Yazar.
15 Ocak 1960,
Pınaryolu / Refahiye / Erzincan doğumlu. Beşikdüzü Öğretmen Lisesi (1978),
İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi Mimarlık Yüksek Okulu (1982) mezunu.
Kısa bir süre mimar olarak (1982) çalıştı. Yeni Devir gazetesinde kadın
sayfaları düzenledi (1983-85). 1980’lerin
ilk yarısında Yeni Devir’de,
1990’larda Yeni Şafak’ta, 2008-2017
yılları arasında Dünya Bülteni ve Haberiyat sitelerinde yazdı.
Mavera dergisinde gezi notları (1986), Aylık Dergi‘de
telif ve tercüme hikâyeleri ile denemeleri (1986-88) yayımlandı. Yazıları
ayrıca Girişim, Bu Meydan, Kitap Dergisi, İzlenim, Kadın ve Aile, Kafdağı,
Yeryüzü, Bilgi ve Hikmet, İslâmî Araştırmalar, Nehir, Dergâh, dergilerinde
yer aldı. Tahran Tabatabai Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
dersleri, Eyüp Film Akademisi’nde Sinema Kültürü dersleri verdi. Halihazırda Gerçek Hayat ve İtibar dergileriyle
Sonpeygamber. İnfo sitesinde yazıyor.
Bacıdan
Bayan’a adlı kitabı TCK 312. maddeye
aykırı bulunarak toplatıldı, ancak bu toplatılma kararı daha sonra bozuldu.
1992‘den
itibaren Dergâh dergisinde yayımlamaya başladığı hikâyeleri edebiyat hayatında
yeni bir dönemin göstergesi olarak değerlendirildi. 1995‘te Son Büyülü
Günler adlı kitabıyla ile Türkiye Yazarlar Birliği, 1997‘de Gençlik
Dergisi tarafından Yılın Hikâyecisi, 2002‘de Bana Uzun
Mektuplar Yaz adlı eseriyle Türkiye Yazarlar Birliği tarafından Yılın
Romancısı ödüllerine layık bulundu. Türkiye Yazarlar Birliği üyesi oldu. 2009’da
“Kusursuz Piknik” isimli hikâye kitabı ESKADER tarafından yılın
hikâye kitabı ödülüne lâyık bulundu. 2015’de Bursa
15. Edebiyat Günleri Ahmet Hamdi Tanpınar Ödülü’ne; 2016’da “Kızım Olsan Bilirdin”
isimli kitabıyla Ömer Seyfettin Hikâye ödülüne ve aynı yıl Necip Fazıl
Roman-Hikâye Ödülü’ne layık bulundu.
“Cihan Aktaş öykülerinde, dindar kadının
toplumdaki geleneksel konumunu sorgularken, alışılageldik yanlış ve çarpık
kadın imajına itiraz eder. Bu öykülerde ayrıca dindar erkeklere de eleştiriler
getirilir. Kadın, sadece bir sadakat, bir fedakârlık simgesi olarak değil,
pasif konumdan ve evin arka odasından çıkmış, aktif ve çevresinde olup biten
her şeyin farkında olan “müdahil” bir kimlik olarak sunulur. O genel olarak
öykülerinde kimliğinden ödün vermeyen kadınların savruluşlarını anlatır.
Kahramanlar inanç, kimlik sahibi insanlardır. İşte bu kimlik sahibi olmanın bir
insandan ne götürüp ne getirdiğini öykülerinde irdeler. Kadınların iddiaları
yanında, insani yanlarını, zayıflıklarını da gündeme getirir.” (Necip Tosun)
“Onu,
kadın ve erkek aynı anda ilgilendiriyor. Aslında, bir ayrım ille yapılacaksa,
bunda sahip olunan güç belirleyici olabilir. Yani gücünü suistimal eden iktidar
ve zayıf kılınanlar, yazarın deyişiyle müstekbirler ve müstazaflar ayrımı, Aktaş’ın
hikâyesi söz konusu olunca cinsiyet ayrımından daha gerçekçi olurdu.‘Ben bütün
ezilenlerle ilgiliyim. Siyah ‘derililerle, muhacirlerle, boşnaklarla,
çeçenlerle, başörtüsü dolayısıyla tahsil görmeyen öğrencilerle, sokak
çocuklarıyla, güneydoğu sorunuyla ilgili olmakla aynı şey bu. Haksız ve adil olmayan
iktidar problemi beni ilgilendiriyor.’ Bunlar birer tutunamayan olmaktan
bambaşka olarak, tutunabileceklerken ellerine vurulanlardır. Hikâyelerin
hepsini göz önünde bulundurduğumuzda, bunların sorunları dışında kalanlar,
yazarlıkla ilgili olanlar ve Sovyetlerin dağılmasıyla önceki rejimin
havarilerinin, kendi varlıklarını mücerret ve anlamsız bulmalarıyla ilgili
varoluşsal sorunlardır.” (Hayriye Ünal)
“Sağlam
bir dünya görüşüne ve duruşuna sahip olan Cihan Aktaş’ın kaleminden, hüzünlerle,
kadınsı duyarlılıklarla, mümin sancılarıyla ve daha çok da zamana şahit olarak
yazılmış öyküler okuyoruz.” (Selvigül
Kandoğmuş Şahin)
ESERLERİ:
İNCELEME-ARAŞTIRMA:
Hz. Fatıma (1984), Hz. Zeynep (1985), Sömürü Odağında Kadın (1985),
Veda Hutbesi (1985), Sistem İçinde Kadın (1988), Tanzimat’tan
Günümüze Kılık Kıyafet ve İktidar (2 cilt, 1989, 1990), Tesettür ve
Toplum / Başörtülü Öğrencilerin Toplumsal Kökeni (1991), Modernizmin
Evsizliği ve Ailenin Gerekliliği (1992), Mahremiyetin Tükenişi (1995),
Şark’ın Şiiri-İran Sineması (1998), Bacı’dan Bayan’a / İslâmcı
Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi (2001), Dünün Devrimcileri Bugünün
Reformistleri-İran’da Siyasal, Sosyal ve Kültürel Değişim (2004), Yakın Yabancı (2008), Kardeşliğin Dili (2010), İktidar Parantezi: Kadın Dil Kimlik (2011), İslamcılık/Eksik
Olan Artık Başka Bir Şey (2014), Şehir
Tutulması (2015), Rüzgârla Yaşamayı
Öğrenmek - Esenler’in Hikâyesi (Yayıma hazırlanıyor).
HİKÂYE: Üç
İhtilal Çocuğu (1991), Son Büyülü Günler (1995), Acı Çekmiş
Yüzünde (1996), Azizenin Son Günü-Azerbaycan Hikâyeleri (1997), Suya
Düşen Dantel (1999), Ağzı Var Dili Yok Şehrazat (2001), Halama
Benzediğim İçin (2003), Duvarsız Odalar (2005), Kusursuz Piknik
(2009), Ayak İzlerinde Uğultu (2013), Kızım Olsaydın Bilirdin (2015), Fotoğrafta
Aynı Duran (Yayıma hazırlanıyor).
ROMAN: Bana
Uzun Mektuplar Yaz (2002), Seni
Dinleyen Biri (2007), Sınıra
Yakın (2013), Şirin’in Düğünü
(2016)
KAYNAKÇA:
İhsan Işık / Yazarlar Sözlüğü (1990, 1998) - Türkiye
Yazarlar Ansiklopedisi (2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) -
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(2006, gen. 2. bas. 2007) - Ünlü Edebiyatçılar (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi,
C. 4, 2013) - Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013), Hayriye
Ünal / Köprüden Düşenler: Cihan Aktaş Hikâyelerindeki Kadınların Psikolojileri
Üstüne Bir Yorum (Atlılar, sayı: 8, Nisan-Mayıs 2001), Müge İplikçi / Bir Şey Olmak
(Radikal Kitap, 21.9.2002), Mustafa Kutlu / Bana Uzun Mektuplar Yaz (Yeni
Şafak, 16.10.2002), Selvigül K. Şahin / Halama Benzediğim İçin (Heceöykü,
Nisan-Mayıs 2004), Sennur Sezer / Cihan Aktaş’ın Öğretmenleri (Evrensel-Net,
22.1.2005).
Gece yarısının karanlığında kalın sabahlığımın önüne
geçemediği sırtımdaki ürperti bütün vücuduma yayılırken terliklerimi bulmak
için elektrik düğmelerine basarak odalarda dolaşıyorsam, yatağa geri döndüğümde
er geç kavuşacağım sıcaklığın kaçan uykumu geri getirmeyeceğine inandığım
içindir. Halama benzediğim için böyle hafif uykum. Ne yapayım... Ona benzemeyi
ben istememiştim ve esasında ona benzetilmekten de hiç hoşlanmazdım. Canım sen
de her gürültüyü duyma, diyorlar; her gürültüyü duymamak elimde olabilirmiş
gibi... Ben de uykumun bu kadar hafif olmasını istemezdim, elimde olsa...
Bu saatte ev sahiplerine telefon edip de
kiracılarını şikayet edebilir miyim... Edemem. Sahiden de utanıyor ev sahipleri
kiracılarının gürültü patırtıları yüzünden ve yıl dolunca kontratı
yenilemeyeceklerine söz verdiler. Sabır, sabır. Gün gelir bir tepsi dolusu çok
çöplü taşlı kumlu kırmızı mercimeği ayıklamayı bile göze alırmış insan. Sabırla
koruk helva olurmuş. Bu sözü Halam söylerdi ama tam olarak hangi durumlarda
söylerdi, emin olamıyorum. Halamı bu sözü söylerken gözlerimin önüne getirmeye
çalışırken, belki ‘helva’nın yol açtığı bir çağrışımla mutfağa yöneldim.
Mercimek ayıklayacağım. Hiç değilse gündüz rahat ederim. Ayıklama işini
savsaklamayayım diye akşamdan masanın üzerine koyduğum mercimek paketini
açarken, masanın üzerinde öylesine atılmış gibi duran portakalları gördüm ve
yine Halamı hatırladım. Portakalı çok severdi rahmetli ama gece yarısı uyanıp
portakal yediği olmuş mudur ki... Herkesle iyi geçinen o melek huylu kadının
komşularıyla bir anlaşmazlığı olacağını düşünemiyorum; daha derinlere daldığım
zaman benim üst kat komşularım gibi laftan sözden anlamaz bir komşusu olduğunu
da hatırlamıyorum doğrusu. Üst kattaki yeni kiracılar ki geçen ilkbaharda
taşındıklarına göre artık yeni de sayılmazlar, gece ikiye üçe kadar
uyumuyorlar, haftanın üç dört günü kalabalık misafirleri oluyor ve gece bir
buçuk ikiye doğru bu misafirleri gürültü patırtıyla yolcularken onlar, ben
sıçrayarak uyanıyorum. Şimdi de yere düşen ağır bir cismin sesine benzeyen bir
sesle sıçrayarak uyandım ve uyuyamıyorum. Bu arada Halamı hatırlamayı
sürdürüyorum. O uykusu gelsin diye çoraplar örerdi. Örerken ara ara uyurdu ve
bu uykunun onu dinlendirdiğini söylerdi. Ne güzel motifleri vardı o çorapların,
ne güzel renkleri vardı. Bir ara duvarlara astığım turunculu yeşilli o
çoraplardan bazılarını üniversiteye giderken de giymiştim. Yeşil ve turuncu,
yeşil ve turuncuydu Halamın renkleri, bir portakal ağacı dalının renkleri
yani... Şimdi çok göze batabilir bu renkler bir çorapta, ama o zamanlar otantik
giyimler modaydı. Halam da İstanbul’un göbeğinde yaşarken otantik giyimini
koruma konusunda fazlasıyla hassasiyet gösterirdi. Oyalı tülbentleri mesela,
kat kat etekleri, kınalı saçları, kınalı elleri... Üst üste kaç kat giyinirdi
bilmem; şunu iyi biliyorum ki çok üşürdü rahmetli, yazın bile çorapsız
terliksiz dolaşmazdı.. Benim gibi. Ya da ben onun gibiyim. Kendimi bildim
bileli Halama benzetilmeye alışkınım ve bu benzetilmeye karşı bir tepki
göstermeye de...
Halamın ona benzetildiğim yıllardaki yaşına
yaklaştıkça, bu benzerliğe aklım yatmaya başladı. Mesela Halam rahmetli
sohbet etmeyi severdi. Sohbet sırasında
sözü ele geçirip de bir hikaye anlatırken küçük hikaye sokaklarına da dalardı
ama bu küçük sokakları canla başla tasvir ederken ana hikayeyi asla ihmal
etmezdi ve her zaman ustalıkla dönüş yolunu bulduğu için dinleyenleri sıkmazdı.
Ben de seviyorum uzun uzun sohbet etmeyi ve bir de bakıyorum ki söz sırasını
ele geçirmişken gereğinden çok konuşmuşum, gereğinden çok açmışım kendimi, karşımdaki can kulağıyla dinliyor diye ona
bunu borçlanmışım gibi bir duyguyla. Halam da tabii uzun uzun konuşurdu ama içi
dışı bir değildi onun. Bazı cümleleri içine atarak, bazı soruları duymazdan
gelerek öyle çok, öyle etraflı konuşurdu ki, bugün konuşmanın, bu asal iletişim
biçiminin dışındaki herhangi bir eylemiyle gözlerinin önünde canlandıramaz onu
kimse diye düşünüyorum. Biteviye anlatıp durduğu pek çok şey bazen bir tefrika
gibi kuşatırdı günlerimizi, bu tefrikaların önemli bir kısmı vefatıyla yarıda
kaldı yazık ki. Belki bir teselli olabilir bu: Akrabalarımızdan saygın,
sahasında uluslar arası başarılar göstermiş bir profesörün zannedersem
doçentlik tezini hazırlamak için onun konuşmalarını gizlice kasete ya da
kasetlere çektirdiğini duymuştum. O kasetlerin çözüldüğü metinlere henüz
ulaşabilmiş değilim ama yazılmış, kağıda dökülmüş değil mi; gerekirse
ulaşılabilir günün birinde... (…)
HİÇBİR YERE AİT OLMAYAN KENT
CİHAN
AKTAŞ
Bursa,
Katırlı Dağları eteklerinde yapılmış TOKİ konutlarını gösteren fotoğraflar
dolaşıyor sosyal medyada. Düz bir alanda 10-12 katlı sayısız apartman,
birbirine kenetlenmiş halde, göğe uzanıyor. Kafa karıştıran bir görüntüsü var
doğrusu, niye orada olduklarına bir cevap bulamıyoruz. Arkada görünen tek tük
evler bir köyün yutulduğunu veya yutulmak üzere olduğunu gösteriyor. Bina ormanı
bir hayli kalabalık bir nüfusun haberini veriyor. Kim yaşayacak bu
apartmanlarda, tahmin etmek zor. Başını sokacak bir ev sahibi olmaya çalışan
insanlar, bu beldeyi hangi sebeple tercih edebilir? Hava güzel, ortalık yeşil,
koyunlar bile var. Ama bakalım ileride koyun sürüsü otlayacak arazi bulacak mı
buralarda? Beri taraftan, seçilen proje tipinin bu araziye hangi açıdan uygun
olduğunu da anlamakta zorluk çekiyoruz. Arazi o denli geniş olduğu halde
bloklar arasındaki mesafe bir hayli dar tutulmuş.
Van’ın
Gevaş ilçesinde bulunan Selçuklu eseri Halime Hatun Kümbeti’nin arkasına yerel
yönetim tarafında yaptırılan 7 katlı yurt binası için niye o arazi ve proje
seçilmişti, onu da anlayamamıştık Yurt yaptırmak hayırlı bir iş, ama başka bir
arsa bulunamaz mıydı? 7 katlı bina, 700 yıllık kümbeti önemsiz kılan bir
iddiayla kapatmaya çalışıyor; nereden bakarsanız bakın. Herhangi bir bina
bağlamlar gözetilmediğinde işte bu şekilde küçük düşebilir, ne kadar görkemli
yapılırsa yapılsın.
Katırlı
Dağı sitesi aklıma, Konrad Kastner’in Katedral (2014) filmini de getirdi: https://vimeo.com/143000225
Kastner
bu belgeselde inşaat için mimari ile rant mimarisi arasındaki bağı, Ordos şehri
üzerinden kurcalıyor. Küreselleşmenin katedrallerinden biridir, Çin
Moğalistan’ında bir şehir olan Ordos. Yaklaşık 2 milyon nüfus için planlanmışsa
da orada kimse yaşamıyor. Spekülatörler, sürekli yükselen bir yatırım değeri
varmış gibi büyümeyi sürdüren inşaat alanlarına ihtiyaç duyuyorlar. Tuhaf belki
ama akla Babil Kulesi geliyor. Birbirini anlamayan milyonlar sürekli çatışırken
süren yıkım ve imarın sesleri, bir şeyleri örtüyor, dağıtıyor, ayrıştırıp
yalıtıyor.
Çin,
küreselleşmenin ufkunda parlayan yıldız, geniş nüfusunu Mao dönemi disipliniyle
sert bir kalkınma hamlesi için seferber ederken, acımasız yöntemlere
başvurmaktan kaçınmıyor. İnsanı hesaba katmayan büyümenin bir parçası, inşaat
için mimari. Bu tür mimarlık anlayışının nihai planda Sovyetik “işçi sınıfı
için mimari” siyasetiyle buluşması normal değil mi?
***
Küreselleşmenin
“hiçbir yere ait olmayan kenti”, Batı medeniyetine özgü mimarlık krizlerinin
ulaştığı yeni bir aşamayı haber veriyor.
Batı
medeniyetine özgü mimarlığın yaşadığı üçüncü kriz, “projeci mimarlık” nedeniyle
ortaya çıkmıştır. Bu krizlerden ilki, coğrafi keşifleri takiben “diğer dünya”
ile yüz yüze gelince kendi kesin ölçüleri konusunda yaşanan kuşkulardan
kaynaklanıyordu. Bunu telafi için ise ortaya çıkan boşluğa önce “sanat”
dediler, sonra da “ütopya.” Gelgelelim kırılgan sanat kavramı devlet desteğine
rağmen kendi kendine yeterli olamadığı için mimarlar, artık biricik ve
vazgeçilmez sayılmayan muteber bir kaynağa, Vitrivius’un Mimari Üzerine On Kitap’ına
başvurmaya devam ediyorlardı. (M.Ö. I. yüzyılda yaşamış bir mimar, mühendis
olan Vitrivius’un bu eseri, ölçüler ve estetik alanında temel bir başvuru
kaynağıydı). Derken, sanat kavramı bir başına ihtiyaca karşılık gelmediği için
ütopya devreye sokuldu: Ütopya; sözcüğün düz anlamıyla “hiçbir yerin yeri.”
Ütopyanın yerleşimi için sanat kapı dışarı edilmeliydi. Bu şekilde yaşanan
ikinci krizin ardından “sanat olarak mimari” yerini “inşaat olarak mimari”ye
terk etti.
Mimarinin
bir mecburiyetle ütopya adına sanatsal yönünden arındırılarak inşaat
mühendisliğine dönüşmesi, krizin aşılmasını sağlayamadı. Böylelikle, sanat ve
mimariyi bir zamanlar olduğu şekilde özdeşleştirme eğilimleri, kayıp özneyi
geri çağırmaya dönük arayışlarla beraber, sonuncu krizden çıkma çabasını
yansıtıyor. “İnşaat olarak Mimari”ye karşı 1970’lerde tepki olarak
postmodernizmin aniden serpilmesi, krizin aşıldığı anlamına gelmiyor henüz.
Mimarinin
Çözünmesi (1975) kitabının
müellifi İsozaki benzeri bir krizin Japonya’da asla yaşanmadığını hatırlatıyor:
Japonya’da bir bina asla modern inancı yansıtacak şekilde salt proje olarak
kabul görmemiştir.
Japonya
bir mimari kriz yaşamadıysa, Türkiye niye yaşamaya devam ediyor? Bunun cevabı
herhalde “aradalık” kavramında aranmalı. Japonya bir adalar ülkesi, Türkiye ise
büyük göçlerin dalgalarına açık, bu arada sürekli kendine uygun bulduğu
sıfatlarla sorgulanan, bu sıfatları ispatlaması beklenen bir ülke.
Sayısız
sebeple acele ediyoruz: Korkularımız var. Göç alıyor, göçe zorlanıyoruz. Harf
darbesi yaşadık. Korkularımız, bağlamlara önem vermediğimiz için de birikiyor
olamaz mı? İhtişamlı ve “çılgın” projeler için ayrılan bütçenin sadece bir
kısmıyla çevreyi dikkate alan bir mimarlık ve şehircilik üslubuna destek
verilebilirdi. Gerçek ihtiyaçların Batı’nın aşmaya çalıştığı “inşaat olarak
mimari” anlayışıyla örtbas edilmesinin örnekleri, zaman zaman siyasal aktörler
tarafından da eleştiriliyor.
***
Konut
ve ulaşım ihtiyacı henüz önemini koruyorken yüce bir zirve bakışıyla estetik
eleştirilerine girmeyi tercih etmiyorum aslında. Refahiye’de gözlemlediğim gibi
estetik açıdan göze hoş gelen projeler de gerçekleştiriyor TOKİ. Ancak, bu
projede bile bir çevre bağlantısı problemi var. Bir tarafta yüzlerce yıldan
beri kendine has bir üslupla gelişen bir kasaba, diğer tarafta ise bu kasabanın
birikimi ile hiç ilgisi olmayan bir TOKİ yerleşkesi…
Katırlı
konutları kabaca 70 bine yakın “dar gelirli” bir nüfus için tasarlandı. Oysa
hemen yakında bulunan Gürsu ilçesinin nüfusu 50 bin civarında. Tarıma uygun
araziler oluşturabilecek bir teknolojiye sahip değiliz, Anadolu’yu gezip gördüğüm
kadarıyla. Öyleyse, birinci sınıf tarım arazilerine, hiç de çevre faktörü
önemsenmeden küçük şehirler kurmak nasıl bir zorunlulukla ilgili olabilir?
İnternette araştırma yaptığımda, Bursa’nın imara açılan tarım arazileri
konusunda sayısız istismar haberine rastladım. Bu kadar önemli bir konunun
birkaç hatırlı kişinin insafına terk edildiğine dair örneklerin göz önündeki
sonuçları, bir an önce aklımızı başımıza almamız gerektiğini gösteriyor.
Hatırlı tanıdıklar kanalıyla sadece birinci sınıf tarım alanları için değil,
sit alanları için de imar izni alınması keyfiliği artık son bulmalı. Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı bütün ülkede birinci sınıf tarım ve sit alanlarının inşaat
sektörü ve fabrika atıkları tarafından işgaline ciddiyetle eğilmeli.
Tarıma
ihtiyacımız olmayabilirmiş gibi bir telakkiye savrulduk son yıllarda. Bahçeler
siteye dönüşürken, bahçe işçileri de inşaatlarda çalışıyor. Henüz Ordos’larımız
yok bizim, ama bu gidişle herhalde olacak.
Dünya Bülteni, 26 Eylül 2016
KÜLTÜR
MEKÂNLARI YA DA ORA AVM
CİHAN
AKTAŞ
Fiziki çevrenin çok çabuk değişebildiği bir dönemde şahitlik niyeti
sergileyen eserler giderek daha bir önem kazanıyor. Köksal Alver ile Duran
Boz’un hazırladığı “Mekân Hikayeleri” bu açıdan öngörülü bir çalışma. (İz,
2017) 567 sayfalık kitap, hatıralarda yaşayan veya hâlâ faal olan hatırı
sayılır kültür mekanlarını unutulmaz kılan sebepleri açma amacını gözetiyor.
Hacı Bayram Camii avlusu, Arif Ay’ın “Kızılay’da Turtes Pasajı’nda 16
metrekare var yok” diye tarif ettiği Saatçı Musa’nın dükkanı, Ahmet Özalp’ın
Akabe Kitabevi üzerinden tasvir ettiği çatışma yıllarının kitap ortak
paydasında sağladığı söyleşi uzamı, Seyfettin Ünlü’nün benim de macerasına bir köşesinden dahil
olduğum o coşkulu akışı konu alan “Mekânın Mavera’sı…”Böylece yazıp giderek
tamamlanacak sayfa, muhtevalı bir
çalışma sözünü ettiğim. Alver ve Boz’un “Önsöz”de izah ettiği gibi, seçilen
mekânlar arasında kitapevleri, dergi büroları, yazar büroları, ofisler, esnaf dükkanları,
sahaflar, kütüphaneler, kahvehaneler, çayevleri, pasajlar, çarşılar, camiler,
meydanlar, okullar yer alıyor. Ve bütün bu mekânların odağında da yazı, okuma
ve entelektüel faaliyetler öne çıkıyor. Bir mevcudiyet gösterdikten sonra
kapanan kültür mekânları, söyleşi ve muhabbetlerin gelişmesini sağlaması, muhit
kurup camia oluşturması hasebiyle yaşamaya devam ediyorlar. Bu çalışmanın bize
hatırlattığı önemli gerçeklik, bütün mekanları düz bir mantıkla yenilik adına
silip süpüren sıhhileştirme ve mutenalaştırma projelerinin muhit oluşturan
mekanlardan yoksun bırakmasının sebep olacağı unutma kolaylığı.
Kitap merkezli sohbet mekanları bir muhit oluşturmayı başardıkları için
geleceğe iz bırakıyorlar.
Hüseyin Su’nun “Mekân Bilinci” başlıklı yazısında da altı çiziliyor
muhit oluşturan mekânların değerleri geleceğe aktarmadaki önemli payının. Su,
Nuri Pakdil’in ve bir dergi olarak Edebiyat’ın, “merkez insan”larımızdan diye
nitelediği Atasoy Müftüoğülu’nun bürolarını, bu büroların Türkiye’nin kırk elli
yıllık tarihindeki etki ve işlevlerini açıyor yazısında.
“Marşlar, siyasi analizler, tartışmalar, yorumlar…” Ali Ayçil’in yazısı
Erzincan’daki Metinler Pasajı’nın “Hüzünlü Ova”ya kattığı umudu hatırlatıyor.
Şahin Torun, Sahaf Nizamettin”in Erzurum’da, Saraybosna Caddesi üzerindeki
“İnşirah Kitabevi’ni canlandırıyor gözlerimizin önünde tasvirleriyle;
oradaydım, yine olabilirdim, diye doluyor gözlerim. Ahmet Özalp, Celal Ceran,
Seyfettin Ünlü, Akif Hasan Kaya, Musa Bakırcı, Ali Emre, Hamdi Akyol, Abdullah
Kasay, uğradığım, sohbetlerine katıldığım, uğramaya devam ettiğim mekanları
yazmışlar.
Kitaptaki öteki mekan yazıları da birbirinden kıymetli, ne yazık ki tek
tek değinecek yerden mahrumuz.
“Mekân Hikayeleri”ni okurken, kapansa bile yaşayan, yaşayan
ve bir umut oluşturmaya devam eden binalar, salonlar ve dükkanlar, kitapevi
ortamları canlandı gözlerimin önünde. Kültürün mekanları,
toplumu dalgalandıran söylemleri geliştiren salonlar, zamanla fiziki olarak yok
edilseler de oluşturdukları anlam farklı mekanlarda gelişmeyi sürdürüyor.
Bu mekan varlığının karşısında yer alan bir örnek ise ORA AVM’nin
hikayesinde devam ediyor. Son yılların
en büyük batığı olarak anılıyor proje; ölü bir mekanlar toplamı. Bilirkişi raporlarına göre dev AVM, Ziraat
Bankası’nın verdiği 270 Milyon Euro kredi de dahil 685 milyon Euro borçla
battı.
Esenler’in sınırlarında,
Bayrampaşa’da, otogarın üst taraflarında geniş bir araziye sahip olan Ferhat
Paşa Çiftliği’nin önemli bir parçası üzerine inşa edildi ORA AVM. Aynı zamanda eğlence merkezi olarak
tasarlanmıştı.
Ferhat Paşa Çiftliği, çevre köylerde yaşayanlar için 1900’lü yılların
sonlarına kadar bir hayat tarzı modeli sergiliyordu. O
dönem havalide bu çiftlik ve bünyesindeki köşkün yaydığı imgeler açısından
bakıldığında, bir burjuvazi oluşumu hedefinden söz edilebilir.
Semtin
kadim sakinlerinden Ali Tezcan ilginç bir hatırasını aktarıyor: Yan
komşularının ortaokul çağındaki kızı, İngilizce dersi ödevi doğrultusunda
Avrupalı bir öğrenciyle mektuplaşıyordu. Bir seferinde çiftliğin fotoğrafını
çekip mektuplaştığı çocuğa gönderdi komşu kızı, “Ben işte bu çiftlikte
yaşıyorum” diye. Yeşilçam filmlerinin hikayeleri o kadar da gerçeklerden kopuk
değil.
Esenler’in
Dörtyol tarafında komşusu olan çiftliğin arazisi o kadar genişti ki semt halkı
belli yerlere ulaşmak için, mahrem sayılan merkez bölgeye girmeksizin bir
kenarından geçmeye mecbur kalıyordu. Geniş arazi şehirde yaşanan hareketlenme
karşısında bütünlüğünü koruyacak amaç ve programdan yoksun görünüyordu. Derken
otoban çiftliğin içinden geçirildi. Çeşitli parselleri mirasçılar
tarafından okul, hastane gibi kamusal mekanlar için bağışlandı. 2008’de
yapımına başlanan ve önemli bir bölümünde kapalı gösteri merkezi, temalı park,
otel, outlet, fuar ve sergi alanları içeren ORA AVM, projesinde hava durumunun hesaba katılmaması,
ulaşım sorunu ve yanlış bir zamanda açılması gibi nedenlerle rağbet
görmediğinden 2011’de iflasını duyurdu.
Google Maps’e göre
Esenler Metro Durağı’ndan hareketle birkaç dakika içinde ulaşabiliyorsunuz
ORA’ya. Ama gerçekler farklı. ORA’ya giden bir yol bulamıyor, dönüp
duruyorsunuz havalide uzun zaman.
Esenler’in yerinde bulunan
köyler ve Ferhat Paşa Çiftliği arasında kurulamayan tabii bağ, yeni Esenler ve ORA arasında
da kurulamadı. Bunca büyük projenin son derece önemli hususlar ihmal edilerek
hayata geçirilmesine anlam vermek bir hayli zor.
Devasa ve hayatın pek çok birimini kapsama iddiasındaki
tüketim ve oyalanma mekanları, etrafındaki insan unsurunu ve oturduğu zeminin
tabiatını hesaba katmadığı ölçüde ıssızlığa mahkum oluyor.
Buna
karşılık sözün tarihi tarafından tescillenerek var oluşunu sürdürüyor,
insanları bir araya getiren kitap merkezli sohbet mekanları.
Haberiyat,
19 Temmuz 2017
MÜLTECİ
KADIN: ERTELENMİŞ YASLAR
CİHAN
AKTAŞ
Romanlarda okuduğumuz, filmlerde seyrettiğimiz olaylar bazen çok
daha sarsıcı hikayelerle karşımıza çıkabiliyor. Göç, hicret, mültecilik, her
zaman geçerli olmakla birlikte ulus devlet yapısı üzerinden yeni veçheler
kazanan olgular. Mülteci, pek azını fark
ettiğimiz güçlüklerle dolu hayatların zorunlu öznesi. Çoğu zaman birden maruz
kalınıyor ilticaya. Bazen ölümü göze alarak yollara düşmenin gerisinde nasıl
bir felakettir başa gelen? Göç yollarına
düşmenin sayısız çeşidi var; bir türlü gidememenin de. En zor olanı, sevdiklerini geride bir meçhul
hal içinde bırakarak yollara düşmek olsa gerek.
Kişiliğini bütünleyen alışkanlıklarına yer bulamadığın yeni hayatında
kendini yeni baştan tanımak ve ifade etmek zorundasın. Dil bilmiyorsan
çocuklaşman gerekir, oysa hayatta kalmak için yetişkinliğine tutunmalısın.
Bir kadın için daha mı zordur bu yeniden çocuklaşma evresi?
Alıştığı ne varsa mahrum kalabilir, ailesine gösterdiği ihtimamla ilgili
sistemin dışında “dişi kuş” olmanın yeni kurallarını öğrenirken
yalpalayabilir. Yarım bırakılan her şey
geleceğe dönük bakışa da bir kırılma halinde yansır. Kırgındır, evet, ama
teselliyi kimden bekleyebilir ki? Sevdiklerinin bir kısmı kim bilir nerede ve
terk edilen ocağın harabeye döndüğünü gösteriyor haberler. Ailenin erkeğin
gündelik ihtiyaçlarını karşılamak için oluşturulmuş bir düzenek olduğunu
söylemişti Aristoteles. Bana ise aile, kadının çocuklarını babalarıyla birlikte
en içine yatacak şekilde büyüteceği bir sistem olarak görünüyor. Anlatacağım
hikayede önce babasını yitirdi genç kız, ardından evini ve şehrini terk etti,
annesi ve kardeşleriyle birlikte. Suriye’de yıllardır süren büyük zulmün
çeşitli aşamalarında vakayı adiye haline gelen vakalar bunlar ve kuşkusuz,
ayrıntılara daldığınızda normal hayatınıza dönmeye mecaliniz kalmıyor.
Kafileler halinde geliyorlar. İnsanlık hallerinin istisnası yok;
bebek de var aralarında engelliler de. Başlıca amaç hayata tutunmak olduğunda,
geride kalanlar birer kötü hatıraya dönüşüyor. Oturup dinlediğinizde
şaşırıyorsunuz: Her şeye rağmen nasıl kahve yapıp ikram edebiliyor size?
Gülümsemesi sağlık belirtisi olabilir mi?
Bir kampa, mültecileri ziyarete gitmiştim. Çok çocuklu temiz pak
ailenin çadırını uygun gördü yöneticiler. Kapının önünde irili ufaklı sayısız
ayakkabı vardı. Karşı taraftaki çadır da aynı aileye aitmiş; evin büyük oğlunu
bir yıl kadar önce evlendirmişler. Bu çadırların içinde paravanlarla küçük
odacıklar oluşturuluyor. Biz onunla küçük bölmelerden birinde konuştuk. Saz
benizli, duru bakışlı, ince uzun bir genç kız Z. Türkçesi hiç fena değil, bazen
Arapça bir kelime de katıyor, ama rahatlıkla anlaşıyoruz. Yaşadıklarını zaman zaman başkasının başına
gelmiş gibi soğukkanlılıkla anlatıyor. Kamptakilerin hemen hepsi aynı felaket
yüzünden yollara düşmedi mi zaten…
Daha yirmi yaşında; anlattıkları üç yıl önce başına geldi.
Halep’in bir köyünde, dar gelirli ama mutlu bir ailenin on çocuğundan biri
olarak açtı gözlerini dünyaya. Babası L. beyaz eşya tamircisiydi. Köylerinde mütevazı ve mutlu bir hayat
sürdürüyorken birden baskınlar başladı. Endişelenen L. kız çocuklarını etraftaki
güvenli köylerden aktarma yoluyla Halep’te yaşayan dayılarının evine gönderdi.
“Bir kurşunla ölmenize katlanırım, ama namusumuza zarar gelirse ona katlanamam”
diyordu. “Bana bir şey olursa kızlarımın başına ne gelir?” endişesiyle de
birkaç ay öncesinde olmadığı kadar yaşça büyük kızlarına gelen evlilik
tekliflerini değerlendirmeye açık görünüyordu.
Z. Halep’te dayısının yanında yaşarken tanıştığı bir ailenin
oğlu onunla evlenmek istedi. Yaşının küçük olduğunu düşünüyordu, olumsuz cevap
verdi. Bir süre sonra köylerine döndüklerinde babası bu konuyu ona açtı. Halepli gencin ailesini
araştırmış ve iyi izlenimler edinmişti. Gönlü bu evliliğin gerçekleşmesinden
yanaydı. “Namusuna sahip çıkacak bir aileye benziyor” diye belirtti. Adeta
öleceğini biliyormuş gibi konuşuyordu, diye anlatmayı sürdürdü Z. Ailesiyle
ilgili olarak gözü arkada kalmasın diye yapılması gerekenleri düşünüp, çareler
araştırıyordu.
Vakit dar, şartlar ağırdı oysa. Bir o taraftan geliyordu
askerler bir bu taraftan. Sonuncu kez Esed güçleri köye girdiğinde, arkadaşları
L.’yi birlikte kaçmaya çağırdılar. Ancak o ailesini korumak için kaldı. Bir
odaya saklandılar. L. kapıyı kilitleyip önüne elbise dolabını çekti: ne nahif
ve acıklı bir korunma çabası… Kurşun sesleri arasında Kur’an okurken hatırlıyor
babasını Z. , dualarını duyar gibi oluyor.
Nasıl bir kıyamet bu? Müslüman kimlikli saldırganlar yüzünden
çaresiz baba, “Yarabbi, kızlarımı, çocuklarımı benden sonra koru, onların
namuslarına halel gelmesin” diye yakarıyordu. Kur’an-ı Kerim’i semaya doğru
kaldırarak sürekli aynı duayı okuyordu. O sırada Baas güçleri kapının kilidini
kırmayı başardılar. İçeri girmek için dolabı itmeye çalışıyorlardı. Orada
yaşanan sahneyi öğrendiğim kadarıyla bile aktarmakta zorlanıyorum: Askerler
kapıdan girmeye çalışırken L., “namusuma zarar gelmesindense öldürürüm onu daha
iyi” diyerek, kızına yöneldi. Nasıl öldürecekti? Haklı olarak cinnet anlarının
ayrıntılarına girmek istemiyor Z. Babası
onu ölsün diye duvardan duvara çalarken askerlerin içeri girmek üzere olduğunu
fark etmiş; dolabı kenara çekerek kapıyı açmıştı. Nasıl kapıyı kilitlerdi,
hangi amaçla dolabı kapının arkasına yerleştirmişti? Şiddetli bir dayak ve
hakaret sağanağıyla dışarıya sürüklendi.
Anneleri şok geçirdiği halde kapıya doğru attı kendini. Çocuklar da tek vücut halinde peşinden
gittiler. Babalarını kurtarmanın yolu
var mıydı, nasıl bir çare umabilirlerdi? Ellerini ve ayaklarını öperek
askerlere yalvarmaya başladılar. Askerler, uzaklaşmadıkları takdirde onları da
öldüreceklerini söylediler. Babaları da uzaklaşmalarını istedi; kendilerini
kurtarmalıydılar.
Bu, Z.nin babasını sağlığında son görüşü oldu. Eve girerek
kapıyı kapattılar. Beş-altı saat kadar sürdü çatışma sesleri; babalarının ölümü
bu seslerin arasında ne zaman, nasıl karıştı, fark etmeleri imkânsızdı.
Küçükler baygın düşmüş annelerinin etrafını sarmış, perişan halde ağlıyorlardı.
Su yoktu evde, yemek yoktu.
Çatışma sesleri hafifleyip de sona erdiğinde aile fertleri evden
çıkıp L.’yi aramaya başladılar. Bir köylünün feryadı kulaklarına ulaştı Z.’nin:
“Allah kimseye L.’nin başına geldiği şekilde bir ölüm nasip etmesin!” Babası, evinin kapısını kapalı tutmaya
çalıştığı için rejim güçlerinin hışmına uğramıştı. Esed güçleri gitmiş, Özgür
Suriye Ordusu askerleri gelmişti. Z. ve
kardeşleri babalarının cesedini ararken, askerler önlerini kestiler ve
güvenlikleri için eve dönmelerini istediler. Z. terliklerini nerede çıkardı,
bilmiyordu. Tabanları acıdığı halde eve dönmek istemedi. Bir sapakta
kardeşlerinin arasından kaçtı ve cesetlerin bulunduğu sokağa ulaştı. Bir
battaniyeyle örtülmüş ceset yığını arasında babasını bulmaya çalıştı. Birileri
yardımcı oldu, birileri teselliye çalıştı. Giysilerinden tanıdı babasını; yüzü
ve vücudu tanınmaz haldeydi. Girdiği şok hali içinde ablasının yaşadığı köye
ulaştı, cenazeyi taşıyan kafileyle. Enişteleri L.’yi defnederken Z. ve kız kardeşleri Halep’te yaşayan
dayılarının yanına gittiler. Zamanın hızlandığı bir dönemdi. Yasa gömülü yaşanamazdı, evlenmek için kılı kırk
yarmadan karar vermek gerekirdi. Z., Halep’e daha önceki gelişinde kendisine
talip olan gençle evlendi.
Gelin gittiği aile bir hayli varlıklıydı; onun ailesi ise
kalabalık ve yardıma muhtaçtı. Çok geçmeden anlaşmazlıklar baş gösterdi ve
kocası Z.’ye, boşanmak istediğini bildirdi. Savaşla gelen olağanüstü halde
hiçbir sarsıcı karar layıkıyla sorgulanamıyordu; kendine acımayla
kaybedilemeyecek kadar da kıymetliydi zaman.
Halep şiddetli çatışmalara maruz kaldığında Z., annesi ve kardeşleriyle
Türkiye’ye yönelen mülteci dalgasına katıldı.
Kocası’nın Z.’yi uzun uzadıya düşünmeden boşaması ile babasının
kendisinden sonra “namusunun çiğneneceği” endişesi içinde öldürmeye çalışması
arasında nasıl da ürpertici bir bağ var! Üstelik Z.’nin tek örnek olmadığını
gösteren sayısız haber okuyoruz medyada.
Mazlum, korumasız, hayatla mücadele edemeyecek kadar zayıf düşürülmüş
kadınlar bir savaş sırasında akla gelebilecek en acıklı ve utanç verici hallere
terk edildiler. Fuhşa zorlandılar, sığınaklardan kaçarak kayboldular, kuma
konumunu kabullenmeleri dayatıldı. İzbe mekânlarda ayakta kalmaya ve kamplarda
hayata tutunmaya çalışıyor çoğunluğu.
Z., kamp yaşantısından bir hayli memnun. İleride şartlar müsait
olduğu takdirde bile Suriye’ye, köyüne geri dönmek istemiyor. Zor tecrübelerini, hayat karşısında pratik
bir bakış edinecek şekilde yorumluyor.
Gerçi “sahipsizlik” hâlâ en büyük endişesi. Babasının artık hayatta
olmadığı yerde bir gelecek hayal edemeyeceğini söylüyor hep. Kurduğu bir cümle,
kolaylıkla değişemeyen cahili telakkilerin kadınlar ve erkekler üzerinde
oluşturduğu bir baskının yıkıcı ve hepimize sorumluluk yükleyen sonuçları
üzerine düşündürüyor: “…çünkü bize sahip çıkacak babam yok artık, kötü
olmaktansa, Allah’tan, bizlerin canını bir an önce almasını diliyorum.”
Dünya
Bülteni, 4 Mart 2016
ŞEHRE ÇEKİ DÜZEN VEREN KADINLAR
CİHAN
AKTAŞ
Baştan savma bir şekilde “ev kadını” diye tabir edilen çoğu
kadının yılları, çocuk büyütmek ve ev idaresiyle geçer. Cadde ve sokak, çeşitli
adreslere ulaşmak için geçilen yerdir. Kapı önü, “hanım hanımcık” sıfatıyla
bağdaştırılmayıp dudak bükülen bir muhabbet alanıdır. Buna ilaveten Müslüman
toplumlarda, modernleşme ile birlikte mütedeyyin kadınların sokakla ilişkisinde
baş gösteren farklı bir uyumsuzluk dönemi var. Kadınları oldum olası sokakla
korkutan söylem Kemalizm kamusuyla yeni gerekçeler edinmiştir. Mesela 2006’da
Danıştay 2. Dairesi’nin başörtülü bir ana okul müdürünün görevden alınmasını
haklı bulması, sokakların dahi kamusal alan sayılması gerektiği iddiasıyla
savunulmuştu, yasaktan yana olan kesimlerde.
Devlet ideolojisinin belirlediği ölçülere uymadığı takdirde
sokakta görünmemesi istenen kadınlar, anneleri tarafından da sokaktan
korkutulurlardı. Gerçi Avrupai normlarla yeni inşa edilen kamusal alan gibi,
cadde ve sokaklar da bütün kadınlar için tehlikeliydi, Necip Fazıl’a göre.
“Kadını kurtarınız, kadını eve döndürünüz” diye yazıyordu 1940’ların Büyük
Doğu’larında. 1990’larda dahi bazı “muhafazakar” gazetelerde, kadınları, fitne
sebebi olmamak için sokaklardan uzak durmaya çağıran yazılar yayımlanırdı. Örf ve adet uyarınca da sokak, tehlikelere
gebeydi genç kızlar için.
Tahsilli ve çalışan kadınların görece edindiği muhafazalara
karşılık, ev kadınları için “agorafobi” hayli yaygın bir korunma tepkisi.
Agorafobi, şehrin kamusal alanının kodlarını çözümlemek açısından da açıklayıcı
güçlü bir tepki. Sennett “Ten ve Taş”da anlatır: İstanbul’un antik kökeninde
vardır, kadınları agoraya layık bulmayıp, evlerin ücra odalarına kapatmaya sevk
eden gerekçeler.
Fakat hayat da her zaman haklı çıkar. Yetmiş yedi yaşında bir
nine olan Senuber Mehdur’u,Tahran’ın Yaftabad semtinde, bir ana caddenin kaldırımına oturmuş resim
yaparken gösteren fotoğrafı gördüğümde, böyle düşünmüştüm.
Tahran’ın güneyine
doğru inen semtlerde evler küçülür, bahçeler azalırken sokaklar da daralır.
Yaftabat semrinde yaşayan Senuber Hanım caddenin bir kıyısına seriyor resim
sofrasını. Bu mesainin sebebi sadece ekonomik değil, evdeki yalnızlıktan da
yorulmuş yaşlı kadın. Çocuklara yönelik resimler yapıyorsa da büyük küçük,
herkesi meraklandırıyor desenleri. Çocuksu bir neşeyle, doğaçlama, önerilere
açık kalarak ve yine çocukluk çizgilerine geri dönerek çalışıyor
resimlerini. Şehrin nispeten tutucu
sayılan bir kesiminde bir nine resim sofrası kurmuş, geleni geçeni buyur
ediyor.
Bu göz kamaştıran sahnenin arka
planında, onu kaldırımda resim tezgahı açmaya zorlayan katı hayat şartları
olabilir tabii. Çizgi ve desenlerle dışa vurduğu zengin iç dünyası, sevimli
iletişim becerisiyle, kadının sokağa düşmesine ilişkin en yaygın klişeleri ve
çirkin yargıları ters yüz ediyor Senuber Hanım.
Adını bilmediğim Zazaca türkü
söyleyen kadını ise bir gece Karaköy’de, vapuru beklemek için salona doğru
giderken gördüm. Şaşırtıcı bir
sükunetle, evinin bir odasınaymış gibi yerleşmişti mindere ve acıklı bir türkü
söylüyordu. Onu bu denli sakin gösteren, türküyü söylerken aynı zamanda örgü
örmesiydi. Saat gecenin on biriydi ve herhalde Anadolu kökenli ve belki varoş
tecrübesine sahip orta yaşlı bir kadın, örgüsünün şişlerine tutunarak, iskeleyi
kendi oturma odasına dönüştürmüştü. Duvarsız oturma odası, yolcu salonuna girip
çıkanların oluşturduğu bir ilgiyle çevriliydi.
Mizansene benzetemediğim tabii sahnenin arka planını merak ettim
doğrusu. Kürtçe’ye benzettim türküsünü, ama emin olamadım; daha farklı geldi. Söylemeye ara verdiğinde yanına yaklaşıp
sordum. Zazaca’ymış. O da bana son vapurun saat kaçta olduğunu sordu. Öğrenip
söyledim. Son vapurla Pendik taraflarına dönecek. “Ev hanımı” ifadeli bir
kadın, sesinin ve yüreğinin hüneriyle gecenin bu vaktine ve iskelenin bu
köşesine ekmek parası adına el koyuyor. Örgü yumağı ve şişlerin aşina ifadesi
bir koruma duvarı oluşturuyor orada. Sanatçının sesindeki acı tonu, zaman ve
mekana dair bildiklerimizin sırasını şaşırtıyor zaten. Türkünün kelimelerini
bilmesek de akışına ayak uyduruyor yüreğimiz ve gönülden alkışlayarak
ayrılıyoruz yanından.
Benzeri alkışlar Mustafa Çiftçi’nin
Adem’in Kekliği ve Chopin kitabında yer alan Diyeşet isimli öyküsünün kahramanı
Cemiyet Yenge’yi düşündüğümde de yükseliyor gönlümden. Sırf bu öyküsü bile tek başına Çiftçi’yi öykümüzün
Çehov’u olarak adlandırmaya kafi gelebilir.
Gelecek güvencesini önemsemeyen bir işçi olan Hamit’in ölümünden
bir süre sonra, gururlu ve gayretli
karısı Cemiyet yenge ekmek parasına muhtaç bir hâle düşer. Biraz “el” kızı,
çünkü “yenge” diye çağırıyoruz, dolayısıyla aramızda henüz kuşkulu bir mesafe
var. Ama ne oldu? Öykü ilerlerken kendi aile fertlerimizden birine
dönüştü. Helal kazancın yollarında
ilerleme çabasında yüreğimiz onunla birlikte sıkışıyor. Bu bir küreselleşme
öyküsü değil, Yozgatlı bir “ev kadını”nın haysiyetiyle ayakta kalma mücadelesi.
Cenaze yıkamaya başladı Cemiyet Yenge sırf ele güne muhtaç olmamak için, yas
ortamlarında “diyeşet” yani “ağıt” okumayı öğrendi. Kıskanç nazarlara ince
siyasetleriyle dayandığı halde,
yüreğinin yatmadığı adamlara yakıştırılmanın dedikoduları yüzünden
evlere diyeşet okumaya çağrılmaz oldu. Sonuçta dar bir çevrede yaşıyor ve
Ankara’dan da beklediği hastane gasilhanesi işine ilişkin hayırlı haber
gelmiyordu. Ona layık bulunan talibe razı olmadı, gitti evlilik teklif etti,
karısını yitirmiş “efendi, omzu geniş, ceketi ağır” taksici Tacettin’e. Evini
gariplere verip onun evine taşınma şartını da koştu, evlilik teklifinin yanı
sıra.
Şehrin muaşeretini şaşırtan kadınlar, bu hakkı helal lokmadan
alıyorlar önce, sonra da rıza kavramından.
Evleri eski yaşadıkları evler değil ve televizyon karşısında aylak bir
hayata razı olmuyorlar, kaldı ki tuzlarının kuru olduğu söylenemez. Birçok
açıdan dışında tutuldukları cadde ve sokakları yeniden düzene sokan bir
faaliyete dönüştürüyorlar dağarcıklarındaki sesleri, sözleri, renkleri. En çok
yirmi sene önce “o saatte, orada” görüldüklerinde yanlış yerde durdukları
düşünülürdü. Cemiyet Yenge’yi biraz ayrı tutmak gerekir, üç kadın arasında.
Taşrada dar bir çevrede, nispeten genç dul bir kadının yapabileceği kadar koştu
rızkının peşinde o; kendini geliştirme çabası da aynı dar çevrede mümkün
olabilirdi. Mecburen gasılhanede çalıştı, mecburen ağıt (diyeşet) okudu evlerde
ve hep daha iyi bir haber için bekledi. Öyle ya, bir de “yenge” diye
çağırıyoruz: bir fark ortaya koyacaksa, her zaman yabancıya özgü ihtiyatlı bir
ataklıkla gerçekleştirebilirdi bunu.
Gerçek Hayat, 26 Eylül 2016
TUTKU, TEMELLÜKÜ
HAKLI KILAR MI?
CİHAN
AKTAŞ
Metin
Erksan, sinemamızda toplumsal gerçekçiliğin öncüsü bir yönetmen olarak anılır
sıklıkla.
Yılanların Öcü ve Susuz Yaz
bu bağlamda ilk akla gelen filmleri. Suyun ve toprağın mülkiyetini, kullanım
hakkını tartışması, bunu da dönemin Mahmut Makal ve Fakir Baykurt gibi popüler
toplumcu yazarların diline göre bir hayli farklı, sarsıcı bir dille
gerçekleştirmesi, fikir ve duygu dünyasının zenginliğini ortaya koyuyor.
Erksan, film platosunu bir bakıma hayatın temel sorularının irdelendiği bir
atölye gibi görmüştür. Bu atölyede
istediği gibi çalışamadığı zaman ise başka bir bağlamda sinema üzerinden
düşünmeyi sürdürmüştür.
O
dönemde Türk sinemasında nadir görülen yönetmen sineması olgusunu gündeme
getirir onun filmlerindeki tematik bütünlük ve karakter özellikleri. Ahmet
Hamdi Tanpınar’la Halide Edip’ten dersler almış. Türk sinemasında tamamen
yasaklanan ilk film olan Karanlık Dünya’nın
(1952) senaryosunu Bedri Rahmi Eyüpoğlu ile birlikte yazmış.
Edebiyattan,
felsefeden ve tarihten beslenmeyi sinemasına öncelediği de en verimli çağında
film yapmak için gösterdiği titizlikten anlaşılabilir.
Sinemaya
başladığı tarihlerde sinema faaliyeti sistem dışı bir dil ve söylemle neredeyse
imkansızken, daha ilk filmiyle kendi arayışının bedellerini ödemeye başlamasını
hatırlamadan konuşamayız Erksan üzerine. Aşık Veysel’in hayatını konu alan ilk
filmi Karanlık Dünya “tarlalardaki buğdayların clız görüntüsü,
köylü kadınların ayaklarında ayakkabı olmaması, Veysel’in gözlerinin çiçek
hastalığı yüzünden kör olması” gibi sebeplerle sansüre maruz kaldı. Bu
sebeplerin ülkemizi dünyaya karşı küçük düşüreceği savunuluyordu. Karanlık Dünya daha sonra yapımcının
sansür sebebi sahnelere müdahalesiyle değiştirilerek gösterime girdi.
Erksan
sineması denildiğinde akla gelen sayısız film var, “yüzyılındaki yalnız
yolculuğu”na rağmen. Sokak ve kadın ilişkisini değişen kamusallığın bilinciyle
işlediği Şoför Nebahat (1960), Acı Hayat (1962), Susuz Yaz (1964), Sevmek
Zamanı (1965) ve Kuyu (1968)… En çok sevdiği filmi, Dokuz Dağın Efsanesi (1959)
ile aynı yıl gösterime giren Hicran
Yarası’nın biricik kaydı, 1973’te DGSA’ya ait Fındıklı’daki arşiv binasında
çıkan yangında yok olur. Erksan’ın çeşitli Yeşilçam klişelerinin toplandığı ve
Hint sineması etkisi hissedilen bu filmini niye sevdiği, bir soru olarak hep
hatırlardadır.
Suyu
sahiplenebileceğini, insanı mülk gibi görebileceğini mi sanıyorsun yoksa? Aşkı
veya âşıkın yüreğini temellük etmeye hakkın olduğunu mu iddia ediyorsun? Buna
izin vermeyen bir gücü var varlığın. Kimi buna sünnetullah der, kimi tarihin
ödünlemesi… Toprağın, suyun, hatta insanın “sahiplenilmesi” veya temellüküne
karşı sorgulaması, Türk sinemasında çığır açan bir toplumsallık görüşü,
Erksan’ın yapımlarıyla sinema uzamını değiştirdi. “Eğlence” olarak görülen
sinema, bir kaygıyı açarak paylaşmanın etkili platformuna dönüştü. Seyirciyi
çekme sebeplerine bağımlılığı yerini, seyircinin katkısını, katılımına da talep
eden bir arayışa bıraktı. Kuşkusuz aynı dönemde farklı senaryolara imza atan
Ayşe Şasa’yı da dahil etmek gerekir bu değişikliğin aktörleri arasına. Yılmaz
Güney’in Seyyit Han’ının Yeşilçam
klişelerini değiştirmedeki etkisini daha önce yazdım.
Erksan
sinemasında bakış ve görme seviyesi, tasvirin algılanması, önemli bir kaygı
olarak yer almaya devam edecektir. Daha önce sinemada eril kahramanın bakış
açısıyla var olan kadın, onun sinemasında kendi sesiyle konuşmanın mücadelesini
verir. Bu da varlıksal bir üşüme yaşanması anlamına gelir ki izlerken
hissedersiniz.
Sevmek Zamanı, Erksan
filmleri arasında en başarılı olanı değil. Hatta yönetmenin bu filmi yabancı
oyuncularla yeniden yapmak istediğini biliyoruz.
Ancak
bu film, sinema sanatını oluşturan en önemli bileşim olan tasvir olgusunun
geleneğimizdeki tarifini hatırlattığı için önem taşıyor. Bir bakıma suret ve
gerçek arasındaki temel ayrım ve dolayımlılığın anlamı üzerine gerçekleşen bir
sorgulama, sinemamızın tabii gelişimi açısından kuşkusuz bilinçli bir adım
olarak değerlendirilebilir. Temsil, araya giren bir sürü sebeple asli olanı bir
yere kadar yansıtabiliyorken, insan nasıl oluyor da aslını değil de suretini
seviyor? Surette var olan nasıl bir farktır ki bir gönlü sahici insan yerine
tabloya yöneltiyor?
İnsan
ölümlülüğü yeniden dirilişle düşünemediği oranda ölüme ilişkin belirtilere
tahammülde zorlanır. Surete aşık olma burada, ebediliğe dönük arayışa dair bir
keşif heyecanı/tutkusuna da karşılık geliyor. Sahici yüz gündelik hayatın
izleriyle sürekli değişirken suret “o anı, o duyguyu” taşımaya devam ediyor.
Oscar Wilde’ın Dorian Grey’in Portresi’nde
rasyonel olarak ifade ettiği o değişmezliği, Erksan tasavvufi/varoluşsal bir
bağlamda yorumlamayı deniyor.
İranlı
yönetmen Şehriyar Parsipur’un “Nakş-ı Aşk” (Aşkın
Portresi, 1991) isimli filmi, tasvir ve aşk konulu filmler arasında ilginç
bulduğum bir örnek. Bir portrenin peşinde iz süren güzel sanatlar öğrencisi,
Muhammed, kendisine taziye tablosu sipariş eden bir kıza aşık oluyor. Ancak kız
ansızın ortadan kayboluyor. Yasak tasvirlerin peşinde bir arayış sırasında
gerçek olanla tasvir iç içe geçiyor. Şah Muhammed Rıza dönemindeki taziye ve
duvar resmi yasağı üzerinden gelişen hikayede öne çıkan soru ise şöyle: “Aşkın
Portresi”ne her bakan, onu başka bir türlü görecektir.” Postmodern izlekleri
var filmin; bu bazen aşırı geliyor. Muhammed nihayet kayıp portreyi bulduğunda,
portredeki kızın âşık olduğu kız olduğunu görüyor. Ama bakalım gerçekten öyle mi? Demek ki portre veya suret sadece bakanın,
yani âşıkın bakışının eseri. Değişmezlik ve kusursuzluk arayışı üzerinden
hakikati okuma çabasında konformist bir rahatlık yok mu peki?
İslam
kültüründe yer tutan sevgiliye değil de onun suretine âşık olmayı anlatan
efsanelerle bir bağ kuruyor, Sevmek
Zamanı. Şirin’in Düğünü isimli romanımda Nizami’nin Hüsrev ve Şirin’i kadar, Erksan’ın Sevmek Zamanı’nın da payı var.
Yüce
aşkı sonsuzca yaşatmanın yolu olarak tutulma anını yansıtan surete saplanıp
kalmak, aşkın sorumluluklarına özgü bir korkunun eseri olmalı. İnsan ölümlü,
suretler yaşlanıyor, buna hazır mısın? Böyle bakıldığında Mecnun’un aşkı
destansı yönüne rağmen başka bir açıdan işin kolayına kaçma tutumu olarak da
okunabilir.
“Sevmek
zamanı” bir fırsat. İşaretleri karşılık bulsa da aşkın, gerçek hayatın ömür
boyu sürecek sınavlarını kim göze alabilir? Aşkı gündelik hayatın icapları
açısından üstlenerek yeni safhalarına taşımak; galiba asıl kahramanlık bu.
Erksan Sevmek Zamanı ile surete
duyulan aşk üzerinden bizi bu soruyu sormaya sevk ediyor. Aşıkın muhayyilesi
bir portrenin sınırlarının ötesine geçemiyorsa, problem kimde, nerede aramalı?
Yine
temellük meselesine dönüyoruz: Bir insan ne kadar bir insana ait? Aşk sadece
tutkuyla kavrulmak değil, temellük konusunda sınırlarını da fark etmektir.
Sinemayı
ve izleyicileri tasvir ve hakikat üzerine düşünmeye sevk eden, dolayısıyla Türk
sinemasında yönetmenliği de bulunması gereken konuma taşıyan Metin Erksan, ömrü
boyunca sadece pek de içine sinmeyen bu filmi yapmış olsaydı bile, Türk
sinemasının kişilik arayışı sürecinin ustaları arasında ilk sıralarda yer
alırdı adı.
(Gerçek Hayat,
13 Şubat 2017)
YAZ
VE BAHÇE
CİHAN
AKTAŞ
Yazın ortalarındayız ve ben de İstanbul’un ortalarında bir
yerde, masa başındayım. Her sene bu dönemde bahçeli bir yerde olmaya
çalışırdım. Bu sene gecikmiş oylumlu bir metnin teslimi masa başında alıkoyuyor
beni.
Bir seferinde, bir bahçeye gidememişken, Twitter’da
şöyle yazmıştım:“Şimdi orada ince esen yel kekik tepelerinin kokusunu boş
bir evin balkonuna taşıyor. Neresi mi orası? Her zaman bir ‘orası’ vardır.”
Orası, çocukluğumun bahçesi. Tahta balkonu çevreleyen elma
ağacı, misafir odasının penceresinden süzülerek kırlentlerdeki nakışları
canlandıran armut ağacı yapraklarının yeşil ışığı, denizliklerde sardunyalar,
şişe içinde güneş ışınlarına yatırılmış gülsuyu şerbetleri, kayısı kurusu
sergileri, kürünlü çeşme, taşlı yokuşun sırtlarında bahçeye bakan, bodrum
katında fırını olan ahşap Rum evi, bahçede ikindi üzeri hazırlanan sazlı şiirli
çay sofraları, camlı dolaplarda sıralanmış Halide Edip romanları, kasaba sinemasından
yükselen anonslar…
Hayat sonsuzca uzanıyordu önümde, dünya keşfime ve
müdahalelerime açıktı, şiir okuyor ve yazıyordum. İlkokul çağları...
Ev kalabalık olurdu öğle saatlerinde ve bahçeye kaçardım.
Aynı ev dizisi üstünde, yola bakan bir başka evin izbe bodrumunda kitap zulam
vardı. Babamın kitap-kırtasiye dükkanından onun izin verdiğinden fazlasını alıp
saklardım zulaya, bahçe okumaları için. Kenarda bir dere vardı, sesini
duyardım.
Bahçe ve kitap, hayat ve bahçe, sofra ve şiir birlikte
sonsuza akıyordu.
Çocukken geleceğe akmanın yolunu arıyor insan,
yetişkinliğinde ise çocukluğun saflığına özlemin yanı sıra aynı çağda açılmış
yaraların telafisi üzerinden dünyaya yabancılaşarak, bu yabancılaşmadan duyulan
korkuyla da sağlam ve kalıcı bağların arayışında yol alıyor.
Bu konuları geçtiğimiz Mayıs ayının ortalarında gittiğim
Karaman’da sevgili arkadaşım Yasemin Akkuş ile kendi kurduğu bahçelerde uzun
uzun konuşma fırsatı bulduk. Üniversitenin davetiyle gitmiştim, konu “Roman,
Fıkıh, Futbol ve Komplo”ydu, ama biz daha sonra Yasemin’le saatlerce bahçesini
konuştuk.
Yasemin Akkuş etrafına iyilik, güzellik ve umut yayarak yol
alan bir bilim insanı, edebiyatçı, öykücü. Mimarı olduğu “Divan Şiiri
Bahçesi”nden bu yana ise benim açımdan aynı zamanda kelimenin her türlü
anlamıyla bir bahçıvan o. Üniversitenin kendi haline terk edilmiş iki iç
avlusunu, Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi eski rektörü Sabri Gökmen Hoca’nın
desteğiyle rengarenk birer bahçeye dönüştürmüş. Öğrenciler Divan şirinden geçen
çiçekleri ve ağaçları o bahçelerde buluyor, duvarlarında ise atıf kaynağı
şiirlerden mısralar okuyorlar.
“Gül yanak, nergis göz, servi boy; öğrenci bilmiyordu” diye
anlattı bana Yasemin, bahçede çay içerken. “Tarif ediyorum, çiçeği internetten
öğrenmeye çalışıyorlar. Hafız, Baki, Ahmedi, Fuzuli, Nedim… bu şiirlerde ne
demek istiyorlardı? Onlara açıklamaya çalışırken divan şiirlerindeki gibi
şairin hayalini canlandıracak bir bahçe olsaydı, diye düşündüm.” Bahçenin
tasarımında havuz da vardı, ancak altyapı problem oluşacağını söyledi ustalar.
Esin kaynağı ise öncelikle hocası Namık Açıkgöz. “Üniversite
yıllarında hocamız Namık Açıkgöz derse vazo içinde lâlelerle gelirdi, hâlâ da
böyle yapar. Sümbül zamanı bahçesinden sümbül dalı getirirdi. Muğla’da Vali
Konağı önünde bir erguvan ağacı varmış, öylesine anlatırdı ki hayran olmuştum
ağaca.”
Adı Yasemin ya, yasemin de ekti bahçeye, gelgelelim her iki
bahçede de tutmadı çiçek, kurudu. Tutmayan tek çiçek yasemin oldu. Öyle ya, bu
bahçelere zaten “Yasemin Bahçeleri” diyoruz. Birlikte gezinirken ağaçları ve
çiçekleri saydım: Kasımpatı, gül, lâvanta, nergis, menekşe, lâle, sümbül,
çiğdem, leylak, hanımeli, erguvan, servi, söğüt, çınar, iğde…
Bir buçuk yıl kadar önce kuruldu bahçeler ve ben oradayken
ilk meyvelerini verdi. Bu arada paneller düzenledi Yasemin. Geçen yıl “Klâsik
Türk Şiirinde Çiçek”ti panelin konusu, bu yıl ise “Klâsik Türk Şiirinde Lale”
oldu.
***
Temmuz ayında İstanbul’daydım, Ağustos’ta da öyle olacak.
İstanbul’un kendine özgü iklim dengesini şaşırtan bir betonlaşma yaşandı son
yirmi beş yılda. Eski bahçeler bir rüya gibi hatırlanıyor, koruluklar
türdeşiyle içe kapanmanın siteleri oldular ve oluyorlar. Çocukluğumda gittiğim
mesire yerleri yerini beton kulelerin oluşturduğu ıssızlığa terk ediyor gece
saatlerinde. Çiçekçilerdeki renkli güzellikler ve duvar bahçe dizileri
çocuklara bir bahçe zemini sunamıyor. Deniz doldurularak yeni parklar yapıldı,
ancak sonuçta denizde işgal edilen alan da bir dengeye müdahale anlamına
geliyor.
Şu da var ki herkes bahçe kurmayı bir başkasından bekliyor,
bahçe kuramadığı için kusur aranan da eksiğiyle gediğiyle hep bir başkası.
Çocukluğumun bahçesini özlüyorum, reçellik güllerin kokusunu,
kiraz ağaçlarının yaydığı serinliği, murdar ağaçlarının gölgesini ve kitap
okuduğum, sadece okuduğum saatlerin dinginliğini…
Yasemin’in bahçesi canlanıyor gözlerimin önünde, bir metnin
ilerlemeyen paragrafları arasında. Bitki çayları içiyor ve şiirden, hayattan,
ölümden, kitaplardan, ortak hatıralarımızdan, mekân israfından, eğitim
açmazlarından söz ediyorduk. Oradaydım, yine olabilirim. Taze ağaçların
yapraklarının ışıltısı ve hanımeli kokuları, bir başlangıç duygusu uyandırıyor.
Yapacak çok şey var, hiç de boş durulmuyor, ama zamanında yarım bırakılmış veya
üstlenmekten kaçınılmış olanın yerini tutmuyor hiçbir meşguliyet.
Dünya önümüzde uzanıyor başka bir başlangıç için, henüz.
Kuru, kavruk bir zemin nasıl dönüşeceğini anlatmaya çalışıyor az ötede; durup
dinleyelim.
Haberiyat,
2 Ağustos 2017
ZAHA
HADİD: SINIRSIZ TASARIM İMTİYAZI
CİHAN
AKTAŞ
Zaha Hadid üzerine sağlığında yazmayı
planladığım yazı ölümünden sonraya kısmet oldu, dolayısıyla ister istemez
genişledi kapsamı. Hiç ölmeyecek gibi çalıştığını düşünürdüm Hadid’in.
Şaşırtıcı projeleriyle yeryüzünün en pahalı zeminlerine damgasını vurmayı
sonsuzca sürdürecekmiş gibi geliyordu izleyenlere. Bir o ülkede olurdu bir bu ülkede. Bazen bir derginin “Dünyanın En Güçlü 100 Kadını”
listesinde orta sıralarda yer alır, bazen prestijli bir mimarlık ödülünü alan
ilk kadın mimar olarak anılırdı. Genellemelere itiraz edermiş gibi adını öne
çıkaran hızlı bir hayat yaşadı. Teyzesinin yaptıracağı ev için örnekler
göstermek üzere Bağdat’taki evlerine gelen bir mimarı tanıdıktan sonra, 11
yaşından itibaren mimar olma isteğini dile getirdiğini anlatıyor bir
röportajında. 1972’de
Beyrut Amerikan Üniversitesi’nin Matematik Bölümü’nden mezun olduktan sonra,
“AA” olarak tanınan London Architectural
Association School of Architecture’da mimarlık eğitimi görmeye başladı.
Ülkesi Irak’ı en son 1980’de ziyaret ettiğini okumuştum
Mimdap.org’ta yayımlanan bir yazıda. Fabrikatör babası, London
School of Economics’te öğrenim görmüş, kısa süre ekonomi bakanı olarak görev
yapmıştı. Varlıklı bir ailenin kızı olmanın avantajlarına sahipti.
Söyleşilerinden bıraktığı izlenim çok aşina: Hem elit, hem sosyalistti.
Bağımsızlığına düşkündü ve bunu koruyacak şartlara sahip oldu hep. Hiç
evlenmedi. Bunu mesleki sürekliliğin zorunlulukla dayattığı bir medeni durum olarak
görüyordu. Furuğ bir oğul vererek kamera tutma, şiir yazma hakkını
kazanabilmişti. Hadid’in de-bütün imtiyazlarına karşılık- evlenmeyerek tasarım yeteneğini geliştirmeyi
sürdürdüğünü düşünürüm.
Günümüzde bir mimarın nasıl üslup sahibi ve etkili olacağını
göstermesi açısından ilginç bir örnekliği var kuşkusuz. İç mekânla dış mekan
arasındaki sınırları görünmez kılmaya çalıştığı izlenimi veriyor çizgileri. Bir
ressam, bir heykeltıraş gibi tasarlıyordu, “yeni akışkan mekansallık”la
ilişkilendirilen projelerini. Mimarlığın “gezegenler gibi asılmış yüzen
parçalar”ından dem vuruyordu. Çevre
yollarıyla, gökdelen ağlarıyla, viyadüklerle ve geniş parklarla yarışıyordu
binaları. Tabiattan aldığı ilham konusunda hayal gücünü ve çizgilerini
sakınmadığı söylenebilir. California Elk Grove Kültür Merkezi’nden Changsha
Meixihu Uluslararası Kültür ve Sanat Merkezi‘ne, Belgrad Beko ana
planından Japonya Ulusal Stadyumu’na;
eserleri çevreye doğru yayılırken yer yer yanlış kılıflar geçirilmiş tabii
varlıklar gibi görünürler. Dalgalı, kıvrımlı, eğri büğrü çizgilerini incelerken
barok üslubu etkisi algılardım; sonraları hakkında okuduğum yazılarda işlerinin
“barok modernizmi” olarak adlandırıldığını okudum. Barok döneminin
usta mimarı Francesko Borromini, projelerinden tek bakış açılı perspektifi
reddetmek suretiyle kendine özgü bir tarz geliştirmişti. Hadid de Yüksek
Modernist mimarlığın ustaları olan Mies van der Rohe ve Le Corbusier’in mekanik
ve katı kuralları olan, standartlara yaslanan bakış açısını reddederek modernist
mimariye yeni bir açılım kazandırma çabası içinde oldu hep.
1950’lerden 1970’lerin ortasına
kadar etki açısından zirveye ulaşan Yüksek Modernist mimarlık üslubunun özellikleri şöyle
sıralanabilir: Düzgün kutu gibi planların tekrarı, standart arayışı, simetri,
süsten kaçınma, yağmurlu ülkelerde bile düz çatının tercihi ve görkem. Çevreye
hakim olacak şekilde yapılan büyük binalar ileride “beton kanseri” olarak
adlandırılacak bir illet gibi görülerek yargılanacaktı. Devirler değişse de
mimarın ihtişam arayışı kolayca değişmiyor. Zaha Hadid elbette bir Le
Corbusier, bir Mies olarak temayüz edemezdi. Yüksek Modernist üslubun terk
ettiği barok stilini betonarme ve çelik karkasla yorumlama yolunu tuttu.
Mimarlık akımlarının üsluplarını kendi döneminin malzemeleriyle deneme
konusunda cesur davrandı. Bir ressam gibi çizdi, bir matematikçi kadar şiiri
aradı.
Yüksek
modernist üslup, toplumu değiştirecek ölçüde hakimiyet kazanacak bir zihniyetin
mimarisini gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Yeni dünyayı biçimlendirme yönündeki
tutkunun otoriter, hatta hegemomik bir dil ve üsluba yönelmesi, Yüksek
modernist mimarinin de sonu oldu bir bakıma. Demokratik mimari farklı toplumları kendi gerçeklikleriyle
görmemekte ısrarının da gerekçelerini üretiyordu çünkü. Keskin çizgiler,
ihtiyaçlar konusundaki evrenselci olma iddiasındaki standartlar ve evin konut
olarak düşünülmesindeki mekanik yaklaşım, yeni arayışları getiriyordu gündeme.
Bu açından bakılacak olursa St. Louis,
Missouri’de 1955 yılında tamamlanan, düşük gelirli insanlar için planlanmış,
ödüllü Pruitt-İgoe Konutları’nın 15
Temmuz 1972’de belediye tarafından dinamitlenerek yıkılması ile Zaha
Hadid üslubunun temayüzü arasında bir bağ var. Bir şeyler ihtiyaç ve arayışlara
her açıdan cevap verememiş, böylelikle başka bir mecraya kapı açmıştı. Buna
karşılık süreç hiçbir hegemonyanın o kadar da kolay geri çekilmeyeceğini, bazı
açılardan kalıcılığını korumanın bir yolunu bulacağını gösterdi.
Hadid
1977’den itibaren mimarlık alanında çalışmaya başladı. İlk projeleri 1980
yılında uygulandı. Hem yüksek modernizme özgü ütopyacı mimari projeleri hem de
“kitsch” post-modernist yorumları reddeden üslubuyla çok geçmeden dikkatleri
çekti.1982 yılında Hong Kong’daki Peak Club evleri ve boş vakit merkezi
tasarımıyla ödül kazandı, ancak bu projesi uygulanmadı. Frankfurt’ta yaptığı
Vitra Yangın istasyonu projesi ise ancak on sene kadar sonra inşa edilebildi.
Projeleri, bir sanatçıya özgü sezgiyle bir değişim ihtiyacı üzerine
düşündürüyordu. Buna karşılık retrospektifinde, “modernizmin denenmeden bir
tarafa bırakılmış önerilerini yeniden irdeleme gereği”nden söz ediyor. Amacını
bu denenmemiş önerileri hayata döndürmek değil, yapının tasarımında yeni
alanların önünü açmak olarak anlatıyor. Bu araçsallaştırmayla da
post-modernizme yaklaştığı açık. Nitekim tasarımları 1980’lerde ortaya çıkan Dekonstrüktivist, yani “yapısal analiz” içeren
post-modern akımın içinde değerlendiriliyor. Dekonstrüktivizm, bir yapıyı
meydana getiren mimari unsurların bütünlüğünün parçalanması, yüzeylerle yapılan
oyunlar, dış cephe gibi mimari unsurların dik açılı olmayan köşelerle
yamultulması ve kaydırılması gibi yöntemlerle ayrışan bir akım. Bu akım içinde
görülen binalar organik olma iddiasıyla birlikte bir belirsizlik duygusu
uyandırırlar. Bazen benzeri bir projenin fotoğrafına baktığımızda cüretkâr bir
çocuğun fotoshop yoluyla bize şaka yaptığı hissine bile kapılabiliriz.
Hadid’in
projelerindeki gölgeler ve belirsiz unsurların sürprizlerine açık ilgisi bazen
İslami mimarlık geleneğinin etkilerine bağlanıyor. Resimlerinde perspektif bir
imgenin içinde farklı kaçış noktalarına yer verilmek suretiyle çoğaltılıyor.
“Uzay çağı” imgelerini hatırlatan projeleri çoklu perspektif noktalarından ve
parçalı geometriden yararlanmanın rahatlığını yansıtıyor. Akla Derviş Zaim’in
sinemasında karşımıza çıkan (minyatür esinli) “oynak zaman/oynak mekan”
dizgeselliğine dayalı estetik anlayışını
getiriyor bu arayış. Le Corbusier’in
“yekpare dikmeleri”nin “ruhsuz monolitler” olarak eleştirilmeye
başlanmasıyla birlikte mimaride hiçbir unsur yüksek modernizmin sınırlarına
tabi olmak istemiyor. Mekan tanımlarından taşıyor, duvarlar ve tavanlar,
pencereler ve kapılar, köşeler ve zeminler başını alıp gitmenin sınırlarını
denemeye mecburmuş gibi görünüyorlar. Hadid’in “yeni akışkan mekansallık” adını
verdiği, kavisli yüzeylerde kendini gösteren anlayışı ise nerede olursa olsun
tasarladığı bütün binalarda modern hayatın kaotik yapısının açıklamalarıyla
tarif ediliyor. Bu binalar İşte o şekilde olmaya hak kazanmalarını getiren
güçlü bir tarihsel dayanağa sahip olduklarını kanıtlasalar bile bizde huzur
duygusu uyandırmıyor, tamamlandıkları izlenimine de kapılmıyoruz.
“Sanat Mimarlık
Kompleksi” kitabının bir bölümünü “Neo-Avangard Jestler” başlığıyla Hadid’e
ayıran Hal Foster, mimarın mücadelesini başka birçok açının yanı sıra “mekanın
tam anlamıyla çarpıtılması” olarak da tanımlıyor. Kıvrımları, rampaları ve
sarmalları hem taşıyıcı eleman halinde hem de üslupsal jestler olarak projeyi
yükleniyor.
Bir
ressam sezgisiyle çiziyor Hadid, bu nedenle tasarımlarının piyasası tıpkı
çizgileri gibi dalgalı. Ancak riski göze
alan kesimlerle sürdürebilir projeler hazırlıyor. Zor detaylara sahip fütürist projeleri hem
bütçe hem de mühendislik hesapları açısından müşterilerini zorluyor. Orta Batı
Amerikalı ve geleneksel muhafazakarlıklarıyla tanınan iş gruplarının
tasarılarına gösterdiği ilgi dikkat çekici. Çünkü arazileri geniş ve paraları
bol; ayrıca görkemden hoşlanıyorlar. Hadid’in Ohio, Cincinnati’da yaptığı
Rosenthal Modern Sanat Merkezi üzerine, “Soğuk Savaş yıllarından bu yana
Amerika’nın sahip olduğu en önemli bina” olduğunu dair yorumlar yapılıyor.
Bazı projeleri ilgi çekse de inşa edilmedi.
(Akla Le Corbusier’in Cezayir ve Moskova için tasarladığı ama hayata
geçirilemeyen projeleri geliyor). Tokyo 2020 Olimpiyat Stadyumu’nun inşası
maliyeti ve çevreye verdiği zarar nedeniyle durduruldu. Katar’daki,
Dünya Kupası karşılaşmaları için yapılan Al-Wakrah Stadyumu için, inşaatı
sırasında 1200 mültecinin öldüğüne dair iddialar öne sürüldü; ancak kendisi
bunu yalanladı. Despot rejimlerle çalışmaktan rahatsız olmadığına dair
eleştiriler de yöneltiliyor Hadid’e.
Yüksek Modernist üslup temsil gücünü haiz eserlerini emperyalist
söylemlerle bütünleşerek gerçekleştirmişti. Hadid de görkemli tasarımlarını
uygulamaya sokmak için “işte şu çevrelerle çalışmam” diye kılı kırk yarmadı.
Kaldı ki başkentler için düşünülen geniş ölçekli bir Zaha Hadid projesi bir
kentsel dönüşüm istilası, bir istimlak kıyımıyla birlikte gerçekleşiyordu.
Bunun örneklerinden biri, Bakü’de inşa ettiği HaydarAliyev Kültür Merkezi. İnsan Hakları İzleme Örgütü’nün yayınladığı rapora
göre, bu kültür merkezinin inşası için gerekli arsa hükümetin sistemli bir
yasadışı istimlak ve zorla boşaltma operasyonuyla sağlandı. Evlerini terke
zorlanan insanlara ise bunun karşılığı verilmedi. Bazı binalar insanlar henüz
içinde yaşarken yıkıldı. Hükümet aileleri
evlerinden çıkarmak için bölgede elektriği, gazı ve suyu kesti. Bazen de
insanlar sebepsiz yere tutuklandılar ve çıktıklarında evlerinin yıkıldığını
gördüler.
İsminin bir marka
olarak dolaşımının, projelerinin cazibesini artırdığı bir gerçek. Hal Foster’in ifadesiyle “yırtıcı” sayılan
kişiliği ve “egzotik” bulunan geçmişi, fark edilmesini sağlamıştı. Efsunlu bir
ifade sergiliyordu. Mimarların siyah giyindiğine dair genellemeyi tazeledi. “Bedenin hareketlerini tanımlayan akışkan çizgilerden
ilhamını almış” füturistik ayakkabılar tasarladı. “Dünya (89 Derece)”
isimli resminde olduğu gibi yerçekiminden yoksun, perspektiflerin yamulduğu,
ölçeklerin belirsizleştiği bir dünya için hayaller kurdu. Aaron Betsiky’nin
“Hadidland” dediği bir dünya için tasarladı. Hocası Rem Koolhaas’a göre “kendi
yörüngesinde bir gezegen”di. Yıldız bir mimardı.
Esasında
modernizm kadar katı, post-modernizm kadar seyyaldi. Mütevazı, tutumlu ve müşfik olmayı
umursamadı. Devasa projeleri için dümdüz edilecek meskûn alanlarda bazı
binaların içinde insanlar yaşarken yerle bir edilmesinden habersizmiş gibi
çalıştı. Oyunu kurallarına göre oynadığı
muhakkak.
Dünya
Bülteni, 18 Nisan 2016
Daha önce yayınladığı pek çok araştırma,
inceleme, deneme ve hikâye kitabı bulunan Cihan Aktaş’ın “Bana Uzun Mektuplar
Yaz”ında bir ilk romandan çok daha fazlası var. Çünkü tabiri caizse Cihan
Aktaş, sanki bundan önceki bütün yazdıklarını bu romana ulaşmak için çalışmak
amacıyla kaleme almış gibi.
Hele hele hikâyeleri. Dergâh Dergisi’nde
ne zaman bir hikâyesi yer alsa sunuş yazısında vurgulanan “ha deyince romana
evrilebilecek” ifadesi demek ki salt bir gönül alıcı ve teşvik edici cümle
olmanın ötesinde ayağı yere basan bir beklentinin ifadesiymiş ki nihayetinde
“Bana Uzun Mektuplar Yaz” gibi duyarlılığı, karakterleri, olayları ile zengin
bir romanı okuma fırsatına sahip olduk.
Gerçi burada bir parantez açıp hikâyenin
kısa romandan, romanın uzun hikâyeden ayrı, apayrı dünyaları olduğunu yani
aralarındaki farkın nicelikten çok nitelikten kaynaklandığını vurgulamakta
fayda var. Ancak aralarındaki uçuruma rağmen bu iki türün arasında bazı kıldan
ince, kılıçtan keskince köprülerin bulunmadığı sanılmasın.
Romanın esas ağırlığını taşıyan karakteri
olan Aslı’nın daha ortaokul çağında evinden kopup yatılı okula başlaması
sırasında yaşadığı uyum sorunları; çevresini, dünyayı yaşadığı ülkeyi tanırken
ve tanımlarken yaşadıkları ilginç ayrıntılarla okurun önüne serilirken bu genç
kızın hayalleri, rüyaları, düşkırıklıkları, yalnızlıkları, duaları, seyrettiği
filmler, söylediği şarkılar; bilerek ya da bilmeden katıldığı tartışma ve
kavgalar, tuvalet duvarına yazdığı sloganlar aracılığıyla ve hatta yediği mide
bozan amerikan peynirleri aracılığıyla anlatılan bir kuşağın hikâyesini “Bana
Uzun Mektuplar Yaz” da okuyoruz.
“Bana Uzun Mektuplar Yaz”, esasen tam bir
Türkiye romanı ve temaları tam teşekküllü bir Türkiye haritası çizmek
isteyenlere zengin ipuçları sunuyor. 1970’li yıllarda taşrada çocuklukla
gençlik arasındaki bocalama devresindeki bir genç kızın ailesiyle ilişkilerini
onlardan ilk kez kopup kendi ayakları üstünde durmasının zorluklarını okuyoruz.
“Devlet”in biçimlemeye çalıştığı zihniyetle ve bu amaçla biçtiği zihinlerle
tanışıyoruz.
“Devlet”in ideolojisini yaymak için
kurduğu ve özel bir önem verdiği öğretmen okullarını daha sonra yine siyasi
sebeplerle sıradanlaştırmasının yani öğretmen olarak mezun olmayı bekleyen
öğrencilerin herhangi bir lise mezunundan farksızlaştırılmasının hikâyesini
öğreniyoruz. Ekonomik sıkıntıları sebebiyle bir iş sahibi olmak için yatılı
öğretmen okullarından başka çaresi olmayan kızların bir anlamda önce devlet eliyle
nasıl bir eğitime tabi tutulduklarını ve sonra da nasıl açıkta bırakıldıklarını
okurken eğitimimizin ne menem bir boşvermişlik uçurumuna yuvarlandığını da
görüyoruz.
Popüler kültürün Yeşilçam ve müzik
aracılığıyla empoze ettiği değerler silsilesi ile karşılaşıyor ve 2000’li
yılların televolelerinin öncülerini tanıyoruz. Sağ-sol çatışmasının ilk
saflaşmalarına, ilk kavgalarına şahit olurken genç zihinlerin kendilerini
‘etrafına cami, ağyarına mani’ bir tanıma sahip olmadıkları sloganlarla,
şablonlarla ilerleyen ‘fikir’ler için kendilerini teklifsiz ve karşılıksız
adamalarındaki o naif benzerliğe şahit oluyoruz.
AYKUT ERTUĞRUL
Sabit Fikir, 1 Temmuz
2013
Tarihin her döneminde bizatihi edebiyatçılar tarafından
edebiyata pek çok farklı rol biçilmiştir. Mesela Tanzimat döneminde yazan Ahmet
Mithat için edebiyat toplumu eğitmek için bir araç konumundadır; Namık Kemal’e
sorarsanız edebiyat pekala bir eğlencedir. Mizancı Murat içinse bir ahlak
vaazı… Çok genel ve çizgileri geniş bir tanım yapacak olursak edebiyatın
rolünün yazarın hangi dönemde yaşadığından bağımsız olarak onun nereye baktığı,
baktığı yerde ne gördüğüyle doğrudan alakalı olduğunu söyleyebiliriz. Denizin
ortasında salınan bir motora baktığında Sabahattin Ali, içindeki balıkçının
kıyıda onu bekleyen yarı aç çocuklarını, Sait Faik avdan memnuniyetsiz olarak
dönen balıkçıların yan köyün balıkçısına pay vermeyeceklerini, Nâzım Hikmet
güneşli günlerin habercisini, Bilge Karasu ise “avından el alan” bir avcıyı
görebilir.
Şunu söylemeye çalışıyorum; somut ve soyut tüm
bileşenleriyle birlikte çağ, yazarın eser vermesi aşamasında önemli bir etken
olmasına rağmen onun şahsiyeti, dünyaya bakış açısı, kültürel algısı zamanın
ruhu neyi vazediyorsa etsin, hâkim fikir ve sanat algısı neye işaret ediyorsa
etsin kendi kişisel macerasından bağımsız düşünülemez. Buraya kadar her şey
yolunda. Ama burada hemen hemen her yazarda hasıl olan bir marazi (mi emin
değilim) durumdan söz etmeliyiz. Hikaye durum olarak tespit edilip kağıda
aktarılırken, ilk cümleden itibaren yazarın içindeki ütopyacı, müdahaleci
uyanır ve hayali de olsa yeni bir dünya inşa ediyor olmanın verdiği o duyguyla
yazar, tahayyülündeki –iyi ya da kötü– şeyleri bu yeni dünyaya uygulamaya
başlar. Buna en azından bu yazı içinde yazarın iradesi diyelim.
Cihan Aktaş’ın Ayak İzlerinde Uğultu kitabındaki
öykülerine baktığımızda yazarın iradesinin –belli ki bir seçim gereği– mümkün
olduğunca minimize edildiğini ya da daha doğrusu görünmez kılındığını
görüyoruz. Aktaş, öykülerinde bir Tanrı yazar gibi hikayenin olağan akışına
neredeyse hiç müdahale etmiyor. Bu serinkanlı, metninden uzaklaşmayı bilen bir
yazarın mahareti. Hatta bu duygunun/iradenin bir yazarı en çok tahrik etmesi
gereken final bölümünde bile gün yüzüne çıkma fırsatı bulamadığını görüyoruz.
Mesela kitaptaki öykülerden “Çürük Ayva Kokusu”nda belli ki inançlarından
dolayı Türkiye’de çektiği sıkıntılar sebebiyle Amerika’ya yerleşmeyi tercih
etmiş Birsen ve Mesut isminde bir çiftin hikayesi anlatılır. Hamile olan
Birsen, gurbette olmaya bir türlü adapte olamamıştır; bunu öyküde tekrar edip
duran “koku” saplantısıyla anlıyoruz. Mesut da ülkesine geri dönmek istemesine
rağmen Birsen’inki kadar saplantılı bir özlem yaşamıyordur. Bunda elbette
Türkiye’de onu bekleyen zorlukların da etkisi vardır. Öykü Mesut’un ve
özellikle Birsen’in Türkiye’de yaşadıklarını, Amerika’daki hayatlarını,
ikilemlerini minik olaylarla anlatıyor ve galiba yazar bu karakterin ruh halinin
kesinlikle anlaşıldığından emin olduktan sonra öyküyü aynı serinkanlılıkla
bitiriyor. Az önce belki de biraz havada bıraktığım tespiti açmaya çalışayım.
Ne Birsen, ne Mesut ne de öykünün yan karakterleri öyle derin kırılmalar,
“yalnız filmlerde olur” denilecek türden keskin kararlar alıyorlar öyküde.
Aktaş adeta bir anlığına bir ülkeye, bir sorunun temsili sayılacak bir ya da
iki profile kamerasını yaklaştırıyor ve görüp anladığımızdan emin olduktan
sonra da yeniden uzaklaştırıyor. Bu gerçeklik duygumuzu ve karakterlerle empati
kurmamızı da kolaylaştıran bir etken oluyor. Biz okumayı bıraktıktan sonra da
bu karakterlerin temsil ettikleri kişiler hayatlarına devam ediyor; bu
insanlar, bu sorunlar, bu durumların gerçekten varolduğuna dair hiç şüphemiz
kalmıyor. Karakterlerin hayatında bir kırılma yaşandıysa bile bu öykü zamanında
gerçekleşmiyor; belki geçmişte kalmış ya da etkileri hâlâ devam eden
kırılmalardan bahsedilebilir.
Bu yönüyle Aktaş’ın kitabı bir profiller galerisi gibi.
Aktaş sanki bir vakanüvis edasıyla toplumun çeşitli katmanlarından –ağırlıkla
dindar, eğitimli– kadınların karşılaştıkları sorunları not etmiş ve okurunu bu
durumlarla, bu karakterlerle tanıştırıyor. Elbette bunu becerikli bir öykücü
olarak, titiz bir dil işçiliğiyle yapıyor.
Ayak İzlerinde
Uğultu’nun 12 öyküsünün hemen hepsinin bu bakış açısıyla yazılmış olduğunu
söyleyebiliriz. Türkiye, İran, Amerika hattında yaşanan öyküler bu yönüyle 28
Şubat sonrasında farklı ülkelere savrulan dindar kadınların karşılaştıkları
sorunları –buna kuşak çatışması dahil– anlayabilmek için de okunabilir. Aktaş,
resmi tarihin aldatıcı, iktidara göre değişen, yoruma açık yapısına
güvenmeyerek tarihe notlar düşüyor. Bu, yukarıda da atıf yaptığımız Sait
Faik’in ünlü “Haritada Bir Nokta" öyküsündeki yazar karakterin
haksızlığı düzeltemeyince verdiği o unutulmaz tepkiye de benziyor. Cihan
Aktaş’ın öykülerine pek çok açıdan bakılabilir; gerek genel estetik düzey,
gerek karakter yaratmaktaki mahareti, gerek devam eden hayatın önemine yapılan
vurgu Aktaş’ın kitabının dikkatle okunması için iyi birer sebep sayılabilir.
Öykünün bitip hikayenin bitmediği bu öyküler bize hayatın devam ettiği hatta
asıl şimdi başladığını hatırlatması dolayısıyla önemli. Evet, doğru duydunuz
hayat şimdi başlıyor.
CİHAN AKTAŞ’IN ÖĞRETMENLERİ
Sennur Sezer, Evrensel.net, 21 Ocak 2005
Cihan
Aktaş'ın Kapı Yayınları arasında çıkan öykü kitabı önce adı yüzünden dikkatimi
çekti : "Ağzı Var Dili Yok Şehrazat". Masal anlatarak kellesini
kurtaran bir kadının geleneksel kadın tipine indirgenmesi ilginçti. Kitabın
arkasında okuduğum "Nedir hikâyeden beklediğimiz? Hayatı öncelemesi ve
yalanı dışlaması. Gerçeküstü görünse bile bizi hakikatın yanına biraz daha,
biraz daha yakınlaştırması" cümleleriyse kitabı okumama yol açtı. Çünkü bu
tanım "öykü ve gerçek" ilişkisinin bence doğru bir tanımıydı.
Cihan
Aktaş, 1960 Pınaryolu/Refahiye doğumlu. Bir öğretmen kızı. Öyküleri arasında
öğretmenlerle ilgili iki öykü dikkatimi çekti. Öykülerden birinin adı "Göç
Hazırlıkları". Tutucu bir kasabada Öğretmenler Sendikası'nın şubesini
açmaya çalışan, TİP'i tutan, Çetin Altan'ı beğenen, Akşam, Yeni Ortam gibi
gazeteler okuyan, üstelik karısının üstüne kayıtlı bir kitapçı dükkânı olan bir
öğretmenin öyküsüdür bu. Öğretmen, ailesinin yerlisi olduğu bu kasabada, yeni
atılımlar peşindedir. Öğretmenin kızı anlatıyor öyküyü. Kıza bir gün
arkadaşlarından biri "Senin baban komünist" der. Kızcağız bu
suçlamanın nedenini anlamadığını söyleyince "Komünist işte, anarşist"
diye yineler arkadaşı. Kızın "Babam oruç tutuyor, teravihlere gidiyor,
dedemin bize namaz sureleri öğretmesine de karışmıyor" itirazları para
etmez. Söylenti büyür: "Cumalara bile gitmiyormuş- komünist kitapları
satıyormuş- komünistlerle düşüp kalkıyormuş-Fransızcacıyla içtiği su ayrı
gitmiyormuş." Söylentilerin temelinde pek çok kişinin ilden alışverişe
geldiği kitapçı dükkânı vardır elbet. Öğretmenin arkadaşlarının da. Ama olayın
bir başka nedeni daha vardır: "Her zaman zayıftan yanadır babam, üzerine
gidilenden yanadır, ne var bunda. Birkaç hafta önce, uzak köylerden gelen bir
Alevi Kürt'ün cuma namazı için camiye girmek istemesi üzerine camide olay
çıkmıştı. Babam köylüden yana olup onun camiye girme hakkını savununca, imamla
tartışmışlardı ve araları bozulmuştu. Yine o ezilen yoksul köylü, aydın
öğretmen ve yobaz imam tartışması...
Düşünüp
duruyordum: Köylülerin çektiği yoksulluğun farkındaydım ama bir imam böyle
yaptı diye bütün imamların hilekâr olmasını kabul edemezdim ki. Camideki
hadiseden bir süre sonra babam hakkında, öğretmenleri boykota teşvik ettiği,
yasak kitaplar sattığı gibi iddialarla soruşturma açıldı. Müfettişler geldi.
Ancak yasak kitap satışı kanıtlanamadı. Babamın ilkokul öğretmeni de olan
ilkokul müdürü, sağcı olduğu halde babamdan yana tavır almıştı. Akrabalık,
hısımlık bağları hatta suçlanılan kişinin insanlık yönü ve şahsiyeti, siyasi düşüncenin
önüne geçerdi böyle durumlarda." Ama fısıltılar durmaz. Kasabanın
"karmaşık doğası" evdeki herkesi "bir lekelenmişlik, bir
damgalanmışlık duygusuna" iter. Dede babayı suçlar. İhbarcının kimliğinin
açığa çıkması, bu adamın güvenilmezliği kitapçı öğretmeni kurtarmaz. Bu ata
yurdu kasabada yaşamaları olanaksızlaşmıştır. Göçe hazırlanırlar. Kitapçı
dükkânını genişletmek, okuma odası düşleri yarım kalmıştır. Bu öykü, kasabanın
komünizm varsayımları üzerine öylesine ayrıntılar içeriyor ki, Cihan Aktaş'ın bu
tür bir olaya tanık olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Onun alaya aldığı
Cumhuriyet okurları da, köy edebiyatı da hatta Karaoğlan fasikülleri de
"yanlış nerdeydi" sorusunu örtemiyor. Bir başka öğretmen portresi de
Boş Koltuk öyküsünde işleniyor. Öyküyü anlatan kadın, bir otobüs yolculuğunda
bir türlü öyküsünü yazamadığı Köy Enstitüsü mezunu, emekli öğretmen dayısını
anımsıyor. Onun artık çevresiyle yaşadığı uyumsuzlukları. Oysa o öğretmen bir
zamanlar "sayısı belirsiz-çoğu öksüz ve yetim- öğrencinin köylerden
toplanarak yatılı okullarda okumasına vesile olmuştu." O çocukların
yakınlarından buna karşı çıkanlar olmuştu ama... bugünkü gibi hiçe
sayılmamıştı, saygı görmüştü hep. Şimdi kasabayı bir piknik alanı olarak, silah
talim alanı olarak kullananlar, onun çevreyle ilgili düşüncelerini geri
kafalılık sayıyordu. Yoz davranışlara karşı çıkmaya çalışan bu eski eğitim
emekçisiyse sonunda gençlerin her söylediğine karşı çıkan biri durumuna
düşüyordu. Yaşlı adam, yeğenine boşalmış köyleri gösterip "Herkes göçüyor"diye
yakınır. Sonra da "canlandırılmasına eğitildiği köylerin ölümünü gören bir
öğretmenin acısını ve aczini" yazmasını ister ondan. "Terör, kuraklık
ve kolayca para kazanma tutkusu yüzünden" boşalan köylerin acısını duyan ihtiyar
bulunduğu yerden ayrılmaz. "Tek başına kalsa bile can veren köylerin
kaderini paylaşacaktı".
Çevresinin
yadırgamasına kulak asmadan tek başına tavla oynayan Köy Enstitülü öğretmen,
bir ihbar ve dedikodu sağanağıyla baba ocağını, ata yurdunu terk etmek zorunda
bırakılan, bir başka kasaba yerine büyük şehri seçen öğretmen...Cihan Aktaş
halkıyla ilişki kurmayı başaramayan aydınları eleştirmek istiyor sanki.. Ülkü
ocaklarının açıldığı, herkesin sağa oy verdiği dönemde sola gönül veren bir
öğretmenin portresi, Cihan Aktaş'ın "hikâye hayatı öncelemeli ve yalanı
dışlamalı" kuralını doğruluyor. Bu öğretmen portreleri uyumsuz da olsa
gülünç değil. Trajik. Alttan alta eleştirse de bir saygı borcu ödüyor gibi
Aktaş. Üstelik altmış sonrası ilericilerinin aşırılığı, köy edebiyatının katı çizgileri
alayla anlatılsa da öğretmenin öyküsüyle gülünçlüğünü yitiriyor. Cihan Aktaş'ı
bundan sonra bu öyküleriyle anımsayacağım. Öğretmen emeğine duyduğu
saygıyla.
HAYATA VİTRAY PENCEREDEN
BAKMAK
Asım Öz
Yeni Şafak Kitap Eki,
12 Ekim 2016.
İranlı
yönetmenler üzerine yıllara yayılan yayımlanmış/yayımlanmamış çalışmaları
bulunan Cihan Aktaş, 10 Kasım 2008'de Abbas Kiyarüstemi'nin başlangıçta ismi
“Ağlamak” olarak konulan, muhtemelen üç kuşaktan kadın oyuncuyla çekilmesinden
ötürü gecikmeli bir şekilde seyircinin karşısına çıkabilen ve sonraları Şirin
(2008)'e dönüşen deneysel filmi üzerine bir yazı kaleme alır. Aktaş'ın, hem sözlü
hem de görsel alanda hükmünü icra eden kalıpları, çok iyi bilinen bir anlatı
kanalıyla kırmaya çalışan Kiyarüstemi'nin bu görsel macerasını kavramaya
çalışırken kurduğu cümleler arasında şunlar dikkat çeker:
“(…) sinema ve sanat konusunda klişelerle
düşünen bir zihin için 'Şirin', en fazla birkaç cümleyle anlatılabilecek bir
hikâyedir. Belki yalnız Kiyarüstemi sinemasını iyi tanıyan bir seyirci, bu
filmin İran sinemasına üç kuşak boyunca emek vermiş onlarca kadın oyuncunun
Hüsrev ve Şirin (ki bizde daha ziyade Ferhat ile Şirin olarak tanınıyor, bu
hikâye) efsanesini dinlemeleri sırasındaki tepkilerine yoğunlaştığını, bu
tepkilerdeki ortak dili yakalamaya çalıştığını kavrayacaktır.”
ROMANTİKLİĞİN ÖTESİ
Doğrusu bu
satırlar bana oldukça önemli göründü. Zira Aktaş, her şeyden evvel Abbas
Kiyarüstemi'nin Şirin üzerinden kurduğu dünyayı ve karakterleri kendi roman
anlayışına yakın bulur gibidir. Hatta yakınlıktan farklı olarak bir tür
akrabalığa uzanan hatırı sayılır tespitler de yapılabilir. Bunun için,
öncelikle yapılması gerekenlerden biri Cihan Aktaş'ın Şirin'in Düğünü adıyla
yayımlanan yeni romanına dikkat kesilmektir. Elbette bu kısa yazıda, bu
“akrabalık” ilişkisinin izini detaylı olarak sürmenin imkânı yok. Fakat bunun
neden ve nasıl olduğunu kısmen de olsa gösterebilmek mümkün.
Cihan
Aktaş'ın romanı Şirin'in Düğünü, Şirin etrafında oluşan çok-zamanlı,
çok-mekânlı hafızayla kurulmuş sinematografik bir kitap. Unutmaya karşı,
hatırlayarak huzurlu olmanın mümkün olduğunu serimleyen anlatı içinde anlatı
bu… Bir yanıyla rengârenk, diğer yanıyla ise hüzün yağdıran sahnelerle dolu;
aşkla, var olmakla, duygudaşlıkla örülü benliğin kolayca taşınamayacak hüzünlü
karşılaşmaları dahası benliğine azap veren muhasebesi. Romanın ilk cümlesinin
“Halası Safure Hanım ne kadar itiraz etse de kargaşa çıkacağı söylenen mitinge
katılmıştı” (s.7) oluşu, karakter kadrosunun kalabalık olacağına işaret ediyor.
Hemen ifade etmek gerekir ki, bu mitingin düzenlenme sebebinin darbe söylentileri
olması okurun romana daha canlı bir şekilde dâhil olmasına katkı sunabilir.
Kaldı ki romanın başkarakterinin “Darbelerden bunaldı toplum” deyişi
Türkiye'nin değişmeye başladığının dahası yazarın güçlü sezgisinin yansıması.
Ama aynı zamanda günümüze kadar daima iki darbe ve krizler arasında yaşamaya
mecbur bırakılan “her dönemi zor geçen” bir ülkenin/toplumun alacakaranlık
yıllarının sonrasına derinlikli bir bakış.
Roman
boyunca, hayatını başka bir adla sürdürmeye icbar edilen Şirin'in odağında
Flaubert'in “görme biçimleri” dediği bakış açısı ve hayatı algılama tarzına
şahit oluyoruz. Aktaş'ın önceki romanlarında (elbette hikâyelerinde de)
karakterlerinin özne olması bu romanda da karşımıza çıkıyor. Okurlar, Aktaş'ın
romanlarında romantik romanların aksine müspet ve menfi yönleriyle eylemlerinin
faili olan bir bakıma kendi seçimini yapmaktan, onun peşinden gitmekten geri
durmayan kırılgan karakterlerle karşı karşıya kalırlar. Elbette bazen bu
karakterler de başka karakterlerin gözünde romantik olmakla itham
edilebilirler.
“Gece
lambasını açtı, olduğu gibi yatağa girerek yorganı üzerine çekti. O kasabada ne
oldu, hayal etmeye çalıştı. İnsanları düşündü tek tek, ilişkileri, aile içinde
korku duyuran cümleleri, kasabadan ayrıldıktan sonra sürdürdükleri gizlenme
çabasının ayrıntılarını… Daha önce hatırladıklarından fazla veya farklı ne bir
cümle duyabiliyor ne de bir sahne görebiliyordu. Çocukluğunun büyülü iklimi bir
yalana dönüştüğünde ondan geriye ne kalırdı, o takdirde hangi noktadan
başlatırdı hayatını…”
İşte bu
yüzden; seçim yapan, zaman zaman eylemlerinin muhasebesini yapmaktan bir an da
olsa geri durmayan karakterlerden dolayı, tarihi bir anlatıya yaslanan roman
daha ziyade günümüze uzanıyor. Zaten edebiyatın tabiatında da ya yeni
karakterler ya da eski karakterlerin yenilenmesi söz konusu değil midir?
Cihan
Aktaş, romanında, insanoğlunun duygularını etkileyici bir duyarlılıkla keşfe
çıkıyor. Klasik edebiyatın büyük karakterlerden biri olarak çok tartışılan ve
yanlış bilinen Şirin'den izler taşıyan roman ünlü aşk efsanelerinin hiçbir
zaman eskimediğini de ortaya koyuyor. Yazarın böylelikle hem şifahi hem de
yazılı alandaki mevcut kalıpları, çok iyi bilinen bir anlatı kanalıyla kırmaya
çalıştığı söylenebilir. Çünkü klişelerle düşünen bir zihin için Şirin, en fazla
birkaç cümleyle anlatılabilecek bir hikâyedir.
Oysa
romanın başkişisi Şirin, halasından hep rol yaparak yaşaması gerektiğini
öğrense de benliğini maskelerle geri planda tutmayı yediremez. Bu bakımdan
Şirin, son zamanların en ilgi çekici roman kahramanıdır. Dahası Şirin'in
dünyaya ve hayata bakışına ve algılamasına odaklanarak bir çözümleme
yapılabilir. Karakterin dünyayı algılamasına etki eden sebepler bahsinde,
siyasi, kültürel, edebi ve yazarın bireysel özelliklerinden yararlanılabilir.
Özellikle minyatür, resim, mimarlık odaklı tartışmalar ve “Üslup İncelemeleri”
bölümü bu bakımdan oldukça zengin veriler sunuyor. Başka bölümlerde de bunlara
rastlamak mümkün:
“Minyatür kasabayı hatırlıyordu, Beyaz Atlı'yı.
Ağaçlar şiirini hatırlıyordu, parkta ağaçların dallarından sarkan resimlerle
karşılaşmasını. Şahmeran'ı hatırlıyordu, Rabat yolundaki çamlıkta Faruk'la
otururken karşılarına çıkan boz yılanı. Hiçbir çizgi aynı kalmıyor, bakışının
eğitiminden geçiyor, bakışını eğitiyordu. Çocukluğunun en güzel yıllarının bir
yalan olmadığını gösteren sahneleri karanlık bir tezgâhın montajından
kurtarabilirmiş gibi bir umutla incelemeyi sürdürüyor ve keşfettiği cümle veya
imgeleri tasarladığı uzun metrajlı film için bir kenara not ediyordu.” Keza
kültürel alan siyasi olandan bağımsız olmadığından arka planda daima insanlık
durumları, siyasi umutlar ve hayal kırıklıkları, türlü hesaplar, yanılgılar,
koyu karanlıkla geçmişten gelen sesler, kaybolmak üzere olan yaşam biçimleri de
vardır.
DÖNÜŞÜM YILLARININ KARAKTERLERİ
Roman
karakterlerinin deneyim alanları, belli çevrelerin alışkanlıklarındaki
dönüşümleri kuşakları ihmal etmeden son derece etkili bir şekilde gösterir.
Ebeveynlerin çocuklarına yükledikleri mesuliyetlerin getirdiği yorgunluklar da
göz ardı edilmez elbet. Kusursuz Piknik'i çağrıştıran “kusursuz temsilci”
beklentisine karşın hayatı “dolu dolu yaşamayı” düşünen karakterlerin
yaşadıkları gerilim dikkat çekiyor. Hayır faaliyetleriyle tanınan modern
muhafazakâr Safure Hanım, iş bağlantılarından dolayı farklı mekânlara gitmek
zorunda kalan Melike, hırslı, zeki ve kendini geliştirmeye çalışan Faruk, Mimar
Sinan'da resim eğitimi alan Naman, zenginlerin daima gizleyecek bir şeyleri
olduğunu düşünen Kürşat bize çok şey anlatır. Elbette daha başka karakterler de
var; Sadık Efendi, Maria/Meryem, Hüsnü Ertuğrul, Kaymakam Bey, Yelda, Emir…
Aslında bir bakıma Tanzimat sonrasındaki bölünmüş bilincin süreklilik arz eden
boyutları da var karakterlerin bir kısmında. Erkenden kalkıp giyinen Sadık
Efendinin sabah çayını fincandan içmesiyle, hayat tarzı propagandası yapan bir
derginin İngiliz muhafazakârlığını anımsatan fincanlı ilanlarını bir arada
düşünebiliriz. Safure Hanım'ın başörtülü Esma'ya, Esma'nın ise kendisine “bacı”
diye hitap edilmesini doğru bulmayan bakış açısı başlı başına irdeleme konusu
yapılabilir. Kısacası, anlatının sesleri üzerinde durup düşünülmek istendiği
takdirde “yakın” geçmiş bütün saydamlığıyla yakalanabilir. Nerede durmalı,
dünyayı nasıl görmeli soruları eşliğinde hayat ve roman ilişkisi değişik boyutlarıyla
kavranabilir. Hem zaten romanın bölümlerinden birinin başlığının “ Hayatı Bir
Başka Açıdan Öğrenme Dersleri” olması da buna bir işaret değil midir?
Ayrıca
yazarın kulağında konuşlanan onca ses ve hikâye kulağımıza sıçrayıverir. Bizse
yazarın dinlediklerini nasıl anlattığı üzerine düşünme fırsatını yakalarız.
Yazarın neyi nasıl dinlediği/gördüğü açısından da Şirin'in Düğünü'ne
bakabiliriz. Fasıl biçiminin değişimi, yüksek topuklu kadınlar, havalı sosyetik
kadınlarla görünmeyi seven danışmanlar, beton cangılı andıran şehirler,
gökdelen piyasası, kartvizitsiz sürdürülemeyen hayatlar, medyatik olmaya odaklı
eylemler ve daha pek çok gösterge roman karakterleri dolayımında önümüze gelir.
Belki de asıl olan acı tecrübelerdir. Her ne kadar roman, toplumsal alanın
kendisini merkeze almasa da, toplumsalın dönüşümünün çeşitli tezahürlerini
yansıtır. Karakterlerin gündemine giren kitaplar ve yazarlar üzerinden, okuma
biçimlerinin dönüşümünü görüp yeni ilmekler atabiliriz.
Başka bir
açıdansa Şirin'in Düğünü romanındaki sesler, yazarın önceki romanlarına nazaran
daha da çoğullaşmıştır denilebilir. Bana kalırsa, bize hem yakın hem de içinde
yaşadığımız akışkan zamanların etkisinden dolayı çok uzak gibi görülen zor
zamanları hatırlamadan romanı bihakkın anlamlandırmak pek mümkün değil. Yanı
sıra saklanılan, başka bir adla yaşamak zorunda kalınan zamanların ardından
gelen dönüşüm yılları, zamanın aşındırması yüzünden güçlükle seçilen iç içe
geçmiş çizgiler.
Cihan
Aktaş, kimi zaman kaybetmekten korkan, parça parça olan karakterlerinin neyi
niçin yaptıklarını, yapmaya çalıştıklarını göstermeye çalışan anlatıcısıyla,
okurlarının, karakterlerinin iç dünyalarını anlamaya davet edildiği bir roman
dünyası kurar. Bu bağlamda ele alınınca, bu roman, geçmişe zaman ve mekân
ölçeğinde bir hafıza yolculuğu olarak da okunabilir.
Okurunu
tarihin ve kültürün kollarına bırakmakla kalmayan yazar, aynı zamanda cesaret,
geçmişle hesaplaşma, aşk, kırılganlık ve insanın insanda sınanışı üzerine
düşünmeye sevk ediyor. Hâsılı Şirin'in Düğünü, geçmişin, elden kayıp giden
zamanın ve insanın temel yanılgılarının bir kez daha gözden geçirilmesidir.
HÜSREV İLE ŞİRİN
KAVUŞSA BİR TÜRLÜ KAVUŞMASA BİR TÜRLÜ
Yıldız
Ramazanoğlu, Karar, 8 Mart 2017.
Cihan
Aktaş, “Üç İhtilal Çocuğu” adlı hikâye kitabıyla bize kayıt altına almaya değer
kıymetli bir hikâyemiz olduğunu gösterdi. Peş peşe gelen hikâye kitaplarında
insana, kadınlara, taşraya, hasret ve gurbete, göçe, kentleşme süreçlerine,
şehir hallerine dair nice konuları ele aldı, bütün bu altüst oluşların insan
yaşamındaki etkilerini nazara verdi. Daha özel hikâyelerin bir araya geldiği
kitapları da var: “Azize’nin Son Günü”, Bakü’de yaşadığı zamanların izlerini
taşıyarak Azerbaycanlı kadınları anlatır. “Ayak İzlerinde Uğultu”da savaşların,
ilticanın, umutsuzluğun ve umudun iç içe geçmiş tedirginliğinin acısını görmek
mümkün. Son hikâye kitabı ise unutmanın sızısına odaklanmış: Alzheimer
hikâyelerinden oluşan “Kızım Olsan Bilirdin”. Akıl ve kalp arasındaki ilişkiyi,
geçmiş güzellikleri, hatırlayamamanın en yakınlar üzerindeki etkisini, daha
nice karmaşık ruh halini ele alıyor eserinde.
***
Aktaş,
roman yazması hususunda Mustafa Kutlu’nun teşvikini dile getirir her zaman.
Hikâyeye sığmayan oylumlu anlatımı, detayları incelikle işlemesi dikkatini
çekmişti demek ki büyük ustanın. Hikâyelerini yazarken bir yandan da
romanlarını içinin derinliklerinden çıkardı Aktaş, özverili
çalışmalarıyla.
İlk
iki romanı “Bana Uzun Mektuplar Yaz” ve “Seni Dinleyen Biri” dönem romanları
olarak adlandırıldı. İlki tam anlamıyla ve bütün büyüsüyle bir gençlik romanı.
Yatılı okulda geçen bütün duygular, altüst oluşlar, aile hasreti, arka planda
ise zamanın toplumsal hareketliliği, siyasal tercihlerin çarpışması ve yeni
yetişen çocuklar üzerindeki yoğun etkileri anlatılır. İkinci roman ise 28 Şubat
sürecindeki tartışmaları, modern zamanlarda Müslümanlığımızı inşa ediş
biçimimizi anlatır ki fonda yasaklar, bir halkın inançları ve egemenler
arasındaki çatışmalar var. “Sınıra Yakın Yol”, karşılaşmalar ve sınır romanı
olarak farklı bir yerdedir. Fakat son romanı “Şirin’in Düğünü” için tam olarak
bir dönem romanı demek mümkün görünmüyor. Çünkü başrolde Şirin olmasına rağmen
en geniş manada insanın cinsiyeti aşar bir şekilde kendini arayışının anlatısı.
Nizami’nin, Hüsrev ve Şirin’in izini süren, onları şimdiki zamanda güncellemeye
çalışan eser, günümüz dünyasında bir aşkın imkan olarak hala mevcut olup
olmadığının da bir sorgulaması.
Amasya’da
kök salmış bir ailenin babasının kaymakamlık göreviyle Mardin’e atanması
sayesinde orada doğup büyüyen, sağlam arkadaşlar edinen Şirin’in anne babasının
faili meçhul bir cinayete kurban gitmesiyle başlayan dramı… Halası tarafından
tedbir amacıyla adının Nursuna olarak değiştirilmesi ise Şirin’in yeniden
aslına dönebilmesi için kurgulanmış bir metafor ve aslında hepimizin farklı
maskelerle aslımızdan uzaklarda yaşadığımıza dair de güçlü bir gönderme.
Buradan itibaren kendi varlığımızla, değerlerimizle, hakikatle buluşmanın nasıl
da emek istediğini Şirin ve diğer kahramanlar üzerinden okuyoruz romanda.
Şirin’e aşık Kürşat kadar onu seven ve evlenmeye bile muvaffak olan Faruk da
baş kahraman. Onun temsil ettiği mütedeyyin bir ailenin gelgitler yaşayan,
tutunamayan çocukları çok iyi gözler önüne serilmiş. Köklü inanç değerleriyle
süfli yaldızlı hayatlar arasındaki yolculuklarından hayırla çıkmaya çalışan
biri.
***
Hüsrev
ile Şirin’in de başlarından türlü çeşit olaylar geçer, kavuşup yine ayrılırlar
ve çalkantılar içinde sürer hayatları. Romanda da Kürşat içine kapanır, Faruk
güya kavuşmuştur sevdiği kıza ama “onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine”
faslı yoktur günümüz evliliklerinde ve aşklarında. Evlilik de bir okul gibi
öğrenilen, sabrımızı şefkatimizi fedakarlıkları sınayan; bileyen, başarıdan değil
hikmetten söz edilmesi gereken bir duraktır aslında.
Bu
sisli hallere romanın son sözlerinde rastlamak mümkün: “Bir kalp daha ne kadar
daralabilir, ne kadar ağrı sızı çekebilirdi? İşte orada duran kabartıyla öteki
çukurda ona en yakın düşen kalıntı, bir turnanın aynı yöne doğru uçan ancak bir
sebeple parçalanmış kanatlarını andırmıyorlar mıydı? Tartışıyorlardı,
öfkeleniyordu Faruk, onu anlayışsızlıkla suçluyor ve gidiyordu. Sanki hiç
kavuşmamaları gerekiyordu; sonsuzca, ne tam bir kavuşma ne de kesin bir ayrılık
yaşanacaktı. İşte bu şekilde sürecekti hayatları.”
İNSANI İNSANLA AVM’LERDE DEĞİL
MAHALLEDE BULUŞTURMAK LAZIM
YUNUS EMRE TOZAL, Yeni
Şafak Kitap Eki, 21 Nisan 2015
'İnsanın en büyük erdemi, şehir kurmaktır' diyor Eflatun.
Şehir kurmak medenileşmek demektir. İslam medeniyetinde sanata bakış açısı da böyledir.
Sanat sadece seyredilmez, aynı zamanda “yaşanan” bir şeydir; o yüzden Mimar
Sinan'ın camilerine girdiğimizde, sanki iç âlemimize girdiğimizi fark ederiz.
Sinan'ın camilerinde kıyamdayken, eğer caminin pencereleri açıksa kâinatla
hemhal oluruz. Sanki bedenimiz camidedir ama ruhumuz kâinatla bütünleşmiştir.
Son yıllarda özellikle sosyoloji, psikoloji gibi
disiplinlerden uzak kentsel dönüşüm projelerinin açtığı sorunlar ve rantın
herkesin faydalanabileceği bir sisteme; kamuya aktarılamaması, doğru bir
şehircilik algısının oluşumunu engelledi. Nedir doğru bir Şehircilik algısı?
1789 Fransız İhtilali sonrasındaki dönemde bir cetvel alınıp çizilen Paris
şehrinin oluşumundaki planlardan, klasik Osmanlı mimarisinin bizlere bıraktığı
şehirlerden biri olan Safranbolu'nun o mahremiyeti koruyan şehir düzenine
insanoğlunun Şehircilik algısı sürekli yenilenerek değişti, moda tabirle
güncellendi, güncellenmeye devam ediyor.
Cihan Aktaş, İz Yayıncılık tarafından yayımlanan
yeni kitabında şehircilikte yaşadığımız akıl tutulmasının sebeplerini
araştırıyor. Kitap üç bölümden oluşuyor. Bölümlere Hâl ve İmkân, Bakışlar ve
İzlenimler başlıklarını veren Aktaş, Şehircilik ve Mimari okumalarından
hareketle hem kuramsal hem tecrübelerinden hareketle katıldığı çalışmaları bir araya
getirmiş. Kenti meydana getiren sokağın ve mahallenin insan ilişkilerindeki
etkisini inceleyen Aktaş, Türkiye'deki Şehircilik sorunlarını ve problemlerin
kaynağını analiz ediyor.
HAMAM, MEDRESE VE CAMİ
Yakın tarihe göz attığımızda, örneğin 1800'lü yıllarda
Fransa'da şehir planlamacıları bir şehrin planını çiziyor, yolların nereden
geçeceğini cetvelle gösteriyor ve başka bir değerlendirme yapılmadan çizilen
planlar uygulamaya konuluyordu. Bugün Paris'in şehir planı böyle bir süreçten
geçerek hazırlanmıştır. Osmanlı'da ise bundan çok farklı bir süreç işliyordu.
Şehir bölgeyi tanımayan, topografyasını anlamayan plancılar tarafından masa
üzerinde çizilmiyordu, aksine Turgut Cansever'in ifadesine göre Osmanlı'da bir
şehri kurmak için gelen işçiler, ilk önce şehrin hamamını inşa ediyorlar; şehri
kuracak insanların temiz pak olabilmesi, çalışanların temizliğini sağlamak
için... Ardından medrese inşa ediliyor, bilgi ve hikmet ortamının kurulması
için... Sonra cami, daha sonra etrafındaki evler ve mahalleler inşa ediliyor
yavaş yavaş. Cihan Aktaş kitabında camilerin şehir içinde merkezi önemini
yitirilmesinin, bir dünyevileşme göstergesi olduğunu ifade ederken; aynı
zamanda mahalleyi oluşturan unsurların bugün artık gittikçe yok olmaya
başladığını belirtiyor.
Bugün artık dünya şehirlerini yürüyerek gezebilir, yatay
planlamada istediğiniz yere yürüyerek gidebilirsiniz. Olması gereken de budur;
yürüyerek yatayda insanın karşısına bariyer, AVM ya da herhangi bir engel
çıkmamalı; toplumun kaynaşması sağlanmalıdır. Paris'te, New York'da,
Amsterdam'da herhangi bir güvenlik kontrolünden geçmeden şehri yürüyerek
gezebilirsiniz. Ama bugün İstanbul'da artık X-Ray cihazının kullanılmadığı çok
az AVM var ve gittikçe X-Ray cihazlarının kullanımı artıyor. Kimi kimden
koruduğunuzu zannediyorsunuz diye insan hayıflanıyor X-Ray cihazlarından
geçerken. Cihan Aktaş da özellikle yatayda toplumun kaynaşmasını sağlayacak
çalışmaların yapılması gerektiğini; mescit, okul, pazaryeri ve kültür merkezi
gibi kullanım yerlerinin mahalleyle sokakla irtibatla olması gerektiğini ifade
ediyor. Bu noktada kentsel dönüşümün mantığının sorgulanması gerektiğini ifade
eden Cihan Aktaş, şu önemli soruyu soruyor: Herkes türdeşiyle yaşarsa kardeşlik
ve tebliğ/doğruyu bildirip yanlıştan sakındırma vazifesi nasıl gerçekleşecek?
ZORLUKLARI AŞMAK
Şehri planlarken çocuğuyla genciyle, yaşlısıyla özürlüsüyle
engellisiyle kısacası toplumu bir bütün olarak bir araya getiren tüm
fertleriyle düşünülmeli değil midir? Aktaş, bu noktada hamile bayanların da
şehirde yürüyüş yapacakları yerlerin; park alanlarının bulunması gerektiğini,
şehri insan hayatının bulunabileceği tüm evrelerde elverişli bir hale
getirmenin önemini bir mimar olarak sorguluyor. Japonya şehirlerinde metronun
kalabalık saatlerinde belirli vagonlarının bayanlara ayrıldığını gördüğünü,
bizim de kalabalık şehirlerimizde bayanların şehirde yolculuk edebilmesini
kolaylaştıracak çalışmalar yapabileceğimizi ifade ediyor. Şehri nasıl
güzelleştirebiliriz ve şehirde yaşamanın zorluklarını nasıl aşabiliriz soruları
etrafında fikir üreten Aktaş, şehri planlarken mekânların insanlar üzerindeki
etkisini de unutmamak gerektiğini belirtiyor.
Kentsel dönüşüm deyince ister istemez akla haksız kazançlar,
emsal yükseltmeler, 2B orman alanlarında gerçekleşen imar afları ya da sit
alanlarının imara açılması gibi konuların da akla geldiği bir algı, doğru bir
algı değildir. Şehircilik, kamusallaştırma projeleriyle gündeme gelmemelidir;
üreten, yaşatan ve “örtük kanunsuzluk” uygulamalarına geçit vermeyen bir algı
ile oluşturulmalıdır. Bugün 16/9 Zeytinburnu kulelerinin ilk yapılmaya
başlanmasından şu ana kadar geçen gündem tartışmalarına, her şeyden önce hangi
dünya şehrinde deniz kıyısına böylesine büyük bir yapı yapılabiliyor diye
bakabilirsek; nasıl bir Şehircilik algısı oluşturmamız gerektiğini daha iyi
anlayabiliriz. 16/9 sadece silueti etkilemiyor, aynı zamanda bir tarih
anlayışını; bir medeniyet tasavvurunu da tahrif ediyor.
Cihan Aktaş'ın “Şehir Tutulması” kitabı sadece mimar ve
mühendisler değil, Şehircilik okumaları yapan herkese hitap eden bir çalışma.
Bir mimarın hayata farklı pencerelerden bakabildiğinin de en güzel
örneklerinden biri. Çünkü Aktaş, sadece mimari alanda değil, edebiyat, felsefe,
siyaset ve özellikle psikoloji alanındaki okumalarından da hareketle aslında
bir Şehircilik kitabı yazmış. Turgut Cansever'den Gezi Parkı'na, Emre Arolat'ın
Sancaklar Cami'sinden Mimar Sinan'a, geçmişten geleceğe okumalar yapıyor, bir
ümit Şehircilik algısının değişebilmesine zemin hazırlıyor. Şehrin karşısında
kaybeden insanı kendisine çağırıyor.
KIZIM OLSAN
BİLİRDİN
MİNE ALPAY GÜN
Milli Gazete, 26
Aralık 2015
CİHAN
Aktaş’ın son yazdığı öykü kitabı, Kızım olsan bilirdin. Velut ve universal
üsluplu bir yazar Cihan Aktaş. Her yıla bir ya da iki kitap çalışmasını
yetiştirmek için çaba vermekte. Cins bir beyin, evrensel inançla bezenmiş bir
yürek o, müthiş bir çalışma azmiyle çağım ızın sorunlularını kökten
yaklaşımlarla inceleyen, irdeleyen, çözüm önerileri sunan bir yazı ustası. Tek
başına bir mektep olma yolunda sorumluluğunun ışığını kısmadan, modernizmin
cirit attığı çağda münzevilikten azade derviş. Rutine ve albenisizliğe ödün
vermeyen yazar, giderek artan ve yükselen biçimde düşünce dehlizlerinde
ilerliyor. Geçilmez gibi görünen labirentleri birkaç kalem darbesiyle aşıp daha
ilerilere yol alıyor. Yoğun bir imgelem tufanıyla okuyucusunu Medine tü l Fazıla
ya taşımaya çalışıyor. Modernizmin Evsizliği
ve Ailenin Gerekliliği, Mahremiyetin Tükenişi, Bacıdan Bayana/İslamcı
Kadınların Kamusal Alan Tecrübesi , Bir Hayat Tarzı Eleştirisi İslamcılık ,
Kardeşliğin Dili , Şehir Tutulması , Üç İhtilal Çocuğu , Suya Düşen Dantel ,
Duvarsız Odalar, Sınıra Yakın başlıklı eserleri, yapıtlarından sadece bazıları
ve ne kadar okunsun ki bir gün gelip Cihan Aktaş kitaplarından usanılsın.
Yazmak
onun için bir mücadele ve eylem hiçimi. Harlı bir şekilde yol veriyor
kelimelere, cümlelere. Fikir yoğunluğu giderek artarken, kısırlaşan dünyaya
karşı evrensel düşünceden aldığı ivmeyle okuyucusu için yeni direnç kaleleri,
sığınakları inşa ediyor yapıtlarında. Sekülerleşen ve sekülerleştikçe öz ve
estetiğini kaybeden insanı yoksulluktan çıkarıp, kaybettiği hazineleri yeniden
kuşanmaya çağırıyor.
Deyim
yerindeyse o modern çağın erdemi savunan bir münadisi tiryakileri de her yıl
sabırsızlıkla beklemekte onun kaleme aldığı romanları, hikâyeleri, inceleme
araştırma kitaplarını.
Çok genç yaşta başladığı yazı hayatının artık
ustalık dönemini yaşayan yazarın yapıtları, sevenleri arasında bir bağımlılık
oluşturmakta. Yaşam fotoğraflarının ezgilerini, renklerini, şiirini bulduğumuz
öykülerinde, her birimizin kendimizdenlikleri görüp gülümsediğimiz. Artık geçip
gitmekte olan hayatların flu gölgelerinde esrik savrulmalarımızdır onun
cümlelerinin bize bu kadar iyi gelmesi. Bazen hiç aklımıza gelmeyen bir detayda
bulmuşuzdur dedelerimizin sadece bizim bildiğimizi sandığımız te heee diye
başından savmasını. Ya da hiç öyle öyküye buyur edilmesi aklımızdan geçmeyen kişilerdir
onun yapıtlarında okuyup sevdiğimiz sarıtenin yolunu gözlediği güzel gömlekli
delikanlı. Hani, olaylar yumağında boğulmayız çoğu zaman kavramlarla nefes
alırız ya da onun anlatımının nefasetine kapılıp çoğu kitabının kişilerini
yıllar geçse de unutamayız.
Hangimiz
kusursuz pikniklerde bulunmadık ki ve yıllar geçse de o fotoğrafların
renklerini, seslerini unutmak mümkün mü kızım olsan bilirdin de, Alzheimer
hastalığının soğuk yüzü ile karşılaşıyorsunuz ve bir korku filmi gibi
çevrenizde çoğu insanın hasta ve yakını olarak çektiği bence maddi rahatsızlıklardan
çok daha yıpratıcı bir süreci, yazar; okuyucusunu derinden sarsarak ele
almakta. Mazinin geçmiş güzellikleri, bir daha asla kavuşulamayacak anılarda
kalan ve ucu paslı bir bıçak gibi kalbi daima ağrıtan o mutlu masal, sonra
masalın kahramanının evlatlarını bile hatırlayamaması. Bir zamanlar şen şatır,
mutfağında dizi dizi tencerelerle yemek pişen baba ocağının yaşlı ve bir de
hasta hele hele alzeheimer a yenik düşmüş bireyleri ile evlatların gözünde
cazibe yitimi yaşaması galiba hepimizin sorunu. Unutmak gibi kocaman bir
uçurumla okuyucusunu yüzleştiren yazar, hüznün en katı katmanlarını
sorgulatmakta. Hayatımızın en başat kişisi annemizin yaşlılık ve Alzeheimer ile
bir bebek gibi evlatlarına muhtaç olması, çocuklarını anne sanacak kadar rol
değişimine gidişi, özellikle kızların annelerinin bu hafıza yitimi karşısında
derinden sarsılışını; annesinin ve kendisinin, çevresinin yaşadıklarının
izdüşümünde çok dokunaklı bir anlatımla kaleme almış yazar. İnsan, C. Aktaş’ın
dediği gibi, Kendi kendinin misafiriydi, kendi kendini ve çocuklarını
ağırlıyordu yeryüzünde ama hep o hafıza denen hazine sayesinde idi bu ağırlama
onu yitirdiğinde, yaşamın suları yokuş yukarı akmaya zorlanıyordu ve buna da
güç yetirilemiyordu.
KIZIM OLSAN
BİLİRDİN
NURCAN YURDAKUL,
Dergah, Mart 2017.
Kitap
okumak iyi, çok iyi bir şeydir. Bu önermeye itiraz edecek bir Allah’ın kulu
çıkmaz. Görüşlerin, bakış açılarının çeşit çeşit doğup, büyüyüp, serpildiği bu
dünyada herkes bu fikrin altına imzasını atar. Peki o vakit neden insanlar az
okurlar ya da hiç kitap okumazlar. Bu sorunun cevabı ancak bu konuda bir kitap
yazılarak verilebilir. O yüzden ben sizlere sadece hangi kitabı niçin
okumalısınız konusunda zaman zaman görüş temin etmeye çalışacağım.
Cihan
Aktaş’ın Kızım Olsan Bilirdin kitabına öncelik vereceğim bu çabamda. Çünkü bu
kitap sadece bizim edebiyatımızda değil dünya edebiyatında da ihmal edilmiş
hatta hasıraltı edilmiş bir konuyu okuyanın gözüne sokuyor. İyi de ediyor.
Alzheimer hastası bir anne Sıdıka Hanım ile ona bakan, bakmaya çalışan bir kız
evladın hikâyesi anlatılırken ev denilen devin çekilip çevrilmesinin de nasıl
kurşun gibi ağır, çalı gibi dikenli bir iş olduğu su yüzüne çıkarılıyor.
Kitap
Sıdıka Hanım’ın alzheimer hastası olan babasının bunama halleri ile başlıyor.
Bu babaya tabii ki erkek kardeşi değil Sıdıka Hanım bakmaktadır. Şaşmaz bir
kuraldır. Analar babalar mallarını mülklerini erkek evlatlarına bırakır, elleri
iş tutarken onların hesabına çalışır, bakıma muhtaç olur olmaz da kız
evlatların yanlarına postalanırlar. Fakat Sıdıka Hanım’ın babası Sıdıka Hanım
kadar ağır geçirmez bu hastalığı. Onunkisi alelade bir ihtiyarlık bunamasıdır.
Burada yazar annenin neden bu kadar ağır geçirdiğini tüm iyi edebiyat
eserlerinde olduğu gibi hiç demeden hikâye eder. Ve anlıyoruz ki alzheimer olunmaz
kişiler alzheimer edilir. Nasıl? Öğretmen bir babanın kızını o kadar erkeğin içinde ne işi var diye
okutmayışını, çocuk denecek yaşta sokak oyunlarından koparılarak
evlendirilişini içine sindirememiştir Sıdıka Hanım. Bu tenzil-i rütbe edilmiş
hali, mühendis kocası tarafından tahkir edilişi, hatta aşağılanışı ve bitmez
tükenmez, her gün tekrar edilen ev işleri, bir şehirden diğerine göçlerde her
yeni muhite ailenin adapte edilişi ve itibarının himayesi ve de daha kim bilir
neler Sıdıka Hanım’ı elden, ayaktan ve akıldan düşürmüştür.
George
Orwell Papazın Kızı adlı romanında annesinin ölümünden sonra Dorothy’nin başına
gelenleri anlatır. Dorothy’nin Oxfordlu Papaz babasının, mensup olduğu kilise
modern toplumda itibarını kaybetmiş, adamın maaşına hiç zam yapılmamış üstelik
karısı ölmüştür. Lakin babanın bütün bu kayıpları kafasına takmasına mani
olacak ve kendi lehine telafi edecek bir kaynak vardır elinin altında: Kızı
Dorothy. Gece uykusundan, boğazından, dişinden tırnağından artırdığı her şeyi
babasının rahatının ve itibarının muhafazası için seferber eder. Bu çabası
sonucunda alay konusu olur, saygınlığını sonunda da aklını yitirir. Başında bir annesi olsa bölerdi Dorthy’nin
yükünü şüphesiz.
Zehra’nın
annesi Sıdıka Hanım da sadece alzheimer olmaz aklını da yitirir. İşte tam da bu
noktada Kocabaş’ın yerine kendisini koşan
Elifçik [i]gibi,
klişeyi ve evi ihya eden Dorothy gibi, ölen
arkadaşlar gibi, mezar taşlarından suskun sessiz, sitemsiz[ii]
ev denilen devi çevirme vazifesini, ailenin itibarının muhafazasını kız evlat
Zehra sırtlanır. Zehra artık sadece kendi evinin değil annesinin evinin de hem
işçisi hem idarecisi olmuştur. Bir banyo nasıl temizlenir, bunamış bir
yetişkine izzeti nefsini incitmeden yemeği nasıl yedirilir, aynı anda öbür
odalarda olup biten, çocuklar nasıl takip edilir, detayları ile gerektirdiği
zekâ ve organizasyonla kitap bir gerilim romanını andırır. Annenin bala bulanmış elbisesi banyoya
götürülürken, bilmem kaçıncı kattan-katları batsın- kendini kaldırıma atması
nasıl engellenir? Aktaş biraz daha acımasız davranıp bu gerilimin dozunu
artırabilirmiş bu işten kariyer muradı olsaymış. Yazar bir şeyin, evlerde dönen
zulmün, fabrikalarda üretilmekte olan
biteviye kahır[iii]dan
daha az olmadığını anlatmayı murat etmiştir. Muradına da nail olmuştur.
Asla
didaktik bir kabalığa ve kestirmeciliğe tenezzül etmez. Boynunu uzatıp çalışan
bir ırgat gibi, kelimeleri arayıp tarayıp bulur, inceden düşünüp der demek
istediğini. Kitap ancak bunamış bir anneye bakmak suretiyle bu işin cümle
inceliklerine vakıf olan biri tarafından yazılabilirdi ya da insan ruhunun
dehlizlerine inebilen çok iyi bir gözlemci tarafından.
Zehra
tıkandığı noktada bakıcı desteği almaya kalkışır. Bakıcıyı seçmek de eve
tutundurup anne babasıyla bakıcının arasını bulmak ve onları birbirine
teyellemek de Zehra’nın işidir. İşte bu noktada başka bir trajedi huzura çıkar;
bakıcı ellerine terk edilen ihtiyarlar meselesi. Bunun vicdan azabı da diğer
tüm günahlar gibi Zehra’ya yazılır. Sıdıka Hanım torunlarını bakıcılara
baktırmamış kendisi bakmıştır. O vakit şimdi nereden çıkmıştır bu dilini,
şartını şurtunu bilmeyen yabancı kadınlar.
Sorunlar
gitgide çetrefilleşir ağırkanlı günlerin içinde. Çetrefilleşen meselelere yenik
düşmez yazarın hikâye ediş gücü. Annenin bunamayla beraber nasıl üç, beş, on
beş yaşlarına döndüğünü görüyoruz. Bazen üç, beş yaşında bir çocuğun, bazen on
beş yaşında birisinin halleri, kelimeleri yetmiş yaşında bir ihtiyarın kabına
sığdırılır. Nasıl olur, demeyin. İşte bu yıllar arasında Sıdıka Hanım’ı Zehra
taşır, şehirden köye, yetmiş yaştan on beş yaşa. Annesinin çocukluğunu,
gençliğini kestirmeye çalışır tüm kapasitesiyle. Yenildiği yerde de lafı yer:
Kızım olsan bilirdin!
Kitap
okumanın faydası nedir sorusuna en baştaki soruya dönersek, ben kendi adıma
öğrenmeye dayalı bir davranış değişikliği ile bitirdim bu kitabı. Kesp eden bu
meleke annemi muntazam arayabilme becerisini verdi bana. Az şey midir?
ŞİRİN’İN DÜĞÜNÜ
SAMED KARAGÖZ,
Milliyet, 10 Aralık 2016
Bugün 2016 yılı Necip Fazıl Ödülleri töreni yapılacak.
Törene Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın da teşrif etmesi
bekleniyor. Saat 19.00’da Haliç Kongre Merkezi’nde yapılacak törene geçen
yıllardan farklı olarak arzu eden herkes katılabiliyor.
Bu yıl Necip Fazıl Ödülleri’nde hikaye -
roman ödülüne layık görülen Cihan Aktaş’ın yakın zamanda yayımlanan “Şirin’in
Düğünü” isimli kitabından bahsedeceğim.
Açıkçası kitabı elime alınca gözüm
korktu. 600 küsur sayfalık bir eser söz konusu. Ama kitaba ne zaman başladım,
hangi ara bitirdim hiç anlamadım. Su gibi akıyor. Cihan Aktaş’ı ilk olarak bu
akıcı üslubundan ötürü tebrik etmem gerekiyor. Bütün hikayeyi anlatıcının
dilinden okuyoruz. Normal şartlarda okuru yorabilecek bu anlatım tarzı, Cihan
Aktaş’ın başarısı sayesinde romana ayrıca akıcılık katmış.
Yazar, kitabın adının da verdiği
ipucundan anlaşılabileceği üzre Ferhat ile Şirin’e göz kırpıyor. Ama Nizam-i Gencevi’nin “Ferhad ile
Şirin”ine. Cihan Aktaş bu mesneviyi karakterleri koruyarak yakın geçmişimize
başarılı bir şekilde aktarıyor.
90’ların sonu, 2000’li yılların başında
geçen kitapsadece bir aşk hikayesi olarak tanımlanamaz. Kitap boyunca
Şirin, Nursuna olmaktan vazgeçip kendini bulmaya çalışır. Şirin’in kaymakam
olan babası sürekli tehditler almaktadır. Mardin’den apar topar taşınırlar. Şirin arkasında çok
sevdiği iki çocukluk arkadaşını; Şirin’e deli diavane âşık Kürşat’ı ve Naman’ı
bırakmıştır. Kaymakam olan babasına yönelik tehditlerden dolayı adını değiştirmesi
gerektiğinde Nursuna adını alan Şirin hemen akabinde babası ve annesini kaza
görünümlü bir faili meçhul cinayete kurban verir. Şirin’i korumaya alan halası
hem yeni kimliğine onu alıştırırken hem de zaten varlık içinde ama çocuksuz bir
kadın olduğundan kendisine de bir varis yetiştirmektedir.
Mimari izler
28 Şubat döneminin izlerinin hâlâ devam
ettiği günlerde geçen roman boyunca ülkenin gerçekleştirdiği dönüşümün
sancıları da ele alınıyor. Bir yandan sivilleşme ve geçmişle yüzleşmeyle
birlikte özgürlüklerin gerçekleşmesi söz konusuyken bir yandan bu duruma
direnenleri yazar ustalıkla ele alıyor. Farklı kesimden insanların hayatları
ele alınırken, mesneviye örneğin romanda Şirin’in atının adının Şedbiz
olmasıyla geçiş sağlanıyor.
Roman boyunca mimariye dair izlenimler,
bilgiler okura eşlik ediyor. Frank Lloyd Wright’ın Şelale Evi detaylı bir
şekilde anlatılırken, Ludwig Mies van der Rohe’nin eserleri de es
geçilmiyor. İstanbul’un nasıl değiştiği,
yeni yapıların ve kentsel dönüşümün sancıları ustalıkla romanın içine
yerleşiyor. Okuru hiç sıkmadan, hiç de didaktik olmayan bir dille mimarinin
önemi vurgulanıyor.
Romanda sadece mimarlar değil,
ressamlar, sanatçılar, filmler, yazarlar, müzisyenler de anlatının bir parçası.
Bunların yazarın kendi beğenisine dair ipucları taşıdığını düşünmeden edemedim.
Örneğin Pink Floyd’la Şeyh Galip aynı cümlede yan yana yer alabiliyorken Salvador Dali’nin senaryosunu yazdığı “Endülüs Köpeği” isimli 1929 tarihli ilk
sürrealist film de karşınıza çıkabiliyor.
Şehirler ve ülkelerle buraların
yaşantıları, âdetleri, görenekleri ve yemeklerine de atıflar var. ABD, Japonya, Azerbaycan, Hindistan, Mardin, İstanbul, Amasya, Konya ve Fas kitapta geçen bazı yerler.
Bu kısa yazıda romanı enikonu analiz
etme imkanım yok, lakin uzun zamandır okuduğum en iyi romanların başında gelen
“Şirin’in Düğünü”nü herkese tavsiye ederim. Son olarak bu yıl üçüncü kez
düzenlenmesine rağmen son derece başarılı bir ödül Necip Fazıl Ödülleri. Star gazetesinin Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın destekleriyle
düzenlediği ödül olması gerektiği gibi iki önemli alanda öne çıkıyor.
Birincisi, kazanana prestij sağlıyor; ikincisi, Türkiye şartlarında hiç de
azımsanmayacak bir maddi ödül veriyor. Her alanda kazananlara 20 bin lira
veriliyor ki yanılmıyorsam Türkiye’de sanat alanındaki en büyük maddi ödül.
Umarım bu ödüller yıllarca, akamete uğramadan, aynı güçte devam eder.
“ŞİRİN’İN
DÜĞÜNÜ”
FUNDA ÖZSOY
ERDOĞAN, Yedi İklim, Mart 2017.
Destanlar,
efsaneler, masallar her ne kadar geçmişin izlerini taşıyor olsalar da bazen
terkisine aldığı geçmişi şimdiki zamana taşıyabilir; bir modern çağ yazı türü
olan romanın omurgasını oluşturabilir. Cihan Aktaş’ın son romanı Şirin’in Düğünü’nde olduğu gibi.
Cihan
Aktaş, Nizami’nin tanınmış mesnevisi Hüsrev
ile Şirin’den yola çıkarak, bu mesneviyi merkeze alarak, günümüzde geçen
bir aşkı anlatır romanında. Ancak
sadece bir aşk hikâyesi de değildir Şirin’in
Düğünü. Katmanlı yapısında ülkenin
yakın zaman siyasi tarihinden insani zaafiyetlere, çarpık şehirleşmeden
kültürel erozyona, pek çok ayrıntıyı da alt tema olarak içinde barındırıyor.
606
sayfalık roman, 27 bölümden oluşuyor.
Her bölüme, o bölümde işlenen alt temaya uygun olarak isimler verilmiş. 100
sayfa süren ilk üç bölümün romanı toparlayıcı, okuru romana bağlayıcı görev
üstlendiğini söylemek mümkün. Çünkü buraya kadar her bir bölümde, romanın üç temel karakterinin, Şirin, Kürşat
ve Faruk’un bakış aşılarından geriye dönüşler, bu üç karakterin çocukluklarına
gidişler var. Böylece romanın asıl zamanı olan günümüze ulaşana kadar
karakterlerin iç çalışmalarının temellerinin hangi hadiselere dayandığı,
kişiliklerinin oluşumuna etki eden çevrenin detayları ayrıntılı olarak ve geniş
perspektiften verilmiş oluyor. O yüzden bu ilk üç bölüm için, romanım girişi de
diyebiliriz.
Romanın
görünen tarafı, üçlü bir aşk hikâyesinden oluşuyor. Tıpkı Hüsrev ile Şirin mesnevisinde olduğu gibi. Şirin, romandaki ve bu
ünlü mesnevideki kadın karakteri temsil eder. Faruk, Hüsrev’i; Kürşat ise
mesnevinin ikinci boyutunda yer alan Ferhat karakterini. Yine mesnevideki
ayrıntılarda da yer aldığı gibi Ferhat’ın misyonunu üstlenen Kürşat, mimarlık
eğitimi almış biri olsa da taş işçiliği üzerine ince çalışmalar yapan ve romanda
çocukluk aşkı Şirin’e ona olan aşkını ispatlamak için kayalıkları oyarak bir
taş ev yapmaya çalışırken; bir holding patronunun veliahttı olan Faruk da tıpkı
mesnevideki padişah Hürmüz’ün oğlu Hüsrev gibi iktidar gücünü kullanarak
Şirin’i etkilemeye çalışan kişidir. Romanın ayrıntılarına inildikçe bu
özelliklerin dışında da pek çok yerde mesnevi ile romanın örtüştüğünü görürüz.
Mesela Şirin’in varlığından Hüsrev’i mesnevide hizmetkârlarında bir ressam
haberdar ederken, romanda bu görevi holdingin ressamlarından Naman üstlenir. Ya
da mesnevide ağaca asılmış Hüsrev’in resmini görerek Şirin’in ona âşık olması
için nasıl ortam hazırlandıysa, romanda da bir orman gezisi sırasında aynı
mizansen oluşturulur ki, bu mizanseni zenginleştirmek ve modernize etmek adına, Şirin’i etkileyeceği düşünülen Cahit Zarifoğlu’nun “Ağaçlar” şiirini
Faruk’un okuduğu bir barkovizyon gösterisi de ilave edilir.
Buradan
yola çıkara geçmişte yazılmış bir mesnevide olsun, modern zamanların mesnevisi
kabul edebileceğimiz bir romanda, aslında bir metnin içine sığdırılan “aşk”ın,
metinlerarasılıktan faydalanarak
kişileri de zamanı da bütünleyebileceğini söyleyebiliriz. Üstelik zamanı
oluşturan an’lar, zamanın akışkanlığından ötürü geçmişe dönüşse dahi, geçmiş,
şimdinin içinde yaşamaya hep devam eder. Yazarın gerçeği sözcüklerdir zira. O
sözcüklere yüklenen aşk ve zaman algısı da gerçeğin aynasını oluşturur. İster Nizami’nin Hüsrev ile Şirin’i olsun
ister modern çağdaki Şirin’in Düğünü
romanı, sözcükler değişse dahi, söylenecek olanlar değişmiyor. Üstelik büyük
eserler, merkeze alınan aşk olsa dahi,
katmanlı yapılarıyla çok şeyler anlatmaya devam ediyor okuruna.
Romanda
yer alan rüyalara da değinmek gerekir. Özellikle Faruk ve Kürşat’ın rüyaları
romanın akışını belirlemesi açısından önemlidir. Faruk daha üçüncü bölümde
rüyasına giren dedesinin ona müjdelediği büyük aşkının Şirin olduğunu fark
etmesi ile Şirin’in kalbini kazanmak için mücadeleye girişecek, bir anlamda
onca çelişkiler yaşadığı hayatında romandaki trajik unsurunu başlatacaktır.
Kürşat ise rüyasında aşkını bir yük olarak taşıması gerektiğini gördüğünde,
aşkı için artık yapabileceği bir şey kalmadığını anlayacak, aradan çekilip
izini kaybettirerek bilinmezlere doğru yol alacaktır. Kürşat’ın rüyası ile
okura hissettirilen bu tercih, romanda Şirin’in Faruk’a olan aşkını ete kemiğe
bürünerek yaşamasını kolaylaştıracak.
Belki
de rüyalar, kader defterimizin biz uykudayken açılan sayfalarıdır…
Ama
şu da bir gerçekti ki “Sadece
çocuksuluğunu koruyan yüreklere yerleşmeye razı oluyor aşk.”(s.135)
Masumiyetini yitirince aşk, kirleniyordu. “Kusurlarını
fark etse de zaaflarını aşamayan” Faruk’un aşkı, adaleti işine geldiği gibi
algılayarak ve uygulayarak her şeyin en iyisini kendi biliyormuş gibi Şirin’in
adına da kararlar verip ona tahakküm ederek,
inşaat sektöründe kanuna uydurularak yaptığı modern zamanın kibirli
sembolü gökdelenler, dev AVM’lerle kirlenirken, bu düzeni reddeden Kürşat’ın
şahsında aşk, temiz kalmaya devam eder.
Çünkü o, “hayatının anlamı kıldığı aşkı
koruyup geliştirmek için kendi kabuğuna çekilmiş, yalnızlaşmıştır.”
(375).
Şirin’in Düğünü, anlatım
açısından da farklı bir roman. Karakterlerin iç konuşmaları ile diyalogları iç
içe geçirerek, “ben” anlatıcı ile 3.tekil anlatımı birlikte kullanarak yazar,
okuru zorlamakla beraber, anlatımda farklı bir lezzet oluşturmayı da başarmış.
Son
olarak şunu belirmeliyiz ki; Şirin’in
Düğünü, merkezine aşkı almakla beraber, ülkenin yakın dönemine tanıklık
eden tarafıyla da yazarının entelektüel gözlemlerini yansıtırken, olaylara bakışında tarafgir olmamaya dikkat
ettiğini görüyor ve Cihan Aktaş’ın bu tarafsız bir göz olma çabasını takdirle
karşılıyoruz.
YİRMİ
YIL SONRA ÜÇ İHTİLAL ÇOCUĞU
ASIM
ÖZ, Dünya Bülteni, 5 Mart 2012
Asım Öz/ Kültür Servisi
Edebiyat ürünlerine dikkatle bakıldığında bu ürünü ortaya
koyan yazarın toplumsal ve siyasal konumlanışı hakkında da bilgiler edinmek ya
da daha öznel bir deyimle çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Eserin yazıldığı ve
konu edindiği dönemlerin baskın sorunsallarına ilişkin kültürel çözümlemeler
yapılırken kimliksel konumlanışlar da mutlaka dikkate alınır.
Seksenli yıllardan itibaren Türkiye'de İslamcı söylem ve
kadının İslamiyet'teki durumu/konumu üzerine sorgulamalar öze dönüş, gelenek,
modernleşme ve feminist tartışmalara paralel bir ivme kazanmıştır. Bütün bu
süreçleri çok yakından yaşayan ve olaylara tanıklık eden Cihan Aktaş,
Türkiye'de 'kılık ve kıyafet' bağlamında inancı gereği başını örten kadınların
yaşadıkları sıkıntıların temeline inerek farklı bir bakış açısı getirmiş,
Müslüman kadının serüvenini anlamamız için ciddi bir çaba göstermiştir. İşte bu
yüzden Cihan Aktaş, bana öyle geliyor ki, seksen sonrasında zaman zaman
ivmelenerek, bazen durup kendine dönerek yürüdüğü yolda tarihsel bir dönemece
karşılık geliyor.
Cihan Aktaş'ın yazı/n anlayışının temel ilkelerini - bakış
açısı, konu, tema, kişiler, dil, üslûp, teknik vb.- yazı ile yapmak istediğini
belirlemiş bir yazar kimliği ile ilk hikâye kitabı Üç ihtilal
Çocuğu (1991) ile son öykü kitabı Kusursuz Piknik (2009) ve kitaplaşmayan
öyküleri göz önüne alındığında kitaplarında geniş bir kişiler kadrosuna
yaslandığı, bu kişileri hem birbirleriyle hem de toplumsal/sınıfsal
koşullarıyla ilişkilendirerek betimlediği, bu ilişkileri belirgin bir çatışma
ve çelişme süreci içinde anlattığı, tanınabilir bir mekân-zaman boyutunu
önemseyerek tarihsel art-alanı somutlaştırmayı öngördüğü anımsanacak olursa
üretken ve yaratıcı bir yazar olduğu görülür. Bu bağlamda düşünce ve
inceleme alanında yayınladığı ondan fazla kitabını da yazın toplamına
eklemek gerekir.
ÖZ İNŞANIN AĞIR YÜKÜ
İslamcı kadının kimliksel konumlanışındaki gerilim
noktalarına nüfûz etmek kadar seksen sonrası İslamcı zihnin kamusal söyleminde
önemli bir boyut kazanan kadın konusundaki tartışmaları, değişim süreçlerini,
savrulmaları, kırgınlıkları ve elbette kırılganlıkları metinler üzerinden
okumak, bu süreci anlayabilmek için Cihan Aktaş'ın -ister edebi isterse
düşünsel olsun- metinlerinin gerçek bir politik güçlenme için imkânlar
sağlaması açısından önemli bir anlamlar/imkânlar ufkuna sahip olduğunu
düşünüyorum. Çünkü Cihan Aktaş, dili, anlatımı ve toplumumuz/d/a kadın ve
Müslüman kadının dolayısıyla da Müslümanların konumuna kadın/lar/ın yaşadıkları
açısından irdelemeler getirişiyle "öncü" bir yazardır. Müslümanların
kültürel evreniyle "feminist bakış"ın kimi yönlerini bağdaştırışı
nedeniyle, toplumsal bir kadını ya da kadının toplumsal yanlarını kurcalayışı
yazarlığının ana izleklerinden biridir.
Kuşkusuz Aktaş, bir yazar olarak sadece Müslüman kadınların
dolayısıyla da erkeklerin yaşadıkları sorunları/çözülmeleri anlatmakla
kalmamış, dergi ve gazetelerdeki yazılarıyla, inceleme-araştırma tarzı
kitaplarıyla, hikâye ve romanlarıyla farklı sorunları geniş
perspektiften ele alan ender yazarlar arasında yer almıştır. Onun bu çabası ile
ilgili olarak öncelikle belirtilmesi gereken husus Aktaş'ın ele aldığı
konuları/sorunları dönüştürerek ele almış olmasıdır. Sorunlara yaklaşırken ne
gelenekselliği ne de modern yaklaşımları tümden olumlamayan bir dönüşüm
perspektifini içinde barındıran bir bilinç inşasını önemsediği için Vahiy
merkezli bir bilinç/kimlik dönüşümünü esas almaktadır. Ancak onun bu
sancılı/gerilimli düşünsel çabasının gereğince anlaşılıp değerlendirildiğini de
söylemek iyimserlik olur.
Erkekle kadın arasında, ister fıtrî özelliklerden, ister
tarihsel toplumsal konumlardan, ister her ikisinden birden kaynaklansın derin
duygusal, düşünsel, davranışsal farklılıklar olduğuna dair önemli bir birikim
var. Edebiyat alanında da, erkek yazarla kadın yazar arasında hiç de
azımsanmayacak konu, duygu, biçem, imgelem farklılıkları var. Dikkatli bir
okumadan sonra bir edebiyat ürününün yazarının kadın mı, erkek mi olduğunu, yazarın
kimliğini bilmeden de anlamak çoğu kez olanaklıdır. Özellikle seksenli
yıllardan sonra düşünce, kültür, sanat, edebiyat alanında kadınların da yazmaya
başlamaları, kitaplar yayınlamaları, dergiler çıkarmaları, kendileri tarafından
da, 'kadın hikâyeci', 'kadın yazar', 'İslamcı kadın yazar"
tanımlamalarının kullanımını yaygınlaştırmıştır.
Yukarıda sözü edilen iki boyutlu kavrayışın sonucu ortaya
çıkan durumu "konumsallık" ve "kesişimlilik" gibi
deyimleri kullanarak da ele almak mümkün. Bireylerin ve grupların önemli sosyal
farklılıklar boyutu açısından birbirlerine göre nasıl tanımlandıklarını görebilmek
ve bundan bahsedebilmek için konumsallığa gereksinimimiz var. Üç İhtilal
Çocuğu'na odaklanan bu yazının amaçları doğrultusunda, konumlandırmayı
iktidarın iki boyutunda, hem toplumsal cinsiyet hem de siyasi iktidarın
hiyerarşik otoritesi bazında vurguluyorum. İktidarın elbette daha pek çok
boyutu var ama İslamcı kadın ve yazını ele aldığımızda bu ikisinin konuyla daha
yakından ilişkili olduğunu düşünüyorum. Konumsallık kavramı, karmaşık ve
öngörülemez şeyler olarak kimlikten ve benlikten bahsetmeye özellikle uygundur;
çünkü her birimiz farklılığın birden fazla boyutunda bulunuruz.
"Kesişimlilik" ise, konumsallığın farklı boyutlarının birbiriyle
nasıl kesiştiğini ve dolayısıyla da her birey veya kolektifin aynı anda pek çok
konumu deneyimlediğini gözler önüne seren bir terimdir.
Çağdaş Amerikalı eleştirmenlerden Harold Bloom, Etkilenme
Endişesi (2008)adlı kitabında, erkek yazarın hep kendinden önce yazmış olan
erkek yazarlardan etkilenme endişesi taşıdığını ve bu nedenle edebiyat
tarihinin babalar ve oğullar arasında bir çatışma olduğunu ileri sürer. İslamcı
kadın yazarın kaygısı ise tam tersine kendinden önce yazan ve örnek alabileceği
bir kadın yazar geleneği olmayışından kaynaklanan bir özgüven ve öz inşanın
ağır yükünden kaynaklanır. İslamcı erkek yazarları örnek almanın da sıkıntılı
yanları vardır. Ya onların çoğunun geleneksel dünyasından kaynaklanan
eleştirilerine teslim olacaklar dolayısıyla onların kültürel
sermayelerine bağımlı olacaklar ya da kendi öz inşalarının ağır ama onurlu
sorumluluğunu kabul ederek yazın dünyasında kendi özne olma süreçlerini
pekiştireceklerdi. İşte İslamcı kadın yazarların genel olarak yalnızlığı bu
kültürel koşullanmalar ve biçimlenmeler üzerinden bütün yeryüzü otoritelerinin
sorgulanmasından kaynaklı bir kendini yaratma çabasının neticesidir.
İnançlarından dolayı başlarını örterek okumak isteyen
Müslüman kadınların yaşadıkları trajik durum, pek çok kitapta ele
alınmıştır. Başörtülü kadınların içine sürüklendikleri sıkıntıların yol açtığı
psikolojik travmalar, etkisini gelecek kuşaklar üzerinde de sürdürecek
gibi gözüküyor. Bu süreci şu ya da bu şekilde yaşayan bir yazar olarak Cihan
Aktaş'ın ilk öykü kitabı bu sorunu bütün boyutlarıyla içerir. İslamcılık
akımına siyasal ve kültürel bağlamda önderlik eden aydınların, fakihlerin
kadınlarla ilgili yeni ve farklı yorumlarına ilişkin kadın yazarların bir
şekilde söz almaları da öykülerde görülür. Müslüman kadınların dini
doğrudan anlama imkanlarının sağladığı bilinçlenme ve Müslüman
toplumların modernizmle karşılaşması ve hesaplaşmaya girme halleri de öykülerin
arka planı olarak dikkat çeker. Bu arka plan edebiyat metnini ortaya
çıktığı toplumsal ve tarihsel koşullar bağlamında okuyan, irdeleyen ve
yorumlayan bir eleştirel bakışın ıskalamayacağı önemli bir
boyuttur.
Yazarın irdelemeci gözü bugünün olayların geçmişle
bağlarını, kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel genetiği gözler önüne sererek
aslında yaşananların birbiriyle ilişkili olduğunu ortaya koyar. Her yazar gibi
onun yazarlık kimliği de karmaşık ve katmanlıdır. Verimli bir yazı serüveni olan
Cihan Aktaş'ın gerek kurgu/anlatı gerekse akademik nitelikli metinler
toplamında toplumsal cinsiyet kavramı ile ilintili söylemsel düzenlemeler için
aklıma geliveren bütün bu çoğalmaya açık soru/n/lar içinde ilkin dikkatimi
çeken noktalar hususunda Hz. Fatma ile Wirginia Woolf
"gerilimi" ya da "sınırı" tanımını kullanmak mümkündür.
Nesrin Tağızade Karaca'nın hazırladığı, Edebiyatımızın Kadın Kalemleri
(2006) adlı derlemede "Siyasal İslamcı Yazında Ahlak,
Yaşam ve Kadın Kimliği" başlıklı yazısı yer alan Dilek Doltaş,
Aktaş'ın modern, gerçekçi, sorgulamacı ve bireyselmiş söylemi hakkında
şu tespiti yapar: "Cihan Aktaş'ın kadın kahramanları, çağdaş
feminist kadınlar gibi bireysel bir arayış ve sorgulama içindelermişçesine
kadın özgürlüğü, ve eşitliği konularına yaklaşırlar" Bu
sorunsallıktan/kesişimlikten yola çıkarak farklı bir ilişkisellikten söz
etmek, yazı ve kadın ilişkisinin kuruluşunun başka bir anlamı olduğunu
varsaymak, alternatif özne tanımlarını ve böyle tanımlar üstüne kurulabilecek
eleştirel ve siyasi etkinliklerin önemini de kavramak demektir.
İSLAMCILIĞIN ÇÖZÜLÜŞÜNE İLİŞKİN ERKEN SEZGİLER
Cihan Aktaş Üç İhtilal Çocuğu kitabında askeri darbelerin
suskunlaştırıcılığı, eklektik kimlik arayışları, sağcılık gibi siyasal içerikli
sorunlar yanında, geleneksel aile yapısının İslamcı kadını dışladığını, onu
çaresizliğe ve suskunluğa ittiğini anlatır. İslamcı kadının geleneksel değer
yargılarının kafesinde değil, öncü ve devrimci kimliğinin vazgeçilmez olduğunu
söyler. Kitapta yer alan ilk öykü "Teşekkürü Hakkettiniz Bay
Yargıç"ın ana karakteri üniversite yıllarında örtünerek özneleşen kendisiyle
aynı ideolojiyi paylaşan arkadaşlarıyla ideal İslam toplumu düşünceleri kuran,
örtüsünü çıkarmamak için üniversite diplomasını almayan, sonunda da kendi gibi
idealist bir Müslüman gençle evlenen bir kadındır. Evlendikten sonra
kocasının "giyimine, kuşamına, işine ye boğazına" düşerek "paranın
en önemli güç olduğunu savunduğundan", kocasının ailesindeki kadınların
İslam'ın hayata dönük kuşatıcı yanını bırakıp şekilciliğine önem vermelerinden
yakınır. Bu yönüyle hikâye postmodern darbe süreğinde yazılan çoğu metnin
dünyasını ilk olarak ortaya koyması bakımından dikkate değerdir.
Kadrican Mendi Haksöz'de yayımlanan "Cihan
Aktaş'ın Hikâyesi" başlıklı yazısında genel olarak Aktaş'ın
anlatı serüveni hakkında şu yargılarda bulunur: "Cihan Aktaş'ın
hikayesinde, tüm bu gidiş gelişleri, gerilimi, kıpırdanışları, kopuşları, tutunamayışları,
mazeretleri ve izahları bulmak mümkün... Ya da tersten söyleyelim; farkında
olmamak mümkün değil. Cihan Aktaş İslamcı kuşağın temposu yüksek hikâyesini
genellikle, üniversite görmüş, kitap oku(muş)yan, en azından bir zamanlar
idealist olan İslamcı kadın kahramanların, çevredeki; modernizme teslim olmuş,
pragmatikleşmiş, iktidar karşısında yumuşamış, (fiziki olarak şişman veya
meyyal) erkek tiplerle, kocasını kaybetmemek için saçlarını sarıya boyatan,
yüksek topuklu giyen, günlük hayatın yavanlığına hapsolmuş, sığ ve renksiz kadın
tipler arasındaki tezatları bağlamında işler. Farklı statü ve geçmişlere sahip
bireylerin bir şekilde bu omurgaya eklemlenmeleri anlatıyı sığlaştırmaz bilakis
ayrıntıların zarif örgüsü hikâyeyi zenginleştirir. Cihan Aktaş'ın zengin
portföyünde bu bütün içerisine oturtulmuş birçok yan temayla karşılaşıyoruz.
Bazen bir alerjinin yol açtığı, ya da doğum öncesi fiziki durumun verdiği aşırı
duyarlılık halini öne çıkartarak, çatışmanın ortasındaki bireyin (kadının)
dünyayı ve hayatı algılayışındaki değişiklikler üzerinden, toplumu, tarihi ve
bunların üzerinde var olmaya çalışan insanı önemseyerek renklerine ayırarak
sunuyor okuyucuya."
Öykünün sonunda öykü karakterinin çokbilmiş iktidarın
temsilcilerine karşı "Hayatıma çeki düzen vermem gerektiğine önce
ben karar verebilmeliydim" diyerek çözümü de çözümsüzlüğü de kendi içinde
bulabileceğini ifade edişi öznenin oluşumu bakımından dikkate değerdir. Anlamın
bütünselliği ve belirliliği, metnin yazarın zihninde bir kaynak, bir başlangıç
noktasına sahip olduğu, edebiyatın amacının soyutu somut aracılığıyla
yansıtmak, yani görünenle görünmeyen, bireyselle evrensel arasında metaforik
ilişkiler kurmak olduğunu bu öyküyü izleyen ve darbelerle sürdürülen
modernleşme öyküsünün toplumda yol açtığı korkuları kurcalayan bir uzun hikâye
olarak da okunabilecek olan "Üç İhtilal Çocuğu" ile
"Süleymaniye'den Sonra Bir Toplantı" başlıklı hikâyelerde de görmek
mümkün. Öykülerde kadın karakterlerin -seksenli yıllarda-
üniversite eğitimi sırasında örtünerek özneleşmeleri İslam'ı bir hayat tarzı
olarak kabul etmeleri, kendileri gibi İslam'ı bir dünya görüşü olarak kabul
eden kişilerle evlenmeleri, evlendikten sonra hem ev içi uğraşlarının ağırlığı
hem de eşlerinin kamusal alandaki yaşama uyma ve orada başarılı olma/kariyerizm
hevesleri nedeniyle İslami yaşamdan uzaklaşmaları anlatılır. Kadınlar içine
düştükleri uzlaşmacı tavırlar nedeniyle Müslüman'ca bir gelecek
kurma ideallerinden koparlar, kocalarına ve çevreye yabancılaşırlar, yalnızlık
ve düş kırıklığı yaşamlarına hakim olur. Sürüklenmekten ibaret olan hayatı,
yaşanılır hâle getirmek için sürekli arar, döner durur kahramanlar ve bu
öykülerin sonunda kadınlar bir silkinip kendilerine/özlerine dönmeye, kendi
doğrularının kimliksel yaratıcılığında inşa ettikleri bir dünyada yaşamayı umut
ederler.
Bu bakımdan Cihan Aktaş'ın öykü dünyası yaşantıyı boğan,
görünmez kılan her türlü geleneksel ve otoriter suskunluğun edebiyatın ve
düşüncenin oluşturduğu yazının ince ve keskin neşteriyle delinmesi var olan
gerçekliklerin gözler önüne serilmesidir. Hüseyin Su Bir Yağmur
Türküsü(1999)'nde Aktaş'ın öykü dünyasını şu ifadelerle çerçeveler:
"Genelde kadın (daha genelde de insan), özelde Müslüman kadın, verili bir
dünyanın, dayatılan bir dünyanın kıskacında, darmadağınık, allak bullak olmuş bir
hayatı yaşamak zorundadır. Hayatın her alanında çelişkilerle karşılaşır. Evde,
işte, sokakta, çarşıda, pazarda, kentte, kasabada, köyde; inançta, inkârda,
sevgide, nefrette, eylemde, eylemsizlikte, okulda, okul dışında, gelenekte,
modernizmde, yurt içinde ve yurt dışında... Onun için sükûn yoktur. Her alan,
her düşünce, her mekân, her ilişki, her birliktelik... Sorgulanmak
durumundadır. Hepsinin de yeniden inşası gerekmektedir." Müslüman
"özne"ye zorunlu ve mutlak, benliğinin özsel ve sahih bir unsurunu inşa
etme çabasının sıkıntıları olarak da okunabilir bu gerilim.
Kadının imge olarak ilgili metinlere nasıl yansıdığı ve
yansıtıldığı, sorusu din ve modernizm, gelenek ve modernizm, İslam ve
Batı, Kuran ve gelenek gibi karşıtlıklarla ilgili tartışmaları anlamak
açısından önemlidir. Soyut İslami anlayışların somuta dönüştürülme sürecinde
Müslümanları geçirdiği değişimlerin de var olduğu unutulmamalıdır. İslamcı
kadın yazarlar yapıtlarında kültürel özgeçmişlerini çoğunlukla Müslümanların
kültürel özgeçmişlerinin peygamber döneminin (Asrı Saadet) ölçüt ve davranış
biçimlerinde yattığını söylerler. Öte yandan, toplumsal cinsiyetin kültürel
yoğrulabilirliği, insanlar tarafından yeniden yorumlanmaya ve dönüştürülmeye
açık niteliği özneleşme için de bir imkândır. İslamî kişilikleri
yaratıcı bir kültürel öz arayışından kaynaklanan ufuk açıcı yaklaşımla
yorumlayan İslamcı kadın yazarlar, İslami bir söylemle açıklamaya çalıştıkları
ve kültürel geçmişlerine uygun buldukları düşünce, değer ve davranışları kök
karakterlerin örnekliği üzerinden tüm toplum için bağlayıcı kılmaya
çalışırlar. Bu yorumlama stratejisi bir beden siyaseti olarak gündemleştirilen
Müslüman kadının bağımlı, ikincil ve pasif bir konumda olduğuna ilişkin kibirli
ve ötekileştirici yorumlara karşı da bir cevap içerir. Cihan Aktaş'ın hem Üç
İhtial Çocuğu'nda yer alan hikâyeleri hem de başka yazı ve hikâyeleri söz
konusu olduğunda, Hz. Fatma ekseninde öne sürülen ideal kadın modelinin,
kadınları soyut olarak yücelten söylemden ziyade, pratiğe yönelik sorumluluklar
ve eleştirellik perspektifinde daha gerçekçi, dolayısıyla mutedil ve anlaşılır
bir zemine yerleştirildiği görülür. Tarihsel bir örnek olarak Hz.Fat(ı)ma
muhakkak ki Aktaş'ın farklı kadınlık durumlarına etkin olarak müdahalede bulunmasını
sağlamıştır. Cihan Aktaş'ın iki biyografik metninden birinin Hz. Fat(ı)ma ile
ilgili olması bu çerçevede üzerinde durulması gereken bir noktadır.
Zaman zaman kadın duyarlığının en üst düzeyine yaklaşan,
kimi zaman karamsarlık kimi zaman "Süleymaniye'den Sonra Bir
Toplantı"da olduğu gibi abartılı bir hayal kırıklığı toplamı veya bütün
bunları kuşatan endişe hâlini barındıran Üç İhtilal Çocuğu son yıllarda
İslamcılığın çözülüşüne ilişkin milat arayışlarında işaret edilen doksanlı
yılların ortaları ile iki binli yılların öncesine değil, seksenli yılların
ortalarına işaret edişi bakımından da atlanmaması gereken temel bir
eserdir. Hikâyelerde yer alan kimi göndermelerin postmodern darbe sonrası
dönüşümlerle dudak uçuklatacak boyutlara varan çakışması gözden kaçmayacaktır.
Sadece serbest piyasa ekonomisinin imkanlarından söz eden
Nuran'ın akrabasını hatırlamak bile yeter ama şunu da anmadan geçmeyelim:
"Bizim gittiğimiz yollardan o çoktan dönüyormuş. Türkiye'nin şartları çok
çok farklı, dünya Müslümanlarına da Müslümanlığa da ne yapacaksa Türkler
yapacak, her şeyin hesabı kitabı var, kazandıklarımız elden gitmemeli" Bu
nedenle, olunan yerle olunmak istenilen yer arasındaki mesafeyi kavramak için
de dönülüp bakılması gereken bir kitap Üç İhtilal Çocuğu.
Cihan Aktaş, Üç İhtilal Çocuğu, İz Yayıncılık,2012