romanın
yazıldığı Ankara’ya bugünden bakıldığında “içinde tepinip durmakta” olduğumuz
ülkenin durumu, yazarının gözlemlerinde ve hayal kırıklıklarındaki
fotoğraftır. Yakup Kadri, “ideal Türkiye’ye yirmi yıl içinde varacağımızı
umuyordum” beklentisinin neden gerçekleşmediğini, Mustafa Kemal’in öleceğini
“bir gün bile” aklından geçirmediğine bağlıyor; şaşılacak bir gerekçe bu:
Devrimci gitti; devrim bitti hesabı. Yakup Kadri’nin zamandaşlarındaki bu lider
kaybı korkusu, kaderlerimizin kişilere bağlı olduğu ve kurumlaşmanın olamadığı
Türkiye’de zaman içerisinde fobiye dönüşüyor ne yazık ki.” cümleleriyle
sadece dünün Ankara’sını anlatmakla kalmıyor, bugünün siyasi hayatına da büyük
bir ışık tutuyor. Kişilerin, kurumların her zaman üstünde olduğu “yeni
devlet”in bu anlamda eskisini aratmadığı sonucuna varmak da zor olmuyor okur
için. Devletin başına kondurulan şapkanın yeni olmasına rağmen, şapkayı takan
başın aynı “yeni”ye ayak uyduramaması sonucunda ortaya çıkan tablo, dünüyle ve
bugünüyle bir ülkenin “panorama”sını okumak adına da önemli bir yol haritası
çiziyor.
Kitapta
sanat-siyaset bağlamındaki konulara dikkat çeken yazılardan bazıları, Reşat
Nuri Güntekin’in Yeşil Gece romanının merkezde olduğu “Yeşil Gece,
Aydınlığa Giden Yolu Neden Açamadı?” yazısı, İskender Fahrettin Sertelli’nin
Sümer Kızı romanı bağlamında ele alınan “Milli Tarih Tezi İçin Sipariş
Roman: Sümer Kızı” yazısı, Memduh Şevket Esendal’ın odak noktasını
oluşturan “Ayaşlı ile Kiracıları Romanında Bürokrasi Eleştirisi ve
Değişen Aile” yazısı şeklinde sıralanabilir.
Kurmaca
ve Gerçeklik
Hasan
Öztürk, bu kitabıyla da önceki kitaplarındaki geleneğini sürdürüyor ve
yazdıklarıyla, roman ve öyküleri okuma biçimlerine yeni bir yön vermeye devam
ediyor. Yazılanların derinliğine ve inceliğine rağmen okuru yormayan yalın bir
dil kullanması, kitabın önemli artılarından. Okur, bu inceleme yazılarını
okuduktan sonra, belki de önceden okuduğu roman ve öykülere yeniden dönecek ve
onları okuma biçimini tekrar gözden geçirecektir. Kurmaca ve Gerçeklik bu
anlamda son derece yapıcı bir yol açıyor okur için. Metinlerin eskimeyen canlı
birer varlık oldukları gerçeği, bundan yıllar önce yazılmış olan eserlerin
sorgulamaya açılmasıyla daha da anlam buluyor. Zamanın eskitemediği roman ve
öyküler gibi Öztürk’ün inceleme yazıları da bundan yıllar sonra tekrardan
okunarak bahsi geçen metinlere ışık tutacak birer rehber niteliğinde. Gerisi
sorgulamaktan korkmayan okurlara kalmış…
Ayraç Kitap Tahlili
ve Eleştiri Dergisi, Mayıs 2015, Sayı: 67.
2017’nin
Ekim ayında (Önce Kitap Yay.) yayımlanan “Gündem Edebiyat” adlı eser Hasan
Öztürk’ün edebiyat incelemesi adına yaptığı ilk çalışma değildir. Lisans
eğitimini Edebiyat üzerine yapan Öztürk, edebiyata olan duyarlılığını diğer
eserlerde gösterdiği gibi bu eserinde de açıkça ortaya koyar. Eserinde
edebiya-tı, edebiyat eserlerini ve yazarları dört bölümden oluşmak üzere
irdeleyen Öztürk, hem Türk hem de dünya edebiyatından birçok eser ve yazarı ele
alır. Birinci bölüme “Çerçeve” adını veren yazar, bölümü kendi içinde deneme
şeklini andıran metinlerden oluşturur. Bu metinleri özetlersek; edebiyatın
kötülük kavramını çürütme eğilimde olduğunu dile getirir. “Kötülüğün
mümkünlüğü, iyiliğin koşuludur.
Kötülüğün
güçle bastırılması ya da yok edilmesi büyük bir kötülük olacak ise gerçekten,
sanat bir umut olabilir bizim için.” Öztürk “Kardan Adam” adlı öyküsünü
başlatırken Tarık Buğra’nın; “Öyle bir insan yaratmak istiyor ki; bu insan
bütün insanlığın küçülüşlerine, iğrençliklerine teselli olsun” dizeleriyle
dünyanın kötülüğü karşısında direnen edebiyatı gözler önüne serer ve
duyarlılığa davet etmek adına bu sözleriyle devam eder: “Kerem Misali” her
birimiz, “Ben yanmasam/sen yanmasan/biz yanmasak/ nasıl/ çıkar/ karanlıklar/
aydınlığa…” sormalı değil mi kendine insan?” (s.10-15) Çevre ve edebiyat
ilişkisine değinen yazar, sosyal bilimcilerin edebi eserleri lüks bir meta
olarak görmesinden hayıflanır. Edebiyatın toplum adına yararlı işlevlerinin
varlığı yadsınamaz bir gerçek bunun bilinmesi açısından Öztürk, çevre/kültür
alanında birçok eseri özetler(Beş Şehir, Son Kuşlar, Mürdüm Erikleri, Faust ’un
Mürekkep Lekeleri …) “1270’de Yirmisekiz Çelebi Mehmet’in Sefaretname kitabı da
şehir/çevre kültürünün o zamanlarda gözümüzü kamaştırmasının işareti değil
midir?” diyerek tarihi gerçekliklerle destekler görüşünü (s.17). Zaten edebiyat
tabiattaki var olan doğal güzelliği, kültürü ve toplumu birer esin kaynağı
olarak gören dipsiz bir kuyu değil midir? 1860’larda Şinasi öncülüğünde gelişen
gazete-edebiyat münasebetine ve iktidar karşısındaki güçlü duruşuna değinerek
günümüzde gazetelerin edebiya-ta olan bakış açısındaki değişime ve gazetelerin
tüketim malzemesi haline gelmesine güçlü bir eleştiri sunan Öztürk;
“Gazetelerin, yazarlarıyla ‘duruş/kimlik’ kazandığı günler vardı. Edebi dilin
özeniyle yazdıklarıyla okuma zevkimizi arttıran az sayıdaki köşe yazarı umut
kaynağımızdır” der.(s.22). Teknolojik araçların çoğalması, (televizyon,
telefon, bilgisayar...) gibi aletlerin ortaya çıkıp gelişmesiyle okur oranında
daha da düşüş gerçekleşmiştir. Aile, okul ve en çok da edebiyat öğretmenlerinin
bu konuda gençlere yol göstermesi gerekir. “Medyatik/teknolojik araçların
kuşattığı bugünün evlerinde bırakınız sanat ve edebiyatı, çok-lukla günlük
sohbetin bile yeri kalmamıştır”(s.26).
Edebiyata
zira en çok gençlerin ihtiyaç duyduklarına ama yaptıkları birçok etkinliğin
çevre tarafından küçük görülmesi, ailelerin sözel dersleri önemsememesi gencin
edebiyat zevkini zamanla öldürdüğüne ve bir edebiyat dergisini çıkarmak isteyen
gence ülkemizde pek gereken alakanın, ekonomik desteğin gösterilmediğini
söyler. “Gençlere daima üretken ve iyi insan olmayı önerenler, onlara bir türlü
yardımcı olamıyor ne yazık ki. Hemen her şehirdeki üniversitede
Türk-çe/Edebiyat bölümleri var buna karşılık pek çok şehir-de edebiyat dergisi
satılmıyor bile” (s.27). Gençleri tüketim kültürünün içinde varlığını devam
ettiren nesnelere dönüştüren sistemi eleştirir. Öztürk, eseri-nin ikinci
bölümünde “Öykü, Roman ve Tiyatro” başlığı ile karşılar okuyucusunu. Öykü,
roman ve tiyatro gibi edebi türlerden metinleri inceleyen Öztürk; her metin
edebiyatın içinde bocaladığı ve ele aldığı sorunları irdeleme açısından çok
yönlü bir içeriğe sahiptir. Gramofon ve Yazı Makinası adlı öyküyle; matbaanın
icadı ve teknolojinin hüküm çağı ile birlikte yazarların editör denetimi ve
beğenisi kaygısıyla özgünlüklerini yitirmelerinden dem vurur. Muharrir adlı
oyunda yazarların ekonomik kaygıları ve toplumun edebiyatı hor görmesi sonucu
edebiyatın kaybettiği değeri irde-ler “Tok da olsa karın, güdüktür edebiyatsız
insan”(s.74). Seyrek Yağmur romanında bir kitapçının esnaf kültürü içinde var
olma mücadelesini anlatır. Okuma oranımızdaki düşüşe ve edebiyata olan
ilgisizliğimize Tanpınar’ın sözüyle acı gerçeğimizi gözler önüne serer;
“Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olma imkânını
vermiyor”(s.69). Daha birçok edebi metni sorunlar açısından incelerken
karşılaştırmalı edebiyattan da yararlanması anlatımına ayrı bir zenginlik
kazandırır ve bu edebi eserleri farklı açılardan ele almasıyla da okuyucusunun
ufkunu açmaktadır. Yazarların var olma mücadelelerini eser-leri üzerinden
anlatıldığı görülür.
Kitaplar
İçin; eser incelemelerini içeren bu bölümde kitapların dönem koşullarını
yansıtması, bir edebi- tarihi kaynak niteliğinde olması ve Narsisizmin
yazarların yaratıcılıkları, özgünlükleri açısından ne denli etkili olduğuna dikkat
çeker. “Bu ülkede neden muharrir yetişmiyor?” Sorununa açıklık getirilmeye
çalışılır. “Neden kitap okuyoruz, neden şiir okuyoruz?” Sorusuna; varlığımızı
sıradanlıktan kurtarmak, hayatı farklı anlamlandırmak ve renksiz dünyamıza renk
katmak için diye cevap verir Suut Kemal Yetkin” (s.23). Tespiti çok yerinde
dünya ancak hayal gücünü sınırlarını aşmakla, farklı açılardan bakmakla çekilir
hale gelir ve bunu edebiyat bize bütün çıplaklığıyla sunar.
Varlığı
Yazı Olanlar adlı son bölümde Sait Faik, Sabahattin Ali, Refik Halit Karay,
George Orwell ve şair Puşkin gibi isimlerin eserleri ile iktidar karşısında var
olduklarına ve birçok sorunla karşılaşmalarına rağmen bu tutumlarını ömürleri
boyunca sürdürdüklerine değinir. Refik Halit, İttihat Terakki döneminde Sinop’a
Cumhuriyet döneminde ise Beyrut’a sürgün edilmesinden dolayı iktidarla olan
ilişkisinde bir yumuşama sezilir: “Refik Halit, bundan sonra ölçülü diliyle
yazan ve kalemiyle geçinen yazar kalmaya özen gösterir. 1942’de, gençleri
uyaran yazısındaki “politikaya dair fikir yürütürken- fikir varsa şayet sağı
solu kollamak, falsodan kaçınmak ve iş açmaktan çekinmek, her şeyden evvel, bir
vicdan ve milli selamet kaygusudur” sözü, onun kendisine pahalıya mal olan
deneyiminin ürünü olmalı”(s.119). Öztürk’ün eserinde birçok kez iktidar ve
edebiyatın çatışmalarını eserler ve birçok yara almış yazarlar üzerinden geniş
çapta irdelediği görülür. Öztürk; öykü, roman ve tiyatro türlerini, gerek Türk
edebiyatı gerekse de dünya edebiyatının yapı taşlarını oluşturan yazarları
geniş bir perspektif ile inceler. Edebiyat dünyasındaki sorunlara ve sorunların
işleyişine ışık tutar, bunun yanında edebiyatın bireysel ve toplumsal hayattaki
işlevini de sorgular. Değinmeye çalıştığımız Öztürk’ün çalışmasının yanında
okyanusta damla niteliğindedir. Hâlbuki bu tür çalışmaların önemi fark edilmeli
ve bir edebi hazine niteliğinde olduğu gözlerden kaçmamalıdır.
Acemi
kalemler, Ağustos 2018, Sayı:11
Dergiler
var olduğu günden günümüze kültür sanatın lokomotifi olma yolunu seçmiştir. Bu
zorlu görevi layıkıyla yerine getiren ülkemizde birçok dergi mevcuttur.
Bunların bir kısmı yayın hayatını durdurmuş bir kısmı da zorluklara direnerek
yayın hayatını sürdürmektedir. Ülkemizde kültür sanat çalışmalarında özel bir
yeri olan şehrimizde faaliyet gösteren Fırat gazetesinde kültür sanat
sayfamızda ülkemizde yayım yapan dergileri okuyucularımıza ve bu şehrin genç
kuşaklarına tanıtma amacında olacağız.
Bu
hafta ki tanıtacağımız dergimiz Rize ilimizde yayım hayatına devam edip
ülkemize yayılan dergilerden olan MAVİ YEŞİL dergisini tanıyacağız. Bu minvalde
sorularımızı derginin genel yayın yönetmeni Hasan ÖZTÜRK’e sorduk.
MAVİ YEŞİL dergisinin
kurulma amacı ve kurulma öyküsünü öğrenebilir miyiz?
2000
yılının başında, söz yerindeyse “bir avuç gencin isteğiyle” çıktık yola. Ekonomik durumu iyi olan bir iki dosta,
mütevazı dergi projemizden söz ettik. Bu tür kültürel işler, genelde yarım
kalmış ve sorun yaratmış olduğundan olmalı, dostlarımız pek sıcak bakmadı dergi
önerimize. Bir özel bilgisayar kursunun yöneticisi, derginin resmi sahipliğini
-içerik ve ekonomi ile uğraşmamak üzere- üstlendi. İlk sayımız fotokopi. Sözü
edilen bilgisayar kursunda dizgi yapıp çıktıları aldık, fotokopiler çekildi,
dergi hazırlandı. 2000 yılının ilk günlerinde renkli fotokopi kâğıdına basılı,
on altı sayfa, A4 ebadında iki aylık Mavi
Yeşil dergisi olarak okur huzuruna çıktık. İkinci ve üçüncü sayılar aynı
şekilde dizildi, renkli kâğıda matbaada bastırıldı. Dördüncü sayıdan itibaren
dizgi işini de matbaaya bırakırken dergi beyaz kâğıda basılmaya başladı.
Ocak-Şubat 2007 tarihli 43.sayımızda dergi yirmi sayfa olarak yayımlanmaya
başladı, iki yıl sonra Ocak-Şubat 2010 tarihli 61. sayısında yirmi dört sayfa
olan derginin boyutları da büyüdü. Dergimiz karton kapaklı, otuz iki sayfa ve
yeni bir tasarımla çıkan Ocak-Şubat 2012 tarihli 73. sayısıyla kendini buldu denilebilir.
99. sayıya dek bu biçimiyle gelen dergi, Temmuz-Ağustos 2016 tarihli 100.
sayısıyla renkli ve özel tasarımlı kapak ile yayımlanmaktadır. Hiçbir sayısı
aksamadan yayımlanan ve ülkemizin pek çok bölgesine ulaşan Mavi Yeşil, edebiyat ortamında adından söz ettirerek Temmuz-Ağustos
2017 tarihli 106. sayısıyla yoluna devam etmektedir.
MAVİ YEŞİL dergisinin
manifestosunda olmazsa olmazlar nelerdir?
Karadeniz kıyı şeridinin uç noktasındaki Rize
şehrinde, önceliği ekonomi
ve politika olmayan bir dergi çıkarırken büyük
iddialarımız yoktu aslında. Ne kendimize büyük edebiyat misyonları biçmiştik ne de
edebiyatın sorunlarının çözüm için bizi beklediğini düşüyorduk, hâlâ da öyleyiz açıkçası. Kaprislerimiz
yoktu ve kimseye inat olsun diye de dergi çıkarmıyorduk. Yazar kadrosu genç ve
ekonomik gücü sınırlı bu mütevazı dergi ile “kültür şehri Rize” ilkesiyle yola
çıktık. Erken
vakitte edebiyat mezarlığında yer almayı
değil, zamanın elinden tutup yürümeyi düşünüyorduk; küçük adımlarla da olsa
yolculuğumuz on
sekiz yıldır sürüyor. Bu şehrin eli
kalem tutanlarına, öncelikle gençlerine ve ardından
yetişkinlerine, bir yazı kapısı aralamak düşüncemizin kısmen de olsa gerçekleştiğini gördük; bu da sevindirdi bizi. Bu şehrin coğrafyasıyla
sınırlı kalmayarak geniş çevrelerden okurumuz ve yazarımız olsun istedik, bunu
gücümüz oranında başardığımız için de mutluyuz. 2000 yılının başında mütevazı
bir dergiyle; “merkez üretir, taşra tüketir” mantığını tersine çevirerek
taşranın kültür ve sanat alanındaki üretkenliğini göstermekti kaygımız, bunun çok da zor olmadığını on sekiz
yıllık yayınımızla gösterdik. Emek verenlerinin “kralsız bir imparatorluk”
bildiği bu derginin anlayışı, ulaşılamayanların yokluğuyla yerinmektense var olanları
geliştirmenin edebiyat adına yararlı olacağıdır. On
sekiz yıllık yayım süresindeki yüz altı sayının her birinin okura zamanında
ulaşması, bu derginin varlık belgesi bildiğimiz “istikrar” vurgusunda ve
“samimiyet” büyüsünde aranmalıdır. Herhangi bir çevreyle “dirsek teması”
olmayan Mavi Yeşil dergisinin
önceliği sanattır, edebiyattır, üretkenliktir. Bu dergide yazı yazmak için bir
başkasının aracılığına gerek yoktur, yazılan metnin tanıklığı yeterlidir.
MAVİ YEŞİL dergisi
yayın hayatına başladıktan günümüze kadar kaç şair ve yazar ile çalışmıştır?
Dergimizin
liseli gençlerden akademik camiaya uzanan ve çoklukla Rize dışından olan
oldukça zengin bir yazar kadrosu vardır. Başka dergilerde yazan, kitapları
yayımlanan bu yazarlarımız, sabit bir “kadro” değildir. Dergimizle yola
çıkanlar zaman içerisinde dergi ile yollarını ayırdıkları gibi on sekiz yıl
boyunca her yeni sayıda dergiye eklenen yeni isimler de vardır.
MAVİ YEŞİL dergisi
yayın ekibinin günümüz dergiciliği hakkında ki görüş ve düşünceleri nelerdir?
Tanpınar,
ölümüne bir kala dergi çıkarma arzusundan söz eder ki bu, bir tutkuya
işarettir. Her edebiyat dergisi bir umuttur bence ve yeni umutların yeşermesi
için doğar bu dergiler ancak sürgit böyle olmaz dergilerin durumu. Her ne zaman
bir edebiyat dergisi çıkacak olduğunu duysam Haldun Taner’in “Salt İnsana
Yöneliş” adlı meşhur öyküsünü anımsarım. Dergiler için “edebiyatın atardamarı”,
“edebiyatın laboratuarı” ya da “hür fikrin kaleleri” benzeri yakıştırmalar,
edebiyatın toplumsal konumuyla da yakından ilgili bence. Yazanların yazdıklarını
paylaşmaları, okurun edebiyat ortamından haberdar olması dergilerin varlık
nedeni kuşkusuz. Kitap önemli elbette ancak ortak kitap saymamız gereken
dergilerin yeri apayrı edebiyat dünyasında. Edebiyat dergilerinin sanat dışı
alanlara yönelmesi, siyasal yapıya koşut bir ayrışmayı seçmeleri, nitelik
yerine ahbap çavuş ilişkisiyle yayımlanmaları türünden eleştirilir yanları olsa
da onlar için “iyi ki varlar” demekten başka ne söylemeliyiz ki. Popüler
kültürün bunca dayatmalarına karşın edebiyat sevgilerine, “okumak dolmaksa
yazmak boşalmaktır” sözünü ilke edinenlerin zevkle okunacak yazıları
yayımlanıyor dergilerde, bunu görmezden gelemeyiz. Politik ve ekonomik
çıkarlarının hırsıyla zevkleri dumura uğramış, çıkar hırsıyla gözleri kararmış
çokların aksine, sanatın/edebiyatın engin dünyasına yönelen seçilmiş azların
varlığını önemsediğimden dergileri, özgür ruhların bir tür buluşma noktası
sayıyorum. Varsın, gündemlerinde sanatın ve edebiyatın yeri olmayanlar, küçücük
dünyalarına sıkışıp kalmışlar hazzetmesin edebiyat dergilerinden, ne çıkar
bundan ki…
MAVİ YEŞİL dergisinin
mutfağı nasıl işlemektedir?
Bu
dergi için sözünü ettiğim ‘kralsız bir imparatorluk’ benzetmesi, derginin eşitlikçi
var olma biçimidir. Mavi Yeşil, bu
ülkenin her bir yerine yayılmış güzellikleriyle üretkenliklerinin toplamıdır bu
derginin okur ve yazarları için. Açıkçası bizim için Mavi Yeşil, bir dergi olmaktan öte bir çocuktur yani biz, dergi
çıkarmıyoruz on sekiz yıldır çocuk büyütüyoruz aslında. 2000 yılının başlarında
el bebek gül bebek baktığımız çocuk, bugünlerde elleri ceplerinde üniversite
koridorlarında gezen bir delikanlı artık. Bir fidan diktik saksıya şimdi
gölgesinde serinlendiğimiz çınarımız var; dalları budandıkça yükseklere
uzanıyor. On altı sayfalık dergiyi büyüterek otuz iki sayfalık biçimiyle yayın
hayatında tutmak, mutfağımızı teknik olarak büyüttüğümüzü gösterir. Karadeniz
kıyı şeridinin uç noktasındaki bu mütevazı dergi Ülkü Tamer şiiri ile
açılabiliyorsa bu da mutfağımızın içerik zenginliğidir. Dergimize -çoklukla [email protected] aracılığıyla-
ulaşan çalışmalar yayım için seçilirken “nitelik” önemli ölçüdür bizim için;
şiirlere, öykülere ve diğer yazılara bakılırken kayırmalar, frekans uyumları
değil “edebiyat emeği” öne çıkar mutfakta. Edebiyata emek veren yenilerin
umutlarını yeşertmek için de mutfağın kapısı biraz daha açılır, yazar
hegemonyası olmasın diye dergide hemen her sayı farklı yüzler çıkar okur
karşısına. Her sayı yeniden doğarız biz, aynı sancıyla ve aynı sevinçle…
Ürettiğimiz güzellikleri paylaşmak zevktir bizim için bu nedenle Mavi Yeşil çok satılan değil ama
iletişimi/ulaşımı hayli işlek bir dergidir. Halit Ziya Uşaklıgil, henüz romancı
bilinmeden önce yirmili yaşlarındayken “roman” konusunda yazdığı Hikâye adlı kitabındaki “Mukaddime”
yazısının sonunda “Bu meseleye merakı olanlar bittabi zahmetimizi
mütalaalarıyla meşkûr ederler[okuyarak ödüllendirirler]”diyor ya bu beklenti
bizim için de geçerli. Bu derginin mutfağının zenginleşmesine değişik zaman ve mekânlarda
katkı sağlayan genç dostlarım Sezgin Taş, İlker Aslan, Ömer Eski, Yalçın Ece,
Özkan Satılmış ve Davut Bekâr’a içtenlikle teşekkür ederim. Onlar olmasaydı
“kayayı delen incir” miydik biz? Bir derginin mutfağını aralıksız on sekiz yıl
yönetmenin pek de kolay olmadığını ilgilileri bilir; bana bu mutfakta kalma
kolaylığını sağlayan eşim Şükriye Öztürk’e ayrıca teşekkür etmeliyim.
MAVİ YEŞİL dergisinin
geleceğe yönelik plan ve programları nelerdir?
Şimdimiz
ve gelecek için söz ustamızın fıkrasıyla başlayalım. Hoca Nasrettin, bir eli
kulağında ezan okurken bir yandan da koşuyormuş. Görenler, “Aman hoca, bu ne
hâl! Hem ezan okuyorsun hem de koşuyorsun.” diye şaşkınlıklarını dile
getirince, Hoca, “Bakacağım, sesim nereye kadar gidiyor.” demiş. Biz de on
sekiz yıldır, sesimizin nerelere ulaşıp ulaşmadığını merak ediyoruz açıkçası. Sesimiz
daha çok yerden, uzaklardan duyulsun istiyoruz. On sekiz ilin bulunduğu
Karadeniz Bölgesi’nde ikinci uzun ömürlü dergi Mavi Yeşil’in çok satılmak yerine edebiyat ortamında yeri olan bir
dergi olması için çalışıyoruz. Kaygısı edebiyat olanların bir biçimde
dergimizle tanışmalarını sağlamak amacıyla sesimizin ulaştığı alanı
genişletiyoruz. Bir yandan nitelikli okura ulaşmayı maçlarken diğer yandan
yazmayı uğraş edinenlerin öncelikli dergisi olmaktır dileğimiz. Doğduğu şehrin
kültür sanat dünyasına zenginlik katmak yanında tüketim kültürünün kuşattığı bir
dünyada sanatın ve edebiyatın, sözü edilmeye değer olmasıdır dergimizin çabası.
2016 Şiir Yıllığı hazırladık okurlarımız için ve 2107 abonelerimize hediye ettik/ediyoruz
şimdi şiir yarışması var gündemimizde, bu tür etkinlikleri imkânlarımız
ölçüsünde çoğaltmayı düşünüyoruz.
MAVİ YEŞİL dergisinin,
yazar yetiştirmede dergilerin “mektep” boyutu hakkında ki düşünceleri nelerdir?
Dergilerin,
edebiyat ortamında bir tür “mektep” veya “yazı okulu” olmasını istemek, dilde
kolay ancak uygulaması çetin bir iştir. Her okul, bir devamlılık ister
ilgilisinden o da bizde yoktur çünkü. 2000 yılının başında yola çıkarken Mavi Yeşil dergisini mütevazı bir “yazı
okulu” yapabilmek düşüncemizi bu güne dek aynı canlılıkla yaşattığımızı
belirtelim. Genç ve yetişkin bazı yazarlarımızın ilk kez bu dergide yazdıktan
sonra adlarını başka dergilerde duyurmaları, kitap yayımlamaları, edebiyat
etkinliklerine çağrılmaları, imza günlerine gitmeleri bizi sevindiriyor
elbette. Yazarlarımızın önemli bir kısmı Rize dışından ve pek çoğu bu şehri hiç
görmemiş. Bu tür yazar dostlarımızla telefon ya da elektronik posta yoluyla
görüşüp onların dergiyle bağlarını sürdürmelerini sağlarken bir yandan da yeni
isimler katılıyor bize. Mavi Yeşil
dergisinin -başka dergilerin de elbette- “okul” olmasını isteyen uzak yakın
dostların, gönül okşayıcı bilgiç sözlerin ötesine geçip bir adım atarak
arzuladıkları okula kaydolup yoklamalarda adlarını duyurmalarının önemli
olduğunu belirteyim! Tribünden
seyredenler ya da nara atanlar, canları istediğinde oradadırlar ancak bu
derginin varlığını önemseyenler ve dergiyi 106. sayısına ulaştıran dergi
emekçileri, her bakıldığında sahada ter dökenlerdir. Dergi yayımcılığında, periyodik istikrarın
öncelikli ve önemli olduğunu ve bunun da okullaşma için önemsenmesi gerektiğini
düşünüyorum. Okul, devam edenleriyle vardır. Yahya Kemal Beyatlı, 1914’te
yayımlanan “Mecmualar” başlıklı yazısında; “Matbûât âleminin bir cilvesidir,
rûhundan kabının şekline kadar zihinlerde rengi takarrür edemiyen bir mecmûa,
en zengin muharrerâtla intişar etse bile yaşıyamaz. Şimdiye kadar samîmî
niyetlerle intişâr eden memûalar hep kendilerini zihinlerde tesbît edememek
yüzünden söndüler.” diyor. Mavi Yeşil
dergisinin yüz altı sayılık serüveni, onun zihinlerde bir biçimde yer edişinin
de göstergesi sayılmalıdır.
MAVİ YEŞİL dergisi
bugüne kadar özel sayı çıkardı mı?
Rutinin
dışında birkaç sayı yaptık ancak onlara “özel sayı” demek yerine dosya konulu
sayı diyebiliriz. Tevfik Fikret, Tanpınar, Sabahattin Eyüboğlu ve Esendal
eksenli saylarımız bu kapsamda görülmelidir. Bunun, eksikliğimiz hanesine
yazılması gerekir. Temmuz-Ağustos 2016 tarihli 100. sayımız bizim için “özel”
bir sayıdır. Yüz sayfa olarak yayımlanan bu sayımızda, edebiyat yazıları
yanında dergide adı geçmiş pek çok kişinin dergiyle ilgili görüşlerine de yer
verilmiştir.
Dergiler kültür
sanatın lokomotif görevini üstlenmekte. MAVİ YEŞİL dergisinin bu amaçla yaptığı
etkinlik ve çalışmalar var mıdır?
Gündeminde
hiçbir dönem sanatın ve edebiyatın yer alamadığı, edebiyat ortamı güdük bir
toplumda, arkasına vagon/lar takabilecek lokomotifler yok gerçekte. Bu nahoş
durum, Mavi Yeşil için olduğu kadar
kendilerini “bir şey” gören edebiyat dergileri için de böyle ne yazık ki. Uzun
yıllar, her yılın ilk günlerinde dergi adına “yaş günü” düzenledik. Edebiyat
ilgililerine -halka mı demeli yoksa- açık bu toplantılara, ulaşabilecek
okurlarımızı ve yazarlarımızı çağırdık, samimi bir ortamda birbirimizi dinledik.
Yazarlarımızın banka hesap numaralarını soramadık bir türlü ancak bu yaş
günlerinde yazarlarımızı kitaplarla ödüllendirdik. Bu küçük şehirde, dergi
adına “çay” ve “yemek” beraberliklerimiz oluyor aralıklarla. Bu tür mütevazı
etkinliklerde sanat edebiyat ilgililerinin yüz yüze görüşmelerine ortam
hazırlıyoruz ki bu, çöl ortasında vaha bugünlerde.
Ülkemizdeki
dergiciliğin en belirgin sıkıntıları nelerdir?
Tanpınar’ın,
bir insanın olduğu yerde bütün insanlık vardır, türündeki sözünden esinle bir
dergi çıkarıyorsanız bütün dergilerin sorunlarıyla yüzleşiyorsunuz diyebilirim.
İlgisizlik, dağıtım, sayısal çokluk, içerik zayıflığı, parasızlık, heyecan
tükenmişliği, tek yanlılık… Saymakla bitmez sorunları dergilerin. Sorunları
olmayan uğraşı yok dünyamızda bu nedenle sorunlardan arıtılmış bir dergicilik
ortamını bize vermesini kimseden bekleyemeyiz. Çileli yolun yolcuları
olduğumuzu onaylamalıyız öncelikle. Karanlığa sıkılan çekingen kurşun gibi
boşlukta kayboluyor dergiler çok zaman. Yakında bir hedef yok ya, menzile
varamamış yorgun yolculardır onların pek çoğu. Nice güzel beklentilerle çıkan
sanat edebiyat dergileri, “eller gibi davranıp görmezden gelen” dostların ilgisizliğiyle
kapanıp gitmiştir, hevesler kursaklarda kalmıştır böylece. Edebiyatımızın, hiç olmazsa Cumhuriyet yıllarından
bugüne uzanan çizgisindeki dergilerine bakabilsek ne çok atardamarın
kesildiğini görürüz. Dergilerin “çıkış” ve “kapanış” yazılarının derlendiği bir
kitap ne çok heyecanın parlamadan boğulduğunu gösterir bize. Peyami Safa,
“küçük kanatlarıyle büyük boşlukları doldurmak için çırpınış”larıyla, “bugün
için nafile ve yarın için vaatli bir gayret” barındıran amatör dergilerin var
olma mücadelesini 1941’de bakınız nasıl anlatıyor: “Rüzgârsız ve bunaltıcı
sıcak yaz günlerinde elinizdeki gazeteyi yüzünüze sallarsınız. Edebiyatımızın
bu havasız, bayıltıcı günlerinde de biri batıp öbürü çıkan amatör mecmuaları,
yelpazeye vekâlet eden kâğıtlar gibi yüzümüze geçici bir serinliğin tesellisini
verip gidiyorlar. Çoğunun ismini bile duymadığımız bu edebiyat mecmualarının
tütüncü dükkâniyle mutfak rafı arasında yaptıkları küçük seyahat ne kadar
zevkli bir şey olacak ki bunlardan bir tanesi batınca, yerine aynı istasyonlar
arsına daracık ve kısa yolda koşmaya hevesli bir yenisi çıkar. Kimi ana
kuzusudur, ürkek ve terbiyeli, seke seke ve üstatlara selâm vere vere,
dükkândan rafa, raftan tenekeye, tenekeden arabaya, arabadan denize doğru
yollanır. Kimi esrarkeş tulumbacıdır, omuzlar yampiri, boyun kırık, ağız
çarpık, üstatların anasına, avradına küfrede ede, yakasını polisin değil,
çöpçünün eline verir. Kimi gençliği ayartmak isteyen dışarı politikaların
çığırtkanıdır, içinde yenilik pastırması asılı propaganda kapanının içine toy
idrakleri düşürmek ister. Kimi kaymak kâğıt elbisesiyle parlak, temiz, düzgün,
edepli, kalantor, fakat kof ve mağrurudur. Bu mecmualar arasında sevimlileri ve
her birini dolduran yazarlar arasında da başlangıç ölçüsüne vururlunca ümit
veren kıymetleri yok değildir. Sayfalarda erbabının gözleri bunları arar ve
bulunca hırdavatçı dükkânında ele geçirdiği bir Venedik sürahisini ucuza alan
müşteri gibi etrafındakilere mırıldanır: ‘Eh... Bu fena değil.’ Onun tenkitteki
bedeli şimdilik bir ‘aferin’dir.” Bugün de pek farklı değil durum. Kendilerince
büyük boşlukları doldurmak için çıkan dergilerin, üç beş dostun dertleşeceği
büroları yoktur. Bin bir zorlukla çıkan dergiyi dağıtacak posta parası
bulunamaz çoğu zaman. Nedense derginin çevresindekiler kedilerine bedava dergi
verilmesini bekler, satın almayı veya abone olmayı düşünmez. İlk sayıdan hemen
sonra, yola birlikte çıkanlar arsında kırılganlıklar başlar. Henüz ulusal
nitelikli bir edebiyat dergisi alıp okumamışken sanal ortamın edebiyat
sitelerinde şiirlerinin yayımlandığını yüksek sesle söyleyenler, kendi şehrinin
dergisine ve başkalarına burun kıvırarak tatmin olur. Merkezdeki medyada
birileriyle “dirsek teması” aralığındaysanız, basılı evrakın kültür sanat
bölümünde derginizin adı geçer; icazetiniz yoksa birinci sayıdan sonra vasiye
muhtaç kalemşorları beklemenin anlamı yoktur. Zamana direnebilirseniz, yine de
umuttur, heyecandır dergi. Her bir sayıda, ilk kez doğum yapan annenin
sancısını çekip onun heyecanını yaşamak, derginin uzun ömrü için tükenmez bir
hazinedir, yaşanmaya değer bu.
Elazığ Fırat
gazetesinde MAVİ YEŞİL dergisini tanıtmanın onurunu bize yaşatmış olmanızdan ve
ülkemizde edebiyat sahasında ki kültür sanata katkılarından dolayı teşekkür
eder yayın hayatında başarı kolaylıklar dileriz.
Son sözü, siz dergimizin
genel yayın yönetmeni Hasan Öztürk’e bırakıyoruz. Okuyucularımıza vermek
istediğiniz son mesaj nedir?
Edebiyatın
sığınılacak bir liman olmasını dilerim.
Muhammet Yalçın AZİZOĞLU,
Fırat Gazetesi (Elazığ), 10 Ağustos 2017
Okulumuzun
dergisi için kendinizi tanıtır mısınız?
1961
Araklı (Yeşilce) doğumluyum. İlk ve ortaokulu Araklı’da okuyup Trabzon Öğretmen
Lisesi’ni bitirdim, ardından Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü (Selçuk
Üniversitesi) mezunu (1983) oldum. 1980’lerin ortalarında, Yeni Forum dergisinde yazıya başladım diyebilirim. Bu dergiyle
birlikte Türk Edebiyatı ve Millî Kültür dergilerinde edebiyat
ağırlıklı yazılarımı sürdürürken Türkiye
Günlüğü, Polemik ve Liberal Düşünce’de yazdım. Türk Yurdu, Virgül, Ada ve yenilerde Muhafazakâr Düşünce dergileriyle bazı
gazetelerde adım geçti o kadar. Ağustos 1990’dan bu yana aylık Dergâh ve yakın bir zamandır da
mevsimlik Gelenekten Geleceğe
dergisinde yazmayı sürdürüyorum. Bazı yazılarım ortak kitaplarda yer aldı; edebiyatufku.net adlı sitede (2009-2013)
her ay düzenli yazdım. Ocak 2000’de başladığımız iki aylık Mavi Yeşil dergisini dostlarımla birlikte 93.sayıya taşımışken
eğitim çalışmalarımı da sürdürüyorum. Edebiyat/eleştiri yazılarımdan oluşan Kitabın Dilinden Anlamak (1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013) ile Kurmaca
ve Gerçeklik (2014) adlı dört kitabım yayımlandı. Evliyim; iki kızım var:
Mehtap ve Meltem.
Yazma serüveniniz:
Yazmaya ne zaman başladınız, ilk yazınız, etkilendikleriniz…
Yazarlık
bir aşktır, sözdür, muhalif olmaktır. Muhalif olmak derken kırıp dökmek değil,
kurulu düzenin üzerine daha yaşanılabilir bir dünyayı sunmaktır. Dünyada birçok
yazar kurulu düzeni eleştirdiği için pek çok sıkıntı çekmiştir ancak sıkıntı
çektirenler unutulup gitmiş yazarlar yaşamayı, aydınlatmayı sürdürüyor. Sözden
yazıya geçişin zamanını belirlemek mümkün görünmüyor. Örneğin, yazdığınız ilk
harf veya bir okul panosundaki yazınız da yazdıklarınızdan sayılacak mıdır?
Yayımlanan ilk yazım, 70’li yılların ortalarında bir dörtlük olduğuna göre
henüz ortaokulda okumaktayım ve pek çokları gibi şiirle başlamışım yazmaya;
üstelik de bir günlük gazetede. Sonraları gülüp geçtim yazığıma, kendimi “ne”
görmüşüm diye. Lise ve üniversite yıllarında yerel ve ulusal nitelikli bazı
gazetelerde, edebiyatla çok yakın durmayan düzyazılarım yayımlandı. Yazmak,
öncelikle etkilenmeler ve uygun ortamı bulma durumudur. Bu yoldan geçmemiş
yazar aransa bulunabilir mi bilemiyorum; bulunsa da sayıları çok az olur gibi.
Bugüne dek yazdığıma göre ben yazıdan vazgeçmemişim; yazı da beni bırakmıyor
demektir.
Yazılarınızı
öncelikle kime okutursunuz?
Yayımlanış
bir yazı sizin olmaktan çıktığına göre yazım henüz benimken özen göstermeliyim.
Tabi ki önce kendim okurum yazılarımı çünkü ben yazar değil, bir okurum
öncelikle. Kendilerine güvendiğim kişiler, dostlarım oluyor yazılarımı okuyan;
bu öğrencim olabiliyor, bu kızım olabiliyor, bir öğretmen olabiliyor.
Yazılarımı okuyanlar, bir eksiklik/yanlışlık görürlerse beni uyarır;
onların uyarılarını dikkate alır, yeniden okurum yazımı. Kitaplarımı yayımlayan
yayınevlerindeki editör arkadaşlar, yazılarımı kitap projesi için inceleyip
bana öneride bulunur ben de onların uyarılarını dikkate alarak ifadelerimde
değişiklikler yaparım.
Kitaplarınızın
isimlerine nasıl karar veriyorsunuz? Mesela “Aynadaki Rüya” çok farklı ve güzel
bir isim; nerden aklınıza geldi bu ad?
Kitaplar,
yazarlarının çocuklarıdır bu nedenle çocuğunuza ad vermenin sıkıntısıdır,
okurlarınızı etkilemeyi düşündüğünüz kitabınıza ad bulmak. Bu adlandırmayı
kendiniz yapabileceğiniz gibi editörün yardımını da alabilirsiniz pekâlâ.
Kitaplarımın adlarını bulmamda dostlarım, öğrencilerim bana yardımcı oldu.
Sözünü ettiğiniz ad için öğretmen ve genç akademisyen öğrencilerimle epey
düşündük. Bir gece, misafir dostumuzu
uğurladıktan sonra sahilde dolaşırken yanımdakilere, içinde ayna olan bir
rüyamdan söz ettim; bunun üzerine konuştuk. Böylece onlara kitabımın adının
“Aynadaki Rüya” olması fikrini sundum; onlar da beğendiler. Yayınevi ile
görüştüm; editör arkadaş da: “Hocam bu kitap tutar” dedi. Böylece kitabımın
ismi, küçük bir alt başlıkla belli oldu.
Yazma zamanı,
çevreniz, aileniz… Bir “önsöz” yazınızda “yazının yalnızlığı uğruna eşimden ve
çocuklarımdan özür diliyorum” demişsiniz…
Gustave
Flaubert diyor ki: “ Bugünkü yazar tanrı gibidir, o her yerdedir ama hiçbir
yerde görünmez.” Yazının kendisi yalnız olan, yalnızlaştıran ve yabancılaştıran
bir şeydir. Yazar yaşadığı dünyayı çok iyi bilen o dünyanın içinde bulunan ama
aynı zamanda da o dünyanın dışında olandır. Yazı bir sırdır; sözünü etmeye
gelmez, yazarıyla göbek bağı kesilmeden. Gizli
kalmakla sır oldum, diyen Sartre haksız mı? Birlikte yaşarsınız ancak yazabilmek için yaşadıklarınıza kenardan
bakmanız gerekir ki bu da yalnızlığınızdır. Başkaları sizi, “fildişi kule”de
olmakla suçlar ne yazık ki siz “fildişi kuyu” içindesinizdir yazarken. İyi bir
yazar günlük yaşamdaki her şeyi bilemez, pek çok acemilikler yapar. Yazının
yalnızlaştırmasına katlanıyorum, ancak yazı(m) için yalnız kalmayı, istediğim
zaman başardığım söylenemez. Bugünün dünyasında yoğun bir çalışma ortamı
içindeyiz, ne çok işle/ayrıntıyla uğraşmak mecburiyetindeyiz. Stephen King:
“Eğer elinizden geldiği kadar düzgün yazmaya niyetiniz varsa, zaten kibar bir
toplumda geçireceğiniz günler sayılı demektir.” diyor. Yazı için asosyal olmayı göze alıyorum demektir bu ancak
bir aile ortamında yaşadığımız gerçektir; baba ve eş olmak, yazıdan önce mi
sonra mı gelmelidir, ciddi bir soru(n)dur bu.
Yazı yazıyorum diye asla evdeki hayatı kenara itmedim. Çocuklarımla da
elimden geldiğince ilgilenirim, bu konuda onlara hak kaybı yaşatmak istemem
elbette. Ev için alışveriş yaparım, akşamlar çayı ben demlerim çoklukla. İçinde
olmakla mutlu olduğum bir ailedeyim ki yazabiliyorum.
İlk kez
kitabınız basıldığında ve o kitaptan gelir elde ettiğinizde ne hissettiniz?
Size göre “yazı” ve “para” birbirlerine hangi mesafede durur?
İlk
kitabım, 1998’de yayımlanan “Kitabın Dilinden Anlamak” idi ve ondan herhangi
bir gelir elde etmedim (edinemedim). Kültür Bakanlığı yıllar önce (1977) bir
dergi yayımlamıştı: “Millî Kültür” Benim o dergide 1987’de bir yazım
yayımlanmıştı. Telif ücreti ödeyeceklerini söylediler ve hesap açmamı
istediler. Bir bankada hesap açtım, dört ay bekledim. Devletin işi çok ya
vereceği parayı dört ay sonra verdi. Miktarını tam olarak hatırlamıyorum ama
şimdiki ölçüde pahalı bir roman almazdı herhalde. İlk telif ücretimi böyle
aldım. Yazıyı meslek edinmemiş, yazı için var olan benim gibi yazarların
yazmakla elde edeceği ekonomik bir kazanım yok.
Dergiler telif ücret ödemez çoklukla, en azından benim yazdıklarım öyle.
Kitaplardan, yazar olarak aldığım(ız) telif ücreti yok denecek kadar azdır
kaldı ki ben “eleştiri” yazıyorum; kitaplarım çok satmaz. Bu serüvende herkes az kazanır ama okur kaybeder.
Türkiye’de ki bazı yazarlar gibi çalışmadan yazabilecek durumda olsaydım keşke
fakat öyle bir varlık kalmamış. Yazarların çoğu, başka işleri yaparak
yazarlığını sürdürüyor. Zamanımızdan çalıyoruz, belki çocuklarımızın rızkından
çalıyoruz, kitap alıyoruz. Ekonomik gözle, beklentiyle yazının başına
oturursanız oradan yazı asla çıkmaz.
Ekonomik beklenti yoksa yazı nedir ve insan neden yazar? Sizin
yazma sebebiniz nedir?
“Yazmak”, varlığımıza tanıklık etmektir bence.
Her ne kadar Sokrates, “yazılı sözün insan zihnini tembelleştirdiğine” inanarak
yazılı bir belge bırakmasa da ben, “yazmasam deli olacaktım” diyen Sait
Faik’ten yanayım. Benim için yazı, yaşadığım hayata eklenmek ve “ben buradayım”
demektir. Okuma ve dinleme anındaki “nesne” olma konumumdan çıkıp “özne”
görevini üstlenmemdir yazdıklarım. Yazmak bir eğlence değil, aksine bir
sorumluluktur benim için. Yazmayı bir tür özgürlük yansıması ve muhalif duruş
belirtisi olarak seçmişsem yazarken endişe duymam ve okunurken de o endişeyi
duyurmam gerekir. Bizi başka canlılardan ayıran “düşünmek” ve her birimizi
başka insanlardan ayıran “düşüncelerimiz” ise yazı, başka birisi olduğumuzu
başkalarına göstermektir. Bunun yolu benim için yazıdır; başkaları farklı
yolları seçebilir elbette. Edebiyatı bir tür “bilme arayışı” olarak seçmiş
birisi olarak bana göre, yazı yazdığım konuda ben yazmadan önce bir eksiklik vardı ve onu ben yazabildiğim için
mutluyum. Yazı, dil işçiliğidir öncelikle. Yazdıklarıyla yaşayacak yazar,
dilinin bilgisini ve inceliklerini bilmelidir. Dili çiçeklendirecek yazar,
gramer bilgilerini yok sayarak bunu başaramaz. Sözcüklerin büyüsüyle, var
olmayan bir dünyayı kurgulayarak göstermek dışarıdan bakıldığı ölçüde kolay
olmasa gerek. Italo Calvino: “Söz, tıpkı
uçurumun iki ucu arasında gerilmiş bir kurtuluş köprüsü gibi, görünür ile,
görünmez şeyin, arzulanan ya da korkulan şeyin arasında bağlantı kurar.”
demekle dilin bu hassas yönünü vurgular.
Yazı yoluna yen çıkacaklara neler söylersiniz?
Önerilerden
önce yazının önem kazandığı bir toplum oluşturmanın ve yenileri bu dünyaya
yakınlaştırmanın, öncekilerin görevi olduğunu düşünüyorum. Farabi’nin
tanımlamasıyla “halkı, ancak servetini ve
sâmanını artırmaya” çalışan bu ülkede yazmak, bir erdem midir yoksa eziyet
mi? Öncelikle benim için önemli olan bir konuyu belirtmem gerekir: Her yazı,
bir “ilk” olmalıdır yazarı için. Yazı deneyimi, yazmanın
amatörlüğünü/acemiliğini yok etmemeli, tıpkı aşkta olduğu gibi. Herhangi bir
diplomanın, yazı yolunun yolcusuna kazandıracağı (fazla) bir şey yoktur.
Yaşanan hayata duyarsız kalıp yazı için bir köşeye çekilmek geçici bir gençlik
hevesidir, uçup gider zamanla. Edebiyatın kalbinin dergilerde attığını bilmemek
olur mu bu yolun genç yolcusu için? Nitelikli edebiyat eserlerini dikkatli bir
gözle okumak, kazandıracağı birikim yanında yeni ufuklar açmak bakımından
önemlidir. Yazmak, “okumak dolmaksa yazmak boşalmaktır” sözünü doğrular
nitelikte “okumak” ve “yazmak” işidir. Yeteneği olmadığı için yazmadığını
söyleyenler, kendini eğitmek zahmetine katlanmadan ilham perisinin gelmesini
boş yere beklemiş kolaycılardır. Yazı sabrın meyvesidir, aceleye gelmez. Pratik
çözümler, erken kazançlar bekleyenler vazgeçmeli yazı sevdasından, onlar başka
pazarlarda denesinler şanslarını. Yazmayı yazarak öğrenmeliyiz, gidenlerin
ustalığından kalanların rehberliğinden yararlanarak.
Yayımını
sürdürdüğünüz Mavi Yeşil dergisinden söz eder misiniz?
Mavi
Yeşil, bizim için bir dergi değil o, bizim çocuğumuz. Elinden tutup anaokuluna
götürdük; şimdi liseli bir genç o. Dergiler edebiyatın atardamarıdır, denir ya;
dinin kalbi camide edebiyatın kalbi de dergilerde atar dense yeridir. Mavi
Yeşil dergisi de bu bağlamda önemli bir başlangıç sayılmalı. Karadeniz kıyı
şeridinin uç noktasında, Rize’de 2000 yılının başında yayımlanmaya başlayan
Mavi Yeşil, Mayıs-Haziran 2015 tarihli
93.sayısıyla on altıncı yılının yarısında ve bu günlere hiçbir sayısı aksamadan
gelmiş. “Merkez üretir, taşra tüketir” anlayışını tamamen tersine çeviren Mavi
Yeşil, yayımlandığı şehrin sınırlarını aşmış sanat edebiyat çevrelerinde
adından söz ettiren bir dergi olmuştur bugün. Yola çıkarkenki, Mavi Yeşil dergisini bir “yazı okulu”
yapabilmek düşüncemizi bu güne dek aynı canlılıkla yaşattığımızı belirtelim.
Genç ve yetişkin bazı yazarlarımızın ilk kez bu dergide yazdıktan sonra
adlarını başka dergilerde duyurmaları ve ardından kitap yayımlamaları bizim
için önemli. On altı yıllık yayım
süresindeki her bir sayının okura zamanında ulaşması, derginin okuruna
saygısıdır aslında. Mavi Yeşil
dergisinin okur ve yazarlarıyla oluşturduğu yakınlık, bu derginin “istikrar”
vurgusunda ve “samimiyet” büyüsünde aranmalıdır. Uzak yakın bazı dostlarımızın
gör(e)memiş olmalarına karşın Mavi Yeşil dergisi vardır ve devam ediyor.
Bize zaman
ayırdığınız için teşekkür ederiz
Beni,
yetiştiğim toprakların dergisine konuk ettiğiniz için ben de size teşekkür
derim, yazı yolunda başarılar dilerim.
Anadolu der gibi (Araklı Anadolu
Lisesi Yayını) 2015, Sayı:1
Gündem Edebiyat (Ekim 2017),
Hasan Öztürk’ün Kitabın Dilinden Anlamak
(1998), Yazının İzi (2010), Aynadaki Rüya (2013), Kurmaca ve Gerçeklik (2014) ve Kendine Bakan Edebiyat (2016)
kitaplarından sonra okuyucuyla buluşan altıncı kitabı. Aynı zamanda Mavi Yeşil Dergisi’nin yayın yönetmenliğini de sürdüren yazar,
geniş bir okumanın neticesinde yazmış olduğu belli olan kitabında, damakta tat
bırakacak denemelerle karşımıza çıkıyor.
“Çerçeve”
dört bölümden oluşan kitabın birinci bölümü. Yazar bu bölümde edebiyat sanatına
önemli görevler yüklemek suretiyle edebiyatın işlevselliği üzerinde duruyor.
Öztürk, kötülüğün hayatımızı dört bir yandan sardığı içinde bulunduğumuz
postmodern dönemde, bizi bu kötülüklerden kurtarabilecek şeyin genelde sanat
özelde edebiyat olduğunu, gazetelerin nitelikli olmasının yolunun gazetelerde
edebiyatçı yazarlara yer verilmesinden geçtiğini vurguluyor. Bu bölümde yazarın
önemle üzerinde durduğu bir başka konu ise “gençlik”tir. Yazar, gençliğin içinde
bulunduğu dar ve sıkıntılı dünyadan sanat/edebiyat aracılığıyla
kurtulabilmesinin mümkün olduğunu belirtiyor:
“Krişnamurti’nin,
gençlerin içinde hapsolmalarını sakıncalı bulduğu ‘dar pencereli küçük oda’
sanat ve edebiyattan yoksun iç yoksulu bir yaşamdır; ‘tüm gök kubbeyi görme’
eylemi de edebiyatın zenginleştirdiği, yaşanmaya değer anlamlı bir dünya
kurmaktır bence.” (s.23)
İçinde bulunduğumuz çağda gençlerin hakiki edebiyata
ulaşabilmelerinin önünde engel olarak popüler edebiyatı, sınav kaygılarını ve
çevresinde rol model olacak bireyleri görememesini sayan yazar, bölümün sonunda
Montaigne’den yola çıkarak “küllere bakıp
ağlaşacak yerde, hepimiz ocağa birer odun sürmeliyiz” (s.28) diyerek bizlere de sorumluluğumuzu
hatırlatmış oluyor.
Eserin
“Öykü, Roman ve Tiyatro” adlı ikinci bölümü başlıkta adı geçen türlerden alınan
örneklerin değerlendirilmelerine ayrılmış. Geniş bir okumanın ürünü olan bölüm,
Sait Faik’in Gramofon ve Yazı Makinesi
adlı hikâyesinin değerlendirmesiyle başlıyor. Sait Faik’in hikâyesi, gramofonun
yerini alan radyoya ve yazının yerini alan matbaaya karşı bir eleştiri içerir.
Sait Faik’e göre matbaa el yazısındaki asaleti yok etmiş, yazının kişiselliğine
zarar vermiştir. Bunun yanında matbaa, sadece yazıdaki hüviyeti yok etmekle
kalmamış, Hasan Öztürk’ün dediği gibi “yayıncılığı
yaygınlık alanının genişliğine benzer biçimde ekonomik yönden yüksek maliyet
ölçülerine çıkararak yazarların kitap yayımlatmalarını güçleştirmiştir.”(s.36)
Sonunda yazılar bir meta hâlini almış; yazarlar ise tüccar gibi davranmaya
başlamışlardır.
Bu
bölümde değineceğimiz bir başka eser Voltaire’nin Candide romanının değerlendirilmesidir. Kısaca, Candide, konaktan
kovulmasının ardından çeşitli ülkeleri gezmeye başlar ve kötülüklerin
sebeplerini durmadan sorgular. En son gittiği yerde dervişin sözlerinden sonra
muhakeme etmeden çalışmak hayatı daha katlanılabilir kılar, felsefesini kabul
eder. Bu nokta Hasan Öztürk’ün can alıcı
bir eleştirisiyle karşı karşıya kalıyoruz:
“Bizi kudurtan
bu dünyada savaşlar, haksızlıklar, işkenceler, haddini bilmezlikler, akıl almaz
hukuksuzluklar, daha çok iktidar hesabıyla din ve siyaset bezirgânlığı, örtbas
etmek istediğimiz her işte ‘şeytanın parmağı’ aramak kurnazlığı devam ediyor
kaldığı yerden; Candide ile Martin’den pek farkımız yok. Başımızın selameti
için toprağımızı ekelim, çenemizi tutalım bu bize yeter, dememiz bekleniyor
bizden. Geminin içindeki farenin rahatını düşünmek neyimize, bahçemizi
yeşertmek için ‘muhakeme yürütmeden’ çalışalım o kadar.” (s.72)
Sait
Faik’in ve Voltaire’in yanında bu bölümde yer alan bazı isimler şunlardır: Okul Aile İkiliği (Aziz Nesin), Korkuyu Beklerken (Oğuz Atay), Teşebbüs-i Şahsi (Tahir’ül Mevlevi), Kar (Orhan Pamuk), Seyrek Yağmur (Barış Bıçakçı), Muharrir
Oyunu (Nahid Sıtkı).
“Kitaplar
İçin” adlı üçüncü bölümde yazar yine eser değerlendirmelerine devam ediyor.
Fakat bu sefer değerlendirilen türler önceki bölüme göre farklı. Önceki bölümde
kurmaca metin örneklerini değerlendiren yazar, bu bölümde edebi mülakat, anket,
gazete yazısı, deneme, söyleşi gibi türlerin örnekleri üzerine hatta narsisizm
üzerine değerlendirmeler yapıyor. Öztürk, kitabının “Varlığı Yazı Olanlar” adlı
son bölümünde ise içeriği başlığından da anlaşılacağı üzere hayatını yazıya
adayan bazı yerli ve yabancı yazarlar hakkında tespitlerde bulunuyor. Yazarın
özellikle Sabahattin Ali’nin Çakıcı’nın
Son Kurşunu adlı kitabındaki yazıları değerlendirdiği bölüm oldukça
etkileyici. Yazarın deyişiyle “tanığı ve
ardından kurbanı olduğu rejimin sorunları her dönem tekrarlandıkça Sabahattin
Ali’nin sandığından çıkan ‘Yazılar’ da yeni yazılmış gibi yeniden okunmalı.” (s.124) Kitabın son bölümünde adı geçen
yazarlara bir de Hasan Öztürk’ün penceresinden bakmanın faydalı olacağını
düşünüyoruz.
Gündem Edebiyat, sorumluluk
sahibi bir yazar tarafından kaleme alınan, edebiyatın sadece bir eğlendirme
aracı olmadığını, bireysel ve toplumsal anlamda farklı işlevlerinin olduğunu
örnek metinlerle bizlere anlatan yön gösterici bir eser. Bunun yanında bilmediğimiz
eserlerle ilgili bilgi sahibi olmamıza, bildiğimiz yazarlara/eserlere de farklı
bir bakış açısıyla bakmamıza yardımcı olacak bir kitap. Metinlerin akıcı ve
kısa olması da kitabı okumamız için bir başka sebep olarak karşımızda duruyor.
Hangâh,
Kasım-Aralık-Ocak 2017/18, Sayı:4
Gündem Edebiyat