Bedriye Korkankorkmaz

Şair ve Yazar

Doğum
19 Haziran, 1965
Eğitim
Sosyal Bilimler
Burç

Şair ve yazar. 19 Haziran 1965, Bingöl doğumlu. İlk orta ve liseyi Bingöl’de tamamladıktan sonra Sosyal Bilimler ön lisans eğitimini bitirdi. 1987 yılında Konya’da başladığı kamu görevinden 2014’de Mersin’de emekli oldu.

Mersin’de yaşayan Bedriye Korkankorkmaz, en büyük tutkusu olan okumayı ve yazmayı kendisini gerçekleştirmek için sürdürüyor. Duyguları ve düşünceleriyle var olmak onun hayatta varlık nedeni.

Birey olma bilinciyle yetişmeyi kendisine dustur edindiği için, değerlerine yabancılaşmadan yaşam serüvenini noktalamak istiyor. Genellikle sessizliğine sığınan şair/ yazar, adının daha çok ürettikleriyle anılmasını istiyor. Son zamanlarda Cumhuriyet Kitap’ta  çıkan yazılarıyla dikkat çekiyor. Bedriye Korkankorkmaz denemelerinde çok ilginç ve etkileyici bir şey yapıyor. Öncelikle büyük düşünür ve şairlerin yaşamlarını öğreniyor onları yakından tanıyor,  sonra da artık hayatta olmayan bu yazarların hayatlarına giriyor. Onları yaşamları içinde izliyor ve üstelik bununla da kalmayarak yaşamlarına katılıyor. Onlarla birlikte yaşamaya başlıyor ve belki de en önemlisi onlarla sohbet ediyor.

Şairin şiirleri de denemelerinden farklı değil. Her şiirinde insanı insanlığa davet ediyor. Açlıktan ölen çocukları, yıkımları, savaşları, aşkı, sevgiyi, ve sevgisizliği yalın bir dille dile getiriyor. Her şiirinin yaşamda bir karşılığının olmasına büyük bir özen gösteriyor.  Yıllardır şiirin içinde olmasına rağmen beş şiir kitabı bulunuyor. Çocukluğa ve yalnızlığa sık sık vurgu yapan şair hissettiği hiçbir duyguyu bireyselleştirmiyor. Onun karşılıksız aşklarında da yalnızlığında da açlıktan ölen çocuklarda da toplumun ve bireyin kanayan yaraları var. Bu yüzden yaralar toplayan annedir o. Bu yüzden doğduğu akşam anne olmuştur. Ölümün yalnızlık getirmediğini, asıl yalnızlığın anlaşılmak olduğunu yani kalabalıklar içindeki yalnızlığa vurgu yapar. Şiirlerinde hiçbir sözcük bağırmaz. Kendi derinliği içinde sessizliğini korur. Son zamanlarda yazdığı şiirlerde yaşanmışlığın verdiği birikime yönelir. Betimleri de soyut değil, somuttur. O her yaşta insanın kalbini taşıyan bir şairdir. Bu yüzden her insanın acılarını ve yıkıntılarını derinden hisseder ve sarsılır.  Tüm bu sarsıntılar içinde bir Anka kuşu gibi küllerinden doğmasını da bilir. Okuyucularına her kederin sonunda aydınlık yarınlardan söz ederken yaşamı da ıskalamamaları gerektiğini de anımsatır.

Şairin bu yıl Sis adında ilk romanı çıktı. Berfin Bahar Dergisi’nin 23/ 06/ 2021 tarihli sayısında  şair/ yazar/ eleştirmen Hasan Akarsu “ Sis Sözcüklerin Büyülü Dünyasında “ başlıklı yazısında romanı edebi açıda değerlendirdi.

 Şiirleri, öyküleri, kitap tanıtım yazıları, şiir üzerine yazdığı yazılar ve söyleşiler,   Cumhuriyet Kitap, Öteki-siz,  Budala, Mortaka, Kavram Karmaşa, Kül, Genç Kalemler, Lacivert, Berfin Bahar, Hayvan, Ünlem, Güzel Yazılar Andız, Kendi, Damar, Bireylikler, Çağdaş Türk Dili, Pencere, Öğretmen Dünyası, ABC, Ardıçkuşu, Aykırı Sanat, Papirüs, Kuvay- i Milliye, Virgül, Kültür Çağlayanı, Parşömen, İnsancıl, Her şeye Karşın, Afrodisyas, Güncel Sanat, Evrensel, Amanos Yazıları, Koridor, Emeğin Sanatı,  Kıyı, Yaba, Süveyda Edebiyat, Edebiyat Nöbeti, Çini Kitap ,  Aydınlık Kitap, Ş iiri özlüyorum, Mühür, Patika, Sancı, Düşünbil,Kanon 2010, Şiirden,  Sarmal Çevrim, kara , Yeni Gelen, Tuna,Eliz, Mersin Sanat Edebiyat Dergisi, Şiir Sarnıcı  ve Papirüs  gibi dergilerde yayımlandı.

 

KİTAPLARI:

 

Şiir: 

Yaşamak Çocuğum (2010), 

Eski Eser Karanfiller (2016), 

Paslı deniz (2020).

 

Deneme-İnceleme-Biyoğrafi: 

Kitaplarla Söyleşi 2012), 

Ruhlarla Söyleşi (2014), 

Tinsel Söyleşiler (2016), 

Ölümsüz Karanfiller (Dosya halinde). 

 

Ortak Kitap:

Vecihi Timuroğlu Kitabı, Yom Yayınları, 1999)  Şairime Mektuplar 1, Şairime Mektuplar 2. (Klaros Yayınları, 2012)

Yaşamak Çocuğum (Şiir) (  Amargi Yayınları, 2010)

Kitaplarla Söyleşi (Deneme/ İnceleme/Biyoğrafi) ( Camgöz Yayınlar, 2011)

Ruhlarla Söyleşi ( Deneme/ İnceleme/ Biyografi) ( Cangöz Yayınları, 2014)

Tinsel Söyleşiler (Deneme/İnceleme/Biyoğrafi)  ( İnsancıl Yayınları, 2016)

Ölümsüz Karanfiller (Deneme/İnceleme/Biyografi ) ( İzan Yayıncılık , 2020) 

Eski Eser Karanfiller (Şiir) ( İnsancıl Yayınları , 2016)

Paslı Deniz (Şiir) ( Artshop Yayınları, 2020)

Bütün Yüzler Çiçek Açar (Şiir) ( İzan Yayıncılık, 2021)

Sis (Roman) ( İzan Yayıncılık, 2012) 

Sessizliğimin Arka Bahçesi (Şiir)  ( Klaros Yayınları; 2021) 

 

Ödülleri:

 

68’liler Birliği Vakfı tarafından düzenlenen şiir yarışmasında Başarı Ödülü (1998)

İnsan Hakları Derneği tarafından 1998 yılında düzenlenen şiir yarışmasında övgüye değer bulundu.

 

Yazarla İletişim:

 

Cep: 0 534 975 49 65

E posta: [email protected]

 

KAYNAKÇA: Bedriye Korkankorkmaz Hayatı - Yaşamı kitapları (siirakademisi.com, antoloji.com, idefix.com, kidega.com, insanokur.org, dr.com.tr, ondergazetesi.com.tr, pegem.net, kitapyurdu.com, 29.07.2019), Bedriye Korkankorkmaz bilgi teyidi (29.07.2019, 02.02.2022).

ACILARIN VE ŞİİRİN TANRISI BAUDELAİRE

ACILARIN VE ŞİİRİN TANRISI BAUDELAİRE

 

Bedriye KORKANKORKMAZ

 

 “Karşı konmaz güçlerin buyruğu üzere ozan / geldiğinde bu tatsız, can sıkıcı dünyaya / dehşet içinde, kargışlar yağdırıp annesi / şöyle dedi kaldırıp yumruğunu Tanrıya: / Nasıl düştü karnıma bu garip varlık benim / lanet olsun bir anlık arzu gecelerine / nasıl beslenir onu, nasıl emzireceğim / engerek doğuraydım bu gudubet yerine / madem hazin kocamın çöplüğü olmam için / bunca kadın içinde beni seçmişsin, tamam/ ve mademki bu cılız, çelimsiz canavarı/ bir aşk mektubu gibi alevlere atamam / Öyle buracağım ki bu pis sefil ağacı / kokmuş tomurcukları asla açılmayacak / yanına kalmayacak bana verdiğin acı/ lanetli eserinin üstüne fışkıracak (Lanetli Tohum, çeviri: Erdoğan Alkan)

İnsanın, mutluluğa ulaşması ne kadar zorsa hüzünlere ulaşması da o kadar kolaydır. Çiçeklere de elem çiçekleri adını veren birisiyseniz hayatınızı bir o kadar zorlaştırmış olursunuz kendinize. Ölülerin bile acı çektiğini düşünecek bir duyarlılığa sahipseniz hepten hayatınız çekilmez oluyor. Elimde Elem çiçekleri kitabı var Baudelaire’in. Onun duygu dünyası uzun zamandır şiirlerinden öte dikkatimi çekiyordu. O’nu kendi sesinden dinlemek istiyordum.

“Ölüler, zavallı ölüler,  büyük acı çekiyorlar” diyen şairin iç dünyasına bir nefes kadar yakın olmak istiyordum. Kucağımda Baudelaire’in kitapları ve onun hakkında yazılmış kitaplarla hastanenin bekleme salonunda muayene için sıranın bana gelmesini bekliyordum. Kitaplara öylesine kendimi kaptırmıştım ki, yanımda oturduğunun çok sonradan farkına vardım. Sevinçten haykırmamak için kendimi zor tuttum. Onun sakin mizacı benim heyecanlı mizacıma ilaç gibi geldi. Kucağımdaki tüm kitapları oturduğum banka koydu. Gözlerimin içine bakarak bana “Ne soracaksan bana sor o kitaplarda aradıklarını bulmazsın dedi ve konuşmasını sürdürdü:

“Ben hayatım boyunca hiçliğe karşı mücadele etim. Benim tüm yapıtlarım bunalımın dua yapıtı gibidir. Hayatım boyunca bu türden bunalımları yüreğimin derinliğinde hissederek yaşadım. Sen buna yüreklilik de ben şiddetli ve samimice mücadele diyeyim. Ben bütün çağlarda yaşayarak gününüze geldim. Tüm yaşadıklarıma karşı kendimi şanssız göremem; çünkü elindeki Elem Çiçekleri tüm dillerde en çok çevrilen yapıt olmuştur. Bedriye tüm Avrupa’nın okuduğu bir yapıta sahip olmak aynı zaman da ciddi sorumlulukları da beraberinde getiriyor.  Doğan her canlı ölümlüdür. Bu insanlığın değişmez yazgısıdır. Okuyucu benim kardeşimdir, dostumdur en önemlisi de benim yaşama nedenimdir. Paris’e sevdalılığım halen devam ediyor. Paris’e bağlandığım kadar hiçbir kente ve modaya bağlanmadım.  Kim beni dinlese Bedriye, görünmeyen Tanrı’ya doğru bağıran bir insanı yani beni işitiyordur. Sen de Tanrının sesini dinlemek için benim sesimi dinlemek istedin önce. Bu türden ayrıcalıkları algılaman seni benim yakınım, en önemlisi de dostum yapıyor. Sen salt benim şiirlerimle ilgilenirken ben de senin şiirinle ilgilendim. Bak ezberimde şu şiir dizelerin var:   “ekmek gibi / gerçeğimi bana anımsatan / küflü simidi yiyen / bakışı yurdum olan çocuk / denizde değil karada ölen balığım / tanrı’yı görmem için kendimi görüyorum / senin sesinde tanrı’nın sesini dinliyorum / icra memurları gibi tenime yapışıyor terler / yıllar beni kendisine benzetemeyecek çocuk / karşındayım; yılların kalbimde açtığı yaraları gör / yaşadıklarıma kurban olmadan yaşıyorum/ kanatlarına rağmen uçamayan albatros kuşuyum çocuk / ben dünyanın belleğiyim sense yaşanılanların kurtarıcısı.”

Sevgili Bedriye ben oldum olası matemi sevdim. Bilinçaltımdaki tüm duygular şiirlerime yansımıştır. Ben mi yaraları doğurdum yoksa onlar mı beni doğurdu bilmiyorum. Bir çölü düşün Bedriye, bir de benim hayatımı.  Kırk yedi yaşımda öldüm. Zekâmın pırıltılarına en çok şiirlerimde ulaşabilirsin. Kendimi ölümsüz bir sanatçı olarak algılamıyordum. Evimde tek başıma ıstırap çekmek bana daha cazip geliyordu. Bildiğin üzere alkolün, afyonun ve haşhaşın verdiği sarhoşlukla mest oluyordum. Istıraplarım içinde Edgar Allan Poe’yu keşfettim ve onun zaferini haykırdım. Öyle öyle kendi felaketimi hazırladım; ürkmüş olarak da öldüm. Aklım her zaman başımdaydı; bu yüzden kalbimden önce dilim terk etti beni. Senin ilgini her zaman, en bedbaht, en terk edilmiş insan yanlarım şiirlerimden daha çok çekmişti. Ben tek başına kalabalık dünyayı arıyorum. Bak hastane koridoru bile bir anda kalabalıklaştı… Yaşanan her olay bana kadar ulaşır ve benim içime nüfuz eder. Zengin oldum biliyor musun? Bütün servetimi dağıtıp yeniden fakirliğe terfi ettim.  Hayatımda en yeteneksiz olduğum konu paradır. İç acıtıcı durumlara düştüğümde kendimi gülünç buluyordum. Senin gibi sadık ve cömerttim.  Servetim olmadan sadece sükûnetimi sağlayacak küçük bir bolluğun hayali içinde yaşayanların dünyasından ayrıldım.

Duygusal hayatım çok yaralıydı Bedriye. Annemle tartışmalarımız bir yana karımdan çok metresim sayılan melez sevgilimle yaşadığım acıları bir bilsen… Onu hayatım boyunca sırtımda taşıyıp durdum. Güçlü bir vücudu vardı kadının. Akılsız olması bir yana mutsuz, ihmal edilmiş, cimri ve açgözlüydü; içip içip sucuların kollarında sızıyordu. Tek meziyeti olan sessizliğini de içki bozuyordu. Bu kadına tarif edilmez bir bağla bağlıydım. Ona olan yaralı aşkım beni her geçen gün ıstırabın koynuna itiyordu.”

“Sevgili Baudelaire seni anlıyorum. Neden Elem Çiçekleri bir diğer adıyla Kötülük Çiçekleri koydun yapıtının adını? Neyin anlaşılmasını istedin; insanın mı yoksa hayatın mı?”

“Sevgili Bedriye, Elem Çiçekleri bana göre yirminci yüzyılın cehennemidir. Benim umutsuzluğum Dante’nin öfkesine oldukça baskın çıkar. Bütün insanlığa mutluluk vermek istedim; bütün insanlığı şerden korumak istedim. Abartılı bir gurura sahip olmadım. Ne çok iyiliğe güvendim ne de fazla kötülüğe paye verdim. Boş hayallere hiç kapılmadım. Eğer bir düşmanım varsa o mutlaka kalbimdedir. Ben dünyanın düşüşüyle çöküntüsünden haber veririm. Ben salt Tanrı’ya inandım.  Tanrı düşüncedir şeytan ise sadece bir denemedir; ötesi şerdir.”

“Sevgili Baudelaire, Ailen hakkında beni bilgilendirmeni istesem sınırlarımı aşmış mı olurum?”

“Annem oldukça güzel, canlı parlak bir yüzü vardı. Diplomat bir generalle evlendi. Kocasını kayırır, gelirleriyle de abat ederdi. Bedriye, annem hayatı boyunca beni sevmekten hiç yılmadı. Endişeli ve mutsuz oğluna sürekli yardım ediyordu. Benim borçlarımı ödemekten helak oldu.  Üvey babam her şeye rağmen adı kötüye çıkmış, işe yaramaz beni oğlu olarak kabul emişti.

Annemle aramızda kıskançlığa dayalı bir ilişkimiz vardı. Senin iç kurcalama hastalığın bende de vardı Bedriye. Bir arkeolog gibi içimi kazıyıp durdum. İçimin derinliklerine ulaşma hırsımdan olacak tüm benliğim kanıyordu. Kendime karşı acımasız olduğum zamanlarda ruhum huzur buluyordu. Aradığım da ruh huzurundan başka bir şey değildi. Her şeye rağmen içimde tiksinti, hor görme, zevkler, ihtiraslar… En çok savunduğum şeyi seviyor muydum yoksa nefret mi ediyordum inan ki Bedriye ben bile bilmiyordum. Bak beni daha yakından tanıman için söylüyorum bunları: “Benim ikiyüzlü oluşumun bir nedeni vardır. Bir yanda şehvet öte yanda pişmanlıklarım; bir yanda arzu etmediği halde bir şeye sahip olanlar, diğer yandaysa her şeye sahip olmak isteyenler çıkabiliyor;  bir tarafta lanetlenmiş ve yitmiş bir hayat, diğer yanda selam vermeye karşı sınırsız bir arzu ve kurtulmanın anısına duyulan çok az bir umut. İşte ben buyum. Üstüm başımın da özenli olduğunu düşünme. Bedbaht görünüşümden ıstırap akıyordu. Kendi organlarımla bir uyum halinde yaşamadım hiç zaten. Kafamın zonklaması beni hiç rahat bırakmadı. Ben algıdaki seçiciliğim yüzünden herkesin göremediği güzelliklerin ötelerini gördüm. Şefkatim Bedriye şiir yeteneğimden de üstündür. Buna karşı ben herkeste görülmeyen bir büyüklük delisiydim. Ama en yoksul, en yalnız ve değeri en az anlaşılan bir divane olarak öldüm. Ruhumu kaç parçaya ayırdığımı sana nasıl anlatayım… Bir yandan annemi üzüyordum diğer yanda karımı… Metresimse beni üzüyordu. Kıskançlık nedir sen bilir misin Bedriye?  Ya sahip olduğun hiçbir şeyin senin olmadığını bilmenin insana verdiği hiçlik duygusundan… Bir hiç olduğunu düşündün mü hiç? Öyle zamanlarda toplumun seni koyduğu yeri de şiirlerinin başarısını da iplemezsin Bedriye… Ben böyle yaptım çünkü. Kendime saygımı yitirdim afyona alkole kadına sığınınca… Hayatım içimle kavga etmekle ve ruhuma söz geçirememekle geçti. Kim takar benim mısra üstünlüğümü ben yerlerde sürünürken. Benim için sanatı biraz zorlamış diyorlar. Haklılar. Bendeki sanatsal güzellik öyle hemen anlaşılmaz. Benim şiirde yaptığım her değişikliği kolayca fark etmeyebilir ama hisseder okuyucu. Bu metot sayesinde şiirlerin kusursuz üsluba ulaşır.  Bu arada duraksamaları silmem;  bu duraksamalarla sanki nakış gibi örerim. Şiirlerim dökme madenden çıkmış gibi kaliteli olur. Yalnız maden tunç olsa da içi altın doludur. Ben her şiirimde öncelikle mısra arayışı içine girdim. Sen de şiirlerini düzeltirken mutlaka oku. Bunun yararını göreceksin. Mısrada en saf ve en yüce anlamı, en keskin biçimi, en nadide rengi, en heyecanlı ahengi ve en ideal uyumu ararım. Mallarmé’nin yetkin sanatı, her zaman yapmacıkla doludur. Benim araştırıcılığım sadeliğimdeki rahatlık, beni asla yapmacık ve saçmaya götürmez. Şiirdeki müziği yakalayabilmek için mısraı bile kurban edebilirim. Benim şiirlerimin hamuruna hile karışmamıştır. Bu yüzden ne romantik ne de klasik sayılır; en önemlisi de her iki özellik de mevcuttur şiirlerimde. Benim şiirim Fransız müziğiyle bütün toplumun şiiri haline gelmiştir. Büyük bir şiiri yazan şair, lirik şiirle ifade edilen düşüncenin sanatçısıdır. Şu saptama benim şiir anlayışıma denk düşüyor:‘Gerçek şiir dünyanın esrarengizliğini algılanabilir kılan düşüncenin duaya dönüştüğü ilahi bir heyecan, bir metafizik ve duadır. Eski Yunan’da geometri varlık sayılır, şair geometrisi de mantığı soylu aşka ve sarhoşluğa döndürür. Mistik özelliği olmayan bir şair,  boş bir tapınak, Tanrı’sı olmayan bir kilisedir.’ Ürkme öyle. Çiçeklerimin hepsi kötülük açmaz.”

“Bana vicdan azabı veren günahlarım yüzünden faziletlerimin halk tarafından anlaşılmasına ben kendim engel oldum. Bir nevi kendimi cezalandırma metodumdu bu benim. Nefsimi terbiye edememiş olmanın verdiği azabın yanında ölüm hiç kalır. Öyle bir hale gelmiştim ki ıstırap benim için sanki zaruriymiş gibi doğal geliyordu. Tüm bu ruh durumundan çıkmak için de içiyordum. Günaha inanıyorum. Şiir olarak ben Wagner’in kardeşi sayılırım. Katolik olmam bu kardeşliğe gölge düşürmektedir bana göre. Vicdan azabının insanı içte içe nasıl yiyip bitirdiğini bilir misin sen?  Uyuşturucu kullanmam beni uyuşturucunun kölesi yapıyordu. Başta insanın kendi tutkularına köle olmasından tut da tüm köleliğe karşıyım. Sevdiğim şeyin güzelliğini hiçbir şeyin bozmasına dayanamam. “Kırmızılar giyin / kokular sürün / seni çirkin / süssüz / solgun / hasta ve mutsuz görmemeliyim /sus ve güzel kal.” Bu şiirimden de anlaşıldığı üzere güzelliği suskunlukta, suskunluğu güzellikte buluyorum. Ben bir kadın kadar süse ve güzelliğe tutkuluyumdur. Eğer bu bir hastalıksa bu hastalıktan en az benim kadar Verlaine ile Rimdaud da mustariptir. Şiir bir süs sanatı değil de nedir? Ben her kelimeyi yeniden yaratırım. Yaratıcılık sanatımı şiirde göstermeyi düstur edindim kendime. Suni olan hiçbir duygunun insana ilham verdiğine inanmıyorum. Şiir ya dünyayı ya da kendini hayal etmekten başka nedir ki… Ben hayatımın bir bölümünü karımla diğer bölümünü de metresimle geçirdim. Şiirlerim de benimle birlikte onlarla beraber oldu. Şiirlerim hüzünlerimi, sonsuz bir merhameti sahiplenir ve bağışlayıcı olur. Şiirlerimde olduğu gibi suskunluğumu kalbime gömerim. Şiirlerimin her biri yaralarıyla benzersizdir. Onları benzersiz yapan yaralarının yanında süsleri fark edilmez. Ben ne kadar acılar içinde bir hayat sürüyorsam şiirlerim de aynı acıyı benimle birlikte paylaşıyor. Ben şiirlerimi yazarken okuyucuya suni bir tat vermek için bir çaba sarf etmem. Yalnız tarihte gezinmeyi çok severim. Tüm yazdıklarım birbirini arayan, birbirine karışan en önemlisi de birbirine neden olan sesler dizgesidir. Kelimelerin yankısına benim yankılarım karışır. Bir sözcük diğer bir sözcüğün yaşamasına hayat verir. Duygu tüm yazdıklarımın merkezindedir. Ben dalgaların evrensel sistemini, toprağın kokusunu, ses ve renklerin derinliklerini,  yıldızların hareketini,  dalgaların kıyıları okşayışını… Bilirim, hissederim tek tek. Kendi kişiliğimin şiirlerim gibi kolay anlaşılmasını istemedim. Fransız şiirinde kimse benim kadar müziğe âşık olmamıştır. Ben ruhun müziğini armağan ettim okuyuculara. Ben şiirin önünü açtım. Benim şiirlerim hayata açıktır. “İster Leş, ister Ölüm, ister İhtiyar Kaptan isimli şiirlerimde olsun..  Abartılı duygusallığım yoktur. Benim duyarlılığım çok canlıdır ama gelip geçicidir; düşünce ise her zaman kalıcıdır. Düşüncelerim yüzünden eleştirmenlerin işlerini zorlaştırdım. Aldatılmış olanları kimsesiz insanlar olarak algılıyorum.  Bu yüzden ne acımayı ne de dehşetli merhameti meslek edindim. Örneğin, insanların papazlarla olan ilişkileriyle alay ediyordum. Ben şiirime sonuncu mısraı yazarak işe başlarım. Özellikle de sonelerimde bunu görebilirsin. Sondan başa doğru bir yolculuktur benim şiir serüvenim. Şiirde amacım tüm şiirlerimin çıtasını yüksek tutabilmektir. Şiirlerimde hikâyeye rastlayamazsın Bedriye. Benim mazlum dizelerim, orkestraya uyabilecek senfonik şiir analoğudur. Heyecanı en yüksek seviyeye çıkarmak isterim. Bunu başarmak için de imgeden ve düşünceden yararlanırım. Kısa, öz ve çabuk yazılmış imajlarla süslerim şiirlerimi. Her mısra ölümün elinden kurtarılmış, ölümsüzlük mertebesine ulaşmış bir kazanımdır. Ben manzum halindeki uzun şiirleri gereksiz ve sıkıcı buluyorum. Hüzünler şiirlerimde sülfürik kadar tesirlidir. Şiirlerimde en çok kullandığım renk olan siyah her şiirde farklı bir renge bürünmüştür. Dokunaklı bir şiiri okuduğumda dayanamayıp ağlıyorum.”

“Sevgili Baudelaire, görüyorum ki ölerek aradığın sükûnete ulaşmışsın.  Sen öldüğün yaşta kaldın ölerek. Senin ölüm yıldönümlerin şiirlerinin doğum günleri oldu. Ne aziz olmak için yaşadın ne de kahraman olmak için uğraştın. Hayatta bir şiire taptın bir de aşka.  Çöküşten kastım insanın düşüşüdür. Bu çürümüşlüğün bireysel değil toplumsal oluşu karşısında kendini umarsız hissettin. Dünyadan her ne kadar elini de çeksen beynindeki uyanıklıktan mustariptin. Çektiğin tüm acılar senin tercihindi.”

“Sevgili Baudelaire senin gerçek baban 1789 Fransız Devrimi’nde devrimciler yanında yerini alıyor. Senatör yönetimde onurlu bir görev üstlenmiş. Devlet memurluğunu ekmek parası için yapıyor; asıl mesleği ise ressamlık. Baban annenle ikinci evliliğini yapıyor. Aralarında bayağı yaş farkı var. Baban altmış yaşında iken annen yirmi altı yaşında. Sen de 9 Nisan 1821 tarihinde Paris’in Haautefcuille Sokağı’nda dünyaya geliyorsun. Babanın ilk evliliğinden de bir oğlu var. Beş yaşında ellerinden tutarak seni resim sergilerine götürüyor.  Baban ölüyor. Yıllar sonra sende bu kadersizliğe şu dizelerle öfke kusuyorsun: “Öyle buracağım ki bu pis sefil ağacı/kokmuş tomurcukları asla açılmayacak.” Senin şiirlerinin birçoğu da çocukluk döneminde bilinçaltına işlemiş duygulardan oluşuyor. Bu haksızca ölüm seni asi yapıyor. Bu ölümü kendine karşı işlenmiş bir suç olarak algılıyorsun. Kötülüklere isyanın babanın ölümüyle başlıyor. Ve güzellikleri kötülüklerden çıkarmak hayatının yegâne uğraşı oluyor. Annen daha sonra 39 yaşındaki komutan Aupick’le tanışır çok geçmeden de onunla evleniyor. Bu senin hayattan aldığın ikinci yara oluyor. Anneni bir başkasıyla paylaşmak sana çok acı veriyor. Annenin en büyük hatası seni bu evliliğe hazırlamamış olmasıdır. Bu evliliğin önüne geçmek için tüm yollara başvurmana rağmen evlilik gerçekleşiyor. Hayatının ikinci lanetleyişini sen bir ömre indirgiyorsun ve ömrün boyunca lanetli bir insan olduğuna kendini inandırıyorsun.  Lyon Koleji’ne yerleştiriliyorsun. Okulun izbe yapısı senin karamsarlığını daha da artırıyor. Okul hakkındaki görüşlerin “Balkon”  şiirine konu oluyor. O yıllarda Hugo ve Lamartine’i okuyorsun. Gözlerinin biçime ve renklere oldukça duyarlı olduğunun farkına varıyorsun. Kolej değiştiriyorsun. Liseyi bitiriyorsun.

 Din ve felsefe arasında ikilem yaşıyorsun yirmi yaşında. Resme ilgi duyuyorsun.  İstediğin gibi yaşıyorsun. O sıralar Dandi’yi bir yaşam biçimi olarak algılıyorsun. Hukuk fakültesine kaydını anneni ve üvey babanı memnun etmek için yapıyorsun ama senin tek amacın iyi bir şair olmak. Üvey baban senin bir diplomat olmanı istiyor.  Özgür olduğunu ilan etsen de alnındaki çizgilerin bile yer değiştirmesine dayanamıyorsun: “Oynamasını sevmem çizgilerin yüzümde/Bunun için yıllardır ne güler ne ağlarım.”

O sıralar arkadaşın Ernest Prarond’la koşuk bir tiyatro kaleme alıyorsun: İdeolus. Bazı makalelerini ise Tinmarre’a gönderiyorsun. Dergi düşüncelerini beğenmediği için makalelerini yayımlamıyor. Kötülük Çiçekleri’nde yer alan şiirlerinin bir kısmını bitirmişsin o dönemde. Genç Bir Şaire Öğütleri’nde ironiyle karışık bir dille şiirin uğraşılar içinde en iyi uğraşı olduğunu belirtiyorsun. Şiiri meslek edinenlere şu önerilerde bulunuyorsun: “Kendini başarıyla şiire adamışlara gelince, onlara şiiri asla bırakmamalarını salık veririm.  Sen bir sanatçının ekmeğini yaptığı sanattan çıkarmasından yanasın. Annen ise bir devlet dairesinde düzenli bir geliri olan bir görevi yapmandan yana.  Memuriyetin insan dehasını azaltacağını düşünüyorsun. Annen babandan kalan mirasını almana mani oluyor.  Lanetlendiğin için tüm bunların senin başına geldiğini düşünüyorsun.  Babasız büyümen ve annenin seni algılamaktan yoksun oluşundan dolayı çocuk ruhlu kaldın. Sonunda seni lanetli bir tohum olduğun saplantısına düşüren de annenden başkası değildi. Daha sonraları resim ve felsefeyle ilgilendin.

İlk yazdığın yazın da şiir üzerine değil resim üzerine eleştirilerin oldu. İlk şiirin Artiste’de Sömürgeli Bir Kadın yayımlanır. Şiirin ilk dörtlüğü şöyle başlıyor:-------------------------------------------------------------------------------------------------    “Güneşin okşadığı kokulu ülkedeydim / gözlere tembellik yağan kızılağaçların / ve palmiyelerin altında bir kadın gördüm / albenisi gizli kalmış, sömürgeli kadın.”----------------------------------------------------------------------------------------------------Annenin, babanın mirasına koydurduğu kısıtlamaları kaldırmaması ve mektuplarına cevap vermemesi kendini daha çok yalnız hissetmene neden oluyor. Bıçakla damarlarını kesiyorsun. Mirasını da melez sevgilin Jeanne Duval’e bırakıyorsun. Kısa bir süre sonra tiyatro oyuncusu Marie Daubrun hayatına giriyor.  Genç şairlere de iki türden kadın öneriyorsun: Birincisiyle sevişirsin ikincisiyle de çorba içersin. “Yosmalar ya da aptal kadınlar, sevişme ya da çorba.” Yeni sevgilinde iki özelliği birden bulman seni bir süre mutlu ediyor. Hayatındaki üçüncü kadın tipi ise senin doğuştan âşık olduğun, annenin mizacındaki kadınlar. Senin hayatındaki en büyük korkun terk edilmektir. Bu yüzden üçüncü kadın türüne terk edilme korkundan dolayı âşık olmak istemiyorsun. Sen kadınların kollarında hasret kaldığın anne sevgisini bulmaya çalıştın durdun. Bayan Sabatier’e olan platonik aşkın bunun sonucudur; çünkü anneni andıran bir mizaca sahiptir Sabatier.  Onunla bir gece geçirdikten sonra senin gözünde büyüsünü yitiriyor.  Hangi aşkı yaşarsan yaşa senin için acının kaynağı olmaktan öte gitmiyor. “Cinsel arzu kötülükte bulunur” ya da “Aşk fuhuştadır.” Bu konudaki düşüncelerin şöyle:--“Aşkın tek ve yüce cinsel zevki, onun kötülük yapma gerçeğinde yatar. Ve erkek de kadın da, her cinsel arzunun kötülükte bulunduğunu daha doğuştan bilir. Aşk fuhuştadır, tek bir soylu haz yoktur ki fuhuşa vardırılmamış olsun.” Sık sık ev değiştiren biri olarak inançsızlığınla övünürsün. Soyulmuş Yüreğin’de şunları yazıyorsun:  “Çağımın insanlarının anladığı anlamda bir inancım yok, çünkü tutkum yok. Belli bir gevşeklik, ya da daha çok, bütün dürüst insanlarda görülen kayıtsızlık var.” -------------------------------------------------------------
        Demokrasi anlayışını ise şöyle özetliyorsun:  “Siyasa da böyledir, gerçek aziz halkın yararı, halkı kırbaçlayan ve öldürendir.” Ben komünistim demene rağmen bireyci anarşist olarak hayatını idame ettirdin. Revü Comtemporaine’de afyonüzerine bir deneme yazıyorsun. Artiste’de sekiz şiirin yayımlanıyor.  Poe’dan çevirdiğin Acayipliğin Meleği ile Yapay Cennetler yayımlanıyor. 1861’de Kötülük Çiçekleri ikinci baskısını yapıyor. La Presse Düz Yazılmış Küçük Şiirler’in yayımlanıyor. Ölümünden sonra Paris Sıkıntısı’nın ilk baskısının yayın haklarını Hetzel’e satıyorsun. Frengi hastalığıyla da mücadele ediyorsun. Senin iflah olmaz bir mazoşist olduğunu söylüyorlar şu şiir dizesinde olduğu gibi: “O gece bir cesedin yanında yatar gibi / Gudubet bir Yahudi’nin yanına uzandım / Hiçbir haz uyandırmayan hazin güzelliği / Satılık bedenimi seyredip düşünceye daldım.” Bir başka şiirinde kendine şöyle sesleniyorsun: “Yara ben’im, bıçak ben’im / Hem tokat, hem tokat yiyen/ Çarmıh da ben, İsa da ben / Hem cellâdım hem kurbanım.” Senin şiirinin biçim ve tekniğine dair şu saptamayı alıntılamama izin ver: “Sanatta Romantizm, yanı sıra Parnasse Okulu’nun da egemen olduğu bir dönemde Baudelaire, şiirlerinde biçim ve teknik yönünden Parnassecıların soğuk plastik güzelliğine büyük önem verir. Hatta bu konuda aşırıya kaçmakla eleştirilir. Sabatier senin sanatını ve şiirini şöyle değerlendirir: “Maistre’den, onu göksel düzenin buyruğu altına iten, daha da çok, sözcük kuyumculuğunu, sözcükleri işleme tekniğini, hızlı tümceler, çarpıcı imgeler, düş’ün (fikrin)  hizmetine sunulmuş aytaçlık (hitabet)  sanatını öğreten bükülmez bir diyalektik aldı. Poe’dan süslemeyi,  renklendirmeyi, iklimi, yaratıcı zekâ ve istemin üstünlüğünü, önceliğini, şiirin kaynağı olan şiir üstüne sürekli düşünmeyi öğrendi.”---------------------Sevgili dostum senin şiir ve sanat dehanı yazmakla bitirmek mümkün değil; zaten benim amacım da bu değil. Ben sadece senin insan yanınla ilgileniyorum. Senin dışında hangi insan başarılarında suçluluk duygusu arıyor?... Sen düşünceyi formüle etme yetini salt sanatında kullanmadın özel yaşantına da uyguladın. Ömrü vicdan azabı çekerek geçen çok az insan vardır sen bu insanların lideri sayılırsın. Bana kalırsa yazgındaki talihsizliğe sığınarak kendini güvende hissediyordun. Aslında sen söyleşilerinde olduğu gibi birçok konuda bilgeydin; en önemli özelliğin de disiplin sahibi ve düzenli olmandır.  Servetini harcar gibi ömrünü harcadın. Sanatında sembolleri tatlı biçimde kullanırken kendine karşı bu kadar acımasız olmayı kim öğretti sana? Sen kadını sere serpe seversin. Kadın sende şehvetli bir varlıktır ve etli butludur. Hayatındaki tüm yollar annene çıkıyor. Kendi haklı nedenini sana anlatmadığı için annenin özde seni senin onu sevdiğin gibi sevdiğine ikna olmadın. Senle annen birbirinizi çok fazla sevdiğiniz için sevginizden dolayı birbirinizi yaraladınız. Senin şiirde ve sanatta bir dahi olmanla ilgilenmemiş annen. Beklentisi buymuş senden.  Senin berdoş yaşam biçimini kanıksayamamış. Karşılıklı olarak birbirinizin hem cellâdı hem de kurbanı olmuşsunuz. Oysa senin naif, kırılgan ve sevgiye muhtaç yanını görebilseydi sana farklı yönlerden sevgisini anlatmaya çalışsaydı belki senin de gözünde çiçekler kötülükler açmazdı. Kim bilir sen de bunca ölümsüz şiirleri yazamazdın. Annene mektubunda sözünü ettiğin ölümsüz bir isim bırakmazdın arkanda. Beni üzen özünde hayatı, en önemlisi de yaşamayı bu kadar severken acıya bu kadar kolay teslim olman oldu. Seni özlemini duyumsadığın mutlulukla sarıp sarmalıyorum. Sen ki öldükten sonra huzur içinde yaşadın. Bak sonunda huzura erdi ruhun. Yine de bilgin olsun senin çiçeklerin sana ihanet etmiyor, kötülük açmaya devam ediyor. Dünyaya bıraktığın tüm kötülük açan çiçeklerin sevgisiyle seviyorum seni. Daha sık görüşmek umuduyla sevgiyle kal sevgili dostum. Güzelliklerin kucağında rahat uyu. İnan bana sen güzelliklerin, merhametin ve dürüstlüğünle ayrıcalıklı yaşadın, yaşayacaksın.

 

 

 

İNSANLIĞIN ÇOCUĞU: MİGUEL DE CERVANTES SAAVEDRA

 

İNSANLIĞIN ÇOCUĞU: MİGUEL DE CERVANTES SAAVEDRA

 

Bedriye KORKANKORKMAZ

 

Günümün büyük çoğunluğunu romancı, şair ve oyun yazarı Cervantes’i düşünerek geçiriyorum. Bu, yalnızlığıyla yarışacak kimsenin bulunmadığı adamı düşünüyorum. Kendisiye/acılarıyla alay edecek boyuta varma erdemine ulaşmış insanlagünümü geçirmek istiyorum. Oinandığı değerlerinin karşısında sadık bir mürit gibidir.  Yapıtı Don Kişot’ta salt aşkı değil kusursuz dostluğu da idealize etmiştir. Belleğinde yaşattığı aşkın kutsallığına erişmek için bir metrese gerek duymuyordu. Kendisini şövalye sanan Don Kişot,  her şövalyenin bir sevgilisinin olması gerektiğini düşüyor. Sıradan, şişman bir köylü kızı olan Aldonzo'ya Dulcinea del Toboso takma adını verir ve sevgilisi yapar kendisine. Onu soylu bir ailenin güzel kızı olarak düşünüyor. Yanına kendi köyünde yaşayan Sancho Panza’yı seyisi olarak alır ve yola koyulur.  Karşısına çıkan hanın sahibine kendisini şövalye olarak ilan ettiriyor. Öyle ki yel değirmenlerini dev sanıyor ve üzerine yürüyor. Onun insan yanının yapıtlarına yansıyan en büyük özelliği tüm duyguları kendisiyle eşitlemiş olmasıdır. Yalnız yeldeğirmenlerinin peşinedüşmesinin bir diğer nedeni de kendi ayarında bir dost bulamamış olmasıdır. Serüvenci ruhuyla şövalye yürekli bu dostumunbaşına nelergelmiyor ki…  O günün kederle el ele verip parçaladığı kalbinigeceleri onarıyor. Sabahları ise kendi külünden doğan bir Anka kuşudur.  O yüzden yel değirmenine karşı savaş açacak gücü kendisinde görüyor. Endişeli bir ruha sahip olması onu içten içe yiyip tüketiyor. Onun hakkında okuduklarımı yolda yürürken hatırlamaya başlıyorum. 29 Eylül 1547 tarihindeAlcalá de Henaresİspanya’dadoğan ve22 Nisan 1616 (68 yaşında)Madridİspanya’da ölen Miguel de Cervantes Saavedra’nın yol arkadaşım olmasını yürekten istiyorum. Endülüslü bir anneden doğma ailesi Galice’dengelme. Kendisi de Kelt ırkından sayılıyor.Batı edebiyatının klasikleri arasındaki yerini alan Modern Avrupa'nın ilk romanı olarak kabul edilen yazdığı magnum opusu Don Kişot  bugüne kadar yazılmış en iyi kurgusal eserlerden biri sayılıyor.Onun yapıtlarına yansıyan insan yanını bir başka mercek altında incelemek istiyorum. Genç yaşında yazmaya başladığı denemeleri ve tiyatro eserleriyle kısa bir süre sonra edebiyat çevresinde adını duyuruyor. Bugün bile İspanyol edebiyatında roman geleneğinin başlatıcısı olarak kabul ediliyor. İşlenen bir suç ad benzerliğinden dolayı kendisine malolunca İtalya’dan ayrılıyor. Yaşadığı bir dizi serüvenden dolayı Osmanlılar tarafından tutsak edilen Cervantes, 1575-1580 yılları arasında da Cezayir'de esir olarak yaşıyor.Birçok yaralanma tehlikesi geçiren Cervantes bir top güllesiyle yazık ki sol elini kaybediyor. Birçok kez kaçmaya teşebbüs ediyor ama başarılı olamıyor. Hapse atılınca da hapiste kendisini tamamen edebiyata adıyor.En büyük yapıtı olan Don Quijote (Don Kişot)'u kaleme alıyor. Bu eseri sayesinde tüm dünyada da tanınıyor. Bu yapıtında kendi hayatıyla alay ettiği, özellikle de yapıttaki kahramanların hayatlarıyla kendi hayatı arasında birçok benzerlik görüldüğü anlaşılıyor. Don Kişot dünyanın en çok okunan eserlerinden biridir ve 38 dile çevrilmiştir. Bu eser hâlâ dünyanın en çok okunan romanları arasındaki yerini koruyor. Don Kişot bir çocuk gibi her şeye inanır. Yeryüzünde yaşayan insanlar arasında en safıdır o. Dünyada var olan hiçbir çirkinlik ona bulaşmaz. Dünyadaki tüm insanlar onun gibi saftırlar. Kişiliğinin en belirgin özelliği umuda sımsıkı sarılmasıdır. Onun cennetinde herkese yer vardır. Her tür çiçeğin açtığı bir cennettir. Cennetine girmek isteyenlerinin de girmeme hakkı vardır. Israrı ve baskıyı sevmemektir. Öyle ki kendi cennetinde kendisi dışarıda kalabilir. Adalet tüm haksızlıkların temelidir. Polislik mesleğinin kendisine verilmesini ister.  Prensler ve çağın büyükleri pekâlâ iyilikseverlikle yanında yer alabilirler. Don Kişot; cennetinde yaptığı düzenlenmelerle Tanrı’yı da üzülmekten koruyacaktır. İyi niyetli insanları bir araya getirerek barışı sağlayacağını düşünen kahramanımız bilgelik düzeyinde bir bilgi birikimine sahiptir. O kadar namuslu olmasaydı kesinlikle bilgin olurdu. İnsanlara birşeyler öğretmesini sevmez. Öğretecek olsa dahi büyük bir mütevazılıkla yapar.             Gereğinden fazla okuyan kahramanınız okuduklarının oluşturduğu iksiri insanlara dağıtıyor.Onun için başarının hiçbir önemi yoktur; zira o edebi başarıya gönül vermiştir. Don Kişot, soylu atının üzerinde bir masal kahramanıdır. Onda olan inanç, haşmet ve ihtişam kimsede yoktur. Girdiği her savaştan yenik çıkan, bu savaşların soylu beceriksizi duygu dünyasıyla insanı kendisine hayran bırakıyor. “İşte size, barbarlara karşı, İsa uğruna yapılan savaşta bir kolunu kaybeden Lepant’ın askeri. Kralların zalimliklerine, evdeki sefalete en önemlisi de  aile hayatının tüm saçmalığını ortadan kaldırmış olursunuz. Böylece edebiyat çevreleri,  kutsal papazlar tarikatının ifşa etmiş oldu. (...) Artık sizi Don Kişot ve Cervantes’ten ayrı tutmuyorum.”Onun kişiliğinin bir diğer özelliği de coşkulu olmasıdır. Adalete karşı özel bir bağlılığı vardır; zira mutlak bir duygunun içindeki coşkuyu arıyor. Güzelliklerle dolu bir dünya özlemi vardır ve bu özleminde de oldukça samimidir. İlahi adaleti yeryüzünden tecelli etme görevini kendisi kendine vermiştir. Onun bilgeliği süvari atına kılıcıyla binmesi değil; cehennem Tanrılarının yeryüzünün bütün güçlerinden daha güçlü olduğunu farkına varmasıdır. Dürüstlüğü hukuk ve adalet kavramından daha önemli buluyor; çünkü dürüstlüğün olduğu yerde hukuk da adalet de yerli yerine oturacaktır. Hakkı söylemek başka şu haklıya hakkını vermek başka şeydir. Kahramanımız haklıya hakkını dağıtan bir tasavvuf dervişi gibidir. Hiçbir sıkıntı onun iyilikseverliğinietkilemez. Onda inanç ve cesaretin verdiği yücelik vardır. Söz konusu cesaret olduğunda akıl devre dışı kalıyor. O yaratıyor ve yarattığı insanları fethediyor. Yazarın yazın dehası da tam da burada devreye giriyor. Kendini insanlığı kurtarmaya adamış bu insan insanlığın soytarısı oluyor.İnsan ilişkisini daha derinden sorguladığı için ezik insan psikolojisini ortaya koyuyor. Yoksulların birbirleriyle olan savaşlarının zenginlerin birbirlerine olan savaşları aratmadığını tüm çıplaklığıyla sergiliyor. İnsanlık için ne kadar soylu da olsa düşünceleri iradeleri elinden alınmış insanların soytarısı olmaktan öteye gidemiyor. Aslıda burjuvanın soytarıları olduklarını farkına varamayan bir grup insanın içine düştüğü iç acıtıcı durumu sergiliyor yazar. Durum böyle olunca kahramanımızda  traji komik acıların  kralıdır süvarisi değil.

.Ben bunları düşünerek yolda yürürken yanıma yaklaşan adamı fark ettim. Direkt kendini tanıtarak benim yol arkadaşım olmak istediğini söyledi. Tarif edilmez bir mutlulukla, heyecanla sarsıldı ruhum.  Bir süre öylesine yürüdük ikimizde. Ben onun yüzüne yansıyan duyguları seyrediyordum o ise ruhumun derinliklerini gözlerimde görüyordu. Yakınlık ya da uzaklık ikimizin birbirimize duyumsadığı duygu sarmalı içinde yok olmuştu. Hiçliğin ne olduğunu ilk kez o an algılıyordum. Başka başka çağlarda yaşamış ve birbirinden habersiz bu iki insanının birbirine duyumsadığı derinliği karşısında ürktüm. İkimizde birbirimizden ürkmekte haklıydık; çünkü birbirimize dair tüm bilinmezliğimizi bilinir yapıyordu bakışlarımız. Bu ölüme meydan okuyan birliğin karşısında nutkum tutulmuştu.  Sadece duygularımız değil, adımlarımız da birbiriyle yarışıyordu. Bir ara onun, elini omzuma attığını fark etim. Ben de elimi onun omuzlarına attım. Birbirimize gülümseyerek yolumuza devam ettik. Konuşmayı ben başlattım:

“Sevgili Cervantes, sen gelmeden önce yapıtın Don Kişot hakkında yaptığım yorumları seninle de paylaşmak istiyorum.  Don Koşot’ta saflık taban yapıyor. O öyle saf ve temiz bir anne ve babadan dünyaya geliyor ki saflıktan başka hiçbir şeye inanmıyor haklı olarak. Çirkinlik onun dünyasına ulaşmıyor. Gücünü de saflığından alıyor. Gücünü saflığından alan bu güzellik‘insana’ olan umudunu asla yitirmiyor. Onun gözünde herkes cennette yaşamaya layıktır.  Kötülükler ile çirkinlikleri giderme konusunda oldukça cesurdur. İyi niyeti sayesinde insanlığa umudu aşılıyor. Kendi cennetine tüm insanlığı sığdırıyor.  Kapısı insanlığa açık cennetinde isteyen herkese yer vardır ve rengârenk çiçekler açıyor cennetinde.   DonKişot taşradan gelmiş ve taşranın tüm özelliklerine sahip bir sözde şövalyedir. Onun en paha biçilmez özelliği herkese barışı getirmesidir. Birçok saflığına karşı bir bilge olacak kadar da birikimdir. İnsanlara vereceği bilgileri büyük bir mütevazılıkla veriyor.  Onda kibir yoktur. Bu saygıdeğer şövalyenin en büyük özelliği fazla okumasıdır. Atının heybesinde hayatın yaralarını iyileştirecek birçok iksiri vardır. İşsizlere ayrı iksir, yürekli olanlara da aşk iksiri dağıtıyor. Heybesinde ateşli silah yoktur. Kendi iyi yanını göstererek taraftar edinmek ve topladığı taraftarla da kötülükleri yeryüzünde silip atmaktır amacı. Bireysel mutluluklar onun yanında bir anlam taşımadığı için tek başına gülmüyor. İnsanlığın gülümsemesi yansıyor gözlerine. Onun için başarının bir ederi yoktur; o edebi zaferin peşindedir. İnsanlığın savunucusu bir masal kahramanına benziyor. İnanç ve o inançtan alınan haşmetli bir vakur duruşu vardır onun. Gücüde savaşının haklı bir savaşım olmasından gelmektedir. Siyasi tehditleri tınmayan bu kahraman tamı tamına sensin.  Bu bakışaçısıyla ele aldığınkahramanların sayesinde edebiyat çevrelerini, kutsal PapazlarınTarikatı’nı deşifre açıklıyorsun. 

Hiçbir alçaklık Sizin soyluluğu karşısında varlık göstermiyor.  İnsanlık ya ağlayacaktır onuruyla ya da gülecektir. İkisinin ortası yoktur onda.

Adalete tutkuyla bağlı olan Don Kişot davasına da aşkla bağlıdır.  Acı çekenlerin, zülüm görenlerin canlı koruyuculuğuna soyunmuş olan Don Kişot, kılıcını eline aldığında göklerden düşmüş bir meleğe benziyor. Barışı ve adaleti yönetim biçimi olarak algılıyor. Bu özellikleriyle akla dayanan bir erdemin ve Tanrı aşkının şövalyesidir. Kutsallıkla hakkaniyeti çok önemsiyor. Tüm sıkıntılarına ve önemli görevlerin omzuna yüklediği sorumluluklara rağmen her zaman iyilik doludur. Onun en büyük meziyeti sevmeyi bilmesidir. Bilge bir deli olarak insanın karşısına çıkıyor. Hayalperesttir. Haksızlıkları oryadan kaldırmak için barbarlığa soyunuyor.  O,  yaşama ve ülkelere saldırma cesaretini özgürlük tutkusundan alıyor. Suçluları bile kurtarırken onlardan özür diliyor.

“Sevgili Bedriye, Sen benimhayal dünyamdan bana sesleniyorsun. İstersen ben sana kendi gerçek dünyamdan sesleneyim de beni öyle yenilmez kahramanlardan biri sayma.  Savaşta yaralanmış beceriksiz bir hastayım. Direngen oluşumu bir kahramanlık sıfatı sayabilirsin ya da duyarlılığımı. Hayatımın seninle en önemli benzerliği çok az yardım görmemdir. Cezayir’de tutsak, Tunus’ta uşaktım. Ayağında zincir, boynunda tasma en önemlisi de her zaman yoksul. Elit kent soyluları arasında yitip gitmiş, aileye bakmak sorumluluğu üstlenmiş, gel gör ki ailede de aptallık sıfatı olan birisiyim. Öyle eziğim ki Bedriye öfkelensem de sinirlenmezdim. Akılcı dünyanın tüm kötülüklerine karşı merhametveadaletin hâkim olması için savaşıyordum yeryüzünde.

Bendeki zafer duygusu saygıdeğer bir yüceliktir. Güzellik ve iyilik dolu dünyamda akıl arama Bedriye. Yaratılmak/ yaratmak benimen önemli özelliğimdir. Yaratanı fethetme. İnsanlık bile DonKişot’un kutsallığını anlayamadı. Bu komik kahraman, kutsiyetin en büyük mucizesidir. Bana göre kutsal kahraman,kendineTanrı’nın soytarısı adını vererek kendisine yakışanı yaptı. Zira patron yerine konulmayı beklerken soytarı olarak anıldı. Bedriye bana göre “büyük sanat eseri, her zaman sanatçıdan söz ettirir ve onu ortaya koyar. Böyle olması doğaldır ve gerisi mühim değildir. Düşünce bir aynadır. Her sanatçı Tanrı’nın bir aynasıdır.Spinoza bunu böyle kabul ediyor. Don Kişot ve Cervantes’te bir Martin, bir Georges azizliği mevcuttur. Cervantes’in, Aristo’dan daha üstün ve bu kadar güçlü oluşu da bundandır. Cervantes ve Rabelais, birbirine denk bir güce sahiptir.” Ben geçmişe Rebelais da geleceğe dönüktür. Ben soyluluğu şaha kaldıran eşitliğe tutkunum. Duygusal olarak ele alırsam kendimi bütün çağların içinde mevuttum ben.

“Sevgili Bedriye ben de hayat çoğukez eserin üstüne çıkıyor. Bana göre alay etmek için tamamen başka bir anlam yakalamak gerekiyor; oysaki DonKişot’unkendisi gülünç, akıllı, uslu, derin bilgili ve saygıdeğer biri oluyor. Bu üslup belli başlı yapıların kahramanlarına özgü bir sıfattır.  Don Kişot’ta Bedriye, büyük bir erdem ve fazilet bağışlayıcılık vardır.Don Kişot “Sen iyi bir Hıristiyan değilsin; çünkü her hangi hareketi hiçbir zaman unutmazsın, diyor.  İnsan yedi yüz kere affediyor, fakataffettiklerinin hiçbirini bir türlü unutmuyor. Ve unutulmuş olmayı, insanın unutmadığı ortaya çıkıyor.” Ben de komikliğin her türü mevcuttur. Öyle saftır ki benim kahramanım için başarı önemli değildir onun için önemli olan misyonudur, zafer değil.

 “Sevgili Cervantes, köylü Sancho hakkındaki fikirlerini öğrenmek istiyorum.”

“Bedriye, Sancho’nun da Don Kişot’tan dahafarklı bir saflığı yoktur. Her ne kadar ona efendim diyorsa da gerçekte ona inanıyor. Her şey bir yana onu çok seviyor. Sancho’nun tercihiydi Don Kişot. Herkesçe bilinen birini tüm özellikleriyle olduğu gibi kabul ediyor. Bu yüzden DonKişot sadeceSancho’nun aşkı olmaz, onun inancıdır da.Bir vefayla bağlıdır Don Kişot’a. Ondan asla şüphe duymaz

“Sevgili Cervantes, sen büyük bir üslupsanatçısısın. “Sanattan çok, hareketten ise daha az kuşku duyar.” Böyle olman sanatçılık değerine gölge düşürmez. Gerek senin gerekse Don Kişotiçin güzellik çok önemlidir. Sizde gerçek birer sanatçısınız. Güzellik ve adalet sevgisi var ikinizde de. Gerçek aşkı da sanatçıda tutkunun ritimlerinden biri olarak algılıyorsun. Objeler ve çareler konusunda sevgili dostum yanılsan da sanatçıyı adalete götüren hamlede hiç yanılmıyorsun. Bu bile seni ölümsüz yapmaya yetiyor.  Sanatçının şaheser yaratmak için yeteneğinin olmasını şart koşuyorsun. Don Kişot’uancak altmış yaşında yayımlıyorsun.  Bu yaşına kadar yazık ki sanatçı yanın hep eksik kalıyor. Bu yapıtla hem kendini hem de Don Kişot’u hayatının zirvelerine çıkarıyorsun. Sende biliyorsun ki her türlü ıstırap, dayanılmaz güçlükler sanatçının eserinde şaheserler yaratabilir. Don Kişot karakterinde canlı bir insanlığı armağan ediyorsun. Senin insan yönün öyle yüce ki en acımasız düşmanlarına bile iyilik yapıyorsun.  Senin derin iradenle verdiğin mücadelenin büyüklüğünü kim inkâr edebilir. Senin kazanmak istediğin başarı maddi değil manevidir. Maddi bir zafer nasıl olsa kazanılır ama manevi kayıpların yeri doldurulamaz. Asker olmak için onurlu davaları olan soylu biri olmalı insan.  Yapıtlarında kullandığın İspanyolca İspanya’nın en güzel dilidir. Dil kusursuzdur yapıtlarında. Dildeki ahenk yapın başından sonuna kadar okuyucuyu sarıp sarmalıyor. Hele komikliğiöyle ustalıkladile giydiriyorsun ki, okuyucu elindeki yapıtı bırakmak istemiyor. Krakerin hareketli, komik, hazır cevaptır. . Senin komiklik anlayışını yerli yerine oturtan bir saptamayı sana hatırlatmak istiyorum:

“Cervantes’in komiklik özelliği,Rebelais ve Flaubert’inki gibidir: Bu nitelik dili aşan bir üsluptur.  Dil gene de düşünceyebaskın çıkan bir üsluptur. Rebelais’dakelimeler,  Flaubert’dekelimelerin düzeni, ifade ettikleri şeyden daha çok söz konusu olur. Cervantes’ te bu yetenek iki kat daha fazladır.”

Don Kişot’un dostu yoktu. O da benim gibi kendi eşitini bulamadığı için yalnızdı. Sanchogibi sadık müritten de dost olmaz. Dost olabilmesi için onun üstünde olması yanlışlarına tavır koyacak cesareti olması gerekiyor. Bilinç düzeyi de önemli dostluklarda. Kaldı ki Don Kişot için aşk bile kusursuz dostluktur. Don Kişot’ta aynı zamanda bir insanın çocukluk, gençlik ve yaşlılık, bir diğer anlamıyla olgunluk dönemlerini de ustaca veriyorsun. Üstelik de Don Kişot’un bütün İspanya olduğunu gerçeğini sana anımsatırsam ne düşünürsün? Sancho gerçek bir vatandaştır. Bir çocuk gibi kolay kandırılır. Kendi çıkarının kölesi olmuşların karşısında Sancho bir kahramandır. En önemlisi Don Kişot’un gerçek bir kahraman olduğunu ondan başka kimse anlamamıştır. Bu yönüyle de bilgedir. Karşılaştığı zorluktan kaçmaz, üstüne gider.”

“Sevgili Cervantes, insanın yaşı gibi kahramanları da değişiyor. İnan bana benim kahramanım da Don Kişot’tur. Onun iç dünyasındaki güzelliklere tutunmaya öylesine ihtiyaç duyuyorum ki… Kahramanın insan olamayacak kadar insandı. Belki de bu yüzden kurgu kahraman olarak anılıyor. Dünyanın ve insanların içinde yaşayacaksın ve kirlenmeyeceksin… Sonunda kahramanın da uyanışı acıoluyor. Fakat kirlenmiyor. Bu özelliği bile tek başına onu ölümsüz yapmaya yeter diye düşünüyorum. Senin hayatından binlerce hayat çıkabilir. Bir insanın hayatı böylesi deneyimlerle donatılmışsa kahramanı daDon Kişot ileSanchogibi soytarı kılığına girmiş bilgeler olur. Hayata isyan etmen için sayısız nedenlerin varken sen direnmeyi ve üreterek yaşamayı tercih ediyorsun. Asıl kahramanolan sensin, boynunda tasma, ayağında zincir olan bir esir o dönemin yanlışlarını ne güzel alaya alıyor. İntikamın bile insanlık abidesi sayılabilecek bir erdemdir. Acının insana kazandırdığı büyüklüğü düşündüm dostum. Büyük ruhunun karşısında ayağa kalktım. Yaşadığın her anı satır satır aklında tutan bir hafıza! Dünyaya nanik atan kahramanların sahibi bir esir. Merak ediyorum yazdıklarından dolayı yaşadıklarına minnet duydun mu?”

“Doğrusunu istersen Bedriye ruhumun olgunlaşması sanıldığı kadar kolay olmadı. Sen yapıtımı basma yaşımı biliyorsun. Ben bile ancak o yaşta acılarıma gülerek yaklaştım. Yazdıklarımda yaşadıklarımı gülerek anlattımsa da içim delik deşik. Neydi biliyor musun Bedriye? Hayatım boyunca ciddiye alınmamıştım. Saygı görmemişim. En acınası da konuşmaya tenezzül edemediğim insanlar ayağıma pranga vurup beni yönetebildiklerini düşünüyorlardı / yönetiyorlardı da. Ben aldığım her nefeste öldüm. Ölümün de acının da her türünü tanıdım ve tattım. Acıya kesti bedenim. Ama iradem yaşama pencere açtı ve yaşama tutundum.  Yazın dünyasını keşfettim ve o dünyanın soytarısı da şövalyesi de ben oldum. Ruhun önüne kim geçebilir. Silahlar düşünceyi öldürmeyi başarsaydı Bedriye, geçmişten geleceğe okuyacağımız kitapların sayıları bu denli kalabalık olmazdı. Bedelsiz hiçbir şey olmuyor. Bugün geldiğim yere gelmek için kimse benim çektiğim çileleri çekmek istemez. Şunu söylememe izin ver: sonunda soytarı yaptıkları, boynuna tasma, ayağına zincir geçirdikleri kölenin önünde onlar diz çöktü; ben çökmedim. Hem de salt ülkemde değil bütün dünya yaşadıklarım ille de yarattığım kahramanlarımın önünde diz çöktü. Varsın sana da kimse yardım etmesin. Sen benim gittiğim çile yolundan git. Hem benim kadar şanssız da sayılmazsın. Ben her zaman senin dostun olarak arkandayım. Beni anman yeterli buluşmamıza. Seni bu duygularla kucaklıyorum.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

DİRİLİŞİN ÖYKÜSÜ

 

 

DİRİLİŞİN ÖYKÜSÜ


Bedriye KORKANKORKMAZ

 

 

yakarman boşuna kendime

İflâh olmam bu gidişle ben

temiz ellerimi samimiyetsiz sevgilere

uzamak istiyorum kendime acımadan

 

kederimin  boyu uzadıkça

kim demiş sizlerle aynı aynalara baktığımızı

hüzünlere katlamayı sevda edineli kendime 

kimselerin göremediği öteleri görüyor sezgilerim

 

içimde her gece ayaklanan duygularımı

ayakları altına alamadı gardiyandan biri

bunca ayaklamalara karşın içimdekiler

daha da ötelere uzandı

 

ben aşına olduğunuz insanlardan değilim

üzerinden geçtiğiniz bir geçit hiç değilim

ne ortasında ne sonundayım yolun

ben ki tüm katlanabilirliğin sınırlarını zorluyorum

 

seviniyorum bilmediklerimin çoğalmasına

yüreğime dokunan duyguların canımı acıtmasına

kimselerin göremediği öteleri görüyor sezgilerim

hüzünlere katlamayı sevda edineli kendime 

03/08/2010 mersin

RUHUN VE DUYGUNUN ÇIPLAK DOLAŞAN GEZGİNİ: DOSTOYEVSKİ

 

RUHUN VE DUYGUNUN ÇIPLAK DOLAŞAN GEZGİNİ: DOSTOYEVSKİ

 

Bedriye KORKANKORKMAZ

 

 

Ne zaman, bir dosta ihtiyaç hissetsem, insansızlığın o derin sızısı  beynimi ve  yüreğimi kemirse,  Dostoyevski  ile 

Gide  gelir aklıma.  André Gide: "İbsen' le Nietzsche' nin yanı sıra adı geçmesi gereken Tolstoy değil, odur asıl; onlar kadar büyüktür, üçünün  de en önemlisidir belki  der."( s.5)

Gide’in,  Dostoyevski’nin sanat dehasını  Tolstoy’dan, İbsen’den  ve  Nietzsche'den niçin daha büyük bulduğu üzerinde nicedir düşünüyorum. Kafamdaki düşünce erleri beynimin içinde cirit atıyor. Ne yapmam gerektiğini bilmiyorum.  Gide’in  masamda açık duran eserin  satırları arasından çıktığını  ve çalışma masamın karşısındaki sandalyeye oturup beni izlediğini çok sonradan  fark ediyorum.  Sevincimden  “ hoş geldin” diyemiyorum ona. Uzun bir süre  yüzüme yansıyan duygu ve düşünce karmaşasının haritasını seyrediyor. “Rahat ol !” diyor. Onun babacan yaklaşımı benim güvensizliğime, ille de korkularıma  iyi geliyor. Kendimi toparlıyorum. Ona : “sizin için bir kitap okumak yazarıyla on beş gün ortadan  kaybolmaktır. Tam bir aydır elimde “Dostoyevski” eseriniz var. Tam bir aydır, sizinle birlikte  bu odadayım. Bir yandan siz, diğer yandan Dostoyevski. İkinizin dehasının üstesinden gelememenin sıkıntısını yaşıyorum ” diyorum.  Gülüyor. “Bizi olduğumuz gibi göremez misin?” “ Karma karışıklığımızla… demek istiyorum. Söyle bana: Eserlerimle neden bu kadar yakından ilgileniyorsun?” Gülerek ona içimden geçenleri söylüyorum. “Siz, yıllardır  hangi nedenlerden ötürü Dostoyevski’nin peşine  düşüp onun kişiliği ve eserleri üzerine söylevler  verme ihtiyacı hissettiyseniz,  ben de aynı nedenlerden dolayı sizin  ve Dostoyevski’nin peşine düşüyorum. Sistemde tutunamayan iki insan olduğunuzu düşünüyorum.  Tutunamayanlardan oluşunuz beni etkiliyor.” Sözümü bitirmeme fırsat vermeden gözlerimin içine bakarak bana: “Kendin gibi mi?” diyor ve devam ediyor konuşmasına : “Şaşkın bakışlarınla yüzümü okşama. İnsan, aradığının peşinden gidiyor. Bu yüzden  mi Stefan Zweig’in, Nietzsche’nin de peşini bırakmıyorsun. Sana göre, aldığı önemli ödüller mi; yoksa eserlerinin verdiği mesajın yaşamdaki gerçek  karşılığı mı bir yazarı daha büyük yapıyor? Sözlerimin  arkasında yatan gerçeklerle yüzleşmek istiyorsan, benim sana sorduğum sorunun izini sür. Ne bize benze ne de benzemeyi düşündüğün insana. Yaşa. Yaşadıklarının çizdiği tuvalden bak portrene. Tuvalde gördüğün  resmin, asıl  resmindir. Şimdi,  Dostoyevski’nin yaşadıklarının çizdiği porteye bakmak istiyorsan yargılamadan onu anla ve ona soru sorma. Sözlerini kesmeden dinle. Ağladığında ağla, sevindiğinde sevin. Onun hayatı ve insanı sevme biçimini sev. Acılı yüreğindeki sevgini, özverini, şefkatini ona karşılıksız ver.Hisset ve hissettiklerini bize hissettir.  İkimizin de ödülü emek ve sevgidir. Ben,  gidiyorum.  Seni, kendinle baş başa bırakıyorum”  dedi ve gitti. Masamdaki mumu yaktım. Mum ışığı altında evrensel yazının yüz akı olan iki dehanın gerçeğiyle yüzleşiyorum.

Fransız M.de Vogué, ülkesinde Dostoyevski'nin eserlerinden ilk söz eden yazardır. Bu bağlamda  büyük bir görev üstlenmiştir.  M.de Vogué: "Karamazov  Kardeşler” üzerinde fazla duracak değilim. Herkes bilir ki bu bitmez tükenmez  bir hikâyeyi sonuna kadar  okumak babayiğitliğini pek az Rus  göstermiştir. Benim  görevim  orada  tanınmış, burada ise hemen hemen  hiç tanınmamış  bir yazar  üzerine  dikkati çekmekten, eserlerinde  yeteneğinin çeşitli yönlerini en iyi  gösteren  üç bölümü(?) belirtmekten  ibaret  olmak gerekir -ki bunlar “İnsancıklar”,”Ölü Bir Evden Hatıralar”,”Suç ve Ceza”'dır"(s.6) der.
M. De Vogué’ya, yazarın eserlerine dair yaptığı  yanlı saptamasından dolayı kızamıyorum.  Onun  Dostoyevski gerçeğini  algılamakta zorlanmasını da  doğal karşılıyorum.  Dostoyevski,  ne salon edebiyatının  ne de salon aydınlarının bir çırpıda derinliğini kavrayacakları yazarlardan  değildir.  O,  hayatı boyunca salon edebiyatı ile salon aydınlarından şeytandan kaçtığı gibi kaçmıştır. Salon aydınlarının riyakârlıklarını yüzlerine bir tokat gibi vuruyor romanlarında. O türden aydınların uykularını kaçırıyor rüyalarına girdikçe.  Dönemin eleştirmenleri  onun eserlerine dair bir ezgi gibi kulağa hoş gelen değerlendirmelerde bulunmadıkları için, okuyucunun onun eserlerini okuma cesaretini kırdıkları bir gerçek.  Ne ki  bu türden haksızlıklar onun ödülüdür. Salon edebiyatının soylu(!) eleştirmenlerinin ellerinde onun eserlerinin çevirilerinin yapılmasını,  yayımlanmasını ve dağıtımının yapılmasını  geciktirmekten başka başarıları  kalmamıştır. Elde ettikleri bu zavallı başarının onlara neler hissettirdiğini bilmiyorum.  Onlar, hiç kimsenin yaratıcısı olmadığı güzelliklerin yok edicisi de olamayacağı gerçeğinden bihaber oldukları için bu denli zavallıdırlar. İşte yirmi birinci yüzyılda Dostoyevski gerçeği tüm çıplaklığıyla önümüzde duruyor. Eserlerinin satılmadığı  ülke yok. Ülkemizde en çok okunan  yazarların başında geliyor. Romanlarında,sisteme uyum sağlayan insanlar ile sistem dışı kalan insanlar bir aynanın iki yüzü gibi  bize bakıyor. Onlar bize baktıkça biz de farkında olmadan yüreğimizdeki aynadan duygularımızın fotoğrafını görüyoruz. İyiliğin, kötülüğün, güzelliğin, çirkinliğin, riyakârlığın, dürüstlüğün... yaratıcısının bizler olduğu gerçeğinin karşısında ister istemez afallıyoruz. Davranışlarımız önce ailelerimizin sonra da içinde yaşadığımız toplumun bize mirasıdır. Dünyayı yaşanılır ya da yaşanılmaz hale getiren bizleriz. Dostlarımızı bir pula satan, arkadan vuran, aşka, dostluğa arkadaşlığa ihanet eden de bizleriz. 

Gide,  yazarın  mektuplarından yola çıkarak onun kişiliğini  tanıtıyor bize. Sahnede Gide ile Dostoyevski var. Mektupları yazan  sade vatandaş Dostoyevski'dir. Romanları  yazan  ise yazar Dostoyevski'dir. Yazar ve vatandaş Dostoyevski'yi bilinçli olarak karşı karşıya getiriyor Gide. Bu yöntemle  eserinde onun  hayatının günlüğünü yazıyor. Her sayfayı defalarca kaleme almaktan bir an olsun yüksünmeyen, yüreğini, beynini kanata kanata sabahlara kadar oturduğu masanın başından kalkmayan yazarın, mektuplarındaki özensizliği Gide’i de şaşırtıyor. Dostoyevski, kolayın değil zorun; anlaşılmanın değil anlaşılmazlığın; düzenin değil karmaşıklığın yazarıdır. Eserlerinde  aşağılamanın değişen boyutlarına paralel olarak mutlu ya da mutsuz olan insanların yakını yapıyor bizi.  Nietzsche, yükseklerden aşağıya bakıyor. Kendisini  aşağı gördüğü insanlarla eşitlemediği gibi, üstün insanla da eşitlemiyor. Kendisini  sadece ve sadece  doğa tanrısıyla  eşitliyor. Dostoyevski  ise kendisini  hırsızla, katille, ezilenlerle, yoksullarla, haydutlarla…eşitliyor.  Onun gençlik arkadaşı Riesenkampf:" Dostoyevski öyle bir adamdır ki onun yanında ömür  süren herkes  çok rahat eder ama kendisi ömür boyunca züğürt kalacaktır" diyor (s.12). Hayatı boyunca verdiği sözü tutan, kötü bir eser vermektense ölmeyi tercih eden yazarın  düsturu, ısmarlama eser yazmamaktır. Ismarlama yazı,  hem sanatı  hem de sanatçıyı öldürüyor. Bir kez bile para için ya da verdiği söz için, salt öyle olsun diye eser yazmıyor. Eserin tasarımı  kafasında bitiyor ve o eseri yazma arzusu onu masaya oturttuktan sonra eseri yayımlamak isteyen yayıncılarla bağlantı kuruyor ve  yazılmamış eserini satıyor. Hayatında tek bir eserini  Tolstoy, Turgenyev... gibi acele etmeden yazmak istiyor ama bu, istekten öteye gitmiyor. Kumar borçları ile evin giderlerini karşılamak üzere aldığı parayı eseri yazmadan harcıyor.  Yayınevinin kendisine verdiği süre içinde eseri tamamlamak için acele ediyor, ediyor, ediyor… Bir edebiyatçı olarak ilkelerine ne kadar bağlı olduğunu şu sözlerinden anlıyoruz: " Edebiyatçı olarak  bütün meslek hayatım boyunca verdiğim  sözü her zaman tuttum,  bir kez dahi  sözümde durmamış değilim." 

Onun  sermeyesi acılar çeke çeke yaşamaktır. Hayatı boyunca ne borçlarını  ödeyecek parası, ne borç para isteyecek yakın akrabası ne de dostu… oluyor.  Onun hayatının temelini acelelik, yokluk, yoksunluk, alçak gönüllülük, umutsuzluk, direniş, düşüncelerini sonuna kadar savunma,  ölçüsüz eli açıklık, içgüdüsel zenginlik... oluşturuyor.

İnsanı insandan ayıran yegâne gerçek kişiliğidir. Öyle ise eserlerindeki kahramanlarının da  kendisi gibi kendilerine özgü kişilikleri olmalı.  O, kişiliği gibi kahramanların  kişiliğini de yaşadıklarının külünden  yaratıyor. İyi bir sanat eserinin ulaşabileceği en üst seviyenin sadelik olduğunu biliyor.  Eserlerinde çıplak sadeliğe  ulaşmak için çırpınıyor. İlhamın ışığı etrafında  aylarca hatta yıllarca pervane  gibi dönüyor. Yazdıklarını önce yırtıyor. Yaza yırta yaza yırta yırtamayacağı bir eser yaratıyor. "Suç ve Ceza" eserini nasıl yazdığını ondan dinleyelim: " Roman Suç ve Ceza. Uzun; altı bölümlük. Kasım sonunda büyük parçasını yazmış, hazırlamıştım. Hepsini ateşte yaktım! Şimdi söyleyebilirim, yazdıklarım hoşuma gitmiyordu. Yeni bir biçim, yeni bir plân çekiyordu beni. Yeniden başladım. Geceli gündüzlü çalışıyorum ama gene de yavaş işliyor iş". (s.15) 
Yazar olarak kendisini koyduğu yeri öldüğü yıl Bayan N' ye yazdığı mektupta şöyle ifade ediyor: " Yazar olarak birçok kusurlarım olduğunu biliyorum, kendimden  en başta ben hoşnut değilim çünkü. İnanın ki kendimi şöyle bir yokladığım zamanlar istediğimin yirmide birini dahi tam anlamıyla anlatmadığımı, sık sık görüyorum. Beni kurtaran, hep beslemekte  olduğum şu umut:  Günün birinde  Tanrı bana  öyle bir  güç ve ilham  ihsan edecek ki,  düşündüklerimi  daha  tam olarak anlatacağım; yani; kısacası, gönlümde ve hayalimde  sakladığım ne varsa  anlatabileceğim" ( s.17).  Yazmanın dışındaki yaşamayı ise  " Öyle iğrenç bir şey ki, katlanabilmek için tek çare,  ondan kaçmaktır" diye özetliyor. Bu kaçış yaşamdan değil…  Bana kalırsa sadece ve sadece kişiliği ile yaşama yük olduklarına inandığı insanlardan kaçıyor. Sorumluluk duygusu gelişen yazar, eşine özellikle de çocuklarına karşı sevgi doludur. Yazarak yaşamayı sevdiği kadar seviyor  onları. Hapisten çıktığında " hiç değilse yaşadım. Acı çektim ama yaşadım  yine de" diyor.  İnsanlığa dair hiçbir şey yabancı değildir ona. Acının derinliğinde kulaç atanlar  yeryüzünün göstermelik mutluluklarına katlanamıyor onun gibi.  Hakikatin müridi  olan Dostoyevski bu gerçeğin kendisidir. Bu yüzden yeryüzünün akılcı dünyasına ayak uydurmak istemiyor.
Bir yandan yoksullukla diğer yandan  da hastalığıyla mücadele ediyor. Hastalığına rağmen geceli gündüzlü çalışıyor. Geçirdiği her sara krizi nedeniyle kafasını haftalarca toparlayamıyor.  O da tıpkı ünlü düşünür Nietzsche gibi o ölümsüz eserleri böyle bir delilik sınırında yazıyor.

  Hayatın dişine göre yetiştirdiği  savaşçıdır o. Bu yüzden şansızlık hayatı boyunca peşini bırakmıyor onun. Talihsizliği çocukları gibi basıyor bağrına. Sırf birtakım  kişilerle arkadaşlık ettiği için yakalanıyor.  İdam edilmek üzere gözleri bağlanıyor ve son dileğini söylemesi isteniyor ondan. Son anda Çar canlarını bağışlıyor. Cömert Çar (!)  onu Sibirya’ya sürgüne gönderiyor. Dört yılı Sibirya'da altı yılı da Semipalatinsk' teki orduda geçiyor. Ayağında en az beş kilo ağırlığındaki prangalarla Sibirya’ya insanlık dışı şartlarda götürüyorlar onu.  İnsanın tüm çıkmazına orada yakın oluyor. Onun kaleminden Sibirya’ da kaldığı koşullara tanıklık edelim hep birlikte: “Bu dört yılı dört duvar arasında geçirdim, çalışmaya  gitmek için dışarı çıktım ancak.(…)  Bir seferinde tam dört saat  ek görev yaptırdılar: Termometrenin  cıvası donmuştu.  40 dereceden fazla soğuk vardı. Bir ayağım dondu. (…) Dam akıyordu. Duvarlar çatlaktı. Balık istifi halindeydik. Sobaya altı tane kütük atıyorduk  ama boşuna,  hiç ısıtmıyor( odada buz güç eriyordu) , çekilmez halde tütüyordu: bütün kış  böyleydi bu. (…) Oda kapısının önünde  bir kova koyarlardı, ne işe yaradığını anlarsın tabii. Kokudan burnumuzun direği  kırılıyordu bütün gece. Mahkûmlar: ‘İyi ama  mademki insanız, pislemeden olur mu?’ diyorlardı.”  (s.65–66)

Kişiliği gereği hiçbir zorluktan kaçmayan ve her yükü sırtında taşımayı seven yazar zor durumda olduğuna inandığı için İsayef adındaki  bir mahkûmun dul karısıyla evleniyor. Salt kadının değil, kadının haylaz, sorumsuz oğlunun sorumluluğunu da üstleniyor. Bilindiği üzre kardeşi ölünce kardeşinin ailesine de o bakıyor. İlk eşi öldükten bir yıl sonra kırk dört yaşında  ikinci evliliğini dul Marya Dimitriyevna İsayeva ile  yapıyor.  Aile yükleri ile birlikte  üç basımevinin tüm işlerinin sorumluluğu da aittir ona. Sürgün olduğu süre içinde sadece kardeşi değil kimse tek satır mektup yazmıyor ona. Kişiliğini anlaşılır kılmak adına kendisine dört satır mektup yazmayan kardeşine  salıverilişinden  on gün önce yazdığı mektuptan alıntı yapmak istiyorum: (...)..." Ama her şeyden önce şunu sorayım sana: Niçin tek satır bile yazmadın bana? Hiç  sanmazdım  böyle yapacağını? Zindanımda,  yalnızlığımın içinde  belki artık hayatta  olmadığını  düşünerek  kaç kez derin  bir umutsuzluğa kapıldım,  bilemezsin: Kaç gece  çocukların hali nice olacak diye düşündüm ve onlara yardım imkânını bana  vermeyen  kadere lânet ettim... Bana  mektup yazmanı yasak  mı  ettiler yoksa? Ama yazabilirsin pekâlâ! Buradaki  bütün siyasî  hükümlüler yılda birkaç  mektup alıyorlar... Ama ben yazmayışının nedenini  anladım galiba: Her zamanki vurdumduymazlığın  bu senin..." (s.25)Kardeşine  dostu Vrangel aracılığıyla şunu yazıyor mektubunda :" Kardeşime söyle: Gözlerinden,  yanaklarından öperim, ona verdiğim  bütün üzüntüler için de önünde dize gelerek af dilerim."(s.25)  Eserlerindeki her karakter onun içindeki yaralanmış bir yanının ete kemiğe bürünmüş şeklidir. Karşılıksız sevmek ve sevince bedelin giyotinine boynunu seve seve uzatmak.  Hayatı kendisini yargılamakla geçiyor. İnsana, yani: kendine ulaşmak için insanlığın acılarını ve günahlarını  omzunda taşıyor. İnsana ve insanlığa yaklaştıkça riyakârlığın insanlığın üzerinde dolaşan en büyük felaket olduğunu algılıyor.  Tüm kötülüklerin batağıdır riyakârlık.
 Onun bu alçak gönüllü pişmanlıkları karşısındaki soylu ruhuna Batılı okuyucu da saygı duymuştur sonunda. Nasıl duymasın ki... Bu denli hoşgörü,  bu denli alçakgönüllülük ancak ve ancak evliyalarda olabilir. Bana göre o, acıların evliyası gibi dolaşmıştı insanların içinde. Onu sürgüne gönderen Çar hakkında yazdıklarını okuyalım : " Çar, çok iyi ve cömert yüreklidir." Haklıdır aslında Çar' a böylesine övgüler düzmekte. Sürgünde geçen yılları onu hepimizin sevdiği Dostoyevski yapıyor. Tanrı ile sık sık ettiği sohbetler ona ömrünün sonuna kadar onuruyla yaşama gücü ve inancı veriyor.  Kendi kaleminden S.D.Yanovski' ye  sürgün yıllarının kişiliği üzerindeki yansımalarını şöyle yazmış:" Sen, beni severdin, ilgi gösterirdin, ben ki, Sibirya' ya gitmezden önce akıl hastasıydım.( evet, bunu şimdi anlıyorum),  orada iyileştim."(s.27) 

İçinde bulunduğu durumdan yakınmayı öğrenmeden yaşama serüvenini noktalıyor. Çektiği tüm çileler için Tanrı' ya minnet duyuyor. Sabır onun damarlarında dolaşan kanı. Kendisini kader kurbanı olarak algıladığı için midir bilinmez o çile çektikçe sevinç naraları atıyor.  Bu  gururlu  Rus hiçbir partinin adamı olmuyor. Avrupa'nın gelişmişlik düzeyinin Rusya'ya ulaşmasını, Rus halkının  ise  Avrupalaşmadan yokluktan, yoksulluktan kurtulmasını savunan eski bir Avrupalı Rus'tur Dostoyevski. İdeolojisi:  Rus Birliğini gerçekleştirmek ve  gerçek Rus bilincinin tüm dünya üzerindeki  ahlaki etkilerini görmek. Bu  yöndeki tutkusunu Puşkin üzerinde yaptığı söylevde dile getiriyor. Bu gerçekten yola çıkarak Rusya'nın gelecekte insanlığın başkenti olacağını savunuyor. Bir insan düşünün başka başka ülkeleri geziyor ve gezdiği ülkelerde gördüğü hiçbir tarihi, turistik vs.vs. güzellikler karşısında  etkilenmiyor. Aksine… Memleketinden uzaklaşınca yazamıyor bir süre. Cenevre' de yazdığı “Budala”, “Vevey”'de yazdığı “Ebedi Koca” ile Dresden’de yazdığı  “Cinler” eseri sizleri şaşırtmasın. Rusya'nın üç “günlük gazetesi” ile iki dergisini her gün  okuyarak yazıyor o eserleri. O, toprağında açan çiçeklerden biri.  İnsanın ülkesine  tarafsız bir gözle bakabilmesinin olmazsa olmazı  yabancı ülkelerde bir süreliğine yaşamasıdır. Gezdiği ve gezemediği ülkelerin siyasi, tarihi ve ideolojik yönlerini derinlemesine araştırıyor. O, kültürel kalkınmanın ekonomik kalkınmayı da beraberinde getirdiğini düşünüyor. Nitelikli insanların Tanrı'sını satmayacağı gerçeğinin canlı tanıklığına soyunuyor. Gerçek bir sosyalist olan Dostoyevski bu yüzden sosyalist ülkelerin zamanla sosyalizme tutuna tutuna sosyalizmi yok edecekleri gerçeğini yıllar önceden görüyor.  Onun muhafazakârlık anlayışı değerlerini sahiplenmektir. Çar’dan yana olmasını da böyle yorumluyorum ben. Çarlık'tan yana; ama Çar'ın despotizmine karşı. Dine bakışı da öyle. Tıpkı ilericiliği savunmayan Liberal oluşu gibi. Birçok dengeyi ve dengesizlikleri tek bedende taşıyan çınar ağacıdır  Dostoyevski.  Dallarından gövdesi görülmeyen bir çınar ağacı…  Yazdıklarımdan  onun farklı farklı düşüncelerin büyüsüne kapılan, yüzünü  ne tarafa döneceğini bilmeyen bir adam olduğu anlaşılmasın. O, sadece ve sadece doğrunun, güzelin, iyi olanın yanındadır. Onun tarihi:  açık yüreklilik; geçmişi: dürüstlük; biyografisi: sevgidir. Onun karmaşık olan bir başka yanı ise katı olmayan bireyciliğidir. Onda hileli bir önyargı yoktur. Dedim ya: neye inanıyorsa açık yüreklilikle onu savunuyor. Dışarıdan nasıl anlaşıldığını düşünmeden, içinden geldiği gibi. Onun bu duygu ve düşünce karmaşasının nedeni savunduğu tüm değerleri insanlığa mal etmesinden kaynaklanıyor.  O yüzden iyi olanı alıyor, kötü olanı dışlıyor.

Dostoyevski’nin  ölümünün akabinde aynı Fransız M. de Vogüé  onun hakkında  şu haklı saptamayı yapıyor: " Eski Çarlar için " Rus toprağını bileştiriyorlar " denirdi. Düşüncenin bu  hükümdarı da Rus toprağında  Rusların gönüllerini birleştirmişti." (s.38) İnsanı koyduğu yere Avrupa da şapka çıkarıyor ölümünün akabinde. İngiltere'de New Age'in 23 Mart'ta çıkan son sayısında İngiliz roman ve hikâyecilere dair yazılmamış övgülerle ondan, özellikle de Karamazov Kardeşler’den şöyle söz ediyorlar: " Bu eserde  tutku, en yüksek  gücüne  ulaşmaktadır. Bu kitap bize tam anlamıyla dev gibi, bir düzüne kadar çehre sunmaktadır" (s.42) Bu haklı saptama bana onun her zaman haykırarak söylediği şu sözleri anımsatıyor: “ Avrupalıları içine düştüğü yabancılaşmadan Ruslar kurtaracaktır.” Ben, onu dünya yazarlarından ayıran en önemli dehasının “samimiyet” olduğunu düşünüyorum.  Kendisinin karşısında  bile kendisine benzeyen bir başka insan olmamıştır o. Başta kendi memleketi olmak üzere tüm Avrupa ülkelerinde Tolstoy'un, Gogol'un, Puşkin'in ünü her geçen gün ortalığı kasıp kavururken onu kimse tanımıyordu.  Ona ödülünü zaman veriyor: zamansızlık.  Ona yakışan ve onu hak ettiği yere taşıyan zamansızlık…

 Herkesin öcü gibi kaçtığı gerçeklerin  dünyasıdır onun dünyası. Onun eserlerindeki büyüklük, kahramanlarının gerçekliliğinden kaynaklanıyor. Bu yüzden soyut varlıklar gibi dikilmiyorlar karşımıza. Okuyucuyla konuşuyorlar, günah çıkartıyorlar ve okuyucuya sarılarak hüngür hüngür ağlıyorlar.  “Dostoyevski'nin başarısının sırrı nedir?” sorusunun peşinden koşanları anımsıyorum birden.  Neden diyorum kendime : “insanların aklına dürüst ve içten bir insan olmakla yarışabilecek hiçbir başarının olmayacağını düşünmek  gelmiyor .” Doğruluğun, iyiliğin, sevginin, içtenliğin… gücü karşısında afallıyorlar! İnsan en çok  kendisine  benzetemediği insanla/ insanlarla  kavga ediyor. Tam da bu nedenlerden dolayı Dostoyevski'den ödleri kopuyor bu tür insanların.

Karamazov Kardeşler' i düşünüyorum.  İvan  aydın. Tutkulu ve âşık  Dimitri. Ya Alyoşa! O: Mistik.  Üvey kardeş Smerdiyakof’ u saymıyorum.  Nasıl ki, has şiirde sözcüklerin yerini değiştirdiğinizde bir yapı olan şiir çöküyorsa; onun,  roman kahramanlarından birini öldürdüğünüzde de roman çöküyor. Anlamı kalmıyor. Okuyucunun elinden kendiliğinden yere düşüyor. İkisinin dâhiliğinin beni ürkütmediğini anladığım an, gerçekte ‘dahi’ olmanın ne anlama geldiğini anlıyorum. Kendime: “elimdeki eserin okuyucudan isteği nedir?” diye soruyorum. Öncelikle bizim, dolayısıyla da insanlığın boy aynası olduğumuzu hatırlatıyor. Ve bize bu aynadan bakarak bizim yüreğimizin desenini çizme cesaretini kendimizde bulmamızı istiyor.

Sırf bu yüzden Gide, Dostoyevski' yi Batılı okurlara tanıtmak derdinde değil, o Batılı okurların, Dostyoveski'nin iç dünyasına neden inemediğini derinliğiyle anlatıyor eserinde.  Dostoyevski’nin hayat hikâyesini yazan Bn. Hoffmann’ın yazdıklarından  yola çıkarak bir  Rus ile bir Batılının yaşama ve insana bakışındaki farklılığı şöyle özetliyor Gide:  “ Ya öç almak, ya da haksız  olduğunu kabullenerek özür dilemek… Bu iki şık arasında kalan Batılı, çoğu zaman, bu ikinci şıkkın şerefsizce olduğunu; bir korkağa, bir tabansıza yaraştığını ileri sürecektir… Batılı, bağışlamamayı, unutmamayı, ertelememeyi bir karakter belirtisi  saymak eğilimindedir. Haksızlığı hiçbir zaman  kabullenmemek  ve çaresini aramak. Fakat kabullendi mi de başına gelecek en sıkıcı şey, görünüşe göre  bunu kabul  zorunluluğudur. Rus ise, tam tersine,  yaptığı haksızlığı – hatta düşmanları önünde bile – itirafa, alçakgönüllülük göstermeye, kendini suçlamaya daima hazırdır.” ( s. 83)

Dostoyevski,  bir gün kendisini  Rus  değil de Avrupalı hissettiği için sevmediği Turgenyev’i hayatının karanlık olaylarından birini, vicdanını en çok sızlatan günahını itiraf etmek için tercih ediyor. Kendisini aşağıladığı kadar günahının bedelini ödeyeceğini, yarasını gösterdiği Turgenyev'in, onun Turgenyev'e hissettiği düşmanlığa verdiği asil değeri vereceğini düşünüyor. Bu duygularla Turgenyev' in  karşına çıkıyor. Dostoyevski, çalışma masasının başında, rahat koltuğunda oturan       Turgenyev'e  : “Bay Turgenyev, size söylemem gerek: kendimi  çok aşağılık görüyorum…”Anlatılanlar karşısında kılını bile kıpırdatmayan Turgenyev’e  Dostoyevski kapıyı vurup gitmeden önce şunu söylüyor:  “Ama sizi daha  aşağılık  görüyorum. Bütün  diyeceğim buydu işte…”  ( s. 85) 

Dostoyevski  “İsa, Katolikliğin  kusuru yüzünden ölmüştür” saptamasındaki haklılığını zaman kanıtlamıştır.  Bir düşünce, o düşüncenin savunuculuğunu yapan insanların kusuru yüzünden ölüyor.  Tarih bu gerçeğin sayısız örnekleriyle doludur.  Söz konusu olan insanlık olduğunda salt Rusya değil; hiçbir ulusun ikinci dereceden rol oynamayı kabullenemeyeceğine inanan Dostoyevski’nin yaşam temelini İsa’nın şu sözleri oluşturuyor: “Yeniden çıplak olduğunuz ve bundan utanmadığınız zaman, Tanrı’nın krallığı gerçekleşecektir.”  Öncelikle kendisi, sonra da insanlığın çıplak olduğu ve çıplaklığından utanmadığı zaman Tanrı’nın krallığının gerçeklemesi için hayatını ortaya koyan Dostoyevski’nin çıplak portresini yazarak onun gerçeğine yaklaşıyor Gide.

Evet, bu iki dehanın insana ve yaşama bakışının ortağı olmak isteyen her okurun mutlaka okuması gereken başyapıttır Gide’in Dostoyevski eseri. 

 İlk Yayım:        Bahar Dergisi, Aralık, 2009,s. 61-62-63-64-65.                                                 

 * André Gide.   Dostoyevski. Varlık Yayınları. Çeviri: Samih Tiryakioğlu. S. 196.

 * “Ruhun ve Duygunun Çıplak Dolaşan Gezgini: Dostoyevski  Berfin  Bahar Dergisi, Aralık, 2009,s. 61--65.Yapıt yayımı: Kitaplarla Söyleşi.Camgöz Yayınları. İstanbul. S.21-32.

Yazar e posta:[email protected]

 

                                                                                            

EVLER

EVLER


Bedriye KORKANKORKMAZ

  

el evinden

baba evine  gidiyorum

aynaların karşısında

yok oluşumu seyrediyorum

bu kaçıncı uzaklaşmam   kendimden

bu kaçıncı yakınlaşmam kendime

                       bilmiyorum

 

evim olan  sokaklarda

yabancılar  gibi  dolaşıyorum

portakal çiçeklerinin kokusuyla

saçlarımı  okşuyorum 

 

09/04/06

 

 

 

 

FUZÛLÎ BABA’YA MEKTUP

FUZÛLÎ BABA’YA MEKTUP

 

Bedriye KORKANKORKMAZ

 

“Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge / Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı” dizelerini okuduğumda ilkokul 3. sınıftaydım. Dizelerin içimde yarattığı fırtına ruhunun sesiyle tanıştırıyordu beni. Çocuk yüreğim bana ruhsal büyünün iksirini içirdiğini kavrayacak birikimden yoksundu. Doğru zamanda karşıma çıkmış dervişimdin. Bana şiirlerinle sevgiyi, sevmeyi; kelimeyle, bilgiyle, öğretiyle öğrenemeyeceğimi anlatıyordun. Şiirlerini öğrencilere tanıtmak ve sevdirmek için edebiyat öğretmeni olmak istiyordum. Beni edebiyata, şiire kazandırdın. Arapça ve Farsça yazdığın şiirlerini ustaların çevirilerinden okuyor, Türkçe divanındaki şiirlerini de duygularımla yorumluyorum yıllardır. Senin irfanına erme küstahlığı aklımın ucundan geçmiyor. Bilinmezliğinin ve ulaşılmazlığının karşısındaki çaresizliğimle şair değil, “insan Fuzûlî”ye mektup yazıyorum.

Beni insanlığın yüzakı olan ortak ideallerimizle kucaklamanı, mektubumu da sana dair samimi duygularımın itirafı olarak algılamanı istiyorum. Bilmeni istiyorum ki incinmişliklerini incinmişliklerimle kıyasladığımda kendimle eşitliyorum seni. Bakma, görme ve hissediliş farkı incinmişliklerini teselli ediyor insanın. Beni tasavvufa iten de incinmişliklerimle barışma isteğimdi. Duygunun çağı olmadığı gibi maddenin de ruhun da çağı yok. 

Şiirlerinin derinliğine erişen eleştirmenlerin hakkında yazdığı yapıtları inceliyorum. İnsanın ruhuna ev sahipliği yapması nasıl bir mucizeyse senin ruhunda yıllardır bir bütün halinde sığınacak bir yer bulmam da öyledir. Bu mucizeye sığınarak şiirlerinin değil, ruhunun gizine erdiğimi düşünüyorum.  Beni aramıza bugüne değin girmeyen ikilikle kucaklaman Bektaşilik ve tasavvuf dünyasına yönlendiriyor. Samimiyetin ölçüsü, ödediğin bedelin büyüklüğüyle ilintili değil midir?

İnsan Fuzûlî’ye ancak erkek Fuzûlî’nin gerçeğiyle ulaşacağımı düşündüğüm için cinsellikle arandaki ilişkinin şiirlerin üzerindeki baskın gücünü algılıyorum. Kadınların seni cazip bulmamaları, kendini yetersiz hissetmene neden oluyor. Cinsiyet içgüdüsüyle beşeri aşka duyduğun derin kompleksten kendini ilme ve ilahi aşka sarılarak arındırmayı kısmen başarıyorsun; ama bu başarı hayatın boyunca tatmin edilmeyen cinsel dürtülerinden dolayı kendini mağdur ve mahrum hissetmenin önüne geçemiyor.

İnsanlığının ve edebi dehanın kalıtsal olduğunu düşünüyorum. Hille Müftüsü babandan insanlığı miras olarak alıyorsun. Çocukluktan itibaren yaşadığın çağı ibretle izliyorsun. Şiir, ruhunu esiri olduğun beşeri aşktan kurtarıyor.  Özgürlüğüne kavuşan ruhun ilahi aşka yönelerek bir deha olmanı sağlıyor.

Kerbelâ’da 1490-1495’ten evvel doğduğunu, asıl adının Mehmet, babanınkinin de Süleyman olduğunu hakkındaki rivayetler içinde en makbulü olduğu için kanıksıyorum. Genç yaşında Safevîlerin Bağdat valilerinden İbrahim Han Musullu tarafından himaye edilerek Bağdat’a götürüldüğün; hayatının Kerbelâ, Hille, Necef ve Bağdat şehirleri arasında mekik dokumakla geçtiğini; Padişaha, Sadrazam İbrahim Paşa’ya, Kazasker Kadir Çelebi’ye, Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye, Bağdat valisi Ayaz Paşa’ya kaside sunduğunu; devletin önde gelenleriyle iletişim kurduğunu, içinde bulunduğun yaşam koşullarını tüm çıplaklığıyla Kanuni devrinde Nişancı Celâlzâde Mustafa Çelebi’ye yazdığın “Şikâyetname”de sana bağlanan maaşı almadığın için elinde kalan “berât”la boynu bükük “uzlet” köşene çekildiğini;  dostlarının arasında yüksek cemiyet temsilcilerinin olduğunu; Osmanlı’nın Bağdat Valisi Ayas Paşa’ya kaside sunduğunu; şair oğlunun adının Fazlî olduğunu, 1556’da Taun’da öldüğünü; Kerbelâ’ya gömüldüğünü, İsnâ Aşeriye’den Mütedil Ehl-i tarikata bağlı Irak-ı Araplı mutasavvıf Türk-Şiî oluşunun seni Bektaşiliğe yakınlaştırdığını saygın edebiyat eleştirmenlerinin araştırmalarından öğreniyorum.

İlmin şairi olarak “doğa”nın da insanlar gibi zaman zaman kendine yabancılaştığını biliyorsun. Yaşarken cenazesini taşımış ve ölürken kendini diriltmişsin; tasavvufa bakışına dair yanılgılarımı seninle paylaşmak istiyorum. Zamanın ve ilahi adaletin var olduğuna inanıyorsun; yaşadıkların, ürettiklerinle kendinden birçok insan çıkarıyorsun. Bizi köleleştiren alışkanlıkların seni özgürleştirmesinin asıl nedeni tasavvuf mu diye soruyorum kendime...           

Kendine uzattığın eli saygıyla öpüyorum; çünkü ruhunda koruyup kolladıklarınla insanı ve insanî olanı hayatının merkezine aldığını biliyorum. İnsanlığın beşiği olan tasavvufun ruhundaki yansımasını gözlemliyorum. Herkesin kendinden izler bulduğu bir ruhlar okyanusuna dönüşen kişiliğini algılamakta zorlanıyorum. Kul hakkı ile haram kazancın altında ezilen ruhların, tasavvufun derinliğine eremeyecekleri nasıl bir gerçekse; sevmeyi doğadan, katlanmayı ve affetmeyi topraktan öğrenenlerin tasavvufun hakiki müdavimleri oldukları da çıplak bir gerçektir. Senin gibi gerçek mutasavvıflar bir okyanus gibi yaşadıklarıyla her seferinde kendini çoğaltarak Tanrı’ya ulaşmayı başarıyor. İnsanlar tasavvufa zihinlerini yaşarken huzura erdirmek için yöneliyor; çünkü tasavvuf biatı değil, sevgiyi önceliyor. Bu yüzden de maddeye, ruha ve Tanrı’ya ulaşmanın kolay yolunu gösteren bir rehber olmuyor.

Tasavvuf; tıpkı senin gibi, ruhunu ve duygularını rehber edinenlere canda bütünlüğe ulaşmanın hikmetini öğreten değil; gösteren hakikatin dervişidir. Hakikatin dervişi, acıdan ve ıstıraptan arzularımızı yok ederek kurtulmamızı değil; çoğalan acı ve ıstıraplarımızla barışarak canda bütünlüğe ulaşabileceğimizi bize hatırlatıyor. “Tevhid”e varmak mıdır beşeri aşktan ilahı aşka yönelmek?

Sorularımı yanıtlayan şiirlerinin izlerini süre süre tasavvufun insanın her koşulda kendisini yaşadıklarıyla gerçekleştirmesinin olmazsa olmazının; acıyı bal edip belayı ve aşkı bir sanat haline getirmesi olduğunu şu dizelerinden anlıyorum:

“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüdâ beni / Az eyleme inâyetini ehl-i derdden / Yâni ki çok belâlara kıl mübtelâ beni.” (Ey Tanrı! Bana aşk belasını tanıt, beni aşk belasından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani çok belâlara düşür.)

“Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcımdan tabib / Kılma dermân kim helâkim zehri dermânındadır.” (Hekim! Ben aşk derdinden hoşnudum, ilacımdan el çek;  ilaç verme ki beni öldürecek zehir senin ilacındır.)

Tasavvufun derinliğine ulaşmak için ilahi aşkın derinliğine ulaşmak gerektiğini ise Leylâ ve Mecnûn’daki şu rubainin dizelerinden anlıyorum:

“Ey neş’ et-i hüsniışka te’sîr kılan / Işk ile binâ’yı kevnita’mîr kılan / Leylî ser’i zülfünü girihgîr kılan // Mecnûn-ı hazin boynuna zencîr kılan.” (Evvelâ Hak güzeldir. Aşkta tesir eden de o güzelliktir. Kâinat binası aşk ile mamur hale gelmiştir. Yaradılışın sebebi muhabbettir. Leyla’nın ser-i zülfünü düğüm düğüm yapıp mahzun Mecnun’un boynuna zincir eden odur; Leyla’nın ser-i zülfü kesret içindeki hilkat muammasıdır. Bu muamma ile Mecnun’u deli edip boynuna zincir vuran yine odur.)

Sevgiliye kavuşma amacı gütmeyen bir aşkın karşısında ilmin bir dedikodu olduğu gerçeğini şu dizelerle ölümsüzleştiriyorsun:

“Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kil ü kâal imiş ancak.”  (Dünyada ne varsa aşk imiş, ilim ancak bir dedikodu imiş.)

Bu yüzden Leyla ve Mecnun mesnevinde Mecnun sevgilisine kavuşmak istemiyor:

“Aşıka ancak tasarrufsuz temâşâdır garaz.” (Aşıkın maksadı, ancak sahip olmadan seyretmektir.)

“Hayâliyle tesellidir gönül meyl-i visâl etmez / Gönülden taşra bir yâr olduğun âşık hayâl etmez” (Gönül, sevgilinin hayali ile teselli bulur, kavuşmak istemez; âşık, gönül dışında bir yâr olduğunu hayal etmez.) 

Güzelliği, kâmil insana ulaşmakta buluyor, ilahi ve beşeri aşkta da kavuşmaya değil; hasrete âşık oluyorsun. Seni Fuzûlî yapan da çektiğin yoksullar, yoksunluklar ve aşk acısıdır. İlmin insanın metafizik ihtiyacını karşılamakta aciz olması; insanın ölümle son bulan hayatı, seni ölümsüzlük mucizesine vakıf ilahî aşka yönlendiriyor. Azabın ve özlemin ruhunu nasıl gençleştirdiğini “Leyla ve Mecnun Mesnevi”ndeki şu dizelerinden anlıyorum:

“Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan kılma cüda beni.” (Ey Tanrı!  Bana aşk belasını tanıt, beni aşk belâsından bir an ayrı bırakma. Dertlilerden yardımını eksiltme, yani beni çok belâlara düşür.)

Buna karşın şiirlerinde sevgilinin hasretine şu dizelerle isyan ediyorsun: 

“Yedi gündür ol ayı göremezem / Ey mâhvisâl ile hoş et bir gece hâlim.” (O ay yüzlüyü yedi gündür göremedim. Ey ay yüzlü! Bir gece buluşarak halimi hoş et.)

Fani dünya cennetin sevgilisi ahiret cenneti ise ilahi aşkı olan gerçek bir gönül erisin sen.

Şiirlerin, insan yanına sokulmama izin veriyor. İlmi, evrensel varoluşunun nedeni, şiiri de aşkı duyuş ve seziş farkındalığı olarak algılıyor, bir şairin hayatından öte sanatınla ölümsüzlüğe kavuşacağını biliyordun.  Döneminde şairlerin hiçbiri ruhunun derinliğine kök salan aşk olgusunu senin kadar lirik, dokunaklı ve iç acıtıcı bir derinlikte yansıtamıyor şiirlerinde. Aşkı hissediş biçimindeki farklılıkla evrende soluk alan her canlının yerine âşık oluyor; onların yerine ayrılık acısı çekiyor, Tanrı’ya eriyorsun. Kendini mazlum olarak algılıyor, şiirlerinle düzene ve haksızlıklara başkaldırıyorsun.

Gururuna düşkün, asil ve iradeli biri olman, sembollerle yaşayanların içinde kendini dışlanmış hissetmeni sağlıyordu.  Kıskanç, cahil, çıkarcı ve riyakâr yaşayanlara tahammül edemediğin için mizah, hiciv ve nükte kabiliyetinle yarışamıyordu kimse. Arapça, Farsça ve Türkçe eğitimi alan bir öğrenci olarak Arapçayı Rahmetullah’tan, şiiri Azeri edebiyatının saygın şairi Habibî’den öğreniyorsun. Rivayete göre Arabî hocanın kızına da âşık oluyor ve evleniyorsun. Bu evlilikten oğlun Fazlî dünyaya geliyor.

Anadolu Aleviliği felsefesinin temel yapıtlarından biri olarak kabul edilen mensur ve manzum Hadikat-üs Süadâ eserinin önsözünde Türk aslından geldiğini, anadilinin Türkçe olduğunu belirtiyorsun. Türkçe divanının önsözünde ise ilimsiz şiiri temelsiz duvar olarak algıladığını; geometri, doğa, fizik, hadis ve tefsir konusunda oldukça iyi bir eğitim gördüğünü; üç dilde nazım ve nesir yazdığını belirtiyorsun. Yaşanmışlıkları ilimden daha önemli bulman; yaşamın gizine ermeni sağlıyordu. İnsanlığı acılardan ve yoksulluktan kurtaracaksa; çektiğin her acıya razı oluyorsun. Aldığın mahlasları diğer şairlerin de kullanmasını “kendini harcamak olarak” düşünüyorsun. “Fuzûlî” mahlasını “her şeye burnunu sokan gereksiz adam” anlamı nedeniyle diğer şairlerin kullanmayacaklarını biliyorsun. Fuzûlî’nin edebe muhalif anlamını da kendinle özdeşleştiriyorsun; çünkü “Fuzûlî” bilgi ve fazilet anlamına gelen “fazl” sözcüğünün çoğulu olan “Fuzûl” sözcüğüne tekabül ediyor. “Fuzûlî” adına dair düşüncelerini bir gazelindeki şu dizelerle açıklıyorsun: 

“Bana mânen bir divâne sûret bağlamaz gûya / Kalem şındırdı taşvırim çekenden sonra nakkâşum. / Devran; ilim, irfan ve edep elde etmek için ne kadar çalıştığımı gördü / Bu husustaki azim ve gayretimi dünyadaki diğer insanların hareketlerine aykırı gördüğü için âlem de bana Fuzûlî adını verdi.” 

Fuzûlî adının sana getirdiği bereketin yanında Şiîliğinle ulaştığın görüş genişliği de senin Kerbelâ müridi olmanı sağlıyor.

Sen yalnızca Şiî ve Sünnîliğin değil; hiçbir din, dil ve ırk ayrımının ulaşamayacağı ruhun zirvesine çıkmayı başardığın için insanlığın ceddini, ikranını kendine düstur edinmiştin.

Bir “Anadolu Alevisi” olarak ben de senin gibi Hz. Ali ve Hz. Hüseyin’e gönülden bağlıyım. Hz. Ali’nin yolunda ilerlemeyi düstur edinmen, bana Divan edebiyatının temel unsurlarından birinin de din olduğunu anımsatıyor. Dini tercihinin “tarikat”tan yana olmasının sonucudur senin mutasavvıf olman. Tarikata tutkuyla bağlı olanların ödülü olan vahdet âlemindeki yerini de bu düşünce tarzınla alıyordun. 

Hakikat yolunu aydınlatan ışıığn aşktı. Tanrı senin gibi ödüllendirdiği kullarına âşık olma kabiliyeti ihsan ediyordu. Ruhun ve bedeninin bir bütün olarak nefes aldığı tek mekân olan Necef’teki Hz. Ali’nin türbesindeki hizmetinin karşılığı olarak aldığın aylıkla geçiniyordun. Parasal sorunlarla bu işten ayrılmak zorunda kaldığında tanışıyorsun. Yoksulluk canına tak ettiğinde diğer şairler gibi yaşarken değerinin anlaşılmasını istiyorsun devlet büyükleri tarafından. Osmanlının ileri gelenleriyle görüşmek için Bağdat’a gittiğin, padişaha sunduğun kasideler karşılığında sana gündelik bağlanıp bağlanmadığı, hakkındaki diğer bilinmezlikler gibi sırrını koruyor.

Adına düzenlenen kongreleri, sempozyumları, konferansları, açık oturumları ve UNESCO’nun 1994’ü “Fuzûlî Yılı” olarak ilan ettiğini görmeni çok isterdim otuz yaşında şiiri avucuna alan şair. Arapça, Farsça ve Türkçe nazım-nesir türünde yazdığın şiirler dönemin şairlerini gölgede bırakıyor. Durup dinlenmeden kimsenin söylemediği söz ve söyleyiş biçimin peşinden koşuyorsun şiirde “Fuzûlî efsanesi ve derinliği” yaratmak için. En büyük emelin tüm bilimleri kendi aklında toplamaktı. Molla Fuzûlî olarak benimsenmen de bu bilgi birikiminden kaynaklanıyor. Türkçenin zarifliği senin naif ruhunda kendini buluyor. Yazdıklarının anlaşılması için kasideye ve muammaya yöneliyorsun.  Gazelin kendine özgü dili ve muazzam dünyası senin birikimle birleşiyor.

Türkçe divanının önsözünde şiir biçimi olarak gazeli niçin tercih ettiğine şu dizelerinde açıklık getiriyorsun:

“Şairin gücünü gazel bildirir, nâzımın ününü gazel artırır; ey gönül! Gerçi şiirin birçok çeşidi vardır, sen hepsinin içinden gazeli seç.”

Gazellerde dil ve anlatım sadeliğini önemsiyorsun. Bunun aksine kasidelerinde anlam ve söz derinliğine, söz oyunlarıyla ulaşıyorsun. Kaside yazma nedenini şu satırlarından anlıyorum:

“Lâkin kolay anlaşılmaz bir üslûba ve mazmun inceliğine karşı yaratılışımda bir sevgi vardır. / Bunun için kalemim daima kaside ve muammaya meylediyordu.”

Ruhundan aşk dışında şiir yazmamayı ise şu dizelerinle istiyorsun:

“Benden Fuzûlî isteme eş’âr-ı medh ü zem / Ben âşıkam hemîşe sözüm âşıkanedir.”  (Fuzûlî! Benden övgü ve yergi şiirleri isteme; ben aşıkım, sözüm daima âşıkanedir.)

Şiir dili olarak lirik, hazin bir dili tercih ettiğinden dolayı şiirlerinde baskın olan beşeri aşk, ilâhî aşkın yüceliği ve ulaşılmazlığına bürünerek kendini hissettiriyor. Düşünüyorum da Divan şairlerinden kaçı senin gibi şiirde duygusal içtenliğini tüm çıplaklığıyla yansıtmak için kafa yormuştur. Farsça divanının önsözünde şiirinin toprağının Kerbelâ olduğunu, hiç bir yanılgıya meydan bırakmadan şu dizelerinle açıklıyorsun:

“Fuzûlî, benim toprağım Kerbelâ toprağıdır,  şiirlerim nereye giderlerse onlara saygı göstermek gerektir; altın değil, gümüş değil, inci değil lâ’l değil bu kölenin şiiri topraktır;  fakat Kerbelâ toprağıdır.”

 İlk gençlik ürününü, 444 beyitten oluşan ve alegorik anlatımı tercih ettiğin Horasanlı Şah İsmail’in Özbek Hanı Şeybek’i yenip başını da kadeh yapmasından dolayı “Şiî Şah’a” ithaf ettiğin Beng-ü Bâde adlı mesnevindeki hayranlık uyandıran beyitlerinle veriyorsun. 

Divan edebiyatının gereklerinden olduğu için sen de şiirlerinde sevgiliye ve şaraba methiyeler diziyorsun:

“Ey vâiz!  Şarabı yasak etmeyi ilke edindin, sevgilinin aşkını kınama yolunu tuttun; cennet için şarabı ve sevgiliyi bırakalım, fakat cennette onlardan başka ne var, açıkla.”

Eleştiri oklarını yönetim işleyişindeki aksaklıklara yöneltiyorsun. Yöneticilerin elde ettikleri mevki ve haksız kazançtan ruhlarını arındırmak için birikimlerinin bir kısmını sadaka niyetine halka dağıtmalarına şu sözlerle isyan ediyorsun:

“Zalim zulümle akçalar alıp halka minnetle lütuf eder;  zulüm ettiği için alçalarak ceza göreceğini bilmez de, bu para dağıtma âdetiyle Tanrı’yı hoşnut edeceğini sanır; oysa akça ile cennet alınmaz, cennete rüşvetle girilmez”.

Toplumcu şair olarak rüşvet alan devlet memurlarını “Şikâyetname”de kadılara şu dizelerle şikâyet ediyorsun:

“Dünya çıkarları düşüncesi sana yanlış yargı verdirmesin; bilgi ile halkın makbulü olmuşken, rüşvet seni Tanrı’nın reddettiği kişi eylemesin.”  

Memleketin adalet ve eşitlik gibi mekanizmalarının kusursuz işlemesi için sultanın yetki verdiği insanların kişiliğine dikkat etmesi gerektiğini savunuyorsun. Yetkilerini kötüye kullanan görevlilerin halka çektirdikleri eziyetten birinci dereceden sorumlusunun sultan olduğunu ve halkın böylesi bir düzende hakkını almasının mümkün olamayacağını Farsça yazdığın kasidede ele alıyorsun:

 “Zalim padişahın devrinde halkın huzura kavuşma olanağı yoktur;  çobanın kurt oluşu, koyunlar için bir beladır. Ey zalim hükümdar! Köylü tarafından senin için yetiştirilen fidanı kendine taht yapmak üzere kesme. Yoksulun kirpiklerinin ucundan akan su üstündeki gemi gibi yüzen tahtı ne yapacaksın?” (Enis-ül Kalb)

Şiirlerinle halkın yaşayış biçiminin monologunu yazıyorsun.  Şiirlerinle birlikte kişiliğinin gelişmesinde Fars ve Türk edebiyatının katkısı oluyor. Fars şairlerden Nizamî-i Gencevî, Sadi, Selman, Hafız ve Katîbî… Türk şairlerden Lûtfî, Ali Şîr Nevaî, Necati, Habibi, Necati, Hayalî-i Kadîm…

Senin halk ve Tanzimat şairleri üzerinde derin etkilerin var. Halk edebiyatında Gevheri ve Dertli; Tanzimat şairlerinden Abdülhak Hamit’in ünlü şiiri Makber üzerindeki etkin, baskın bir şekilde kendisini hissettiriyor. Şiirlerinin besleyici kaynaklarından olan halk şiiri, Divan şiirine bakışını da etkiliyor. Divan edebiyatının dar kalıplarını aşıyorsun duygu ve düşüncelerini tüm çıplaklığıyla ifade ederek. Şiirde mükemmeliyetçisin. Misyonunun içinde yaşadığın toplumun tarihi, içtimaî ve iktisadi mecburiyetleri bir bütün olarak temsil etmek de vardı. Acılarınla kendine dönüşen bir şair olarak maruz kaldığın zulüm ve acıları yaşadığın coğrafyanın iklimi ve tarihî dokusu içinde şiirleştiriyorsun. Tezkirelerinin hem Çağatay, hem Azeri hem de diğer Türkçe lehçelerinde benimsenmesinin yaratıcılığının önündeki engelleri kaldırmanın sonucu olduğunu düşünüyorum. Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevaî’nin, Osmanlı edebiyatında ise Hayâlî ve Taşlıcalı Yahyâ Bey başta olmak üzere Bağdatlı Ruhî, Bâki, Nailî, Nâbi, Nedim, Şeyh Galip vb. Divan şairlerinin ve Tanzimat şairi Yenişehirli Avni’nin tahtını sallıyordun.

Alevi-Bektaşilerin seni Seyid Nesimi, Hatayi, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Virânî Baba gibi sahiplenmeleri nasıl boşuna değilse; Hadîkat-üs Süadâ eserindeki şiirlerinin Muharrem ayındaki yas törenlerinde okunması da tesadüf değildi. Şiirin her türüyle ilgilendiğini, Azeri ve Çağatay lehçeleriyle yazdığın şiirlerinden anlıyorum.  

Necef, Kerbela ve Bağdat’ın birçok Türk-Azeri şairinin uğrak yeri olması senin Türk-Azeri ve İran şiirinin derinliklerini kavramanı sağlıyor. Irak’taki Türkler arasında Ali Şîr Nevaî ne kadar seviliyorsa; Şeyhî ile Ahmedî de o kadar seviliyordu.  Seyid Nesimi de Azeri edebiyatının lirik olduğu kadar tasavvuf bakımından da bilge bir şairiydi. Sen de Nesimi’nin bıraktığı edebi mirası şiirlerinde kaldıraç olarak kullanıyordun. Azeri edebiyatı XV. yüzyılın sonunda Habibî, XVI. yüzyılın başlarında Hatayî gibi ilim ve irfan sahibi sanatçılarının birikimini özümsemen; senden önce kimsenin denemeye cesaret edemediği duygusal heyecanı okuyucu üzerinde zirveye çıkaran şiirler yazdırıyordu sana.

Seçkin ve saygın ruhların en büyük meziyeti farkındalıklarının altında ezilmeden farkındalıklarını taşımalarıdır. Böyle ruhların sıradan ruhlarla yaşamaya mecbur edilmesinin iç dünyandaki yansımalarıdır şiirlerinin herbiri. Duygusal yoğunluğa kendisini teslim eden bir erkeğin Irak-Arap yaşam kültürü gerçeğinde kendini şair bir erkek olarak gerçekleştirmesinin zorluğunun da farkındayım. Duygusal yoğunluğunu serbest ifade etmene olanak veren tek dünya şiirdi. Sen de dönemin ahlaki baskılarından dolayı tatmin edemediğin cinsellik ve sevgi açlığının ruhunda yarattığı fırtınayı şiirlerine yansıtıyordun.

Sevgili Fuzûlî Baba, senin gerçeğini bilgilerde aramaktan şu an itibariyle vazgeçiyorum. Seni bir bütün yapan ruhunun okyanusunda battığımı hissediyorum. Hikmetine kimselerin eremediğini gözönüne alacağını; senin insan yönüne dair saptamalarımdaki yanılgılarımdan dolayı beni bağışlayacağını düşünüyorum. Çocukluğundan başlayarak tanık olduğum hayat serüveninden başta sevgi ve aşk ihtiyacı olmak üzere duygularının hiçbirini tatmin etmediğin için ruhunda tüketemediğini anlıyorum. Bu yüzden şiir, ilim ve irfan bakımından ilerlemen hayatın gerçeği karşısında seni kutsamıyor.

Çünkü senin gerçeğin korku tabanlı olmadığı için tehdide dayanan topluma da boyun eğmiyor.  Bu yüzden asi ruhun, ne sevgiye ne aşka ne de dostluğa yabancılaşıyor. Şiirlerin başta olmak üzere ne sevginin ne nefretin ne de katlanmanın yeri değişmiyor içinde. Buna karşın gençliğinde tanıştığın aşkın yüreğini yakan ateşini yeterli bulmuyorsun. Hayatın boyunca yüreğini yakacak ateşin değil; yangının peşinden koşuyorsun. İstiyorsun ki yangının peşinden koşan değil; kendin bir yangın olasın. Güzelliklere âşık tabiatında, güzelliğin sıfatlarını tanımakla yetinmiyor; güzelliğin sıfatlarından çoğalttıklarınla kendini tamamlıyorsun. Doğumun başlangıç, ölümün ise bitiş olduğunu bildiğin için hayatın bir “an”ın armağanı olduğunu kabulleniyorsun. Bu yüzden hayatını canlı, çok canlı kılacak anlara sahip olmanın sadece âşık olmakla gerçeklik kazncağını bildiğin için gençliğin, güzelliğin ve zevkin şarabını değil; acının zehrini içerek ruhun katmanlarında alt üst oluyorsun.

Şiirlerinde olduğu gibi, kişiliğinin de büyük yanının arzularını yaşamaktan ve ifade etmekten korkmaman olduğunu düşünüyorum. Ne sevgiliden ne de Tanrı’dan korkuyorsun; sadece sevginin uğruna katlanabilirlikle kendini yüceltmeyi biliyorsun. İçindeki güzelliğin karşısında kendini değersiz ve sıradan bir insan hissetmen şaşırtmıyor beni.  Kâmil insana ilim ve irfanla erişilmeyeceğini anladığın anda içindeki gelişme sürecinin saati çalışmaya başlıyor. Önce beşeri aşkla yetineceğini düşünüyorsun. Beşeri aşkın içinde açtığı yaraların kuluçka dönemi bitince de ilahi aşka sığınıyorsun. Tüketilmeyen tek aşk olan ilahi aşkın gücüyle sarıyorsun yaralarını. İnsan eşitliği ne kadar savunursa savunsun doğası gereği bazı ayrıcalıkları olmasını arzu ediyor.  Geçim derdi olan insanın kendisini bu dertten kurtaracak ayrıcalıklara sarılmasını anlayışla karşılıyorum.  Sen de devlet büyükleri tarafından diğer şairler gibi taltif edilip para ve itibara kavuşma isteğiyle böyle tanışıyorsun. İmrendiğin şairlerden biri olmak için çıktığın yolculukta insanın bedelsiz hiçbir payeye sahip olamayacağını anlıyorsun. Sahip oldukları çoğaldıkça vereceği ödünler de çoğalıyor insanın. Düzenin kokuşmuşluğunun dayattığı haksızlıklar karşısında yoksulluğunla Karun kadar zengin olma erdemine de böyle eriyorsun. Yaşanılanı gözünde değersizleştiren olay örgüleri çoğaldıkça sen de kendi içinde kutsallığını yitirmeyen güdülere sarılıyorsun.

Güzellik anlayışının içinde hak, adalet, dürüstlük, dostluk, sevmek, sevinmek, barış ve özgürlük gibi kavramlara dönüşmesi eksik kalan yanlarını tamamlıyor. Aşırı gururundan kula kul olmamayı, aşırı sevme ihtiyacından sevilmeye layık olan her güzelliğin özünde ilahi aşkı barındırdığını; dokunmaya, özlenmeye, konuşmaya değer olanlarla hayatın bir anlam kazanacağını; ihanetle, riyayla, yalanla insanın sadece kendisini kandıracağını; insana kendi acıları dışında farklı acıları boynunun borcu olarak kavramasının asıl nedeninin insan olgusunu farklı algılamak olduğunu; insanı ilmin değil, onuruyla taşıdığı acıların büyüttüğünü yoksa nasıl öğrenirdin.

Dünyaya sadece inandıklarını yaşamak, söylemek, sevmek ve sevgiye ermek için geldiğini; ait olduğun tek dünyanın şiirlerin olduğunu anlıyorum. Derdin, zevkin ve sefanın bahçesine ektiğin duygularının büyüttüğü yargıçların seni dışlayıp istediğini ödüllendirip istemediğini de cezalandırmasına da bu yüzden izin vermiyorsun.

Gerçekleşemeyen isteklerinden dolayı hayatın seni terk etmesini sık sık âşık olarak önlüyorsun. Hayatı isterkenki kararlı ve mağrur tutumun sayesinde aklın içsel çözülmelerle huzura kavuşuyor. Huzura kavuşan aklın, kişiliğinde büyük fikirleri hayata geçirmeni sağlıyor.

İçinde duygusal iflas ve çöküşü barındırmayan Fuzûlî gerçeğinin yaşadığım sürece yolumu aydınlatacağını bilmeni istiyor; önünde sevgi ve saygıyla eğiliyorum.

 

Kaynakça:

1.Cevdet Kudret, Divan Şiirinden Üç Büyükler, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2003

2.Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan, Fuzûlî ’nin Divanı Şerhi, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1985

3.Abdülkadir Karahan, Fuzûlî Muhiti, Hayatı ve Şahsiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1989      

KADINIM

 

KADINIM

 

Bedriye KORKANKORKMAZ

 

yazgım mı  bilincim mi

neyi sorguluyorum

sen yaşamın armağanı

unutamadığım

 

ayrılıklardan yakınmıyorum

birleşmeden doğmuş ayrılıklardan

yalnızlıkla olgunlaşmış bir kadınım

her gün soylulaşan

 

yeni giysiler hazırlıyorum

seninle yaşayacağımız günler için

örselenmiş duygular varsa

onarırım sevgim derindir

 

yaşlı tanrıçayım biliyorum

geçmişi geleceğe dönüştürürüm

günlüğümde suçlar yok inan

ben sıra dışı bir kadınım 

kokusunu sona saklayan

cehennem azabı  da olsa beni sev

 

13/11/2008-mersin 


 

 

YALNIZLIĞIN TENİ

YALNIZLIĞIN  TENİ

 

Bedriye KORKANKORKMAZ

 

 

kimseler annesi kadar

sevecen  bakmadı

penceresinde  saksıları olmayan

evlerde  yaşlandı

 

yalnızlığı annesinin teni

 

yolculukların ebesi

yolların bilgesiydi

torbası ile anıları

sermayesi

 

yalnızlığı annesinin sütü

 

bitler  gibi kanını

emen dostları

evinin anahtarıydı

çıkarları kadar

yakın  olduklarını

yoksulluğundan öğrendi

 

yalnızlığı annesinin eti

 

insanlar ilkeleri uğruna

çıkarlarına küsmüyorlar

içindeki  sobayı yaktı

üşüyordu

 

yalnızlığı  annesinin kucağı 

 

22/ 10/ 2001-mersin

 

 

 

 

ARTUR RİMBAUD

Henry Miller’in, Rimbaud Ya da Büyük İsyan kitabını ile Stefan Zweig'ın Yarının Tarihi eserinde yer alan “Arthur Rimbaud” denemesini okudum. Yazına ve insanlığın kütüphanesine birbirinden değerli eserler bırakan bu iki sanat dehası,  Arthur Rimbaud’nun kişiliği ile yaşam algılayışını ifade ediş biçimlerini karşılaştırma ve üzerinde düşünce üretme olanağını verdi bana. Benim için her iki esere de değer katan, bu birbirinden değerli üç dehanın içgüdülerine, duygularına, düşüncelerine, hayatı ve sanatı algılayış biçimlerine ayrı ayrı tanıklık etme olanağını bulmam. Benzer acıların ve ortak yaşamların insanları birbirine yaklaştırdıklarının doğruluğunu Miller’in ünlü şairin hayatıyla kurduğu yakınlıktan anlıyorum. Böhme’nin: “Kendimi okuduğumda, Tanrı’nın kitabını okuyorum ve siz kardeşlerim benim kendimi okuduğum alfabemsiniz, çünkü tinim ve istencim kendimde sizi buluyor. Sizin de aynı şekilde beni bulmanızı tüm yüreğimle isterdim” (s.77, Rimbaud Ya da Büyük İsyan”) dediği gibi, H.Miller da, kendi tininin alfabesini A.Rimbaud’da buluyor ve kitabında da bu düşüncenin altını ısrarla çiziyor. Miller, tıpkı ozan gibi kendisinin de annesi yüzünden acılar çektiğini, doğduğu kenti terk ettiğini belirtiyor. Ünlü ozan hakkında kaleme alınmış diğer yapıtlar içinde kendi yazdığı yapıtın farklılığını A.Rimbaud ile benzer duygu ve düşüncenin insanları oluşuna bağlıyor. Haklı da.

 

  20 Ekim 1854 yılında Fransa’nın kuzeyinde Ardenler bölgesi sınırlarında Charleville kasabasında dünyaya geliyor şair. Şiirin kaderini değiştiren Arthur Rimbaud, subay olan  babasının terk ettiği annesi ve kardeşleriyle büyüyor. Annesi Vitalie Cuif, varlıklı bir ailenin çocuğudur. Rimbaud’nun üç kardeşinden en çok değer verdiği kız kardeşi Isabelle'dir. Eğitimini tamamlamak yerine gezmeyi tercih ediyor ve on altı yaşında evden kaçıyor ozan. Annesine duyduğu öfke ile kız kardeşine duyumsadığı yoğun sevgi yüzünden, kendi gerçeğini aramakla geçiyor ömrü. Otuz yedi yaşında Marsilya'da bir hastane yatağında bir bacağı kesilirken ve kanserli hücre tüm vücuduna insafsızca yayılırken, o muhtemelen ustası Baudelaire’in,“Her kim kendi yaşam koşullarına rıza göstermezse, ruhunu satar” dediğini anımsıyor olmalı.

 

      Rimbaud, çocukken müzikle ve matematikle ilgileniyor. Herkes onun bu iki meslekten birini tercih edeceğini sanıyor. O, her zaman yaptığı gibi yine insanları şaşırtıyor ve sözcüklerin dünyasını fethetmeyi seçiyor. Geçimini yazdığı şiirlerle değil, bir ırgat gibi çalışarak sağlıyor. H.Miller, A.Rimbaud hakkındaki şu değerlendirmesinde haklı: “O tohum olarak doğdu ve hep tohum kalıyor. Onu kuşatan karanlığın anlamı budur. İçinde ışık vardı, harika bir ışık ama ışınlarını ölümünden sonra göndermesi gerekiyordu. O, mezarın öte yanından, uzak bir ırktan geldi ve yeni bir tin ve bilinç ortaya koydu. Je Pense (düşünüyorum), demek yanlıştır; on me pense (düşünülüyorum) demek gerekir diyor. Dehanın beni üzerine söylediği, her şey aydınlatıcı ve öğreticidir. Onun bedeni, düşlenmiş doyum, merhametin parçalanması, yeni canavarla çiftleşmiş (s.77)” sözleri bana çok anlamlı geliyor.

 

  Yirmi üç yaşında dünyayı gezerek hayatın tüm sınavlarından geçen ozan, hapiste yatıyor, aç kalıyor, çalışmadığı ucuz iş kalmıyor, vahşi ormanların dehşetine sığınıyor, kendisi gibi ünlü şair Paul Verlaine ile birlikte yaşıyor, Somali zencilerinin dillerini öğreniyor.  Bu ele avuca sığmayan genç asi şair, gerçekte sanatı aracılığıyla adını yaşatmayı aklına getirmiyor. Yazın tarihinde çocuk denecek yaşta üne kavuşmuş olması yazgının bir oyunu olsa gerek. Ün hiçbir şairin hizmetine onun hizmetine girdiği kadar kolay girmiyor.

 

On yedi yaşında Victor Hugo'nun "Çocuk Shakespeare" dediği şair, şiirin dünyasında işgal etmediği tek bir gezegen bırakmıyor. Özelikle "Sarhoş Gemi" ile Fransız şiirinin en güzel örneklerini veriyor. Hükmetme hırsı ile nasıl ki ünlü şair Verlaine’i metresi konumuna koymayı başardıysa hayatı da, şiiri de kendi güdümüne almayı aynı biçimde başarıyor. Rimbaud, kişiliği gereği zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi olmayan birisi değil; kaybedecek zincirleri dahi olmayan şiirin dâhisidir.

 

     Şiirle alay eder gibi yazıyor şiirlerini. Bu işi o denli ileriye götürüyor ki, sesli harfleri renk değerlerine göre istifleyerek kaleme aldığı Sonesi, Fransızların kutsal kitabı olma özelliğini günümüzde bile taşıyor. Şiirin kutsal topraklarında kâh botanik kuruyor, kâh sözcüklerin vahşi ormanını yetiştiriyor şair. Yazdığı şiirleri gözden çıkarma işini öylesine ileri götürüyor ki, dostları tarafından yazdığı şiirler toplanmamış olsa, elimizde kendi isteğiyle Brüksel’de bastırdığı Cehennemde Bir Mevsim şiir kitabı dışında şiirleri olmayacaktı Rimbaud'nun.

 

Dizginlenmeyen enerjisi ve aceleciliği yüzünden bilgiye ulaşmak için emek sarf etmiyor. O, uçlarda yaşamının ona verdiği hazla yetiniyor. Diğer bir deyişle şiirlerini yıldızlarla içki sofrasından yazdığı için şiiri yere düşmüyor, yıldızlar gibi parlamaya devam ediyor. Onun kişiliğinin en çarpıcı özelliği eylem adamı olmasıdır. Tehlikenin koynunda yatan bu asi şair, tıpkı bomba yüklü bir kamyonda seyahat eder gibi geziyor  dünyayı. Kısa ömrünün ortalarında rahat etme hayalleri kuruyor. Zengin olmak, istediği kadınlarla bir gecelik ilişkiler yaşamak, politikaya girmek ve yeni yeni ülkeleri fethetmek... Bu hırsı onu erken yaşta sonsuzluğa kavuşturuyor. Rimbaud, gerçekte acımasız bir insandır. Sekmez iradesi ile elini sürdüğü her nesneye hükmediyor. Çocuk denecek bir yaşta olmasına karşın görüntüsü genelde bir işçiyi andırıyor. Kolay sinirlenen ve sinirlendiği anlarda oldukça saldırgan olan Rimbaud,  bu kişilik özelliğiyle Verlaine’i cebinde taşıdığı bir kumanda aletine çeviriyor. Genç şairin kişiliğe dair S. Zweig, şu saptamasında haklıdır: "Rimbaud'nun uzuvları, bütün bütün sıkıntı ve yoksulluklara karşı bir işçinin gücüyle bilenmiştir. Décadence- neredeyse hastalık derecesindeki aşırı duyarlılık, sanrılarla örülü bir görme biçimi, taşıdığı "Galyalı kanının aksaklıkları"- salt ruhsal düzeyde kalmış, şairin dış yaşamına kadar hiçbir zaman uzanmamıştır; bu dış yaşamı açısından Rimbaud, kendini gittikçe artan ölçüde zamanına özgü bütün kültürden koparır; bütün göçebeler gibi kozmopolit, Çingeneler gibi bir toplumsal olgu kimliğiyle, hiçbir yerde tutunamaksızın göçebe kuşlar örneği ülkelerden geçer; tıpkı nereden geldiği unutulmuş, artık kimseye ait olmayan ve ait olmakta istemeyen Kaspar Hauser gibi, Rimbaud da kültür evrenine yalnız bir meteor gibi düşer. Yalnızca kendi yaşamı, her türlü kültürden radikal bir tutumla nefret edişi, her türlü Avrupalılığı aşması, ahlak düzlemlerinin ortasında salt içgüdüsel bir yaşam sürdürmesi, engel tanımayan bireyciliği bile Arthur Rimbaud’yu yeterince ilginç kılabilir. Zamanımız açısından Rimbaud, bir bireysel özgürlük kahramanı, içgüdüler evreninin bir serüvencisidir."(s. 102–103)

 

        Zweig’ın şairin şiirleri ile ilgili tespitleri içinde benim şairin şiirleri hakkındaki görüşlerime yakın olan saptaması ise şöyle: “Rimbaud’nun şiirleri acımasızdır ve sinirleri zayıf olanlara uygun düşmez; bu şiirlerin kimilerinden yoksulluğun, kirli giysilerin, terli pabuçların, tuvaletlerin kokuları yükselir; bu şiirler, en gerçekçi gerçekçilikten ve dizgin tanımayan imgelemden oluşma, dâhiyane bir yumaktır. Eşsizdir. Rimbaud, sanki dünyanın ilk şairiymiş gibi, sanki kendisinden önce gelmiş binlercenin oluşturdukları estetik, iskambil kâğıtlarından yapılma bir bina örneği çökmüş gibi şiir yazmaya başlar.”( s.104)

 

      Düşünüyorum da ozanı içinde bulunduğu koşullar özgürleşmiş, sanatçı yeteneği ise şiirini yüceltmiştir. Aile bağları, dostluk, din gibi insan hayatında anlamı olan tüm kavramların onun hayatında anlamı yoktur. Onun için kalem tutan el ile silah, kazma-kürek tutan elin arasında bir fark da yoktur. Tam bir eşitlikçidir o anlamıyla. Üstünlük duygusu onda sadece Galyalı atalarından putperestliği ile günahla duyulan aşkı miras ediniyor ve edindiği bu mirasa da ihanet etmiyor hayatı boyunca. Bu yüzden şiddetin, dehşetli şehvetin, yalanın, tembelliğin, sanatın kaygısından sıyırıyor kendisini. Rimbaud, şair olmasaydı da salt yaşama biçimi onu anılmaya layık insanlar arasında en ön sıralara taşırdı. Onu seven insanlara, kendisine ve şiirlerine acımasız davranan ozan, sözcüklere tecavüz eder gibi, ahlak kurallarını yerle bir eden dizginlenemez bir gerçekçilikle yazıyor şiirlerini. İmgelem gücü karşısında insan ürpererek afallıyor. Dış dünyanın gerçekliğinin onun iç dünyasında geçirdiği evrim sürecinden sonra, şiir olarak yeniden doğması olağanüstü bir yenilik katıyor şiirlerine. Şiirin adeta alfabesini yazıyor. Şiirleri tıpkı Dostoyevski’nin roman kahramanları gibi canlı varlıklar olarak karşımıza dikiliyor. Bize dokunuyor, tabularımızı altüst ediyor, bizi derinden sarsan hamleleri ard arda sıralayan bir boksörden farkı olmuyor. Zaaflarımızı, korkularımızı, acımasızlıklarımızı, dogmalarımızı yüzümüze tükürür gibi söyleyen insanlar ordusu gibi karşımıza dikiliyor şiirdeki sözcükleri. Sesler seslere, sözcükler sözcüklere, imgeler imgelere sığınmadan, sığınağından özgürlüğüne kavuşuyor. Her bir sözcük onun askeri gibi emrine giriyor. Erleri üzerindeki giysileriyle  onun hayata bakışının yansıdığı sözcükleriyle işgal ettiği ülkelerin haritasını taşıyor.

 

  Şiddetin korkunun, şehvetin, seslerin derinlik bulduğu şiirleri cellâdı gibi insanın peşini bırakmıyor ölene dek. Bu akla hayale sığmayacak dinginsiz yaşam aynı oranda cezp ediyor insanı. Çünkü her insan gidip görmediği ülkeleri görmeyi istiyor. Onun iç dünyasının şiirine nasıl yansıdığını Zweig şöyle yorumluyor: "Rimbaud’nun iç dünyasında bu bağlamların kesinliğinin ne ölçüde canlı olduğunu, bir izlek niteliğindeki “Sonettedes voyelles” gösterir; bu sonede fantastik olaylar, neredeyse dogmatik bir düzeyde kristalize olur, A siyahla, E beyazla, I kırmızıyla, O maviyle ve U yeşille eşitlenir "gizli kaynaklar", vahşi görüntülerle çerçevelenmiş olarak, bir bütün içerisinde bir araya gelir. Burada kısmen şaka niteliğindeki bu olgu, aslında bilinçaltının o karanlık alanına pek az kişinin başarabildiği bir girişimi simgeler." (s. 105)

 

     O, geleneksel Fransız şiir kabına sığmıyor ama düzyazıyı şiir katında göklere çıkartıyor. On beşinde Sensation'u, on altı yaşında Les chercheuses de Port'yu yazıyor. Onun şiirindeki her dize tek başına sözcük okyanusu gibi okurun üstüne akıyor. Sözcüklerin okyanusunu elinin altında tutan ve istediği gibi sörf yapan şair, şiirinin bayrağını bir de şiir okyanusunda dalgalandırıyor. Anlayacağınız edebiyat ve sanat onun enerjisi ve dehası karşısında dize gelerek ayaklarına kapanıyor. O da kendisinin önünde dize gelen sanatı buruşuk bir kâğıt topu misali fırlatıp atıyor. On sekiz yaşında sanatın şatafatlı sahnesinde değil de hayatın eylem cephanesinde heykelinin dikilmesini istiyor. Onun, bu isteği ne ona ne onun yaşama biçimine ne de eylemlerine ihanet ediyor. En yakın dostu olan yıldızlar ölümünden sonra bile onu başları üstünde tutmayı başarıyor. Göğün ve eylemin şairi Arthur Rimbaud ise ne aşka ne sanata ne de eyleme teslim olmadan Marsilya’da bir hastane odasında 10 Kasım 1891 tarihinde hayata gözlerini yumuyor şiir dünyasında ölümsüzlüğe erişmek için.  

 

 

 

*Henry Miller. Rimbaud Ya da Büyük İsyan. Çev. Mustafa Tüzel. Kabalcı Yayınevi, 1994.121sayfa.

 

 

BEDRİYE KORKAN KORKMAZ’IN YENİ YAPITLARI

 

BEDRİYE KORKAN KORKMAZ’IN YENİ YAPITLARI

 

Hasan AKARSU

 

Ozan, yazar Bedriye Korkankorkmaz, 1965 Bingöl doğumlu olup şiirleri, öyküleri ve kitap tanıtma yazılarıyla tanınır. Yeni iki yapıtından biri “Eski Eser Karanfiller” adıyla şiirlerini kapsar. Diğeriyse “Tinsel Söyleşiler” adlı deneme yapıtıdır.

 

Eski Eser Karanfiller (1)

 

Ozan, uzun soluklu, imge yüklü nehir şiirleriyle ilgi çeker. Yalnızlığın öğretmeni olarak, “İnsanlığın en eski şehri” olarak duyumsar kendini. İnsanlığın ülkesini dolaşırken “Evrenin dışladığı tek canlı”dır. İnsanlığa, ekmekle barışı bölüşmeleri için seslenir. Emekten, barıştan yana şiirler yazar. Baskıları kınar ve baskı görenlere yardım elini uzatır: “…Kuşlarla bebelerin olacağı dünyada/ Eziyet edemeyeceksiniz tek bir insana/ Kılıktan kılığa girip kirletmeyin/ Temiz aklımla vicdanımı benim…” (s.11). Baskı yapanlara ilenerek dünyaya güneş gibi doğacağını söyler. Kadınların emeğini yüceltir, kadınların savaşımına katılır. Kıyımlarda insanların, çocukların öldürülmesini kınar. Hapislerde düşünce suçundan yatanların düşüncelerine konuk olur. Karşılıksız sevgilerin yanında olup “sözcüklerin hasadını” toplar. Anılarını bırakabileceği bir insan arar: “…Karanfillerin hüznünü benimle paylaşan/ Kuruyan çiçekleri yeşerten/ Kuzuların yünlerini kırpmayan/ Bir insan arıyorum anılarımı bırakacağım…” (s.24). Kendi tarlasında korkuluk olmayan bir insan arayışını sürdürür ve sevgiliden yakınır. Onun sevdiğinin “Gülüşü yamalıdır.” Ozan, insanlığa cesareti ve aşkı getirmek için yola çıkanlardandır. Sevgilisine ne güzel seslenir: “…Sevgilim gülmek güneşlenmektir/ Birbirimizin hasretinde güneşlenelim” (s.28). Onu sürekli bir özlem içinde görürüz. “…Biz ölürsek de serçeler gibi genç öleceğiz…(s. 31)…Sana dokunmak istesem ellerim oluyorsun sevgili (s.32)…Sarmaşık çiçekler gibi birbirimize sarıldık/ Birlikte bir nehir gibi kendimizi aştık” (s.33) vb etkileyici dizelerle şiirselliğin doruğundadır ozan. Aşkla söyleşi yapacak kadar tutkuludur: “…Gözlerden uzak bağların has şarabısın ey aşk” (s.36) der ve yapıtına ad olan dizesini söyler: “Eski eser karanfiller gibi kokuyorum içinizde” (s.38).

Ozan, Gezi Direnişi’ndeki gençliği unutur mu? “Aydınlık geleceğe doğru yürüyorum sizlerle” diyerek onlarla birlikte olduğunu vurgular. Barış güvercinlerinden birisi de odur ve güvercinlerin mezara gömülmelerine başkaldırır, güzel günlerin yakın olduğunu duyurur. “Sömürü güneşinin batacağı günler yakın” (s.40) der. Çocuklara güzellikleri miras bırakacağını söyler. Zamansız güzelliklere sevdalıdır, dirençlidir. Arınmışlığı ilke edinerek yaşamını sürdürür. Aydınlık yarınlara inancını yineler. İnsanlığa yürürken düşünce özgürlüğünü savunur ve işkencenin tarihten silinmesini ister. “Güzelliklerle yüklü bir gemidir” ozan. İnsanların değerlerine yabancılaşmasına karşı dururken sevmeyi bilenlerin peşine düşer. Sistemin uşağı olanlarla savaşır. Sevdiklerimizi taşa çeviren ölümü de kargışlar.

Bedriye Korkankorkmaz, düşünce ve duygularıyla insanlığın yücelmesini savunan, emekten yana, onurlu, dirençli bir ozan olduğunu yalın, akıcı, soluklu şiirleriyle kanıtlar.

 

Tinsel Söyleşiler (2)

Bedriye Korkankorkmaz, “Tinsel Söyleşiler” adlı deneme yapıtında, dünyaca ünlü yirmi bir yazar ve düşünürle tinsel söyleşi yapar. Söyleşi tadındaki denemelerde, konuştuğu yazarları, düşünürleri yaşadıkları çağ içinde tüm yönleriyle yansıtır. Bu denemeleri yazmak için ele aldığı yazarlarla ilgili geniş araştırmalar yaptığı bellidir. Schiller için “İnsanlığın en iyi insanı” nitelemesini yapar. Onun başkaldırıcı yönünü anımsatır. Her yazarla olduğu gibi Schiller’le de düşsel buluşmasını yapar. Yazarını konuşturur. Baudelaire için “Acıların ve Şiirin Tanrısı” derken haklıdır. Onun yaşamöyküsünü anlatırken şiirinin derinliğiyle ilgili ipuçlarını vermiş olur: “…Hayatım içimle kavga etmekle ve ruhuma söz geçirememekle geçti… Ben her şiirimde öncelikle mısra arayışı içine girdim… Ürkme öyle. Çiçeklerimin hepsi kötülük açmaz…” (s.27) der Baudelaire.

Bilim adamı Pascal ve “Dünyayı kendine sahne yapan bir dâhi” olan Shakespeare, ilginç yönleriyle ortaya çıkar. Boccaccio, Voltaire, Faulkner, Cervantes, Thomas Mann, Jean Jacgues Rousseau, Thomas Hardy, Blake, Shelley, William Morris, T.S. Eliot, Goethe, Samuel Johnson, Lord Byron, Sophokles ve Hermann Hesse tarihin içinden çıkıp karşımıza gelir denemeleri okudukça. Her birinin özelliği, sanatı, yaşamöyküsü farklıdır.

Tinsel Söyleşiler’de sanatı, felsefeyi sevenler için ünlü sanatçıların yaşantılarından alınacak örnekler çoktur. Bedriye Korkankorkmaz, bu yapıtında dünya yazınının ünlü adlarını yapıtlarıyla birlikte bir söyleşi ortamında tanıtırken okuyucuyu sıkmaz. Bu yönüyle ilginç bir yapıt olduğunu belirtmeliyiz.

---

(1)Eski Eser Karanfiller-Bedriye Korkankorkmaz, Şiir, İnsancıl Yayınları, 1. Basım, Aralık 2016, 80 s.

(2)Tinsel Söyleşiler-Bedriye Korkankorkmaz, Deneme, 1. Basım, Aralık 2016, 304 s.

(İnsancıl, Şubat 2018. S 42-43)

 

Yazar: Hasan AKARSU

DÜŞÜNSEL YOKSUNLUĞA KARŞI ‘DENEME’

DÜŞÜNSEL YOKSUNLUĞA KARŞI ‘DENEME’

 

Kitaplar Adası

 

M. Sadık ASLANKARA

 

Denir ya hep, eleştiri nankör uğraş; doğruysa bu söz, eleştiri yapıtları da bundan pay alacak demektir. Birkaç yıl önce Serdar Aydın’dan bir elektronik mektup almıştım, Fethi Naci’ye özgülediğim eleştiri, deneme zamanlarını sürdürdüğüm sıra. Şöyle demişti Aydın: “Size yazma nedenim (…) eleştirinin neliği üzerinde duran metninizi okurken duyumsadıklarımdır. Esasen şiirle uğraşıyor, gerek şiir eleştirisi gerekse de plastik sanatlar alanında eleştirel incelemeler yazıyorum ve bu alanın nasıl yapayalnız bir dünya olduğunu görerek kederleniyorum. Yazdığım eleştiri kitaplarına, iyi-kötü, neredeyse hiç tepki alamadım (…) Ama asıl arzulanan üretilen düşüncelerin, savların tartışılabilmesi (…) Eleştiriye emek veren size merhaba demek istedim ve bir tür dertleşme ihtiyacıyla yazdım... Eğer arzu ve merak eder, bir kargo adresi verirseniz (…) basılı yayınlarımı sevinçle göndereceğim. Baskısı biten kitaplarımı ise çıktı olarak ulaştıracağım.” Bir kucaklık gönderisi gecikmedi Serdar Aydın’ın, Önce şiirler: Ay…Düşüyor…

Üstüme (Kül, 2003), …Sonra Sözler… (Kül, 2006), Aphrodisia’lar (Şiiri Özlüyorum Kitaplığı, 2011). Öteki kitaplar ya da dosya hâlinde çıktılar ardından: Nilgün Marmara Metinleri ve Fragmanlar (Şiirleriyle birlikte; İzlek, 1997; Medakitap, 2016), Üzerine Yazılar (Kül, 2007), Algı, Form ve Pornografi-Fatma Tülin Resmi (Sel, 2009), Yol Üstündeki Yazıcı-Ahmet Oktay Poetikası İçin Bir Yaklaşım (Mola, 2012), Ego Contra Mundum-Bir Yüksel Arslan Metaforu (Dosya, 2016). Eleştiriyle denemeye gereğince yer açılmayışı, yalnız kültürel yaşamımızı çoraklaştırmıyor, bu gereksizlik, yanı sıra değersizleştirme, okuyanla yazanı kurumaya götürecek beyinsel etkinlikleri de olumsuz etkiliyor yazık ki. Bu doğrultuda yukarıda andığım eleştiri, deneme kitapları kadar daha nice yapıt bağımsız yazılarla üzerinde durulmayı hak ediyor ama bu tür olanaklara kavuşamadan, üzerinde düşünce üretilemeden geçiştiriliyor görece. Bu, şair, yazar Hayri K. Yetik’in Ayrıntı tarafından yayımlanan Romantik Ortadoğu (2014), Arkaik Ortadoğu (2015) ikilemesi için de söylenebilir. Andığım kitaplara, Emin Karaca’nın, alttan alta bizi çimdikleyip dürten Türk Edebiyatında Kavga’sı (Kibele, 2017) eklenebilir pekâlâ. Turgut Çeviker’in yayına hazırladığı Nedret Gürcan’a Edebiyatçı Mektupları da (Ve, 2016) var. Yoğun emekle kotarılan yapıtlar, geçiştirilebilir mi böyle? Düşünsel erozyonu önleyici daha pek çok yapıt var üstelik anamadığım, ama nafile. Kitlesel yayınlarda bu doğrultuda, benzer düşünce yazıları neredeyse hayal oldu çünkü. Nitekim yakınlarda yitirdiğimiz Ahmet Cemal’in sorgulayıcı deneme yazarlığının da âdeta çevirmenliği gölgesinde kalışını buna bağlamak olası.

 YAZINSAL BESLENMEDE ANA DAMAR: DENEME, ELEŞTİRİ…

Oysa kitapların tetikleyicisi kitap yine. Bu bağlamda yazınsal türlerin hangisini dışta tutabilirsiniz? Alexander Pechmann’ın Kayıp Kitaplar Kütüphanesi (Çev.: Regaip Minareci, Can, 2015), Adnan Binyazar’ın Ozanlar, Yazarlar, Kitaplar’ı (Can, 2017), Bedriye Korkankorkmaz’ın Tinsel Söyleşiler’i (İnsancıl, 2016), Alt başlığı “Bronte Kardeşlere Marksist Bir Bakış” olan Terry Eagleton’ın Güç Mitleri (Çev.: Alev K.Bulut, Can, 2017), Onur Caymaz’ın “Hayat ve Sanat Üzerine Doksan Dokuz Parça” başlığı altında topladığı Hatırla Barbara Yağmur Yağıyordu’su (Kırmızı Kedi, 2016) yazın dünyamızı zenginleştirici kitaplar olarak alınmalı. Umberto Eco’nun Can tarafından yayımlanan kitapları da anımsanabilir: Açık Yapıt (Çev.: Tolga Esmer, 2016), Edebiyata Dair (Çev.: Betül Parlak, 2016) . Bunlara lezzetli bir Roland Barthes yapıtı eklenebilir: Dilin Çalışma Sesi (Çev.: Ayşe Ece, Necmettin Kâmil Sevil, Elif Gökteke, YKY, 2013). Ardı sıra Louis Althusser’den de bir kitap: Filozof Olmayanlar İçin Felsefeye Giriş (Çev.: İsmet Birkan,YKY, 2016). Eh, bir de yüzümüzde gülümseme, sanki okulda, sınıfta gezintiye çıkmış havasında öğretmen-öğrenci ilişkisine göz atalım birkaç kitapla: Adil İzci’den Örtmenim (Sıcak Nal, 2016), Murat Özmen’den Öğretmenin Dünyası (2015), Filiz Aygündüz’den Kaç Zil Kaldı Örtmenim? (Doğan, 2010)… Bunlar olsun öğrenme olgusu üzerinde yeniden düşündürür belki bizi, kim bilir.

Cumhuriyet Kitap14 17 Ağustos 2017

Yazar: M. Sadık ASLANKARA

HEP YOLDA

HEP YOLDA

   

Berrin TAŞ

 

İnsancıl Dergisi. Haziran 2012. Sayı: 263. S. 29-30.

  

Yaşamak Çocuğum Bedriye Korkankorkmaz  kitabını elimde tutuyorum. Sayfaların arasına yapışkan kağıtlardan koymuşum. Şiirlerini okuyup nasıl yazmalı, nerden başlamalı demişim. Sonra bilmiyorum ne oldu. Koşuşturmacaların  arasında Atölye, İnsancıl yoğunluğu işte. Anlarsınız. Yazamamışım.

Kitabını elime alınca aklımdan geçenler bunlar. Çok bekletmişim.

Siz beni anlarsınız Bedriye Korkankorkmaz.

“Suları kirlenen çeşmeleri görünce / yeni çeşmeler bulmak için  yollara düşüşümü/her köşe başında  duvar diplerinde/ gömdüğüm  gövdemi öptüğümü  nasıl anlatsam” diyen şair yaşamının  eksenine anlamayı ve anlatmayı yerleştirmiştir. Anlamak istediği kadar anlaşılmayı da istemektedir. Hakkıdır bunu istemek. Anlamak belki de anlaşılmak  eksik olduğu için  yaşamlarımızda şiire tutunmuşuz. İnsanın eksik olduğu yerde şiir tutar elinden. Dayanılmaz bir biçimde  kişinin  kendini anlatmak  istediği günleri olacağını biliyorum. Bir insan soluğu, dost sıcaklığı bulmanın güçlüğü kimileyin yaralar insanı. Bedriye Korkankorkmaz’ın kitabı bana ilk okuduğumda bunları düşündürdü.

Şiirlerinin arasında dolanırken şair kadın olmanın güçlüklerini de gördüm. Ülkemizde kadının köklü sorunlarının yanında  yaratıcılığının  da kolay  kabullenilmediğini  yaşayarak anladım. Kendi sürecimden biliyorum bunu. Dizeler arasında dolanırken  yaratıcı kadının anlaşılmanın  yalnızlığıyla boğuşmak zorunda  kaldığını da anladım. “

“başımızı önümüze eğecek sırlarımız olmadı bizim/ şiirlerimize dair övgülerde yazılmadı dergilerde/ yazdıklarımızda gelecek görmüyor eleştirmenler/ seninle acıların ve ayrılıkların toplama kampıyız” diyor şair.

Özellikle “acıların ve ayrılıkların toplama kampıyız” deyişindeki dışlanmışlık algısı etkiledi beni. Dilini, yaratıcılığını  anlamayan insanlar arasında  kalmak yalnızlığın en koyu duyumsandığı bir başka ülkede kalmaktadır. Yaşıyorsundur, aynı dili konuşuyorsundur. Yine  de anlaşılmadığını bildiğin için  toplama kampında unutulduğunu duyumsayabilirsin. Toplama kampı özgürce  yaşamanın dışına sürülmüşlüğünü  anlatan gerçekçi bir imge.

 Bedriye Korkankorkmaz’ın ben’i yalnız kendiyle dolu değildir. Şairin ben’inde  insanlığın acıları da kendine yol bulur. “kendime dair ne yazabilirim yaşadıklarımla/ kendi falıma bakamıyorum insanlığın falına bakmaktan/güçlüyle savaşıyorum güçsüzün hakkı için/ hangi tarih insanın geçim savaşını sorgular” der şair. “Suçluyum”  demiş bu şiirin adına. “barış meydanlarında çocuklar ölüyor/ ölenlere ana yüreğiyle sesleniyorum/ bütün seslerden yakın insana”.

Doğuran, büyüten  olmak yetmez. Ana olabilmek gerekir. Ana olabilen kadın bütün çocukların anasıdır. Yalnız çocukların da değil insanlığın anasıdır. İnsanlığın anası kimsenin ölmesini istemez. Ana olabilen insan büyütmenin güçlüklerini bilir. Emeği bilir. Emek verileni korumaktır bütün isteği. Bu nedenle “ çağın gerçeklerine asiyim/ asilerin hayat arkadaşıyım/ oyun arkadaşıyım kendimim/ anlayın beni yoldaşlar” diye seslenir. Şair anlaşılmak istediğini yoldaşlardan beklemektedir. Yoldaşlar, çağın gerçeklerini onaylamayanlardır. Şair çağın gerçeklerini onaylamayanlarla  yan yana yürümek istemektedir. Bu isteğin gerçekleşmesi için  yoldaşlar onu anlamalıdır. Bir çığlık bu. Anlaşılmak için yanıp tutuşan bir şair kadının çığlığı. Bu çığlığı  duymakta geciktiğim için üzgünüm.

 “bitler gibi kanını/ emen dostları/ evinin anahtarıydı/ çıkarları kadar/ yakın olduklarını/ yoksulluğundan öğrendi” derken  yalnızlığı anlatıyor. Bedriye Korkankorkmaz’ da  yalnızlık fiziksel bir yalnızlık değil. Onun yalnızlığı insansızlıkla beslenmiş bir yalnızlık. Dost sandığının dost olmadığını anlamanın insana  verdiği yalnızlık. Aristoteles geldi aklıma. Aristoteles’de  değişik dostlukları anlatıyordu Cengiz Gündoğdu. Üç tür dostluktan söz eder  Aristoteles.Haz dostluğu, çıkar dostluğu,yetkin dostluk. Bedriye Korkankorkmaz’ın  şiirinde sözünü ettiği “ çıkar dostluğu”. Aristoteles “çıkar  dostluğu “ der bu duruma. Çıkarı bitince dostlukta biter. Çıkar dostlukları insanın kanını emer. Çıkar dostları zor günlerinde yanında olamaz. Çıkarları değişince bir yana atılırsın sen de. Açıkça söylemek gerekirse ihanetle tanışırsın. İhanet, insansızlığın dışavurumu. Bedriye Korkankorkmaz ihaneti biliyor.

Bedriye Korkankorkmaz  sorgulayıcı yanını şiiriyle de dışlaştırmış. “ yazgım mı bilincim mi/  neyi sorguluyorum/ sen yaşamın armağanı /unutamadığım”Unutamadığına  yaşamın armağanı demek şair kadının olgunluğudur.

Bedriye Korkankorkmaz’ın  şiirlerinde güçlü anlaşılmak isteği, kadının yaratıcılığını anlatabilmesinin  önündeki engeller dile gelir. Çocuk, barış, ana izleği sevmekle bütünleşir. Zengin iç dünyası yalnızlığından besleniyor.

  Yaratıcılığını anlatabilmenin önündeki engeller günümüz şair kadınının sorunudur. Şair kadınlar anlaşılmak için yanıp tutuşmaktadır. Onları anlamaya çalışan küçük bir çaba bile yaratıcılıklarına  güven duymalarını sağlayacaktır.

Bedriye Korkankorkmaz’ın  şiir yolculuğunu sürdürmesini isterim. “gizil bir ülkeyim/  ülkelerin ülkesi/ bütün denizlerin dağların/ ovaların  ve bütün  halkların”  diyen şairden yeni şiirler beklemek şiir okurunun hakkıdır.

Kendini yaşadığı dünyaya ve çağına  bağlı duyumsayan şair varoluşunu şiirleriyle  derinleştirmenin yollarını  aralamıştır.

 

Bedriye Korkankorkmaz, Yaşamak Çocuğum,Amrgi,Birinci Basım,İstanbul,Aralık 2010. 

 

Yazar: Berrin TAŞ

BEDRİYE KORKANKORKMAZ

BEDRİYE KORKANKORKMAZ

 

M. SADIK ASLANKARA

 

12 Temmuz 2012, sayı 1169

 

Bedriye Korkankorkmaz, Kitaplarla Söyleşi ( Cangöz, 2011) adlı kitabında  başlıktaki artalan yoğunluğuyla dikkati çekiyor ilkin. Öyle ya,  ne demek “ kitaplarla söyleşi”? Gerçekten Korkankorkmaz,  kitabında Gide ,Dostoyevski, Kafka, Proust,Tolstoy vb. yazarların  yapıtlarından kalkarak  bu yazarlarla  yaptığı  söyleşileri bir araya  getiriyor bir bakıma. Nasıl bir söyleşi peki bu ? Yapıtlardan yola çıkarak düşünsel içkinleşmeye ulanan bir yapı  söz konusu burada.

Yazar, yorumlarken  yeniden yaratmaya girişiyor  bir bakıma ;ne ki düşünsel , sanatsal  özle sınırlı halde biçem, kurgu vb. yanlara yönelmekten  alıkoyuyor kendini. Diyeceğim  çekinik bir tutum  gözleniyor yazarda. Sanki söyleşirken biraz ileri gittiği korkusu  duyuyor o da  orada  bırakıveriyor  sözün ucunu. Alçakgönüllü  bir  tutum  kuşkusuz;  oysa düşünsel , sanatsal düzlemde  yazarla yapıtları üzerine tartışmalara  dalmanın  kime ne zararı dokunabilir?

Korkankorkmaz,  her tümcesinde  kitapla sürdürdüğü  söyleşiye ne denli  hazırlandığının  ipuçlarını da döşüyor  bu arada.  Biz onun  tümcelerini okurken söyleşisini  sürdürdüğü  kitaba değin dikkate değer  hemen  her  ayrıntıyı içselleştiriyoruz kendiliğinden. Bu yolla yazarın  kitaplar üzerine,  nasıl bir yaklaşım  mantığıyla  yoğunlaştığının , buna dönük  emeğinin  de izini sürüyoruz kolayca…

Örneğin  bir yerinde kitabın Korkankorkmaz ,” Yazarın  sanat anlayışı üzerinde çıktığım  yorucu, bir o kadar da insanı eğiten  yolculuktan  edindiğim izlenimi sizlerle  paylaşıyorum” (55) deyiveriyor.  Yazılarını yapılandırırken  yaslandığı yöntemi ortaya döküyor böylece.

Sonuçta alılmamak amacıyla  yazınsal eleştiriden giriş yapmak isteyenler için Asuman Kafaoğlu-Büke ile Bedriye Korkankorkmaz’ın  yapıtlarını arka arkaya , yan yana okuyarak  güzel bir dünyaya dalınabilirmiş  gibi geldi bana.

Okurunu yazınsal düzlemde  zenginleştirmeyi  bu iki kitabı birlikte okumak, şu dar zamanların dünyasında insanı nasıl mutlu ediyor, nasıl uçuruyor…

 

Yazar: M. SADIK ASLANKARA

RUHLARLA SÖYLEŞİ BEDRİYE KORKANKORKMAZ

RUHLARLA SÖYLEŞİ BEDRİYE KORKANKORKMAZ

 

Camgöz Kitap, 2014,309 Sayfa

 

Cumhuriyet Bilim Teknoloji 

 

21 Mart 2014. Sayı  1409

 

 

Yazar Bedriye Korkankorkmaz Ruhlarla Söyleşi eserinde , çok ilginç  ve etkileyici  bir şey yapıyor: Önce büyük düşünürlerin  ve şairlerin yaşamlarını öğreniyor , onları yakından tanıyor, , sonra da artık hayatta olmayan  bu yazarların  hayatlarına giriyor. Onları yaşamları içinde izliyor ve üstelik bununla da kalmayarak yaşamlarına katılıyor. Onlarla birlikte yaşamaya başlıyor ve belki de en önemlisi onlarla  sohbet ediyor. 

Korkankorkmaz’ın yaşamlarına karıştığı yazarlar ve düşünürlerin bazıları şunlar: Witold Gombrowicz, Thomas More, Marie Grubbe, Kleist , Balzac, Jack London, Charles Dickens, Stendhal, Gustave Flabert, Hernik İbsen, Moliere, Sigmund Freud, Charlotte Bronte, Metin Altıok, Fuzuli, Pir Sultan Abdal, Pablo Neruda.

Yazarın eserini son derece ilginç  kılan şey ise elbette bu çabasında çok başarılı olmasıdır.

 

Yazar: Cumhuriyet Bilim Teknoloji

YAŞAMAK ÇOCUĞUM

YAŞAMAK ÇOCUĞUM

 

Vecihi TİMUROĞLU

 

“Yaşamak Çocuğum”  Bedriye Korkankorkmaz’ın  yapıtı. Bedriye Korkankorkmaz anımsadığım  değiniyle Metin Altıok ‘un (1941-1993)   sezdiği ve yönlendirdiği bir şair. Bir bakıma şiiri imgeye boğuyor.

 Felsefe, bir görüngünün insan tarafından  algılanışı, onun, insan bilincinde  oluşan  somut tasarımı, bunların dayandığı görsel,  işitsel, dokunumsal  hatta öteki duyumsallıklar,  görüngülerin  türsel özellikleriyle  ilgili  soyut kavramlar, “imge” kavramıyla  ifade edilir. Sanatçı (şair, müzikçi, ressam,  yontucu, öykücü,  dansçı vb.)  yaşam görüngüsünün, salt insan  bilincindeki  yansımalarını yapmaz, onları,  özdeksel (maddi)  gereçleriyle yeniden yansıtır. Şair için,  özdeksel gereç “ söz”  dür,  müzikçi için de “ses”.Şair ve müzikçi,  kaynağında,  havanın sesyolundaki titreşimi  olan sesi  ve dil yetisinin  kişisel  istenç  ve eylemleriyle  özdeşleşen  bireysel yanını ifade eden  “söz”ü  birlikte kullanırlar.  Şair, söz  sanatının,  müzikçi de  ses sanatının  yaratıcısıdırlar. Ne ki,  şair, sözcüğü ve sözü temel alırken , müzikçi, sesin fiziksel niteliklerini anlaksal  bir üretimle  duyumsallaştırır. Şair de, sözün  ve sözcüğün  anlakta  öznel  biçimlenmesini geliştirir. Bu yüzden, şiirsel deyişte, sesin tartımından vazgeçemez. Müzikçi, şarkıda bile  sözün anlamıyla yakında  ilgili değildir. Sanatçılar, “gerçekçilik” in  her görüngüsü (fenomen)  için  ırasal ( karakteristik olan ) “ bireysel ve genel boyutların birliği”nin  karşılıklı girişiminde  yaparlar yansıtmalarını. İnsanı,  başka canlılardan ayıran  türsel nitelikler,  her çağın insanına özgü (toplumsal üretim  biçiminden kaynaklanan ),  hatta belirli bir halkın  niteliklerine özgü  düşüncede tasarlanabilir. Ne ki,  salt insan  ya salt Türk , salt Germen, salt Acem  olan bir imge yaratılamaz. Böyle düşünürsek,  bir yordam ( tarz)  çıkar ortaya.  Sanatta  insan imgesi, çok sayıda  bireysel  boyutları  ve somut  çevre ayrıntıları  olan “tekil insan”  yoluyla  çıkar ortaya. Örneğin,  sıradan insanın kullandığı dilin içerdiği anlam, şairin  dilindeki anlamla özdeş değildir. Bir başka deyişle,  günlük gereksinimlerimizi içeren “konuşma dili”  ile “şiir dili”ni ayıran nitelik budur. Korkankorkmaz şiir dilini özümsemiş.

 

oturmuş  bir duvarın dibinde

bildiğim kuş dualarını okuyorum

okulların önünden geçiyorum

çocuklar tanımıyorlar yalnızlığın

öğretmenini

 

İmge, yaşamı özgün yansıtmak için yapılır. Bir yaratış sorunudur. İmgenin bir yorum olduğunu değil, bir yansıtma olduğunu düşünürüm. Bilimsel imge somuttur, gösterime ve deneye dayanır. Kaynağında, bilim yapmak,  soyutlama yapmaktır.  Soyut kavramlara ve çıkarsamalara dayanan yargıları  dolaysız kavranabilir, görülebilir  yapmak için, bilim, imgeleme  başvurur. Bilim, genelleme yapar. Genellemeleri  kanıtlama,  görselleştirmeyle  olanaklıdır. Bilimsel imge, bu nedenle, “görselleştirici”, bir başka deyişle “sergileyici”dir. Örneğin, Türkiye’nin bugün yaşadığı sorunların nedenlerini araştıran  bir toplumbilimci,  ülkemizdeki feodal ve sermayeci  üretim biçimleriyle, bu karşıt biçimlerin sonuçlarını, somut  görüntülerle, yaşam biçiminin  betimlemeleriyle, filmlerle, tablolarla görselleştirir.  Tekil görüngüleri,  genelleyerek gösterir.

Bilim adamlarının ( bilim yapan kadınlar da bulunduğundan,  bilim adamı kavramını  bilim insanı diye yazıyorlar şimdilerde;  bilim adamı, dilimizde  kavramlaşmıştır, bu kavram,  kadını da kapsar, bu yüzden, bilim insanı kavramı-nı  kullanmıyorum) sapladıkları yaşam  görüngüleri, gerçekte  var olan ya da  geçmişte  var olmuş  belgelere dayalı görüngülerdir ve de “ tipsel”dirler.  Bilim adamlarının  sergiledikleri, gösterdikleri  tipsel görüngülere, bireysel  yaratılarını  ekleme hakları yoktur.  Bu, düşlemlerinden  yararlanamazlar anlamına gelir. On-lar, salt var olanı göstermek zorundadılar. Bilim adamı, deney alanına (gözlem içinde)  indiremediği  görüngüleri, ancak, bir  varsayım olaral ileri sürebilir. Var-sayımlarını görselleştirmeden  “ gerçeklik” e varamaz.  Bilimin imgeleri , coşkusal  anlatım gücünden yoksundur. Genel,  kesin ve asal nitelikleri gösterebilir ancak. Demek,  bilim adamı ,”nesnel olmak zorundadır”.

Toplumbilimciler, ekonomiciler, haberciler, insan ve doğa  konulalarıyla  ilgilenen kimseler,  görselleştirme yöntemini seçerler. “ Tablolar, çizimler, resimler”,  haber yapımcılarının  topluma  güven vermek için  başvurdukları  yaşam görüngüleri de,  görselleştirme yoluyla  yapılan imgelerdir. Ne ki bu imgeler, anlaksal( zihinsel)  değiştirme yoluyla yükseltilemezler.  Nesnellikleri  ve somutlukları zorunludur.  Haberci,  yorumlarını bile,  nesnel görüngülere  dayan-dırmalıdır.

Kimileri,  kimi yaşam görüngülerini, tipsel  oldukları için değil, yinelenemez bireysellikleri yüzünden  sergilerler. Bu tür imgelere “ olgu sap-tayıcı  imgeler “ denir. “Olgu”   düşünülmüş  olanın  karşıtıdır. “Gerçek” i  yani  olmuş olanı gösterir. Bu tür imgelerle, gündelik yaşam saptanır. Kişisel tutumlar, davranışlar, eylemler yansıtılmış olur. Kimi toplumsal önemi olan  olayları,  kamunun belleğinde diri tutabilmek için, olgucu imgelerden yararlanılır. Örneğin  Kurtuluş Savaşı”na  özgü anılarda , bu tür imgeler görülüyor. Ancak bu tür imgeler, yinelemez  bireyselliği yansıtmalıdır. Bu niteliği taşımayan imgeler,  olgu taşıyıcı imge sayılamaz. Çünkü,  olgu taşıyıcı  imge, yinelemez bireyselliği yansıtıyor, öylese  değiştirilemez. Bilimsel haber amaçlı  ve olgu taşıyıcı imgeler, bulucu nitelikler taşırlar, ancak “yaratıcı”  nitelik taşımazlar.

Çünkü bu imgelerde  “ düşlem”e  ( fantasy, hayal)  yer yoktur, salt var olanı görselleştirirler. Düşlem, ancak, sanatsal imgelerde söz konusudur.

Sanatçılarda,  yaşam görüngülerini yansıtırlar. Hatta, bunları  toplumsal  ilgiye , toplumsal eğilime ve değişime koşut ,  belirli bir öğretiye  dayanarak  yansıtırlar. Bedriye Korkankorkmaz,  toplumsalcı  öğretiye bağlı, öğretiyi  özümsemiş bir şair.Yaşam  görüngülerini, bu öğretiye  koşut yansıtmaya özen gösteriyor.  Onların daha  tipsel olmasını sağlamak için, o  görüngülerin  bireyseliklerini  değiştiriyor:

 

kent aksanıyla konuşanlar köylü sesimi duymuyor

kentlinin kentliyi taşra sayma hevesleri

büyük şanlar verilmiş sonradan görmeler

bilmezler  hangi savaşımdan  geldiğimi

 

gülün devri lâle devri altın devri gömüldü tarihe

yirmi birinci yüzyılda evler evlerin balkonuna taşınıyor

sınır ötesi bekçileri kol geziyor

kentsoylu ölmek yeni ülkü                                                                                                                                                                                                      

 

çağın gerçeklerine asiyim

asilerin  hayat arkadaşıyım

oyun arkadaşıyım kendimin

anlayın beni yoldaşlar (Yaşamak Çocuğum, s. 20

 

 “kentsoylu ölmek”, yaşamın yeni bir  tipselleşmesidir.  Bu yaratışta, yeni yaşam  biçiminin asal niteliklerinden biri, yapıntılı ( fictive, farazi)  biçimde yansıtılmış.  Yeni yaşam biçiminden bir durum,  yeni biçimlere büründürülmüş. Algılanan yaşam biçiminin  görüngüleri, şairin  anlağında yeniden  güçlendirilmiş biçimde yansıtılıyor.

Sanatsal  imgelerde,  bir coşkusallık vardır. Tipsel  yaşam görüngüleri, bireysel  yaratının  özgünlüğü dışında,  belirli ülküleri, toplumsal çıkarları, sınıfsal  dönüşümleri, duygulara, duyarlıklara, düşünlere iletirler. Şair,  bu işlevini yaparken,  coşkusal yaklaşımını da  yansıtır.  Özellikle,  imgenin coşkusal niteliği, yapıtın içeriğini de belirler. Sanatsal imge, genelleme kuramıyla bağdaşmaz, bireysel yaratışı yansıtır.

 

gizil bir ülkeyim

ülkelerin ülkesi

bütün denizlerin dağların

ovaların ve halkların

    

Bu dizeler,  sanatsal imgenin özgünlüğünü gösteriyor. Özgünlükler, yaratıcısının içinden çıktığı toplumun tarihsel birikiminden, bu birikimin özümsenmesinden, özümsenmiş ekinin( kültür)  içselleştirilerek zaman içinde ayrımlaşmasından kaynaklanmaktadır. Yaşamak Çocuğum, Bedriye Korkankorkmaz’ın içselleştirdiği bir ekinin dilini içeriyor. Yeni bir şiir tadı.

*Vecihi Timuroğlu yazdı: Yaşamak Çocuğum. Bedriye Korkankorkmaz, Amargi  Yayınlar.s.79,İstanbul 2010.

 

 İlk Yayım: Berfin Bahar Dergisi. Temmuz 2011,s. 58-59.


                                                                                             

Yazar: Vecihi TİMUROĞLU

BEDRİYE KORKANKORKMAZ’IN YENİ ŞİİR KİTABI ÇIKTI!

Şair ve yazar Bedriye Korkankorkmaz’ın yeni şiir kitabı Paslı Deniz, ArtShop Yayıncılık tarafından yayınlandı. Şiirlerinde genel olarak “insan”, “aşk”, “ölüm” temasını işleyen Korkankorkmaz, toplumsal olanla bireysel olan arasında sarsılmaz bir denge kuruyor. Paslı Deniz, yaşadığımız şu zorlu günlerde bize bir kez daha insan olmanın, sevmenin önemini anlatacak bir kitap.

 

Bedriye Korkankorkmaz

 

19 Haziran 1965’te Bingöl’de doğdu. Şiirleri, öyküleri, kitap tanıtım yazıları, şiir üzerine yazdığı yazılar ve söyleşileri, Cumhuriyet Kitap, Öteki-siz, Budala, Mortaka, Kavram Karmaşa, Kül, Genç Kalemler, Lacivert, Berfin Bahar, Hayvan, Ünlem, Güzel Yazılar Andız, Kendi, Damar, Bireylikler, Çağdaş Türk Dili, Pencere, Öğretmen Dünyası, ABC, Ardıçkuşu, Aykırı Sanat, Papirüs, Kuvay-i Milliye, Virgül, Kültür Çağlayanı, Parşömen, İnsancıl, Her şeye Karşın, Afrodisyas, Güncel Sanat, Evrensel, Kanon 2010, Şiirden Amanos Yazıları, Koridor, Emeğin Sanatı, Kıyı, Yaba, Süveyda Edebiyat, Edebiyat Nöbeti,Çini Kitap, Telgrafhane Aydınlık Kitap, Mühür, Patika, Sarmal Çevrim, Sancı, Düşünbil ve Güney gibi dergilerde yayımlandı. Yapıtları : Vecihi Timuroğlu Kitabı, Yayına Haz. Bedriye Korkankorkmaz, Nazire Akbulut, A.Alper Akçam, Munise Yıldırım. Yom Yayınları. Yaşamak Çocuğum (Şiir) Kitaplarla Söyleşi (Deneme/ İnceleme/Biyografi) Ruhlarla Söyleşi (Deneme/ İnceleme/ Biyografi) Tinsel Söyleşiler (Deneme/İnceleme/Biyografi)

Ödülleri: 68’liler Birliği Vakfı tarafından düzenlenen şiir yarışmasında “Başarı Ödülü” (1998) —İnsan Hakları Derneği tarafından düzenlenen şiir yarışmasında “Övgüye Değer Ödülü”. ( 1998)

 

 

PASLI DENİZ

 

var gibi göstermedim olmayanı

bakışlarınızın pasıyla yıkadım yüzümü

binlerce pıtrak yapıştırdım dilsizliğime

ruhumda dile geldi susan bakışlarınız 

 

benim içinizde yaşadığıma

yalnız sözcüklerim tanıklık edecek 

sokakların gölgesine gömdüğüm yalnızlığım

harflerin öğütmediği adımı şiirlerimle parlat

 

öyle bir yere vardım ki kendimde

nesneler insanlara dönüştü gözlerimin önünde

gülüşüm bakışlarınızda esen rüzgâr

aşınmış denizlere koşan ırmaktır

 

ey doğduğum topraklar

ormanlar utandı köklerimin çıplaklığından

ben ne yüzmeyi bilirim ne unutmayı sevdiklerimi

taş kesilmiş ruhumun paslı denizi bile yosun kokar

 

 


Yazar: Tanıtım Bülteni

PASLI DENİZ

“Paslı Deniz” olur mu? Olur. Şair onu da arar bulur, bulamazsa da yapar… Bedriye Korkankorkmaz böyle bir denizi bulmuş ve kitabına da ad etmiş. O kitap Artshop Yayınlarından. “annemin kızlık aynasından görüyorum hayallerimin günahlarım kadar akıl dışı olduğunu   bir gülün güzelliği ile büyülenen hileli duygularım gençliğim uyuyor kuruyan her gül yaprağında” Hesaplaşma dizeleri… Özüyle, özgesiyle ve özellikle de geçmişiyle… Bedriye Hanım’ın öteki şiirlerinde de bu hesaplaşmaları görüyoruz. Yaşam, ölüm, anılar ve doğa ile derin hesaplaşmaları var. Bu hesaplaşmaların verileri ihanet, acı hüzün, düş yıkımları, adaletsizlikler ve ayrılıklar… Aşk da var elbette kutsal, keskin, özgün ve coşkulu: “dilsiz hasretimsin sevgilim kadınlığımda bin kadın yaşar beni tutkunla öyle biçimsizleştir ki bir daha kimse sevmesin senin kadar” “yokuşlarını çıktığım sevgilim ruhun sağ bırakmaz beni senin için dünyaya ikinci kez geldim alma benden yaralarımın intikamını” Ninnilerin içine gizlenmiş çığlıkları var Korkankormaz’ın, bir ültimatom gibi yüklemiş dizelere: “Anadolu gibi üşürüm tandırda bile gülümsemelerim sürülmüş tarlalar gibi bereketli özgürlüğümü bekliyorum yasak kitaplar gibi ateşin içindeki duman gibi sesleniyorum insanlara kıtlık günlerine açık kapımı rüzgâr da çalmıyor saza söze dağa taşa böceğe ihanet etmiyorum duygularımı yaşadıklarım yıkar, güneşin dallarına asar bilmediğim ninni yoktur uyuturken ağıtları ben de bir zamanlar çocuktun ey rüzgâr senin gibi esip tozardım hayatımın içinden sıra dışı bir hayatım olmadı bildik ve masum bu yüzden bilmediğim ninni yoktur uyutacak sözcüklerimi” Bedriye Korkankorkmaz has şair, çizgisini ve biçemini bulmuş, daha derinlere de dalabilir, dalsın istiyorum, daha nitelikli ürünler çıkacaktır.

ÖLÜMSÜZ KARANFİLLER Bedriye Hanım’ın elimdeki ikinci kitabı bir düzyazı, deneme-söyleşi türü bir kitap. İzan Yayıncılık yayını. Deneme-söyleşi… Kimlerle söyleşi? Görmedikleriyle, hatta yaşamayanlarla… Onları ünleri, yapıtları ile tanıyor, düşünüyor, düşlüyor, sonra onları alıyor karşısına, onların yerine geçerek sorular soruyor, onların ağzından da yanıtlıyor.  Kimler yok ki? Ünlü sinema yönetmeni Tarkovski, Victor Hugo, Samuel Beckette, Lessing, Çernişevski, Gonçarov, Lermantov, Puşkin, Turgenyev, Anton Çehov, Nikolay Gogol, Audrey Hepburn, Henry Miller, James Joyce, Edit Piaf, Dickonson ve daha niceleri… Bir dünya edebiyat ve sinema turu yaptırıyor Bedriye Hanım okurlarına, bu tur bilgi ve ilgi dolu. Bu turu geçenlerde büyük değişimler olacağını rahatlıkla söyleyebilirim. Okursanız bana hak vereceksiniz. Bu kitaptan birkaç not da vereyim ilginizi kamçılayacak. Sözgelimi Edith Piaf diyor ki “Erkekler beni fethettiklerinde bir toprak gibi kullanıyorlardı. Dickonson diyor ki “Şiirlerimin sadece 10 tanesi yayımlandı.” Henry Miller diyor ki ilk aşkı için “Ona meftun olduğum için ondan kaçtım.” Puşkin, gençliğinde zencilere özgü sevişme tekniklerinden söz edermiş ve kazandığı altın paraları ırmağa fırlatmaktan gurur duyarmış. Ve daha neler neler… 335 sayfalık bu yapıtı ilgiyle okuyacağınıza inanıyorum. 

 

DEVAMI İÇİN TIKLAYIN ►►►https://www.bayburtpostasi.com.tr/pasli-deniz-ile-olumsuz-karanfiller-makale,7915.html

 

KAYNAK:  Cazim Gürbüz / Paslı Deniz (Bayburt Gazetesi, 02 Şubat 2021)

 

Yazar: CAZİM GÜRBÜZ

SİS-SÖZCÜKLERİN BÜYÜLÜ DÜNYASINDA

Ozan, yazar Bedriye Korkankorkmaz 1965 Bingöl doğumlu olup şiir, deneme-inceleme

yapıtlarıyla tanınır. “Sis” yazarın ilk romanıdır ve yaşamından izler taşır. Yazar, benöyküsel bir anlatımla sürdürür romanını. Başkişi Sis, Kars’ta geçen çocukluğunu, İstanbul’daki okul yıllarını, evliliğini, edebiyat öğretmenliğini ve sonraki yaşamını etkileyici bir dille, “sözcüklerin büyülü dünyasında” yansıtır.

Kars’ın kenar mahallesindeki ailenin yoksul yaşamı, geleneklere bağlı babanın kızı Sis’in okumasına karşı çıkması, Sis’in direnerek yatılı okul sınavını kazanarak okuma kararlılığını göstermesi, okul yıllarındaki başarıları okuyucunun ilgisini çekecek niteliktedir. Sis’in yurttaki, okuldaki taşralılığı, yalnızlığı yürek burksa da o, sorunların üstesinden gelir. Annesi, babası ölmüş, amcasının elinde büyümüş olan okul arkadaşı Emine’yle arkadaşlığı sorunları çözmede yararlı olur. İstanbul’da yaşayan amcası Hulusi’nin ve eşi Arzu’nun desteği de okul yıllarında ve sonraki yaşamında önemlidir. Babası Kars’ta traktörle kaza yapar, annesi ve iki erkek kardeşi ölür. Tek başına kalan babasını zor durumdan

Almanya’dan dönen halası kurtarır. Halası her konuda Sis’ten yardımını esirgemez. Aile dayanışmasına iyi bir örnek oluşturur. Sis, arkadaşı Emine’yle lise ve üniversite yıllarında başarılı olur.

Edebiyat Öğretmeni olarak Bingöl Lisesine atandığında amacına ulaşmıştır. Yalnız yaşadığı aşkından büyük darbe yer. Emine, arkadaşı Cihan’la iyi anlaşıp evlenirken, Sis, avukat olan Can’la ilişkisinden büyük yıkımlar yaşar. Bunda Can’ın 12 Eylül’de gördüğü işkencelerin ve ihanetlerin payı vardır. Çocukluk ve gençlik aşkı Ömür’ü unutamaz, Sis’i de evlendikten sonra aldatır. Ondan iki çocuğu olduğu halde Ömür’le sevişirken karısı Sis’e yakalanır ve boşanırlar. Can, Ömür’le evlenir. Ömür, Can’ı evlilik süresinde aldatır. Can yeniden bunalıma girer. Emine ile Cihan, en zor zamanlarda bile Sis’i yalnız bırakmaz. Her konuda yardımcı olup gerçek arkadaşlıklarını gösterirler.

Yaşam savaşını kazanmak için Anlatıcı Sis, Edebiyat Öğretmeni olarak iyi bir örnektir. Yoksul kız öğrencilere karşılıksız ders vererek onların yaşama tutunmalarını sağlar. Yazmaya olan tutkusunu sürdürür. “Yaşamak Çocukluğum” şiir dosyasıyla ödül alır. Romanda, Can’ın eşi Sis’i kıskanması, bunun yanında, Sis’i aldatması karşıtlık içinde işlenir. Eşler arasındaki gerilimler, Can’ın onlarca kez özür dileyerek Sis’e sığınmak istemesi, ısrarcılığı ve bağışlansa da yine aldatmayı sürdürmesi düşündürücüdür. Sis, yaşam savaşını kazanmak için aşkını yüreğinde taşır. Can’dan boşanıp aşktan kurtulur. Sis’in gözlerindeki sis perdesi kalkar böylece. Temiz bir vicdan ve onurlu bir geçmişle sözcüklerin büyülü dünyasına girerek yazmak tutkusunu sürdürür.

Bedriye Korkankorkmaz, Sis romanında yalın, akıcı bir dil kullanır. Geleneklere bağlı toplumun baskılarından kurtulup yeni bir yol çizmek isteyenlerin önünü açarken kişinin kendisine güvendiğinde başarılı olacağını gösterir.

 

(*)Sis-Bedriye Korkankorkmaz, Roman, İzan Yayıncılık, 2021, 260 s. (Berfin Bahar, Mayıs 2021 YazıTarihi : 23.06.2021

Önemli not: şair/ yazar / eleştirmen Hasan Akarsu'ya yürek dolusu teşekkür ederim. en derin sevgilerimle.

 

 

Yazar: HASAN AKARSU

YAŞAMAK ÇOCUĞUM ÜZERİNE…

Bedriye Korkankorkmaz’ı, günümüz dergilerinde yayımladığı şiir ve yazılarından tanıyoruz. Korkankorkmaz, 1965 Bingöl doğumlu. Mersin’de yaşıyor. Şiirlerini topladığı kitabına Yaşamak Çocuğum adını vermiş. Yaşamak Çocuğum, bir ilk kitap. Bölümlere ayrılmamış. Başka bir deyişle, tümü bir bölüm olarak düşünülmüş. Kitapta elli şiir var.

Yaşamak Çocuğum’un başat izleği yalnızlık. “Yalnızlığım” adlı şiirde, şu dizeleri okuyoru...z: “gecelerin yasak aşkı yalnızlığım/ yıllar yılı/ acıyla/ sabırla/ sadakatle karşılar beni” (s.78). Korkankorkmaz, kendi acılarını geriye çekmesini bilir. O, kendinden çok başkalarının acılarını, yalnızlıklarını önceler. Şu dizede olduğu gibi: “kendi falıma bakamıyorum insanlığın falına bakmaktan” (s.19). “çalsam oynasam/ dert etmesem aç çocukları” (s.25 dese de yapamaz. Dizelerinde sadece aç çocuklara değil; işsizlere, toplumdaki aksaklıklara, çarpık davranışlara da yer verir. “son nefesine dek”, “insanoğlunun kara yazgısını yenmek ist”er (s.12). Korkankorkmaz’da toplumsal sorumluluk çok önemlidir.

Bedriye Korkankorkmaz, “her günü bir armağan gibi yaşa”r (s.19). “yalnızlıkla olgunlaşmış bir kadın”dır o; “her gün soylulaşan” (s.41). “her ateş kendi harında külleniyor”dur (s.43). “ev giysilerimin dışında/ bekleyenim yok benim” (s.47) çığlığını bırakır. Onun her edimi, “insan için”dir (s.67). “sayıların dili gibi yalansız”dır “düşleri ve düşünleri” (s.68). O, “bütün acıları unut”muştur. “unutulmayan işkencede ölenler”dir (s.68). Ona göre, “yaşamın gizi aşkta”dır (s.32). “kitapların yakıldığı dönemlerde”, “bir gülün gölgesine sığın”mıştır (s.36). İster ki, “kulluk silinsin kitabından insanlığın” (s.33). Umudunu yitirmez. “güzel günler davetsiz gelin gibi gelecek”tir (s.11).

Korkankorkmaz’ın Yaşamak Çocuğum’unda sık geçen ya da dikkati çeken sözcükleri şöyle sıralayabiliriz: acı, aşk, ayrılık, bakire, bekâr, bekâret, cehennem, cennet, coğrafya, çocuk, dul, düş, ekmek, emek, gereksinim, güneş, harita, kent, kış, mezar, miras, onur, ölüm, pranga, ruh, sokak, sözcük, türkü, umarsız, ülke, üzünç, yalnızlık. Yaşamak Çocuğum’da ak/ beyaz, kara/ siyah, kahverengi, kırmızı/ kızıl, kükürt rengi, lacivert, mavi, mor, sarı, yeşil renklerine rastlıyoruz.

Bedriye Korkankorkmaz dizelerinde başak, çiçek, ekin, fidan, gelincik, gonca, gül, karanfil, kavak, kimyon, lale, lavanta, menekşe, navruz, papatya, portakal çiçeği, selvi, susam, tarçın, üzüm, yosun gibi flora ve arı, at, balık, bit, bülbül, güvercin, horoz, ipekböceği, kartal, karınca, kedi kelebek, köpek balığı, kurt, kuzu, serçe, yılan gibi fauna elemanlarına yer veriyor.

Korkankorkmaz, “acemice dikiyorum içimin söküklerini” (s.16) diyor. Ben de Korkankorkmaz’a, kitaplılar dünyasına hoş geldin diyorum.

*Bedriye Korkankorkmaz,Yaşamak Çocuğum,Amargi,Aralık 2010, 80 s.

*Afrodisyas Sanat Dergisi.Kasım-Aralık 2011.Sayı: 30,s.56

 

Yazar: Mustafa YILDIZ

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör