Romancı. 1970, İstanbul doğumlu. ODTÜ Felsefe Bölümünü bitirdi. Hayatı Hakkında yeterli bilgiye erişilemedi. İlk romanı Kenarda 2003 yılında yayımlandı. Bunu diğer romanları takip etti. 2019’da çıkan Bir Dava adlı romanıyla beşinci romanı gün yüzüne çıkmış oldu. Kitapları hakkında bir hayli yazı yazıldı, kendisiyle söyleşiler yapıldı
Eserleri üzerine
Orhan Koçak, Yusuf Atılgan'ın Aylak Adam'ından yola çıkarak Tehlikeli
Dönüşler'i kaleme aldı. Behçet Çelik ve Barış Bıçakçı ile konuşmaları
Kurbağalara İnanıyorum adıyla kitaplaştı.
Romanları:
Kenarda
(2003), Gençlik Düşü (2006), Uzun Yürüyüş (2015), Son Adım (2017), Bir Dava
(2019)
Deneme-Mektup:
Kurbağalara
İnanıyorum (Barış Bıçakçı ve Behçet Çelik ile, 2016),
Ayhan Geçgin
İçin Ne Dediler?
“Dante,
“Büyük bir acı içinde bulunduğumuz zaman, yok olmayı vahşi bir zevkle düşünürüz,”
diyor. Ayhan Geçgin’in son romanı Uzun Yürüyüş’ü okurken -daha doğrusu romanın
kahramanının bazen arkasından bazen de yanından yürürken- birincil çabam onun
yok olmayı bu denli istemesinin ardındaki nedenleri çözmeye, bunlar için kafa
yormaya, her hareketi ve düşüncesinden bir ipucu yakalayıp içinde bulunduğu
acıyı çözmeye çalışmak oldu. Evet, kendini bir şekilde yok etmeyi düşünen ve
uzun bir yürüyüşe çıkan bir adamın roman boyunca, yürümesine, yol almasına
tanık oluyoruz Geçgin’in metninde.
Önce
belirteyim; Uzun Yürüyüş okunup, sayfa sonunda biten ve rafa kaldırılacak bir
metin değil. Bir kere okunan bir metin değil. Neden? Kendi adıma şöyle
diyebilirim; ben okumadım, daha gün ağarmadan yola çıkan kahramanla birlikte
son sayfaya kadar yürüdüm. Onu izledim. Bazen arkasından bakakaldım, bazen
yetişmek için hızlandım, bazen de onunla yan yana yürüdüm. Bu yürüyüş sahiden
uzun bir yürüyüştü ve varılacak somut bir varış noktası var mıydı yok muydu
bilmiyordum.
Geçgin,
varacağı yeri yazarken biliyor muydu, pek fikrim yok, romanın kahramanının da
yoktu. Ve somut olarak aslında vardığı bir yer de yok. Ve işin güzel yanı ise
tüm bunların bir önemi yok. Çünkü bu yürüyüş kanaatimce insan olmanın
bıkkınlığının üzerinden geçen, anlama ile anlamama duraklarında nefes kesen,
varlığı sorgulayan, varoluşuyla saç saça, tırnak tırnağa geçen ama çoğu zaman
da sessizce geçen bir yürüyüş.” (Sibel Oral, Cumhuriyet Kitap)
KAYNAKÇA:
Ayhan Geçgin: “Sanki dilin egemeni olan bizmişiz gibi bir hava var
yazılanlarda” | Mustafa Orman (edebiyathaber.net, 11 Kasım 2012), Sibel Oral /
Ayhan Geçgin'in yeni romanı: “Uzun Yürüyüş” (cumhuriyet.com.tr, 08 Nisan 2015),Ayhan
Geçgin (iletişim.com.tr, 02.11.2019).
AYHAN GEÇGİN:
“SANKİ DİLİN EGEMENİ OLAN BİZMİŞİZ GİBİ BİR HAVA VAR YAZILANLARDA”
Söyleşi: Mustafa
ORMAN
İki
aylık edebiyat-kültür dergisi “İzafi“den Mustafa Orman, Ayhan Geçgin ile
söyleşti:
İlk romanınız
Kenarda ile edebiyat dünyasına adım atmış oldunuz. “Kenarda” romanının
çıkışından önceki süreçten, yani hazırlık sürecinden biraz bahsedebilir
misiniz?
Bir
hazırlık sürecinden bahsedebilmem için size kitaba başlamadan önceki yıllardan,
yaşama ve yazma çabamdan bahsetmem gerekir. Bu da uzun –belki de kısa- ve
gereksiz olur. Sonuçta önemli olan kitaptır. Ben kitaplarımdan da kendimden de
bahsetmeyi pek beceremem.
Kenarda
romanıyla klasik roman anlayışından uzak bir yol izlemişsiniz. Her şeyi biraz
okurun inisiyatifine bırakmışsınız. Bununla neyi amaçladınız?
Yazarken,
belki genel olarak üstüne konuşabilinir ama öyle açık, kesin bir amaç var
mıdır, emin değilim. Amaç değil de, belki çok derinlerde, yazarın kendisinin de
bilmediği bir yerlerden gelen, neyin peşine düştüğünü bilmeksizin peşine düştüğü
bir şey, bir dürtü, bir arayış dürtüsü gibi bir şey söz konusu olabilir…
Belli
bir üslupla yazmak –adeta belli bir frekansa ayarlı olmak gibi- bir şeyleri de
dışarıda bırakmayı gerektirir. Üslup biliyorsunuz modern roman için söylenir.
Modern edebiyatla birlikte her şey üslup olur. Üslup bir araştırmaya, başlı
başına bir çabaya, arayışa dönüşür, eskisi gibi orada hazır, verili olan bir
hakikatin betimlenmesi değildir artık. Bizzat dilin kendisi bir duyma, algılama
organı gibi çalışmaya başlamıştır. Okurun konumu da değişir, okurun payına da
bir çaba, benzer bir arayış düşer.
Ama
tabii uzun süredir işler biraz değişmiş gibi görünüyor.
Ayrıca Kenarda
romanında, okura bir sır verilecekmiş umudu yaratılmış, roman bittiğinde bu
sırrı da öğrenemiyoruz. Neden böyle bir yol seçtiniz?
Ben
böyle düşünmemiştim. Ama sır güzel bir sözcük oldu. Özellikle, aşağı yukarı
Kenarda’yı yazdığım sıralardan itibaren Türkiye de, hepimizin bildiği,
hissettiği gibi, büyük, giderek hızlanan bir dönüşüm sürecinin içine girdi. Biz
de artık bir “açıklık” ya da “kanı toplumu” haline geldik, öyle görünüyor.
Duygularımızın, fikirlerimizin bize ait olduğunu düşünüyor, onları sürekli,
üstelik neredeyse içimizde oluşur oluşmaz hemen, ifade etmek zorundaymışız gibi
hissediyoruz. Bizi sürekli “açık olmaya”, “görünmeye” zorlayan böyle bir çağda
sır, sırrın doğası üzerine yeniden düşünmek güzel olabilir.
O
zamanlar genel olarak yazıda şöyle bir şey görüyordum: Yazarken sanki ikili bir
şey iş başındaydı. Bir yandan etkinlik, yapma, bir çalışma olarak işleyen güç,
öte yandan dipteki ters bir akıntı gibi, buna karşıt, zıt bir akış, yapılanı
söken, bir karşı-edim gibi işleyen, bir yapmama gibi beliren bir güç. Yazma
etkinliğinin içinde aynı zamanda tıpkı bir etkinlik gibi iş gören bir yazmama
varmış, sanki yazmak bu ikisinin artık ayırt edilmediği bir yere doğru
çekilmekmiş gibi.
Tüm
bunları başka türlü söylemek gerekirse, yazı bana kalırsa bir araçtır, şimdiki
durumdan, bizi ne yaşayan ne de ölü kılan şimdinin hapishanesinden çıkışın, bir
yaşam olanağının -şüphesiz sanal bir yüzeyde- araştırılmasıdır. Bu açıdan
kendisinde kendi sonunu isteme, kendi silinişini arzu etme gibi bir şey
barındırır. Ama tuhaf bir araçtır. Zira aynı zamanda, çocukların oynamasına
benzer bir biçimde kendisi için olan, amacı kendinde olan bir şeydir de. Bu iki
çelişik şey nasıl yan yana gelmektedir? Doğrusu açık bir yanıtım yok.
İlk olarak
Kenarda daha sonra Gençlik Düşü son olarak da Son Adım romanınız yayımlandı. Bu
romanlarla, oluşturmaya çalıştığınız toplumsal bellek nedir?
Bunu
sanırım başkaları yanıtlamalı…
Eleştirmenlerin
ve okurların, edebiyatınızı kısmen veya tamamen anlayamadıklarını düşünüyor
musunuz?
Eleştiri
kurumlara bağlı bir iş gibi gözüküyor, yani üniversitedeki bölümlerden
dergilere, başka araçlara, işleyen, üreten, üretmeye zorlayan bir mekanizmanın,
bir ortamın sonucudur. Bu, söylemek bile fazla, yok. Bugün eleştiri birkaç
kişinin kişisel çabasına kalmış görünüyor. Gitgide de gazetelerin kitap eki
sayfalarına sıkışıyor, tanıtım metinlerine dönüşüyor. Eleştiri eksikliğini
duyduğumuz bir şey.
Gençlik Düşü
romanında felsefi bir sorunu hikâye ile diriltme yoluna gitmişsiniz. Fransız
yazarlardan da gördüğümüz bu yol, tekrara düşme tuzağını da sizce beraberinde
getirmiyor mu?
Nasıl
bir felsefi sorun, bunu biraz açsaydınız iyi olurdu. Ama olabilir. Gençlik
Düşü’nde beni rahatsız eden şeyler var.
Romanlarınızdaki
felsefi sorunların çağrışımı, okura kısa bir zaman diliminde anlaşılma olanağı
vermiyor –vermemeye de devam ediyor-. Katılıyor musunuz?
Okur,
bir topluluğa işaret ettiği kadarıyla genel, soyut bir sözcük. Okumak ise daha
çok birebir, karşılaşmaya benzer, canlı, sürüp giden bir ilişkidir. Anlamak,
anlaşılmak bu ilişkinin çok küçük bir parçasını içeriyor olabilir.
Son Adım
romanıyla ustalığa adım attığınızı düşünüyor musunuz?
Geçen
aylarda bir vesileyle yeniden Kafka’yı okudum. Günlüklerini karıştırırken şöyle
bir nota rastladım. Şöyle diyor: “Diretme. Belli bir biçimde gelişmek
istemiyorum; istediğim yerimi değiştirmek… Hemen kendi yanı başımda dikilmem,
üzerine dikildiğim yeri bir başka yer olarak algılayabilmem bana yetecektir.”
((Kâmuran Şipal çevirisi). Burada birçok şey var, ama soruyla ilgili olarak
şunu söyleyebilirim. Kafka’da sorun, ustalaşmak ya da benzer biçimde
olgunlaşmak, sonunda da hayranlık duyduğunu bildiğimiz Goethe türünden bilgelik
dolu bir yaşlılığa erişmek olmamıştır. Bu belki de uygarlık dediğimiz şeyin
süregelen, egemen imgesidir. Yaşamın çocukluktan yaşlılığa aşama aşama gelişip
olgunluğa, tamlığa doğru evrilmesi. Nasıl insan hayvandan daha üstünse,
yaşlılık da çocukluktan üstündür. Kafka’ya geldiğimizde bu klasik imge artık
geçerli değildir, hatta bir tuzağa, ayartıya dönüşmüştür. İşler çok daha
ciddileşmiştir.
Demek
ki ustalaşmakla kendi konumuna iyice yerleşmekle, orada adeta kök salmakla
yakın bir ilişki var. Kafka’nın ne yaptığı iyi biliniyor. Bu konumun altını,
tabii yazı yoluyla, tıpkı toprağın altından bir tünel açmak gibi eşelemek,
Redpotter’ın dediği gibi buradan-şimdiden çıkmanın bir yolunu bulmak.
Ama
elbette sorun daha karmaşıktır. Lafı uzatmak istemem. Bir iki çizgiyi
belirlemek gerekirse, aslında hiçbir insan kendi konumuna tam olarak
yerleşemez. Hep bir aralık ya da kayma gibi bir şey vardır. Bu aralık yaşam
imkânıdır. Dolayısıyla aslında tam da böyle bir imkân olduğundan kendi
konumumuzu sürekli üretebilmekte, adeta kendimizi hep aynı konuma mahkûm
edebilmekteyiz. Yine öte taraftan bu aynı güç başka olanakların
araştırılmasına, arayışına da izin veren şeydir. Diğer bir nokta şu olabilir:
Gerçekte tek bir konum diye bir şey yoktur. Bir konum hep birçok konumdan
oluşur. Benzer biçimde kendilik de tek bir şey değildir, birçok şeydir. Böyle
konulursa, sorun öyleyse ustalaşmak sorunu olmayacaktır.
Romanlarınızda
en ufak ayrıntıda bile dile olan itina gözden kaçmıyor. Kurduğunuz yarım
sayfalık cümleler de bunu kanıtlıyor. Edebiyat yapmak öncelikle dil yaratmakla
başlar, diyebilir miyiz?
Üsluptan
bahsederken buna biraz değinmiş oldum. Ama bugün işler değişmiş gibi, dedim.
Değişen nedir? Eskiden, Türkiye’den bahsediyorum, iyi metinlerde dil işçiliği
denen şeyi sezerdik. Hatta yazar da bu, dil baskısı diyebileceğim bir şey
yüzünden bir tür tutukluğa bile yol açıyordu. Bugünse sanki dil yeniden, artık
hangi mucizeyle bilemiyorum, saydamlaşmış,
yeniden düşüncelerimizin bir ifade aracına dönüşmüş, sanki dilin egemeni
olan bizmişiz gibi bir hava var yazılanlarda. Yani eskiden tutukluğa, dile
getirme zorluğuna yol açan şey, şimdi adeta karşımıza bolca sözcüğün döküldüğü,
gevezelik kılığında bir dilsizlikle çıkıyor.
Son dönem Türk
edebiyatında ilgiyle takip ettiğiniz isimler var mı?
Az
çok yaşıtlarım olan yazarlar arasında Hüseyin Kıran’ı ilgiyle, hayranlıkla
takip ediyorum. Resul çok iyi, biricik bir kitaptır. Kıran’la karşılaştırınca
adeta öteki uçtaymış gibi duran Barış Bıçakçı’yı yine ilgiyle takip ediyorum.
Sinek Isırıklarının Müellifi’ni zevkle okudum.
Şimdi
eleştiri meselesine dönersek, eleştirinin bugünkü durumu açısından bunu
söylemek fazla mı olur bilemiyorum ama söylemek isterim. Bu iki yazar hakkında
ya da genel olarak genç yeni yazarlar hakkında yazılmış bir eleştiri kitabı ya
da bir metin çözümlemesi var mı? Çıkan eleştiri kitaplarının neredeyse hepsi
ısrarla eski isimler üzerine konuşmayı sürdürüyor. Peki ama, son yirmi yıldır
bu insanlar ne yazıyor, ne yapıyor, nasıl bir dünyayı canlandırıyorlar? Bu
yapıtlar iyi de olabilir, kötü de, kastettiğim şey, neden öyle ya da böyle
olduğunun, bu yapıtları ortaya çıkaran (ve tabii bu yapıtların ürettiği) güçlerin anlaşılmasına yönelik eleştirel bir
çaba. Biri eskiler hakkında ne kadar yazıldı ki derse, şüphesiz haklıdır. Ama
dediğim şu: Eskiye bu vurgu neden? Tersi bir düşünce de neden izlenmesin? Belki
yeni olan, eskiyi daha iyi açıklayacaktır? Ama kim bilir belki, yeni yazarlar
kendi eleştirmenlerini de çıkaracaktır.
Son
olarak şunu da değinmek isterim. Az çok önceki söylediklerimle de ilişkili
olarak. Önceki on yıllarla karşılaştırıldığında yazılanların çokluğuna,
görünüşteki çeşitliliğine rağmen piyasa denen şu gizemli şey, genel, bildik ya
da egemen eğilimlerin dışında yazmaya çalışanları ya eliyor ya da görünmez hale
getiriyor. Yazarı ya kendisine uygun biçimlerde yazmaya ya da yok olmaya
zorluyor. Eskiden yazarı hapse atar, kitapları yasaklarlardı -şüphesiz bu
sürüyor- ama bugün daha etkili bir yöntem var. Eski tecrübelerden edebiyatın
devlet tarafından nasıl öldürülebileceğini çok iyi bilmekteyiz, ama anlaşılan
piyasa tarafından nasıl öldürülebileceğinin henüz yeterince farkına değiliz.
KAYNAK:
Ayhan Geçgin: “Sanki dilin egemeni olan bizmişiz gibi bir hava var
yazılanlarda” | Mustafa Orman (edebiyathaber.net, 11 Kasım 2012).
Ayhan
Geçgin kendine özgü dili ve dünyası ile dikkat çeken bir yazar. Onu “Kenarda”
ile tanımıştık, ardından “Gençlik Düşü” ve “Son Adım” adını taşıyan romanları
geldi. Şimdi ise “Uzun Yürüyüş”. Romanı, Sibel Oral değerlendirdi.
Yere
abanan adımların dünyasında
Dante,
“Büyük bir acı içinde bulunduğumuz zaman, yok olmayı vahşi bir zevkle
düşünürüz,” diyor. Ayhan Geçgin’in son romanı Uzun Yürüyüş’ü okurken -daha
doğrusu romanın kahramanının bazen arkasından bazen de yanından yürürken-
birincil çabam onun yok olmayı bu denli istemesinin ardındaki nedenleri
çözmeye, bunlar için kafa yormaya, her hareketi ve düşüncesinden bir ipucu
yakalayıp içinde bulunduğu acıyı çözmeye çalışmak oldu. Evet, kendini bir
şekilde yok etmeyi düşünen ve uzun bir yürüyüşe çıkan bir adamın roman boyunca,
yürümesine, yol almasına tanık oluyoruz Geçgin’in metninde.
Önce
belirteyim; Uzun Yürüyüş okunup, sayfa sonunda biten ve rafa kaldırılacak bir
metin değil. Bir kere okunan bir metin değil. Neden? Kendi adıma şöyle
diyebilirim; ben okumadım, daha gün ağarmadan yola çıkan kahramanla birlikte
son sayfaya kadar yürüdüm. Onu izledim. Bazen arkasından bakakaldım, bazen
yetişmek için hızlandım, bazen de onunla yan yana yürüdüm. Bu yürüyüş sahiden
uzun bir yürüyüştü ve varılacak somut bir varış noktası var mıydı yok muydu
bilmiyordum.
Geçgin,
varacağı yeri yazarken biliyor muydu, pek fikrim yok, romanın kahramanının da
yoktu. Ve somut olarak aslında vardığı bir yer de yok. Ve işin güzel yanı ise
tüm bunların bir önemi yok. Çünkü bu yürüyüş kanaatimce insan olmanın
bıkkınlığının üzerinden geçen, anlama ile anlamama duraklarında nefes kesen,
varlığı sorgulayan, varoluşuyla saç saça, tırnak tırnağa geçen ama çoğu zaman
da sessizce geçen bir yürüyüş.
YERE
ABANAN ADIMLARIN DÜNYASI
Şu
ana kadar okuduklarınız kafanızı karıştırmış olabilir. Eğer öyleyse bu iyi.
Karışmış kafadan daha iyisi yoktur çünkü düşünürsünüz. Bu romanda kahramanın ve
anlatıcının kendine sorduğu sorular, bence aynı zamanda okuyanına da, insanlığa
da sorduğu sorular.
“İnsan
sesinden duyduğum bu acı nereden geliyor? (…) İnsanın yalnızca kendi gücüyle,
bu dünyada var olması olanaklı değil mi? Çevresindeki insanlardan aldığı güçle
değil, onaylamalar, sevgiler, nefretlerle değil, kendi içinden doğan güçle (…)
herkesin bir kimsesi olmak zorunda mı? (…) Kalabalığa bakıp nasıl bir kalabalık
bu, diye kendine sordu, nasıl bir dünya bu? Aklında insanlar değil, sadece
geçip giden ayakların hareketi kalıyordu. Ayaklara bakılırsa hızlı ayakların
dünyası, yere abanan adımların dünyasıydı bu…”
Kahramanın
sorduğu “İnsanın yalnızca kendi gücüyle, bu dünyada var olması olanaklı değil
mi?” sorusu roman, yani yürüyüş boyunca kafamda çok kez tekrarlandı. Sahiden de
insan çevresindeki insanlardan aldığı güçle değil, onaylamalar, sevgiler,
nefretlerle değil, kendi içinden doğan güçle yaşayabilir mi? Ya da bir insanın,
hele ki bu çağda derdi neden bu olsun? Tamamıyla saf bir tek başınalık… Mümkün
mü, gerekli mi?
Metinler
metinleri, kitaplar kitapları çağırır. Bazı metinler vardır ki korkutucu olduğu
kadar kışkırtıcıdır da sorduğu sorularla. İşte bu soruyu soran ve okura
sorduran Uzun Yürüyüş’ü elimden bırakıp başka bir kitaba doğru yürüdüm. Yıllar
önce okuduğum Rollo May’in Yaratma Cesareti adlı kitabından bir bölümdü bu.
“BU
BENİM YOK OLMA ALIŞTIRMAM OLACAK”
''Zamanımızın
bir özniteliği birçok insanın tekbaşınalıktan korkmasıdır. Yalnız olmak,
kişinin toplumsal bir başarısızlık içinde olduğunun işaretidir, çünkü kimse
elinde olsa yalnız olmazdı. Bana öyle geliyor ki, modern telaşe uygarlığımızda
yaşayan insanlar, radyo ve TV'nin sürekli bangırtısı arasında, kendilerini
ister TV izleyiciliğinin edilgenliği cinsinden olsun, isterse konuşmanın,
çalışmanın ve etkinlik için etkinliğin cinsinden olsun, her çeşitten uyarıya
tabii kılarak, sürekli meşgaleler yüzünden bilinçdışının derinliklerinden çıkıp
gelecek kavrayışlara yol açmayı gitgide daha zor buluyor. Şüphesiz bir birey
usdışından- yani, deneyimin bilinçdışı düzeylerinden- korkuyorsa, sürekli
meşgul kalmaya, çevresinde en yoğun gürültüyü muhafaza etmeye çabalar.
Tekbaşınalığın kaygısını, sürekli kışkırtılan oyalanma ile önlemek,
Kierkegaard'ın güzel bir teşbihle belirttiği gibi, geceleri tencere tava çalıp
kurtları uzak tutmak için yeterince patırtı çıkartmaya çalışan ilk Amerikan
göçmenlerinin tavrıdır. Bilinç dışımızdan gelecek kavrayışları yaşamımıza
alabilmek için, kendimize tek başına olabilme yetisini kazandırmak zorunda
olduğumuz açık.''
Bu
bölümdeki “tek başına olabilme yetisinin” işaret ettiği yer Geçgin’in
kahramanını anlama çabama katkısı oldu. Neden tek başına kalmak istiyor? Tek
başına olmaktan, yalnız kalmaktan korkan bireyleriz. Ve gelişen dediğimiz,
hayatımızı kolaylaştıran dediğimiz birçok “şey” sayesinde de bir yerlere yahut
görüşlere ait olduğumuzu gösteririz. Mevcudiyetimiz, varlığımızın yegâne ispatı
aidiyetten geçiyor. Geçgin’in kahramanı hiçbir yere/görüşe ait değil. Hiç
kimsenin bir şeyi değil. Yarına ait olmadığı gibi düne de ait değil. Yanılsama,
umut, beklentiler gibi “zırvalara” da ait değil. Ölüme mi ait peki? Bilmiyoruz
ama bir yerde şöyle diyor: “Önceden, diye düşünmeyi sürdürdü, belki bir
ölüydüm, ölmüştüm, belki hâlâ öyleyim, ölüyüm. Ölme işim bitmedi, ölmeyi
sürdürüyorum. Yine de, sonunun nasıl biteceğini bilmediği bu girişimi, içinde
hâlâ canlı bir şeylerin olduğunu söylemiyor mu? (…) Artık açık bir hedefi var.
Şehrin dışına çıkmak, geniş bir ova, sessiz bir dağ eteği bulana kadar arkaya
bakmadan yürümek. Sonunda, diye düşündü, her şeyi unutmak, insan olduğumu bile
unutmak istiyorum. Kendimi parça parça, ip ip geriye doğru sökeceğim. Şimdi
sessizleşeceğim, gözlerimi kapatacak, bir süre hiçbir şey düşünmeyecek, hiç
kımıldamayacağım. Bu benim yok olma alıştırmam olacak.”
“ŞEHİR”
VE “DAĞ”
Bir
parantez açalım. Roman, “Şehir” ve “Dağ” adlı iki bölümden oluşuyor. Şehir
parklarda, çöplerde, kalabalıkta, insan sesiyle sürüyor. Geçgin romanının esin
kaynaklarından birinin Hüseyin Kıran’ın romanları olduğunu belirtmiş. Kıran’ın
Benim Adım Meleklerin Hizasına Yazılıdır ve Gecegiden romanları geldi aklıma…
Kıran’ın Ruhi Bey’i ve Gecegiden’deki hayatla ölümün varoluşla insanın
(canlının) kendini didik didik etmesi geldi. Uzun Yürüyüş ağır adımlarla
fısıldaya fısıldaya ilerleyen bir metin. Şehir bölümünde kahramanın Gezi Parkı
Direnişi sırasında polisler tarafından zalimce dövülmesi ve sonrasında “seni
buraya çapulcular getirdi,” diyen doktor Selma’nın kahramana ona bir hayat
sunmaya çalışması nafile bir çaba… Ki öncesinde çöp toplayıcılarıyla birkaç gün
geçiren ve ona arka çıkmaya çalışan Mahmut’un çabası da nafile. Kahramanımız
hiçbir şey istemiyor. Adı da dahil. Bu yüzden çöp toplayıcısı Mahmut adını
sorduğunda ona Erkan, doktor Selma sorduğunda ise Mahmut diyor. Şehir bölümünde
insan sesiyle sürerken Dağ bölümünde ise kendi iç konuşmaları dışında asıl ses
doğaya ait. Salyangoz, toprak, ağaç, kırlangıç ve uçak sesi… Uçak; savaş uçağı.
Dağda savaş var. Bölgede Kürtçe konuşuluyor ve tabii ki her şey şüpheli. Taş
atan çocuklar, her yere karakol yapıyorlar diye yakınan köylüler, kendisiyle
dalga geçen jandarmalar ve sonunda varılan dağın tepesinde zulümden kaçanlar,
özgürlük için savaşan gerillalar…
Toprak
yiyor, böcek yiyor, bilmediği otları yiyor. Mağarada yaşıyor. Delikte,
çırılçıplak bazen. Sonra bir kız. Dilini bilmediği, zulümden kaçan
akrabalarının ölü bedenlerini hayvanların parçaladığı, Kürtçe bilmediği için
konuşamadığı ama ölümden kurtardığı bir kız çocuğu… Artık yürümüyor, bir dağın
tepesinde ne yaşıyor ne de şehirdeki kadar sorular soruyor. Duruyor, günlerin
çemberi dönüp duruyor. Bu sırada hayatını kurtardığı kızın “insanları” geliyor;
gerillalar. “Dağlar bile özgür değildir, tutsaktır. Tüm doğa tutsaktır,” diyen
gerillalar… Biri soruyor “Seni bu dağa ne getirdi?” diye adını bilmediği ve
“meçhul adam” diye seslendiği kahramanımıza. “Bir hayat arıyorum,” diye cevap
veriyor. Sonra, gerilla “Hayat özgür değilse, hayat değildir. İnsan dağa niye
çıkar? Özgür değilse çıkar, özgürlüğü için çıkar. Sen buraya kadar doğrusun.
Ama kanımca senin yolun çarpık bir yol olmuştur. Neden? Çünkü tek başına
özgürlük olmaz meçhul adam, ondan. Tek başına kurtuluş olmaz, ondan” diyor ve
“Halk özgürleşmeden olmaz, olamaz,” diye bitiriyor sözünü. Peki, ne yapacaksın
sorusunun yanıtı ise “Bekleyeceğim!” oluyor.
OKUR
VE METİN BAŞ BAŞA
Geçgin’in
romanını derinlikli bir şekilde özetleyebilmek biraz güç. Çarçabuk okunan ve
hakkında hemen, romanın derinliğini kısa sürede kavrayıp yazılacak bir metin
değil. Romanı okurken çok kez “Ama neden?” diye soruyorsunuz evet ama bu
sorunun yanıtını soracak “kimse” yok. Ağır adımlarla, insan olmaya, insan
kalabilmeye değil de “canlı” olmaya ya da bunun dünya üzerindeki anlamına dair
zaman zaman iç burkan zaman zaman da insanlığımıza dair sorular sorduran bir
metinle karşı karşıyayız. Böyle metinlerin tırnak içinde “sorgulayıcı” yanının
bazı tuzakları vardır. Dünyayı, insan olmayı, toplumu, bireyi çok şahane vurucu
cümle ve sorularla daha doğrusu süslü aforizmalarla okuru bam telinden vurma
çabasına girişebilir yazar. Geçgin, bunu yapmamış ki zaten onun
edebiyatımızdaki duruşu -ne mutlu bize ki- izin vermez. Uzun Yürüyüş, üzerine
yazara sorular yöneltilecek bir roman da değil, bunu romanı ikinci kez
okuduğumda fark ettim. Soruları yazara değil, kendine yöneltiyorsun çünkü. Asıl
muhatap sensin. Ve sanki yazar da yok gibi. Metinle, roman kişisiyle baş başa
bırakıyor okuru, araya girmiyor ve o roman bitse de yürüyüş devam ediyor. Uzun
Yürüyüş iyi bir roman, okuyup yürüyebilene ne mutlu…
Uzun
Yürüyüş/ Ayhan Geçgin/ Metis Yayınları/ 160 s.
KAYNAK:
Sibel Oral / Ayhan Geçgin'in yeni romanı: “Uzun Yürüyüş” (cumhuriyet.com.tr, 08
Nisan 2015).
Ayhan
Geçgin’in romanlarını okurken kapılacağımız ilk izlenim, yazarın düşlere ve
düşüncelere yer açmada gösterdiği inatçı çaba olacaktır. Romanın nesnel
boyutunu gerilerde bir yere hapsetmeyi göze alan, düşünen öznenin bilincinin
sınırlarını kollayan böylesi bir tutum, en parlak ve geniş yansımasını Gençlik
Düşü’nde bulan bu bir çeşit ‘hayal işçiliği’, kimi zaman okuduğumuz satırları,
birbirlerine açılan rüya kapıları gibi sorunsuzca genişleyen paragrafları ve en
nihayetinde bütün bir romanın aklımızda bıraktığı yarı dalgınlığa benzer
uyanıklık halini yavaş yavaş kalıcı bir anıya çevirir. Titizlikle irdelenen
onca düşünce parçacığı ve uzun betimlemelerden sonra, elimizdeki kitabın
zihnimizde birtakım anılarla birleşebildiğini görmek ise, bütün bir okuma
sürecinin az çok olması gerektiği gibi, bir bütünsellik içinde olup bittiğini
gösterir ki, bence yazarın asıl mahareti de burada yatar: Kitap hem bizi
merkezinde bir yere davet eder, hem de bazen o kadar uzaklaştırır ki en sonunda
bir merkezi olduğunu bile unutturur: Son Adım’da en ideal halini bulduğunu
düşündüğüm bu denge, düşüncelerle olgular arasındaki sürekli salınım durumu
etrafında dolanmak istiyorum biraz.
Belki
de buna kısaca ‘hayatın bilinci’ demeliydim, çünkü yaşlı ve hasta babaannesiyle
yaşayan Alisan karakterinde bu bilinç, diyelim Gençlik Düşü’nün genç adamına
kıyasla daha fazla dışa, güncel dünyaya ve kişilere dönüktür. Daha ileri bir
yaşta olduğunu gördüğümüz, en azından para kazanmak ve hayatını idame ettirmek
zorunda olacak kadar ‘hayata dönük’ Alisan’ın, romanın ilk uzun bölümünde,
hayallerinin ve düşünceli halinin gerçekleri yönetmede yetersiz kaldığını,
sürekli bakılmak durumunda olan yaşlı bir kadının şahsında hep bir tür
çıkışsızlık içinde bulunduğunu hemen sezeriz. Bu bağımlılık ve sorumluluk
duygusu, Alisan’ın zihninde bazen suçlulukla ve belli belirsizce aşılsa da,
kendisini daima dışarıdan gözleyen bir üçüncü göz onun önüne daha çok gizli bir
hesap defteri gibi şimdiye dek yaptıklarını ve yapması gerekenleri serer:
Özellikle hastalığının alevlendiği zamanlarda babaanneye katlanmak (çoğu yaşlı
insan gibi alıngandır da biraz), günlük bakımını yapmak, yatağından tuvalete taşımak
ya da alelacele hastaneye yetiştirmek ister istemez izlenimlerinin daralmasını,
Gençlik Düşü’nde karakterin belirgin bir çevredense sanki bütün bir yeryüzüne
açılıyormuş gibi görünen bağımsız düşüncelerine kıyasla hep biraz denetim
altında tutulmasını neredeyse zorunlu kılar.
Yaşlı
kadının gittikçe daha da kötüleştiği, böyle bir durumda yapılması gereken her
şeyin biraz beceriksizlikle ve buna eşlik eden kararsız, özgüveni düşük bir ruh
haliyle düşünülüp kotarıldığı tüm bu süreç sessiz torun için bir yanıyla
aslında bir beklentiye vesile gibidir; ama, elbette, böyle bir şeyin de
ötelenmesi gerektiğini, sayfalar döndükçe biz de doğallıkla kabulleniriz çünkü
ölüme doğru giden bir hayatın, gözlerinin önünde her an daha da ufalıyormuş
gibi duran bu yaşlı bedenin doğurduğu etki, düşünceler kadar ve belki de daha
derin bir yolla hislere yakındır. Bu anlamda Gençlik Düşü’nde soğukkanlılıkla
ilerlettiğimiz hikâyenin ve kulak kabarttığımız insan ilişkilerinin aksine, Son
Adım’da dokunaklı bir yön daha ağır basar; ama bu durum karakterlerin
birbirlerinden çok ayrı düşmesinden değil, onları çevreleyen kişi ve
ilişkilerin farklılaşmasından ileri gelir. İlkinde sürekli ‘değerlendirilen’
bir uzaklıktayken, ikincisinde bunun tam aksine artık bir parçası olunması
gereken daha yaşamsal bir niteliğe bürünmüştür bu çevre. Gençlik Düşü’nde her
söz, şahit olunan her olay genç adam için hemen derin düşüncelere kapılmaya
vesileyken, Son Adım’da düşünceler hayat tarafından az çok ketlenmiş gibidir:
Ya da, daha uygun bir ifadeyle, ikisi birbirlerine pek de uzak durmazlar. Hâlâ
hayalci olabilen, ama bir yanıyla ‘kaderine de teslim olmuş’, bildiğini tam da
okuyamayan biridir Alisan.
Hayatına
birdenbire bir kadın; felçli babası ve on beş yaşındaki oğluyla yaşayan dul
komşu kadın Kader girince Alisan’ın dünyası baştan aşağı değişir. Elbette somut
fiziksel hayatından büyük bir kopuş değildir bu; yine de artık her gün eve
girip çıkmaya başlayan bu kadın, babaanneden gizlice arka odada geçirilen
yalnızlık anları ve yoğun cinsellik, hiç olmadığı kadar sahicidir ve ağır bir
gerçeklik halini iliklerine dek hissedilen daha keskin başka bir gerçekliğin
gittikçe gölgeliyor olması, bu hayata bir soluklanma fırsatı verir: Bu iki
yalnız insan arasında sınırlarına dek vardırılan arzu ve kurulan yeni ilişki,
kitabın artık gerilerde kaldığını hissettiğimiz sıkıntılı ilk kısımlarıyla, hiç
ummayacağımız bambaşka bir kaderle Alisan’ı bekleyen ikinci bölümü arasında çok
hafif bir geçiş gibidir ve yaşanmakta olan bir hayale benzemesiyle ikisinden de
ayrılır. Babaannenin sürekli değişen durumuyla kesintiye uğrayarak süren bu
anlar, bu saatler ve yaşlı kadının ölümünden (bu sahne benzersizdir) sonra evde
geçirdikleri uzun bir gün, birbirlerine gittikçe bağlanan bu iki kişinin
düşüncelerinin de aynı zamanda bir bütün oluşturduğunu ve romanın özgül
dünyasına gereken canlılığı ve umudu katabileceğini gösterir. Ama babaannenin
ölümü hâlâ tam bir son değildir çünkü vasiyet ettiği gibi İstanbul’dan çok
uzaklardaki köyüne gömülmesi gerekmektedir.
Kısa
sürede dönme düşüncesiyle varılan bu uzak yer (Düzova), Alisan uzun yaşamı
boyunca hep öteleyip kaçtığı akrabalarına yakınlaştıkça (arada her biri
hakkındaki düşüncelerini, izlenimlerini öğreniriz) önceleri uzak ve belirsiz
bir ihtimal, derinden derine bir duyumsama şeklinde de olsa, giderek farklı bir
yaşam biçimini çağırır. Romanın bundan önceki bölümünde Alisan’ın gizli bir alt
akıntı gibi zihninin oyuklarında sakladığı birçok düşüncenin bir tür sağlaması
olarak da görülebilecek ve daha en başından kuşkulu bir görünüm barındıran bu
uzak diyardaki sahneler, taşıdıkları gerçeklik etkisiyle, yavaş yavaş
hayallerin yerini alırken Kader ve bütün bir önceki yaşam da bir soru
işaretine, daha doğrusu geride bırakılabilecek bir ihtimale dönüşür. Ama bu
durumun, düşüncede de olsa üzerine gidilerek değil, daha çok ‘başa gelecek’
başka bir tür kader gibi yaşandığını da, köyün ve bir toplumun gerçekliği
kendini her an duyumsatırken fark ederiz. Alisan’ın iç acıtıcı gerçeklerin
içine düşmüş bir hayal kişisi gibi varlığının zaman zaman belirsizleştiği ve
romanın son kısımlarında da göreceğimiz gibi aslında yabancısı olduğu kirli
politik bir cenderede hiçe sayıldığı bütün bu olaylar silsilesi, kaderinden
uzaklaştığı mı yoksa ona yakınlaştığı mı belli olmayan bir yolculukta attığı
artık bu son adımlar, herhangi bir payının olmadığı bir hayatta ona biçilen
rolün çok ağır, bundan böyle iç sesinin eşlik edemeyeceği kadar ağır olduğunu
gösterir.
Son
Adım, yaşıyor gibi göründüğümüz hayatların aslında bize ait olup olmadığı, bir
hayatın ve bunun iradesinin nerede başlayıp nerede bittiğine dair güçlü bir
fikir sunuyor. Bu fikri edinebilmemiz ya da ona yaklaşabilmemiz içinse nasıl
bir hayat sürmemiz gerektiği sorusu, işte bu hayatı kabullenmeyi gerektiren
sessiz sorgulama ve bunun dinmeyen bilinci, romanın başından sonuna derin bir
hakikat gibi parıldıyor. Belki de asıl soruyu yaşarken kendimize asla
soramayacağımızı biliyoruz da, romanı okurken kuvvetle hissettiğimiz gibi,
ürkütücü bir biçimde birbirinin yerini alan herkes ve her şey bizi buna zorluyor.
Ama bir hayat vardır, oradadır, ve belki de yaşanıyor ve yaşanmıştır: Alisan’ın
son kez düşündüğü gibi; her yaşam aslında eksiksiz ve tamdır.
KAYNAK:
Erhan Sunar – edebiyathaber.net (19 Ağustos 2016)