Erhan Sunar

Romancı, Çevirmen, Eğitimci

Doğum
Eğitim
Orta Doğu Teknik Üniversitesi

Eğitimci,  roman yazarı, çevirmen. 1984 yılında Diyarbakır'da doğdu. Diyarbakır’ın tanınmış gazetecilerinden Ekrem Sunar’ın oğludur.  1984 yılında Diyarbakır’da doğdu. Çocukluğunun küçük bir bölümü ve üniversite eğitimi dışında hep bu şehirde yaşadı. Diyarbakır Anadolu Öğretmen Lisesi’ni 2002 yılında bitirdikten sonra Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nde İngilizce Öğretmenliği okudu.

Edebiyata derin ilgisi lise yıllarında şekillenmiş ve üniversite döneminde yazmaya başlamasıyla kalıcılık edinmiştir. Edebiyat dışında resim ve fotoğraf sanatına büyük ilgi duyuyor.

İlk romanı “Veda Oyunu” manzum bir Kürt edebi destanı olan Mem û Zîn’in amatör bir tiyatro ekibi tarafından oyunlaştırılması üzerine kuruludur. Ardından yazdığı “Ölüm ve Adam” romanı 1982 yılının Diyarbakır’ında işlenen siyasi bir kaçırma olayını konu edinerek edebiyat ve düşünce üzerine gerçekçi bir kurgu sunar.

 “Geceden Önce” isimli romanı İngiliz ressam James Whistler’in kültleşmiş bir tablosunu kopyalayan genç bir ressamın hayallerini ve duygu karmaşalarını bir aile dramıyla iç içe verir. Yazar kendi yayıncısı olan Alakarga Sanat Yayınları’nın edebi bir projesi dahilinde genç okurlar için Nâzım Hikmet’in hayat hikâyesini kurgusal bir biyografya türünde yazdıktan sonra yayımlanmış son romanı “Diğer Yarısı – Fotoğrafçının Elkitabı”nda iki muhabirin ortak bir fotoğraf kitabı hazırlama serüvenini yarı belgesel tarzda işlemiştir.

Yazar çeşitli matbu dergi ve dijital yayınlarda edebiyat ve sanat üzerine yazılar kaleme almış olup, düzenli olarak halihazırda “Oggito” kültür-sanat sitesinde yazmaktadır. 

Amerikalı yazar Joyce Carol Oates’ten iki roman çevirisi de (İlk Aşk ve Kapılarımı Kapatıyorum) bulunan yazar halen Diyarbakır’da İngilizce öğretmenliği yapmakta, edebiyat çalışmalarını sürdürmektedir.

 

ESERLERİ:

 

Roman: Veda Oyunu (2014), Ölüm ve Adam (2016), Geceden Önce (2017), Nazım Hikmet Tepeden Tırnağa İnsan (2017), Diğer Yarısı Fotoğrafçının Elkitabı (2018).

 

Çeviri (Joyce Carol Oates’dan):  İlk Aşk (2015), Kapılarımı Kapatıyorum (2017).

 

KAYNAK: Erhan Sunar – Kitapları (alakarga.com.tr, idefix.com, dr.com.tr, kidega.com, 02.11.2019), Erhan Sunar (Bilgi teyidi, 026.11.2019).  

“SON ADIM”A DOĞRU

Ayhan Geçgin’in romanlarını okurken kapılacağımız ilk izlenim, yazarın düşlere ve düşüncelere yer açmada gösterdiği inatçı çaba olacaktır. Romanın nesnel boyutunu gerilerde bir yere hapsetmeyi göze alan, düşünen öznenin bilincinin sınırlarını kollayan böylesi bir tutum, en parlak ve geniş yansımasını Gençlik Düşü’nde bulan bu bir çeşit ‘hayal işçiliği’, kimi zaman okuduğumuz satırları, birbirlerine açılan rüya kapıları gibi sorunsuzca genişleyen paragrafları ve en nihayetinde bütün bir romanın aklımızda bıraktığı yarı dalgınlığa benzer uyanıklık halini yavaş yavaş kalıcı bir anıya çevirir. Titizlikle irdelenen onca düşünce parçacığı ve uzun betimlemelerden sonra, elimizdeki kitabın zihnimizde birtakım anılarla birleşebildiğini görmek ise, bütün bir okuma sürecinin az çok olması gerektiği gibi, bir bütünsellik içinde olup bittiğini gösterir ki, bence yazarın asıl mahareti de burada yatar: Kitap hem bizi merkezinde bir yere davet eder, hem de bazen o kadar uzaklaştırır ki en sonunda bir merkezi olduğunu bile unutturur: Son Adım’da en ideal halini bulduğunu düşündüğüm bu denge, düşüncelerle olgular arasındaki sürekli salınım durumu etrafında dolanmak istiyorum biraz.

Belki de buna kısaca ‘hayatın bilinci’ demeliydim, çünkü yaşlı ve hasta babaannesiyle yaşayan Alisan karakterinde bu bilinç, diyelim Gençlik Düşü’nün genç adamına kıyasla daha fazla dışa, güncel dünyaya ve kişilere dönüktür. Daha ileri bir yaşta olduğunu gördüğümüz, en azından para kazanmak ve hayatını idame ettirmek zorunda olacak kadar ‘hayata dönük’ Alisan’ın, romanın ilk uzun bölümünde, hayallerinin ve düşünceli halinin gerçekleri yönetmede yetersiz kaldığını, sürekli bakılmak durumunda olan yaşlı bir kadının şahsında hep bir tür çıkışsızlık içinde bulunduğunu hemen sezeriz. Bu bağımlılık ve sorumluluk duygusu, Alisan’ın zihninde bazen suçlulukla ve belli belirsizce aşılsa da, kendisini daima dışarıdan gözleyen bir üçüncü göz onun önüne daha çok gizli bir hesap defteri gibi şimdiye dek yaptıklarını ve yapması gerekenleri serer: Özellikle hastalığının alevlendiği zamanlarda babaanneye katlanmak (çoğu yaşlı insan gibi alıngandır da biraz), günlük bakımını yapmak, yatağından tuvalete taşımak ya da alelacele hastaneye yetiştirmek ister istemez izlenimlerinin daralmasını, Gençlik Düşü’nde karakterin belirgin bir çevredense sanki bütün bir yeryüzüne açılıyormuş gibi görünen bağımsız düşüncelerine kıyasla hep biraz denetim altında tutulmasını neredeyse zorunlu kılar.

Yaşlı kadının gittikçe daha da kötüleştiği, böyle bir durumda yapılması gereken her şeyin biraz beceriksizlikle ve buna eşlik eden kararsız, özgüveni düşük bir ruh haliyle düşünülüp kotarıldığı tüm bu süreç sessiz torun için bir yanıyla aslında bir beklentiye vesile gibidir; ama, elbette, böyle bir şeyin de ötelenmesi gerektiğini, sayfalar döndükçe biz de doğallıkla kabulleniriz çünkü ölüme doğru giden bir hayatın, gözlerinin önünde her an daha da ufalıyormuş gibi duran bu yaşlı bedenin doğurduğu etki, düşünceler kadar ve belki de daha derin bir yolla hislere yakındır. Bu anlamda Gençlik Düşü’nde soğukkanlılıkla ilerlettiğimiz hikâyenin ve kulak kabarttığımız insan ilişkilerinin aksine, Son Adım’da dokunaklı bir yön daha ağır basar; ama bu durum karakterlerin birbirlerinden çok ayrı düşmesinden değil, onları çevreleyen kişi ve ilişkilerin farklılaşmasından ileri gelir. İlkinde sürekli ‘değerlendirilen’ bir uzaklıktayken, ikincisinde bunun tam aksine artık bir parçası olunması gereken daha yaşamsal bir niteliğe bürünmüştür bu çevre. Gençlik Düşü’nde her söz, şahit olunan her olay genç adam için hemen derin düşüncelere kapılmaya vesileyken, Son Adım’da düşünceler hayat tarafından az çok ketlenmiş gibidir: Ya da, daha uygun bir ifadeyle, ikisi birbirlerine pek de uzak durmazlar. Hâlâ hayalci olabilen, ama bir yanıyla ‘kaderine de teslim olmuş’, bildiğini tam da okuyamayan biridir Alisan.

Hayatına birdenbire bir kadın; felçli babası ve on beş yaşındaki oğluyla yaşayan dul komşu kadın Kader girince Alisan’ın dünyası baştan aşağı değişir. Elbette somut fiziksel hayatından büyük bir kopuş değildir bu; yine de artık her gün eve girip çıkmaya başlayan bu kadın, babaanneden gizlice arka odada geçirilen yalnızlık anları ve yoğun cinsellik, hiç olmadığı kadar sahicidir ve ağır bir gerçeklik halini iliklerine dek hissedilen daha keskin başka bir gerçekliğin gittikçe gölgeliyor olması, bu hayata bir soluklanma fırsatı verir: Bu iki yalnız insan arasında sınırlarına dek vardırılan arzu ve kurulan yeni ilişki, kitabın artık gerilerde kaldığını hissettiğimiz sıkıntılı ilk kısımlarıyla, hiç ummayacağımız bambaşka bir kaderle Alisan’ı bekleyen ikinci bölümü arasında çok hafif bir geçiş gibidir ve yaşanmakta olan bir hayale benzemesiyle ikisinden de ayrılır. Babaannenin sürekli değişen durumuyla kesintiye uğrayarak süren bu anlar, bu saatler ve yaşlı kadının ölümünden (bu sahne benzersizdir) sonra evde geçirdikleri uzun bir gün, birbirlerine gittikçe bağlanan bu iki kişinin düşüncelerinin de aynı zamanda bir bütün oluşturduğunu ve romanın özgül dünyasına gereken canlılığı ve umudu katabileceğini gösterir. Ama babaannenin ölümü hâlâ tam bir son değildir çünkü vasiyet ettiği gibi İstanbul’dan çok uzaklardaki köyüne gömülmesi gerekmektedir.

Kısa sürede dönme düşüncesiyle varılan bu uzak yer (Düzova), Alisan uzun yaşamı boyunca hep öteleyip kaçtığı akrabalarına yakınlaştıkça (arada her biri hakkındaki düşüncelerini, izlenimlerini öğreniriz) önceleri uzak ve belirsiz bir ihtimal, derinden derine bir duyumsama şeklinde de olsa, giderek farklı bir yaşam biçimini çağırır. Romanın bundan önceki bölümünde Alisan’ın gizli bir alt akıntı gibi zihninin oyuklarında sakladığı birçok düşüncenin bir tür sağlaması olarak da görülebilecek ve daha en başından kuşkulu bir görünüm barındıran bu uzak diyardaki sahneler, taşıdıkları gerçeklik etkisiyle, yavaş yavaş hayallerin yerini alırken Kader ve bütün bir önceki yaşam da bir soru işaretine, daha doğrusu geride bırakılabilecek bir ihtimale dönüşür. Ama bu durumun, düşüncede de olsa üzerine gidilerek değil, daha çok ‘başa gelecek’ başka bir tür kader gibi yaşandığını da, köyün ve bir toplumun gerçekliği kendini her an duyumsatırken fark ederiz. Alisan’ın iç acıtıcı gerçeklerin içine düşmüş bir hayal kişisi gibi varlığının zaman zaman belirsizleştiği ve romanın son kısımlarında da göreceğimiz gibi aslında yabancısı olduğu kirli politik bir cenderede hiçe sayıldığı bütün bu olaylar silsilesi, kaderinden uzaklaştığı mı yoksa ona yakınlaştığı mı belli olmayan bir yolculukta attığı artık bu son adımlar, herhangi bir payının olmadığı bir hayatta ona biçilen rolün çok ağır, bundan böyle iç sesinin eşlik edemeyeceği kadar ağır olduğunu gösterir.

Son Adım, yaşıyor gibi göründüğümüz hayatların aslında bize ait olup olmadığı, bir hayatın ve bunun iradesinin nerede başlayıp nerede bittiğine dair güçlü bir fikir sunuyor. Bu fikri edinebilmemiz ya da ona yaklaşabilmemiz içinse nasıl bir hayat sürmemiz gerektiği sorusu, işte bu hayatı kabullenmeyi gerektiren sessiz sorgulama ve bunun dinmeyen bilinci, romanın başından sonuna derin bir hakikat gibi parıldıyor. Belki de asıl soruyu yaşarken kendimize asla soramayacağımızı biliyoruz da, romanı okurken kuvvetle hissettiğimiz gibi, ürkütücü bir biçimde birbirinin yerini alan herkes ve her şey bizi buna zorluyor. Ama bir hayat vardır, oradadır, ve belki de yaşanıyor ve yaşanmıştır: Alisan’ın son kez düşündüğü gibi; her yaşam aslında eksiksiz ve tamdır.

 

KAYNAK: Erhan Sunar – edebiyathaber.net (19 Ağustos 2016)

ŞEVKET BEYSANOĞLU’NUN ANSİKLOPEDİK ÇABASI: DİYARBAKIR

 

Tarihinden bahsedilirken, Diyarbakır kadar söze efsanelerin, mitlerin, söylentilerin karışacağı bir şehir daha bulmak zordur. Çok eski tarihlere dayanan varlığından olduğu kadar insanlarının sözlü bir kültüre bağlanan yaşantılarından da kaynaklanan bu özelliği şehre kimi noktalarda belirgin bir güç, bir heybet atfederken, bazı durumlardaysa onu tarihsel seyri bütünüyle izlenmiş bir şehir olmaktan uzaklaştırır. Şehri tanıtan kimi yayınlarda surları kişileştirecek, konuşturacak kadar ileri vardırılan bu eğilim, belirgin bir sevgi ve iyimserlik payı taşısa da, son aşamada nesnel, tarihsel bir kayıt niteliği taşımaktan uzak ve şehre durmadan genişleyen, karmaşıklaşan yanını teslim edecek, bunların izlerine ulaşacak çabadan çoğu kez yoksundur. Ulaşacağımız bilgilerin anonimliğini, hep bir ağızdan çıkıyormuş gibi duran “üslupsuz” yönünü açığa vuran bu türden metinler, şehre ilişkin kapsayıcı bir resim, bir fikir değil de tarihe saplantıyla bağlı kalmış bir çeşit nostaljik söylem oluştururlar çoğunlukla.

Bu bağlamda Diyarbakır’ın yorulmak bilmez bir arşivcisi, aynı zamanda ona tutkuyla bağlı bir araştırmacı, bir kültür insanı olarak Şevket Beysanoğlu’nun büyük çabası, şehre en ufak bir bakış atmak isteyecek herkesin hemen dikkatini çeker. Gerisinde kapsamı ve bağlantıları şaşkınlık uyandıracak onlarca cilt yayın bırakan bu değerli şehir tarihçisi, kadim zamanlarından günümüze Diyarbakır’ı yalnızca efsaneleri, meselleri ya da dilden dile dolaşan hikâyeleriyle tutkuyla kayda geçirmesiyle değil, her defasında bilimsel kaynaklara başvurma, inceleme metotlarına dayanma, kronolojik yasalara uyma açısından birer terbiye örneği olan yaklaşımıyla da ilgi uyandırır. Yakın tarihe yaklaşıldıkça canlı tanıklıklara başvurmayla veya kendi kişisel katılımıyla da şekillenen şehrin bu tarihsel, fikirsel ve yaşamsal örgüsü o kadar genişlik ve sıkılık vaat eder ki, dışarıda bırakılan herhangi bir bilgi parçacığı kalmadığı hissine kapılırsınız: Efsanelerinden folkloruna, coğrafi yapısından kültür-sanat insanlarına, gündelik hayatından gelecek tasarımlarına kadar baştan başa katedilen bir Diyarbakır vardır önümüzde. Yalnızca bir metinler ağı, kelimeler karmaşası olarak bile düşündüğümüzde şehri ansiklopedik bir mucizeye çeviren bu çaba, çağdaşlığı ve modern dokunuşlarıyla da göz doldurur. Sözlü kadim bir kültüre yazının olanaklarıyla bir karşılık bulma hevesi, Şevket Beysanoğlu’nun bakışıyla Diyarbakır’ı tarihin sisleri arasından, bütün belirsizliklerinden ikna edercesine açığa çıkarır.

Romanlarım, araştırmalarım için onun yazdıklarına döndüğüm her defasında James Joyce’un kendi şehri Dublin hakkında söylediği sözü anımsarım: Tıpkı Ulysses’le (ve diğer kitaplarıyla da) bütün bir Dublin’in, büyük bir yıkımdan sonra bile yeniden kurulabilecek ölçüde detayla işlendiğini vurgulayan Joyce gibi, Şevket Beysanoğlu’nun yapıtı da Diyarbakır’ı olası her türlü, mantıklı veya mantık dışı felakete karşı koruyacak genişlikte ve kuvvette olduğuna bizi hemen inandırır. Bir şehri yaşayarak deneyimlemekle onun bilgisini edinmek arasındaki, ancak kitapların, kelimelerin varlığıyla duyumsayabileceğimiz ayrım, bütün hatlarıyla yansır orada: Altmışların, yetmişlerin sosyal hayatına, böyle yakın bir tarihi hâlâ hatırlayabilenlerin bile hayret ederek farkedeceği ayrıntılarla bir bakış yöneltir mesela; bunu birçok yakınımdan duymak beni her seferinde eserinin iddiası karşısında duraksatır. Ölüm tarihine dek (2003), kurcalamaktan vazgeçmediği şehrin fikir ve sanat insanlarına ilişkin hazırladığı kapsamlı yapıtının son cildinde, tanıdığım, hâlâ gençliğin coşkusuyla edebiyat yaşamlarını sürdüren yazarların bulunduğunu görmek başlı başına bir heyecan vesilesidir. Çoğu kez bir yazısından okuyup kavramayı herhangi bir canlı tanıktan dinlemeye yeğ tuttuğum Diyarbakır’ın dönemsel ruhu, bu yazılardaki zarif dikkatle gözlerimin önünde parça parça sorunsuzca bir bütüne kavuşmuştur. Yazılarına, araştırmalarına dayanak oluşturduğu bilimsel bilginin, verilerin varlığını her birinde görebilmek, şehrin hayatını ve geçmişini bir belirsizlik bütünü olarak görmeye eğilimli en umutsuz okuru bile dikkate sevkeder. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüm duygusuyla nasıl cebelleştiğini şiirlerine, kişisel yaşamına başvurarak anlatan bir kitabında ya da Ziya Gökalp’ın hep sanıldığının aksine aslında dinsiz olmadığını ispata girişen bir yazısında; böyle heyecanlı kişisel dokunuşlarla şekillenen çalışmalarında bile araştırmacı ve kuşkucu bir gözün varlığı, anlattığı her şeyi evrensel bir mantığın parçalarına dönüştürür; yalnızca bir şehrin veya özel bir yaşantının ürünlerine değil. Bütün bileşenleri, insanları ve ruhuyla Diyarbakır, Şevket Beysanoğlu için hep daha derin, insanlığın ortak duygularına seslenebilecek bir bilgi alanına dönüşür sonunda. Şehri keşfetmekle sahiplenmek, anlatmakla hissetmek arasında dolanan düzyazısının ve dikkatinin bir yansımasıdır bu.

Ne şehir tükenir ne de onu kelimelere geçirme azmi: Birer birer, tarihsel arka planları ve mimarî oluşumlarıyla sıralanan Suriçi’nin camilerini, kiliselerini, eski evlerini yan yana getirerek de bir şehir haritası oluşturabilirsiniz, bütün bu yerleri gidip şaşkınlıkla tek tek görerek de: Tarihçinin anlattıkları gördüklerinize uyar, gördükleriniz de zihninizdeki yansımalarına. Hep kötücül sırları, hikâyeleri ve gizemleriyle hatırladığınız eski Diyarbakır evlerini bir de mimarî özellikleriyle görmek, sularına adaklar adanan bir nehri (Dicle’yi) coğrafi ve tarihsel bağlarından güç alan bir etki alanı olarak duyumsamak, belki şehre bakışınızı da değiştirir: En iyi ihtimalle, efsanevî olan ile gerçekliği duyumsananı yan yana getiren Beysanoğlu’nun metinleri, bunları birbirlerinin ışığında okumamızı önerir: Yazılı bir metnin uyandıracağı hayaller ve gerektireceği bilgi ölçüsünde… Ali Emirî’den sonra en özel kent kütüphanesine sahip olduğu söylenen, bir tarihte belirlenen rakamıyla yaklaşık on bin cilt kitaptan 1300’den fazlası Diyarbakırlılar tarafından yazılmış bir arşive sahip Beysanoğlu gibi biri için, kuşkusuz bilimsel bilginin bir belirleyiciliği olmalıydı ve yazdığı neredeyse her yazıda hayal gücüyle bilginin birbirine yaklaşabileceği durumları, ikincisinin lehine çevirme eğilimi gösterdi.

Hukukçular Postası dergisinde (1969), “Avukat olmasalardı ne olurlardı?” başlıklı bir soruşturmada, kendisi için “Sahaf” cevabı verilen Beysanoğlu’nun şehri sadece kitaplarının içinden değil, bir grup arkadaşıyla birlikte giriştikleri çeşitli oluşumlar, dernekler, festival çalışmaları vesilesiyle de tanıtıp korumaya çalıştığını bir ara not olarak eklemek gerek: Kurdukları Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği aracılığıyla Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif gibi şehir yazarlarının evlerini müzeye çevirme, kente festivaller yoluyla ülkenin diğer illerinden insanları çekip, kaybolmakta olan puşuculuk, kuyumculuk, bakırcılık gibi el sanatlarını canlandırma, eski Diyarbakır evlerinin yıkılıp yerine özelliksiz beton binaların yapılmasını engelleme, şehirde bir huzurevi kurulması veya kale dışında modern bir kent oluşturma gibi çok çeşitli yollarla, uzun yıllar boyunca büyük bir çaba göstermiş olan Beysanoğlu için Diyarbakır, bu anlamda, kendi tabiriyle gerçek bir “müze kent” olacak kadar değer taşır. “Teşkilâtçı ve dernekçi” bir kişiliğe de sahip olduğu söylenen tarihçi, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat İnsanları yapıtının üçüncü cildinde kendisi için açtığı başlıkta, 50’li yıllarda başlayıp süren, Diyarbakır’la kalmayıp, Ankara’ya yerleştiği senelerde de devam eden bütün bu özverisini detaylarıyla samimiyetle anlatır. Diyarbakır ve bölgenin yabancılar için öteden beri “yasak bölge” olmasını hiçbir koşulda kabullenmeyen ve bu kaderi tersine çevirme yanlısı büyük bir kültürel ve yaşamsal çabadır bu.

Geçen yüzyılın ortalarından itibaren etkin olarak çok yoğun bir yazınsal yaşam süren Şevket Beysanoğlu’nun, yine de şehre ve kimliğine yaklaşımında belirgin bıçaksırtı noktalar yok mudur? Geriye dönük düşündüğümüzde belki de şüpheyle yargılayacağımız kimi fikirsel tespitlerinin şimdi neredeyse aşılmış olduklarını fark ederiz: Bunun için, 1955’ten itibaren yirmi beş yıl boyunca yayımladığı Kara Amid dergisinin herhangi bir sayısına göz atmak yetecektir. Son derece derin, aydınlatıcı tarihsel konu dosyaları, edebiyat yazıları ve şehre ilişkin heyecan verici ayrıntıların (sözgelimi bütün bir sekizinci sayı şehirdeki Karpuz Festivali’ne ayrılmıştır) ışığında anlam bulabilecek derginin birçok satırarası vurgusunda Diyarbakır’ın, bölgenin ve insanlarının temel bir Türklük çatısı altında birleştiğini okumak neredeyse olağandır. Şehrin yüzyılın ikinci yarısına varıncaya dek özellikle merkez yerleşimlerini oluşturan nüfusun ağırlığı bakımından, bir yönüyle Beysanoğlu’nun asıl vurgu alanını kapsayan bir değişimi şu andan geriye baktığımızda belgelemesiyle önemli bir vurgudur bu kuşkusuz. (Kendisi de bir yerde, Diyarbakır Ağzı kitabını özetlerken, “Diyarbakır şehri içindeki, eskiden beri Türkçe konuşan halk,” demektedir.) Valilerin, devlet büyüklerinin, belediye başkanlarının sözleriyle tanıtımı yapılan, varlığı duyurulan kimi yapıların, etkinliklerin, olayların arasında şehri birleştiren canlı bir doku gibi algıladığımız bu milli bir ülküye sahip, zaman zaman Cumhuriyetçi bağ, belki de dönemin bir gerekliliği olarak, sarsılmaz bir biçimde durur önümüzde. Ama bir edebiyat âşığı ya da tarih meraklısı olarak da derinlemesine okuyabileceğimiz bu yazıların ruhunu yer yer şekillendiren böyle bir bilinç, neyse ki detaycılık ve bilginin arkeolojik tespiti bağlamında yolumuzu şaşırtan unsurlara çoğunlukla dönüşmez.

Kendi kişisel görüşüm, Şevket Beysanoğlu’ndan sonra Diyarbakır’ın da canlı, kapsayıcı bir fotoğrafının artık pek çekilmediği yönünde: Zaman zaman bir geçmişe dönüş hissinin, böyle kısırlaştırıcı bir yaklaşımın izlerini hâlâ seçebileceğimiz kimi şehir tutkunlarının, araştırmacılarının yazdıklarının bu büyük toplama ekleyecek bir şey bulamamasından belki de: Özellikle Adil Tekin’in fotoğraflarıyla daha açık bir görünüm kazanan şehrin tarihsel birikimini ve görkemini, son yirmi-otuz yılın tanıklıklarında, yazılarında veya fotoğraflarında bunca detay zenginliğiyle bulmak çok zor. Şevket Beysanoğlu için şehir bir yanıyla, yaşandıkça da kayda geçirilen bir yerdi; şimdiyse yaşanan gerçekliğe tarihsel bir kılıf uydurulmaya çalışılan tuhaf bir yere dönüşme yolunda.

 

KAYNAK: Erhan Sunar (oggito.com, 13 Ağustos 2017).

 

GECEDEN ÖNCE

GECEDEN ÖNCE

 

Erhan Sunar

 

Roman

Yayın Tarihi

5.10.2016

 

Erhan Sunar Veda Oyunu, Ölüm ve Adam romanlarından sonra bu kez yeni bir romanla karşınızda: Geceden Önce. Bir kısa roman olan Geceden Önce’de bütün olan biteni ressam anlatıcının ağzından dinliyoruz. Mutsuz bir ailenin tek oğlu hayatının parçalarını birleştirmeye çalışırken ünlü ressam Whistler’ın ardılı olmaya kalkışacak. Bu genç ressam tuval üzerinde çalışırken bir yandan olaylar geri dönülmezcesine gelişmeye başlayacak ve bizi hiç de beklemediğimiz bir sona ulaştıracak muhtemelen.

Genç ressamın izinde, boya kokuları arasında bir yaşam yolculuğu bulacaksınız.

Yazar: Tanıtım Bülteni

ÖLÜM ve ADAM

ÖLÜM ve ADAM

 

Erhan Sunar

 

Roman

 

Erhan Sunar Veda Oyunu isimli ilk romanından sonra Ölüm ve Adam romanıyla tekrar karşımızda.

Roman bir yazarın peşi sıra gölge gibi dolaşan karakterlerden oluşan bir siyasi hücreden bahsediyor önce. Ancak katmanları biraz araladığınızda aşkla başlayan ölüme kadar uzanan düşünceler ve eylemler arasında karakterlerin tek tek kişiliklerine odaklanıyor. Bunu yaparken romanın söz almayan tek kahramanı her şeyden habersiz şehrin surları içinde, sokaklarda, çay ocaklarında, meyhanelerde, şehrin kalbinin attığı neresi varsa orada elinde bir defter romanını yazıyor. Başının üzerinde bir sarkaç gibi sallanan ölümü hiç fark etmeden.

Yazara ne olacağı, kahramanların nerede duracakları ise yavaş yavaş çözülüyor sayfalar ilerledikçe. Bu güzel romanı, karmaşık duygular içinde tek tek düğümleri çözerek okuyacaksınız.

Yazar: Tanıtım Bülteni

VEDA OYUNU

VEDA OYUNU

 

Erhan Sunar

 

Roman

Yayın Tarihi

9.04.2014

 

Erhan Sunar’ın ilk romanı Veda Oyunu, akıcı ve kusursuz dili, karakterlerinin inandırıcılığı ve ele aldığı konunun can yakıcılığı ile dikkat çekiyor… Romanın anlatıcısı, bir oyun yazarı…

Çevresinde bulunanlar, genç oyuncularla izleyiciler romanın ve anlatıcının dünyasına yavaş yavaş giriyorlar. Anlatıcı kahramanın öyküsü, yazılan öyküyle birlikte anlatılıyor. Böylece Diyarbakır’ın, Mezopotamya kültürünün, Kürt tarihinin efsaneleri bir bir canlanıyor ve okur kadim Mem u Zin öyküsünün içinde buluyor kendini… İnsanın iktidar tutkusu, şiddet eğilimi, aşkın insanı baştan çıkaran gizemi… Erhan Sunar şimdiden sesine kulak verilmesi gereken bir yazar. Veda Oyunu da bu yılın en çok konuşulacak romanlarından biri…

Yazar: Tanıtım Bülteni

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör