Tıp Doktoru, Psikiyatrist, Yazar. 1947 yılında Ankara’da doğdu. 1966 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesini kazandı. Öğrenci iken TRT Ankara radyosunda ve televizyonunda kadrolu spiker ve sunucu olarak görev yaptı.
Hastaları ile olan görüşmelerini kaleme aldığı Madalyonun İçi isimli kitabını çıkardı. 2005 yılında hastaların sosyal güvencelerini kullanarak Sağlık Bakanlığından ruhsatlı Ankara'nın ilk özel psikiyatri merkezini açtı. Halen Ankara’da serbest hekimlik yapıyor, Madalyon Psikiyatri Merkezinde kendisi gibi başarılı hekimler ile çalışmalarını sürdürüyor.
2008
yılında Günahın Üç Rengi, Hayata Dön ve Kral Kaybederse isimli eserlerini
yayınladı. 2013 yılında Madalyon Psikiyatr Merkezinin Levent Şubesini açtı.
Kitaplarında yılların verdiği özel tecrübeleri herkesle paylaşmak adına
kitaplar yayınladı.
Kitapları:
Hayata
Dön (2017), Kral Kaybederse (2017), Günahın Üç Rengi - Madalyonun Öteki Yüzü (2017),
Madalyonun İçi - Bir Psikiyatristin Not Defterinden (2017), Camdaki Kız (2019)
KAYNAKÇA:
Dr. Gülseren Budayıoğlu kimdir? (madalyonklinik.com, 17.05.2019), Gülseren
Budayıoğlu kitapları (kidega.com.tr, 17.05.2019).
Dr. Gülseren
BUDAYICIOĞLU
Ben,
üç çocuklu bir ailenin ilk çocuğu olarak Ankara’da dünyaya geldim. Babam
yakışıklı, sevecen, otoriter, giyimine, kuşamına çok düşkün biriydi. Kışın
ortasında, her yerin çamur deryasına döndüğü günlerde bile ayakkabıları pırıl
pırıl durur, sabahları siyah paltosunu ve yine siyah fötr şapkasını giyer,
hepimizi teker teker öper, öyle çıkardı evden. Annem onu mutlaka kapıda
uğurlar, “Allah işini rast getirsin” demeden babamı evden çıkarmazdı. Biz o
zaman Ankara’nın Cebeci semtinde, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nin tam karşısında
otururduk. Neden bilmem, mahallenin bütün çocukları korkardı babamdan, oysa o
görünüşünün ardında son derece yumuşak bir kalbi vardı babamın.
Annemse
bütün Türk anneleri gibi fedakâr bir kadındı. Onun her şeyi kocası ve
çocuklarıydı. Babama her zaman çok saygı gösterir, o geleceği zaman hepimizi
hizaya çeker, “babanız yorgun gelir, yaramazlık yapmak yok, kendinize
çeki-düzen verin, sofrayı hazırlamamda bana yardım edin” derdi. Kendisi de
giyinir, hafif makyajını yapar ve sofrayı da hazırladıktan sonra camın önüne
hep birlikte oturur, babamın eve gelmesini beklerdik. Bazen geç gelirdi babam,
o zaman camın önündeki bekleyişler uzar, hiçbirimiz o gelmeden sofraya oturmaz,
bazen de bu yüzden aç yatardık.
Annem,
aslında babamdan çok daha otoriter bir kadındı. O yüzden babamdan çekinsek de
asıl annemden korkardık. Zamanında yatıp, zamanında kalkmamızı ister,
derslerimize çok önem verir, bizi her zaman en iyi şekilde giydirmeye özen
gösterir, bayramlarda elbiselerimizi evdeki Singer dikiş makinesiyle kendi
diker, her bayram alınan siyah rugan, üstten bağlamalı ayakkabılarımızı temiz
giymemizi isterdi. Evin ilk çocuğu olarak, özellikle benden beklentileri çok
yüksekti. Okula, öğretmenlerimle görüşmeye çoğu zaman babamla birlikte gider,
öğretmenlerin beni nasıl övdüğünü duyunca da eve gelirken, ödül olarak mutlaka
pasta ya da dondurma alırdı. Benim okuyup doktor olmamı isterdi. Sülalede zaten
doktor çoktu ama ben de mutlaka doktor olmalıydım.
Marifetli
kadındı annem. Öyle her şeyi çarşıdan almaz, tarhana, salça, turşu, erişte,
reçel gibi şeyleri mutlaka evde kendi yapardı. Kapısı herkese açıktı. O yüzden
bizim ev hiç misafirsiz kalmaz, gelen giden çok olurdu. Herbirine elinden
geldiğince ikramda bulunur, bizim de misafirlere aynı özeni göstermemizi isterdi.
Bizi çocuk olarak değil, yetişkin insanlar gibi görür, özellikle başkalarının
yanında çocukça şeyler yapmamıza asla izin vermez, sık sık dışarı çıkmamızı
istemezdi.
Biz
üç kardeş her zaman birlik olur, onu kızdırmamaya çalışırdık. Ama kızsa da öfkesi
çabuk geçer, yüzü çabuk gülerdi. Ramazan’da oruç tutulur, geceleri sahura
kalkılırdı. Annem her gece yatmadan mayalı hamur yoğurur, gece kalkar onu
pişirirdi. Bizler oruç tutmasak bile kızarmış mayalı hamurun kokusunu duyar
duymaz fırlardık yataklarımızdan. Çay demlenir, peynir, zeytin, yumurta, reçel
çıkar, yine hep birlikte otururduk masanın başına. Bazen gece yarısı komşular
da gelirdi bu sofraya. En çok da bir alt katta oturan sevgili arkadaşım Taylan
Süer katılırdı bize. Şimdi de eskisi gibi aynı apartmanda oturuyoruz Taylan’la.
Yine bir alt katta…
Masaya
hep birlikte oturmak bizim evin en önemli kurallarından biriydi. Babamın yeri
zaten belliydi, başköşe hep onundu. O yemeğe başlamadan biz başlayamazdık. Her
zaman çeşit çeşit yemek olurdu sofrada. Zeytinyağlısı, etlisi, tatlısı, hiç
eksik olmazdı. Ocağın başında yemekle birlikte annem de pişer ama yaptığı da
afiyetle yenirdi.
Ortaokul
ve liseyi TED Ankara Koleji'nde okudum. İyi bir öğrenciydim. Derste hocaları
çok iyi dinlediğimden, az çalışır ama iyi notlar alırdım. Özellikle edebiyat
derslerinde çok başarılıydım. Yazdığım kompozisyonlara hocalar yıldızlı on
verir, derslerde bunları bütün sınıfa yüksek sesle okumamı isterlerdi. Kolejde
okumak o zamanlar insanlara ayrı bir itibar kazandırırdı. Bütün bürokratların
çocukları bu okulun öğrencisi olduğundan, okul çıkışlarında okulun önü siyah
arabadan geçilmez, şoförler kapıda çocukları beklerdi. Hocalar her birimize
ayrı özen gösterir, sınıflar zaten en fazla yirmi beş, otuz kişi olduğundan
hepimizi yakından tanırlardı.
O
zaman kız ve erkek koleji ayrıydı. Ben lise ikinci sınıfa geçtiğim yıl
birleşti. Hepimiz çok heyecanlanmıştık. Yıllardır karşılıklı binalarda, ayrı
ayrı okuyan bu iki grup aniden birleşiverecekti. O gün, annem beni okula bizzat
kendisi getirmiş, sınıfa kadar gelip nerede, kiminle oturacağıma bile o karar
vermiş, hatta gözüne kestirdiği bir delikanlıya da, bana göz kulak olması için
tembih etmişti. O delikanlı, hala yakın arkadaşım olan sevgili Niyazi Akdaş’tı.
Okuldan
gelince önce kendi derslerimi yapardım ama bununla bitmezdi işim. Annem
kardeşlerimin derslerine de yardımcı olmamı ister, Yükselen ve Mustafa da buna
hiç itiraz etmezlerdi. Yükselen’e Coğrafya, Mustafa’ya İngilizce çalıştırmaktan
helak olmuştum.
Üniversiteye
giriş sınavlarından çok yüksek puan almıştım. İstediğim her yere
girebilecektim. Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne ön kayıt yaptırdım ama annemin de
yönlendirmesiyle sonunda Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde karar kıldım.
Kolej gibi bir yerden sonra oraya uyum sağlamak zor oldu. Zaten bu yüzden sınıf
arkadaşlarımın hemen hemen tamamı Orta Doğu Teknik Üniversitesi'ne girmişlerdi.
O zaman kolejliler orayı tercih ederdi. İlk yıl, ben de onlar gibi yapmadığım
için çok pişman oldum. Burası ne acayip bir yerdi böyle! Hiçbiri kolejdeki
arkadaşlarıma benzemiyordu. Giyimleri, kuşamları, dinledikleri müzikler,
alışkanlıkları çok farklıydı. Okula gidiyordum gitmesine ama yeni bir arayış
içindeydim. Sonunda aradığımı buldum ve o yıl TRT’nin açtığı spikerlik
sınavlarına girdim. Yapıp yapamayacağımı bilmiyordum ama deneyecektim.
Okuldan
çıktım ve Opera’nın karşısındaki Radyoevi’ne gittim. Heyecanlıydım. Nasıl bir
sınav yapacaklardı acaba? Çok gelen vardı ve hepsi de benim gibi gençti. Sıra
bana gelince küçük bir stüdyoya aldılar beni. Önüme bir haber metni koydular ve
“oku” dediler. Bizim evde haberler hiç kaçırılmaz, mutlaka dinlenirdi. Spiker
sesinin tonunu ayarlar, “Burası Türkiye Radyoları, şimdi haberler” diyerek
başlardı okumaya. O tarz, o sunuş yabancı değildi bana. Ben de tıpkı onlar gibi
başladım okumaya. Stüdyodan çıkınca “sen şöyle geç” dediler. Geniş bir salonda
bir süre bekledim. Merakla etrafıma bakıyordum. Zaten her şeye fazla meraklı
bir tiptim. Yerler, tuhaf, muşambaya benzer bir şeyle kaplanmıştı. Yürürken hiç
ses çıkmıyordu. Ahşaptan yapılmış kalın kapıların üzerinde lambalar vardı.
Lambaların rengi arada bir yeşil, arada bir de kırmızıya dönüyordu. Lambalar
kırmızıya dönünce oradan gelip geçenler hemen konuşmayı kesiyor, zaten hiç ses
çıkarmayan bu muşambaların üzerinde yine de ayaklarının ucuna basarak
yürüyorlardı. Sevdiğim sanatçılar geçse de görsem diyordum ama hiç öyle birine
rastlayamamıştım.
Sonunda
ortadaki büyük kapı açıldı ve benim içeri girmemi istediler. Elim ayağım
titreyerek girdim içeri. Bir sürü insan toplanmış, bana bakıyordu. Yaşım çok
küçüktü henüz. Sanki ne diye gelmiştim buraya? Ortada oturan beyaz gömlekli
yakışıklı adam başladı sormaya; Sonradan o yakışıklı adamın adının Turgut
Özakman olduğunu öğrendim. Kitaplarını hayranlıkla okuyor ve hala sık sık kulaklarını
çınlatıyorum.
-Kolejden
misin sen?
-Evet.
-Belli
oluyor. Sesin güzel, kulağın da iyi ama “e” ler açık. “Kendi” de bakalım.
-Kendi.
-Şimdi
de “kedi” de.
-Kedi.
-İyi,
biraz çalışırsan olacak. Dışarıda otururken etrafına iyice baktın mı?
-Baktım.
-Tavanda
ne vardı?
-Koca
bir avize.
-Nasıldı?
-Büyüktü
ama güzel değildi.
-Demek
beğenmedin! Başka ne vardı salonda?
-Deri
koltuklar, yerde acayip bir muşamba, ahşap kapılar, üzerinde arada bir yeşil,
bazen de kırmızı yanan lambalar.
-Acayip
bir muşamba ha? Neden öyle bir şey koymuşlar acaba?
-Sanırım
yürürken ses çıkmasın diye.
-Kırmızı
lamba ne demek?
-Kırmızı
yanınca insanlar ayaklarının ucuna basarak yürüyor. Her halde “susun” demek.
Gülüyordu
Turgut Özakman. O gülüyordu ama benim hiç gülecek halim kalmamıştı. Ne ukala
adamdı bu böyle? Hem daha yüzüme bakar bakmaz Kolej'den olduğumu da nereden
anlamıştı? Ne biçim sorulardı bunlar? Salonda ne var, ne yok diye sorulur
muydu? Kazandığımı anlamış ama sevinememiştim. Benimle dalga mı geçiyordu bu
adam?
Hemen
ardından “spikerlik kursları” başladı. Konservatuvardan hocalar geliyor ve
spiker adaylarına yoğun bir ders programı uygulanıyordu. Sonradan Turgut
Özakman’ın o soruları neden sorduğunu anlamıştım. “Spontan dikkat”
ölçüyorlardı. Bir spikerin, özellikle canlı yayın sırasında spontan dikkatinin
çok iyi olması gerekiyordu. Bir yandan Tıp Fakültesi, bir yandan radyo, hep
dolu geçiyordu günlerim. Sonunda mikrofon başına oturabilmiştim. Çok heyecanlı,
çok keyifli bir işti yaptığım.
Ertesi
yıl TRT Televizyonu faaliyete geçti ve ben bu sefer de orada çalışmaya
başladım. Televizyon Türkiye’de daha yeni kuruluyordu. Herkes genç, herkes
heyecanlıydı. Kimse işini çok iyi bilmiyor ama yine de en iyisini yapmaya
çalışıyordu. Sabahtan okula gidiyor, saat beş gibi okuldan çıkıp hemen
televizyona koşuyordum. Akşam Altı’da başlıyordu yayın. Artık hemen her
programda ben de yer alıyor, hatta gündüz okuldan vakit bulabilirsem
seslendirmeler için stüdyoya giriyor ya da bant kaydı yapılan programlara
katılıyordum. Bütün bunlara, o zaman nasıl yetiştiğime şimdi ben bile
inanamıyorum. Tıp Fakültesi ağır bir okuldu. Kitapların her biri yerden
kalkmıyordu. Devam mecburiyeti vardı ama yine de hepsiyle başa çıkabiliyordum.
Okuldan
çıkınca doğrudan televizyona gittiğim için kitaplarım yanımda olurdu. O
kıyamette, eğer ben boşsam, hemen kitaplarımı çıkarır, ne öğrenirsem kâr der,
oturur, çalışırdım. Artık bütün sanatçıları tanımış, çoğuyla arkadaş olmuştum.
Türk Müziği'ni eskiden beri çok sevdiğimden, canlı yayınlarda hem sunuculuk
yapar, hem de onları zevkle dinlerdim. Türk Müziği eserlerinin o ağdalı
cümlelerini doğru okuyabilmek için eski üstatların yardımını ister, öğrenmekten
büyük zevk alırdım.
Canlı
yayın herkesi korkuturdu. Tam yayın sırasında arızalar olur, yayın kesilir,
seyirciler de “beklettiğimiz için özür dileriz” yazısını gördükçe isyan
ederlerdi. Onun için özellikle Muzaffer İlkar yönetiminde stüdyoya giren büyük
koronun geldiği günler programı önceden banda almaya çalışırlardı. İşte o
zaman, bir saatlik bir programın çekiminin beş altı saatten önce bitmeyeceğini
bilir, anons aralarında stüdyonun en tenha köşesine çekilir, kitaplarımı açar,
çalışırdım. Arada bir, içlerinden biri yanıma gelir, “bu gürültüde gerçekten
okuduğunu anlıyor musun” diye sorardı. Anlıyordum çünkü alışkındım buna. Bizim
evde annemle babam bir yandan sohbet edip bir yandan pikapta Müzeyyen Senar
çalarken Mustafa tabanca, tüfek oynar, Yükselen kendi odasında il radyosunda
Batı müziği dinler, ben bütün bu seslerin arasında, sanki bundan doğal bir şey
yokmuş gibi ders çalışırdım. Annem “çalışacak adam her yerde çalışır, sen
kafanı derse verirsen bizi duymazsın zaten” derdi.
Artık
TRT’nin kadrolu memuruydum. Yayın elemanı olduğum için ayrıca yayın tazminatı
alıyor, yani iyi para kazanıyor, ama kazandığımı harcayacak vakit bulamıyordum.
Gazeteler sık sık benden söz ediyor, ne zaman sokağa çıksam, “A, bu
televizyondaki kız” diyerek, insanlar etrafımı alıyordu. Ünlü olmak güzeldi ama
her zaman da güzel değildi. Özellikle okulda hocaların beni tanıması hoşuma
gitmiyordu çünkü derslere düzenli gidemediğim zaman hemen beni soruyorlar ve
arkadaşlarım her seferinde benim yerime imza atamıyorlardı. Yavaş yavaş
bitiyordu okul. TRT beni çok benimsemiş, okulun biteceği konusu onları da
yakından ilgilendirir olmuştu. Herhangi bir okul değildi ki bitirdiğim, koskoca
doktor olacaktım. Ya TRT’yi bırakıverirsem, şimdi benim yerime hemen birini
nereden bulacaklardı? Beni yetiştirebilmek için çok emek vermişler, yedi ayrı
kurs, yedi ayrı sınavdan geçirmişlerdi. O zamanlar öyle herkes kolayca mikrofon
başına geçemiyordu. Bu yüzden sık sık bana bunu soruyorlar, “acele etme, hiç
olmazsa birkaç yıl daha çalış, sonra ayrılırsın” diyorlardı. Ama ben
kararlıydım. Spikerlik iyiydi, hoştu, heyecanlı işti ama ben bir başka mesleğe
gönül vermiştim.
Okul
bitince hemen ayrıldım TRT’den. Bir süre, programları aksatmamak, bunca yıl
çalıştığım bir devlet kurumunu zor durumda bırakmamak için özellikle sunuculuk
yaptığım müzik programlarında görev aldım ama “iki yerde birden çalışamazsın”
dediler ve bunu adeta bir ülke sorunu haline getirdiler. Gazetelerde bile her
gün bu konuda haberler çıkmaya başlayınca küstüm. Sanki çok ayıp bir şey
yapıyormuşum gibi bir hava esiyordu. Zaten o ara Hacettepe Psikiyatri Bölümü'ne
asistan olarak girmiştim. Oradaki çok sevdiğim ve saygı duyduğum hocam bile “ya
TRT, ya doktorluk, ikisi birden olmaz” demişti bana. Ve böylece sadece doktor
oldum. O hocam, şimdi de bana “ya doktorluk, ya yazarlık, ikisi birden olmaz.
Çok güzel yazıyorsun, ben senin yerinde olsam artık sadece yazarım” diyor. Ama
bu sefer de yıllardır çok severek yaptığım doktorluktan vazgeçemiyorum.
Hacettepe’de
işe başladığım günlerde evlendim. Eşim Aydın’la zaten okulda yakın arkadaştık.
Çok yakışıklı, karizmatik biriydi Aydın, ama o zamanlar ikimizin de dünyaları
ayrıydı. Kızlar onun etrafında, erkekler de benim etrafımda döner dururlardı.
Sonunda dünyalarımız birleşti ve tam otuz dört yıl keyifli bir beraberliğimiz
oldu. O da doktordu. Özellikle ilk yıllar ya onun, ya benim hastanede nöbetlerimiz
olur, birbirimizi pek fazla göremezdik bile. İki çocuğumuz oldu. Çocukların
büyümesinde sevgili annemin katkılarını inkâr edemem. Onun sayesinde başka
kadınların elinde kalmadı çocuklar. Her akşam, iş çıkışı çocukları alır, öyle
giderdik eve. Ne güzel günlerdi onlar!
Yağmur
sanki dünyanın en güzel bebeğiydi. Sarı saçları, tıpkı babasına benzeyen yeşil
gözleriyle yolda insanlar bizi rahat bırakmaz, illa Yağmur’u sevmek isterlerdi.
O da çok sıcakkanlı bir çocuktu. İnsanlarla tıpkı benim gibi hemen ilişki
kurar, kimseyi yabancılamaz, herkesle ahbap olurdu.
Hasan
pek öyle değildi. Yağmur’un tersine simsiyah saçlı, kara gözlü, beyaz tenli,
kirpikleri yanaklarına değen, güzel ama insanlara pek yaklaşmayan, yani babası
gibi biriydi. Hala da öyle…
Hacettepe’de
on yıla yakın kaldım. Orada da çok güzel günlerim, çok güzel arkadaşlıklarım
oldu. Sonra özgür ruhum yine macera peşine düştü ve ayrıldım oradan. Kendime
bir muayenehane açtım. Sadece hastalarımla ilgilenmek, her gün değişik bir
insanı dinlemek hoşuma gitti. Kendimi öyle bir kaptırdım ki, neredeyse gece
yarılarına kadar hiç sıkılmadan o küçücük odada çalıştım. Bir de baktım,
çocuklar büyümüş, etrafımdaki her şey çok değişmiş. Yavaş yavaş frene basmaya
başlamış, hızla geçip giden hayatımın biraz olsun peşine düşmek nihayet aklıma
gelmişti. Artık muayenehaneme her gün gelmiyor, kendime, aileme ve
arkadaşlarıma daha fazla zaman ayırmaya çalışıyordum.
2000
yılında torunum Zeynep dünyaya geldi. Onu hepimiz büyük bir heyecanla
karşıladık. Aynı yıl yazmaya başladım. Duyduklarımı, öğrendiklerimi mutlaka
insanlarla paylaşmam, önümde açılan sır perdelerini onlara da göstermem
gerektiğini düşünüyordum. Hayatın bir iç yüzü bir de görünen yüzü vardı. Bana
anlatılan “görünmeyen yüzünü” başkaları da bilse, belki kendi hayatlarında az
da olsa değişiklik yapar, dünyaya farklı bir pencereden bakar, eğriyle doğrunun
her zaman kendi düşündükleri gibi olmadığını anlarlardı. Zaten edebiyata çok
meraklıydım, o yüzden yazmak hoşuma gitti. Sanki gündüz, akşama kadar doluyor,
bilgisayarın başına geçip yazarken de boşalıyor, rahatlıyordum.
İlk
kitabım, “Madalyonun İçi” 2004 yılında, Remzi Kitabevi tarafından basıldı.
Özellikle psikiyatriye, insan ruhuna, iç dünyalara meraklı insanlar çok ilgi
gösterdiler kitaba. Ertesi yıl, yani
2005’te Madalyon Psikiyatri Merkezi’ni kurdum. Artık yalnız değildim. Beş
kişilik küçük bir kadroyla kurulan merkezde çalışan sayısı şu aralar yüze
yaklaşıyor. Yılda yüz binlerce kişi bu merkeze başvuruyor ve bizler de
herbirine elimizden geldiğince yardımcı olmaya çalışıyoruz. Merkezin kurulması
hayatıma yeni bir boyut kazandırdı. Eskiden yalnız başıma onlarca kişiye hizmet
etmeye çalışıyordum. Bu sayının çığ gibi büyümesi beni adeta havalara uçurdu.
Psikiyatrinin, özellikle günümüzde ne kadar önemli olduğunu biliyor, burada
çoğu zaman insanların kaderinin değiştiğine gönülden inanıyordum. Hele bizim
gibi hızla değişen ve gelişen bir ülkede buna çok ihtiyaç vardı. Artık yeni bir
hedefim daha olmuştu; daha çok insanın yardım almasını sağlamak…
Üstelik
Psikiyatri özel bir bilim dalıydı. Diğer tıp dallarından farklıydı. Hastane
köşelerinde böyle bir yardımı, doktor çok istese de vermesi zordu. Gizlilik,
dikkat, zaman ve çok özen istiyordu bu iş. Klinikte bazen terör estiriyordum,
çünkü en küçük bir hata yapılmasını istemiyor, kliniğe gelen herkesin aradığını
bulması, istediğini alabilmesi için olmadık şeylere takılıyor, işi biten çıksa
bile ben, yine gece yarılarına kadar klinikte kalıyordum. Ama her şeye rağmen
çok mutluydum.
2006
yılında sevgili eşim Aydın hastalandı. Sanki dünya başıma yıkıldı zannettim.
Acılar da, güzellikler de üst üste gelirmiş. Bizde de öyle oldu. O birkaç yıl
hayatımın en karanlık günlerini yaşadım ve 2007 de eşimi kaybettim. O sıralar,
bir daha hiç gülemeyeceğimi sanıyordum. Ama hayat devam ediyordu, zaten aynı
yıl küçük Aydın’ın dünyaya gelmesiyle biraz olsun gülümsemeye başladık. 2008’de
ikinci kitabım “Günahın Üç Rengi” yine Remzi Kitabevi tarafından yayımlandı.
Yazma
işi giderek hayatımda daha önemli bir yer tutmaya başlamıştı. Aydın’ın bu dünyayı
terk edişiyle birlikte geceler ancak yazarak geçiyordu zaten. 2011'de “Hayata
Dön” adlı üçüncü kitabım da yine aynı yayınevinden çıktı.
Kliniği
kurarken amacım, bir an önce aynı hizmetin ülkenin her köşesine yayılmasını
sağlamaktı zaten ama bürokratik engeller buna izin vermiyordu. Büyük
mücadelelerin sonunda 2013 yılı Şubat ayında İstanbul, Levent şubemiz açıldı.
Darısı diğer illere dedim içimden.
Belli
bir yaştan sonra insanın hayata bakışı da, hayalleri de çok değişiyor.
Özellikle benimki gibi bir işiniz var ve her gün yeni insanlar, yeni hayatlar,
yepyeni bakış açıları görüyor ve dinliyor, pek çok acıya ortak oluyorsanız,
gelişmemek, değişmemek mümkün değil. Şimdi artık benim mutlu olabilmem için,
başkalarını mutlu edebildiğimi görmem gerekiyor.
Şu
aralar yazmaya artık daha çok zaman ayırıyorum. Evde yalnızım ama klinik çok
kalabalık. Zaten ben de akşama kadar klinikteyim. Eve yazmak, sonra da yatmak
için geliyorum. Hayatım hep çalışarak geçti. Hala çok severek çalışıyorum.
İnsan denen, dünyanın bu en muhteşem varlığına yapılacak en küçük katkı bile
kutsal bir görev, kutsal bir iştir diyenlerdenim.
Yeni
bir kitap üzerinde çalışıyorum. Kitap yazmak benim için çok keyifli ama kolay
değil. Bir kitabı, en az on farklı biçimde yazdıktan sonra ancak beğeniyor ve
yayınevine gönderiyorum. Gittiğim yerlerde benim kitaplarımı okumuş birileriyle
karşılaşmak beni her zaman çok heyecanlandırıyor ve gururlandırıyor.
Okuyuculardan aldığım sevgi ve destek sayesinde umarım daha fazla yazacağım.
En
derin saygı ve sevgilerimle…
Dr.
Gülseren BUDAYICIOĞLU
KAYNAK:
Dr. Gülseren Budayıoğlu (17.05.2019).
BELGİN’İN HİKAYESİ
Dr. Gülseren BUDAYICIOĞLU
Elinizdeki
tohumu nasıl bir toprağa ektiğiniz o tohum için ne kadar önemliyse,
çocuklarımızın içine doğduğu aileler de o kadar önemlidir.
Sevgili
Okurlarım,
Bugün
sizlere ülkemizin uzak kırsallarından birinde yaşanmış gerçek bir hayat hikâyesi
anlatacağım. Bakalım hikâyeyi okuyunca sizler de benim gibi “Bu kadarı da
olmaz” diyecek misiniz?
Kahramanımız
bugün otuzlu yaşlarında, yeni evli bir kadın. Adı Belgin. Evliliğinde sorunları
var çünkü eşini çok sevmesine rağmen ne ona dokunabiliyor ne de eşinin
kendisine dokunmasına izin veriyor. Hikâye oldukça geriden başlıyor.
ZEHİRLİ
VASİYET
Belgin’in
annesi Havva Hanım henüz 14 yaşındayken kendinden birkaç yaş büyük, sokakta
beraber oynadıkları bir delikanlıya kaçıyor. Hemen aile arasında düğün dernek
kuruluyor ve bu çok genç çift imam nikâhıyla evlendiriliyor. Delikanlının adı
Bilal. Tam da o yıl Bilal’in babası ölüyor ama ölmeden önce oğluna “Oğlum, ben
evliliğimde çok mutsuz oldum. Annen benim yüzümü hiç güldürmedi. Şimdiki aklım
olsa böyle mi yaşardım! Sakın tek kadınla kalma, sen de benim durumuma düşme”
diye vasiyet ediyor. Havva da bunu duyuyor ve çok korkuyor. Ancak Bilal o
sıralar eşini çok sevdiğinden babasının vasiyetine gülüp geçiyor.
Yaşları
henüz çok küçük olduğundan bu iki genç sık sık birlikte sokağa çıkıp oyun
oynuyor, birlikte gülüp eğleniyorlar. Zaman içinde çiftin arka arkaya üç çocuğu
oluyor ama çocuklar doğumdan hemen sonra ölüyorlar. Köy yerinde çocukların
neden öldüğü bilinmiyor, annenin henüz yetişkin bir kadın olmadığı da kimsenin
aklına gelmiyor.
Havva
bu kayıplardan çok etkileniyor. Ölen çocuklarına mı yansın yoksa çevreden
kulağına gelen dedikodulara mı, bilemiyor. Ancak yavaş yavaş eski neşesini ve
enerjisini kaybediyor, suskun, durgun biri haline geliyor. Daha sonra Belgin
doğuyor ama ölen çocuklar erkek iken Belgin kız. Oysa kız olarak dünyaya gelmek
bile onun kaderini çok olumsuz etkiliyor.
Bilal
eşindeki bu değişiklikten ve hayatta kalan tek çocuğun da kız olmasından dolayı
zaten çok gergin ve sinirli. O ara ilk kez aralarında geçimsizlik ve kavgalar
başlıyor. Havva ise bir çocuğu olmasından çok memnun ve kız da olsa evlattır
diyerek çocuğu bağrına basıyor. Havva yeniden hamile kalıyor ve bu sefer nur
topu gibi bir oğlan doğuruyor.
Bilal
önceleri “Benim de bir oğlum oldu” diye sevinse de eski neşesini ve güzelliğini
kaybeden eşinden giderek uzaklaşıyor ve zamanla başka kadınlarla ilişki kurduğu
ortaya çıkıyor. Eşiyle aralarında bu yüzden kavgalar sürerken Bilal o
kadınlardan birine âşık oluyor ve son derece öfkeli bir adam haline geliyor.
İşte o zaman babasının vasiyeti aklına geliyor ve eşine “Ben seninle mutlu
değilim” diyerek o kadınla resmi nikâhla evleniyor.
BİR
BABA İKİ AİLE
Bu
da yetmezmiş gibi kadını Belginlerin oturduğu evin tam karşısındaki bir
apartmana yerleştiriyor. O ev dayanıp döşeniyor, Belginler yokluk içindeyken
onlar, ışıkları hep yanan, pırıl pırıl bir evde ve gözlerinin önünde yaşamaya
başlıyorlar. Zamanla o kadından da iki oğlu oluyor.
Arada
bir yine eski evine geliyor ama bu gelmeler aileyi her zaman çok korkutuyor.
Aslında anne Havva kocasının onlara gelmesini cam önlerinde dört gözle bekliyor
ancak Bilal gelince hiçbirini rahat bırakmıyor. Bir bahaneyle önce Belgin’i,
sonra da Havva’yı fena halde dövüyor, sonra da Havva ile vahşice birlikte
oluyor. Daha da garip olan ise, bu birliktelik sırasında durumu sanki
çocukların da gözüne sokmak istercesine kapıyı sonuna kadar açık bırakıyor.
Belgin
ve erkek kardeşi Bora, akşamları camın önüne oturup ışıkları yanan, masalar
kurulup güle oynaya yemek yenen, mutlu olunan o evi imrenerek izliyorlar. O
evde bolluk içinde, neşeyle yaşayan insanlara gıptayla bakıyorlar.
Bir
süre sonra Bilal oğlu Bora’yı da Havva’nın tüm yalvarmalarına karşın, ikinci
eşiyle oturduğu eve alıyor ama Belgin’i bırakıyor. Bora da bu duruma hiç karşı
çıkmıyor. Üvey anne ise oğlanın beynini yıkayıp zamanla asıl annesine ve
kardeşi Belgin’e düşman ediyor. Belgin o camın önünde karşı apartmana gıptayla
bakarken artık yapayalnız kalıyor.
Üvey
anne Fitnat, eşinin eski karısının yani Havva’nın yanına gitmesine çok kızıyor
ve Bilal’i onlardan uzaklaştırabilmek için adamı onlar aleyhinde sürekli
dolduruyor, Belgin’i sokaklarda oğlanlarla gezerken gördüğü şeklinde yalanlar
söylüyor. Bilal bunlara inanıyor ve eve her geldiğinde kıza ağzına geleni
söylemesi yetmezmiş gibi onu soyup bütün vücudunu baştan aşağı kontrol ediyor.
Belgin bunlar yaşanırken utancından yerin dibine giriyor ama babasını
durduramıyor. Annesi Havva ise kocası bir daha onlara gelmez diye bunlara pek
ses çıkarmıyor.
TAKINTI
HALİNE GELDİ
Kızcağız
zamanla hem babasından hem abisinden hem de bütün erkeklerden tiksiniyor. Bir
süre sonra bu durum Belgin’de takıntı haline geliyor ve her gece yatağına
yatmadan önce “Hiçbir erkek benim ne vücudumu ne de ruhumu ele geçiremeyecek”
diye kendi kendine yeminler ediyor.
Belgin
ve annesi için yıllar yokluk, sefillik ve hakaretlerle dolu geçiyor ve kızcağız
liseden mezun olduktan sonra bulduğu işlerde çalışıp hayatını kazanmanın
derdine düşüyor. Bir süre sonra çalıştığı yerde bir delikanlıyla tanışıyor.
Uzun süren kararsızlık ve korkuların ardından bu ikili arkadaş oluyorlar ve
sonunda oğlan Belgin’e evlilik teklif ediyor. Bu evliliği anne Havva da
destekliyor, aileler tanışıyor ve evleniyorlar.
Eşi
hiç babasına benzemeyen, sakin tabiatlı, Belgin’i çok seven biri ancak böyle de
olsa ilk günden itibaren Belgin eşine dokunamıyor ve onun dokunmasına da izin
vermiyor. İlk zamanlar eşi bunu pek ciddiye almıyor,
“Ne
de olsa namuslu, tertemiz bir kız, zamanla alışır” diye düşünüyor ama kız buna
bir türlü alışamadığı gibi ona her dokunduğunda eşine tiksinerek bakıyor.
Hikâye
de burada bitiyor...
KADERİMİZİ
BELİRLEYEN EN BÜYÜK FAKTÖR: AİLE
Sevgili
okurlarım, sanırım sizler de benim gibi, “Yok olmaz, hangi devirde yaşıyoruz,
bu kadarı da olmaz” dediniz değil mi? Oysa Belgin henüz otuzlu yaşlarda, yani
hikâye pek de eski değil ve bütün bunlar bizim ülkemizde yaşanıyor. Eminim siz
de Belgin’in başına gelenlerin hangisine kızacağınızı şaşırdınız. Hikâyede bir
insanı en ince yerinden yaralayacak öyle çok şey var ki...
Ülkemiz
pek çok alanda modernleşse de, kadınlar eskiye göre dev adımlar atsa da, her
alanda kendilerini kanıtlasa da özellikle çocukken kendilerini koruyamıyorlar.
Bir çocuk kendini korumayı nasıl becerebilir ki? Onu korumakla yükümlü kişiler
anneler ve babalardır oysa gördüğünüz gibi kızlarımız hâlâ ebeveynleri
tarafından korunmak bir yana, asıl eziyeti onlardan görmeye devam ediyorlar.
NASIL
BİR İNSANA DÖNÜŞECEĞİZ
Her
zaman söylediğim gibi, kaderimiz doğduğumuz evlerde yazılıyor. Gelecekte nasıl
bir insana dönüşeceğiz? İyi ve yardımsever bireyler olarak yakınlarımıza ve
topluma katkıda bulunabilecek miyiz? İyi birer anne baba olup iyi niyetli,
merhametli, sağlıklı çocuklar yetiştirebilecek miyiz? Yoksa mutsuz olarak bu
mutsuzluğun acısını hem kendimizden hem de çevremizdekilerden mi çıkaracağız?
Belki de çeşitli suçlara bulaşacak ve masum insanların korkulu rüyası haline mi
geleceğiz... İşte bunların en temelinde hep nasıl bir ailede yetiştiğimiz
yatıyor. Ben de o yüzden elimden geldiği kadar yazmaya, en çok da aileleri
bilinçlendirmeye çalışıyorum...
Elinizdeki
tohumu nasıl bir toprağa ektiğiniz o tohum için ne kadar önemliyse,
çocuklarımızın içine doğduğu aileler de o kadar önemlidir.
Belgin’i
soracak olursanız, bu derin yaraların açtığı sorunlardan kurtulabilmesi için
uzun bir terapiden geçmesi gerekecek. Umarım o da bir gün hak ettiği mutluluğa
kavuşur.
-Sizler
de bana [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz. Hoşça kalın, sevgiyle
kalın.
KAYNAK:
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu / Belgin’in hikayesi (hurriyet.com.tr, 28 Ocak 2023).
CAMDAKİ KIZ
Gülseren
Budayıcıoğlu
Doğan Kitap
“Küçükken
çekilen acıların ateşi kolay sönmüyor, kolay unutulmuyor ve izlerini hayatımız
boyunca üstümüzde taşıyoruz.”
Aşk
yakıyor
Ayrılık
kavuruyor
Aldatılmaksa
hep çok acıtıyor…
Bize
çocukluk acılarını tekrar yaşatacak kişileri gözünden tanır, başkasına değil,
ona âşık oluruz. Hayat onu kendi ellerimizle buldurur bize.
Kaderimiz
aslında doğduğumuz evlerde yazılır. Yine o evlerde yaralanır, o yaralarla
büyür, sonunda o yaraların bizi götürdüğü yere gideriz. Ancak mutluluk her
zaman o yolda değildir…
“Bu
kitapta her zamanki gibi gerçek bir yaşam hikâyesi anlatacağım sizlere. Hep
lüks içinde yaşamış ama kaderi daha baştan kötü yazılmış Camdaki Kız ile bir
varoş çocuğunun aşk hikâyesi bu.”
-
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu
GÜNAHIN ÜÇ RENGİ
- MADALYONUN ÖTEKİ YÜZÜ
Gülseren
Budayıcıoğlu
Remzi Kitabevi
•
Genç ve yakışıklı bir gencin mazoşizmin acısıyla renklenmiş dünyası... Bu
acıdan alınan haz, ölüme yaklaştıkça hissedilen doyum…
•
Yaşlı, göbekli bir holding patronunun cinsel tercihi nedeniyle varoşların
kasketli orta yaşlı erkeklerinde aradığı yakınlık…
•
Üç kuşak boyunca sürüp gelen fahişeliğin kadının ruhunu paramparça edişi…
Dr.
Gülseren Budayıcıoğlu bu kitapta insan denen muhteşem ve bir o kadar da
karmaşık varlığa ait sahici yaşam hikâyeleri sunuyor.
Bazen
dehşete kapılacak, çoğu zaman da hüzünleneceksiniz…
HAYATA DÖN
Gülseren
Budayıcıoğlu
Remzi Kitabevi
Hiç
de güzel denemeyecek suskun mu suskun bir kız... O sustukça, terapistin tarihin
mahrem yerlerinden bulup çıkardığı unutulmuş hikayeler dökülüyor ortaya.
Genç
firavun Tutankamon’un esrarı, Hitler ve Freud’un kişiliklerinde gücün
analizi... 18. yüzyılda adına “Fısıltı Sanatı” dedikleri, evli kadınların
yaşadığı aşk ilişkileri... Çariçe Katerina’nın çamaşırcılık ve hayat
kadınlığından başlayan tılsımlı yazgısı... Eva Peron’un ve Prenses Süreyya’nın
hüzünlü hayat hikayeleri ve daha niceleri...
Derken
suskunluk bozuluyor. Çirkin kızın hikayesi başlıyor. Öyle bir hikaye ki
acısıyla, dehşetiyle, hüznüyle her şeyi gölgede bırakıyor. Çirkin genç kızın
açıldıkça güzel bir prensese dönüşmesi... Psikanalizin sihirli değneğinin
dokunduğu yerde ortaya çıkan bir başarı öyküsü...
KRAL KAYBEDERSE
Gülseren
Budayıcıoğlu
Remzi Kitabevi
Avına
av olan bir avcının hikâyesi...
İnsanoğlu
ilk çocukluk yıllarında yaşadıklarından çok etkilenir. Henüz tam ortaya
çıkmamış bir heykel gibidir o; hayat da onu ince ince şekillendirmeye çalışan
usta bir heykeltıraş... Alır eline keskiyi, usul usul oyar. Ama bazen keskiyi
öyle bir savurur ki, bir parça kopuverir ve o parçayı bir daha kimse yerine
koyamaz. Kendini hep dorukta görüyor ve asla aşağı düşmeyeceğini sanıyordu. Ama
bir gün hayat elindeki keskiyi ona da savuruverdi ve onun da koptu yüreği...
Oysa
pek çok kadının gönlüne taht kurmuş bir kraldı o... Uzun süre ne kendi inandı
tahttan indiğine, ne de kadınlar. Ama bir şeylerin değiştiğini yine de ilk
hisseden kadınlar oldu; ona yıllarca köle gibi itaat eden kadınlar...
Psikiyatrist
Dr. Gülseren Budayıcıoğlu Kral Kaybederse romanında, doruklardan aşağı
inmeyeceğini sanan bir avcının avına av olup yuvarlanışını, kendini
sevilmeyeceğine inandırmış mutsuz bir kadının da trajik hayatı içinde avken
nasıl avcı olduğunu anlatıyor.
MADALYONUN İÇİ -
Bir Psikiyatristin Not Defterinden
Gülseren
Budayıcıoğlu
Remzi Kitabevi
Yıllardır
"panik atak" yaşayan bir işadamı...
Kendini
peygamber ilan eden bir doktor...
Çok
temiz olmak uğruna evlerini "çöp apartman" haline getiren üç kız kardeş...
Kendini
bildiği günden beri, babası başta olmak üzere, çevresindeki bütün erkeklerden
dayak yiyen genç bir kadın...
Ağır
ceza reisi bir babanın "fahişelik" mesleğini seçen kızı...
Radyo
ve televizyonlardaki bütün şarkıların kendisi için çalındığını zanneden genç
bir devlet memuresi...
Dünyaya
kız olarak gelen ancak kendini erkek hisseden bir transseksüel...
Doktorunu
intihar etmekle tehdit eden bir öğrenci...
Ölümcül
bir hastalığa yakalanmış genç bir bankacı...
Bu
kitapta, Türkiye' de değişik nedenlerle psikiyatra başvuran her kesimden
insanımızın hikayelerini bulacak, başta aşk ve ölüm olmak üzere "insanlık
halleri" ile karşılaşacaksınız.
İnsanlar
size içini açacak, en gizli sırlarını sizinle paylaşacak. Ve bütün bu sorunlar,
hastalar ve hastalıklar karşısında Türkiye şartlarında bir ruh doktorunun
duyguları, düşünceleri, yapabildikleri ve yapamadıklarını göreceksiniz.
Bu
kitabın bir yerlerinde mutlaka kendinizi bulacak, kendinizle yüzleşeceksiniz.
Okudukça, yaşamın, sağlığın, sevginin ve huzurun değerini daha iyi anlayacak;
her damlası ayrı bir duygunun rengini taşıyan bir çağlayanın altından geçecek
ve tertemiz olacaksınız.