Ersin Kurt

Şair ve Yazar

Doğum
26 Ağustos, 1983
Eğitim
Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü
Burç

Şair ve yazar. 26 Ağustos 1983'te Eskişehir'de doğdu. Anadolu Üniversitesi Radyo - Tv Tekniği Bölümü'nü ikinci sınıfta terk etti ve akabinde askerlik hizmetini tamamladı. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra 2011 yılında Türk Hava Kuvvetleri bünyesinde sivil statüde çalışmaya başladı ve halen de çalışmaktadır.

Şiirleri; başta, Sadece Şiir, Caz Kedisi ve Eliz Edebiyat dergisi olmak üzere birçok dergide ve internet sitesinde yayımlanmıştır. 2019 yılında düzenlenen 9. Uluslararası Eskişehir Şiir Festivali'ne katılımcı şair olarak katılmıştır.

Birisi öykü beşi şiir olmak üzere yayımlanan altı kitabı yayımlanmıştır.

 

KİTAPLARI:

 

Şiir:

 

Gelişigüzel (2014, 2. Bas., 2015)

Farzımuhal (2016)

turnuSOL (2017)

Kül (2018)

Begonvil (2019)

 

Deneme - Öykü:  

 

Darbımesel (2018)

 

KAYNAK: Bilgi teyidi (31.01.2020).

ESASEN

Az uzağımda durur musun?

Her şeyi lanetleme hastalığına yakalandım
Tükenişim esrarlı olsun istiyorum
Yaşayacağım kadar bir alan bırak bana
Gazabım sana bulaşmasın.

Bana hak ver,
Annemle dahi paylaşmak istemiyorum yaşımı
Beni atıl ve en belirgin yerinde büyüt
Alnının kırışıklığında sakla beni
Sar bütünümü kadınlığını kullanmadan
Serbest, dokunabildiğin kadar dokun uzaktan ölü hücrelerime
Kadınlığının zaaflarından yakınmadan akla kendini.

İyileşirsem tertemiz olduğun ilk gün
Gözümün göremediği yerlere gidelim
Satalım kıymetli resimlerimi eskicilere
Ama ısrarla bir türlü bana geçmiyor samimiyetin
Gülüşlerin güven telkin etmedikçe
Ben uzaklara kaçıyorum
Yaşayıp gidiyorum kendi halimde.

Yalnız,
Babam destek olmayınca akla karayı seçiyorum
Öfke nöbetlerini değişirken kargaşamın askerleri
Basit yerlerde saçıyorum geleceğimi pul niyetine
Eminim şu aralar düzeleceğim ancak
Dostlarım daha eremediler hidayete
Benimle bitmiyor iş!
Duymuşsundur,
Çevrem çok bozuk.

Yüzünün yaklaştığını düşünürken
Boğuk boğuk geliyor sesin
Kopuk kopuk cümlelerini
Birleştirecek kadar zeki değilim,
Beni fazla büyütme gözünde.

Üzgünüm,
O yaz gecesi senin için
Denizi köpük köpük yapan da ben değildim
Bana yardımcı olmaya çalışan
Gariban bir gemicikti o
Kalbini kazanabilmek için sana yalan söyledim.
Bana kızmaya hakkın yok!
Ben yalan söylemeyi sizden öğrendim.

Ağzından zehir aktığını bile bile
Birlikteyken yaşayacak gibi oluyorum
Esasen, fazlasıyla ölmeye ihtiyacım var
Fikrime saygı duymak anlamında
Son saatlerimi yalnız bırakır mısın?
Ne kadar tek kalırsam, o kadar kâr.

 

ADI DENİZ

Beni korkuyla denemeyin,

Beni yoklukla denemeyin,
Beni yoksullukla
,
Beni yolsuzlukla
,
Hele zorlukla hiç...

Bana ayrımcılık demeyin ulan!
Bütün bölücülerin gözü önünde
Kürt sevgilimi alnından öperim
Ve bir insan tek hamlemle
namusum olur
Başka kapsamlara taşınır uzlaşmalar
Neye uğradığını şaşırır alfabe
Türkçe'ye giden bütün yollarım tozutur.

Bize durulmaktan söz etmeyin
Savrulmaktan bahsetmeyin, yaşamadınız!
Sardunyalarımız hep soğuk kavruğu
Bize ezilen deyin
,
Bize üzülen deyin,
Bize mahpus...

Hepimiz adına öldü bazı yiğitler.
Göğe değen boyu ile
72 Mayıs'ında
Dar ağacında sallanan gencecik bir filizdi Deniz
Adı Deniz, ardı azgın okyanus.

ANNEM KADAR

Bırak şiir olup akayım sana oluk oluk

Türkü olup dilleneyim
Bırak gözyaşlarından özgürce aksın şarkılar
Yağmurlar ıslatsın saçlarını
Ve izin ver, seni annem kadar seveyim.

BELKİ YAŞARIM BEN DE

Dünya dapdar bir gömlek üzerime.

Giyinemedim hiç.
Usta bir terzi çok uğraştı genişletmek için.
Annemden hatıra hüzünlerim pile yaptığından
Kilo aldım.
Olmadı.
Açın bu dikişleri şık durmadı üzerimde.

Yeniden işleyin beynimi.
Yeniden, yeniden, yeniden.
Kötü hatıraları silin belleğimden.
Acıya katlanmak çok zor.
Artık dayanamam!
Yalvarırım size bu kez kanserden ölmesin annem.

Unutturun.
Çünkü bilmek istemiyorum.
Ergenliğimden ezber ettim.
Hep soğuktur, küçüktür, hüzünlüdür
Hastane odalarındaki refakatçi sandalyeleri.
Çok iyi bilirim.
Merhamet başka bir şeydir.
Soğuk kış günlerinde hükümlülerin sevkinde
Hükümlülerden daha çok üşür gardiyanların elleri.

Açın dünyanın pervazlarını.
Kabıma sığamıyorum.
Genişlesin genişleyebildiği kadar coğrafyalar.
Çağdaş bir anayasa tutsun ellerimiz.
Özgürlüğü kazıyın hafızama.
Görmedim.
En azından bileyim nasıl bağırırmış meydanlarda insanlar.

Adalet varsa şüphesiz güzeldir yaşamak.
Tanık olmak istiyorum haklıyken güçsüzün kazandığı davaya.
Kabulünüzse sıfırlayabilirsiniz düşüncelerimi.
Benliğimi, kaybedişlerimi, geçmişimi de...
Bana da faydanız olur böylelikle.
Rahata ererim biraz.
Nihayet artık üzerime dar gelmez.
Sonunda benim için de yaşanılır olur bu dünya.

 

BENİ ÖLÜME DOĞRU BİR ADRESE SEVK ET

Beni terk ettiğin pastaneden gelip alır mısın?

Tüm eski eşyaların gibi,

Gün gelir

Lüzumu olan bir yerde değerlendirirsin belki kalbimi

Sen olmayınca asileşiyorum

Uslanmayınca da devlet büyükleri

Dert tarlasında acıya koşuyorlar

Ciğeri beş para etmez adamlar

Ha bire arkamdan konuşuyorlar

Elim işliyor, kimseye muhtaç değilim

Ve uysalım da...

Ama ne zaman uygarca iki kelâm etsem

Ha babam karakoldayım

Kiramı aksatmadım hiç

Bakkala borcum yok

Vergimi de ödüyorum

Aksini söyleyemez kimseler

Kime sorarsan sor doğru yoldayım.

 

 

Beni ilk öptüğün yerde gelip vurur musun?

Sen yokken yönümü şaşırdım

Bulamıyorum evimi nerde

Kaybettim eski neşemi artık yok

Bilmiyorum nereye gitti o güzelim deniz

İçimi kıpırdatan masmavi gök?

Bunu en iyi sen yaparsın

Beni ölüme doğru bir adrese sevk et

Şartlandım ölümcül bir düşüş için,

Keseceğim ama bilmiyorum hangi daldayım.

 

12.00 - 08.00

Siz duman sanırsınız

Kahır tüter fabrika bacalarından

Gece vardiyasında

 

Gözlerimi irin kaplar

Sözlerimi küfür

Vücudumu yorgunluk...

Oracıkta biterim

Üşüyen bir yaprak gibi titrer dizlerim

 

Ben, yani emek neferi

Aş uğruna işbaşında çalışırken

Evlerde ışıklar söner,

Yatıya gelir uyku

Mahpus bile, esarete inat

Düş üretir ranzasında.

 

KEDERE BAK

 

 

 

 Saat 06.30. Kulağımı tırmalayan bir ses, alarm. Ve ben her zamanki gibi bir gözüm açık diğer gözüm kapalı mecburen yataktan kalkıyorum. İş, aş, ekmek uğruna... Ve kimselere muhtaç olmamak ve itibar ve kariyer ve el diline sakız olmamak uğruna... Adam olmak uğruna!

Çayın demlenmesini bekleyecek kadar vaktim yok. Yalnızlık böyle bir şey. Senin için kimseler bir şey hazırlamaz ve hâliyle hep bir şeyler eksik kalır. Varsa yersin, yoksa yok! Hazırlamış olduğun şeyin tadı, tuzu, sıcaklığı ya da soğukluğu senin tekelinde. Hâl böyle olunca da şikâyet edeceğin bir merci de yok.

Sabah haber bültenlerini dinlememe alışkanlığım çocukluğumdan. Mütemadiyen hep kötü haberlerle büyüdüğümden. Doksanlı yıllarda çocuk olanların psikolojileri bozuksa bunun asıl sorumlusu haberlerdir. Düzenbaz siyasetçiler, hortlayan terör belası, kapitalist düzen ve bunları biz halk'a sabah, öğlen, akşam aç ve tok karına sunan haberler. Ah! Bir de objektif olabilselerdi. Ve bu durum halen geçerli ne yazık ki!

Kıçıma buz mavisi blucin'imi geçirdikten sonra iki gün önce yıkadığım tişörtümü çamaşırlıktan alıp üzerime giyiyorum. Allahtan tişört ütü istemiyor. Ütü yapmaktan hiç hazzetmem de. Saate bakıyorum 07.10. İşçi isen ve kaçırma ihtimalinin bulunduğu bir servisin  varsa saatin önemi bir kat daha artar. Evden çıkmadan önce dişlerimi fırçalıyorum ve kapıyı iki kez kilitledikten sonra asansörü beşinci kata çağırıyorum. Teknolojinin gözünü seveyim.

Sokağa inince oturduğum daireye bakıyorum. Uğurlayanım yok. 'Annem diyorum, yaşasaydı mutlaka hayırlı işler diler, arkamdan el sallardı.' Gözlerim bulutlanıyor. Böyle anlarda ağlamak yasak! Sonra el âlem ne der?

Salonun camını açık unuttuğumu görüyorum. Geriye dönemem. Hayat hep seçimler sunar bize. Bu da öyle bir durum. Sınanıyorum. Hava kapalı. Ya eve dönüp yağma ihtimali yüksek yağmurdan salonun bir kısmını korumalı ya da servisi kaçırmalı. Mantığım ağır basıyor. Ya da servisi kaçırmayı göze alamıyorum. Yağmur yasarsa da yağacak, kısmet.

Durağa geliyorum. Yaşar her zamanki gibi milleti gülmekten kırıp geçiriyor. Elimizde ne zaman delirdiğine dair herhangi bir done yok. Yalnız yüzde yetmiş beş özrü olduğunu bildiren kapı gibi bir raporu var. Hoş, raporu olmayıp da cihana hükmedenler de var ya, o da ayrı bir konu.

''Yaşar,'' diyor Hamdullah abi:

''Yaşar sen de bizimle işe gelsene. Herkesten durmadan sigara da istemezsin böylelikle. Günde 150 TL yevmiye. Akşam saat altıda da evde olursun.''

''Ben çalışacak kadar delirmedim. 150 TL için sekiz saat koşturmaya, kafa patlatmaya değer mi? Hem ben gece bir rüya gördüm. Rüyamda He – Man olmuştum. Herkesi kurtardım, yardım isteyenlerin imdadına yetiştim. Yalnız elime kılıcı kim verdi onu hatırlayamıyorum. Bir de Titrek yoktu. Bizim muhtarın köpeği vardı yanımda: Çakır.''

Yaşar durmadan başına ve şakaklarına masaj yapıyor.  Dayanamayıp soruyorum:

''Hayırdır, başın mı ağrıyor?''

''Dün yoldan geçen çocuğun birisi bir paket sarma sigara verdi. Gece ondan içtim başım ağrıdı. Az önce siz gelmeden de bir tane içtim yine başım çatlayacak gibi ağrıyor. Sigarayı bırakacağım bu gidişle.''

İki sabah da Yaşar'ın ''Servis az önce gitti, servisi kaçırdın. Geç kaldın,'' demesiyle ticari taksi çağırıp da işe giden ve işe gittiğinde de aslında servisin henüz durağa gelmediğini öğrenen Rıdvan merhametine yenik düşüp Yaşar'dan tek dal sigara istiyor. Sigaradan iki fırt asılınca ''Ot bu, basbaya ot sarmış eleman,'' diyor. Yaşar'ın gece gördüğü rüyaların sırrını çözmüş olmanın sevinciyle biniyoruz servise. Servisin kapısı kapanırken Yaşar harika bir gerçeği hatırlatıyor bize:

''Yarın cumartesi. Tatil, gelmezsiniz siz. Pazartesi görüşürüz. Erken gelin.''

Elde olanı tekrar bulmanın verdiği paha biçilemez mutlulukla cam kenarına oturuyorum. Serviste yer önemli.

 

Fabrikadayım. Disiplinin had safhada olduğu soğuk, itici ama bir o kadar da çağdaş bir işletmede... Benim nazarımda duygudan duyguya geçişin icat olduğu yer. Saat 07.54. Kart basmak için altı dakika vaktim var. Yol uzun, koşmaksa zahmetli. Koşuyorum. Sürekli ikinci sıradaki tercihleri tercih etmekten nefret ederek...

Neyse ki zamanında yetişiyorum. Bir haltı becermiş olmanın verdiği eşsiz mutluluk. Kimsenin umurunda bile olmayan ama beni mutlu eden aptalca bir meşgale. Dünyada kart basmak kadar gereksiz bir şey daha varsa, o da kart basmaktır!

Çalıştığım kısımdayım. İnsanları bölük pörçük böldükleri yer şu fabrika denilen mekânlar. Kafamın hiç uymadığı insanlarla da bir arada olabilirdim ve yalnızca aynı hizmet uğruna mücadele ettiğimiz için ortak hareket etmek zorunda da kalabilirdim. Neyse ki durum o kadar da kötü değil. İş ortamı önemli.

Funda güleç yüzüyle ''Günaydın,'' diyor. Güzel kadınlara kayıtsız kalmak imkansız. Sırasıyla herkese kafa selamı veriyorum. Emel en arka sandalyeye oturmuş, yine mutsuz. Bir kadının pazartesi günü muhteşem görünmesine tanıklık edip cuma günü bir ucubeye dönüştüğünü görmek herkese nasip olmaz. Pazar günü saçına çektirdiği fön, pazartesi sabahı yaptığı makyaj, sürdüğü rimel, yanaklarına tadında mahcubiyet verdirten allık ve koklandığında tamamen afrodizyak etkisi uyandıran muhteşem ve kadınsı parfüm kokusu... Cuma ise tam zıttı. Kadınlar esrarengiz varlıklar. Kadınlar, tersine işleyen mekanizmalar ordusu...

İşime odaklanınca zaman nasıl da hızlı geçiyor. Öğle yemeği vaktinin geldiğini Suat'tan öğreniyorum. Öğle yemeği demek tabldot sırası demek. İşçi kesiminin olmazsa olmazlarından... İştahım yok ve keşkülü Bayram Usta'ya veriyorum. Paylaşmak güzeldir!

Öğle paydosu gençlik çağlarım gibi hızla tükeniyor. Saat 13.40 ilk uyarı borusu çalıyor. Robotlaştırılmışız. Kalk, yavaş yavaş çalıştığın atölyeye doğru yürü ikazı. Hüseyin'le son cümlelerimizi toparlamaya çalışırken ikinci ve son uyarı borusu. Saat: 13.45. Ayrılıyoruz. İkimizde de atölyelerimize vaktinde yetişememe endişesi. Hızlı adımlarla yürüyoruz. Fabrikalar; korku imparatorlukları!

Günlerden cuma olması münasebetiyle temizlik günü. Nuri her zamanki gibi işin kolayına kaçmış. Çöpleri topluyor. Asiye göstermelik toz alma telaşında. Süpürge Nazım'ın elinde.  Yerleri paspaslamak işi de bana kalmış haliyle. İş bölümü şart!

Temizlik bitiyor. Biten işleri bilgisayara kaydediyoruz. Çay molasına on dakika var. Kafamda kendimce pazartesi gününün iş planını yapıyorum. Sürprizlere açığım. Aynı yerde uzun süre çalışmak çok şey öğretiyor insana.

Göz açıp kapayıncaya kadar çay paydosu bitiyor. Tutanakların bilgisayara kaydedilmesi işlemi akşam mesai bitimine kadar sürüyor. Paydos borusu iki gün dinlenmek şartıyla tekrar çalıyor. Saat: 17.30. Kart basıyoruz. Harç bitti, yapı paydos!

Ağır ağır yürüyorum. Akın akın bir insan seli. Kalabalık işyerlerinde çalışanlar bilirler. Her akşam kıyametin provası yapılır kart basma alanları ve servis güzergâhı arasında.  Oradan oraya hızlı adımlarla amaçsızca koşturan enteresan insan topluluğu... Ardından,  herkes servisine bindiği vakit tam bir huzurevi sakinliği çöker ortama. Fabrika ve otopark alanı adeta yaya trafiğine kapatılmışçasına bomboştur. Resmen terk edilmiş bir kasaba görüntüsü. Bir tek, boş alanın orta yerinden yuvarlanan bir diken topu eksiktir. Fabrika; tezatlığın anavatanı.

Yine bir rutini maziye gömerek ve fitneci bir grubu arkamda bırakarak zor da olsa servisler bölgesine ulaşıyorum. Mahşerî kalabalığı yararak servise binmenin huzuru içerisindeyim. Rıza abi de yanıma gelip oturuyor. Her gün yapılan şeyler bir gün bile tekrarlanmazsa eksiklikleri hissedilir. Rıza abinin düzene küfretmemesi dikkatimden kaçmıyor:

''Ne o? Yorgunsun galiba Rıza abi ya da 'etliye sütlüye karışmayım da  başım ağrımasın' modundasın. Sen de başkalaşanlardan oldun artık, desene. Oysa; 'Sen yanmazsan, ben yazmazsam, biz yanmazsak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa?' Suyun başını tutanları gıdıklamalıyız abi, hiç değilse küfrederek söndürmeliyiz içimizdeki yangını.''

 

 

 

''Şurada emekliliğime kalmış dört ay. Biz zamanında mücadelemizi verdik oğlum, sıra sizde. Artık bu düzensizliğe sizler başkaldıracak, sizler küfredeceksiniz. Durağa geldiğinde beni uyandırmadan inersen küfür nasıl edilirmiş esas o zaman görürsün. Hadi, şimdi kafa ütüleme de biraz uyuyayım, yorgunum.''

Rıza abinin benden önce dünyaya gelmiş olduğu için emekli olacağını sindirmekle meşgulüm. Kafamı cama dayayıp bilinçsizce dışarıya bakıyorum. Böyle durumlarda küfretmek kasıtlı olarak yaptığım bir şey değil!

Durağa yaklaşırken Rıza abiyi uyandırıyorum. Bu durumdan ziyadesiyle hoşnutum. En azından uykusunu bari bölebiliyorum. Fazlası gelmiyor elimden. İyi adamlar kötü yerlerden hiç ayrılmamalılar. Emeklilik için söylenecek en baba laf bu bence.

Yağmur şiddetini artırıyor. Servisten iner inmez Rıza abiyle birbirimize 'iyi tatiller' dileklerimizi dileyip koşar adım evlerimizin yolunu tutuyoruz. Evin önündeyim. Gözüm salonun açık olan penceresinde.

Nihayet brüt doksan dört net seksen beş metrekare olan evimin kapısındayım. Her zaman net olmakta fayda var. Evim, kutu kadar! Kapımı korkunç ve öldürücü yalnızlığa aralamak için anahtarı kapı deliğine sokup kapımı kilitlerin esaretinden kurtarıyorum. Tak, tak!

Kapımı sessizliğe doğru aralarken yine en beterinden bir kasvet bunaltıyor içimi. Hasar tespiti yapmak maksadıyla istemsiz salona doğru yürüyor ayaklarım. Laminant parkenin üzerinde küçük çaplı bir gölet oluşmuş. Üzerinde de birkaç önemsiz fatura yüzüyor.

Banyodan temizlik setini kaptığım gibi suyu temizliyorum. Mopla da bir güzel kuruluyorum ki ıslaklıktan eser kalmasın.

İçim kıyılmaya başlar gibi olduğundan mutfağa giriyorum. Sabahki kahvaltıdan geriye ne kaldıysa dağınıklık olarak duruyor. Daha da acısı akşam yemeği için yiyebileceğim tek lokma yok. Ve en acısı yine her akşamki gibi yapayalnızım. Saate bakıyorum 18.48. Karşımda şehrin ışıltılı caddeleri, sokakları, evleri...

Tencereye makarna suyu koyuyorum. Masaya bir parça ekmek, tuz ve çoban salatası. Ve tek bardak. Yalnızlığımı da saymazsak bir başımayım. Canım ölmek dışında hiçbir şey istemiyor. Mutsuz ve ağlamaklıyım. İsyan bayrağım asi bir marşla çekiliyor göndere. Benimki de hayat. Kedere bak!  

 

KÜL

Benim,

Hep benim,
Tek benim
Her kötü sonun sorumlusu.
Gün sunumu günahlarımın cezasıdır
Haylaz sırtımın arsız kamburu
Her sürüncemede
Bütün zamanlar bağ bozumunu gösterir bana
Birini sevince yeniden şekillenecek gibi olur evren
Kalıpları ancak sevgi bozar, inanırım
Tuhaftır, herkes şaşırır iyimser çabama

Aklımın dişlileri hafiften sıyırınca mili
Ve bocalayınca ellerim
Tekrar kapına geldim,
Sana sarıldım yalnızca
Benzersiz kadınlar doğurdu ağlamaların
Kibarca okşadım hepsinin masumiyetlerini
Öptüm, sarıldım, kokladım,
Kibarca.

Bre kıymet bilmezim!
Güzel insandım ben
Bakmayı bir nevi,
Görmeyi ise hiç beceremedin.
Elinin değdiği bütün güzellikler şimdi kül
İnsanız,
Nasılsa yarın yükünü atarsın omuzlarından
Tasalanma, haydi gül!

 

MUCİZE

 Üç yudumda çözümleyebilirim seni

Tabii, töhmet altında kalmayacaksa bilim
Adet günlerini kirlenmenden saymam
Soymam entrikalı oyunlarından enseni
Ve yeterince kızsam da sana
Çıkarmam ipliğini pazara

Güven bana,
Sevdamızın gücü adına
Sağlam mucizeler yeter bize
Ateş yakabildi mi İbrahim'i,
Bakire bir anadan doğmadı mı İsa,
Ya da Musa bütün inancıyla
Asasını vurup yol açmadı mı denizde?
Ama ölümlü olduğumuz gerçeği unutulmasın
Kalıcı yaşamaya şartlanmasın parmaklarının kıvrımı
Biliyorsun ki; her gece basitçe ölen bizleriz, kazara

Kanıksamak:
Alacakaranlıkta mendillere
Kan tükürmesi ciğerlerimin
Ucu açık acılar sonlu olmasaydı dayanamazdım,
Dilim mutlaka birkaç kemiğe dadanırdı
Kırılmak için

Fırsat buldukça gözlemledim
Bazen papyonlardan çok daha değersiz olabiliyor
Yalancı sevinçler
Zaten değil midir ölümler de böyle?
Böyle değil midir zaten ölümlere gitmeler?
Sancılı, yıkıcı ve gereksiz...

Tutarsız her üç cümlemin ikisinden övünç akıyor
Sana bir utancımı açmak peydah oluyor
Her cami önünden geçişimde
Gel inanma sen o fitneci gururuna
İyimser bakışlarımı yok sayamazsın hem, istesen de.
Bir kez olsun bana inan istiyorum,
Bana inan istiyorum bir kerecik olsun
İnan gayriihtiyari, kalleşçe, sevisiz...

Hadi tut fikrimi
Yoksa aşk düşmanları tarafından
Diri diri toprağa gömüleceğiz
Çok geç olmadan yetiş, sığın mağarama
Hiç değilse bir olmuşu deneyelim
Biz alemlerin en yücesinin ümmetiyiz
Düşünmenin sırası değil
Yaşamayı istemenin nesi günah?
Söz,
Ölünce herkes adına tüm peygamberlerden af dileriz.

 

ÜSTELİK YAĞMUR YAĞMAKTA

          İkinci eşinden boşandıktan sonra pek tadı kalmamıştı Rafet'in. İşsizlik belası da iyiden iyiye kendini hissettirmeye başlayınca temelli çekilmez olmuştu hayatı.

Öğlen geç vakte kadar yatıyor, öğleden sonra da nazının geçtiği birkaç esnaf dostunun yanına yardım etmeye gidiyordu. Gündeliğini alınca da doğruca eve... Genç yaşına rağmen hayat gerçeği kara bir bulut gibi çökmüştü üzerine.

Devamlı bir işten umudunu iyice kesmiş olacak, iş aramaktan vazgeçmişti. İki karısı da bu yüzden kendisini terk etse de yapacak fazla bir şeyinin olmadığını biliyordu. Yoksulluk küçük yaşta yakasına yapışmıştı Rafet'in. Ortaokulu bitirir bitirmez sanayiye çırak girse de işi sevmediğinden dolayı çay ocağı askıcılığı, ayakkabı boyacılığı, pazarcılık, kasap çıraklığı gibi türlü işlere girip çıktı. Amma velakin hiçbir işte sebat etmedi.

Çocukluk çağlarında en çok zoruna giden şey ise okuduğu okulun önünde simit satmaktı. Mahallenin varlıklı piçleri kendisiyle alay ettiğinde ağlamaklı olur lakin belli etmemeye dikkat ederdi Rafet. Bilinçaltını esir alacak eziklik duygusunun temelleri belki de o simit tezgahının başında, o yıllarda atılmıştı.

Arkadaşlarının yönlendirmesiyle düzgün sayılabilecek birkaç fabrika işine başvursa da tecrübesi olmadığından hiçbirisine alınmadı. Okuldan yeni mezun olmuş bir genci işe alırken bile o gençten iş tecrübesi bekleyen bir sistemi sorgulamanın ne kadar gereksiz bir eylem olduğunu bildiğinden her başvurusunun tecrübesizlik gibi bir gereksizlik yüzünden geri çevrilmesine hiç kafa yormadı. Yaşamak zırvalığının çağlayan sularına öylece bıraktı kendini.

Fakat asla yılmadı Rafet. Önemli otellerde aşçı yamaklığına varıncaya kadar sayısız işte çalışmaya devam etti. Hiç farkında olmasa da zamanla o kadar farklı alanlarda çalışır olmuştu ki; kâh kültür merkezlerinde tiyatro bileti kesiyor, kâh seçkin bir kitabevinin raflarını düzenliyor, kâh bir sinemada yer gösterici olarak fener tutuyordu. Bir gün Atatürk Kültür Merkezi'ndeki bir resim sergisinde tabloları duvara asarken tesadüfen bir ressamla tanıştı. Bir yabancıyla hayatının en uzun soluklu sohbetini yapan Rafet'in o sohbetten sonra adeta bir anda ufku genişledi, hayata bakışı değişti.

Artık tiyatro bileti keserken oyunun temasını sorguluyor, tablolara bakarken derinliği anlamaya çalışıyor, çalıştığı kitabevinde kitapları raflara dizerken ise; kitapların sayfalarını karıştırıp yazarların üsluplarını inceliyordu. Sanatla öylesine haşır neşirdi ki; zamanla resim yapmaya merak sardı. Eve aldığı tuvallere ayrıldığı ilk eşinin portresini çiziyor, beğenmeyince de yırtıp atıyordu. Bir müddet sonra portre yapmaktan sıkılınca doğa resimleri yapmaya, akabinde de sergi açmaya karar verdi. Başarılı sayılabilecek pek çok doğa tablosunu biletçilik yaptığı kültür merkezinde sergileme fırsatı bulsa da beklenen talebi göremeyince şevki kırıldığından resim olayından vazgeçti.

Yaşamak için çalışmak gerek ilkesini iyice kendine düstur edinmeye başlayan Rafet hiçbir başarısızlığın önünde engel olamayacağını düşündüğünden yaptığı her işi severek yapmakta karar kılmış, yemin etmişti sanki. Yalnızlık illeti her fırsatta kendisini en ağır biçimde hatırlatma gayreti içinde olsa da bu belayı tez vakitte başından savmasını bildi. İşine, sanata sarıldı.

Başarısızlık, hayata küstürmek yerine kamçılar olmuştu Rafet'i. Bir gün raflarına kitaplar dizdiği kitabevinde çalışırken sarışın, genç ve güzel bir bayan tarafından kendisine yöneltilen Orhan Veli kitaplarının hangi rafta olduğu sorusuyla afalladı. O ana kadar bırakın şiirle ilgilenmeyi, bütünüyle hiçbir kitabı bitirme başarısı gösteremeyen Rafet ilk kez ismini duyduğu şairin ne tür bir 'yazar' olduğunu düşünmeye koyuldu. Orhan Veli hakkında hiçbir fikri olmadığını açığa vurmamak için de ''Siz hangi kitabına bakmıştınız acaba?'' sorusuyla vakit kazanmak istercesine kasaya, kasadaki arkadaşından Orhan Veli hakkında bilgi almaya doğru yöneldi.

''Sakın şaşırma,'' dedi, güzel kız. ''Sakın şaşırma isimli kitabını arıyorum.''

İsmi kulağa tuhaf gelmesi sebebiyle kitap Rafet'in gözündeki gizemini iyice artırdı. Kasadaki çalışandan kitabın önce ne tür bir kitap olduğunu öğrendi, sonra da şiir kitaplarının dizili olduğu rafı iyice öğrendikten sonra ''Buyrun,'' dedi genç kıza, ''Beni takip edin.''

 

Raftan almış olduğu pembe kapaklı Orhan Veli kitabını kıza uzatırken ''Şiir okumayı seviyor olmalısınız. Binlerce kitap içerisinden Orhan Veli kitabı istediğinize göre,'' diyerek ufak çaplı bir muhabbetin temellerini atmak istese de kız pek oralı olmayıp ''Şiiri kim sevmez ki? Şiir sevilmez mi allasen?'' cümlesiyle muhabbeti sonlandırıp kasaya, kitabın ücretini ödemeye gitti. Terk edilmişliğin sayısız örneklerini gören Rafet de kızın tavrına içerlemek yerine ilk kez okuyup bitirmek istediği bir kitabı almak üzere elini rafa doğru uzattı ve içgüdülerine inanarak bir şiir kitabı seçti: Edip Cansever, ''Gelmiş Bulundum.''

Sanayi çıraklığı hariç hemen hemen her işte rüştünü ispatlama başarısı gösteren Rafet evde kaldığı tüm boş vakitlerinde ilk kez satın aldığı bir kitabı, ''Gelmiş Bulundum'' u büyük bir heyecanla okuyor; mecazın, imgenin, ironinin farkında olmasa da şiirleri özümsüyordu. Gün geçtikçe içinde bir çığ gibi büyüyen şiir yazmak hevesine engel olamayınca yazdığı şiirleri kitaplaştırmak düşüncesi de kendiliğinden gelişti. Başvurduğu adamakıllı hiçbir işe alınmasa da bu olumsuzluk kitap çıkarmak hevesine engel değildi. Keza her gün bir başka yayınevinin kapısını aşındırıyor, ya yüksek basım maliyetleri ile karşılaşıyor ya da üçüncü sınıf yayınevleri tarafından dahi kabul görmüyordu. Lakin bu sefer bütün kapılardan geri dönüşlerinin acısını çıkarmak istercesine her gün biraz daha hırsla donanıyor, kendini bir bok sanan insan müsveddelerine her zamankinden daha fazla bileniyordu.  

Bir pazartesi günü otel mutfağındaki işine çağrılmasına rağmen Rafet teklifi reddedip yine inatla yayınevlerini gezmeye koyuldu. Birkaç yayınevi dosyasını beğense de 'isimsiz' bir yazar olduğundan bu riski alamayacaklarını söyleyip kibarca reddettiler Rafet'i. Diğer büyük yayınevleri de ''Zaten bizim hâlihazırda isim yapmış şairlerimiz var. O yüzden kusura bakma ama başka şairlerin kitaplarını basmıyoruz delikanlı,'' diyerek kapılarını bir daha açılmamak üzere kapattılar Rafet'in yüzüne. Diğer yayınevleri de ''Kusura bakma ama önemli bir referansın olmadan kitap mitap basamayız biz,'' gibi kaba bir üslupla terslediler Rafet'i. Hangi işe girmeye yeltense birilerinin birilerine hep refarans olması gerektiğinin, birilerinin önemli yerlerde olduğunun, birilerininse köşebaşlarını tuttuğunun farkına varan Rafet büyük bir hayal kırıklığı ile eve dönerken dosyasını kaldırıma fırlatıp attı ve ''Canına yandığımın dünyası. Ulan! Bütün köşebaşları birileri tarafından tutulmuş. Kıçıkırık işlere bile tanıdığım yok diye giremiyorum. O zaman iyisi mi yeniden, yaşamaktan ziyade, yaşamaya çalışmaya kaldığım yerden devam etmeli,'' diyerek, gecenin karanlığına doğru haykırdı. Eve doğru umutsuz ve ağır adımlarla bilinçsiz bir şekilde yürüyordu. Hayalleri bir günde yıkılmıştı Rafet'in. Dahası, üstelik yağmur yağmaktaydı.  

 

YERLİ MALI ARİF

          O kadar uzun bir zamandır işsizdim ki tek meşguliyetimin ezelden beridir iş aramak olduğunu düşünür olmuştum. Babamın bitmek bilmeyen dırdırından ve can sıkıcı nasihatlerinden nasibimi almamak için erkenden çıkıyordum evden. Çıkmaktan da ziyade, kaçıyordum. Babam eve gelene dek de dönemiyordum eve. Evden babamla birlikte çıkıyor olsak da, babam, 'bu haylaz benden sonra tekrar eve gelir de koca gün yatar,' diye anahtarımı almıştı  çünkü.  

Sabahın köründe kendimi sokaklara atınca gideceğim tek yer de kıraathane oluyordu mecburen. Allah'tan Casper ocakçıydı da kıraathaneyi o açıyordu. Kıraathaneye gittiğimde birkaç emekli ihtiyar ve Casper'dan başka kimsecikler olmuyordu kıraathanede. Casper da benim gibi yalın ayağın tekiydi. Ona neden ''Casper'' dediklerini hiç sormadım. Zaten bir görünüp bir yok olmasından dolayı lakabını sorgulamam da gereksiz diye düşünüyordum. Kuru götlü, oradan oraya koşturan, üç gün çalışıp beş gün yatan bir işe yaramazdı Casper. Hâl böyle olunca da en çok beni seviyordu. Kıraathanenin sahibi gelmeden önce çayımı getiriyor, sıcacık iki simitle de karnımı doyuruyordu, sağ olsun. Hatta, bir önceki akşam da kıraathanenin sahibine kızmışsa, dört adet üçgen peynirle kıraathaneciyi cezalandırıp beni ödüllendiriyordu. Hakkını yiyemem, iyi çocuktu Casper.

Öğlene doğru mahalledeki bütün aylak adamlar kıraathaneye doluşuyorlardı. Ben de göz ucuyla kıraathaneciye bakınıyor, gelmemişse pişti atıyordum. Cebimde beş kuruş para olmadığından kısa oyunları tercih ediyordum sürekli. Kıraathaneciyi görünce de el çabukluğuyla masadaki kâğıtları toplayıp yenilirsem hesabı ödemeyim diye hükmen mağlup saydırtıyordum kendimi. Sonra da kâğıtları ve yazbozu çaktırmadan Casper'a verip başka masalarda sineklik yapıyordum. Zamanla bu duruma rakiplerim de alışmışlardı.

Kıraathaneden sıkılınca aheste aheste Eti Parkı'na, köpek gezdiren zengin kızlara bakmaya gidiyordum. Çalılıkların, ağaçların arasına gizlenmiş banklar vardı parkta. Sotede genç liseliler öpüşüyorlardı sürekli. Park'a öyle uzun zamandır gidiyordum ki, hangi köpek hangi çalının dibine kokusunu bırakıyor ezbere biliyordum. Lakin Eti Parkı'nın müdavimi olmama rağmen köpeğini gezdiren güzel kızlardan bir tanesinin bile bir gün olsun yanıma oturmuşluğu yoktur. Ne hikmetse, nerede bir kokona teyze varsa hep o çöreklendi yanıma. Bende şans ne gezer!

Yine bir gün, gündüzleyin kıraathanede oyalandıktan sonra akşama doğru Eti Parkı'na gittim. Birkaç iş ilânına başvurup olumsuz yanıt aldığımdan canım çok sıkkındı. Casper'dan aldığım borç para ile en ucuzundan bir şarap aldım. Bir yandan şarabı kafaya dikiyor, diğer yandan da bir şarapçı olmadığın kalmıştı, onu da oldun sonunda diye kendime kızıyordum. Şarap içmenin adabını bilmediğimden yarım saatte bitirdim şarabı. Üstüne cila olsun diye üç de bira içince içim alev alev yanmaya başladı. Eve gitmek için kalktığımda başım döndü ve düşmemek için tekrar bank'a oturdum. Biraz vakit geçince yeniden kalktım ve eve gitmeden önce ayılabilmek için güzergâh olarak uzun olan yolu tercih ettim.

Köprübaşı'na geldiğimde başımın dönmesi nispeten azalmıştı. Hamamyolu'na doğru yöneldim. Orta yerinden yarıp geçtim Hamamyolu'nu. Hedefimde Akarbaşı'na ulaşıp oradan eve geçmek vardı. Odunpazarı'na gelince MalHatun Parkı'na zor attım kendimi. Önce fıskiyeli havuzun dibine kustum sonra da parkın amfi tiyatro şeklindeki oturma yerlerinin üzerine...

Kusunca rahatladım biraz. Çimenlerin üzerinde yattım bir süre. Ne vakit sonra kendime gelir gibi olunca ayrıldım parktan. Balmumu Müzesi'ne yaklaşırken ileride bir kargaşa olduğunu gördüm. O kargaşada bir sokak serserisi, yanında eşi olan kadının çantasını kaptı ve hızla bana doğru koşmaya başladı. Kadının ''İmdat,'' çığlıkları sarhoşluğumun son tortularını da attı üzerimden. Kadının kocası kapkaççının peşinden koşsa da kapkaççıya yetişmesi pek mümkün gibi görünmüyordu. Kapkaççı, öfkeli kocadan kaçarken hızla bana doğru yaklaşmaktaydı. Üzerime doğru gelirken birden pantolonunun kıç cebinden bir sustalı çıkarıp kendince bana gözdağı verdi. İki seçeneğim vardı. Ya kenara çekilecektim, ya da kapkaççının üzerine atlayıp kahraman olacaktım.

 

 

Düşünecek fazla vaktim yoktu ve sarhoş sayılabilecek bir kafayla doğru bir karar vermem de olanaksızdı. Üzerimdeki yazlık montu çıkarıp Tatar Ramazan Sürgünde filmindeki ''Abdurrahman Çavuş,'' gibi doladım koluma. Yaptığım hareketten sonra kapkaççının gözlerindeki paniği görmek hoşuma gitti. Kapkaççıyla aramızda iki üç adım mesafe kalınca kapkaççıya kolumla müdahalede bulunacakmışım gibi yapıp feyk attım. Bir elimle kaldırımın kenarındaki demirlerden tutunup güç aldıktan sonra sağlam bir çelmeyle kapkaççıyı yüzüstü yere kapakladım. 

Adam yere düşünce hemen çullandım üzerine. Koltuk altlarından kollarımı geçirdim ve ellerimle de başını kaldırım taşına bastırdım. Bu hareketi Fikri abiden öğrenmiştim. Manyak herif, ne zaman kızlara hava atacak olsa üzerimde bu hareketi uygulardı. Nasıl canım yanmışsa artık yıllardır unutamamışım o gıcık hareketi. Adam altımda ecel terleri dökerken geriye dönüp mağdur olan çifte doğru bakma ihtiyacı duydum. Ne de olsa kahramandım artık. Aradan birkaç dakika geçince, ilkin öfkeli koca geldi yanımıza. Sonrasında da korkmuş ve paniklemiş karısı. Çok az bir zaman sonra da polis otosundan inen iki polis memuru...

Şaşkın gözlerle polislere bakarak ''Siz ne çabuk haber aldınız da geldiniz memur bey. Cidden muhteşemsiniz!'' dedim. Polislerden birisi ''Haber almadık, karşıdan kargaşayı izliyorduk. Olay nihayete erince de geldik işte,'' dedi. Heyecandan karakolun burnumuzun dibinde olduğunu unutmuştum. Tabii her zamanki gibi polislerin de olay bitince olay yerine geldikleri gerçeğini de...

Bir süre sessizlik oldu. Sonra diğer polis ukala bir ses tonuyla ''Hadi aslanım burası Kırkpınar değil. İn adamcağızın üzerinden de adam bir nefes alsın,'' dedi. İçtiğim bir şişe şarabın ve üç biranın hakkını verip o cümleyi polise yediresim geldi ama başımı kaldırıp polis üniformasını görünce götüm yemedi. ''Tamam,'' deyip kalktım adamın üzerinden.

Polislerin nezaretinde kapkaççı, mağdur çift ve ben karakola gidip ifade verdik. İfadelerimizden sonra kapkaççı mahkemeye sevk edilmek üzere karakolda kalırken ben, evli çiftle birlikte çıktım karakoldan. Evli çifte bakıp ''Ne akşamdı ama!'' dedim, kasıla kasıla. Kadın elimi sıkıp teşekkür etti. İri yarı kocası da sımsıkı sarıldı. Adam sarılırken kemiklerim kırılacak diye korktum. Çam yarması gibi bir adamdı kadının kocası. Yüzünde bir şeyler söylemek isteyip de söyleyemiyor gibi bir ifade vardı. Karısı, ''Arif!'' diyerek, konuşması için adamı cesaretlendirdi.

''Size ne kadar teşekkür etsek az. Sizin yerinizde bir başkası olsa asla bu cesareti gösteremezdi. Eşim ve ben size minnettarız.''

''Estağfurullah. Ben sadece yapmam gerekeni yaptım. Abartılacak bir şey yok, büyütmeyin n'olur.''

''Olur mu öyle şey! Hayatınız pahasına adamın önüne atıldınız. Gerçekten hakkınızı ödeyemeyiz.''

Adam konuştukça içim bir tuhaf oldu. İlk kez birisi tarafından övülüyordum. O an hiç bitmesin istedim. Adam kahramanlığıma sayısız methiyeler düzdükten sonra cüzdanından çıkardığı kartvizitini uzatıp mutlaka işyerine beklediğini söyleyerek karakolda isminin Perihan olduğunu öğrendiğim eşiyle gecenin karanlığında uzaklaştı yanımdan. Ben de Akarbaşı'na, ev istikametine doğru yürüdüm. 

Eve geldiğimde söverek kapıyı açan babamın yüzü kıpkırmızıydı. Babam ne zaman bir şeylere kızsa kızarır. Çoğunlukla da kızgınlığının sebebi benimdir zaten. Babamla göz göze gelmemeye çalışarak ürkek bir hâlde ''Selamünaleyküm,'' dedim. En çok da böyle anlarda arıyordum annemi. Babamla aramda hep tampon görevini görmüştü annem, beni buna alıştırmıştı çünkü. Ama artık öyle bir şansım olmadığını bildiğim için böyle durumlarda sıklıkla odama kaçmayı tercih eder olmuştum. Yine aynı şeyi yapmak için odama doğru yönelmişken ''Nerdesin lan sen bu saate kadar? Nerelerde sürtüyorsun oğlum sen? Sen hiç adam olmayacak mısın it herif!'' diye bağıran babam, güvenli limana sığınmama mani oldu.

Soruların art arda gelmesinden ve son sorunun sonuna ''it herif'' gibi aşağılayıcı bir ifade eklenmesinden dolayı bu sefer iş ciddi dedim içimden. Öğlene kadar kıraathanedeydim öğleden sonra da parkta köpek gezdiren kadınları dikizledim diyemezdim. Bunları desem bile içtiğim bir şişe şarap ve üç biradan sonra anlatacağım olaya inanmazdı babam. Gerçi ben anlattıktan sonra ''Siktir lan ordan!'' deyip yatmama müsaade edeceğini bilsem tereddütsüz anlatırdım da, yaşadıklarıma babam inanmazdı işte. O, şarap içip sarhoş olduğuma takılır, sonrasını da kıçımdan uydurduğumu düşünürdü. Çünkü babamın bana karşı hiç güveni yoktu. Kısa zaman zarfında holde bu düşünceler geçti aklımdan.

 

 

Kardeşim gürültüye uyanınca çölde serap görmüş gibi sevindim. Babamın zaafının olduğu tek canlı, kardeşimdir. Uyku mahmurluğuyla ''Neler oluyor baba, ne bu gürültü gece gece?'' dedi, Emre. Kardeşimden cesaret alarak ''Yok bir şey kardeşim, sen yat uyu. Ben de yatıyorum. Yarın görüşürüz. Cümleten Allah rahatlık versin,'' dedim ve cümlemin karşılığını beklememin tamamen aleyhime olacağını bildiğim için de jet hızıyla odama girdim.

Benim odama girmemden sonra Emre de hemen kendi odasına çekilmiş olmalı ki, gözlerinden ateş çıkan babam odama girip ''Salona çık. Daha konuşacaklarım bitmedi. Bu saate kadar neredeydin hesap vereceksin,'' dedi. Haftalarca uyuyabilecek kadar uykum olduğu hâlde pijamalarımı giyip salona çıktım. ''Evet, seni dinliyorum, söz savunmanın,'' dedi, babam. Kıraathane, Casper, pişti, masalarda sineklik yapmam, Eti Parkı, köpekler, sarışın ve güzel kızlar, dolgun kalçalar, liseliler, öpüşmeler... O kadar çok şey vardı ki aslında babama anlatacağım. Ve bu akşam da ilk kez şarap içmem ve azılı bir hırsızın elindeki çantayı sahibine teslim etmem. Karakol, polis ve ifadeler... Ama ben babama sadece ''Hiç,'' diyebildim.

''Ne hiçi lan? Oğlum sen beni delirtecek misin? Bugün, bütün gün neredeydin ve neler yaptın? Sorum gayet açık ve net. Ve emin ol yaptıklarını adam gibi anlatana dek uyumayacağız. Bu akşam bu mesele hallolacak!''

''Hiç dedim ya baba. Sabah erkenden çıktım birkaç iş başvurusu yaptım. Sonra da Rıfkılar'la takıldık biraz.''

''Başka?''

''Bu kadar işte baba. Başka atraksiyon yok. Zaten cebimde para mı var ki bir şeyler yapabileyim? En fazla sağda solda oturuyorum, hepsi bu.''

''Çalışırsan paran olur itoğluit! Ben senin yaşındayken... Bırak şimdi masal anlatmayı da iş buldun mu, iş?''

''Şey...''

''Yarın sabah erkenden kalkıp Reşadiye Cami'nin önüne, amelelik yapmak için beklemeye gidiyorsun. Bundan böyle inşaatlarda amelelik yapacaksın. Ameleye ihtiyacı olan vatandaşlar gelip seni caminin önünden alacaklar. Bir yerden başlaman lazım. Yeter artık bu kadar serserilik! İyi bir iş bulunca da ameleliği bırakır yeni işine başlarsın.''

Babamın bu sefer şakası yoktu. Kendimi inşaatlarda amelelik yaparken hayal edince sanki ölü bir kuş uçamadığı için beynimden düşüp mideme çakıldı. Telaşlandım. Gözümü karartıp anlık bir kurtuluş uğruna ''Henüz cümlemi bitirmeme izin vermeden geleceğim hakkında radikal kararlar alıyorsun baba. Bugün aradığım işi buldum ben. Aslında sürpriz olması bakımından sabah erkenden sizinle kahvaltı etmek için kalkınca söyleyecektim ama sen bu kadar ısrar edince ben de dayanamayıp şimdi söylüyorum işte,'' diyerek, babama yalan söyledim. Babam çok sevindi ama belli etmedi. Nedense, öfkesini cömertçe belli eden babam sevincini sürekli kendi iç dünyasında yaşayan bir adamdır.

''Ne işi bu? Kaç para maaş alacaksın? Servis var mı, sigorta yapıyorlar mı? Yemeği orası mı verecek? Fabrika mı, vardiyalı mı?..''

Babamın endişe ve mantık kokan sorularına hayranlık duymamak elde değildi. Lakin ben daha çalışacağım işi bile bilmiyordum. Arif'in bana verdiği kartvizite bakma gereği bile duymadan kartviziti cebime koymuştum. Zaman kazanmak için hemen odama koşup gömleğimin cebimde duran kartviziti kaptığım gibi babama uzattım. ''Baya havalı bir yer baba. Kartvizitler falan, baksana,'' dedim. Babam bir süre parıl parıl parlayan kartvizite baktıktan sonra ''Kartvizite bakılırsa adam işine baya önem veriyor. Yüksek mimar olması da çok çok iyi. Yalnız, 'J.' ne sikim bir soy ismidir oğlum? Belli ki Arif olacak yavşak yabancı kökenli birisi,'' dedi. Yaptığım en kusursuz şeye dahi illaki bir kulp bulan babamın takıla takıla adamın soy ismine takılmasına hiç şaşırmadığımdan ''Olsun, maaşımı versin de hangi milletten olursa olsun,'' dedim. ''Aferin,'' dedi babam ''bak, şimdiden kafan çalışmaya başladı. İş hayatı böyle bir şey işte. İş bulur bulmaz olaylara bakış açın değişti. Hadi git yat, sabah erken kalkacaksın!''     

Sabah erkenden kalkıp babam ve kardeşimle birlikte kahvaltı yaparken babam anahtarlığından söktüğü kapı anahtarımı büyük bir marifet yapıyormuşçasına tekrar bana iade etti. Yüzündeki ifade iki yüzlü dönek siyasetçilerin kurayla ev sahibi yaptıkları fakir ailelere geniş bir basın ordusu karşısında daire anahtarlarını teslim ederlerken takındığı ifade ile birebir aynıydı. Bildiğin copy-paste. Babamın bu gereksiz şovuna cümle kurma ihtiyacı hissetmediğimden ''eyvallah'' mahiyetinde başımı salladım. O kadarcık da havam olmalıydı. Nihayetinde bugüne bugün ben de çalışan birisiydim(!) ve bu yüzden, bu durumun gerektirdiği hakları sonuna kadar kullanmalıydım.

Babam ve kardeşimi yolcu ettikten sonra uzun bir aranın ardından evde yalnız kalmanın tadını çıkardım. Babamın kötü gün için sakladığı sigaralarından bir tane yakıp ciğerlerimin en dip noktasına kadar dumana boğuldum. Canım akşama kadar yatmak istese de saat 11.00 sularında çıktım evden. Akşam yediğim boku temizlemem gerekiyordu. Niye durup dururken yalan attım ki diye çok kızdım kendime. Ama yalanın gerekliliğini hatırlayınca kızgınlığım geçiverdi hemen. Kartvizite bakıp Arif'in iş adresini öğrendim ve derin bir oh çektim. Çünkü Arif'in mimarlık bürosu Kızılcıklı Caddesi'nde idi. Kızılcıklı Caddesi de bütün gün oturduğum Eti Parkı'nın hemen arkasında... Arif'in işyeri yakın bir yer olduğundan, önce dün akşam başımdan geçenleri Casper'a anlatmalıyım diyerek kıraathaneye gitmeye karar verdim. İnsanın en azından gerçekleri tüm çıplaklığıyla anlatabileceği bir kişi olmalı hayatında. Bu yüzden de Casper benim için bulunmaz bir nimetti. 

Kıraathaneye girdiğimde ocakta başka birisini görünce işkillendim. Masalara baktım, Casper yoktu. Ocağa gittim ve kıraathanede ilk kez gördüğüm ocakçıya ''Casper?'' nerede diye sordum. ''Casper yok artık, tarih oldu. Bundan sonra bu kıraathanenin kapısından içeriye adımını atamaz,'' dedi, yeni yetme ocakçı. Ocakçının lakayt tavırlarına çok sinirlendim. Sen kim oluyorsun da böyle konuşabiliyorsun diyecekken kıraathanenin sahibi, ''Oğlum askıdan ceketimi getir. Ben toptancıya gidip çay, şeker falan alayım,'' deyince, sustum. En azından kıraathanenin sahibi gidince olup bitenleri oğlundan öğrenebilirim diye düşündüm. Kıraathane sahibinin katı yürekli, despot ve acımasız birisi olduğunu çok iyi bildiğimden öz oğlu dışında kimseye ''oğlum'' diye hitap etmeyeceğini gayet iyi biliyordum. Düşüncemde de yanılmadım. ''Soner abi baban mı?'' soruma ''Evet,'' diye cevap verdi yeni, uyuz ocakçı. 

Çocuğa sert bir bakış attıktan sonra; ''Bana bir çay ver bakalım orta demlikten olsun,'' dedim. Casper, hatırı sayılır müşteriler çay söylediğinde ''Orta demlikten olsun'' diye bağırır, sonra ocağa geçer çayı kendisi doldururdu. Yeni yetme de kahve kültürümün olduğunu bilsin, beni boş beleş birisi zannetmesin diye o şekilde söyledim çayımı. Çayımı getirince de ''Anlat bakalım, Casper neden bir daha bu kapıdan içeri giremezmiş?'' dedim. Orta demlik raconu işe yaradığından çocuk ''Abicim,'' diye başladı cümlesine. ''Abicim, Casper denilen şerefsiz hırsızın tekiymiş. Babam kıraathanede olmadığı vakitlerde ocağa doğru dürüst marka atmaz, çay paralarını cebine atarmış. Arkadaşlarından da hiç para almıyormuş ibne,'' deyince, hakikatin karşısında çaresiz kaldım bir süreliğine. Sustum. Fakat susmanın suçu kabullenmek anlamına geldiğini bildiğimden ''Külliyen yalan! Kim bilir hangi karaktersizin uydurmasıdır. Casper o zihniyette bir çocuk değil. Hem, sen gözünle gördün mü yaptığını?'' dedim. Çocuk gayet kendinden emin bir şekilde ''Ben görmedim ama görenler olmuş abicim. Onlar söylemişler babama. Babam da ansızın baskın yapınca bütün foyası meydana çıkmış itin. Zaten ateş olmayan yerden duman çıkmaz,'' deyince, baktım pabuç pahalı bir an önce kaçmak için Casper sayesinde hiç ödemediğimden dolayı, ''Çay kaç para abicim?'' diyerek, ayaklandım. Çocuk o kadar zekiydi ki, sorum dolayısı ile benim de Casper'ın beleşçi tayfası arkadaşlarından olduğumu anlamış gibi hissettim. Çocuk, yaşından beklenmeyecek bir esnaflıkla ''Çay benim ikramım olsun,'' abi dedi. Kıraathaneden çıkarken 'vay şerefsiz Casper, aslında ne kadar da iyi insanlarmış kıraathanenin sahipleri. Hırsız köpek,' diye mogurdandım. Eti Parkı'na doğru giderken yeni yetme ocakçının esaslı bir çocuk olmasına karşın artık gidebileceğim bir kıraathanemin de olmadığını adım gibi biliyordum.

Kıraathaneden çıktıktan sonra ayaklarım ezber ettikleri üzere direkt beni Eti Parkı'na götürdüler. Parkta saati sorduğum kadından vaktin epey ilerlediğini öğrenince çaresizlik ve mahcubiyet içinde Arif'in işyerine doğru yürümeye başladım. Hiç aramadan, elimle koymuş gibi buldum Arif'in işyerini. 'Ar-Per Mimarlık' tabelası yaratıcılıktan çok uzak bir biçimde gözümün önünde durmaktaydı. Bir süre boş boş baktım tabelaya. Sonra 'millet doğuştan şanslı anasını satayım,' derken Perihan çıktı bürodan. ''Aaaa... Siz, bu ne hoş sürpriz. Lütfen buyurun içeriye'' diyerek beni büroya davet etti.

''Ne hoş oldu gelmeniz. Biz de babamla az önce sizi konuşuyorduk. Değil mi babacığım?''

''Bu genç yoksa akşamki o kahraman genç mi? Helal olsun sana evlat.

Senin gibi adamlar kaldı mı bu devirde?''

 

 

Bir süre duraksadım. İki gün üst üste bu kadar övgüyü hak edecek ne yaptım diye düşünürken tok sesli ihtiyar yerinden kalktığı gibi birkaç adımda yanıma geldi ve:

''Ben Arif'in babasıyım delikanlı. İsmim Nüvit. Ben de mimarım ama artık bizlerden geçtiği için işi oğlum Arif'e devrettim. Deli doludur ama iyi çocuktur Arif. Perihan da gelinim. Eksik olmasın burayı çekip çeviren Perihan kızımdır. Gelinim dedim ama kızım gibidir Perihan. Akıllıdır. Arif gibi aklı bir karış havada değildir. Çenem düştü yine. Sahi senin adın ne, ne içersin? Çay, kahve, soğuk bir şeyler...''

Konuşmasından anladığım kadarıyla kalender bir adamdı Nüvit Bey. İsmi icabı da gizemli birisi olduğu muhakkaktı. Sayesinde ilk kez duymuştum Nüvit ismini.

''İsmim Talat, Nüvit Bey. Çay içerim zahmet olmazsa.''

Nedendir bilmem birden cümlelerimi kısa tutma gayreti içerisine girmiştim. Perihan ve Nüvit Bey'in dışında büroda iki kişi daha vardı. Nüvit Bey'in ''Bize üç çay,'' diye seslenmesinden sonra bürodakilerden bir tanesinin çaycı olduğunu anladım. Diğeri ise tıfıl, çelimsiz bir çocuktu. Çaylarımızı içerken Nüvit Bey ''Eee ne iş yapıyorsun bakalım sen evlat? Nerelisin, kaç yaşındasın, nerede oturursun, evli misin, baban ne iş yapar, tahsilin nedir?.. gibi bir sürü soruyu peş peşe sıraladı.

Işık görmüş tavşan gibi kaldım bir süre. Beş para etmez bir adam olduğumu haykırmak geldi içimden. Nüvit Bey'in hangi sorusuna ne cevap vereceğimi bilemediğimden bir müddet aptal aptal çay kaşığıyla oynadım. Sonra Nüvit Bey'in sorularından ve işsiz olduğumu akşamleyin bir şekilde öğrenecek babamın akşamki hışmından kaçış olmayacağını anlayınca ''Hiçbir iş yapmıyorum Nüvit Bey, işsizim,'' dedim 'ş' harflerine abanarak.

Konuşmam bitince ortama acayip bir sessizlik hükmetti. Göz göze geldiğim tıfıl çocuğun bile bana acır gibi bakıyor olmasından dolayı utanç duydum. Ne diyeceğimi bilemezken birden Arif girdi kapıdan. Denizin ortasında boğulmak üzereyken imdadıma yetişen cankurtaranı görmüş gibi sarıldım Arif'in boynuna. Bir an için olayın şokunu yaşayan Arif kendine gelince hunharca ittirdi beni. ''Sen de kimsin be adam, durup dururken boynuma sarılıyorsun deli misin nesin?'' diye de azarladı. Şok üstüne şok bu olsa gerek! Utancımı spatulayla kazımak için yere eğilecekken Nüvit Bey koştu yardımıma.

''Çabuk özür dile Arif! Sen ve ailen için hayatını tehlikeye atan birisine böyle mi teşekkür ediyorsun sen, böyle mi yetiştirdim ben seni?

Sersemlik bakımından benimle eşit seviyeye gelen Arif bana donuk bir ifadeyle baktıktan sonra ''Siz akşamki beyefendi misiniz yoksa?'' dedi, büyük bir şaşkınlıkla. Gözlerinden samimiyet okunan Arif'e masumca bir bakış atarak ''Evet, ta kendisi,'' dedim büyük bir gururla. İstediği cevabı alan Arif'i, bir önceki akşamdan sarılmış olmamızdan ötürü yüzünü görmesem bile şıp diye tanıyabilirdim yeniden. Adam döver gibi bir sarılış nasıl unutulur ki?

Tıfıl çocuk da dahil olmak üzere beşimiz çaylarımızı içerken inşaat sektörü üzerine koyu bir sohbet döndü masada. O esnada tıfıl çocuğun üniversite öğrencisi olduğunu, büroda da part time olarak çalıştığını öğrendim. İş muhabbetinden bunalan Arif biraz soluklandıktan sonra babasından para istedi ve alamayınca da öfkeyle kapıyı çarpıp çıktı bürodan. Ağzım açık olanları seyrederken Nüvit Bey Arif'in terbiyesizliğini omuzlanarak:

''Bak Talat. Madem ki akşam bizimkilerin malı uğruna canını feda edip yardım etmişsin gel seninle bir pazarlık yapalım. Ben seni bu büroda işe alayım, sen de aileden birisi gibi ol ve burada olup bitenleri, gördüklerini, yaşadıklarını sakın ola ki kimseye anlatma. Zaten Hayati üniversite öğrencisi. Bir var bir yok. Sen bizim devamlı çalışanımız ol. Getir- götür işleriyle, faturalarla, belediye yetkilileriyle görüşme işleri vs. işlerle ilgilen. Bir de Arif'le tabii...''

İstediğim işi umduğumdan da kolay bir şekilde elde etmiş olsam da aklım ''pazarlık'' kelimesine, ''Burada olup bitenleri, gördüklerini, yaşadıklarını sakın ola ki kimseye anlatma'' cümlesine ve Arif'le ilgilelenecek olmama takılmıştı. Sonuçta okumuş, yüksek mimar olmuş birisiyle nasıl ilgileneceğimi çözümleyemedim. Görmüş geçirmiş Nüvit Bey yüzümdeki ifadeden akıl karışıklığımı çözmüş olacak, beni aydınlatmak maksatlı tekrar söze başladı:

''Endişelerini anlıyorum Talat. Daha önce hiç görmediğin birisinin seni işe almak konusundaki şartlarına takıldın. Haklısın da... Lakin değilmi ki sana aileden birisi gibi olacaksın dedim o hâlde bu şartları da sunmak zorundayım. Bak evlat! Dediğim gibi Arif iyi çocuktur, hoş çocuktur fakat yarım akıllıdır. Sen şimdi diyeceksin ki madem yarım akılldır, bu adam nasıl oldu da yüksek mimar oldu? Öyle değil, zekidir zeki olmasına ama saçma sapan işler yapar. Kumar oynar, bir hafta eve barka uğramadığı olur, sağa sola senet imzalar, herkesin her dediğine inanır. Kısacası yarım akıllıdır işte ve de hayırsızdır.''

Nüvit Bey'in ağlamaklı hâli içimi acıttı ve demagoji yapmadığına da bütün samimiyetimle inanınca ''Tamamdır Nüvit Bey. Şartlarınız kabulümdür. Yarın sabah kaçta işe geliyorum siz onu söyleyin,'' dedim. Cümlem biter bitmez varlıklı, donanımlı ve eğitimli koskocaman Nüvit Bey büyük bir sevinçle boynuma sarıldı ve: ''Sekizde evlat. Sabah sekizde burada ol,'' diyerek ofisin anahtarlarını ve 100 TL'yi ne olduğunu anlamama fırsat vermeden elime tutuşturdu. Parayı tekrar geri uzatsam da sert bir yüz ifadesiyle bunun mümkün olmayacağını belirtmesinden sonra; ''Peki. O hâlde bana müsaade. Sabah görüşmek üzere, iyi günler,'' diyerek ayrıldım ofisten.

Daha bir gün öncesine kadar cebinde hüviyetinden başka hiçbir şeyi olmayan bir adam olan benim, artık ev ve iş yeri olmak üzere iki ayrı kapı anahtarım vardı. Tabii bir de yüz lira param...

İşe başlamış olduğumdan ilk iş günüm sayılabilecek günde eve eli boş gitmemek adına tatlıcıya uğrayıp Emre'nin sevdiği tatlıdan aldım. Yemek bittikten sonra buzdolabından tatlıyı alıp gelince babamın duygulandığını, Emre'nin sevinçten gözlerinin içinin parladığını gördüm. Babamın ne yapıp edip bir şekilde maaş konusuna mutlak suretle gireceğini bildiğimden de ''Bugün epey yoruldum. Yarın da erken kalkıp işe gideceğim. Size iyi geceler,'' deyip, Emre'yi öpüp yattım.

Sabah bir başka türlü kalktım yataktan. Omuzlarım kabarık, göğsüm dik, alnım ak... Ofise gittiğimde yalnızca çaycı vardı. Biraz sohbet ettikten sonra Perihan'la Arif geldiler. Hayati'nin izinli olduğunu, okulda olduğunu çaycıdan öğrenmiş olduğumdan Arif ve Perihan'a sorma gereği duymadım. Perihan'ın suratı sirke satıyordu. Arif iki sokak ötedeki fırına, ''Simit almaya gidiyorum,'' deyince, Perihan'ın moral bozukluğunu öğrenme fırsatım oldu. Gece sabah 03.00 sularında eve gelmiş Arif. Perihan üzerine gidince de bağırmış çağırmış ve salonda yatmış. ''Gözünü seveyim bugün Arif'e mukayyet ol,'' dedi, Perihan, yalvarırcasına. Perihan'ın içini rahatlatmak ve onu daha fazla yormamak için sadece, ''Hay hay. Sen merak etme,'' dedim. 

Simitlerimizi yiyip çaylarımızı içtikten hemen sonra Nüvit Bey geldi. Onun gelmesiyle Perihan'ın ve hatta çaycı kadının bile kendisini güvende hissettiğini sezinledim. Ben tam da Arif'in uykulu hâline dikkat kesilmişken Nüvit Bey bana doğru baktı ve: ''İlk iş günün hayırlı olsun evlat. Allah utandırmasın inşallah,'' dedi. ''Amin,'' dedikten sonra teşekkür ettim ve işim hakkındaki detayları Perihan'dan dinlemek üzere Perihan'ın yanına geçtim. Yapmam gerekenleri genel hatlarıyla anlattı Perihan. Birkaç önemli noktaya parmak basmak üzereydi ki; Arif ''Ben çıkıyorum,'' diyerek konu bütünlüğünü bozdu.

Arif kapıdan adımını atar atmaz Nüvit Bey endişeli bir ses tonuyla:

''Bırak şimdi işi evlat. İşi ne zaman olsa öğrenirsin. Sen Arif'in yanında git. Asıl mühim mesele budur. Unutma; Arif'e kardeş olacaksın, arkadaş değil!'' diyerek, beni Arif'in peşinden yolladı. Yanında yürüyor olmamdan hoşnut olmayan Arif kan çanağı olmuş gözlerini belerterek; ''Seni babam yolladı değil mi? Ne halt yiyor bu çocuk, git öğren diye de tembihledi,'' dedi. Tahmininde yanılmayan Arif'e kardeş olabilmek için ona karşı dürüst olmam gerekli diye düşündüğümden ''Evet, hatta daha da fazlası var,'' dedim. Hiç beklemediği cevabım karşısında afallayan Arif'in yumuşak karnını bulduğumu hissettiğimden geçmişine sondaj yapabilmek için işi ajitasyona döktüm.

''Sadece ne halt yiyor bu çocuk demedi baban. 'Başına bir iş gelmesin sakın. O, benim için her şeyden önemli' de dedi. 'Arif bir yana dünya bir yana. Onun tırnağına zarar gelse ben mahvolurum, ölürüm, biterim. Arif benim tek çocuğum, canım, ciğerim' de dedi,'' dedim.

Duygu yüklü cümlelerimin olumlu etkisinden sonra bir yumak gibi çözüldü Arif.

''Talat ben beş para etmez adamın tekiyim. Babasının gölgesinde yaşayan bir korkak. Bir işe yaramayan basit bir mimar. Benim kafam çalışmadığından beni paralı üniversitede okuttu babam. Diplomam falan hikâye. Bir boktan anladığım yok benim. Ama yılarca 'Gel Arif, git Arif' yönettiler beni. Eğitemediler ama yönettiler. En başta da karım Perihan yönetti... Hâlâ da yönetiyor. Ama Arif mal ya, bir boktan anlamaz ya... O yüzden hiçbir sorun yok! Babası da zengin. Ohhhh! Onun için ben de işi deliliğe vurdum. Kumar oynuyorum, içki içiyorum, işle ilgilenmiyorum, eve gitmiyorum... Yapmak istediğim her şeyi yapıyorum. Hatta kimseden habersiz bir işe bile girdim biliyor musun? Oto kurtarma işine girip çekici sürdüm. Bundan hiç kimsenin haberi yok. Çalıştığım esnada arkadaşlarımın tavsiyesiyle espri olsun diye çekicinin arkasına 'Gülümse çekiyorum' yazdırınca işten kovuldum. Kim ne yapsın ki beni zaten. Şimdi de akşam arkadaşlarla konuştuğum üzere, pavyona bodyguard olmak için iş görüşmesine gidiyorum. Her zaman takıldığım pavyona...''

''Bak Arif başka bir iş yapmayı denemişsin ama olmamış. Onun için daha başka işler yapmana ne gerek var ki? Mis gibi kurulu düzenin var. Pek çok müteahhit ile de anlaşmanız var. Daha başka ne ister ki insan? Sen arkadaşlarının dolduruşuna gelme. Emin ol, hepsi senin yerinde olmak için can atıyorlardır.''

Arif dediklerimden hiçbir sonuç çıkarmamış olacak ki; ''Ben işimi severek yapmıyorum Talat. Onun için de sevdiğim işi yapmak istiyorum. Ben pavyonu seviyorum ya, o yüzden pavyonda çalışmak da sevdiğim işi yapmak anlamına geliyor benim için. Herkes öyle olursa daha mutlu olacağımı söylüyor,'' dedi. İlk başta taşak geçiyor diye düşündüm ama Arif'in kararlı duruşu bu düşüncemi hızla çürüttü.

Aklımdan ilk geçen düşünceler ''İyi de o öyle değil işte Allah'ın malı! 'Sevdiğin işi yapmak' ifadesinin anlam karşılığı o değil. Sen pavyonu seviyorsun geri zekâlı, pavyonda çalışmayı değil'' olsa da, Nüvit Bey'in güzel hatırına sustum. Oluruna gidiyormuş gibi gözükmek için de ''Haklısın Arif. Madem ki bodyguardlıkta mutlu olacaksın, bodyguard ol,'' dedim.

Nüvit Bey'in ısrarla karşı çıkmasına rağmen bodyguard olarak çalışmaya başladı Arif. Nüvit Bey, çoğu akşam Arif'e göz kulak olayım diye beni de pavyona yolluyordu. Pavyonda takılmam için hayli para da verdiğinden zil zurna sarhoş oluncaya kadar içiyordum Arif'in sayesinde. Benim içtiğim saatlerde ise Arif kapıda dikiliyor, dev gibi cüssesiyle gözünün tutmadığı tipleri içeri almıyordu. Pavyon sahibi de Arif'in varlıklı olduğunu bildiğinden Arif'in kararlarına pek müdahil olmak istemiyordu. Arif'in pavyona almadığı on müşteriden kazanacağı parayı Arif ve benden kazanıyordu zaten. Arif çalışırken bile dünya hesap ödüyordu pavyona. Kapıda dikilirken pavyonun en 'taş' konsomatrisini de beraberinde kapıda esir ediyordu. Kadının içkisiydi, sigarasıydı, müşteriye çıkmamasıydı derken epey bir para ödüyordu Arif.

Bir gün garsonlardan birisine Arif'in tutulduğu konsomatrisin ismini sorduğumda ''Jale,'' dedi. Böylece Arif'in hayatındaki bir sır perdesini daha aralamış oldum. Arif'in soy ismi Fecifirari olduğuna göre kartvizitte soy ismi hanesinde yazan ''J.'' kısaltması Jale'nin kısaltması idi. Önceleri bunu Arif'e birkaç kez sorduysam da çakalca konuyu değiştirip beni geçiştirmişti. Nüvit Bey'de ''Kim bilir nereden aklına esti çatlağın. Böyle soy isim mi olur dedim ama illa olacak diye ayak diretti. Baktım olacak gibi değil ben de ziyanı yok diye kabul ettim,'' demişti bir konuşmamızda. Ama asla yılmayıp sonunda Pandora'nın Kutusu'nu araladım ve ''J.'' nin gizemini çözmeyi başardım. 'Meğer 'J.' kısaltması ile sevgilisinin ve kendisinin isimlerini kartvizitine bastırmış. Vay çakal Arif vay!' diye de söylendim.

Biz Arif'le pavyonda günümüzü gün ederken Perihan işleri yetiştireceğim diye harap oluyordu kadıncağız. Mümkün mertebe ofisle de alakadar olmaya çalışsam da Arif bütün enerjimi alıyordu. Eve sabaha yakın geldiğimden öğlene doğru zor kalkıyordum yataktan. Babam da ''İyice boku çıktı bu işin. Nasıl mimarlık işiymiş aklım ermedi arkadaş,'' diye habire söyleniyordu.

Arif'in bodyguardlık işinde üçüncü ayıydı. Takvimler 11 Ekim'i gösterirken soğuk da yavaş yavaş bir kâbus gibi çöküyordu şehrin üzerine. Günlerden cumartesiydi ve ertesi gün işe gitmeyeceğimden dolayı Arif'in yanına gitmek istedim. Bu defa gönüllü olarak ve eğlenmek maksatlı gideceğimden Nüvit Bey'in verdiği parayı almadım. Zaten pavyona gideceğim zamanlarda harcayağım paranın çok fazlasını veriyordu adamcağız. Baba olarak o da iyice yıpranmıştı Arif'in macera hevesinden ve sorumsuzluklarından. O yaşında torun sevmesi ve keyif sürmesi gerekirken Arif'in yüzünden cefa çekiyor olmasına içim parçalanıyordu. 

Pavyona gittiğimde her şey olağandı. Arif ve 'Bayan J.' bir yandan öpüşüyorlarken diğer yandan da içkilerini yudumluyorlardı. Arif'e selam verip girdim pavyona. Herkes gibi ben de eğlencenin doruğundayken, gece saat 02.30 sularında dışarıdan üç el silah sesi duyuldu. Orkestra bir anda sustu. Millet panikle sağa sola kaçışırken aklıma kapının önündeki Arif geldi. Hızla locadan aşağıya indim ve dışarıya çıktım. Bir adam kanlar içinde yerde hareketsiz yatıyordu. Nabzına baktım ve adamın öldüğünü anladım. Arif'e döndüğümde elindeki silahı görünce buz kesildim. Arif de olayın şokundan olacak kaskatı duruyordu. Hiç kimse hiçbir şey yapamıyor ve donuk bakışlarla Arif'i izliyorken Arif'e sert bir tokat atıp:

''Silahı nerden buldun? Vurduğun bu adam da kim?'' dedim.

İşe yeni başlayan bir garson üzerime yürüyecekken diğer garsonlar beni tanıdıkları için yeni garsonun bana müdahale etmesine izin vermediler. Birkaç dakika sessizlikten sonra; ''Silahı ne olur ne olmaz diye bir arkadaşımdan almıştım. Silahı bana satarken 'baktın zor durumdasın sık gitsin anasını satayım' demişti. Yerde yatan adam ise pavyona girmek istediğini söyledi ve ben de içeriye almadım. Pavyonun eski müdavimlerindenmiş herif.

Sürekli sözümü kesip içeriye girmekte ısrar etti ben de uygun bir dille olmayacağını söyledim her defasında. Jale'yi de eskiden beri tanıyormuş. 'O zaman ben de kapıda Jale ile takılırım hadi sen de bize içeriden içecek bir şeyler kap da gel' dedi. Jale'yi elimden alacağından korktuğum için zor durumdaymışım gibime geldi ve ben de silahı adama doğrulttum ve üç el sıktım.'' dedi Arif. Arif'i yakinen tanıyor olmasam anlattıklarına asla inanmazdım ama maalesef artık Arif'i çok iyi tanıyordum. Aklıma Perihan, çocuğu ve Nüvit Bey geldi hemen. Ne yapacağımı bilemez bir hâlde olduğumdan babamı aradım. O esnada polisler gelip Arif'i tutukladılar ve Çarşı Karakolu'na, sorguya götürdüler. Babam karakola gelince Arif'in bana anlattıklarını babama anlattım. ''Nüvit Bey'i arayıp haber verelim mi?'' diye sordum ama babam;  ''Gecenin bu saatinde öğrenmesin adamcağız. Yaşlı da zaten, mazallah başına bir şey gelir. Bir de ona üzülmeyelim sonra,'' dedi.   

Sabah olduğunda kötü haberi alan Nüvit Bey ve Perihan perişan bir hâlde geldiler karakola. Nüvit Bey fenalaşınca derhal ambulans çağırıp hastaneye götürdük. Tansiyonu çıkmış. Hemşireler ilaç verip serum bağladılar.

Aradan epey zaman geçip de mahkeme günü geldiğinde Arif Hakim Bey'e olay gününü anlatırken araya giren hakim:

''İyi de oğlum sen okumuş, mimar olmuş adamsın. Hazır ofisini de açmışsın, işlerin de yolunda. Ne demeye pavyona bodyguard olmaya kalktın ki?'' dedi.

Arif büyük bir soğukkanlılıkla:

''Talat bodyguard olmamı istedi ben de oldum. Talat bizim çalışanımız. Bir gün Talat'la dertleşiyorduk. Talat'a her şeyden sıkıldığımdan, mut-suz olduğumdan bahsetmiştim. O da; 'Madem ki bodyguardlıkta mutlu olacaksın, bodyguard ol,' diye söyleyince ben de bodyguard olmaya karar verdim. Bodyguard olma fikrini aklıma sokan Talat'tır. Hatta Talat'ın karım Perihan'da da gözü olduğunu düşünüyorum. Bana kumpas kurdu adi. Belki o gece öldürdüğüm adamı da pavyona Talat yollamıştır,'' dedi. Bana, mutsuz olduğu günden bahsederken onu rencide etmemek için oluruna gittiğim cümlemi cımbızlayarak. Hakim, yaşadığı müddetçe babasının götüyle osuran Arif'in ifadesini aldıktan sonra sırayla hepimizi dinledi. Sağ olsunlar Nüvit Bey ve Perihan bana arka çıkınca olaydan yakamı sıyırdım. O iyi hâl, bu iyi hâl derken ve Arif'in öldürdüğü adamın pek de tekin birisi olmadığı gerçeğini de göz önüne alarak Arif'e on bir küsür yıl ceza kesti hakim. Jandarmalar Arif'i cezaevi arabasına bindirirlerken ''Seninle hesabımız bitmedi Talat. Göreceksin sen. Hele bir içerden çıkayım dünyayı zindan edeceğim sana,'' diye bağırıyordu Arif.

Nüvit Bey'in hatırı sayılır tanıdıklarını araya sokmasıyla cezaevinde iki kez ziyaret ettim Arif'i. Deli saçması sözlerle beni tehdit etmeye devam edince üçüncü ziyaretimi yapmamaya karar verip hiçbir şey yaşanmamış gibi, normal yaşantıma geri döndüm. Benim haberim yokken eve mektup yollamış, bana türlü küfür ve hakaretlerine yine devam etmiş manyak! Çok sonraları babamdan öğrendim bunu. Hatta babam haberim olmadan Arif'in beni affetmesini bile sağlamış. (Neyimi affedecekse artık.) Arif'le babam gel zaman git zaman bildiğin mektup arkadaşı olmuşlar. Yaptıkları hesaba göre de babam emekli olduktan altı ay sonra Arif de içerden çıkıyormuş. Anlaşıp, birlikte bir iç çamaşırı dükkânı açmaya bile karar vermişler. Kasaya da buram buram seks kokan 'Bayan J.' yi de oturttular mı bu iş tamamdır. Bakalım, Arif'le ortak işe girince babamı nerelerden toplarız artık Allah bilir. Seni tanıdığım o güne lanet olsun. Baba dostu, mal Arif!

 

ERSİN KURT, ŞİİRE SOYUNMUŞ. İYİ DE ETMİŞ

ERSİN KURT, ŞİİRE SOYUNMUŞ. İYİ DE ETMİŞ

 

Necmettin KOÇ (*)

 

Şiirleri, bana göre, çok güzel. ''Bana göre'' diyorum; çünkü, ben ağır soyut şiiri sevmiyorum. Ersin'in şiirleri hafif, Orhan Veli'den ileri, Süreya'yla aralı. Dozunda soyut. Sözle oynuyor ama anlamı söze feda etmeden. Anlaşılmazlığı şiirin ''gizem''i olarak görmeden, dizelerle rastgele oynamadan, serbest şiirin de ''uyaklı'' olması gerektiğini yadsımadan...

Dahası, dile egemen. Başka bir deyişle atının gemini de, gemisinin dümenini de istediği gibi yönetebiliyor. Noktalama ve yazım kurallarıyla da arası çok iyi. Ersin, bunları da tam dozunda kullanıyor.

Ersin KURT, inanıyorum ki, yakın zamanda şiir vadisinde adını duyurabilecek, ''Şair Ersin KURT'' olarak tanınacaktır.  Daha nice kitaplara...

 

(*) Anadolu Üniversitesi Eğitim Fakültesi Emekli Öğr. Gör.

 

KAYNAK: Necmettin KOÇ / Ersin KURT, şiire soyunmuş. İyi de etmiş (Eskişehir Sanat Derneği Dergisi, 2014)

Yazar: Necmettin KOÇ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör