İş adamı, ABD’de son 10 yılın en hızlı büyüyen ve "En Yenilikçi 10 Şirket" arasında yer alan Chobani’nin kurucusu ve CEO’su. Lakabı: Yoğurt Kralı.
1972
yılında Erzincan’ın İliç ilçesinde, süt ürünleri üreten bir ailenin çocuğu
olarak dünyaya geldi. Çocukluğunda koyun çobanlığı yaptı.
1994
yılında Ankara Üniversitesi’nde okuduğu Siyaset Bilimi bölümünü yarıda
bırakarak eğitim için gittiği New York'un kuzeyinde tesadüfen eski bir yoğurt
fabrikasına rast gelince bu fabrikayı satın aldı ve babasının da tavsiyesiyle
yoğurt ve peynir satışı yapmaya karar vermiş ve sonunda dünyaca üne kavuşan
Chobani markasını kurdu.
Beş
yıldan kısa sürede yıllık satışlarını sıfırdan 1 milyar doların üzerine
çıkararak Chobani’yi ABD’nin en hızlı büyüyen markası yaptı. Fast Company
tarafından açıklanan "2017 Dünyanın En Yenilikçi Şirketleri"
listesinde Chobani, hem "Gıda" hem de "Sosyal Fayda"
kategorilerinde ilk sırada yer aldı. Chobani aynı zamanda Fortune tarafından
tüm sektörleri kapsayan "Dünyayı Değiştiren Şirketler" listesinde yer
aldı. Chobani, aradan geçen üç yıl içerisinde ABD’de alanında en çok satan
marka haline geldi.
Ulukaya’nın
Chobani’ye yönelik vizyonu, özellikle gıda endüstrisinde köklü bir dönüşümü
beraberinde getirdi. Kaliteli gıdayı daha erişilebilir kılmak vizyonuyla
kurulan Chobani, kuruluşundan itibaren kârının bir bölümünü hayırsever
faaliyetlere aktarıyor. Bu misyonu daha da ileriye götürmek için, Ulukaya, gıda
sektöründe yer alan ve sosyal faydaya önem veren girişimcilere destek vermek
amacıyla “Chobani Incubator”ı (Chobani Kuluçka Merkezi) 2016 yılında kurdu. 2017
yılında, Türkiye’deki girişimcilik ekosistemine katkı sağlamak amacıyla “Hamdi
Ulukaya Girişimi”ni kurdu.
Ulukaya,
2015 yılında "The Giving Pledge”i (Bağış Taahhütü) imzalayarak servetinin
büyük bir kısmını küresel mülteci krizine çözüm bulunmasına ayırdı ve dünyanın
dört bir yanında yurdundan edilmiş insanlara daha iyi çözümler sunmak amacıyla
"Tent Foundation"ı (Çadır Vakfı) kurdu. Aralarında Airbnb, Google,
İkea, LinkedIn, UPS ve MasterCard’ın da bulunduğu 80 dev şirketi biraraya getirerek
şirketlerin mülteci krizine son verme hedefine ulaşması amaçlı bir iş birliği
platformu kurdu. Ulukaya, 2017 yılında, iş dünyasında sergilediği farklı
liderlik biçimi ve mülteci krizi konusunda yaptığı çalışmalardan ötürü TIME 100
listesine seçildi.
Kendi Ağzından Hamdi
Ulukaya’nın Başarı Öyküsü:
“Kendimi
bildim bileli yoğurdu severim. Çocukken annemin mandıramızda kendi elleriyle
yaptığı kıvamlı yoğurdu yiyerek büyüdüm. 1994’te ABD’ye taşındığımda buradaki
yoğurtları iğrenç buldum. Hepsi hem çok şekerli hem de vıcık vıcıktı. Bu yüzden
canım yoğurt çektiğinde genellikle evimde kendim yapıyordum. Dolayısıyla Mart
2005’te gereksiz mailler kutuma bakarken tam donanımlı bir yoğurt fabrikasının
satılık olduğuna dair bir reklam görünce meraklandım. Fabrika, bundan birkaç
yıl öncesinde New York’un kuzeyine kurduğum Euphrates adlı peynir şirketinin
yaklaşık 100 km batısında yer alıyordu. 2005’te Euphrates’in 40’tan az
personeli ve yılda 2 milyon dolarlık cirosu vardı. Bu haliyle zar zor ayakta
duruyordu.
Fabrika
ünlü bir şirket olan Kraft’a aitti, şirket yoğurt işinden çıkmaya karar
vermişti. Reklamda fabrikanın kaba taslak birkaç fotoğrafı da yer alıyordu;
1920’de kurulmuş olan fabrika açıkçası pek de iyi durumda değildi. Sonra bir
hevesle emlakçıyı aradım ve ertesi sabah fabrikayı görmek için görüşme ayarladım.
Küçük
bir kasabada bulunan ve mezarlığı andıran fabrikanın kasvetli bir havası vardı.
Mevcuttaki 55 çalışanı fabrikayı kapatmaya hazırlanıyordu. İçeride çok sayıda
ekipman vardı ama her şey eskiydi. İşin en iyi ise yanı fabrikanın satış
fiyatının 1 milyon doların altında olmasıydı. Öyle ki bazı makinelerin
yenilerini alacak olsam bile bundan daha fazlaya mal olurdu.
Eve
dönüş yolunda aynı zamanda yatırım danışmanım olan avukatımı aradım ve
fabrikayı satın almak istediğimi söyledim. O da bunun korkunç bir fikir
olduğunu söyledi. Bu konuda üç tane iyi argumanı vardı; Birincisi fabrikayı
“olduğu gibi” alıyordum, ne kadar iyi çalışacağı hakkında hiçbir fikrim yoktu.
İkincisi Kraft çok başarılı bir şirketti ve böyle bir tesisten ve yoğurt
sektöründen çekiliyorsa ortada belki de benim bilmediğim şeyler vardı. Sonuncu
ve en güçlü argumanı ise bu kadar parayı nasıl temin edeceğimdi. Bu noktada
haklıydı; çünkü elimde böyle bir alışverişi gerçekleştirebilecek para yoktu.
Sonrasında
fabrikayı almak için borç alabileceğim ortaya çıktı ve Chobani pazara girdikten
sonra da bankalardan kredi almaya devam ettim ve satışlardan elde ettiğim kârla
yeniden yatırım yaptım. İşin bu kısmını bilhassa vurgulamak istiyorum. Risk
sermayedarları, özel sermaye şirketleri, stratejik ortaklar ve potansiyel
alıcılar faaliyete geçtiğimiz günden beri bize maddi destek teklifleri yaptılar
ancak biz hepsini reddettik, bu sayede de şirket, dış yatırımcılara bel
bağlamadan büyümeyi başardı. Bugün Chobani 1 milyar dolarlık bir işletme ve ben
bu işletmenin tek sahibiyim. Bu sayede de şirketi istediğim şekilde
yönetebiliyor ve dışardan hiçbir baskı olmadan geleceğine yön verebiliyorum.
Birçok
girişimci bir işi büyütmenin risk sermayedarları veya öz sermaye yatırımcıları
olmadan imkansız olduğunu düşünüyor. Fakat bu bakış açısı doğru değil. Çünkü
ben 10 yıldan kısa bir süre içinde bir şirketi sıfırdan başlayıp 1 milyar
dolarlık değere ulaştırabildiysem bunu diğer işletmeler de yapabilir.
Reyonlarda
Chobani
Yoğurt
fabrikasını almak için ABD Küçük İşletme Dairesi tarafından desteklenen bir
banka kredisi aldım. KeyBank’teki iki kredi görevlisinden SBA (Small Business
Admistiration) kredileri hakkında birçok şey öğrendim. İki günümü iş planını
yazmaya harcadım, kişisel teminat hazırladım ve kredi için gerekli olan %
10’luk kısmı denkleştirdim. Geri kalan %90’lık kısmını ise bankadan düşük faiz
oranı ve 10 yıl vadeyle temin ettim. Bütün bu işler totalde beş ay sürdü ve 17
Ağustos 2005’te fabrikanın anahtarı elimdeydi.
İşe
hemen Türkiye’den yoğurt ustalarını fabrikaya getirmekle başladım ve gelecek
iki yılımızı yoğurdun tarifini mükemmelleştirmeye adadık. Kraft şirketinde
çalışmış dört elemanı da işe aldım çünkü üretmek için hiçbir şeyimiz yoktu.
Onları birkaç ay fabrikadaki boyama ve tamir işleriyle oyaladım. 2006’nın
başlarında özel etiketli Amerikan stili yoğurt yapmaya başladık ve diğer
şirketlerin sözleşmeli üreticisi haline geldik; ki bu iş de elimize bir miktar
gelirin geçmesini sağlıyordu.
Yoğurdun
lezzetini güzelleştirmenin yanı sıra, doğru paketleme işiyle de çok uğraştık.
Paketleme işi çok masraflıydı- yaklaşık $250,000. Amerikan yoğurdu dar ağızlı
kaplar içinde satılırdı. Avrupa’da ise yoğurt kapları daha geniş ve daha
derindi ki Chobani için istediğim buydu. Alıcıların bu kabın içindeki yoğurdun
farklı olduğunu anlamasını istedim.
2007’nin
sonlarına doğru, pazara girmeye hazırdık. Bu noktada büyümemize finanse
edebilmemizi sağlayacak birkaç kritik karar aldık. Öncelikle, Chobani’nin özel
marketlerden ziyade temel gıdalar satan bakkallarda satılmasını ve gurme veya
doğal ürün raflarında değil de diğer yoğurtlarla beraber aynı reyonda
stoklanmasını ısrarla vurguladık. Herhalde, bu aldığımız en önemli karardı. Her
ne kadar çoğu Amerikalı “Yunan yoğurdu”nu Chobani’den önce hiç duymamış olsa da
1990’ların ortasında rakip bir firma özel marketlerde Yunan yoğurdu satıyordu.
Sınırlı bir dağıtımları olduğu için nadir bir ürün olarak kaldılar. Biz
Chobani’nin herkesin ulaşabileceği bir ürün olmasını istedik. Eğer bize
tekliflerde bulunan özel ve az bulunan marketlere evet deseydik, şirket bu
kadar hızlı büyüyemezdi.
İkinci
olarak, perakendecilerle yoğurdumuzu reyonlara yerleştirme ücretleri üzerine
görüşmeler yaptık. Çoğu süper market bir ürünü raflarına koymak için minimum
$30.000-$50.000 talep ediyordu ve bazılarının bu talebi 100.000 dolara kadar
çıkıyordu. Dolayısla bir markete altı farklı çeşit yoğurt koymak istediğimizde
gereken meblağ $300.000′ a kadar çıkıyordu. Bu kadar paramız yoktu. Bu nedenle
yoğurt sattıkça reyon ücretlerini ödeme konusunda marketlerle anlaşmaya
çalıştık. “Ya satmazsa” dediklerinde ise fabrikamızı teminat olarak gösterdik.
Üçüncü
olarak, gelecekteki büyümeyi finanse edebilmek için ürün birim fiyatını
hesaplama konusunda çok çalıştım. Kap masrafını, içindeki ürünlerin maliyetini
ve işçi maaşlarını tek tek hesapladık ve haftada 20.000 civarı satış bile
yapılsa kara geçmemizi sağlayacak kesin bir fiyat hesaplama modeli yaptık.
Bu
göreceli olarak düşük hacimli bir işti: Eğer müşteri ürünü beğenirse çabucak
kara geçeceğiz ve kazanılan karı büyümemizde kullanabileceğiz demekti. Sonuç
olarak birim fiyatı $1.50 olarak belirledik- $1 dan daha ucuza satılan
geleneksel Amerikan yoğurdundan daha pahalı, $3 ila $5 a özel marketlerde
satılan Avrupa stili yoğurtlardan daha ucuz. Birçok marka daha düşük bir
fiyatla lanse edip daha sonraki duruma göre fiyatı yükseltme konusunda bizle
anlaşmaya çalıştı. Ama bunu gelecekte daha mantıklı bir birim fiyatı bulma
suretiyle engelledim.
Genellikle
yeni bir ürün pazara girdiğinde, şirketlerde ürünün satılıp satılmayacağına
dair aceleci bir merak olur. Biz de böyle bir sıkıntı yoktu. Birkaç hafta
içinde Chobani ShopRite’ye girdi ve 5,000 koli sipariş aldık. İlk sipariş
elimize geçtiğinde, birkaç kez istenilen rakamın 500 olup olmadığını kontrol
ettim. Hatta karşılaştığımız ilk zorluk yeteri kadar yoğurt satamamak değil
yeteri kadar yoğurt hazırlayamamak oldu.
Önümüzdeki
18 ay boyunca büyük yatırımlar yapmadan fabrikanın kapasitesini büyütmenin
yollarını bulduk. Yeni ürünler alacak bir durumumuz yoktu bu yüzden ülkeyi
dolaşıp taksitle ikinci el ürünler almaya karar verdik. Sonunda doldurma
makinamızı (fabrikadaki en büyük sıkıntıydı) güçlendirebildik ve üretim
kapasitemizi haftada 100,000 kolinin üzerine çıkardık. Ayrıca makine yerine
manuel işçiye dayanan sermayemizi kısıtladık. Örneğin, doldurulmuş yoğurt
kapları elle kapatılıyordu. Bu zamanlarda fabrikayı nadiren bırakabiliyordum-
hatta bazı geceler orada yatıyordum.
Para
konusunda son derece dikkatliydik. Çok fazla yeni şirket gelecekteki büyümeyi
öngörerek birçok insanı işe alıyor ama biz iş gerçekten büyüyene kadar
bekledik. Her cuma mali konuları yardımcımla gözden geçirdik. Çalışanlarımızın
ve süt tedarikçilerimizin ücretlerinin zamanında ödenmesine özen gösterdim
fakat geri kalan faturaları biraz beklettik. Erkenden işi karlı hale
getirdiğimiz için, sattığımız her yoğurt bize daha çok para kazandırdı. Bizim
modelimizin başka avantajları da vardı: Yoğurt bozulabilir bir üründü ki bu da
stokları sınırlardı. Süpermarketler bize teslimattan hemen sonra ödemeyi
yapıyordu ama tedarikçilerimizin çoğu ödememiz için bize bir ya da iki ay süre
veriyordu. Bu durumun nakit akışımıza çok yardımı dokundu.
Misyona Bağlı
Kalmak
Satışımızdan
birkaç ay sonra, potansiyel yatırımcılardan aramalar almaya başladım. 2008’in
başlarında Anaheim’da doğal ürün üreticilerinin ve büyük perakende
zincirlerinin buluştuğu Expo West kongresine katıldık. Kongrede yaptığımız
gösteri birçok yatırımcıyı cezbetti ve defalarca etraflarındaki insanlara
Chobani’den bir hisse almak istediklerini söylediler. Çoğu eğer büyümek
istiyorsak, daha çok paraya ihtiyacımız olacağını söyledi. Eğer onlarla
çalışırsak bize büyümemizde yol gösterecek deneyimli yöneticilere ve
stratejistlere sahip olacağımızı söylediler.
Bütün
bunlar benim için çok yeniydi. Özel sermayenin bile ne olduğunu bilmiyordum.
Hayalim Chobani’yi basit bir annevari ve popüler bir şirket haline getirmekti.
Potansiyel
yatırımcılarla nasıl baş edeceğim hakkında hiçbir stratejim yoktu. Fakat Yunan
yoğurdu o kadar hızlı popüler oldu ki, daha güçlü rakipler, Dannon ve Yoplait
gibi, kendi Yunan yoğurtlarını pazara sunmak için hazırlanmaya başladı. Rakip
şirketlerin, bizim yarattığımız pazarı çalmasını önlemek için daha hızlı
büyümemiz gerekiyordu. Böylece yarış başlamıştı.
Bir
müddet özel sermaye şirketlerinden görüşme ve toplantı istekleri aldım. Bu bir
öğrenme süreciydi. Kendinizden şüphe duymanızı sağlamaya çalışıyorlardı- bu
onların oyunlarının standart bir parçasıydı. Sürekli olarak: “Bunu daha önce
hiç yapmadın”, “Bu yeni girişimciler için uygun bir dünya değil” gibi beylik
sözlerini duyuyordum. Dannon işe girdiğinde ihtiyacım olacak pazarlama
bütçesinin büyüklüğünden bahsettiler. Kendilerinin işime getireceği deneyimi,
sofistikliği ve bilgeliği vurguladılar.
Fakat
bunun üstüne düşündükçe daha da kendime güvenmeye başladım. Evet, deneyimimiz
yoktu ama daha önceden aldığımız kararların hepsi doğru çıktı. Ürün ve
paketleme gerçekten çok iyiydi. Onlar bize ürünü doğal gıda bölümüne koymamız
gerektiğini söylerken biz süt reyonuna yerleştirdik. Ve ürünü dilden dile
dolaşması o kadar güçlüydü ki, pazarlama işi kendi kendini hallediyor gibiydi.
Hem para dışında, bu “yatırımcılar” bize ne katacaktı ki?
Böyle
bir tavır takınmamın nedeni, Chobani’nin hızlı başarısını gören bankacıların
büyümemize yardımcı olma isteğiydi. 2009’da kapasitemizi büyütmek için büyük
bir yatırım yapmamız gerekti. Haftada 200,000 kasa siparişi alıyorduk ve ben bu
siparişi bir milyona çıkarmak istiyordum. En az 30 milyon dolarlık yeni krediye
ihtiyacımız vardı. Bankacılar bizim gelişimimizi dört yıldır günbegün takip
ediyordu ve geri kalan 18 ay boyun sürekli artan gelirimizi görmüşlerdi. Büyüme
projemiz basit bir matematiğe dayanıyordu: Çoğunlukla Kuzeydoğu’da satış
yapıyorduk ve eğer ülkenin geri kalanındaki süpermarketler de şuan elimizde
olanlar kadar çok satış yaparsa talep oranı büyüme planlarımızı haklı
çıkarıyordu.
Ayrıca
biliyordum ki, yatırımcılardan parayı aldığımız anda zaman aleyhimize işlemeye
başlayacaktı. Özel sermaye yatırımcıları büyük olasılık beş ila yedi yıl arası
para kazanmaya bakar, sonra da Chobani’yi büyük bir şirkete satmaya zorlardı.
Başka küçük gıda şirketlerinin bu senaryoyu yaşadıklarını gördüm ve kaçınılmaz
olarak bu işe girerken sahip oldukları ruhlarını kaybettiler. Benim ise tek
umursadığım yoğurdun bütünlüğüydü; yoğurdun lezzetli, besleyici ve ulaşılabilir
olmasını istiyordum. Eğer yatırımcılarla anlaşsaydım, misyonuma bağlanma
olanağım kısıtlanacaktı. Ben iki yılımı bu fabrikada yaşayarak geçirmiştim;
hala çalışıyordu ve benim bebeğimdi. Sonuç olarak, potansiyel yatırımcıların
telefonlarını açmamaya başladım. Gerçekten konuşacak hiçbir şey yoktu.
Büyük
rakipler Yunan yoğurtlarını piyasaya sürdü ama benim beklediğimden daha yavaş
bir şekilde. Onların yoğurdunu ilk denediğimde; yoğurt o kadar kötüydü ki
herhalde bozulmuş diye düşündüm. Birkaç tane kap alması için başkasını
gönderdiğimde aslında hepsinin tadının aynı olduğunu fark ettim. Hatta
şirketlerin Yunan yoğurdunu bu kadar kötüymüş gibi gösterip müşterileri
tekrardan şekerli Amerikan yoğurduna çekmeye çalışıp çalışmadığını merak ettim.
Büyük rakipler Yunan yoğurtlarını piyasaya sunduğunda güçlü bir reklam
yapabilelim diye kenara ayırdığım $7 milyon vardı. Fakat yoğurtları denedikten
sonra, reklam planlarını iptal ettim. İhtiyaç yoktu.
Bugün,
sermaye gereksinimlerimizi karşılamak için bir banka sendikasyonu ve bir kredi
hattımız var. Aralık 2012’de Idaho’da bir fabrika açtık ve bunun yanında
fabrika ve ekipmanlar için yaklaşık $700 milyonluk bir yatırım yaptık.
Şimdilerde haftada 2 milyon kasalık siparişler alıyoruz ve işimiz hala büyüyor.
Bu
yaklaşımımızın en kötü yanı ise net gelirin yüzde yüzünün de Chobani’de
kalmasıdır. Herhalde bu finans planlamacısı için kabus gibi bir senaryo.
Danışmanlarımın hepsi bu durumun çeşitlendirmek için hisselerimden birkaçını
satmam gerektiğini düşünüyor. “Ya yarın beklenmedik bir şey olursa?” diyorlar.
Fakat ben ürünlerimizin coşkusunun kısa süreli olduğunu düşünmüyorum. Yoğurt
Amerika’da yeni yeni başladı.
Kanadalılar Amerikalıların bir buçuk katı, Avrupalılar ise yedi katı
kadar daha çok yoğurt tüketiyor. Şimdi ise burada da iyi yoğurt mevcut ve
insanlar daha çok yemeye başladı. Yemek düşkünleri, şefler, beslenme uzmanları
Chobani’yi çok seviyor.
Nihayetinde
Chobani’yi halka açabiliriz. Eğer büyük bir gıda şirketine satmayacaksam veya
aile işletmesine dönüştürmeyeceksem; şirketin benden sonra da devam etmesi için
bir şeyler yapmam gerekiyor. Chobani’yi geleceğe nasıl bırakacağım konusunda
hala bir fikrim yok ama böyle bir problemin içinde olmam çok güzel.
KAYNAKÇA:
Yoğurt Desteği (Milliyet, 03 Temmuz 2017), Hamdi Ulukaya'nın Öğrencileri
Amerika'da (ABD Post, 05 Temmuz 2017), Hamdi Ulukaya'dan Türkiye'ye
Girişimcilik Aşısı (Milliyet, 13 Aralık 2017), Başarılı Girişimcilere Ulukaya
Desteği (Hürriyet, 20 Haziran 2018), Hamdi Ulukaya Kimdir? (ulukayagirisimi.com,
16.06.2019), Hamdi Ulukaya: Memleket özlemi bende çok ağır (hürriyet.com.tr,
16.06.2019), Amerikan Yoğurt Sektörünü Altüst Eden Hamdi Ulukaya’nın Başarı
Öyküsü (yeniisfikikirleri.net. 16.06.2019).
HAMDİ ULUKAYA:
MEMLEKET ÖZLEMİ BENDE ÇOK AĞIR
Röportaj: Çınar Oskay
Fotoğraf: Emine
Eğilli Ölmez
Önümdeki
koltukta Norveç Prensi ve Oslo Belediye Başkanı oturuyor. Her yer iş dünyası ve
sivil toplum liderleriyle dolu. Nobel Barış Ödülü’nün verildiği bu salonda,
birazdan Hamdi Ulukaya’ya (47) Barış İçin İş ödülü verilecek. Şirketini,
fabrikalarını mültecilere açan, tek başına ırkçılara, ölüm tehditlerine kafa
tutan, şimdi de iş alanında devrim çağrısı yapan bu Erzincanlı öncüyle Oslo’da
buluştuk.
◊
Milyonlarca kişinin ancak rüyasında görebileceği bir hayat hikâyeniz var. Bugün
Oslo’ya bir barış ödülü almaya geldiniz, törene Norveç Prensi katılıyor.
Kendinizi bir peri masalında hissediyor musunuz?
- Demin Louise’le (Vongerichten Ulukaya,
Fransız eşi) kahve içmeye gidiyorduk. Caddeyi barış ödülü bayraklarıyla
donatmışlar. Ya diyorum, bunu bana verecekler! E tabii yani; buradan geriye
bakıyorum, doğduğum büyüdüğüm yerlere... Bu bir masal mı, film mi? Diğer
taraftan, hiç de şaşırmıyorum doğrusu.
◊
Nasıl yani? Hep biliyor muydunuz böyle bir şeyler olacağını?
-
Çocukluğumda en çok istediğim şey şoför olmaktı. Annem, rahmetli, “Oğlum sen şu
olacaksın, bu olacaksın” demedi. Okulda takdir aldığımda sevindiğini belli
ederdi ama “Bu senin yaptığın en müthiş şey” hissiyatını vermezdi. İnsani
şeylerle ilgilenirdi.
◊
Nerede geçti çocukluğunuz?
-
Erzincan’ın İliç kasabasında. Bin kişilik, insanların pek gitmek istemediği
yerlerden biri diyebiliriz. Munzur Dağları’nın eteğinde...
◊
Dersim bölgesinden kopuk mu?
-
Değil. İl Erzincan ama bölge Dersim. Bizimkiler Tunceli’delermiş. Köy, Keban
Barajı’yla su altında kalınca Munzur’un diğer tarafına göç etmişler.
◊
Mistik bir coğrafya, pek çok enteresan insan çıkmış. Nasıl bir çocukluktu?
-
Çok özel bir yerdi. Benim çocukluğuma gitmediğim gün yoktur. Bir şey duyarım,
görürüm, koklarım ya da rüyasını görürüm.
Hamdi Ulukaya:
Memleket özlemi bende çok ağır
Annem nasıl
yaptı bütün bunları?
◊
Tarif eder misiniz? Ne gibi şeyler geliyor aklınıza?
-
Görüntüler... Bizim oyuncaklarımız yoktu. Ki Allahtan yokmuş! Kasaba bin kişi;
Fırat’ın hırçın, bulanık olduğu, ilk doğduğu yerler. Önün ırmak, bir de tren
istasyonu... Günde bir tren gelir; Erzincan’a, Sivas’a götürür. Arkası Munzur
Dağları... Oralar hisleri açıyor herhalde. Kasabanın içindeki o denge...
İlkokul, ortaokul, arada caddeden geçen bir araba... Yazları kasabada
kalmışsan; sen üzülen, geride kalmış birisin.
◊
Nereye gidiyor herkes?
-
Yaylaya çıkıyorlar. İlkbaharda kuzu melemeleri, kuzuların doğması, komşu
seçmeler -kim kiminle komşu olacak yaylada-, o telaşe... Sonra nisan, mayıs
yağmurları... Atlar, katırlar, çobanlar, yavaş yavaş dağa doğru gidiyorsun. Kıl
çadırlar, beyaz çadırlar, yoğurt, peynir yapmalar, düğünler...
◊
Şahane geliyor kulağa ama zorluklar da var mıydı?
- Çocuktum, ben çok sıkıntı çekmedim ama annem
nasıl yaptı bütün bunları? İnsanların bugün yaşadıklarına bakınca mutlu, güzel
bir hayattı. Paranın hiç olmadığı bir hayattı. Geceleri ateşin yanına otururuz;
annem ekmek ısıtır, yemek yapardı. Uzak dağlarda çobanların ateşlerini
görürsün. Sabah beklersin koyunların gelmesini. Süt sağmaya gidersin. Sütün
köpüğünü kim yiyecek, yoğurdun kaymağı kime kalacak... Şu andaki görme, duyma,
hissetmeyi hep onlara bağlıyorum. Bir de korunaklıydı tabii. Kimse bize, “Sen
şusun, busun, yeterli değilsin” dememiş. Hiç görmedim birinin bana yukarıdan
baktığını. Babam bir liderdi.
◊
Nasıl?
- Dedem ağaymış. Babam bu unvandan kaçmaya
uğraşmış ama bir ağırlığı vardı. Annem bizi şöyle yetiştirdi: “Hiç kimseden
üstün değilsin ama kimseden aşağı bir tarafın da yok. Bir şey ispat etmene
gerek yok. Ben sana söylüyorum...”
◊
Bu güvenin kaynağı neydi? Kültür mü? Toplumsal yapı mı?
-
Kavga görmedik hiç. Kendimizi seçilmiş görürdük ki biz yıldızlara en yakındık,
kar suyuna en yakındık. Havanın en temizini biz alırdık. Etin en güzelini biz
yerdik.
◊
Yoğurt yapmayı orada mı öğrendiniz?
-
Aşinalık oradan. Ama biz peynirciydik, ailece tulum peyniri yapıyorduk. Babamın
diğer işi celepçilikti. Koyun, kuzu alır, Antep’te, Adana’da satardı.
◊
Çobanlık yaptınız mı siz?
-
Çobanlık yaşından önce yatılı okula gittim. Ama en sevdiğim şey çobanlarla
gezmekti.
◊
Nasıl insanlardı çobanlar?
-
Dağda televizyon yoktu. Bir çoban vardı, beklerdik, bize masal anlatsın...
Sessizdirler. Güvenilirdirler. O bahsedilen bilgisiz insanlarla alakaları
yoktur.
◊
‘Dağdaki çoban’ epey haksız bir klişe yani...
-
Bu bakışın benim hafızamdaki çobanla ilgisi yok. Bizde ‘Munzur Baba’ çobandır
mesela. Hor görülen bir şey değil. Amerika’da ‘shepherd’ (‘çoban’) da öyle.
Türkiye’de -ne olduysa- köylülük, çobanlık, çiftçilik yerlere serildi. Buna çok
üzülüyorum. Amerika’da ‘Chobani’nin manasını anlatıyorum, müthiş bir gülümseme
oluyor. İspanyolcada ‘pastor’ (‘çoban’) güzel bir kelimedir.
‘Babamın saygı
gösterdiği bu adam olmak istiyorum’ dedim
◊
Dini de bir kavram sanırım...
-
Tabii, çünkü İsa bir çoban! Koyunlara bakan, onları güvenli bir şekilde getirip
götüren, onlara su veren, yol gösteren... Rahip ya da lider de bunu yapar.
Dağda en hazin şey nedir bilir misin?
◊
Nedir?
-
Çoban gelir, sürü gelmez. Gece kurt saldırmıştır. En büyük acı. Ama sonra ne
olur? Dağın her yanından insanlar birer koyun getirip o insana verir!
◊
Vay canına! Bunu gören bir çocuk kolay kolay kötü bir insan olamaz herhalde.
-
Getirdiği koyunun da en iyisini getirir! Biz korkusuz yaşardık. O dağın
başında, o çadırlarda güvenle yatıyorduk. Zifiri karanlıkta bile korku yoktu.
◊
Neden bıraktınız peki?
-
Bir dağa çıkardık ama arkasında hep bir tane daha çıkardı. Acaba bunun
arkasında ne var, onun arkasında ne var? 11 yaşında yola çıktım, hâlâ daha
merak ediyorum (gülüyor)!
◊
Neden Mülkiye’ye gittiniz?
-
Kasabada kaymakam vardı. Herkes saygı duyardı, harika bir cipi vardı. “Ben
babamın saygı gösterdiği bu adam olmak istiyorum” dedim.
◊
Devlete bakışınız nasıldı?
-
Jandarmaları severdik. Abilerim askere gidiyordu. Atış filan yaparlardı.
Sonradan değişti, çatışmalar vesaire... Biz küçükken yoktu. Bir tek Dersim
İsyanı hikâyelerini dinlerdik. Her yere işlemişti.
◊
Mülkiye nasıl geldi size?
-
Dünya kadar insan var, hoca bir şeyler anlatıyor, birileri gitar çalıyor ama
ben o havaya giremedim. Sonra Erzincan depremi oldu. Erzincanlılar Derneği’nde
bir adam gördüm, ailesi ölmüş, Erzincan’a yönelik gazete çıkarıyor. Epey sohbet
ettik. “Ben de kasabaya gazete çıkaracağım” dedim. Altı ay sonra çıkardık:
“Erzincan İliç’in Sesi”.
Bugüne
kadar üç marka tescil ettirdim: Euphrates yani Fırat, Chobani yani çoban ve
Tent yani çadır... Bunlar hep
çocukluğumdan resimler. Kullandığım her taktik, liderlik tarzım, marka
anlayışım, değerlerim oraya bağlı. Başka yerden bir şey öğrenmedim.
İki
sene gazetecilik yaptım, sonra beni içeri aldılar
◊
Neden?
-
Beğenmediğim şeyler vardı, haberler geliyordu, kullanıyorduk. Bir süre sonra
herkes gazetenin çıkmasını beklemeye başladı. ‘Çeşmebaşı sohbetleri’ diye köşe
yazıyordum. İki sene kadar yaptım bu işi, sonra beni içeri aldılar.
◊
Gazeteciliğin şanındandır o... Hayırdır, ne olmuştu ki?
-
Aşırı gruplara girmişliğim yoktu ama insan haklarından, Kürt haklarından yana
tutumum belliydi. Mahalleden tanıdık bir polis içeri aldı. Bir şeyler
imzalattılar. Çıkarken, “Buraya gelip de senin gibi çıkan tek bir adam daha
yok, çok şanslısın” dedi.
◊
Gerekçeyi açıklamadılar mı?
-
Dünya kadar yazı vardı ama hepsi hikâye. Bir suç işlememiştim. Çıktığımda
arkadaşlara, “Ben Avrupa’ya gideceğim” dedim.
◊
İşkence gördünüz mü?
-
Hayır.
◊
Hangi dönemdi?
-
93-94. Faili meçhul cinayetlerin, işkencelerin olduğu dönemler.
◊
Ne oldu sonra?
-
Markete gittim, “Ben Avrupa’ya gideceğim” diye konuşuyorum. Orada bir yabancı,
“Aptal olma, Amerika’ya git” dedi. “Ben o emperyalist, kapitalist yere gitmem!”
diye cevap verdim. “Fransa çok mu iyi, onlar herkesten faşisttir” dedi. Ertesi
gün adamı markette bekledim ve “Amerika’ya nasıl gidebilirim” diye sordum.
◊
Mülkiye’yi yaktınız yani...
-
E artık gitmem lazım. Annem bana bir kız bulmuş memlekette, sürekli anlatıyor,
“Çok iyi bir kız, evlen, hep beraber yaşayalım” diye.
◊
Kaçmanızın gerçek sebebi belli oldu!
-
(Gülüyor) Yok yahu! Gittim memlekete, dedim, “Sana söz veriyorum, üniversiteyi
bitirip geleceğim, en fazla dört sene!” “Yok” dedi, “Gelmeyeceksin, orada
Amerikalılarla evleneceksin.” Sonra razı oldu, yolladı.
◊
Zor oldu mu ayrılmak?
-
Hayatımın en net resimlerinden biri: Beyaz bir Kartal’dayım, yanımda küçük
yeğenim, evin yanındaki iğde ağacının bir dalı... Hafiften yağmur yağıyor ve
ben annemi hastaneye götürüyorum, iğne yapılacak. Annem iniyor, elini öpüyorum,
sarılıyorum ve gidiyorum, annemi dikiz aynasında görüyorum...
◊
Vedanız mı?
-
Evet. Uzun zamandır bu resmi düşünmemiştim... Yeğenim, “Amca neden ağlıyorsun”
diye sordu. “Yok” dedim, “Cam açık, yağmur geldi yüzüme”... O hayattan kopuş o
gündü. Bir daha oraya annemin mezarını ziyaret için gittim.
Karmaşanın,
seslerin, gürültünün içinde sarhoş olmamak...
Kendi sesini
duyabilmek... Bunların hepsini Munzur’a bağlıyorum
◊
Zorluk çektiniz mi Amerika’ya ilk gittiğinizde?
-
Tabii ama en azından güvendeydim. Yemek yoksa patates yersin bir hafta, 10 gün,
sorun yok. Bir gün dil okulunda hoca ödev verdi. Peynir nasıl yapılır, onu
yazdım. Kadın geldi İtalyan, heyecanla bir şeyler anlatıyor. Tercüme ettiler:
Meğer Albany’de çiftliği varmış, “Gel beraber peynir yapalım” diyormuş. “Burada
çiftlik mi varmış ya!” dedim. Otobüse bindik, gittik. Nisan 2005. Çiftlik
cennet! Bir buçuk sene o çiftlikte kaldım. Orada Amerika’yı tanıdım. İnsanları,
aileleri, çiftçileri, kamyon şoförlerini...
◊
Sonra kardeşiniz de size katılıyor ve en son babanız geliyor galiba.
-
Babam ziyarete geldi ve “Burada peynir yok, siz yaparsınız” dedi. Dünyanın öbür
yanından gelmişiz. Hiç değilse değiştir yani, ilerle, computer’a (‘bilgisayar’)
git, ne bileyim (gülüyor)... Sonra girdik o işe. Derken annem hastalandı. Altı
ay uğraştık ama kurtaramadık, New York’ta vefat etti. Çok büyük bir travmaydı
benim için. Ama çalıştığım binayı gördü, “Oğlumun binası” dedi. “Onun
hatırasına, ben bu işi bitireceğim” dedim.
◊
Hangi iş bu?
-
Euphrates. Hayatımdaki en zor iki sene... Her gün iflasın eşiğindesin. Binanın
yanında bir yere saklanır, ağlardım. Çözüm bulmayı orada öğrendim. Sonunda tam
nefes alacağım derken kapanan bir yoğurt fabrikasını satın aldım. Yedi sene
oraya gömdüm kendimi.
Bunlar çok
sessiz, kişisel ve sade anlardır
◊
Nasıl başardınız orada milyar dolara ulaşmayı? İşletme kitapları filan okudunuz
mu?
-
Sıfır! Bütün ‘start up’ mantığının dışında oldu. Bildiğim tek şey vardı: Ortak
getirmeyeceğim, basit tutacağım. Dört fabrika işçisiyle başladım. Adamlar,
“Ulan bu kim, biz n’apıyoruz burada” diyordu muhtemelen. Orada, yaşadığım her
şeyin meyvesini toplamaya başladım. Babamın insan ilişkileri, annemin şefkatli
hali, paraya önem vermememiz... Sonra bir gün yabancı firma geldi ve “Sana dört
milyar dolar vereceğiz” diye teklif yaptı.
◊
Nasıl tepki verdiniz?
-
Hâlâ sabahları bagel, akşamları pizza-makarna yiyorum. Kazandığım tüm parayı
şirkete yatırmışım, tek kuruş almamışım. Düşündüm, ne yaparsın yahu o parayla?
10 uçak al, İtalya’ya git, aklımdan geçiyor. Ama dedim ki, bu hikâye daha
bitmedi. ‘Bundan sonraki dağın arkasında ne var’ın merakına paha biçemedim.
◊
Vay canına...
-
Müthiş bir filmi yarıda kesmek gibi olacaktı. O gücü nereden buldum, bilmiyorum.
Bir gün anlatırım diye yapmazsın bu tür şeyleri. Bunlar çok sessiz, kişisel ve
sade anlardır.
◊
Ve yalnız...
-
Yalnız. Şu anda bir hikâye olmaya başladı. O zaman öyle bir şey yoktu.
Karmaşanın, seslerin, gürültünün içinde sarhoş olmamak... Kendi sesini
duyabilmek... Bunların hepsini Munzur’a bağlıyorum.
Amerika’nın en
muhafazakâr yerindeyiz ama bizde Afganlılar, Bosnalılar, Libyalılar,
Suriyeliler hep beraber çalışıyor
◊
Mülteciler konusunda hassassınız. Tent Foundation nasıl başladı (Hamdi Ulukaya,
aralarında Airbnb, Google, Ikea, LinkedIn, UPS ve MasterCard’ın da bulunduğu 80
dev şirketi mülteci krizine karşı mücadele amacıyla bir çatı altında bir araya
getirdi)?
-
Yezidilere saldırılmasıyla. New York Times’da bir resim gördüm: Bir anne, ellerini
havaya kaldırmış... Aklıma para göndermek geldi ilk, çadır alalım vesaire...
Sonra anladım ki Yezidilerle bitecek bir şey değil. Milyonlar aynı durumda. Bir
girdim, bir daha çıkamadım.
◊
Twin Falls’daki fabrikada mülteciler ve muhtemelen Trump’a oy veren muhafazakâr
Amerikalılar bir arada çalışıyorlar değil mi?
-
Öyle ya. Idaho da, New York eyaletinin kuzeyi de Amerika’nın en muhafazakâr
yerlerinden. Ama bizde Afganlı kızlar, Bosnalılar, Libyalılar, Suriyeliler hep
beraber çalışıyor.
◊
Fakat göçmenlik karşıtları bundan rahatsız olmuş. ‘Post-hakikat’ dönemine özgü
bir saldırıya maruz kalmışsınız. Komplo teorisyenleri, meşhur Trump destekçisi
Alex Jones filan Müslümanları tüberküloz yaymakla, çalışanlarınızı tecavüzcü
olmakla suçlamışlar. Ölüm tehditleri almışsınız. Nasıl bir süreçti bu?
-
Epey sıkıntılıydı. Tuhaf bir iftira kampanyasıydı. “Bak Müslüman adam geldi,
burayı Müslümanlaştırıyor” gibi saçma sapan şeyler... Fakat ölüm tehditleri
gelirken New York Times’da da bir yazı yayımlandı. Bir gün işyerime geldim,
masamda yüzlerce, binlerce destek mektubu... Amerika’nın böyle tarafları da
var. Sonunda dava açtık, özür dilediler. Şimdi o adamların hiçbiri ne
Facebook’ta ne Twitter’da... Kayboldular. Geri adım atmadık, ailemize yapılmış
gibi savunduk çalışanlarımızı. Sonra oranın ileri gelenleri, belediye başkanı
çıktı ve, “Biz bu değiliz, Chobani’nin burada olmasından gurur duyuyoruz.
Söylentiler iftira. Kasabamızın sesi bu değildir” dedi.
◊
Politik konularda görüş bildirmeyi cesaretlendiriyorsunuz. Peki Amerika’da
bunun bir yaptırımı oluyor mu?
-
Hayal bile edilemez. Ama zaten görüş bildirmek saldırmak demek değildir. Benim
politikayla ilgim, insani meseleler... Yoksa şu parti, bu parti değil.
Idaho’daki çalışanlarımız Trump’a oy vermiştir muhtemelen, bunda sorun yok.
Demokrasi budur. Ama insani konularda ilkelerimi korurum.
Çalışanı, emeği
görmeyen zenginlerden biri olmak istemiyordum
◊
Bir gün Chobani’de herkesi toplantıya çağırıp törenle hisse hediye etmişsiniz.
Biliyorlar mıydı bunu yapacağınızı?
-
Tamamen sürprizdi.
◊
Neden yaptınız bunu?
-
O insanlar varını yoğunu, ailesiyle zamanını, yüreğini, her şeyini verdi. Bunu
görmemek olmazdı. “Bu bir hediye değil, hak ettiğiniz bir şeyin tanınması” diye
anlattım. Zaten şirket modelinin gelecekte böyle olacağına inanıyorum.
◊
‘Anti-CEO’ diye bir fikir ortaya attınız. Nedir bu?
-
Türkiye’de; nefret ettiğim, burnu havada, topluma yukarıdan bakan, işçiyi,
çalışanı, emeği görmeyen zenginlerden biri olmak istemiyordum. Ben sosyalist
filan değilim aslında. Serbest piyasaya, şirketlere, özel mülkiyete inanıyorum.
Bunlar düzgün şeyler. Ama zıvanadan çıkmış durumdalar. Dengeli bir hale gelmesi
lazım. Ama bunu sadece devlet değil; tüketici, çalışan, CEO, yönetim kurulu
birlikte yapabilirler.
Yönetim
insandan uzaklaştırıldı, her şeyi avukatların, PR’cıların belirlediği,
kalıplaşmış bir hale geldi. İnsanlar bunu istemiyor artık.
İnsanlar çözümü
başka yerde arıyor
◊
Güzel bir felsefe ama herkesin uymasını kim sağlayacak? Bütün şirket
sahiplerinin vicdanlı olması mı temenni edilecek?
-
Amerika’da 40-45 sene öncesine kadar toplum odaklı şirketler vardı. Sonra
CEO’lar sadece hissedarların kârına odaklanmaya başladı. Sistem bunu hızlıca
adapte etti. Avrupa’da ‘stakeholder’ (‘paydaş’) kavramı var. Yani sadece
hissedar değil, fabrikanın çalışanı da, iş yapılan bölge de, müşteri de işin
bir parçasıdır. Onların iyiliğini de düşünmek gerekir. Şu anda Amerika’da bu
tartışma çok alevlendi. Gelir dağılımındaki eşitsizlik herkesi
endişelendiriyor. Bir de artık genç tüketiciler var.
◊
Onlar ne istiyorlar?
-
“Arkadaş, sen ne yapıyorsun” diye soruyor. Duruşun ne? Malzemeleri nereden
temin ediyorsun? Çalışanlarına nasıl davranıyorsun? Bunları soruyorlar. Bir
baktık, dokunulmaz sandığımız dev şirketler patır patır dökülmeye başladı! Yeni
tüketici bunları beğenmiyor. Yeni bir iş anlayışı olan şirketlere yöneliyor. İş
yönetimi insandan ayrı bir şey değil. Yönetim insandan uzaklaştırıldı, her şeyi
avukatların, PR’cıların belirlediği, kalıplaşmış bir hale geldi. İnsanlar bunu
istemiyor artık.
◊
Bu farkındalığın artması Trump’ın gelmesiyle, dünyada popülizmin yükselmesiyle
de bağlantılı mı?
-
Tabii. Politikalar, devletler insan konusunda geri kalmaya başlayınca insanlar
çözümü başka yerde arıyor. Sürekli birtakım setler kuruluyorsa, gazeteciler
hapse giriyorsa, o zaman kime bakacak insanlar? Burada markaların, CEO’ların
önemi müthiş arttı.
◊
Bu anti-CEO felsefesi Türkiye’de karşılık bulur mu?
-
Türkiye’de şirketlerin yönetim şekli, halkın hayat tarzına ve kültürüne çok
aykırı bence...
◊
Neden?
-
Ben 25 sene önce çıktım ama o zamanki Erzincan’dan bakarsam; çalışanlar, bölge,
çevre, bir işi düzgün yapmak, hile hurda karıştırmamak, paylaşmak, bunlar bizim
özümüzde olan şeylerdi. Bu hep vardı. Ahilikte de vardı. Belki eski, büyük
şirketlerde zor bu dönüşüm. Nasıl değiştireceksin? Yeni bir şirket için daha
kolay. Bugün Chobani’de dünyanın hiçbir yerinde göremeyeceğiniz düzeyde
çeşitlilik var. 10 yıl önce tüm bu adımları bilinçli olarak attık.
Hamdi
Ulukaya ve Louise Vongerichten Ulukaya geçen yıl evlendi.
Dün
Bill Gates’le akşam yemeği yedik ama bugün de Munzur Dağları’nda çobanlarla
ateşin yanında otursam benim oradan yıllar önce ayrıldığımı anlamazlar
◊
Yeni evlendiniz, iki çocuğunuz var. Onlara ne kadar vakit ayırıyorsunuz?
-
Çocuklarıma yakınım. Ağa burada, yanımda şu an, top oynuyor (Söyleşinin bu
bölümünü, Norveç’te vakit yetmediği için Skype üzerinden yaptık). Gece uyanırsa
uyanırım, altını değiştiririm. Her sabah ve akşam mutlaka kitap okurum. Yemeği
beraber yeriz.
◊
Fenerbahçeli yaptınız mı onları?
-
Evet, ikisi de. Her ay yeni bir forma geliyor.
◊
İzliyor musunuz maçları?
-
İzliyorum.
◊
İzlemekle olmaz. Her konuyla meşgulsünüz. Fener’e de kafa yoruyor musunuz?
-
(Gülüyor) En çok kafaya taktığım marka Fenerbahçe markası. Tabii Chobani’den sonra...
Erzincan’da büyürken kasabada Galatasaraylılar ve Fenerliler vardı. Fener maç
kaybettiği zaman o hafta biz perişandık yani, vallahi.
◊
İyi ki Erzincan’da değilmişsiniz bu yıl.
-
Herkes yazıyor, şunu yap, bunu yap diye. Benimki Erzincan’daki çocuğun
taraftarlığı. Yönetimle filan ilgim yok. Şehirdeysem maça giderim. Birisini
başkan seçmişlerse desteklerim. Ama Fenerbahçe müthiş bir marka! Dünyada bunun
gibi sadece birkaç spor kulübü var. Şirket kurmuş biri olarak bakınca müthiş
bir potansiyel görüyorum. Gerçi Türkiye de öyle.
◊
Ciddi bir beyin göçü yaşandı. Önceki yıl 253 bin kişi ülkeyi terk etti. Çoğu
genç, beyaz yakalı insanlar. Hikâyenize bakıyorum. Sizin gibi birinin New
York’ta olması Türkiye için de bir kazanç aslında. Beyin göçüne nasıl bakmak
lazım? Gençlere ne önerirsiniz?
-
İtalyanların, Yunanların da büyük göçleri olmuş Amerika’ya. Türkiye’den
Avrupa’ya göç yaşanmış. Fakat şimdiki farklı. Bunlar orta sınıf, eğitimli
insanlar. Karşılaşıyorum onlarla. ‘Geleceği göremiyorum’ gibi bir ruh
halindeler. Başka bir ülkeye gidip yeni bir hayat kurmayı becerebilenler... Bu
gruplar toplumun sağlığı için inanılmaz önemlidir. Yetişmiş insanların ani
çıkışları faydalı değil. Ki bu insanları Kanada, Amerika, Avrupa hemen kapar.
“Eğitimine, tecrübesine para harcamadım, dili öğrenmiş, dünyayı, Türkiye’yi
anlamış, şirketlerde çalışmış, gelsin bize faydalı olsun” der. Eminim bir
noktada dönecekler. Döndüklerinde çok daha faydalı olacaklardır. Ama burada
özleyecekler memleketlerini, çok özleyecekler.
İnovasyon
özgürlükler varsa olur
◊
Siz de bir gün geri döner misiniz?
-
Hep geri gideceğimi düşündüm, ta ki çocuklar doğana kadar. Yüreğimizde
memleketin yeri ayrı, ne olursa olsun. O özlem bende çok ağır. Türkiye’nin
haberlerine bakmadığım gün yoktur. Maçına bakmadığım, Hürriyet’i okumadığım gün
yoktur. Hâlâ sabah kalkıp menemen yapıyorum. Dün kendi başıma yufka açıp
gözleme yapmaya çalıştım!
◊
Memleketinizin geleceğiyle ilgili iyimser misiniz?
-
Uzun vadede kesinlikle iyimserim. Türkiye belli bir düzeyin altına düşmez.
Yatırım için fikrimi alıyorlar: “Bir-iki senelik bakıyorsan bilemem” diyorum.
Ama uzun vadede şaşmaz: Anadolu gibi, Türkiye gibi fırsat olmaz. Fakat en büyük
tehlike şu: Dünya hızla belli bir yöne gidiyor.
◊
Nereye?
-
Yüksek dijitalleşme, ‘extreme connectivity’ (‘aşırı bağlantılılık’), enerji,
inovasyon, buralara... Bunun için genç, dinamik bir toplum şart. Avrupa’nın
hali ortada. Türkiye’nin müthiş bir demografik avantajı var. Ama inovasyon
özgürlükler varsa olur. Özgürlüklerin olmadığı yerde bu tür bir gelişme olmaz.
Farklı seslere izin vermemek, insanların fikirlerini söylemekten çekinmesi...
Bunlar olmamalı. İnovasyon bir şeye karşı olmaktan kaynaklanır: “Beğenmedim,
daha iyisini yapacağım” demekle başlar. Bunların olmaması beni çok endişelendiriyor.
Dünyadaki yeni hayat böyle bir şey değil. Çocukları, torunları düşünmek
zorundayız. Birazdan Türkiye’den gelen altı ‘start-up’la konuşacağım.
◊
Kimlerle?
-
Afyon’dan, Yozgat’tan, Kayseri’den, Van’dan gelen 23 genç var (Hamdi Ulukaya
Girişimi 3’üncü Dönem New York Programı katılımcıları)...
◊
Ne söyleyeceksiniz onlara?
-
Bugün Erzincan’a gitsem, Munzur Dağı’nda, çobanlarla ateşin yanına otursam, süt
sağsam, tanımayanlar benim oradan yıllar önce ayrıldığımı anlamazlar. Ama dün
de Bill Gates’le, eşi Melinda’yla, Warren Buffett’la akşam yemeği yedik,
dünyayı tartıştık. Ben
en
doğal halimle oradayım. Çıkıp dünyayı görmek müthiş bir şey. Bir kültür şoku
geçiriyorsun, yolculukta bir hayır vardır ya. Ama doğallığınızı, Anadolu’dan
kazandıklarınızı kaybetmeyin. Başarı için gereken her şey sizde zaten var.
KAYNAK:
Hamdi Ulukaya: Memleket özlemi bende çok ağır (hürriyet.com.tr, 16.06.2019).