Şair ve yazar, eğitimci (D. 1968, Erzurum – Ö. 25
Ağustos 2021, Erzurum). 1968 yılında Erzurum'un Yağmurcuk
mahallesinde dünyaya geldi. 1988’de Atatürk Üniversitesinden mezun oldu. Sivas,
Siirt, Mardin, Gaziantep illerinde öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Kamudaki
görevi devam etmektedir.
Tema Vakfında dört yıl süreyle çevre konusunda
konferanslar vermiştir. 2015 yılında başladığı Radyo Dadaş Gönlümüzden
Gönlünüze Programına daimi konuk olarak katılımı sürmektedir.
Kitaplarıyla katıldığı Kültür ve Turizm
Bakanlığı - Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yürütülen ‘Gençler
Yazarlarıyla Buluşuyor’ projeleriyle; Sadık Yemni, Rasim Özdenören, Yıldız
Ramazanoğlu, Ali Utku, Cihan Aktaş, Belkıs İbrahim Hakkıoğlu, Feridun Andaç
gibi tanınmış yazarlarla beraber söyleşi ve imza günleri yapmıştır.
2001 yılından beri çeşitli gazetelerde köşe
yazarlığı devam etmektedir. Erzurum Vakit ve Yenigün gazetelerinde haftalık
olarak kültür ve medeniyet üzerine makaleleri yayımlanmaktadır. Araştırma ve
kültür yazıları ise muhtelif ulusal dergilerde yer almaktadır.
Eserlerinde tasavvufun derin izlerinin yanında
felsefi yaklaşımlar görülür. Bu yüzden eserlerini okuyanlar şiir ve öykülerinde
bazen düşünce fırtınası bazen de duygu imbatı yaşar.
Deneme ve makalelerinden oluşan Güneş Saati, medeniyet
sorgulaması yaptığı deneme kitabıdır. Şehristan adlı öykü kitabı Yakutiye
Belediyesi tarafından görme engelliler için sesli kitap haline getirilmiştir.
Façeta adlı öykü kitabında, öyküler üzerinden
medeniyet inşasının mefkûresini sorgulamıştır.
Şehristan (Ezel Zamanlar) adlı öykü kitabı. Söz
konusu kitap görme engelliler yararına Erzurum Yakutiye Belediyesi tarafından
seslendirilmiştir.
Ulusal yarışmalarda şiir ve öykü dalında
birincilikler almıştır. 2006 yılından bu yana Türkiye Yazarlar Birliği üyesiydi.
Vefatı:
Şair-yazar ve eğitimci Reşat Coşkun, 25 Ağustos 2021 Çarşamba
günü Erzurum’da feci bir kaza sonucu hayatını kaybetti. Olay saat 11.00
sıralarında Palandöken ilçesi Yunus Emre Mahallesi Osman Bektaş Caddesinde
meydana geldi. Reşat Coşkun anahtarını evde unutunca üst kat komşusunun
balkonundan beline halat bağlayarak balkona inmeye çalıştı. Halat çözülünce
düşen Reşat Coşkun kurtarılamadı. 3. kattan zemine düşerek hayatını kaybeden
Coşkun olay yerinde hayatını kaybetti. Olay yerine gelen sağlık ekiplerinin
incelemelerinin ardından Coşkun'un cenazesi Erzurum Adli Tıp Morguna
kaldırıldı.
53 yaşındaki Reşat Coşkun bir süre önce emekli olmuş ve sosyal
medyadan sevincini paylaşmıştı.
ESERLERİ:
Şiir: Berceste (2001),
Sevdam Kaldı Bir (2001), Sokak Lambası (2005) ve Küheylan (Hüdhüdü Beklerken, 2015)
şiir kitaplarıdır.
Öykü: Şehristan (Evvel
Zamanlar 2010-2015-2017) ve Şehristan (Ezel Zamanlar), Façeta (2018).
Deneme: Güneş Saati (2017).
REŞAT COŞKUN İÇİN NE DEDİLER?
“Hikâye, bir olay örgüsünü ya da bir şahıs
kadrosunu zihinlere yerleştirmekten çok daha önemli rol oynar. Hikâye, bizim
kültürümüzde “kıssa”dır. Kıssadan da hisse çıkarılır. Hisse ise, payımıza
düşeni almaktır. Yüce Yaratıcımız ilahi kitabında bizlere zaman zaman
hikâyelerle seslenir ve onlarla mesaj verir. Bize de bununla bir yol gösterir.
O nedenle kıssa, bize Rabbimizin ve onun kelamı Kur’an’ın bir ikramıdır.
Kur’an’ın en iyi anlatıcısı Peygamberimiz de
birçok meseleyi izah ederken hikâyelerden yararlanarak insanların ufkunu
açmıştır. Bu nedenle kıssa, bize Peygamberimizin de bir ikramıdır. Kıssa, bize
bir de gönül ehli insanların ikramıdır.
İşte o insanlardan biri de bu eserin sahibi,
sevgili kardeşim Reşat Coşkun’dur. O bir gönül insanı, o bir Mevlana takipçisi,
o bir Yunus takipçisi, o bir Nâbî takipçisi, o bir Mehmet Âkif takipçisi, o bir
Necip Fazıl takipçisi… Bizi biz yapan değerlerin savunucusu bu güzel insan,
yazdığı bu hikâyelerle bizi ideal insan olma anlayışımız olan “insan-ı kâmil”e
doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta yanımızda bulundurmamız
gerekenleri, sahip olmamız gerekenleri bize hatırlatmaya çalışıyor.
Kaybettiğimiz, yitirdiğimiz, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz değerleri bize
hatırlatıyor. Yitirdiklerimizi bulmamız, ihmal ettiklerimizi hatırlamamız onu
sevindirecektir. Reşat Coşkun’un birbirinden güzel hikâyeleriyle keyifli bir
okuma yolculuğuna çıkmanız temennisiyle… (Prof.
Dr. Halit DURSUNOĞLU, Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi)
KAYNAK: Reşat Coşkun (Bilgi teyidi, Nisan
2019), Çilingiri beklemeyen emekli öğretmen üçüncü kattan düşerek vefat etti
(gazeteduvar.com.tr, 25 Ağustos 2021), Şair-yazar ve eğitimci
Reşat Coşkun hayatını kaybetti (erzurummedya.com, 25 Ağustos 2021).
BELENMİŞ
Reşat COŞKUN
O
zamanlar
Bu kadar akıllı değilmişim
Kalbim uyanıkmış belli ki
Ağlamışım gelirken buralara
Kıçımdaki şaplak sesinden,
Görmeden öğrenmiştim ebemi
Annem bile gülmüş,
Ben gelince dünyaya
Kulak asmamıș ağlamama.
Yalnızca ölüm,
Bir köşede sessizce beklemiş,
Büyümemi.
BİZİM GÜZELLİĞİMİZ
Reşat
COŞKUN
Kime
rastlasam
Nerede
bir güzel görsem
Gözlerim
onda seni arar.
Gönlüm
gördüğünün
Sen
olmasını arzular.
(Reşat Coşkun)
Doğu’da okullarda sanat felsefesi,
Batı’dan yaklaşık iki asır sonra okutulmaya başlamıştır. Bu durum, Doğu’nun
sanata duyarsız olduğu anlamına gelmez. Doğu’da usta-çırak ilişkisi içinde icra
edilen sanat, toplumsal hayatın içinde neşvünema bulmaktaydı. Sanat, insanları
birliğe yönlendiren hissiyat yanında onları güzellikte birleştirmiş duygulardır.
Her güzellik, bünyesinde sonsuzluktan izler taşır. Doğu’da büyük sanat
eserleri, herkese ulaşabildikleri ve herkesçe anlaşılabilir oldukları için
güzel ve büyüktürler. Güzellik görülebilen iyiliktir, duyularımızla farkına
vardığımız mükemmelliktir. “Sanat, bir duyguyu yaşayan insanın, o duyguyu
bilerek ve isteyerek başkalarına aktarma eylemidir.”
Doğu da ustalar, bedii zevk sahibi olmayı çıraklarında
tercih sebebi saymaktaydı. Bir bakıma usta-çırak ilişkisine benzer özellik
gösteren tasavvufta mürşit-mürit etkileşiminde manevi zevk sahibi insanlar
yetiştirme gayesi; şiir, hat, musiki ve mimaride çığır açan öncülerin
yetişmesine zemin hazırlamıştı.
Güzellik kavramına Doğu ve Batı’nın bakış açısı, Rönesans’a
kadar aynı idi, ikisinde de ilahi kaynaktan besleniyordu. Rönesans’la beraber
Batı, sanat ve düşüncede; bütün dinleri inkâr etmekle kalmıyor, aynı zamanda
dinin gereksiz olduğunu ileri sürüyordu.
Avrupa’da hayatı tanımlamada ve anlamlandırmada ilahi olan
dinin ölçü olmaktan çıkması burada sanata dair güzel-çirkin ayrımının ortadan
kalkmasına ve tanımlama problemine yol açtı. Rönesans sanatçıları ilk kez,
kilise yasalarına ve tutucu kuramlara bağlı olmayan tümüyle yeni bir kişilik ve
sanat kavramını ortaya atmışlardır. Bu kişilik, eylemlerinde “dış” ya da “Tanrısal”
etkenlere değil, tümüyle kendi aklına bağlı kalmaktaydı. Doğu’nun sanatta ilahi
bağını hâlâ koruyor olması, güçlü yanını oluşturur. Doğu-Batı ekseninde
bediiyat/estetik ortak bir tanımlamayla “güzelin bilimi” olarak tanımlanabilir.
Doğu ve Batı ortak tanımından hareketle, geçmişten bugüne
medeni toplumlarda sanatın özü aynı diyebiliriz. Eser oluşturulurken kavrayış,
his ve duygu arasında ortak bir ruh mevcuttur. Sanat hakikatte güzel olana
açılmaktır. Lakin hakikatin binbir dili vardır. Hakikatin dilinden
anlayabildiğimiz, bizim dilimiz/sanatımızdır.
İlkel toplumlarla medeni toplumları birbirinden ayıran en
önemli unsur, ilkel toplumların sanatta estetik kaygılarının olmayışıdır. İlkel
insan, üretiminde ihtiyacı ön plana alırken; medeni insan, ihtiyaçla birlikte
eserinde yaşamayı hesaba katar. İlkel insanların ‘ben’ merkezli üretiminin
aksine; medeni insan biz merkezli üretir. Eserine estetik kaygıyla şekil verir.
İlkellik ve medenilik zamanla alakalı bir kavram değildir. Yalnızca dünü değil,
bugünü de içine alır.
Estetik, sanatın felsefesi, diğer adıyla güzellik bilimi;
genelde güzelliğin özelde sanatçının eserinde ortaya çıkan, bizde etki
uyandıran güzelliğin kaynağını araştırır. Bediiyat, bir bakıma sanatın hocası
ve mihenk taşıdır; hem kıstas koyar onu eleştirir, hem de ona değer katar
yetişmesine ve tekâmülüne katkıda bulunur. Güzelliğin niteliğinin ve
ölçülerinin neler olması gerektiğine dair değerler oluşturmaya çalışır. Çünkü
sanatta aynı nedenler her zaman aynı sonuçları ortaya çıkarmaz. İnsanlığın
ortak noktası olan inanç; Batı’da kiliseyi, Doğu’da camiyi ortaya çıkarmıştı.
Kilise resim sanatının, camii ise tezhip ve hat sanatının ilerlemesine katkı
sunmuştur.
Medeniyetler üzerinde tefekkür edenler; bir medeniyetin
sanat yapıtlarının niceliği ve niteliği ile arasında sıkı bir ilişki olduğunu
sezerler.
Ezelden aklımız, gerçeğin ve
doğrunun; ruhumuz güzelin arayışı içindedir. Bu nedenle güzellikler ruhumuzun
eylemidir. Ruhumuz da Allah’ın emrinde olduğuna göre; Allah’tan başka güzel ve
O’ndan başka hakikat yoktur. Aklımızın aradığı gerçek ruhumuzun özlemini
çektiği güzel O’ dur.
Doğal
olarak kalp, aklın bulduğu gerçeğe; akıl da kalbin keşfettiği güzele dünden
razıdır. Gerçek güzeldir, güzel de gerçektir.
İslam sanatı, Bedii yönünü el-Bedi; emsalsiz, benzersiz ve
örneksiz olarak hayret verici âlemleri yoktan var eden, eser ve ihsanıyla her
yerde ve her şeyde apaçık görünenden esinlenir. Eseri, müessirin aynasıdır.
Ondan âleme ve kendine kendisi görünür.
“Hüsn-i mutlak” modelsiz ve örneksiz
yaratma, zamandan ve mekândan münezzeh olarak; zaman ve mekânda eserini icra
etmedir. Sanatta isnad, İslam’dan başka
bir medeniyette müşahede edilmez. Zaman ve mekânda eserini vücuda getiren
sanatçı, ruhlara pencere aralar. Eseriyle el-Bedi’nin rızasını kazanmaya
çalışır. Onun ile boy ölçüşme cüretinde bulunmaz.
Bu yüzden İslam medeniyetinde estetik kavramı nereden
başlıyor dersek Kur’an-ı Kerim’i gösterebiliriz. Çünkü Kur’ân, doğrudan doğruya
bedii zevk veren bir kitaptır. “Bediiüs semavati vel’ ard” sanatsal olarak
yaratan anlamı taşır. Duygulu akılcılık, uyumlu vakar Doğu hayatını,
tefekkürünü ve sanatını belirleyen özelliklerdir.
İslam sanatının algılama ve yaklaşım biçiminde derin bir
metafizik kaygı söz konusudur. Bu his yolda olmak ve yol almaktır. Sanatta
tasavvur ve tahayyül söz konusu iken, bediiyatta süreklilik ve yenilenmişlik
akla gelir.
Bu açıdan baktığımızda İslam da sanat, yoktan var etme
değil, var olanı görünür kılma eylemidir. Varlık ve evren tasarımı sunma,
eserlere ruh üfleme çabasında bulunmadır. Bu ruh üfleyiş, insanın kendisine
üflenmiş olan ruhun kaynağından gafil olmaksızın yapılan bir eylemdir. Mimar
Sinan’ın imzasını el-fakir şeklinde
atması anlamlıdır.
Sanat, duyularla sezilebilenin dokunulabilir ve
algılanabilir boyuta dönüştürülmesidir. Bunun içindir ki algı, bilgi ve hissin
birleşiminden bediiyat ortaya çıkar. İnsan, sanat karşısında ne kadar güzel ile
hiç de güzel değil ifadeleri arasında gider gelir.
Sanatçı, fani olandan hareketle baki olanı aramak ve özlemek
üzerinden seyri afaki, seyri enfüsi ve seyri mutlak merhalelerinden geçerek
eser verir.
Eser, muhatabına pencere olur. Onu alır bir yerlere götürür.
Gözün ruha açtığı pencereden eserden hayale ulaşan temaşa yaşanır. Estetik
boyut kazanan eser, bedensel hazdan ziyade ruha coşku yaşatır. Güzel ve
güzellik karşısında aklın boynu bükük, başı öne eğiktir.
Peygamberimiz, oğlu İbrahim’in kabrinin başında definin
yapılmasını beklerken mezar zemininde çıkıntı oluşturan küçük bir taşın
kaldırılmasını hararetle istemişti. Defin işleminden sonra sahabenin bu taşın
ölüye sıkıntı oluşturup oluşturmadığına dair sorularına: “Hayır, göze hoş görünmüyordu.
Ruha sıkıntı veriyordu. Onun için kaldırılmasını istedim.” cevabı
bizdeki estetik kaygının sünnet boyutunun başlangıcı olmuştur. Böylece yapılan
her işe bu kaygı da yön vermiştir. Geçici bir çirkinliğe dahi tahammülü olmayan
gözün ve ruhun; kalıcı güzelliklere teşviki; bizi göz ve gönül alıcı eserler
vücuda getirmeye zorlar. Güzel görmek, gözün hakkıdır. Güzel olana güzel bakmak,
temaşa edenin yükümlülüğüdür.
Bir medeniyete mensupluk, ihtiyacın giderilmesine yönelik
bir işi planlarken; “o işin ihtiyaca cevap verir nitelikte ve göz alıcı - gönül çelici
güzellikte olmasının yanında; sağlam/kalıcı ve onun hangi millete-medeniyete
ait olduğunu, kültürünü esere nakşederek göstermektir.”
Sanatçının bedii anlayışı, eserini takdirlerine sunduğu
topluluğun bedii zevkine uyumlu, onunla barışık ve değerleriyle kucaklaşmış
olmak zorundadır.
Toplumun tümü sanatçıyı kucaklayacak seviyede bedii zevk
sahibi olmaz. Sanatçı, yine de kendi medeniyetinin nezdinde bütün insanlığı
kucaklayacak yüksek ruha ve geniş kucağa sahip olmalıdır.
Sanatçının geniş zamanının varlığı, ticarete sapmamak,
yararlıyı güzele feda etmek, hayatın zor ve güzel yanlarını şerefle korumak
onurudur. Sanatçı eserinin kusursuz icrasını ön planda tutarken, çalgıcı para
kazanmayı öncelik görür. Günümüzde entelektüel seviyede ilgiden uzak kalan
geleneksel sanatlarımız, İslami değerlere bağlı kalan kitlelerce
anlaşılmaksızın devam ettirildiğinden gitgide yozlaşmaktadır. Musikide klasik
tarzın arabeske dönüşmesinde olduğu gibi.
Güzel eskimez, eskitir. Estetik eser, güzele dair düşünmenin
güzel ifadesiyle ortaya çıkan üründür. Her ne kadar sanatçı eseriyle ölümsüzlük
gayretinde bulunsa da fanilik er ya da geç ikisini de yakasından yakalar.
Sanatı da sanatçıyı da sanki hiç yaşanmamış yapar. Bu farkında oluştandır ki De
Bussey: “Sanat yalanların en güzelidir.”
der. Bediiyat, güzel ruhlu insanların fani dünyaya kalıcı güzellikler bırakma
gayretinden başka bir şey değildir. Bediiyat karşısında gören gözler ve hisli gönüller şaşkındır.
Kaynakça:
Abdurrezzak
Musannefi, Beyrut (1403), C. 3, S. 508.
Cemil
Sena, Estetik, 1931.
Lev
Nikolayeviç Tolstoy, Sanat Nedir,
Şule Yayınları, 2003.
Ziyaettin
Fahri Fındıkoğlu, Estetik, 2009.
George
Wilhelm Friedrich Hegel, Estetik,
1982.
İsmail
Tunalı, Estetik, 2003.
Turan
Koç, İslam Estetiği, 2008.
Reşat
Coşkun, Güneş Saati, 2017.
Vadim
Mejuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal
Dönüşüm Yayınları, 1998.
İsmail
Doğru, Siyah Sanat, Temmuz-2014.
Alexsander
G.Baumgarten, Estetik, 1750.
Beșir
Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ötüken
Neşriyat, 1993.
Burekhard,
Fondaments de L’art Musulman,
Kubbealtı Akademi Mecmuası, S. 1, (18 Ocak 1989), 1993.
ÇIRAK
Reşat COŞKUN
Okullar
tatil olmuştu. Mehmet Usta’nın öğretmen olan hanımı, yaz tatili için memleketi
İstanbul’a gitmişti. Öğle yemeğini artık o da çalışanlarının yemek yediği
lokantada yiyordu.[1]
Lokantanın
öğle müşterilerinin önemli bir kısmını, Mehmet Usta’nın çalışanları
oluştururdu. Çalışanları ona "usta" diye hitap etseler de aslında o
bir mühendisti. Tamirhaneyi akrabası olan Sedat Kalfa’nın yönetimine
bırakmıştı. Kendisi, gününü yedek parça satan dükkânda geçirirdi.
Mehmet
Usta, zenginliğinin hakkını veren bir insandı. Çalışanlarının haklarına dikkat
eder, onların hukukunu gözetirdi. Tamirhane ve yedek parça dükkânında
çalışanlarına istisnasız, öğle yemeği için çorba, sulu yemek ve tatlı yiyebilecekleri
şekilde para verirdi.
Civardaki
ustalar onun gibi davranmadıklarından, yanlarında çalışanları Mehmet Usta’ya
gıpta ederken, ustaları onun bu tutumundan bizardılar. Hatta ustalar bir gün
topluca Mehmet Usta’nın yanına gitmişler: "Senin çalışanlarına böyle bol
keseden vermen, bizi çalışanlarımız yanında zor duruma düşürüyor" diye
serzenişte bulunmuşlardı.[2]
O da “Ustalarım tam doysun. Çıraklarım gelişimlerini sağlıklı tamamlasın diye
böyle yapıyorum. Evimiz ayrı, işimiz ayrı” demiş, gelenleri geri göndermişti.
Başka ustaların yanında çalışanlar; Mehmet Usta’nın çıraklarına
rastladıklarında “Ne güzel patronunuz var. Kıymetini bilin. Bizler çorbaya
talim ederken sizler ziyafet sofrasındasınız.”
diye tembihte bulunurlardı.
Mehmet
Usta, hanımı İstanbul’a gittiğinden beri yemeklerini çalışanlarının yemek
yediği lokantada yemeye başlamıştı. Lokantacı velinimeti[3]
saydığı Mehmet Ustayı, gönlünü hoş etmiş bir hâlde lokantasından uğurlamaya
çalışıyordu. Komisine kahveden getirttiği taze çayları da alarak Mehmet Ustanın
masasına oturdu.
Güncel
konular konuşulduktan sonra Mehmet Usta lokanta sahibine: “Benim çıraklardan
Dursun çok zayıf. O çocuğa yemekleri biraz bol kepçe koysan olmaz mı?” dedi.
Lokantacı:
“Mehmet Ustam, çorba kâsesini silme doldursam ne çıkar? O çocuk çorbadan başka
bir şey yemiyor ki. Yediği ekmeğinse haddi var hesabı yok! Neredeyse hesabı
öderken, çorba benden olsun; sen ekmeklerin parasını ver diyeceğim. Lakin
ortada senin âli hatırın var!”
Mehmet
Usta, çayını yudumlamayı bıraktı. Kan yüzüne hücum etti: “Biliyor musun, o bir
yetim çocuk! Hem de tertemiz bir çocuk. Ben dükkâna gidince çağırır, niçin
yalnızca çorba içtiğini sorarım. Lakin bir daha onun sadece çorba içip yediği
ekmekleri dert edersen hiçbir çalışanımın burada yemek yemesine asla müsaade
etmem. Bilirsin ben açık sözlü bir adamım. Benim bugünkü hesabıma mükellef bir
yemek ücreti ekle. Yarın Dursun senden çorba istediğinde bugün parasını
verdiğim yemeklerle onun karnını bir güzel doyur. O çocuğun memnuniyetine göre
diğer çalışanlarımın burada yemek yemelerine karar vereceğim.”[4]
Kendi
yemeklerinin ve Dursun’un ertesi gün yiyeceği yemeklerin parasını ödedikten
sonra lokantadan ayrıldı. Günlük işlerini yapmak üzere yazıhanesine gitti.
Çıraklardan birisiyle Dursun’u yanına çağırttı.
Dursun,
Mehmet Usta’nın yanına gelince başını önüne eğdi: “Buyur Usta, beni
emretmişsiniz.” dedi.
“Estağfurullah,
yavrum. Seninle biraz konuşalım istedim. Ben de tamirhaneye gelebilirdim.
Herkesin içinde konuşmak istemediğim için seni buraya çağırttım. Sorularıma
çekinmeden cevap verirsen sevinirim. Yavrum, bugün lokantaya uğradım. Lokantacı
senin yalnızca çorba içtiğini söyledi. Sedat Kalfa, çalışanların hepsine öğle
yemeği parasını aynı vermiyor mu?”
"Usta,
Sedat Kalfam herkese ne kadar veriyorsa bana da o kadar veriyor.”
"Peki,
madem sana da aynı miktarda para veriliyor, sen niçin diğer çalışanlar gibi
yemek çeşitlerinden yemiyorsun? Yalnızca çorbayla yetiniyorsun. Sen büyüme
çağındasın, yeterince beslenemezsen sağlıklı bir gelişimin olmaz. Bak, bir deri
bir kemik kalmışsın. Niçin yalnızca çorba? Çorba, bizim işimiz ağır bir iş
olduğu için adamı tok tutmaz. Peki,
çorbayla doydun diyelim; yemek parandan arta kalan paraları ne yapıyorsun?”
“Yemekten artırdıklarımı, verilen bahşişleri
anama veriyorum. Anam da bizlerin ihtiyaçlarına harcıyor.”[5]
"Evladım,
bundan böyle sana verilen paradan artırmayı düşünmeden diğer çalışanlar gibi
yemek ye. Ben senin haftalığına zam yaparım. Böylece sen de yemeğinden kısmamış
olursun. Dedim ya! Sen büyüme çağındasın. Senin çok iyi beslenmen lazım. Şimdi
git, kaldığı yerden işine koyul.”
Dursun,
ustasının konuşması bittikten sonra ustasına sırtını dönmeden saygıyla
yazıhaneden çıktı. Her zamanki gibi işine koyuldu. Müşterilerin memnun olarak
dükkândan ayrılmaları için her birinin araçlarındaki arızalar güzelce
halledildi.
Akşam
olunca dükkânın alet edevatı toplandı, temizliği yapıldı, kepenkler indirildi.
Çalışanlar birbirleriyle vedalaşıp evlerinin yolunu tuttular.
Sabah
olunca her zamanki gibi dükkân açıldı. Gelen müşterilerin arızalı araçları
onarıldı. İşler biraz hafifleyince çalışanlar birer ikişer, sırayla öğle yemeği
yemek üzere lokantaya gitmeye başladılar. Nihayetinde Dursun’a da sıra geldi. O
da lokantaya gitti. Lokantanın sahibi tarafından kapıda krallar gibi
karşılanmasına bir anlam veremedi.
Kendisine böyle bir saygının gösterilmeyeceğinden emindi. Dönüp arkasına
baktı. Kendisinden başka lokantaya gelen olmadığını görünce şaşırdı. Daha dün
çorba parası verirken kendisini bir kaşık suda boğacakmış gibi bakan o adam
gitmiş, yerine âdeta bir melek gelmişti![6]
Bu
duruma bir anlam verememekle beraber, çırak hâliyle bir usta gibi karşılanması
hoşuna gitti. Yemeklerin komiler tarafından değil de özellikle lokanta
sahibince, sipariş verilmeden getirilmesi tuhafına gitmişti. Karnını bir güzel
doyurdu: "Ne yapalım, battı balık yan gider, para artıramadık; ama bugün
de böyle olsun. Yarın yine çorbaya talim ederiz." diye düşündü. Bu esnada
lokantacı bu defa elindeki çayı: "Müessesemizin ikramı" diyerek önüne
bıraktı. Lokantacının ısrarına rağmen işe geç kalma endişesiyle çay ikramını
geri çevirdi.
Çıkarken
arkasından lokantacının karşılamadaki munis sesi duyuldu. “Dursun, evladım;
ustan burayla alakalı bir şeyler sorarsa bari çayı içmiş gibi cevap ver. Ben
kendi ellerimle getirdim. Tüm ısrarlarıma rağmen işe geç kalırım diye sen
içmedin. Hem ustana memnuniyetini belirtirsen çorbaları bol kepçe ve dilediğin
kadar yersin.”
Midesi
bulandı çocuğun. Yediklerinden değil, duyduklarından... Zaten böyle abartılı
bir şekilde karşılanması da içinde bir huzursuzluğun uyanmasına sebep olmuştu.
O, kendine 'kendi' olarak sıradan bir saygı istiyordu; kendi üzerinden
başkalarına, hele de o başkalarının parasına puluna değil. Birilerinin parasına
puluna gösterilen yalakalığın aracı durumuna düşmek, onu rahatsız ediyordu. Bu,
çocuk veya büyük; her insanın rahatsız olacağı, rahatsız olmasını gerektiren
bir durumdu.
Çocuk
hiçbir şey söylemeden hızla uzaklaştıktan sonra lokantacı, masayı gelecek
müşterilere hazırlamak için toplamaya koyuldu. Her zaman içtiği çorbanın
parasını veren çelimsiz çocuk, niçin bugün para vermeye yeltenmemişti? Belki de
ustası dün bana vermiş olduğu yemek parasını ona da söylemiştir, diye içinden
geçirdi.
Masadan
tabakları almak için uzanan elleri, kaldırdığı her tabağın altından onluk kâğıt
paraların çıkışıyla şaşırdı. Demek ki Mehmet Usta, konuştuklarımızı çocuğa
söylememiş. Neyse, başka bir gün geldiğinde ustasının, parasını verdiği yemeği
yer. Hem parası çıkmadığı için de sevinir, dedi.[7]
Parayı
aldı, cebine koydu, diğer müşterilerle ilgilenmek üzere masadan uzaklaştı.
O
yıllarda bütün çıraklar cumartesi akşamı olunca haftalıklarını alırlardı. Gün
haftalık günüydü. Akşam olunca bütün çalışanlar haftalıklarını aldıktan ve
bahşişleri paylaştıktan sonra sevinçle evlerinin yolunu tuttular.
Pazartesi
olunca, tamircide çıraklardan bir kişi eksikti. Lokantacı, Dursun lokantaya
gelmeyince Mehmet Ustanın cuma günü Çelimsiz Dursun yemek yesin diye verdiği
parayı iade etmek için yazıhaneye gitti. Giderken de çalışanlarına,
müşterilerine de duyuracak şekilde yazıhaneye gidiş sebebini söylemeyi ihmal
etmedi. Mehmet Usta bile, lokantacıyı dürüstlüğünden dolayı tebrik etmekten
kendini alamadı.[8]
Dursun,
o günden sonra hiçbir yerde görülmedi. Yalnız öyle sanıyoruz ki o pazartesinden
önceki bir gün, bir emeğin ve bir çocuğun ölümüne, meleklerden başka hiçbir
kimse tanık olmadı.
[1] Artık cemiyet; 'kendi
keyfiyetinden koparılmış, hatta bir 'keyfiyet'ten bile koparılmış /kopmuş;
kemiyet hâline gelmiştir. Şair diyor ya: " Cemiyet, ah cemiyet; yok edilen
ruhiyle /Ve cemiyet, cemiyet; yok eden güruhiyle..." ve bence devamı da
şu: " İnsanlar zindanda birer kemiyet; /Urbalarla kemik, mintanlarla
et." Ruhsuz bir cemiyetin vatanı olmaz; onun bulunduğu mekân, dışarının
unutturulduğu /unutulduğu bir açık hava cezaevidir. Kölelerle (kendi kölesiyle
değil, çünkü onun hiç kölesi olmadı) aynı sofralara oturan, aynı saflarda gaza
eden bir peygamberin getirdiği dinin mensupları(?), artık bir patronun işçisiyle
aynı lokantada yemek yemesini bile tevazudan saymakta, hatta bu mensuplar
içinde bunu yadırgayanlar bile bulunmaktadır.
[2] Cesaret ilahi, cüret ise
şeytanidir. Cesaret ilahidir; çünkü o, haksızların ve zalimlerin güçlü
olmadıklarını bilmek, gücün yalnızca Hakk'ta olduğunu bilmektir. Cesur adam,
gücü kendisinde de vehmetmez. Yani kişinin cesur olmak için güçlü olması
gerektiğine inanması da batıldır ve böyle birinin göstereceği de cesaret
değildir. Cüret ise gücü kendinde zannedenlerin 'haddi', yani 'sınırları'
bilmemesinden kaynaklanan gösterilerdir. Hak'tan başka 'had', yani 'sınır'
yoktur. Her şey; adam gibi adamın bütün eylemleri, 'Hak' ile sınırlanmıştır. Cesaret ahlaktır,
cüret ise ahlaksızlık...
[3] Velinimet... Tevessül-i
esbab... Şimdi bunlar, 'El-Rezzak' ve 'Müsebbibü'l-esbab ' aşkının neresinde?
Oysa onlar, bir zamanlar 'çilehane'lerde ve 'itikâf'larda, bütün anlamlarıyla
oruçlu idiler. Görenler onları yerlerde ya da göklerde zannetseler de onlar,
bunların; yani 'velinimet'in ve 'tevessül-i esbab'ın 'El-Rezzak'ı unutturmaya
güç yetiremedikleri bir yerdeydiler...
[4] Tek zenginliğimiz var;
hayat... Ne yazık ki yoksulluğumuz da hayatımızdan başkası değil... Hiçbir
kimsenin hayatından başka bir şeyi yoktur. Bizi 'ayartan', hayatımızdan başka
bir şeylerimizin de var olduğu vehmi. Hayatımızın zenginliği, yani bizim
zenginliğimiz; başkalarının mutluluğu uğruna feda edebildiklerimizde,
yoksulluğumuz ise onlardan esirgediklerimizde. Ömür, ömürdür; ne uzanır, ne
kısalır... Ama hayat, yani zenginliğimiz büyüyüp küçülmeyle... Hayat;
zenginleştikçe büyür; yoksullaştıkça küçülür. Bir çocuğun gülümsemesi, bir
kuşun kanat çırpması, bir gül uğruna dikene verilen su bile hayatı tarifsiz
büyütmelere yeter... Bize verilen hayatı büyütmemiz sorumluluğumuz olsa da
sevincimiz olmadıkça 'yaşamış' sayılmayacağız... 'Yaşama'nın sırrı, Hazreti
Resul'ün "Ölmeden önce ölünüz" teklifinde...
[5] Yetim çocukların anaları...
Onların omuzlandığı yükü tartabilecek bir ağırlık ölçüsü var mı acaba bütün
kâinatta? Onlar; isimsiz Asiyeler, isimsiz Meryemler, isimsiz Amineler... Nice
yetim çocuk, onların gözlerinde bir tek sevinç parıltısı görebilmek için çocuk
ömürlerini atölyelerde, iş tezgâhları başında, merhametsiz patronların
tehditleri altında tüketti de hayatını o sevinç ışıltısıyla anlamlı kıldı.
Şüphesiz ki Hesap Günü'nde "Verdiğimiz hayat emanetini anlamlı kılanlar,
bir adım öne çıksın!" diye bir emir gelirse, ilk öne çıkanlar, hayatlarını
analarının gözlerindeki o sevinç parıltısıyla anlamlı kılanlar olacaktır.
Onlar, Hazreti Resul'ün bildirdiği üzere, cenneti o anaların ayakları altında
bulanlar... Ve onlara adalet ve merhametle davranan patronlar, yöneticiler;
kendilerine zenginlik, makam ve mevki nasip edilmiş olanlar... Onlar da o
çocukların cennetinde pay sahibi olanlar...
[6] "Ye kürküm, ye"
diyerek olmaması gerekeni anlatıyordu ya Nasreddin Hoca... İşte onunla birlikte
Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş Velilerin rahlelerinde kendini bulan bir milletin
gerçek sultanlarının verdiği hikmet dolu dersler, kahkahalarla gülünecek
fıkralar hâline getirildi önce.
[7] Para ile emek karşılıklı ve
denktir. Teknik bir mekanizma oluşu yönüyle devlete işlerlik kazandırmakla
yükümlü hükümetler, bu karşılıklığı ve bu denkliği sağlamak zorundadır. Esasen
'para'nın 'millî' olması da bu yüzdendir. Emek kutsaldır. "Hiç kimse
elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir" diye buyuruyor Hazreti
Resul... Onun kutsallığı, karşılığı ve dengi olan 'para'ya da sirayet eder. O
paraya 'helal kazanç' derler. Kim olursa olsun; ister hükümetler, isterse
şahıslar, 'para'yı emeğin karşılığı ve dengi olmaktan çıkarıp da parayla para
kazanmanın yolunu açmışlarsa ki döviz alım satımı bu yollardan biridir (döviz,
gayrı millî paradır), açtıkları kapının 'haram'dan başka bir yere çıkmadığı ve
çıkmayacağı bilinmelidir.
[8] Allah rızası için yapılan bir
eylemde, Allah'tan başka bir tanık da çağırmak, o hayırlı eylemin hayrını
yaralar, incitir; o eylemi nefsin propagandası yapar, kibir hanesine yazar.
Özellikle ramazanlarda görüyoruz; falan şirketin filan partiye, cemaate veya
tarikata mensup patronu, babasının hayrı için kamyonlardan 'yardım paketleri'
dağıttırıyor. Aşağıda ise bir paket alabilmek için birbirleriyle kavga eden
insanlar...
DEHRİN
ATLARI
Reşat COŞKUN
Bütün gülüşler;
Aklın sınırlarını zorlayacak güçtedir.
Unutanları unutmamak
Bilmem ki nedir.
İrademin metafizik arzusu;
Kimi sevsem,
Kime kavuşsam,
İçimdeki sen değil.
Nereye gitsem
Yolun gönlüme düşer.
Kime rastlasam
Nerede bir güzel görsem
Gözlerim onda seni arar.
Gönlüm gördüğünün
Sen olmasını arzular.
Nice gözlere inandım.
Nice gülüşlere teslim oldum.
Vuslatlarda bulduğum sen değil
Kurudu ummanım.
Didemde saklı bir damla
Ümidim coşkun sel değil
Ben bile bana yabancı.
İçimdeki sen el değil.
Zaman atlarını
İçimde koşturdu.
Hicranlarıma toynaklarıyla
Mührünü vurdu.
Aşka dair
Bütün bahisleri;
Baştan kaybettim.
Hayat yarışında;
Yağız atların kır atları geçtiği
Görülmüş değil…
KUYUDAKİ YILDIZ
Reşat COŞKUN
Bir budak deliğinden bakıyoruz
Gökten arta kalan zamanlarda
Birbirimizin yalnızlığına.
Uzay bükülür, zaman bükülür.
Neden yalnızlık bükülmez.
Boyunlar bükülür.
Kalpler burkulur.
Göklerin kapısı kapanalı
Ben semadan değil
Kuyulardan öğrendim
Yıldızları izlemeyi.
Hepimizin gözü yıldızlardaydı.
Senin yıldızın göklerdeydi.
Benim yıldızım yerdeydi.
Bir gün
Bir yıldız
Kör bir kuyuda
Göz kırptı bana.
Yemin ederim.
Gözlerimle gördüm.
Kalbinle tasdik ettim.
Gözlerimin gördüğünü
Neden kalbim yalanlasın ki...
NAİMA’NIN ELİ
Reşat COŞKUN
Aynı
güzergâhın farklı duraklardaki yolcularıyla otobüs tıka basa doluydu. Elleriyle
tutunduğu metal direkten ayakta durmak için güç alıyordu. Otobüsün böyle dolu
olmasında havanın soğuk olması ve dışarıda kar yağması etkili olmalı diye
düşündü içerdeki kalabalığı seyrederken. Oysa evden çıkmadan önce hava durumu
bültenini dikkatlice dinlemiş ve havanın parçalı bulutlu olacağını işitmişti.
Şimdi bu amansız soğuk ve bitmeyen kar
yağışıyla karşılaşınca; içinden sadece bir tahmin onlarınki, belki de temenni.
Oysa temenni ve tahmin başka; yaşanılan bambaşka şeylerdir, dedi ve bir an
gülümsedi. Kalabalığa rağmen otobüste ayakta da olsa yer bulduğuna
seviniyordu. Böyle havalarda beklediği
durakta otobüsler genelde dolu olduklarından durakta inen yolcu yoksa durmadan
geçerlerdi. Bu durumu da birkaç kez tecrübe ederek öğrenmişti.
Karşısında
kuvvetle muhtemel Bosna göçmeni bir kadın ve kucağında dört yaşlarında sarı
saçlı bir kız çocuğu duruyordu. Çocuk, gülen mavi gözleriyle kendisine
bakıyordu sürekli biçimde, hep onu gözlüyor, her hareketini izliyordu ve
kadının olup bitenlerden haberi yoktu. Oysa çocuğun gülen gözleri sanki ruhuna
bakıyor, içini ferahlatıyordu Mete’nin. Bu bakış, çektiğimiz sıkıntılar boşuna
değil dercesine bir bakıştı. Öte yandan kadının hâlinden de otobüsün bir an
önce ineceği durağa varmasını beklediği seziliyordu.
Otobüste
insanlar yüksek sesle birbirleriyle konuşup duruyorlardı ve içeride anlamsız
bir gürültü yayıldıkça yayılıyordu. Hemen az ilerde yüzleri görünmeyen iki genç
birbiriyle sohbet ediyordu. İki yaşlı kadın ağır ağır dertleşiyor, bir kısım
genç kız birbiriyle fısıldaşarak gülüşüyor ve bütün bu ses karışımı sanki çok
yakınmış gibi kimi açık seçik, kimi yarı yamalak işitiliyordu. Bu alaşımlı
gürültünün ortasında Mete bir yandan gözlerinden gözlerine uzanan cümleciklerle
çocukla konuşurken bir yandan da en yakında konuşan iki genci dinliyordu.
Birisi
diğerine:
- Osman, kalabalıklarda bile yalnızız değil
mi? – diye sormuş diğer genç ise : - Evet! Yalnızlık insana kitaplarda bile
olmayanı öğretir. Bu zamanda herkes kendisi için ağlıyor. Yalnızlığımız ve
gözyaşlarımız gösterdi ki kendimiz için ağlamak bir işe yaramıyor. Oysa tek bir
gün birbirimiz için ağlasak belki bir işe yarar. – diye cevaplaşmıştı.
İlk konuşan genç eklemişti hemen: Haklısın;
gün geliyor, koca bir çınara bir yaprağı taşımak ağır geliyor. İki göz bir
damla gözyaşını taşımakta zorlanıyor. Bak sana bir şey anlatayım mı? - Vaktin
birinde bir kuşçu vardı. Ben o zamanlar çok küçüktüm. Evinin damında hemen her
gün ikindiden sonra kuşlarını uçurmaya çıkan o kuşçuyu ara sıra uzaktan izler
ve dalar giderdim. Nihayet bir gün yanına çağırdı beni, gittim ve daha yakından
hem kuşçuyu hem de kuşları izlemeye başladım. Oldukça mahir hareketlerle yem serpiyor,
kimi kuşları oldukları yerde alıkoyarken bazılarını uçmaları için habire
zorlayıp duruyordu ve kuşlar ise sanki bu zorlayışı anlamış biçimde istemeden
de olsa uçuyorlardı. Şaşırtıcı olan bir başka şey ise mahir kuşçunun bazı
kuşların teleklerini yolmasıydı. Evet, gözümün önünde adam uçmaya zorladığı
bazı kuşların teleklerini bana çokça acımasız gelecek şekilde yoluyordu.
Duramamış,: Canları yanmaz mı, niçin böyle yapıyorsunuz? diye adama
çıkışmıştım. Adam ise sanki de beni duymuş ama duymamış gibi bir yandan tuttuğu
kuşun teleğini çekerken bir yandan da konuşmuştu:
- Ben kendime yakın olmasını istediğim değerli
kuşlarıma hep böyle yaparım çocuk…
Şaşırmış
ve yeniden sormuştum adama:
-İnsan
hiç kendine yakın bulduklarının canını yakar mı? –diye. Mahir kuşçu yine işine devam ederken sanki bu
duygu dolu ikinci sorumla bir an sarsılmış gibi duralamış ama tam yüzüne
yayılırken bir yerde tuttuğu hafif gülümsemesiyle devam etmişti:
-
Yakınlığın kendisi can yakıcıdır çocuk. Olur ya bir gün vakit gelir akış ve
seyir kesilir. Bak ben bu kuşları değerli oldukları ve onları çok sevdiğim için
kendime yakın bulurum. Onlar da beni kendilerine yakın bulduklarında yakınlığın
zevkini keşfettiklerinde artık teleklerini koparmam. İşte o zaman nereye
giderlerse gitsinler, bilirim ki akılları ve gönülleri bendedir. Çok uzaklara
da gitseler döner yine bana gelirler. Yakınlığın tadını aldıkları için bu tadı
tatmasını istedikleri değerli kuşları da beraberlerinde bana getirirler. Bu
devran böyle sürer gider... Uzaklardaki özlemleriyle yakınımda olduklarındaki
özlemleri aynıdır. Ben onları özlerim onlar da beni özler. Günlerimiz
birbirimizi severek ve özleyerek geçer. İşte bak, tam bu kıvamdaki özlemek
belki sevmekten de güzel olur. Beklenen sevilen olunca…
Kulaklarında
gençlerin bu sohbeti yankılanırken gözleriyle konuşan kız gülmüş ve küçümen
dudaklarından biliyor musun benim adım Naima kelimeleri dökülmüştü birden bire.
İçinden demek Naima, ne güzel bir isim bu, diye geçirmişti. Oysa o Naima’yı
okuduğu kitaplardan aklında kalan bir eski zaman tarihçisinin adı olarak
hatırlıyordu. Birden kızın mavi gözleri çekti ilgisini. İsmiyle gözleri ne
kadar da müsemma demişti içten içe. Sonra gözlerini otobüsün içinde dolaştırmış
lakin tanıdık bir yüze rastlayamamanın ümitsizliğiyle yüzünü yeniden kıza doğru
dönmüştü.
Şimdi eskisinden daha içten bir gülümsemeyle
mavi büyüyen gözleriyle kendisine bakıyordu. Bir ara: “Çıkar kalbini ver de
oynasın. Çocuk mutlu olsun. Kırsa bile en azından art niyetli değil.” diye
düşünmüştü… Neydi çocuğun içinden kendisine karşı duyduğu iştiyak? Annesi
hüzünlü bir heykel gibi dururken çocuk ileriye doğru hamleler yapıyor, ikisi
arasındaki sessiz iletişimden bihaber annesi ise o hamlelere engel olmak için
ara sıra kıpırdıyordu.
Küçük
kızın mavi gözleriyle İçi Mostar gibi köpürüp durulan Mete bir ara kadının
yüzüne aleyhine olmayacak bir bakışla bakmış ve kadının aklında kalan simasıyla
yeniden küçük kızın mavi gözlerine yönelmişti. Dünyada dünya ile mutlu
olunamayacağını öğrenmiş bir çehreydi kadının simasını şekillendiren. Dünyada
dünyayla mutlu olunamayacaksa; bunu bilen kaç insan var ve bunlar bunu hangi
şeyle öğrendiler diye merak etmişti uzunca bir zihinle… Böylece içinden pek çok
cevaplar geçirmiş ve belki şöyledir, kadının kocası Bosna’da şehit düşmüştür…
diye düşünmüştü. Kadının eşini böylesine özleyişinin güzelliğine kanat
getirmişti. Kocası belki de kadının kanatlarındaki telekti ve onu kadını yakın
kılmak için canının yanması pahasına ondan çekilip alınmıştı ki, zaten bu
dünyada dünyayla mutlu olmaya çalışma; sahibini bilmeden sahip olmaya çalışma
hadsizliğinden başka neydi ki?...
Ona
göre bu ana kız bütün bu minicik varlıklarına rağmen çok büyük bir şeydiler.
Çünkü dört yaşlarında bir çocukla dul bir kadın kalkıp buralara kadar gelmiş ve
bu otobüste bir kısa seyahat zamanının ortakları olmuşlardı. Hem değil mi, kim
yurdunu ve sıcak yuvasını terk etmek isterdi ki? Kadının ve çocuğun bir kısmını
arkalarında bırakarak bir kısmını yanlarında getirdikleri hüzünleriyle süslenen
küçücük varlıkları işte tam da bu halleriyle öylesine büyüktü ki, çocuğunun
gülüşü bile bir nebze de olsa annesinin hüznünü azaltmıyordu. Hüzünde huzur
bulmuş ve bulduğunda karar kılmış bir ruh hâli kadının yanaklarından gözyaşı
olmuş akıyordu işte.
Bu
gözyaşları, işte bütün hakikati içinde akıp duran bu gözyaşları heykellerin de
ağlayabileceğine şahitlik ediyordu sanki. Bütün bu duygular içinde savrulup
duran Mete, bir an çocuğun gülüşüyle mutlu oluşuna şaşırdı. Karşısında onları
öylece seyrederken garip biçimde kendi yalnızlığını ve garipliğini unutuyor
gibiydi. Böylesine dopdolu bir içle arada bir camdan dışarı bakıyor, rüzgârla
sallanan ağaçlar, koşuştururken elbisesi uçuşan insanlar görüyor ve bu bir
yandan içerden bir yandan dışarıdan akıp giden ses ve görüntü kalabalığını anlamlandırmaya
çalışırken kulak kabartıp dinlediği çocuğa hak veriyordu.
Ağaçlara ağır gelen yapraklar artık ağaçlara
tutunamıyordu sözgelimi. Araya mesafeler girse de kadın kendisine yakın bulduğu
eşini kuşçunun güvercini misali özlüyordu. Rüzgârın uğultusunu ara sıra
caddeden hızla geçen arabaların kornaları bastırıyor, şoförün frene basmasıyla
içerdeki insanlar savruluyor, kapı açılıyor, otobüsten insanlar iniyor, onların
yerine başkaları biniyordu. Her durakta aynı manzara yaşanıyordu. Yalnızca
otobüsten inenlerle binenlerin sayısı her zaman birbirini tutmuyordu. Bazen
inenden fazla yolcu biniyor; bazen de inen sayısı otobüse bineni geçiyordu.
Yine de içerideki kalabalık yoğunluğundan bir şey kaybetmiyordu. Mete, bir an
çocuk ile annesinden önce otobüsten insem keşke diye düşündü. Çünkü ona göre
onların kendisinden önceki durakta inmesi gözlerine bakan mavi gözlerden mahrum
yolculuk etmesi demekti.
Küçük
kızın mavi ışıltılı gözleri, bulutsuz yaz günlerinin ferahlığını ruhuna
taşıyordu. Gireceği imtihan öncesi böyle bir ferahlığa ihtiyacı vardı. Belki de
çocuk bu durumu bildiği için bakışlarıyla sınav öncesinde ona iyilik yapıyordu.
İçinde ardı arkası kesilmeyen sorular vardı: Çocuk niçin bu kadar güzelsin?
Neden uzun kirpikli mavi gözlerini gözlerime diktin? Gözlerin bende olan, sende
olmayan neyi buldu? Kaybettiğin hangi kıymetlini bende buldun?... diye içten
içe konuşup duruyor ve kendi içine sorduğu hiçbir soruya en doğru cevabı
bulamıyordu...
İçi
bir hoş olmuştu Mete’nin, otobüsün içindeki insanların inmeye ya da yerlerinde
sağlam durmaya ayarlı savrulmaya hazır hallerinden yine bir durağa
yaklaştıklarını anladı. Kapı açıldı, yine inenler, binenler olacak diye
düşünürken kadın inmek için kucağındaki çocukla kapıya doğru yürüdü. Kadın
yürürken mavi gözleri bir çağlayan gibi ışıldayan Naima’da git gide Mete’den
uzaklaşıyordu. Naima’nın gözlerindeki mavilik kayboluyor, gözbebeklerinde
gündüzün mavi gökyüzünün akşamla siyaha dönmesi gibi bir hâl yaşanıyordu. Ne
var ki burada yaşanan gurup ekvatordaki gibi kısa yaşanıyordu. Beş dakika önce
o gözlerin sahibiyle durmadan birbirine bakmışlardı. Belki de ikisi de
birbirinin yalnızlığına bakmıştı. Yalnızlıklarının kendilerine özgü olmadığını
görünce de gözlerini baktıkları gözden alamamışlar, yalnızların yalnız olmadıklarını
görüp anlamışlardı sanki…
Annesi
merdivenlerden inerken çocuk kendisine doğru candan bir hamle yapmıştı.
Annesinin gövdesini uzaklaştırmasına engel olamayan çocuk son bir hamleyle sağ
elini tutması için Mete’ye uzatmıştı. Elimi tut. Bırakma dercesine… Kapı
kapandığında çocuk ve annesi dışarıda kalmıştı. Uzanan küçücük sağ el; kanatlı
kapının kapanması sonucunca sıkışmış içerideki gencin elinde kalmıştı. Kapı
kapanırken bu durumun yaşanmaması için yerinden fırlamış, kendi elini kapıya
uzatmıştı. Ancak yetişememişti. Bu sırada çocuğun eli kopmuş ve elinde
kalmıştı…
Mete
ne yapacağını bilemiyordu. Otobüs çoktan hareket etmişti. Yetişip Naima’nın
annesine çocuğun elini vermeyi denese onları nerede bulacaktı? Arasa o zamana
kadar gerektiği gibi saklanmadığı için elin naklinin yapılması da mümkün
olmayacaktı belki. Bir buzdolabı, belki bir buzdolabı arayıp bulsa, hem kim
dolabına kopmuş bir çocuk elinin bırakılmasına razı olurdu ki? Dahası kaç
gündür hazırlandığı imtihanı da kaçıracaktı.
Otobüsü durdurup inse kolluk kuvvetlerine
haber verse elindeki kansız çocuk elinin hesabını nasıl verecekti? Verdiği
ifadeye hangi hâkim ikna olurdu? Hangi kadıyoran savunmak için davasını
üstlenirdi? Donup kalmıştı Mete, bıçakla kessen kanı akmazdı o an, tıpkı elinde
kalan minik elin kanamayışı gibi…
Bir
de girmesi gereken son sınavı vardı Mete’nin. Şimdiye kadarki okul hayatını
taçlandıracak olan ve sefalet içinde sürdürdüğü hayata son vermesi muhtemel bir
imtihandı bu. Yaşadığı sıkıntı, akla hayale gelmeyen türdendi. Öyle ki bu
sıkıntı, önceden yaşamış olduğu sıkıntıları özletecek cinstendi. İradesi
elinden alınmış gibiydi, kafası kesik
horozlar gibi ayaklarının üzerinde yürüyor, nereye, kime gittiğini bilmeden
yönünü kaybetmişçesine öylece gidiyordu. Birden bir elin parmaklarını sıkıca
tutuğunu hissedince irkildi ve elindeki o küçük eli hatırladı. Eline baktı.
Parmaklarını sıkıca tutan o mavi gözlü kız çocuğunun eli hala elindeydi ve
küçük parmakları avucunun içinde kıpırdayıp duruyordu. Elin hâlâ canlılığını
koruyor olmasına sevindi. İçi ürperdi! Çaresizce
tekrar bu minik eli, ait olduğu gövdeye nasıl kavuşturacağını düşündü. Elin
hayat dolu oluşu ve mavi gözlü kıza ait oluşu tahammülünün sınırlarını
zorluyordu artık. Yeniden şuurunu kaybetti Mete. Caddeden karşıya geçiyordu.
Önünde duran büyük bina hayatının imtihanı için onu bekliyordu. İçindeki
imtihan bitmemişken ve henüz sonucu belli olmamışken bu dünyevi imtihanla nasıl
baş edecekti ki…
Canavar
düdüğünü aratmayan korna sesleri akabinde pat diye bir ses duyuldu caddenin
orta yerinde. Mete tam orta yerde sırt üstü düşmüş yatıyordu. Gözleri mavi
gökyüzüne dikilmişti. Mavi gökyüzünde bulutlar yerine mavi gözlü kız sanki ona
bakıyordu, gök sanki küçük kızın gözleriyle Mete’yi seyrediyor ve küçük kızın
gözlerini kendine nakşederek Mete’ye de az önce seyrettiği mavi gözleri
seyrettiriyordu. . Etrafta yine insanlar koşuşuyorlar ve öylece koşuşup
dururken bir birleriyle konuşuyorlardı. Bu kez bütün konuşmaları duyuyordu
Mete. Lakin hiçbir konuşmayı anlamıyordu. Hızla gelen bir cankurtaran aniden
yanı başında durmuş, birkaç kapısı birden aynı anda açılmıştı. Belli belirsiz
bir şeyler duyuyor gibiydi Mete: müjde kazazede yaşıyor! Bakın gözlerinden akan
yaş bunu müjdeliyor sanki… Ve bir başka ses, kendinden daha emin ve yerde yatan
Mete’ye bakarken herkesten daha çok içi yanan bir ses, sahibinin umutsuzca
tonlamasıyla elini Mete’nin nabzına götürüyor. Başı yerde, Mete’ye bakıyor ve
acıyla ‘eks olmuş…’ diyor. Bir an eline bakıyor, Mete'nin diğer elinin
parmaklarını tutan eli görüyor. Şimdi koptuğu yerden kan damlıyor, Mete’nin
elini tutan minik el kanıyor...
Ve
bir ses daha karışıyor Mete’nin seyrettiği gitgide kararan gökyüzünün altında.
“Bir an önce çocuğa elini götürelim. Bu el Naima’nın eli! Bulduk onu.” diyor,
sesin sahibi. Mete’nin elini tutan minik parmaklar fersizce çözülüyor, Mete
için gelen ambulans şimdi suskun, acele etmeden kenara çekiliyor, Mete’nin
gözleri doyumsuz bir maviliğe baka baka bu kez kutuplardaki gurup misali
yavaşça kapanıyordu. Uzaklarda bir yerlerde çalmakta olan “Dersi Delum Marşı”
kulaklarına geliyordu.
RAMAZAN
BEREKETİ
Reşat COŞKUN
"Şimdi ağla çocuğum, yarın
ağlayamazsın;
"Bugün anladığını, yarın
anlayamazsın..."
Necip
Fazıl Kısakürek
Toprağın
beklediği nisan yağmurları rahmet olmuş, gökten sicim gibi yağıyor, havalar bazen de sümbülede karar kılıyordu.
Köylüler telaşla köylerine giden araçlara yetişmeye çalışıyorlardı. Bu telaşta
kaçırılan minibüsün telafisinin olmayışının yanında, baharla başlayan tarla
tapan işlerinin çokluğu da etkiliydi.
Yaşlı
adam kahvenin önünde, tentenin altında çayını yudumlarken birden gözüne küçücük
bir tezgâhta kıska soğan tohumları satan küçücük bir çocuk ilişti. Cadde,
köylülerin koşuşturmalarından sonra iyice sakinleşmişti. Çocuğun durumuna göre,
kendince fikir yürütmeye çalışıyor, bunu istem dışı yapıyordu. Gözleri, çocuğun
kendinden daha küçük tezgâhına kaydı: “Allah’ım, tezgâhı kendinden küçük.
Tezgâhındaki soğanlar, tezgâhından da küçük!" Sonra, gözlerini tezgâhtan
ayırmaya çalışarak, karşısında birisi varmış da ona itiraz ediyormuş gibi
başını iki yana salladı: "Bu çocuğun küçük görülen varlığında, çocuğa dair
her ne varsa gitgide küçülüyor.”
Çocukta
küçüklükler sanki küçülme yarışındaydı; küçücük eller, küçücük ayaklar...
Düşüncesinin burasında durdu, 'küçücük eller' düşüncesine isyan edercesine:
"Hayır, hayır! Bu ellere 'küçük' demek nasıl mümkün olur? Bu yaşta
ekmeğinin peşinde..."
Biraz
önce yağan yağmurdan kalan ıslaklığın, çocuğun elbiselerinde hâlâ kurumamış
olduğunu görmek; bakışlarının sertleşmesine, yumruklarının hafifçe sıkılmasına
sebep oldu.
Kahvehanenin
camını tıklattı. Koşarak yanına gelen garsona: "Şu kıska soğan
tezgâhındaki çocuğa benden bir çay götür; içsin, içi ısınsın” dedi.
Garson
elindeki çayla çocuğa doğru yöneldi. Çocuk sipariş vermemesine rağmen kendisine
çay getirilmesine şaşırdı. Garson, çocuğa Himmet Emi’yi gösterdi. Himmet Emi de
başıyla 'benden' işareti yaptı. Çocuk başını hafifçe eğerek teşekkür etti.
Himmet
Emi, çocuk çayını içerken derin bir ah çekti. Bu çocuk, âdeta kendisinin bir
zamanlar yaşadığını, şimdi yaşıyordu. Çocuğun tezgâhını açtığı yerde, yıllar
önce çocukluğunda sebze sattığı günler aklına geldi. Çocuğa kanı ve canı daha
da ısındı: “Sebze sattığın günlerde kim derdi ki, Himmet; büyüyeceksin de bu
günlere geleceksin! Söyleseler, gözümle görsem inanmazdım. Lakin yaşadım,
gördüm ve inandım. Düşmez kalkmaz bir Allah. Gün doğmadan neler doğuyor
Allah’ım.” dedi.
Caddedeki
sessizlik çocuk sesleriyle bozuldu. Okuldan çıkan çocuklar kümeler hâlinde
kıska soğan tezgâhının başına toplandılar. Kalabalık, zaman geçtikçe oğul veren
arılara dönüştü. Soğancı çocuk, aşağı yukarı kendi yaşında olan çocukları
tezgâhın başında tek sıra yaptı. Okuldan çıkan diğer çocuklar da bu düzene
uymakta zorlanmadılar.
Sırasıyla
bedava kıska soğan tohumlarını alan çocuklar şen şakrak evlerinin yolunu
tuttular. Cadde, yeniden sessizliğe büründü. Koca bir okulun öğrencileri
tezgâhtan uzaklaşınca, küçücük tezgâhtaki küçücük soğanların miktarı bir hayli
azalmıştı. Çocuğun, kendisi dâhil, varlık adına nesi varsa küçücük iken, Himmet
Emmi de çocuğun şahsiyeti büyümüştü.
Himmet
Emmi, kahvenin camını tekrar tıklattı. Bu sefer garsondan kendisine iki çay
getirmesini istedi. Gelen çayları alınca, çaylarla birlikte çocuğun yanına
gitti.
Çocuğa:
"Koca yürekli çocuk, senin adını öğrenebilir miyim?" dedi. Çocuk:
"Elbette amca, benim adım Ramazan. Önceki çay için yeniden teşekkür
ederim. Önceki diyişim biraz uzaktan oldu". Himmet Emmi, elindeki çaylardan
birini tezgâha bıraktı: "Ramazan, müsaade edersen birlikte çay içelim
dedim. İkimize çay aldım". Ramazan, saygıyla: "Estağfurullah amca.
Elbette olur." diyerek Himmet Emminin tezgâha bıraktığı çay bardağını
eline aldı.
Himmet
Emmi: "Ramazan; çaylarımızı içerken seninle sohbet etmek istedim. Uzaktan
seni izledim. Doğrusu, çocuklara karşılık almadan soğanları dağıtman oldukça
erdemli bir davranıştı. Lakin sen küçük bir esnafsın, bugünkü kazancının
neredeyse tamamına yakınını okuldan çıkan çocuklara hibe ettin. Ben bu işleri
senin yaşındayken yaptım. Sahi, Ramazan; unuttum balam, sen kaç
yaşındaydın?"
Çocuk:
“On üç yaşımdayım.” dedi.
Himmet
Emmi, çocuğa bir iyilik yapmış olmak düşüncesiyle onu, yaptığı alışverişte ikaz
etmek ihtiyacı duydu. Hem, çocuğun kıska soğanları diğer çocuklara karşılıksız
dağıtmasının sebebini de merak ediyordu: "Yavrum, neden elindeki mallarını, sen daha
ihtiyaçlıyken o çocuklara bedava dağıttın? Neden zararına neticelenecek ticarete
girişiyorsun? Bak, yağmurda ıslanan elbiselerin daha kurumamış. Hem onlar
sıcacık yuvalarına gittiler; sen hâlâ burada, kalanları satmak için müşteri
bekliyorsun?"
"Amca,
istedim ki çocuklar kolaya alışmasınlar. Onlar şimdi eve gidince saksı, toprak
temin edecekler. Kıskaları ekecekler. Her gün sulayacaklar. Daha önemlisi
büyümelerini sabırsızlıkla bekleyecekler. Böylece o kıskalarla birlikte onlar
da büyüyecek. Sorumluluk almayı ve üretmenin önemini kavrayacaklar. Bütün bu
düşüncelerden sonra yanlış yapmış olabilir miyim?"
"Yok,
evladım yanlış yapmış olamazsın. Aksine çok erdemli bir davranışta bulunmuşsun.
Hem de yaşça küçüklüğüne rağmen kocaman yüreğinle. Hayatı anlamlı ve yaşanılır
kılan şey yüce bir gaye, düzen ve iradedir” Sende bunların hepsi var."
Himmet Emmi, bunları söyledikten sonra, bir an durdu ve bir şey hatırlamış gibi
devam etti:
"Beni
kırmayacağına söz verirsen senden bir ricam olacak. Dağıttığın soğanların
parasını vereyim, kalan soğanlarını da satın alayım. Sen de evine git. Dedim
ya, ben de yıllar önce senin yaşlarındayken yıllarca senin yaptığın işi yaptım.
Hadi beni kırma. Yapmış olduğum teklifimi kabul et".
Çocuk,
bir baş işaretiyle bunu kabul edemeyeceğini ifade ederken Himmet Emmi, müşfik
bir sesle sözlerine devam etti:
"Bak,
bana bir iyilik yapmış olacaksın. Bu iyiliği esirgeme benden. Sen iyilik
yapmayı seven bir çocuksun. Çocuklara yaptığın iyiliği bana da
yapabilirsin."
Bu
arada çocuk, yapılan teklifteki kazancıyla göstermesi gerektiğine inandığı
davranış arasında bir tereddüt içindeydi. Ancak, inandığı davranışın galip gelmesi
uzun sürmedi. Başını gizleyemediği bir mahcubiyetle öne eğdi:
"Amca;
küçüklüğüm iyilik yapmama, iyilerden olmaya çalışmama; fakirliğim de bir şeyler
vermeme engel mi? Hem ihtiyaçlıyken daha ihtiyaçlıları düşünmek gerekmez mi?
İyilik yalnızca büyüklere ve zenginlere has bir davranış mıdır?"
Himmet
Emmi, bu çocukta gördüğü 'büyüklüğün' rastgele olmadığını, hatta bu büyüklüğün
o küçüklüğün eseri olduğunu hissetmenin hüznüyle çocuğa baktı. Bu bakış, yıllar
önce, yine bu çocuğun yaşlarındayken kaybettiği babasının bakışlarına
benziyordu! "Yoksa insanlar, zaten 'büyük' olarak doğuyorlar da büyüdükçe
mi küçülüyorlar?" diye düşündü bir an. "Evet, evet; galiba öyle
oluyor. Çoğu zaman, biz büyüdükçe küçülüyoruz sanki." diye geçirdi içinden.
Şimdi,
bu düşüncelerle şimşeklenen hıçkırıklar göğüs kafesini zorluyor; nisan
yağmurları, bulutlu gözlerinden kendi içine akıyordu Himmet Emmi’nin:
"Allah’ım iyilerin sayısını artır. Senin onları sevdiğin gibi onları da
bize sevdir.” diye mırıldandıktan sonra çocuğa döndü:
"Çocuk,
sen adın gibi bereketlisin. Ben, galiba adımın himmetliğiyle kalacağım” dedi ve
oradan hızla uzaklaştı.
Üstüme
üstüme gelen şehrin beton duvarlarından bıktığımda, her yüzde tanış bir
tebessüm ararım. Eski bir ev de olsa benim için tebessüm sayılır, bu dünyada.
Bilirim ki kalbinin temizliğinden önce midesinin temizliğini dert edinen
insanlar bir yuvaya kavuşma özlemiyle yapmışlardır, bu binayı. Çıkar
karışmamıştır. Savsaklama uğramamıştır. Üstünkörülük yoktur, bu işte. Yaptıran
yuvasına kavuştuğu için yapan usta ise çocuklarının rızkını helalinden
kazandığı için sevinmişlerdir. Yani demem o ki bu evde ben aynı zamanda “sevindir,
sevin” zihniyetinin hâkim olduğunu görür bir de ben sevinirim. Yanı yöresi
mutlu olmadan mutlu olanlar, sadist olmasalar da en azından vicdansızdırlar.
Bazen eski bir mezar taşı dahi çoğu insandan özellikle de nevzuhur siyasilerden
sıcak gelir, annemi hatırlatır bana. Kimselerin görmediği zamanlarda çok
sarılıp ağlamışlığım vardır mezar taşlarına…
Yumruklarım
sıkılı biçimde geldiğim bu dünyada çığlıklarımı içimde saklarım. Tıpkı İsrafil
gibi… İsterim ki sayham bir şeyleri kökünden değiştirsin. Sayhamla kötülükleri
iyiliğe dönüştüremesem de en azından onlar sona ersin. Gerçek birliktelik
yalnızların yakınlaşmasından ortaya çıkıyormuş ve yalnız olanlar birbirlerine
daha yakın oluyormuş, yeni öğrendim…
İnsandan
sevgiyi çıkarıp atarsan geriye bir kuru akıl kalır, derler. Haksız da
sayılmazlar. Zira değil mi ki, bir zamanlar biz yüreğimizle düşünür, aklımızla
ölçüp biçerdik. Aklımıza düşünmeyi yüreğimiz öğretirdi. Düşüncemizin
zarafetiydi bu, kalbimizin nezaketiydi. Belki de bu yüzden ben de her daim düşüncede
hantal, zevkte bayağı şehirlerden hızımı alamayıp mezarlıklara ve dağlara doğru
yürüdüm hep, nereye niçin gittiğimi bilmeden.
Ardımda
hatırlama, hesap verme duygusunu yitirmiş, haklarının peşine düşmüş,
sorumluluklarını unutmuş insanları bırakarak; görenlerin delirmiş diyeceği bir
yalnızlıkla dağlara vurdum kendimi.
İnsanlara
göre bütün bu yaptıklarım akıllı olanın yapacağı işler değildi. Çiçeklere
baktım. Böceklerle konuştum. Çocukluğumdakilerle aynı idiler. Bir ahitleri
vardı ve ona sadıktılar. Bildiğimce bunu benden daha önce bilenler buna fıtrat
diyorlardı. İnsanlar hariç tüm yaratılmışlar fıtratlarını koruyorlardı. Ben
acaba onlar gibi ahdimi aklımda tutuyor, fıtratımı koruyabiliyor muydum?
Yine
bir gün ve yine bu minval üzre önce bir mezarlığa sonra da dağa yürümeye
çıkmıştım. Önümdeki yokuşu kan ter içinde kalarak aştığımda bir kara kıl çadır
dikkatimi çekmişti. Uzaktan gördüğüm kadarıyla keçiler etrafa yayılmış
otluyorlardı. Bir an dalıp giderek içimdeki sese kulak verip onlardan tarafa
doğru yürümeye başlamıştım. Bir anda sürüyü kollayan köpeklerin olacağı
endişesi içimi ürpertse de, köpek varsa sahibi de vardır diyerek rahatlamış ve
bu güvenden gelen bir teslimiyet içinde az ilerdeki çadırlara doğru yürümüştüm.
Hırçın
köpeklerin havlamasından yabancı birinin geldiğini anlayan yaşlı bir adam,
çadırdan dışarı çıkmış ve onları sakinleştirerek selamımı almış ve beni
çadırına buyur etmişti. Zihnen ve bedenen ne kadar yorgun düşmüşsem artık sanki
geçmiş zamanı şimdiki zamana katar gibi, sanki şimdi yazarken yaşıyormuşum gibi
bu saf, duru, içten daveti kabul etmiştim.
…………………..
– İstersen tanış olalım oğul? Benim adım
Yörük Alper Ali, evladım, senin ki nedir?
–
Size yakın sayılırım, benim adım da Hüseyin
– Eee, Hüseyin, senin için zembil mi
indirelim yoksa mendil mi serelim,?
Bir an afalladım. Sonra kendime geldim. Neden
sonra mendilin sofra, zembilin içecek bir şeyler ikram etmek olduğuna kanaat
getirdim. İşlerini kolaylaştırmak için de serin bir karşılıkla;
– Zembil olsun dedim.
Bu
insanlar Yörük oldukları için ayran ikram ederler diye düşünmüştüm elbette.
Nihayetinde yoğurdu çalkalayıp ayran yapmak zahmeti az, ama bir o kadar da
kolay ikramlık bir işti. Böylece hem ben zembil diyerek bunca işin gücün
arasında yük olmamış, hem de onlar beni ikramsız uğurlamamış olacaklardı.
Hal
böyleyken eşini işiten Zeynep Ana tereddüt etmeden sevinçle beline bağlı
anahtarla küçük bir sandığın kilidini açtı. Bir tava, altı kulpsuz fincan,
tahtadan yapılma kahve soğutucu, bakır bir cezve ve metal bir kahve çekme
değirmeni çıkardı sandıktan. Ayran umarken işin kahveye dönüşmesi beni
endişelendirse de benim böyle bir talebim olmadan Yörük Ali Alper’in kahveden
yana tercihte bulunması derin bir biçimde huzursuzluğumu yatıştırdı. Vardı bir
bildiği belli ki.
Ve
dahası belli ki kendisi de buralarda birileriyle konuşma ihtiyacındaydı.
–
Kahve malzemelerini ateşin etrafında toplarken sizi biraz bekleteceğim, kusura
bakmayın. Kahveyi hazırlarken sohbet ederiz. Umarım sizi işinizden alıkoymamışımdır.
– İşi olanın dağlarda ne işi olur, dedim.
–
Ne yani şimdi bu dağlarda biz işimiz olmadığı için mi dolaşıyoruz?
–
Ben yıllar öncesinden bu yörüklük halinin kapandığını sanıyordum.
–
Bak Hüseyin, hakikat ki, köylü saban sürer, çamurlara bata bata, Yörük yol
alır, yıldızlara baka baka. Siz şehirdekiler kültürlü olduğunuzu iddia
edersiniz hep. Oysa benim elimdeki tava iki yüz yıllık. Şu gördüğün fincan yüz
elli yıllık. Sizin şehirde aynı evde yüz elli yıldır oturanınız yok! Bence bu
kültürle övünmeye sizin pek de hakkınız yok! Kültürün tanımını yapan sizsiniz
yaptığı tanımla alakası olmayan da yine sizsiniz.
Bir
an da zihnime yığılan onca derdin üstüne düşer gibi duyduğum bu beklenmedik
yorum karşısında;
–
Nasıl, diyebildim!
–
Nasılı şu ki siz kültürü: “Maddi ve manevi her şeyi işlemek ve geliştirmektir.
İnsanoğlu maddi çevreyi işlediği gibi, kendisini de maddi ve manevi işler.”
Diye tarif ediyorsunuz. Teknikle tabiatı, spor ve tıpla vücudu, sanatla duygu
ve hayali, ilim ve felsefeyle düşünceyi işleriz diyorsunuz. Ama unutuyorsunuz
ki, siz önce kendinizi işlemeyi unuttunuz, sonuçta bu alışkanlıkla tabiatı da işlemekten vazgeçip onu yok etmeye
giriştiniz gibime geliyor. Haksız mıyım?
İhtiyar
Yörük beni fena sarsıyordu. Aslında onun şikâyetlerini ben de şehirdeyken
yapıyordum. Sanki, onulmaz yalnızlığımız birbirimizi anlamamıza neden oluyordu.
Onu daha iyi anlamak adına bir öğrenci gibi hayata dair cevap aradığım
sorularıma cevap veren bir öğretmen veya bir filozof gibi görüyordum. En iyisi
soru sorup onu konuşturmak ve sohbetinden nasiplenmekti. İçimden geçen durumu
ona teklif ettim.
Dilimin
döndüğünce cevap vereyim. Bir şartım var. O da bunlar benim bunca yıllık hayat
tecrübelerim. Sakın söylediklerimi kesin hükümler gibi sayma, dedi.
Evet, elbette öyle, şimdi müsaadeniz olursa
bir öğrenci gibi size sorularımı sormak isterim. Öğrenmektir sadece derdim.
Sizi sorgulamak değil.
Başıyla
beni teyit etti. Bakır tavada kavurduğu kahve çekirdeklerini tahtada
soğuttuktan sonra öğütmek için değirmene boşaltıyordu. Yavaşça başını kaldırıp
baktıktan sonra;
Şu
kahve çekme işinin gürültüsü bitsin ondan sonra sorularını sor, dedi.
Közde
kaynayan bakır cezveyi kenara aldı. Öğütülmüş kahveyi cezveye boca etti.
Eh,
az kaldı, en iyisi kahvelerimizi fincanlarımıza doldurduktan sonra yudumlarken
rahatça konuşalım. Hem ben de işle meşgul olmadığım için sorularına daha düşüne
taşına cevap veririm.
Garip
bir halde onu, benim için çıkardıkları kahve avadanlığını ve bu yaşlı adamın
hallerini izliyordum.
Fincanlarınızın
da kulpları yok.
Fena
mı fincanları tutarken parmaklarımız hilal olur. Dün bu fincanlarla kahve
içenlerle de hemhal olmuş oluruz, geçmişle bağımızı koruruz böylece.
Fincanı
tutuşun da bile bir mana arayan bu insanın sorularıma vereceği cevapların
ilginç olacağı şimdiden belliydi. Bu durum da beni heyecanlandırıyordu. Aynı
zamanda burada bulunmaktan mutlu ve huzurluydum. Yıllar önce ben doğmadan ölen
bilge dedemin yakınlığını bulmuş gibiydim…
Yarım
saati aşkın zamanda itinayla hazırladığı kahveyi fincana doldurdu. Sonra
kelimenin gerçek manasıyla adeta bunca emekle pişen kahveyi bana sundu. Bir an
bunca zahmet verdiğim için üzüldüm. Belki de gerçek bir kahvenin ancak bu kadar
uzun sürmesinden olsa gerek bir fincan kahvenin hatırının âli oluşu diye
düşünüp duruyordum o anda.
–
Şimdi sohbet edebiliriz.
–
Burada özgür müsünüz?
–
Asıl hürriyet özgür olmadığını bilmektir. Her istediğini yapmak insanı
insanlıktan çıkarır. Fazlalıkları insanı noksan kılar. İnsan acılardan
hissesine düşene gönül rahatlığıyla katlanarak insanlığını ve özgürlüğünü
ilerletir. Senin için neyin iyi olduğuna karar vermenin her zaman lehine sonuç
vereceğini taahhüt edemezsin. Sınırları belirlenmemiş kişisel hak ve
hürriyetler sınırsız hak ve hürriyet gaspına hizmet eder. İnsanlar hakları
kadar sorumluluklarının da farkında olmalıdır. Sınırları belirlenmemiş
özgürlükler mazlumlar ve mağdurlar doğurur. Bu yüzden insanın suça gücünün
yetmediği zamanlardaki pişmanlığı makbul ve muteber değildir. Onun için ölüm
anındaki nedametinin bir kıymeti yoktur. İnsan ölüm anında güçsüzdür.
İradesinin eyleme geçme güçü kalmamıştır.İr adesi elinden alınmış olanın
hürriyeti olur mu? Kanaatimce irademizin olması tercihlerimizde hür olarak
hareketi bize bahşetmiştir.
–
Buralarda olmanıza rağmen çok naziksiniz. Şimdilerde şehirde kalmadı sizin
nezaketinizde insanlar. Nezaketiniz için teşekkür ederim, siz nezaketi nasıl
tanımlarsınız?
–
Karıştığı her şeyi güzelleştiren ve noksanlığını gideren bir iksirdir nezaket.
Sözgelimi; uzayıp giden çölün hoyratlığını ortadan kaldıran bir yerlerinde
barındırdığı vaha gibidir. Bu açıdan bakarsak Hz. Peygamber de insanlık çölünde
vaha hükmündedir.
–
Peki, “La” sizde nedir? Niçin bununla
başlarız?
–
Soruların zorlaşıyor. Dedim ya bunlar benim cevabım. Beğenmezsen unut gitsin.
–
Neden beğenmeyeyim. Dağın başında şehirde bulamayacağım cevapları veren
birisini bulmuşum. Bugün benim için çok özel bir gün. Bir dahaki gelişimde
belki de sizi bulamayacakken.
-Biz
“La” diyenlerdeniz. Artık zalim ve zulümden yana olamayız. Biz “La” dedik
nefsimizin zalimliğine, ruhumuzun mazlumluğundan yana tavır koyduk. “La” dedik,
nefis zalim olduğu için, çünkü o ilahlık cürmüne cüret etmişti. Ruhumuzdan
yanaydık, o gurbette mazlumdu. Biz memleketine dönene kadar mazluma refakat ederiz.
–
Ümit nedir?
–
Ümit, insanı efendi veya köle yapar. Ümit bağladığın her şeyin kölesi; ümit
kestiğin her şeyin efendisi olursun. Ümit, ilaca benzer; dozu iyi
ayarlanmalıdır.
–
Ben sizi işinizden gücünüzden alıkoymayayım. İşiniz varsa rahatlıkla söyleyebilirsiniz.
Ne de olsa ben de köylü çocuğu olduğum için hayvancılıktan anlarım. Süt işleri
ihmale gelmez. Zamanında görülmek ister. Yoksa çürür gider.
–
Müsterih ol. Oğlanlar, kızlar ve gelin; hayvanları otlatıyor. Buradakiler hasta
olanlar. Şu gördüğün heybede olan kuzucuk yeni doğdu. Isınsın diye çadıra
aldık. Anası otlaktan geldiğinde sizden müsaade alırım. İşime koyulurum. Sen
içini ferah tut. Sohbete işini feda edenlerden değiliz…
–
İnsanlık olarak neye muhtacız?
–
İnsanlık olarak eşit ve adil ilkeler üzerinde ittifak etmeye her zamankinden
daha çok muhtacız. Zihinlerin donuklaştığı, kalplerin katılaştığı bir zamanda
yaşıyoruz. Sorun şu ki bizim inancımızda kötülük iyilikle giderilir. Ne var ki
bizde kötülüğe iyilikle karşılık verecek erdem kalmadı. Müminliğimizin devreye
girmesi gereken yerde insanlığımızdan kaynaklanan zaafımızla kötülüğe kötülükle
cevap veriyoruz.
–
Konuşmalarınız felsefe hocalarını kıskandıracak güzellikteler?
–
Estağfurullah, burada iki insan olarak sohbet ediyoruz. Birbirimizi adam etmeye
çalışmadan. Öğrenmesi biten ölmüştür.
–
O ki felsefeden konu açıldı, sizce felsefe nedir?
–
Felsefe aklın erdiği şeylerle ilişkisini sürdürür, kendisini aşan her şeyle
ilişkisini keser. Çünkü kendisini aşan karşısında her şey aciz kalır. Akıl
çevreyle otoriter bir ilişkiyi öncelerken, kalp sevgi merkezli bir ilişki
kurar. Otoriterlik uzaklaştırırken, sevgi alabildiğine yakınlaştırır. Sevgi,
sıkıntı ateşinde halden hale dönse de kendisi olarak kalır. Bilimi ve felsefeyi
ben isterim ki karakterli insanlar yapsın. Karakterli insanlar inandığı fikre
ve bulunduğu topluluğa kalite katar. Kanaatimce de karakter, fikirden önce
gelir. Karakteri olmayanlar, fikirleri istismar ederler. Böyleleri gücün
peşindedir. Hizmetin peşinde değillerdir. Bu tür insanlar makam ve mevkileri
ele geçirdiklerinde karakter sahibi insanlar için cehennem hayatı başlar. Kendini hesaba çekmeyen ruhlar gelişme
gösteremez. Sokrates, boşuna mı “Sorgulanmamış hayat insan hayatı değildir.”
demiş. Bugün bulunduğumuz duruma bakarak karakterimizi sorgulayabiliriz.
–
Madem düşünceye girdik. Dinden de sormak isterim. Dinin sizce gayesi nedir?
–
Hakikat, Hak’tan geldiği için hakikattir. O’nun varlığı sabittir. Kimsenin
ispatına ihtiyacı yoktur. İnsana düşen kulluğunu ispat etmesidir. O yakın olan,
uzak olan, uzak duran biziz. Bizim yakınlığımızı arttıran davranışlarda
bulunmamız gerekiyor. Dinin gayesi de ruhumuzu yüceltmek, irademizi
güçlendirmek ve ahlakımızı güzelleştirmektir. Bir yerde fakir ve fukaraya
gizlice uzanan eller yoksa orada dinden eser yoktur. İster eller dua için
havaya kalksın, ister başlar geceler boyu secdede kalsın, isterse de zenginler
yüzüncü haccını yapsın, insanlıktan nasiplenmemişlerin dini kuru bir iddiadan
ibarettir. Din insana tevazu telkin eder. İyilik yapmayı, yoksullara yardım
etmeyi, hayır işlerinde yarışmayı, merhametli ve bağışlayıcı olmayı öğütler.
Gerçek manada inanmış küfre düşmandır kâfire değil! İdeolojiler ötekileştirmeye
ve kavgaya çağırır. Dini ideolojiye kurban verdik gibime geliyor!
–
Vakit bir hayli ilerledi. Müsaadenizle size son sorumu sormak isterim. Kim
haddini bilmelidir?
–
Başkalarının elinde olana göz dikmek, kendinde olmayana üzülmektir. Halk,
haddini bilmeyen bedevi insanı temsil eder. Mühim olan âlim ve amirlerin
hadlerini bilmesi; makamlarından güç almaması, kendilerini yüksekte görmemesi,
tevazu sahibi olmaları ve halka tepeden bakmamalarıdır. Âlim ve amirler
hadlerini bilsin yeter!
Bu
arada son sorun olduğu için şunu da ben ilave cevap olarak vereyim; Bazıları
çadır devleti diye alaylı cümleler sarf ediyorlar. Bilmiyorlar ki bütün büyük
Türk devletleri çadırda kuruldu, sarayda yıkıldı. Çadırlarda insanın boynu
bükük, saraylardaki insanın başı dik olur. Saraydaki yapmacık hayat bugün bütün
şehirleri esir almıştır.
Bu
kıl çadır bize hep Uhud’u ve oradaki Kubbetu’t Türk’ü hatırlatır. Yanımız
yöremiz dostla kuşatılmıştır. Çadırda oturan sevgilinin hayali yanında boynumuz
bükük olur. Yunus Emre’miz ne buyuruyor? “Hani mülke benim diyen, köşk ve saray
beğenmeyenler, şimdi bir evde yatarlar, taş olmuş üstünler… Yolun izin açık
olsun evladım. Umarım nasibimiz bizi tekrar karşılaştırır. Sen de karanlığa
kalmadan yola koyul. Bizim koyunların da gelme vaktidir.
Yörük
Ali Alper Amca dediğim yüce ruhlu adamın dağdaki çadırı okul olmuştu bana.
Vedalaşmak için uzattığı eli tokalaşmanın eşitliğini reddederek; eğildim, öptüm
ve oradan mutlu ve mesut ayrıldım.
Yalnızlığıma
üzülerek gittiğim yerden yalnızlığıma sevinerek dönüyordum…
(24
AĞUSTOS 2020)
ERZURUMLU GENÇLER YAZARLARLA BULUŞTU
Erzurum İl Kültür ve Turizm
Müdürlüğü tarafından hazırlanan "Erzurumlu Gençler Yazarlarla
Buluşuyor" etkinliği kapsamında ‘Öğrenci-Yazar Buluşması´ devam ediyor.
Tarih: 20.2.2017
06:11:23
Proje kapsamında, Ocak ayında Feridun
Andaç, Rasim Özdenören, İsmail Bingöl ve Reşat Coşkun´la buluşan liseli
öğrenciler, Şubat´ta ise ayın ilk konukları olan Sadık Yalsızuçanlar ve Ali
Haydar Haksal´la bir araya geldi. Erzurum´a davet edilen ve roman, masal,
deneme, şiir, söyleşi, gezi ve araştırma türlerinde birçok başarılı esere
imzasını atan birbirinden değerli şair ve yazar, öğrencilerle buluşarak, onlara
deneyimlerini aktarıyorlar.
15 Şubat´ta başlayan ve 3 gün süren
etkinlikte, Erzurum Lisesi, Şükrüpaşa Anadolu Lisesi, Nevzat Karabağ Anadolu
Lisesi ile Karayazı ve Horasan ilçelerine gidilerek, lisede okuyan öğrencilerle
yazar buluşması gerçekleştirildi. Etkinliklere Sadık Yalsızuçanlar ve Ali
Haydar Haksal katıldı. Gençlerde kitap okuma alışkanlığının artırılması
amacıyla, liseli gençlerle bir araya gelen yazarlar, söyleşilerinde kitap
okumanın öneminden bahsederek, onlara analitik düşünmenin yollarını açan
yazarlıkla ilgili ipuçları veriyor ayrıca, öğrencilere ‘çok okuyun´
tavsiyesinde bulunuyorlar. Öğrencilerin keyifle takip ettikleri söyleşilerin
ardından, Sadık Yalsızuçanlar´ın ‘Vefa Apartmanı´ ile ‘Halvet Der Encümen´
kitapları, Ali Haydar Haksal´ın ise ‘Sesim Bana Yetmiyor´ adlı kitabı
öğrencilere ücretsiz olarak dağıtıldı ve yazarları tarafından imzalandı.
‘Öğrenci-Yazar Buluşması´nın Şubat ayının ikinci dilimi olan 28 Şubat´ta ise,
Yazar Sadık Yemni ile M.Hanefi İspirli liseli öğrencilerle birlikte olacaklar.
Proje kapsamında, Erzurum´daki 20 ilçenin tamamına gidilecek. Projeyle yaklaşık
50 bin kitap dağıtılmış olacak. Tüm masrafları DAP İdaresi tarafından
karşılanan proje 2017 yılı sonuna kadar devam edecek ve 40 ulusal ve 40 yerli
yazar öğrencilerle buluşarak kitaplarını imzalayacak. (İHA)
ERZURUM’UN
COŞKUN KALEMİ
REŞAT COŞKUN VE
ŞEHRİSTAN
Dr. Recep
ERTUGAY
Üniversitemizden
iştirak eden saygıdeğer hocalarımıza, muhterem kalem
erbabına ve kıymetli kitap dostlarına saygılarımı
belirtmek isterim.
Sevgili
Reşat Bey’den önce kitapları ile karşılaşmıştım. Öğretmenliğe başladığım
yıllardı. Bayram vesilesi ile şehrimize gelmiştim. O zaman Erzurum İmam Hatip
Lisesinde okuyan bir kardeşim vardı. “Ağabey bak bizim hocamızın kitapları”
diyerek bana şiir kitapları göstermişti. Hem kitaplarını gösteriyor hem de
hocasını anlatıyordu. Gözlerinde bir parıltı ve yüzünde bir sevinç vardı.
Gururla anlatıyordu. "Değişik birisi", "Çok farklı bir
kişi" diyordu. Hocasının ney üflediğinden söz ediyordu. Anladım ki
öğretmeninden etkilenmişti. Onu
çok seviyordu.
Bir
öğretmen olan abisiyle, paylaşmaya değer gördüğü husus hocasından bahsetmek
olmuştu. Fark ettim ki yeni öğretmen olmuş abisinin de hocası gibi olmasını
bekliyordu.
Öğretmeninin
kitaplarını bir kenara atmamış itina ile kaplayarak kitaplığının en üst köşesine
yerleştirmişti. Kardeşimi bu denli etkileyen kalbinde sevgisi ile zihninde
bilgisi ile yer eden bu öğretmen kimdi? Aynı okulda okumuş olmam itibari ile
ben dönemimizden kalan hocaları araştırıyor sözü o noktaya getirmek istiyordum.
Ama o bana ısrarla Coğrafya öğretmeninden “Reşat COŞKUN’ dan bahsediyordu.
Bu
tutum beni etkilemişti. “Berceste” “Sokak Lambası”, “Sevdam Kaldı Bir”,
“Küheylan” adlı şiir kitaplarını okumaya başladım.
Henüz
kendisini görmemiştim fakat doğrusu
bu adamı ben de sevmeye başlamıştım. Çünkü mısraları gönül tellerime dokunuyor,
duygu dünyama sesleniyordu.
Henüz bu toplantı başlamadan önce sohbet esnasında bir dem Reşat Bey’den
bahseder olduk. Sevgili Fatih ÇELİKPAZU, Reşat Bey o kadar Erzurum sevdalısı
bir insan ki Erzurum’da doğmuş büyümüş bir öğretmen olmama rağmen elimden tutar
beni hiç görmediğim mekânlarda gezdirirdi dedi. Buna hiç şaşırmamıştım. Zira
daha kendisi ile henüz karşılaşmadığım o zamanlar şiir kitaplarını okurken aynı
seyahati bana da yaptırmıştı. Beni kalbimden tutarak gönül coğrafyasında
gezdirmeye başlamıştı.
Konuşuyordu…
Bir
bakıyorsunuz…
"Refüjya
Yaprak
kımıldamaz dalımda,
Sen
içine doğru ağladıkça.
Yalnızlığımla
asudeyim
Gözlerin
ruhumun derinliklerine
…
Mızrap
olup dokundukça.
Sen
vadeni gülerek dolduruyorsun
Özleterek
noktalıyorsun Refüjya."
diyerek
bir çiçekle konuşuyordu. 63 yıl yaşayan ve ömründe bir kez açan çiçekle… Peyg
amberi
zişanı hatırlatan refüjyaya sesleniyordu.
Kimi
zaman bir sokak kedisi ile kimi zaman bir sokak lambası ile dertleşiyordu.
Belki de her seher vaktinde karanlık sokaklara açılan evlerinden bir bir çıkıp
ilahi davete yürüyen Gönlündeki Siracen Münir olan hakiki kandil simasına
yansımış nur yüzlü insanların azaldığına kimi sokakların tamamen karanlıkla
yalnız kaldığına üzülmüştü. Bula bula bir sokak lambası bulmuş onunla sohbet
ediyordu.
…
Hüzünlüydü
Büyük Şairin
"Dur
yolcu oturup beraber ağlaşalım
Elemim
bir yüreğin karı değil paylaşalım." dediği gibi elemliydi. Paylaşmak
istiyordu.
Hemdert
arıyordu. Şehrinin ve şehirlilerinin siluetinin değişmesine içlenmişti. Benimle
konuşsun
istiyordum ama o bir küheylanı tercih ediyordu. Belli ki kızmıştı. Sitem
doluydu. Şehirlerinde bir kişiliği vardır. Bu kişiliğin her gün bir
görüntüsünün bir karesinin kararmasına gönlü razı değildi. Küheylana şöyle
sesleniyordu:
"Haydi,
kalk küheylan
Gündüz
vakti biliyorsun
Yol
bize haram.
Gecenin
bağrında kopup
Gidelim
bu yitik şehirden.
Yaslanarak
acılarımızın kıyısına
İlişerek
umudun kulpuna
Kanayan
yanlarımızı
Gözyaşlarımızla
yıkıyarak
Gidelim
bu şehirden.
Beyhude
beklemeyelim
Hiç
gelmeyecek
Düşlere
pusu kurulmuş
Ta
baştan küheylan.
…
Gel
de bu şehirde yaşadığına inan.
Gitti
o nur yüzlü ahretlikler
Kalan
bakiyedir dünyalık adamlar.
Kalk
gidelim küheylan;
…
Günün
ilk ışıkları müjdeleyecek
Mahmur
gözlere
Yitik
şehrin son yiğidi gitmiş diye.
Unutma
küheylan;
Gidişimiz
son iyiliğimiz bu şehre..."
Ama
her ne kadar Küheylana kalk gidelim dediyse de bu şehirden gidememişti. Necip Fazıl’ın
dediği gibi etiyle kemiğiyle bu şehre aitti.
Derken yolumuz İmam Hatip Lisesine düştü. Sevgili Reşat’la daha yakından
tanışma imkânına kavuşmuştum. Birlikte bazı programlar yaptık. Hatta okul
pansiyonun da beraberce nöbet tutmaya başlamıştık.
Nöbetçi
olduğumuz günlerden bir gündü. Reşat Bey hacimli bir paketle gelmişti. Baklava
paketine benzemiyordu. Ama baklavadan daha lezzetli olduğunu sonradan
anlamıştım. Paketin içerisinde son kitabı “Şehristan” vardı. Bir tanesini şunu
benim için imzala dedim. Çelikpazu'yla birlikte oracıkta kitapları okumaya
başladık.
“Ağlayan
Çocuk”, hikâyesinde Haklarını bilen sorumluluğunu yerine getiren bir öğrenci,
“Aktör” başlığı altında anlatılanlarda sözünde durma, ilgi uyandırma, bir
insanı eksiğinin farkına vardırmanın en güzel yöntemine şahit oldum.
“Aranan
Adam” öyküsünde “vakur adımlarla yürüyüşün seslerini duydum. “iradesi olmayanın
muradı olmaz” tespiti ile karşılaştım. “Sen koca bir yalancısın” cümlesinin
nedenli hakikat ifade ettiğine şahit oldum. Bir başka sayfa da “Dilencinin dahi
şahsiyetlisinin” olabileceğine hak verdim.
“Cam
Fincan Hikâyesi” ile estetiğin ehemmiyetinin ancak bu kadar çarpıcı bir üslupla
ortaya konulabileceğini gördüm. Hikâyeler bir bir devam ediyordu. Ben kitabı
elimden bırakamamıştım.
Sırada
“Bizim Temizliğimiz” temasıyla yazılanlar vardı. Okuyunca Hikâyenin kahramanı
için kendi kendime “işte bu”. Hakikat çeşmesinden beslenen böyle olur.
Temizliği ilk sıralarda emreden bir dinin temsilcisi böyle olmalıdır. Hal ile
konuşmak nasıl olur? Tevazu nedir? Sorusuna verilecek en güzel örnekti.
“Gönül
sahibi” öyküsü bana gönül sahibinin somutlaştırılmış bir örneğini, amacına
ulaşmada asla vazgeçmeme kararlılığını ve bazı şeylerin madde ile alınamaz
değerini hissettirdi.
Şehrin Esnafının müşterisi ile olan tatlı ilişkilerine bir kayıt düşülmüştü.
“Kuka
tespih” hikâyesinde düşünmeden konuşmanın kibrin ve tevazuun birbiriyle
mücadelesine tanık oldum.
Bırakın
hikâyelerin içeriğini Hikâyelerin dizilişinde dahi bir duruş vardı. Bir babanın
sorumluluğunu bilen evladına iltifatı vardı. Bu inceliği ancak Reşat
Beyi tanıyanlar fark edebilirdi. “Sizin en hayırlınız ehline hayırlı
olanınızdır” hadisinin kokuları vardı.
Şehristanın
sokaklarında dolaştıkça yeni yüzlerle yeni simalarla karşılaşıyordum. Babür
Bey’le, Godo Şerefle, Necmettin Ağa ile Yakutiye ile ilginç benzerlikleri olan
Boyacı Duran’la, Sürgün öğretmen Sami Hoca ile. “Alt yapısı olmayan her şey
gecekondudur” diyen Yusuf Bey'le tanıştım. Her biri üzerimde etkiler bırakarak
benden ayrılıyordu. Her birinde ayrı bir duruş farklı bir vakur vardı. Her bir
kahraman rol model alınacak üstün
evsaftaydı. Diğerkâmdı. Cömertti. Fedakârdı. Çalışkandı. Kararlıydı. Azimliydi.
Vefalıydı. Vatan sevgisi ile doluydu. İnsan hayatını her şeyin üstünde tutan,
Silahını çekip, "sabaha değil şimdi. Kalkacaksın ve o hastanın imdadına
koşacaksın." diyen kaya gibi sağlam iradeli şahsiyetler vardı.
Hikâyeler
bitecek gibi oluyor. Ama bitmiyordu. Gözlerim buğulanmıştı kendimi
Arkadaşlarımdan
sakladım. Ertesi gün eşim çocuklarım okusun istedim. Birkaç hikâyeyi ben onlara
okudum. Ama bazı cümlelere geldiğimde hıçkırıklarıma engel olamıyordum. O hafta
rehberlik dersinde konumuz arkadaşlıktı dostluktu. Dersin sonunda konuyla
ilgisi olan iki hikâye okudum. Öğrencilerimin karşısında kendimi tutmalıydım
ama ne mümkün. Sınıfça hep beraber ağlamıştık.
Önsözde Nizamettin Korucu Bey’in dediği gibi,"Bu kitabı okuduğunuzda size
tanıdık gelecek, yakınlarınızı arkadaşlarınızı büyüklerinizi bulacaksınız. Bu
kitapta ara sıra gözleriniz buğulanacak, yüreğiniz kabaracak. Hisleriniz
taşacak. Unuttuğumuz erdemleri hatırlayacaksınız."
Aynen öyle “Usta İle Kalfa” “Yakutiye ile Boyacı” “Sahibinin Hatırı” bana neler
hatırlattı. “Bakan Kör” hikâyesinden sonra gerçekten gördüm mü dercesine artık
daha dikkatli bakıyorum.“Öğretmen” öyküsünü okurken için için içine incilerini
döken Hüseyin’in acısını ta yüreğinizde hissediyorsunuz.
Hele
bir “palto” hikâyesi var. Buna değinmeden geçemeyeceğim. Hikâyenin kahramanı
Muhsin Üniversitede okuyan bir gençtir. Kılıçtan keskin Erzurum soğuklarında
bir taraftan da ailesinin geçimin temin etmek için tablacılık yapmak sebze
meyve satarak çalışmak zorundadır. Bir paltoya ihtiyacı vardır. Soğuktan
korunması ve kendisini şişman gösteren üst üste giydiği kazaklardan kurtulması
gerekmektedir, derken amacına ulaşır ve bir palto alır. Nasılsa paltosunu
almıştır. O gün sabah namazına daha bir erken gider. Namazdan sonra da
"Kendime bir ziyafet çekeyim." diyerek lokantaya çorba içmeye gider.
Tam çorbasına kaşığı uzatmıştır ki tiri tir titreyen üzerinde ceket dahi
olmayan bir gariban içeri girer. Muhsin, "paltoyu buna mı versem, keşke
gelmez olsaydım..." diye içinden alır verir. O içinde tartışa dursun.
Cömert bir Erzurumlu çıkarır paltosunun giydirir garibana. Muhsin rahatlar. Ama
çok geçmeden tekrar içinde fırtınalar kopmaya başlar. "Bir paltoyu
veremedin." "Cimrisin sen" o günü zehir olur. Pişmanlık
vicdanını yakıp kavurur. Akşam olur, o düşüncelerle yatağına çekilir. Sabah
ezanı ile birlikte kapı da çalınmaktadır. Muhsin: "Ezanla beni çağıran
belli, kapının tokmağı ile çağıran kim?" Kapıyı açar köylerinden bir
gariptir. Selam verir ve şöyle devam eder; “Hacımın oğlu havalar soğudu,
biliyorsun, baban öldü, artık sen varsın. Bana da bir palto lazım." der.
Bir önceki sabah verilemeyen palto yerini bulmuştur. Bu bana neler
hatırlatmadı ki…
Ensarı hatırlattı. Hz. Ebubekr’i Hatırlattı. “sevdiklerinizden infak etmedikçe
iyiliğe ulaşamazsınız ayetini hatırlattı.
O
kapıyı çalan kimdi?
Yoksa ete kemiğe bürünmüş bir dua mıydı?
Yoksa bir yetimin gönül yakarışının kendini hırpalamasına
Âlemlerinin Rabbinin rıza göstermeyip gönderdiği bir melek miydi?
...Ve
bana bir ceket hatırlattı.
Konya'da üniversite yıllarında beraber kaldığımız üç arkadaşımız vardı. Trabzon
Diyarbakır ve Erzurum Bizi birlikte tutan değerlerimizdi. Allah selamet versin
Diyarbakırlı olan İsa kendisine güzel bir takım elbise almıştı. O zamana kadar
da hep annesinin diktiği pantolonları giyiniyordu. Bizim de durum malumdu. Ben
o elbiselere nasıl bakmışım bilemiyorum. İsa, yeni aldığı o elbiseyi ne yapıp
yapıp bir yolunu bulmuş ve bana vermişti.
Ben
bu erdemli davranışı unutmuştum bana ne kadar vefasız olduğumu
hatırlattı. Bu hikâye ezanla da özdeşleştirilmişti. Ayrıca bu
hikâyede ezanla birlikte tokmağına dokunan bir kapı vardı. Artık her çalınan
kapımda ve her çaldığım kapıda bu hikâyeyi bir kez daha yaşıyorum. . Kitapta
daha nice faklı tat farklı lezzet içeren öyküler vardı. Bu tadın kaynağı neydi?
Bu güzel koku hangi diyardan geliyordu?
Ben
eminim ki bu hikâyeler gözyaşları ile yazılmıştır. Bir kurgu değil hepsi
yaşanmış ve gerçekti. Kalpten çıkan kalbe kadar gider. Zaten şu dört damla çok
mübarektir. Gözyaşı Mürekkep ter ve şahadet yolunda düşen damlalar. Bu eserde
bu damlaların hepsini görebilirsiniz.
Ter
kokusunu, gözyaşlarının izini, mürekkebin rengini, vatan uğrunda verilen
canları, dökülen kanları, bulabilirsiniz.
Bu
kitabı sıksanız eminim ki ondan bu damlalar süzülecektir. Bu kitapta bu
toprağın kokusunu ve bu şehre yağan yağmurun rengini tadını bulacaksınız.
Üstat
Sezai Karakoç: "Çeşmelerin sema ile ilişkisi vardır." diyor. Zira
yağmur yüklü bulutlardan boşalan rahmet damlaları yerin derinliklerinde birikir
ve çeşmeler de bu kaynaklardan beslenirler. Bu irtibat devam ettikçe nice
susamış gönüllere rahatlık, nice terlemiş alınlara ferahlık, nice kirlenmiş
bedenlere temizlik, nice çoraklaşmış topraklara hayat olurlar. Haliyle toplumun
ortasında çağıldayıp dururlar.
Çeşmeler
medeniyetlerin başlangıç noktasıdır. Fiziki olarak yerkürede olsalar da ruhen
semadadırlar. Sema ile bağları devam ettikçe çevrelerine hayat verirler.
Sevgili Reşat da şehrimize Şehristan ismi ile bizzat kendisi gibi “Duruşuyla
sanat akışıyla Ferhat olan bir çeşme inşa etmiştir. Bu çeşme yazarın, her an
semai olana nazır engin gönül deryasından ve Erzurum sevdası ile dolu kalbinden
süzülüp gelenlerdir. Hz. Mevlana “Tatlı suyun başı kalabalık olur” diyor. Ben
öyle İnanıyorum ki Şehristan adlı bu çeşmenin etrafı da kalabalık olacak. Bir
kâse su içen bir daha içmek isteyecektir… Kıymetli kitap dostlarının bu
çeşmenin tadına bakmak isteyeceklerini düşünüyor ve sözlerimi kitabın sonunda
yer alan şiir demetinden bir kâse sunarak tamamlamak istiyorum.
Benim
ömrüm de sevmekle geçti.
Buna
kalbim şahidimdir.
Geçtim;
tüm yanıp yakılışlarımla
Gülistanlardan.
Güllere
renk verdim.
Damarımda
dolaşan alevden kandan.
Kokular
saçtım içimdeki ahtan.
İncisiyim
tertemiz bir bulutun
Yükseldikçe
titreyen
Geldiği
deryayı özleyen.
Önceleri
koştum durdum,
Vuslatın
peşinden.
Sonra
zevk aldım ayrılık ateşinden.
Buna
kalbim şahidimdir.
Sevdin
mi yüreğinle
Ve
tüm deliliğinle sev.
Hâla
varsa benliğim bil ki
O
derdimdir.
Buna
kalbim şahidimdir.
Gözlerindeki
ışık;
Karanlık,
korkulu yolumu
Aydınlatan
yeşil kandilimdir
(Yazarlar Birliği Erzurum Şubesinin Erzurum'lu
Yazarları Tanıtım Programı konuşma metni 11 Nisan 2010 Atatürk Üniversitesi
Mavi Salon) Bu yazı Kadim Şehir Aziziye Dergisi 13. Sayısında Şehrin Coşkun
kalemi adıyla da yayınlanmıştır.
FAÇETA
Prof. Dr. Halit DURSUNOĞLU (*)
Hikâye, bir olay örgüsünü ya da bir şahıs
kadrosunu zihinlere yerleştirmekten çok daha önemli rol oynar. Hikâye, bizim
kültürümüzde “kıssa”dır. Kıssadan da hisse çıkarılır. Hisse ise, payımıza
düşeni almaktır.
Yüce Yaratıcımız ilahi kitabında bizlere zaman
zaman hikâyelerle seslenir ve onlarla mesaj verir. Bize de bununla bir yol
gösterir. O nedenle kıssa, bize Rabbimizin ve onun kelamı Kur’an’ın bir
ikramıdır. Kur’an’ın en iyi anlatıcısı Peygamberimiz de birçok meseleyi izah
ederken hikâyelerden yararlanarak insanların ufkunu açmıştır. Bu nedenle kıssa,
bize Peygamberimizin de bir ikramıdır.
Kıssa, bize bir de gönül ehli insanların
ikramıdır. İşte o insanlardan biri de bu eserin sahibi, sevgili kardeşim Reşat
Coşkun’dur. O bir gönül insanı, o bir Mevlana takipçisi, o bir Yunus takipçisi,
o bir Nâbî takipçisi, o bir Mehmet Akif takipçisi, o bir Necip Fazıl
takipçisi…
Bizi biz yapan değerlerin savunucusu bu güzel
insan, yazdığı bu hikâyelerle bizi ideal insan olma anlayışımız olan “insanı
kamil”e doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta yanımızda bulundurmamız
gerekenleri, sahip olmamız gerekenleri bize hatırlatmaya çalışıyor.
Kaybettiğimiz, yitirdiğimiz, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz değerleri bize
hatırlatıyor. Yitirdiklerimizi bulmamız, ihmal ettiklerimizi hatırlamamız onu
sevindirecektir.
Reşat Coşkun’un birbirinden güzel hikâyeleriyle
keyifli bir okuma yolculuğuna çıkmanız temennisiyle…
(*) Atatürk
Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi
Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Ana Bilim Dalı
Öğretim Üyesi
GÜNEŞ SAATİ ÇIKTI
21 Nisan 2017 Cuma,
10:47 | Güncelleme: 21 Nisan 2017 Cuma, 10:47 İHA
ERZURUM
(İHA) - Yazar ve şair; Reşat Coşkun, editörlüğünü yazar ve eleştirmen Şahin
Torun'un, yaptığı Güneş Saati kitabı ile medeniyet üzerine, bizden beslenen evrensel
boyuta ulaşan bir bakışla kaleme aldı.
Kitapta yeniden bir medeniyet inşa
faaliyetinin fikir sancılarını ve gönül çilelerini anlatılıyor. Daha önce
baskıları yapılan yoğun ilgi üzerine kısa sürede tükenen genişletilmiş üçüncü
baskısı yapılan, takdimini Şair M. Emin Alper'in yaptığı Şehristan Öykü
kitabıyla da bizlere kadim medeniyetimizin ruhuna dair öyküler sunuyor. Aktif
Yayınevi tarafından baskıları yapılan kitaplar şimdiden okuyuculardan artan bir
alaka görmesi bekleniyor.
ŞEHRİSTAN
“EZEL ZAMANLAR”
Arş. Gör.
Nurullah AYDIN
Şehristan namı diğer Ezel Zamanlar eğitimci, şair, köşe yazarı Reşat Coşkun’un ikinci
anlatısı. Bu kitabı diğer anlatılardan ayrıcalıklı kılan ilk husus Erzurum
Yakutiye Belediyesi organizasyonu sonucu görme engelliler için seslendirilmiş
olması ve doktora düzeyindeki akademik çalışmalarda Şehristan’a atıfların
yapılmış olmasıdır. Kitabın genişletilmiş üçüncü baskısının yapılmış olması da
özelde okuyucuların kitaba duydukları rağbetin işareti genelde ise çölde suyun
izlerini arayanlar gibi kadim bir medeniyetin peşinde olan bizlerin heyecanına
su serpen rahmetinin belirtisi.
Sayın Reşat Coşkun kitabını takdim ederken
nitelikli bir kitapta aranması gereken hususları da bizlerle paylaşıyor. Yazara
göre bir kitap tecrübeyle sulanmalı ve içtenlikle de beslenmelidir. Yazar böyle
yaparak kırk altı odalı zihin dünyasında gezinen bizlere de kılavuzluk ediyor.
Kitabın başında yer alan Medeniyetler Merkezinde İnsan ve Üstün İnsan, Kamil İnsan adlı
makaleleriyle okuyucu, mürşidinin karşısına çıkmaya hazırlanan müridin bedenini tanımaya davet edilmesi gibi
mensubu olduğu medeniyeti tanımaya davet ediliyor. Yazar bu tanıtım işini de
evren yasalarına uyumlu bir şekilde zıddıyla yapıyor. Bu anlamda mensubu
olduğumuz medeniyetin “ne olduğu” sorusuna cevap bulurken “ne olmadığı”
sorusuna da cevap bulmuş oluyoruz.
İnsanı üstünlük ve kâmil olma noktasında
değerlendirdiği ikinci denemesinde biz ilk önce şunu öğreniriz: Ey İnsan,
boşuna ulaşmaya çalışma. Sen zaten ulaşmaya çalıştığın yerdesin. Bu makale
kadim bir medeniyetin temsilcileri olan bizlerin gerek birbirimizle gerek
çevremizle olan ilişkilerimizin nasıl olması gerektiği noktasında bizlere
yapılan bir çağrı aynı zamanda da kâmil insan olmamız noktasında bize hedef
biçen bir medeniyet pusulasıdır. Bu yüzdendir ki kitaptaki kahramanları halktan
insanlar oluşturur ve bu insanlar hakikate âşıktırlar. Her meslek ve meşrepten
seçmiş olduğu kahramanları madden toplumun alt katmanını oluştursalar da bu
durumdan asla şikâyetçi değildirler. Dertleri yaşadıkları topluma mümkün
olduğunca katkı sunmaktır.
Kitabın ilk anlatısı tezgâhtar’dır. Sosyo-ekonomik manada bir şehir güzellemesi olarak
karşımıza çıkan bu anlatıda göze çarpan ilk husus anlatım kolaylığıdır. İkinci
husus ise kadınların az ya da çok sosyal hayatın içerisinde oluşlarıdır. Bu
anlatıyı genelleştirerek şu yargıya rahatça varabiliriz: Bu öykü örnek olay
yöntemiyle şekillenen deneysel bir çalışmadır. Amaç okura bizi biz yapan
değerli kişiler üzerinden görünür kılmak, somutlaştırmaktır.
Bu anlatıda bugünkü adıyla bir tablacıyla
müşterisi arasında hâsıl olan diyaloglardan biri dikkat çekilmeye değerdir:
”Hacı’nın:
-İradene saygı
duyarım.
-Duyacak mısın
duymayacak mısın göreceğiz?(20)”
Bir tablacının “irade” kelimesini kullanması
söz dağarcığında bu kelimenin yer alması pek akla yatkın görünmemektedir.
Edebiyatın özünde gerçeği yansıtmaktan ibaret olduğu düşünüldüğünde bu tip bir
hata ister istemez okurun metne sadakatini azaltır. Ancak, yazarın kadim bir
şehrin ve medeniyetin çocuklarını kahraman seçmesi bu açmazı ortadan kaldırır.
Erdemli olmayı akademik olmanın tekelinden çıkarır. Öğrenimin kişiye özel
teknik yanına nazaran, eğitimin topluma şamil yanını ön plana alır.
Kitaptaki ikinci anlatısı Tatlı’da bir batıl inanç geliştiren
adamın sergilediği davranışın yanında bir öğretmenin tepeden inme kanunlarla
planlaması yapılmış, mesleğine dair sızlanışları da dikkat çeker.
Kitabın
üçüncü anlatısı Lamba’da modern
anlatılarda çok da istenmeyen bir durumla okur karşılaşmaktadır. Anlatıcı
mesajı metnin tamamına yedirmek yerine metin daha başlar başlamaz yargı
cümleleri kurar. Bu tutum okuru yormaz, düşünmeye sevk etmez. Anlatının
ilerleyen kısımlarında da anlatıcı İbrahim Hocanın hikâyesini okura mesaj verme
kaygısıyla böler. Bunun sonucunda da anlatıdaki bütünlük bozulur gibi görünür.
Şimdi anlatı, anlatıcı için sadece bir kürsü görevindedir.
Böyle
davranmasında öğretmen oluşunun etkili olmasının yanında okuyucuya aidiyetini
hatırlatma kaygısını duyması da etkilidir. Tasavvuf kültüründen beslenen bir
yazar olması metinlerindeki dili durulaştırmıştır. Tasavvufi geleneğin
üstatları eserlerinde hep bu yolu takip etmişlerdir.
”
Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Sevdirin, nefret ettirmeyin.” Nebevi buyruğuna
istinaden böyle bir anlatı tercihten ziyade yazar için adeta zorunluluktur.
Ayrıca, “O
yıllar şehirde Türk-İslam kültürü hâkimdi. Herkes bu kültürden kaynaklanan
konumunu ve görevlerini içtenlikle kabullenmişti.(28)” ifadesi zihinlerde
birçok sorunun oluşmasına sebep olur. Öncelikle zihinlerde oluşan soru, dinin
bir kültür olup olmayacağı sorunudur. Din bir kültür ise Arap-İslam, ya da
Fars-İslam kültürü olup olmadığı da bir meseledir. Yazarın düşüncesine göre
Türk-İslam kültürüyle yoğrulan bu şehirde yaşamış ya da yaşama durumunda kalmış
kişilerin şehre adaptasyonu nasıl olmuştur?
Şayet Türkler İslam’ı kabul etmeseydiler bu
dinin mensubu analar, analık sevincini, bu dinin mensubu babalar babalık
onurunu, bu dinin mensubu çocuklar çocuk olmanın mutluluğunu yaşayamayacak
mıydılar? Sorusu hafızalarımızı meşgul edebilir.
Günümüz
toplumlarının yaşamış olduğu meselelere bakınca yazara hak vermek zorundayız.
Aileler pederşahiden çekirdek aileye, çekirdek aileden de çocuk-erkil aileye
dönüşmekte sorunlar boyut değiştirmekte ve derinleşmektedir. Batı’nın tarihsel
süreçte yaşamış olduğu sanayileşme kökenli sorunlarını biz toplum olarak yeni
yaşamaya başladık. Yazar bu noktada bizlere toplum olarak değerlerimizi
koruyarak bilim ve teknikte ilerlememizi salık verir. Muallim Naci duruşu
sergiler.Toplusal dönüşüme karşı çıkar, değişimi savunur. İddiasında Japonların
ağaç halkası değişimini delil kabul eder. Zaten bu kaygıdandır ki hikâyelerinde
dip notlarla açıklama ihtiyacı duyar. Bu yanıyla da diğer yazarlardan ayrılır.
Nevi şahsına münhasır, özgün üslup sahibi bir yazar oluverir.
Kitabın dördüncü anlatısı Tahlil’de Erzurum’da sancılı bir değişim
başlamıştır. Bir yandan halk maddi imkânların sebep olduğu bir biçimde
sınıflaşırken diğer yandan şehrin silueti değişiyor, şehirde çok katlı binalar
vücut bulmaya başlıyor ve şehir kirleniyordur. Bu anlatı diğerlerinden daha
müstakildir; çünkü hikâye kişisi Ekrem iç çatışmalar yaşar. Ayrıca bu anlatıda
Ekrem’in dayısının başından geçenler hatırlatılmak için geriye dönüş tekniği
kullanılır. Bu noktada metinde aranan bir çatışmanın olup olmayacağıdır. Anlatı
ilerledikçe hikâye kişisi Ekrem ve firma yetkilisi arasında bir çatışmanın
yaşandığı görülür.
Anlatıdan hikâyeye dönen bu metne hikâye
türünün gerektirdiği özellikler açısından bakılınca hikâye kişilerinin hep
siyah- beyaz olduğu ve hikâyede verilen olayın sadece bir yönüyle ele alındığı
hissi oluşur. Oysa öyküde gri insanları oluşturan karakterler ise bilge rolünde
-uzlaştırıcı bir rol üstlenmiştirler.
Yakutiye
ve Boyacı adlı anlatıcının müşahedesiyle kaleme alındığı için dikkate
değerdir. Ben anlatıcının iç konuşmaları, mesaj verme endişesiyle anlatımın
kesilmemesi, kendi kendine konuşan bir ayakkabı boyacısı çocuk, çocuğun
kanaatkârlığı ve yaşama sevinci dikkat çeker; fakat bu hikâyede de yansıtma
anlamında sıkıntı varmış izlenimi uyandırır. Kişiler, sosyal sınıflarına ve
aldığı eğitimlere paralel bir konuşma içerisinde değillermiş gibidirler.”…demişler ki ‘Şu binaya bak, kimler geldi,
kimler geçti. Ne binalar yıkılıp gitti. Ama bu bina zamana ve tüm olumsuz
şartlara meydan okudu.(168).” Bu hikâyede kendini canlı bütünün canlı bir
parçası gören panteist düşüncenin de izleri var kanaati oluşabilir! Yazarın
derinlemesine İslam’a vakıf oluşu bizi böyle bir düşünceye varmaktan alıkoyar.
İslam peygamberinin ağaçla, taşla, deveyle, Uhud dağıyla konuştuğunu
bilmeyenimiz yok gibidir. Bu pencereden baktığımız vakit karşımıza ‘vahdeti
vücut’ bakış açısında bir yazar karşımıza çıkar.
Anlatıdaki son üç hikâyeden biri olan Serum Naci de isminden dolayı okurun
dikkatini çeker. Hikâye hızlı bir girişle başlar. Hikâyede dikkati çeken ilk
husus hikâye kişisinin yaşadığı dini tereddüttür. Metin ilerledikçe okurun
okuma arzusu artar. Naci’nin beline bağladığı serum şişesine doldurduğu
içkisini paltosunun kol yakasından gizli saklı yudumlaması, bu yolla çocuklara
kötü örnek oluyorum düşüncesinden kurtuluşu, mahallelinin muhafazakâr yapısına
rağmen Naci’nin yaptığı bu davranışa göz yummaları, Naci’nin ailesinin kızın
başını yakarım düşüncesiyle oğullarını evlendirmeye yanaşmamaları dikkate
değerdir. Bu hikâye bize taassuptan arınmış bir toplumun dini yaşantısının
nasıl olması gerektiğinin ipuçlarını verir. Türklerin Selefi ve Vehhabi
zihniyetinden farklı olar İslam’ı yorumlamadaki hünerleri fark edilir.
Gönül ister ki bir ideolojinin deli
gömleğini giyen değil de bir medeniyetin temsilcisi olmamız gerektiğini
zihnimize kazıyan, zaman zaman hikâye; zaman zaman deneme formatına yaklaşan bu
metinleri tek tek inceleyelim; fakat bu teknik açıdan mümkün değil. Bu metinler
bazen mesaj verme kaygısıyla okuyucuyu tökezletse de yalın diliyle bizlere
medeniyetin alet edevat bilgisinden ibaret olmadığı; içtenlik, diğerkâmlık ve
sadeliğin üzerine bina edildiğini göstermesi açısından önemlidir. Yazarın
Bostan ve Gülistan’a öykülerinin kardeş olma temennisi bize eserin yeniden bir
medeniyet inşası derdinde olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir.
Genelde dili ağır makaleleriyle tanıdığımız bir yazarın hikâyelerinde olayı
duru bir dille yazması ve akıştan unutulmaya yüz tutmuş kelimelerin anlamının
çıkarılmasını gösterme başarısı yazarın dile hâkimiyetinin göstergesidir.
Kitabın takdim yazısını Şair- Yazar Mehmet Emin Alper’in yazmış olması bile
kitaptaki hikâyelerin kültür ve edebiyatımız açısından önemini belirmeye
kâfidir.
Bu kitabı okuduktan sonra kendi kendime, “ Ey insan, yaşatmayı bil ki yaşamayı
bilesin!” diyorum.
Yine bu kitabı okuduktan sonra kendi
kendime,” Ey bu medeniyetin evladı boşuna
ulaşmaya çalışma! Zira sen ulaşmaya çalıştığın yerdesin” diyorum.
YAZAR REŞAT
COŞKUN’DAN İKİ YENİ KİTAP
12
Eylül 2015 Cumartesi, 16.18 | Güncelleme: 12 Eylül 2015 Cumartesi, 16:18 İHA
ERZURUM
(İHA) - Erzurumlu eğitimci şair yazar Reşat Coşkun'un Küheylan isimli şiir
kitabı ve Şehrisan isimli deneme öykü kitabının genişletilmiş ikinci baskısı
çıktı.
94
ayrı şiirin yer aldığı Aktif Yayınevinde basılan eğitimci yazar şair Reşat
Coşkun'un Küheylan adlı eseri okurlarıyla buluştu. Coşkun'un daha önce kaleme
aldığı Şehristan isimli deneme öykü kitabı da genişletilmiş ikinci baskısı
kitapçılarda yerini aldı.
REŞAT COŞKUN
KİMDİR?
Erzurum'da
merkeze bağlı Yağmurcuk mahallesinde doğdu. Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat
Fakültesi Coğrafya bölümünden mezun oldu. Sivas, Gaziantep, Siirt ve Mardin illerinde
çalıştı. Tema vakfında dört yıl süreyle eğitim sorumlusu olarak görev yaptı.
Çevre konusunda konferanslar verdi. Erzurum Musikisi cemiyetinde Türk Müziği ve
Nazariyat dersleri aldı. Ney üflemektedir. Erzurum'da Milli Eğitim Bakanlığına
bağlı okullarda öğretmenlik ve idarecilik yapan Reşat Coşkun halen Emel Çatal
Anadolu Lisesinde coğrafya öğretmeni olarak görevine devam etmektedir. Çeşitli
gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri yayımlanan yazarın Sevdam Kaldı, Berceste
ve Sevdam adlı şiir kitaplarıyla beraber Şehristan isimli deneme-öykü kitapları
da yayınlanmıştır.
(ERZ-AT-Y)
12.09.2015
16:25:43 TSI