Hukukçu, avukat, edebiyat ve tarih araştırmacısı (D.1 Ağustos 1920, Diyarbakır - Ö. 23 Nisan 2003, Ankara).
Diyarbakır İsmet Paşa İlkokulu (1932), Diyarbakır Lisesi (1938), Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi (1942) mezunu.
Başkale hakim yardımcılığı
(1946-48), Avanos’ta ceza hakimliği (1948-50) ve Ankara’da serbest avukatlık
yaptı.
Tüm zamanını ayırdığı, Diyarbakır
folkloru, tarihi, fikir ve sanat adamları üzerine yaptığı önemli araştırmalarla
tanınmıştır.
Diyarbakır hakkındaki bilimsel
toplantılara katılarak bildiriler sundu.
Eserleri Türk edebiyatı araştırmalarının
kaynak kitapları arasında olan Şevket Beysanoğlu, “İkinci Ali Emirî” olarak tanınmıştır.
Kitaplığını, vefatından önce Dicle Üniversitesine bağışladı.
Araştırma yazıları ve edebî ürünleri
Karacadağ (Diyarbakır, 1938-50), Kara Amid (Diyarbakır, 1956-79),
Ziya Gökâlp (1974-99), Türk Kültürü, Kültür ve Sanat, Folklor
Araştırmaları, Görüşler vd. çok sayıda dergide yayımlandı.
Atatürk Kültür Merkezi şeref üyesi;
Ziya Gökâlp Derneği, Folklor Araştırmaları Kurumu, Diyarbakır Kültür ve Yaşatma
Vakfı, Türkiye Yazarlar Birliği üyesi idi.
Ödülleri:
1986 yılında İhsan Hınçer Türk
Folkloruna Hizmet Ödülünü aldı. Diyarbakır tarihi, coğrafyası ve folkloru
hakkında yaptığı değerli çalışmalardan dolayı Dicle Üniversitesi tarafından
kendisine 1990 yılında edebiyat fahrî doktoru payesi verildi.
Şevket Beysanoğlu İçin Ne Dediler?
“1943 tarihinde neşrettiği
Diyarbakır Folkloru isimli hacimli eseriyle Diyarbakır çevresinin halk
âdetleri, gelenekleri, şiirleri üzerinde bize cidden istifadeli malzeme ve
görüşler kazandıran Şevket Beysanoğlu, şimdi, okuyucunun huzuruna sunduğu Diyarbakırlı
Fikir ve Sanat Adamları monografisi ile de Dicle kıyılarının kültür ufuklarındaki
bulutları aralamağa çalışmakta ve bize Amidli İshak’tan başlayarak bugüne
kadar, on altı asır boyunca, kendi doğup büyüdüğü iklimin büyük insanlarını
tanıtmaktadır. Beysanoğlu, İstanbul kütüphanelerinin tozlu raflarında saklı
birçok yazma mecmuayı taramış, birçok divan sayfası üzerine eğilmiş, birçok
mesnevi yaprağı karıştırmış ve böylece evvelâ, Diyarbakırlı kültür adamlarının
bizzat kalem mahsullerini bulup çıkarmak için çırpınmıştır. Ayrıca bugüne
kadar, başta rahmetli Ali Emîrî olmak üzere Diyarbakır çevresinin edebiyat,
tarih vs. alanlarında şöhret yapmış değerleri üzerine eğilip eser hazırlamış
olan zatların mesaisinden de lâyığı veçhile istifadeyi ihmal etmemiş ve bu
faydalanmalarını hemen her adamın hayat ve eserleriyle ilgili bahsin sonunda
belirtmiştir. Böylece Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, kendi sahasında,
Anadolu’da son günlerde aynı konuda yazılıp yayımlanan eserler arasında özel
bir mevki kazanmak hakkına sahiptir.” (Prof. Dr. Abdülkadir Karahan)
***
“Köklü bir tarihe sahip olan ve
birçok medeniyetlerin birleştiği bir konumu bulunan Diyarbakır’ın önemi inkâr
edilemez. Bu önemli şehir Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı Tarancı ve
Ali Emiri gibi meşhur şair ve ilim adamlarını yetiştirdiği gibi Muslihiddin-i
Lari, Bıyıklı Mehmed Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa gibi tarihçi ve tarih
yapanları da yetiştirmiş ve bağrına basmıştır. İşte bunları eseriyle ilim
alemine tanıtan kişi de Dr. Şevket Beysanoğlu’dur. Beysanoğlu’nun en büyük
yapıtı da henüz iki cilt halinde yayınlanan Diyarbakır Tarihi’dir. Her ne kadar
Diyarbakır tarihi hakkında birkaç eser değişik yazarlar tarafından kaleme
alınmış ise de burada tanıtımını yapacağım eser bunların en geniş
kapsamlısıdır. Birçok birinci ve ikinci el kaynağın kullanıldığı bu eserin
içeriği gözden geçirildiğinde kendisinin de bir kaynak teşkil edebileceği
anlaşılmaktadır. Ayrıca ben tarihe ilgisi olan bir kişinin zevkle okuyabileceği
bir eser olduğu kanısındayım.” (Prof. Dr. M. Mehdi İlhan)
ESERLERİ:
Araştırma-İnceleme:
Ziya Gökâlp’ın İlk Yazı Hayatı (1956), Doğumunun 80. Yıldönümü Dolayısıyla Ziya Gökalp ve Ziya Gökalp Müzesi (1956), Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları
(4 cilt, 1957, 1959, 1978, 2003), Bütün
Cepheleriyle Diyarbakır (1962), Diyarbakır
Coğrafyası (1962), Kısaltılmış
Diyarbakır Tarihi ve Abideleri (1963), Diyarbakır Ağzı (1966), Diyarbakır
İl Yıllığı (1967), Kadın
Şairlerimizden Sırrî ve Divançesi (1969), Cahit Sıtkı Tarancı (1969), Basın ve Yayın Dünyamızda Diyarbakır (1970), Doğumunun 100. Yıldönümünde Süleyman Nazif (1970), Cumhuriyetin
50. Yıldönümünde Diyarbakır
(1973), Anıtı Dikilecek Adam: Ziya
Gökalp (1977), Diyarbakır’ım
(2 cilt. 1982, 1986), Diyarbakır’da
Gömülü Meşhur Adamlar (1985), Ziya
Gökâlp Külliyatı Üzerinde Bir Hesaplaşmanın Hikâyesi (1988), İnançları, Gelenek ve Görenekleriyle
Yezidiler (1988), Öğretime
Açılışının XV. Yıldönümünde Dicle Üniversitesi (1989), İncili Çavuş’un Kimliği ve Seçme Fıkraları (1990),
Anıtları ve Kitabeleriyle Diyarbakır
Tarihi (2 cilt. 1987, 1990), Kültürümüzde
Diyarbakır (1992), Ahmed Arif (Vecihi
Timuroğlu ile, 1992), Cumhuriyet
Dönemi Türk Edebiyatının Üç Büyük Şairi (Cahit Sıtkı Tarancı-Ahmed Arif
- Sezai Karakoç, 1997), Diyarbakır
Bibliyografyası (c. 1, 1998), Çağdaş
Düşünce Tarihimizde Ziya Gökalp (?).
Derleme:
Diyarbakır Folkloru (2 cilt, 1943, 1946), Ziya Gökalp İçin Yazılanlar ve Söylenenler
(4 cilt, 1964, 1974, 1978, 1984), Mustafa
Adil Özer Bibliyografyası (1986), Diyarbakır
Folklorunda Halk Hekimliği (Dr. Mebrure Değer ile, 1992), Diyarbakır Folklorunda
Gelenekler-Görenekler- Adet ve İnanmalar (1995), Diyarbakır Musiki Folkloru (Salih Turhan, Kubilay Dökmetaş ile,
1996), Diyarbakır Bibliyografyası (1997).
Yayına
Hazırlama:
Ziya Gökalp / Hars ve Medeniyet (1964, 2. baskı 1972), Ziya Gökalp / Millî Terbiye ve Maarif
Meselesi (1964, 2. baskı 1972), Ziya Gökalp / Çınaraltı Konuşmaları
(1964), Ziya Gökalp / Makaleler I (Diyarbekir,
Peyman, Volkan gazetelerindeki yazıları, 1976), Ziya Gökalp / Şakî İbrahim Destanı ve Bir Kitapta Toplanmamış Şiirler (1976),
Ziya Gökalp / Makaleler IX
(Yeni Gün, Yeni Türkiye, Cumhuriyet gazetelerindeki yazıları, 1980), Ziya Gökalp / Tamamlanmamış Eserler, Cilt: 1
(1985), Ziya Gökalp / Kürt
Aşiretleri Hakkında Sosyolojik Tetkikler (1992).
Tefrika
Edilmiş Eserleri:
Tarihte Boğazlar Meselesi ve Bugünkü Hukukî Durum (Karacadağ
dergisi, 62 ve devamı sayılar (1943-94), Şarkın
Meşhur Adamları (Şark Postası
gazetesi, 7 Ekim 1952 ve devamı sayılar), Ziya Gökalp’e İlişkin Anılar-Belgeler, Bilgiler (Ziya Gökalp dergisi, 7 ve devamı
sayılar, 1977), Cumhuriyet Dönemi
Diyarbakır Kronolojisi (Kara Amid
dergisi, sayı: 70-71 v.d.).
KAYNAKÇA:
Hikmet Dizdaroğlu / Ziya Gökâlp Hakkında Yeni Bilgiler (Yeni Yurt gazetesi,
11.8.1981), Selahattin Önerli / Yazarlık Hayatının 50. Yıldönümünde Şevket
Beysanoğlu Bibliyografyası (1988), İrfan Ünver Nasrattınoğlu / Diyarbakır’ı
Tanıtan Adam Dr. Şevket Beysanoğlu (Size dergisi, sayı: 225, Temmuz 1992), Hayrettin
İvgin / Gönlünü Diyarbakır’a Veren Adam: Dr. Şevket Beysanoğlu (Size dergisi,
sayı: 226, Ağustos 1992), Yazarlık Hayatının 60. Yılında Dr. Şevket
Beysanoğlu’na Armağan (1997), İhsan Işık / Türkiye Yazarlar Ansiklopedisi
(2001, 2004) – Encyclopedia of Turkish Authors (2005) - Resimli ve Metin
Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, gen. 2.
bas. 2007) – Ünlü Bilim Adamları (Türkiye Ünlüleri Ansiklopedisi, C. 2, 2013) -
Encyclopedia of Turkey’s Famous People (2013) - İhsan Işık / Diyarbakır
Ansiklopedisi (2013) - Geçmişten Günümüze Diyarbakırlı İlim Adamları Yazarlar
ve Sanatçılar (2014), Remzi İnanç / Şevket Beysanoğlu (Folklor Edebiyat
dergisi, sayı: 35, 2003).
Gurbette kalbime dolan
hasretin.
Eritir mum gibi, beni
ey diyar.
Dolaşsam, gezsem de bütün
cihanı,
Bulamam ruhuma yakın
sen kadar.
Gül gibi açsam da çabuk
solarım.
Sensiz herşey kara,
her işim yarım.
Ey, benim cennetten güzel
diyarım,
Bahtiyar olsam da
sensiz, ne çıkar...
(Ankara, 1938)
İçinde
bulunduğumuz XX. yüzyılın ikinci yarısında bile. Türk fikir ve sanat tarihini,
vesikaların ışığı altında, ilim metodlarının tam icaplarına göre hakkı ile
yazabilecek durumda olduğumuzu kolayca söyleyemeyiz. Uzun çağlar boyunca, orta
zaman metodlarına sadık kalarak, edebiyatımızı, sanatımızı tezkire usulü ile,
orta malı deyimler, acele hükümler, mütemadi tekrarlarla anlattığımızı sanmışız.
Sanat ve fikir adamının bizzat kaleminden çıkmış mahsullerdeki kayıtları bir
tarafa bırakıp dışarıdan gelme rivayetlere, menkıbelere yapışmış, onları nakil
ve mehaz göstermeden tekrar suret ile vazifemizi, güya, yerine getirmişiz.
Bu
kabil ihmal ve kayıtsızlıklar bir tarafa, fikir ve sanat tarihinin genişlik ve
güzellikle yazılabilmesine çok yardımı olacak monografiler de vücuda getirmek
için yeter gayret göstermiş değiliz. Bilhassa Anadolu'da tarih boyunca ve Türk
tarihi bakımından önemli kültür merkezleri mahiyetinde telakki edilmek gereken
şehirlerimizden yetişmiş edebiyat ve fikir değerleri üzerinde ayrı ayrı durarak
yapılmış tetkiklerimiz pek azdır. Konya, Kayseri, Diyarbakır, Sivas, Erzurum,
Urfa v.s. gibi muhitlerin mübarek topraklarından feyz almış yüzlerce ileri
münevverimizin hayat ve eserleri ayrı ayrı incelenecek ve sağlam vesikalarla
belirtilecek olursa, bu türlü hizmetler, umumî fikir ve kültür tarihimizin
gelişme ve serpilme istikametlerini tayin ve tesbite de çok yardım edecektir.
Memnuniyetle müşahede etmekteyiz ki, az sayıda olmakla beraber, son yıllarda
bu yolda oldukça ileri adımlar atılmaktadır. Bu hareketlerden bir başlı esasına
Güneydoğu Anadolu'nun en tanınmış şehri ve Anadolu tarihinin bir kaç altın
yaprağını göğsünde saklayan Diyarbakır sahne olmakla bahtiyar sayılabilir.
1943 tarihinde neşrettiği Diyarbakır Folkloru isimli hacimli eseriyle
Diyarbakır çevresinin halk âdetleri, gelenekleri, şiirleri üzerinde bize cidden
istifadeli malzeme ve görüşler kazandıran değerli arkadaşım Avukat Şevket
Beysanoğlu, şimdi, okuyucunun huzuruna sunduğu Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları monografisi ile de Dicle
kıyılarının kültür ufuklarındaki bulutları aralamağa çalışmakta ve bize Amidli
İshak'tan başlayarak bugüne kadar, on altı asır boyunca, kendi doğup büyüdüğü iklimin
büyük insanlarını tanıtmaktadır. Beysanoğlu, İstanbul Kütüphanelerinin tozlu
raflarında saklı bir çok yazma mecmuayı taramış, bir çok kitabın sayfası
üzerine eğilmiş, bir çok mesnevi yaprağı karıştırmış ve evvelâ Diyarbakırlı
kültür adamlarının bizzat kalem mahsullerini çıkarmak için çırpınmıştır. Ayrıca
bugüne kadar, başta rahmetli Ali Emiri olmak üzere Diyarbakır çevresinin
edebiyat, tarih, sanat alanlarında şöhret yapmış değerleri üzerine eğilip eser
hazırlamış rafların mesaisinden de lâyıkı veçhile istifadeyi ihmal etmemiş ve
bu faydalanmalarını hemen her adamın hayat ve eserleri ile ilgili bahsin
sonunda belirtmiştir. Böylece Diyarbakırlı fikir ve sanat adamları, kendi
sarasın Anadolu'da son günlerde aynı konuda yazılıp yayımlanan eserler arasında
özel bir mevki kazanmak hakkına sahiptir.
Bununla beraber Sayın Beysanoğlu'nun dahi
eserinin kusursuz olduğunu iddia edeceğini sanmıyoruz. Böylesine güç ve az
işlenmiş bir konuda eşiklerin çokça bulunmasına tabii gözle bakılmak icab eder.
Diyarbakır'ın yetiştirdiği kültür adamları, yalnız bu kitapta yazılanlardan ibaret
değildir. Fakat bununla kuvvetli bir hamle yapılmış olmaktadır. Gelecek
nesiller, bundan hız alarak daha tamamlarını, daha metodlularını genişlerini
elbette yazacaklardır. Bugünün Diyarbakırlı genci de Nesimi'yi, Halilî'yi
Gülşenî'yi, Hâmî'yi okuyup anladığı vakit, kendi yerleştiği bölgenin, şiir ve
fikir alanında nasıl ileri ve heyecanlı insanların olgunlaşmasına elverişli
olduğunu sezecek ve kendisi de daha çok iç arzusu ile bir kültür ve sanat adamı
olmanın şevkini ve zevkini duyuracaktır ümidindeyiz. İşte Beysanoğlu'nu tebrik
etmek evvelâ bunun için zevkli bir iç arzusudur.
Eserdeki
transkripsiyon sistemi eksikliği, bazı has isimlerin okunuşundaki küçük
kusurlar, bir kaç şiir parçasındaki basit hata, onun umumi güzelliğini asla
bozacak bir duruma sebep teşkil etmez. Müellifin, senelerce sabır, tahammül ve
iştiyakla hazırladığı bu kitap, ümit ederiz ki, lâyık olduğu yüksek ilgiyi
görecektir.
Anadolu'da
Beysanoğlu gibi çalışkan araştırıcılar çoğaldıkça fikir, sanat ve
edebiyatımızın meçhûl noktaları yavaş yavaş aydınlanacak ve kültür tarihimizin
sıhhatle yazılabilmesi kolaylaşacaktır.
Son
sözüm, Diyarbakır'ı Tanıtma Derneği'nin giriştiği ve meyvelerini vermekte
olduğu yolda hergün yeni muvaffakiyetlerle ilerlemesi ve bu derneğin başkanı Ş.
Beysanoğlu'nun da böylece hızlı ve canlı hareketlerin başında yürümesi
dileğinden ve samimî tebriklerimi ifadeden ibarettir.
Fener
Yolu Sitesi, 27/VIII/957
KAYNAK:
Şevket Beysanoğlu / Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları (2. bas. 1996, c. 1,
s. xıv).
“Köklü bir tarihe sahip olan ve birçok
medeniyetlerin birleştiği bir konumu bulunan Diyarbakır’ın önemi inkâr
edilemez. Bu önemli şehir Ziya Gökalp, Süleyman Nazif, Cahit Sıtkı Tarancı ve
Ali Emiri gibi meşhur şair ve ilim adamlarını yetiştirdiği gibi Muslihiddin-i
Lari, Bıyıklı Mehmed Paşa ve Özdemiroğlu Osman Paşa gibi tarihçi ve tarih
yapanları da yetiştirmiş ve bağrına basmıştır. İşte bunları eseriyle ilim alemine
tanıtan kişi de Dr. Şevket Beysanoğlu’dur.
Beysanoğlu’nun en büyük yapıtı da henüz iki cilt
halinde yayınlanan Diyarbakır Tarihi’dir. Her ne kadar Diyarbakır tarihi hakkında
birkaç eser değişik yazarlar tarafından kaleme alınmış ise de burada tanıtımını
yapacağım eser bunların en geniş kapsamlısıdır. Birçok birinci ve ikinci el
kaynağın kullanıldığı bu eserin içeriği gözden geçirildiğinde kendisinin de bir
kaynak teşkil edebileceği anlaşılmaktadır. Ayrıca ben tarihe ilgisi olan bir
kişinin zevkle okuyabileceği bir eser olduğu kanısındayım.”
KAYNAK:
İhsan Işık / TEKAA (2006).
ŞEVKET
BEYSANOĞLU’NUN ANSİKLOPEDİK ÇABASI: DİYARBAKIR
Erhan Sunar
Şevket
Beysanoğlu’ndan sonra Diyarbakır’ın da canlı, kapsayıcı bir fotoğrafının artık
pek çekilmedi…
Tarihinden
bahsedilirken, Diyarbakır kadar söze efsanelerin, mitlerin, söylentilerin
karışacağı bir şehir daha bulmak zordur. Çok eski tarihlere dayanan varlığından
olduğu kadar insanlarının sözlü bir kültüre bağlanan yaşantılarından da
kaynaklanan bu özelliği şehre kimi noktalarda belirgin bir güç, bir heybet
atfederken, bazı durumlardaysa onu tarihsel seyri bütünüyle izlenmiş bir şehir
olmaktan uzaklaştırır. Şehri tanıtan kimi yayınlarda surları kişileştirecek,
konuşturacak kadar ileri vardırılan bu eğilim, belirgin bir sevgi ve iyimserlik
payı taşısa da, son aşamada nesnel, tarihsel bir kayıt niteliği taşımaktan uzak
ve şehre durmadan genişleyen, karmaşıklaşan yanını teslim edecek, bunların
izlerine ulaşacak çabadan çoğu kez yoksundur. Ulaşacağımız bilgilerin
anonimliğini, hep bir ağızdan çıkıyormuş gibi duran “üslupsuz” yönünü açığa
vuran bu türden metinler, şehre ilişkin kapsayıcı bir resim, bir fikir değil de
tarihe saplantıyla bağlı kalmış bir çeşit nostaljik söylem oluştururlar
çoğunlukla.
Bu
bağlamda Diyarbakır’ın yorulmak bilmez bir arşivcisi, aynı zamanda ona tutkuyla
bağlı bir araştırmacı, bir kültür insanı olarak Şevket Beysanoğlu’nun büyük çabası,
şehre en ufak bir bakış atmak isteyecek herkesin hemen dikkatini çeker.
Gerisinde kapsamı ve bağlantıları şaşkınlık uyandıracak onlarca cilt yayın
bırakan bu değerli şehir tarihçisi, kadim zamanlarından günümüze Diyarbakır’ı
yalnızca efsaneleri, meselleri ya da dilden dile dolaşan hikâyeleriyle tutkuyla
kayda geçirmesiyle değil, her defasında bilimsel kaynaklara başvurma, inceleme
metotlarına dayanma, kronolojik yasalara uyma açısından birer terbiye örneği
olan yaklaşımıyla da ilgi uyandırır. Yakın tarihe yaklaşıldıkça canlı
tanıklıklara başvurmayla veya kendi kişisel katılımıyla da şekillenen şehrin bu
tarihsel, fikirsel ve yaşamsal örgüsü o kadar genişlik ve sıkılık vaat eder ki,
dışarıda bırakılan herhangi bir bilgi parçacığı kalmadığı hissine kapılırsınız:
Efsanelerinden folkloruna, coğrafi yapısından kültür-sanat insanlarına,
gündelik hayatından gelecek tasarımlarına kadar baştan başa katedilen bir
Diyarbakır vardır önümüzde. Yalnızca bir metinler ağı, kelimeler karmaşası
olarak bile düşündüğümüzde şehri ansiklopedik bir mucizeye çeviren bu çaba,
çağdaşlığı ve modern dokunuşlarıyla da göz doldurur. Sözlü kadim bir kültüre
yazının olanaklarıyla bir karşılık bulma hevesi, Şevket Beysanoğlu’nun
bakışıyla Diyarbakır’ı tarihin sisleri arasından, bütün belirsizliklerinden
ikna edercesine açığa çıkarır.
Romanlarım,
araştırmalarım için onun yazdıklarına döndüğüm her defasında James Joyce’un
kendi şehri Dublin hakkında söylediği sözü anımsarım: Tıpkı Ulysses’le (ve
diğer kitaplarıyla da) bütün bir Dublin’in, büyük bir yıkımdan sonra bile
yeniden kurulabilecek ölçüde detayla işlendiğini vurgulayan Joyce gibi, Şevket
Beysanoğlu’nun yapıtı da Diyarbakır’ı olası her türlü, mantıklı veya mantık
dışı felakete karşı koruyacak genişlikte ve kuvvette olduğuna bizi hemen
inandırır. Bir şehri yaşayarak deneyimlemekle onun bilgisini edinmek
arasındaki, ancak kitapların, kelimelerin varlığıyla duyumsayabileceğimiz
ayrım, bütün hatlarıyla yansır orada: Altmışların, yetmişlerin sosyal hayatına,
böyle yakın bir tarihi hâlâ hatırlayabilenlerin bile hayret ederek farkedeceği
ayrıntılarla bir bakış yöneltir mesela; bunu birçok yakınımdan duymak beni her
seferinde eserinin iddiası karşısında duraksatır. Ölüm tarihine dek (2003),
kurcalamaktan vazgeçmediği şehrin fikir ve sanat insanlarına ilişkin
hazırladığı kapsamlı yapıtının son cildinde, tanıdığım, hâlâ gençliğin
coşkusuyla edebiyat yaşamlarını sürdüren yazarların bulunduğunu görmek başlı
başına bir heyecan vesilesidir. Çoğu kez bir yazısından okuyup kavramayı
herhangi bir canlı tanıktan dinlemeye yeğ tuttuğum Diyarbakır’ın dönemsel ruhu,
bu yazılardaki zarif dikkatle gözlerimin önünde parça parça sorunsuzca bir
bütüne kavuşmuştur. Yazılarına, araştırmalarına dayanak oluşturduğu bilimsel
bilginin, verilerin varlığını her birinde görebilmek, şehrin hayatını ve
geçmişini bir belirsizlik bütünü olarak görmeye eğilimli en umutsuz okuru bile
dikkate sevkeder. Cahit Sıtkı Tarancı’nın ölüm duygusuyla nasıl cebelleştiğini
şiirlerine, kişisel yaşamına başvurarak anlatan bir kitabında ya da Ziya
Gökalp’ın hep sanıldığının aksine aslında dinsiz olmadığını ispata girişen bir
yazısında; böyle heyecanlı kişisel dokunuşlarla şekillenen çalışmalarında bile
araştırmacı ve kuşkucu bir gözün varlığı, anlattığı her şeyi evrensel bir
mantığın parçalarına dönüştürür; yalnızca bir şehrin veya özel bir yaşantının
ürünlerine değil. Bütün bileşenleri, insanları ve ruhuyla Diyarbakır, Şevket
Beysanoğlu için hep daha derin, insanlığın ortak duygularına seslenebilecek bir
bilgi alanına dönüşür sonunda. Şehri keşfetmekle sahiplenmek, anlatmakla
hissetmek arasında dolanan düzyazısının ve dikkatinin bir yansımasıdır bu.
Ne
şehir tükenir ne de onu kelimelere geçirme azmi: Birer birer, tarihsel arka
planları ve mimarî oluşumlarıyla sıralanan Suriçi’nin camilerini, kiliselerini,
eski evlerini yan yana getirerek de bir şehir haritası oluşturabilirsiniz,
bütün bu yerleri gidip şaşkınlıkla tek tek görerek de: Tarihçinin anlattıkları
gördüklerinize uyar, gördükleriniz de zihninizdeki yansımalarına. Hep kötücül
sırları, hikâyeleri ve gizemleriyle hatırladığınız eski Diyarbakır evlerini bir
de mimarî özellikleriyle görmek, sularına adaklar adanan bir nehri (Dicle’yi)
coğrafi ve tarihsel bağlarından güç alan bir etki alanı olarak duyumsamak,
belki şehre bakışınızı da değiştirir: En iyi ihtimalle, efsanevî olan ile
gerçekliği duyumsananı yan yana getiren Beysanoğlu’nun metinleri, bunları
birbirlerinin ışığında okumamızı önerir: Yazılı bir metnin uyandıracağı
hayaller ve gerektireceği bilgi ölçüsünde… Ali Emirî’den sonra en özel kent
kütüphanesine sahip olduğu söylenen, bir tarihte belirlenen rakamıyla yaklaşık
on bin cilt kitaptan 1300’den fazlası Diyarbakırlılar tarafından yazılmış bir
arşive sahip Beysanoğlu gibi biri için, kuşkusuz bilimsel bilginin bir
belirleyiciliği olmalıydı ve yazdığı neredeyse her yazıda hayal gücüyle
bilginin birbirine yaklaşabileceği durumları, ikincisinin lehine çevirme
eğilimi gösterdi.
Hukukçular
Postası dergisinde (1969), “Avukat olmasalardı ne olurlardı?” başlıklı bir
soruşturmada, kendisi için “Sahaf” cevabı verilen Beysanoğlu’nun şehri sadece
kitaplarının içinden değil, bir grup arkadaşıyla birlikte giriştikleri çeşitli
oluşumlar, dernekler, festival çalışmaları vesilesiyle de tanıtıp korumaya
çalıştığını bir ara not olarak eklemek gerek: Kurdukları Diyarbakır’ı Tanıtma
ve Turizm Derneği aracılığıyla Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya Gökalp, Süleyman Nazif
gibi şehir yazarlarının evlerini müzeye çevirme, kente festivaller yoluyla
ülkenin diğer illerinden insanları çekip, kaybolmakta olan puşuculuk, kuyumculuk,
bakırcılık gibi el sanatlarını canlandırma, eski Diyarbakır evlerinin yıkılıp
yerine özelliksiz beton binaların yapılmasını engelleme, şehirde bir huzurevi
kurulması veya kale dışında modern bir kent oluşturma gibi çok çeşitli
yollarla, uzun yıllar boyunca büyük bir çaba göstermiş olan Beysanoğlu için
Diyarbakır, bu anlamda, kendi tabiriyle gerçek bir “müze kent” olacak kadar
değer taşır. “Teşkilâtçı ve dernekçi” bir kişiliğe de sahip olduğu söylenen
tarihçi, Diyarbakırlı Fikir ve Sanat İnsanları yapıtının üçüncü cildinde
kendisi için açtığı başlıkta, 50’li yıllarda başlayıp süren, Diyarbakır’la
kalmayıp, Ankara’ya yerleştiği senelerde de devam eden bütün bu özverisini
detaylarıyla samimiyetle anlatır. Diyarbakır ve bölgenin yabancılar için öteden
beri “yasak bölge” olmasını hiçbir koşulda kabullenmeyen ve bu kaderi tersine
çevirme yanlısı büyük bir kültürel ve yaşamsal çabadır bu.
Geçen
yüzyılın ortalarından itibaren etkin olarak çok yoğun bir yazınsal yaşam süren
Şevket Beysanoğlu’nun, yine de şehre ve kimliğine yaklaşımında belirgin
bıçaksırtı noktalar yok mudur? Geriye dönük düşündüğümüzde belki de şüpheyle
yargılayacağımız kimi fikirsel tespitlerinin şimdi neredeyse aşılmış
olduklarını fark ederiz: Bunun için, 1955’ten itibaren yirmi beş yıl boyunca yayımladığı
Kara Amid dergisinin herhangi bir sayısına göz atmak yetecektir. Son derece
derin, aydınlatıcı tarihsel konu dosyaları, edebiyat yazıları ve şehre ilişkin
heyecan verici ayrıntıların (sözgelimi bütün bir sekizinci sayı şehirdeki
Karpuz Festivali’ne ayrılmıştır) ışığında anlam bulabilecek derginin birçok
satırarası vurgusunda Diyarbakır’ın, bölgenin ve insanlarının temel bir Türklük
çatısı altında birleştiğini okumak neredeyse olağandır. Şehrin yüzyılın ikinci
yarısına varıncaya dek özellikle merkez yerleşimlerini oluşturan nüfusun
ağırlığı bakımından, bir yönüyle Beysanoğlu’nun asıl vurgu alanını kapsayan bir
değişimi şu andan geriye baktığımızda belgelemesiyle önemli bir vurgudur bu
kuşkusuz. (Kendisi de bir yerde, Diyarbakır Ağzı kitabını özetlerken,
“Diyarbakır şehri içindeki, eskiden beri Türkçe konuşan halk,” demektedir.)
Valilerin, devlet büyüklerinin, belediye başkanlarının sözleriyle tanıtımı
yapılan, varlığı duyurulan kimi yapıların, etkinliklerin, olayların arasında
şehri birleştiren canlı bir doku gibi algıladığımız bu milli bir ülküye sahip,
zaman zaman Cumhuriyetçi bağ, belki de dönemin bir gerekliliği olarak,
sarsılmaz bir biçimde durur önümüzde. Ama bir edebiyat âşığı ya da tarih
meraklısı olarak da derinlemesine okuyabileceğimiz bu yazıların ruhunu yer yer
şekillendiren böyle bir bilinç, neyse ki detaycılık ve bilginin arkeolojik
tespiti bağlamında yolumuzu şaşırtan unsurlara çoğunlukla dönüşmez.
Kendi
kişisel görüşüm, Şevket Beysanoğlu’ndan sonra Diyarbakır’ın da canlı, kapsayıcı
bir fotoğrafının artık pek çekilmediği yönünde: Zaman zaman bir geçmişe dönüş
hissinin, böyle kısırlaştırıcı bir yaklaşımın izlerini hâlâ seçebileceğimiz
kimi şehir tutkunlarının, araştırmacılarının yazdıklarının bu büyük toplama
ekleyecek bir şey bulamamasından belki de: Özellikle Adil Tekin’in
fotoğraflarıyla daha açık bir görünüm kazanan şehrin tarihsel birikimini ve
görkemini, son yirmi-otuz yılın tanıklıklarında, yazılarında veya
fotoğraflarında bunca detay zenginliğiyle bulmak çok zor. Şevket Beysanoğlu
için şehir bir yanıyla, yaşandıkça da kayda geçirilen bir yerdi; şimdiyse
yaşanan gerçekliğe tarihsel bir kılıf uydurulmaya çalışılan tuhaf bir yere
dönüşme yolunda.
KAYNAK:
Erhan Sunar (oggito.com, 13 Ağustos 2017).
Osmanlı
biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu İstanbul,
yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası için çıkan
sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi. Beşinci sıraya
Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz olmadığına göre
bunun da bir izahı olmalıydı.
Şehirlerin
gelişim çizgilerini çok değişik veriler üzerinden değerlendirmek mümkün
elbette. Akademik hayatımın bir evresinde biyografi kaynaklarını toplu bir
değerlendirmeye tabi tuttum; ardından da Osmanlı şehirlerini yetiştirdikleri
şair sayıları açısından tasnif ettim. Elde ettiğim verilerin bir kısmı beklenen
sonuçlardı. Çalışmaya başlarken kafamda bir hipotez vardı ve bu doğrulanmıştı.
Çünkü siyasi gelişmelerle kültürel gelişmeler arasında sağlam bir bağlantı söz
konusu idi. Ne ki kültürel gelişmeler siyasi gelişmeleri bir süre geriden
izliyordu. Bu değerlendirmenin doğal sonucu olarak İstanbul en çok şair
yetiştiren yer olmalıydı, öyle de oldu. Peki sonra? Sonrası için de öngörülerim
vardı. Yani eski başkentler, Bursa ve Edirne. Yine sonuç beklendiği gibi.
Osmanlı biyografi kaynaklarında yaklaşık üç bin şairin yedi yüzden çoğu
İstanbul, yaklaşık yüz ellişer kadarı da Bursa ve Edirne doğumlu idi. Sonrası
için çıkan sonuçlar, en azından bugünden bakıldığında, tam bir sürprizdi.
Beşinci sıraya Diyarbakır gelip yerleşmişti. Elbette hiçbir veri sebepsiz
olmadığına göre bunun da bir izahı olmalıydı. Onu bulmak da bilim insanlarının
göreviydi.
Yukarıdaki
cümlede en azından bugünden bakıldığında diye bir ifade kullandım. Çünkü biz
doğal olarak şehirlerin de farklı bir hikayeleri olabileceğini düşünmeden
onları sadece bugünkü konumlarına bakarak değerlendiriyoruz. Oysa günümüzde
sıradan bir yerleşim yerine dönüşmüş pek çok yerin tarihte çok önemli yerleşim
mekanları olduğunu ya da bugün mühim gibi görünenlerin ise geçmişte yok
hükmünde olduklarını bilmemiz gerekiyor.
Eski
hallerine bakalım
Gelelim
Diyarbakır’a…. Diyarbakır kuşkusuz günümüzde de önemli bir kent. Güneydoğu’da
bir metropol. Daha çok da güvenlik sorunlarıyla gündemde. Peki onun bir de eski
hallerine göz atsak…
Şehirlerin
ortaya çıkıp gelişmesinde çok değişik faktörler rol oynayabilir kuşkusuz.
Bunların başında coğrafya gelir. Diyarbakır, insanlık tarihinin bu önemli ve
eski merkezi, bu önemini kuzeydeki dağlık yaylalar ile güneydeki çöl manzaralı
ovalar arasında yerleşime elverişli olan intikal alanında ve büyük bölgeleri
birbirine bağlayan ana yollar üzerinde bulunuşuna borçludur. Bu yollardan biri
Anadolu ve Suriye’den gelerek Irak’a ulaşmaktadır. Akdeniz kıyılarını Basra
Körfezi’ne bağlayan bu en kısa yoldan Diyarbakır’da bir ikinci yol ayrılarak
kuzeydeki dağ silsilesini Deveboynu ile aşıp Elazığ ve Sivas üzerinden Samsun’a
ulaşır ve bu suretle Orta Doğu ile Karadeniz kıyıları arasındaki bağlantı
sağlanmış olur. İkinci derecede bir başka yol ise şehri, Bitlis ve Van Gölü
havzası üzerinden Azerbaycan ve İran’a bağlamaktadır. Kısacası Diyarbakır,
binlerce yıldan beri Anadolu ile Mezopotamya arasında bir geçit, bir geçiş
merkezidir. Şehrin, tabii bazı doğal imkanları ve müstahkem surlarıyla kolay
savunulabilme özelliği, ayrıca Dicle nehri aracılığı ile Musul’a doğru
yapılabilen nakliyat imkanını da buna eklemek gerekir. Bu özelliğinden dolayı
Diyarbakır tarih boyunca önemli bir ticaret, ulaşım, siyaset ve bunların sonucu
olarak da kültür merkezi olmuştur.
Diyarbakır
Anadolu’da Müslümanlar tarafından fethedilen ilk önemli merkezlerden biridir.
Daha 639 yılında el-cezire fethi ile görevlendirilen İyaz komutasındaki ordu bu
şehri de kuşatmış ve birliğin sol kanadını yöneten Halid b. Velid tarafından
ele geçirilmiştir. Bundan sonra da pek çok kez Bizans orduları tarafından
kuşatılmış olmasına rağmen hiçbir zaman Müslüman yönetimlerinin elinden
çıkmamıştır. Şehir bu devrelerde de kültür merkezi vasfını korumuş ve erken
dönemde İslam dünyasının dört önemli ilim ve edebiyat merkezi sayılmıştır.
Şehir dinler ve mezhepler tarihi açısından da mühim bir merkezdir;
Müslümanların dört büyük mezhebinin bu bölgede farklı dönemlerde etkileri
olmuş, fakat günümüzde bunlardan sadece Şafii ve Hanefi mezheplerinin
mensupları kalmıştır. 12. yüzyılda Diyarbakır’da dört Sünni mezhep bir arada
yaşamaktaydı. Mesudiye Medresesi dört mezhep fakihinin tedrisi için kurulmuştu.
Diyarbakır
11. yüzyıl sonlarından itibaren Türk yönetimine geçmiş bu tarihten itibaren
şehir çeşitli Türk boylarının hakimiyetinde kalmıştır. Bu dönemden itibaren
zaman zaman Türk boylarının başkenti de oldu. Diyarbakır bu dönemlerde daha
ziyade gelişti ve Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinde de önemli
bir geçiş noktası özelliği kazandı. Özellikle Akkoyunlular’ın başkent olması
onu daha da kıymetlendirdi. Ama şehir çok kültürlü yapısını da hep muhafaza
etti.
Diyarbakır’ın
Türk tarihinde ehemmiyetini arttıran hususların başında Anadolu’ya gelirken bu
topraklara Doğu Anadolu üzerinden değil de Güneydoğu Anadolu üzerinden
gelişlerinin büyük rolü olmuştur. Müslüman olunca İran Azerbaycan ve Bağdat
çevresi Türkler için bir Cazibe Merkezi olmuş ve kitleler halinde Türk boyları
Orta Asya’dan buralara doğru akmaya başlamışlardır. Bir süre sonra Moğol
baskısının da tesiriyle bu kez Anadolu’ya doğru bir akış başlamış ve bu göçler
Anadolu’ya o zaman Müslüman olmayan milletlerin kontrolündeki Doğu Anadolu
tarafından değil çok erken devirlerden itibaren Müslümanlaşmış Güneydoğu
Anadolu bölgesinden girmeye başlamıştır. Bunun sonucunda Artuklular, Eyyübiler,
Bitlis ve Diyarbakır Atabeyleri gibi çok sayıda Türk devletinin bu bölgede
kurulduğu hatırlanmalıdır. Osmanlı Devleti’ni kuran Kayı boyunun da bir süre
Halep dolaylarında dolaştığı ve büyük ataları Süleyman Şah’ın Rakka civarında
Fırat Nehri’nde boğulduğu ve Caber kalesinde medfun olduğu düşünülürse
Anadolu’ya başlangıçta bütün göçlerin bu bölge üzerinden yapıldığı anlaşılır.
Türkçenin
geçiş noktası
Bu
göçlerin sonucunda Türkçe de belli oranlarda etkilenmiş ve 13. yüzyıldan
itibaren birbirinden belli ölçüler içinde farklılıklar taşıyan yazı dilleri
teşekkül etmeye başlamıştı. Diyarbakır ve çevresi bu farklı yazı dilleri ya da
Türkçenin tarihi açısından da önemli bir geçiş noktasıdır. Yazı dilinin
ötesinde Türkçenin ağız çalışmaları açısından da bu bölge aynı niteliklere
haizdir. Denilebilir ki Orta Asya’da ortaya çıkmış olan kültürel birikim
Anadolu’ya taşınırken Diyarbakır adeta bir üst görevi üstlenmiş, bu önemli
konumundan dolayı da bu bölgede meydana gelen ağız ve yazı dilleri belli oranda
Orta Asya çevresine has hususiyetleri bir oranda da Anadolu’ya has ağız ve
özellikleri taşımıştır. Bugün folklorumuzun, klasik metinlerimizin,
ağızlarımızın ve yazı dilimizin yayılma alanları sağlıklı haritalara
dönüştürülebilse bu söylediklerimin orada kalın çizgiler halinde ortaya
çıkabileceği kanaatindeyim.
Tezkire-i
Şuara-yı Amid
Yavuz
Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı (1517) sonrasında Osmanlı topraklarına katılan
şehir, bir süreden beri iç çekişmelere tanık olduğu için harap bir konumdaydı.
Osmanlı yönetimi sırasında Diyarbakır, uzun bir süre iç ve dış tehlikelerden
uzak kalması, devletin en büyük ve en önemli eyaletlerinden birinin merkezi
yapılması, savaşlarda üst ve kışlak olması dolayısıyla çok kısa süre içinde
toparlanıp eski ihtişamını elde etti. Bu konumuna denk olarak mimari ve
kültürel altyapısını ait eksiklikler de süratle giderildi. 1660 yılında burayı
ziyaret ederek eden seyyah Poullet, Diyarbakır’ı gördüğü şehirlerin hepsinden
daha güzel bulmaktadır. Poullet’e göre şehrin pazarları ülkedeki başka
şehirlerde gördüklerinden daha büyük ve daha güzeldir. İran, Mısır, Kafkasya,
Polonya ve Rusyalı tüccarlar buraya gelip ipek, pamuk, tiftik ve sahtiyan
alarak memleketlerine götürmektedirler. Bütün bu gayretler Diyarbakır’ı
kültürel bakımdan da siyasi konumuna paralel bir noktaya getirdi. Diyarbakır,
yukarıda sözünü ettiğim tabloyu doğurdu ve Osmanlı şairleri sıralamasında da bu
yüzden beşinci sırayı elde etti. Şehrin bu konumu eski devirlerden beri
araştırmacıların dikkatini çekmiş bu potansiyelini gözler önüne seren
çalışmalar yapılmıştır. Bunların en önemlilerinden biri Ali Emiri tarafından
Diyarbakırlı şairler için hazırladığı Tezkire-i Şuara-yı Amid adlı eserdir. Ali Emiri Efendi’yi izleyen bir başka
değerli araştırmacı ise bir diğer Diyarbakırlı araştırmacı Şevket Beysanoğlu’dur. Bunu yine bir başka hemşehri olarak İhsan Işık izler.
Edebi
birikiminin ötesinde Unesco tarafından da kültürel miras olarak tescil edilen
kalesi, Hevsel Bahçeleri, çok kültürlü yapısından doğan zengin mutfak kültürü,
yine farklı kültürlerin ürünü olan ve her birinin arkasında heyecan verici
hikayelere sahip mimari abideleri, içkalesi, folkloru ve bunlara eklenecek
yüzlerce başka birikimi ile Diyarbakır bir potansiyel hazine olarak bizleri
bekliyor. Eğer bu şehir güncel ve konjonktürel etkilerden sıyrılır, üzerindeki
güvenlik algısın atabilir, tarihi kimliği üzerinden kendini inşa ederse yeniden
bir dünya şehri olarak ortaya çıkar. O zaman biz de başlığı Diyarbakır, İşte bu
diye düzeltiriz.
KAYNAK:
Mustafa İsen / Diyarbakır bu mudur? (star.com.tr, 14.03.2020).