Reşat Coşkun

Şair ve Yazar, Eğitimci

Doğum
Ölüm
25 Ağustos, 2021
Eğitim
Atatürk Üniversitesi

Şair ve yazar, eğitimci (D. 1968, Erzurum – Ö. 25 Ağustos 2021, Erzurum). 1968 yılında Erzurum'un Yağmurcuk mahallesinde dünyaya geldi. 1988’de Atatürk Üniversitesinden mezun oldu. Sivas, Siirt, Mardin, Gaziantep illerinde öğretmenlik ve idarecilik yaptı. Kamudaki görevi devam etmektedir.

Tema Vakfında dört yıl süreyle çevre konusunda konferanslar vermiştir. 2015 yılında başladığı Radyo Dadaş Gönlümüzden Gönlünüze Programına daimi konuk olarak katılımı sürmektedir.

Kitaplarıyla katıldığı Kültür ve Turizm Bakanlığı - Gençlik ve Spor Bakanlığı tarafından yürütülen ‘Gençler Yazarlarıyla Buluşuyor’ projeleriyle; Sadık Yemni, Rasim Özdenören, Yıldız Ramazanoğlu, Ali Utku, Cihan Aktaş, Belkıs İbrahim Hakkıoğlu, Feridun Andaç gibi tanınmış yazarlarla beraber söyleşi ve imza günleri yapmıştır.

2001 yılından beri çeşitli gazetelerde köşe yazarlığı devam etmektedir. Erzurum Vakit ve Yenigün gazetelerinde haftalık olarak kültür ve medeniyet üzerine makaleleri yayımlanmaktadır. Araştırma ve kültür yazıları ise muhtelif ulusal dergilerde yer almaktadır.

Eserlerinde tasavvufun derin izlerinin yanında felsefi yaklaşımlar görülür. Bu yüzden eserlerini okuyanlar şiir ve öykülerinde bazen düşünce fırtınası bazen de duygu imbatı yaşar.

Deneme ve makalelerinden oluşan Güneş Saati, medeniyet sorgulaması yaptığı deneme kitabıdır. Şehristan adlı öykü kitabı Yakutiye Belediyesi tarafından görme engelliler için sesli kitap haline getirilmiştir.

Façeta adlı öykü kitabında, öyküler üzerinden medeniyet inşasının mefkûresini sorgulamıştır.

Şehristan (Ezel Zamanlar) adlı öykü kitabı. Söz konusu kitap görme engelliler yararına Erzurum Yakutiye Belediyesi tarafından seslendirilmiştir.

Ulusal yarışmalarda şiir ve öykü dalında birincilikler almıştır. 2006 yılından bu yana Türkiye Yazarlar Birliği üyesiydi.

 

Vefatı:

 

Şair-yazar ve eğitimci Reşat Coşkun, 25 Ağustos 2021 Çarşamba günü Erzurum’da feci bir kaza sonucu hayatını kaybetti. Olay saat 11.00 sıralarında Palandöken ilçesi Yunus Emre Mahallesi Osman Bektaş Caddesinde meydana geldi. Reşat Coşkun anahtarını evde unutunca üst kat komşusunun balkonundan beline halat bağlayarak balkona inmeye çalıştı. Halat çözülünce düşen Reşat Coşkun kurtarılamadı. 3. kattan zemine düşerek hayatını kaybeden Coşkun olay yerinde hayatını kaybetti. Olay yerine gelen sağlık ekiplerinin incelemelerinin ardından Coşkun'un cenazesi Erzurum Adli Tıp Morguna kaldırıldı.

53 yaşındaki Reşat Coşkun bir süre önce emekli olmuş ve sosyal medyadan sevincini paylaşmıştı.

 

ESERLERİ:

Şiir: Berceste (2001), Sevdam Kaldı Bir (2001), Sokak Lambası (2005) ve Küheylan (Hüdhüdü Beklerken, 2015) şiir kitaplarıdır.

Öykü: Şehristan (Evvel Zamanlar 2010-2015-2017) ve Şehristan (Ezel Zamanlar), Façeta (2018).

Deneme: Güneş Saati (2017).

 

REŞAT COŞKUN İÇİN NE DEDİLER?

 

“Hikâye, bir olay örgüsünü ya da bir şahıs kadrosunu zihinlere yerleştirmekten çok daha önemli rol oynar. Hikâye, bizim kültürümüzde “kıssa”dır. Kıssadan da hisse çıkarılır. Hisse ise, payımıza düşeni almaktır. Yüce Yaratıcımız ilahi kitabında bizlere zaman zaman hikâyelerle seslenir ve onlarla mesaj verir. Bize de bununla bir yol gösterir. O nedenle kıssa, bize Rabbimizin ve onun kelamı Kur’an’ın bir ikramıdır.

Kur’an’ın en iyi anlatıcısı Peygamberimiz de birçok meseleyi izah ederken hikâyelerden yararlanarak insanların ufkunu açmıştır. Bu nedenle kıssa, bize Peygamberimizin de bir ikramıdır. Kıssa, bize bir de gönül ehli insanların ikramıdır.

İşte o insanlardan biri de bu eserin sahibi, sevgili kardeşim Reşat Coşkun’dur. O bir gönül insanı, o bir Mevlana takipçisi, o bir Yunus takipçisi, o bir Nâbî takipçisi, o bir Mehmet Âkif takipçisi, o bir Necip Fazıl takipçisi… Bizi biz yapan değerlerin savunucusu bu güzel insan, yazdığı bu hikâyelerle bizi ideal insan olma anlayışımız olan “insan-ı kâmil”e doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta yanımızda bulundurmamız gerekenleri, sahip olmamız gerekenleri bize hatırlatmaya çalışıyor. Kaybettiğimiz, yitirdiğimiz, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz değerleri bize hatırlatıyor. Yitirdiklerimizi bulmamız, ihmal ettiklerimizi hatırlamamız onu sevindirecektir. Reşat Coşkun’un birbirinden güzel hikâyeleriyle keyifli bir okuma yolculuğuna çıkmanız temennisiyle…  (Prof. Dr. Halit DURSUNOĞLU, Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi)

 

KAYNAK: Reşat Coşkun (Bilgi teyidi, Nisan 2019), Çilingiri beklemeyen emekli öğretmen üçüncü kattan düşerek vefat etti (gazeteduvar.com.tr, 25 Ağustos 2021), Şair-yazar ve eğitimci Reşat Coşkun hayatını kaybetti (erzurummedya.com, 25 Ağustos 2021).

BELENMİŞ

BELENMİŞ

 

Reşat COŞKUN

 

 

O zamanlar
Bu kadar akıllı değilmişim 
Kalbim uyanıkmış belli ki
Ağlamışım gelirken buralara
Kıçımdaki şaplak sesinden,
Görmeden öğrenmiştim ebemi
Annem bile gülmüş,
Ben gelince dünyaya
Kulak asmamıș ağlamama.
Yalnızca ölüm,
Bir köşede sessizce beklemiş,
Büyümemi.

BİZİM GÜZELLİĞİMİZ

 

BİZİM GÜZELLİĞİMİZ

 

Reşat COŞKUN

 

 

Kime rastlasam

Nerede bir güzel görsem

Gözlerim onda seni arar.

Gönlüm gördüğünün

Sen olmasını arzular.

(Reşat Coşkun)

                   

            Doğu’da okullarda sanat felsefesi, Batı’dan yaklaşık iki asır sonra okutulmaya başlamıştır. Bu durum, Doğu’nun sanata duyarsız olduğu anlamına gelmez. Doğu’da usta-çırak ilişkisi içinde icra edilen sanat, toplumsal hayatın içinde neşvünema bulmaktaydı. Sanat, insanları birliğe yönlendiren hissiyat yanında onları güzellikte birleştirmiş duygulardır. Her güzellik, bünyesinde sonsuzluktan izler taşır. Doğu’da büyük sanat eserleri, herkese ulaşabildikleri ve herkesçe anlaşılabilir oldukları için güzel ve büyüktürler. Güzellik görülebilen iyiliktir, duyularımızla farkına vardığımız mükemmelliktir. “Sanat, bir duyguyu yaşayan insanın, o duyguyu bilerek ve isteyerek başkalarına aktarma eylemidir.”

Doğu da ustalar, bedii zevk sahibi olmayı çıraklarında tercih sebebi saymaktaydı. Bir bakıma usta-çırak ilişkisine benzer özellik gösteren tasavvufta mürşit-mürit etkileşiminde manevi zevk sahibi insanlar yetiştirme gayesi; şiir, hat, musiki ve mimaride çığır açan öncülerin yetişmesine zemin hazırlamıştı.

Güzellik kavramına Doğu ve Batı’nın bakış açısı, Rönesans’a kadar aynı idi, ikisinde de ilahi kaynaktan besleniyordu. Rönesans’la beraber Batı, sanat ve düşüncede; bütün dinleri inkâr etmekle kalmıyor, aynı zamanda dinin gereksiz olduğunu ileri sürüyordu.

Avrupa’da hayatı tanımlamada ve anlamlandırmada ilahi olan dinin ölçü olmaktan çıkması burada sanata dair güzel-çirkin ayrımının ortadan kalkmasına ve tanımlama problemine yol açtı. Rönesans sanatçıları ilk kez, kilise yasalarına ve tutucu kuramlara bağlı olmayan tümüyle yeni bir kişilik ve sanat kavramını ortaya atmışlardır. Bu kişilik, eylemlerinde “dış” ya da “Tanrısal” etkenlere değil, tümüyle kendi aklına bağlı kalmaktaydı. Doğu’nun sanatta ilahi bağını hâlâ koruyor olması, güçlü yanını oluşturur. Doğu-Batı ekseninde bediiyat/estetik ortak bir tanımlamayla “güzelin bilimi” olarak tanımlanabilir.

Doğu ve Batı ortak tanımından hareketle, geçmişten bugüne medeni toplumlarda sanatın özü aynı diyebiliriz. Eser oluşturulurken kavrayış, his ve duygu arasında ortak bir ruh mevcuttur. Sanat hakikatte güzel olana açılmaktır. Lakin hakikatin binbir dili vardır. Hakikatin dilinden anlayabildiğimiz, bizim dilimiz/sanatımızdır.

İlkel toplumlarla medeni toplumları birbirinden ayıran en önemli unsur, ilkel toplumların sanatta estetik kaygılarının olmayışıdır. İlkel insan, üretiminde ihtiyacı ön plana alırken; medeni insan, ihtiyaçla birlikte eserinde yaşamayı hesaba katar. İlkel insanların ‘ben’ merkezli üretiminin aksine; medeni insan biz merkezli üretir. Eserine estetik kaygıyla şekil verir. İlkellik ve medenilik zamanla alakalı bir kavram değildir. Yalnızca dünü değil, bugünü de içine alır.

Estetik, sanatın felsefesi, diğer adıyla güzellik bilimi; genelde güzelliğin özelde sanatçının eserinde ortaya çıkan, bizde etki uyandıran güzelliğin kaynağını araştırır. Bediiyat, bir bakıma sanatın hocası ve mihenk taşıdır; hem kıstas koyar onu eleştirir, hem de ona değer katar yetişmesine ve tekâmülüne katkıda bulunur. Güzelliğin niteliğinin ve ölçülerinin neler olması gerektiğine dair değerler oluşturmaya çalışır. Çünkü sanatta aynı nedenler her zaman aynı sonuçları ortaya çıkarmaz. İnsanlığın ortak noktası olan inanç; Batı’da kiliseyi, Doğu’da camiyi ortaya çıkarmıştı. Kilise resim sanatının, camii ise tezhip ve hat sanatının ilerlemesine katkı sunmuştur.

Medeniyetler üzerinde tefekkür edenler; bir medeniyetin sanat yapıtlarının niceliği ve niteliği ile arasında sıkı bir ilişki olduğunu sezerler.

            Ezelden aklımız, gerçeğin ve doğrunun; ruhumuz güzelin arayışı içindedir. Bu nedenle güzellikler ruhumuzun eylemidir. Ruhumuz da Allah’ın emrinde olduğuna göre; Allah’tan başka güzel ve O’ndan başka hakikat yoktur. Aklımızın aradığı gerçek ruhumuzun özlemini çektiği güzel O’ dur.

            Doğal olarak kalp, aklın bulduğu gerçeğe; akıl da kalbin keşfettiği güzele dünden razıdır. Gerçek güzeldir, güzel de gerçektir.

İslam sanatı, Bedii yönünü el-Bedi; emsalsiz, benzersiz ve örneksiz olarak hayret verici âlemleri yoktan var eden, eser ve ihsanıyla her yerde ve her şeyde apaçık görünenden esinlenir. Eseri, müessirin aynasıdır. Ondan âleme ve kendine kendisi görünür.

            “Hüsn-i mutlak” modelsiz ve örneksiz yaratma, zamandan ve mekândan münezzeh olarak; zaman ve mekânda eserini icra etmedir.  Sanatta isnad, İslam’dan başka bir medeniyette müşahede edilmez. Zaman ve mekânda eserini vücuda getiren sanatçı, ruhlara pencere aralar. Eseriyle el-Bedi’nin rızasını kazanmaya çalışır. Onun ile boy ölçüşme cüretinde bulunmaz.

Bu yüzden İslam medeniyetinde estetik kavramı nereden başlıyor dersek Kur’an-ı Kerim’i gösterebiliriz. Çünkü Kur’ân, doğrudan doğruya bedii zevk veren bir kitaptır. “Bediiüs semavati vel’ ard” sanatsal olarak yaratan anlamı taşır. Duygulu akılcılık, uyumlu vakar Doğu hayatını, tefekkürünü ve sanatını belirleyen özelliklerdir.

İslam sanatının algılama ve yaklaşım biçiminde derin bir metafizik kaygı söz konusudur. Bu his yolda olmak ve yol almaktır. Sanatta tasavvur ve tahayyül söz konusu iken, bediiyatta süreklilik ve yenilenmişlik akla gelir.

Bu açıdan baktığımızda İslam da sanat, yoktan var etme değil, var olanı görünür kılma eylemidir. Varlık ve evren tasarımı sunma, eserlere ruh üfleme çabasında bulunmadır. Bu ruh üfleyiş, insanın kendisine üflenmiş olan ruhun kaynağından gafil olmaksızın yapılan bir eylemdir. Mimar Sinan’ın imzasını el-fakir şeklinde atması anlamlıdır.

Sanat, duyularla sezilebilenin dokunulabilir ve algılanabilir boyuta dönüştürülmesidir. Bunun içindir ki algı, bilgi ve hissin birleşiminden bediiyat ortaya çıkar. İnsan, sanat karşısında ne kadar güzel ile hiç de güzel değil ifadeleri arasında gider gelir.

Sanatçı, fani olandan hareketle baki olanı aramak ve özlemek üzerinden seyri afaki, seyri enfüsi ve seyri mutlak merhalelerinden geçerek eser verir.

Eser, muhatabına pencere olur. Onu alır bir yerlere götürür. Gözün ruha açtığı pencereden eserden hayale ulaşan temaşa yaşanır. Estetik boyut kazanan eser, bedensel hazdan ziyade ruha coşku yaşatır. Güzel ve güzellik karşısında aklın boynu bükük, başı öne eğiktir.

Peygamberimiz, oğlu İbrahim’in kabrinin başında definin yapılmasını beklerken mezar zemininde çıkıntı oluşturan küçük bir taşın kaldırılmasını hararetle istemişti. Defin işleminden sonra sahabenin bu taşın ölüye sıkıntı oluşturup oluşturmadığına dair sorularına: “Hayır, göze hoş görünmüyordu. Ruha sıkıntı veriyordu. Onun için kaldırılmasını istedim.” cevabı bizdeki estetik kaygının sünnet boyutunun başlangıcı olmuştur. Böylece yapılan her işe bu kaygı da yön vermiştir. Geçici bir çirkinliğe dahi tahammülü olmayan gözün ve ruhun; kalıcı güzelliklere teşviki; bizi göz ve gönül alıcı eserler vücuda getirmeye zorlar. Güzel görmek, gözün hakkıdır. Güzel olana güzel bakmak, temaşa edenin yükümlülüğüdür.

Bir medeniyete mensupluk, ihtiyacın giderilmesine yönelik bir işi planlarken; “o işin ihtiyaca cevap verir nitelikte ve göz alıcı - gönül çelici güzellikte olmasının yanında; sağlam/kalıcı ve onun hangi millete-medeniyete ait olduğunu, kültürünü esere nakşederek göstermektir.”

Sanatçının bedii anlayışı, eserini takdirlerine sunduğu topluluğun bedii zevkine uyumlu, onunla barışık ve değerleriyle kucaklaşmış olmak zorundadır.

Toplumun tümü sanatçıyı kucaklayacak seviyede bedii zevk sahibi olmaz. Sanatçı, yine de kendi medeniyetinin nezdinde bütün insanlığı kucaklayacak yüksek ruha ve geniş kucağa sahip olmalıdır.

Sanatçının geniş zamanının varlığı, ticarete sapmamak, yararlıyı güzele feda etmek, hayatın zor ve güzel yanlarını şerefle korumak onurudur. Sanatçı eserinin kusursuz icrasını ön planda tutarken, çalgıcı para kazanmayı öncelik görür. Günümüzde entelektüel seviyede ilgiden uzak kalan geleneksel sanatlarımız, İslami değerlere bağlı kalan kitlelerce anlaşılmaksızın devam ettirildiğinden gitgide yozlaşmaktadır. Musikide klasik tarzın arabeske dönüşmesinde olduğu gibi.

Güzel eskimez, eskitir. Estetik eser, güzele dair düşünmenin güzel ifadesiyle ortaya çıkan üründür. Her ne kadar sanatçı eseriyle ölümsüzlük gayretinde bulunsa da fanilik er ya da geç ikisini de yakasından yakalar. Sanatı da sanatçıyı da sanki hiç yaşanmamış yapar. Bu farkında oluştandır ki De Bussey: “Sanat yalanların en güzelidir.” der. Bediiyat, güzel ruhlu insanların fani dünyaya kalıcı güzellikler bırakma gayretinden başka bir şey değildir. Bediiyat karşısında gören gözler ve  hisli gönüller şaşkındır.

 

Kaynakça:

Abdurrezzak Musannefi, Beyrut (1403), C. 3, S. 508.

Cemil Sena, Estetik, 1931.

Lev Nikolayeviç Tolstoy, Sanat Nedir, Şule Yayınları, 2003.

Ziyaettin Fahri Fındıkoğlu, Estetik, 2009.

George Wilhelm Friedrich Hegel, Estetik, 1982.

İsmail Tunalı, Estetik, 2003.

Turan Koç, İslam Estetiği, 2008.

Reşat Coşkun, Güneş Saati, 2017.

Vadim Mejuyev, Kültür ve Tarih, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 1998.

İsmail Doğru, Siyah Sanat, Temmuz-2014.

Alexsander G.Baumgarten, Estetik, 1750.

Beșir Ayvazoğlu, Aşk Estetiği, Ötüken Neşriyat, 1993.

Burekhard, Fondaments de L’art Musulman, Kubbealtı Akademi Mecmuası, S. 1, (18 Ocak 1989), 1993.

 

ÇIRAK

ÇIRAK

 

Reşat COŞKUN

 

Okullar tatil olmuştu. Mehmet Usta’nın öğretmen olan hanımı, yaz tatili için memleketi İstanbul’a gitmişti. Öğle yemeğini artık o da çalışanlarının yemek yediği lokantada yiyordu.[1]

Lokantanın öğle müşterilerinin önemli bir kısmını, Mehmet Usta’nın çalışanları oluştururdu. Çalışanları ona "usta" diye hitap etseler de aslında o bir mühendisti. Tamirhaneyi akrabası olan Sedat Kalfa’nın yönetimine bırakmıştı. Kendisi, gününü yedek parça satan dükkânda geçirirdi.

Mehmet Usta, zenginliğinin hakkını veren bir insandı. Çalışanlarının haklarına dikkat eder, onların hukukunu gözetirdi. Tamirhane ve yedek parça dükkânında çalışanlarına istisnasız, öğle yemeği için çorba, sulu yemek ve tatlı yiyebilecekleri şekilde para verirdi.

Civardaki ustalar onun gibi davranmadıklarından, yanlarında çalışanları Mehmet Usta’ya gıpta ederken, ustaları onun bu tutumundan bizardılar. Hatta ustalar bir gün topluca Mehmet Usta’nın yanına gitmişler: "Senin çalışanlarına böyle bol keseden vermen, bizi çalışanlarımız yanında zor duruma düşürüyor" diye serzenişte bulunmuşlardı.[2] O da “Ustalarım tam doysun. Çıraklarım gelişimlerini sağlıklı tamamlasın diye böyle yapıyorum. Evimiz ayrı, işimiz ayrı” demiş, gelenleri geri göndermişti. Başka ustaların yanında çalışanlar; Mehmet Usta’nın çıraklarına rastladıklarında “Ne güzel patronunuz var. Kıymetini bilin. Bizler çorbaya talim ederken sizler ziyafet sofrasındasınız.”  diye tembihte bulunurlardı.

Mehmet Usta, hanımı İstanbul’a gittiğinden beri yemeklerini çalışanlarının yemek yediği lokantada yemeye başlamıştı. Lokantacı velinimeti[3] saydığı Mehmet Ustayı, gönlünü hoş etmiş bir hâlde lokantasından uğurlamaya çalışıyordu. Komisine kahveden getirttiği taze çayları da alarak Mehmet Ustanın masasına oturdu.

Güncel konular konuşulduktan sonra Mehmet Usta lokanta sahibine: “Benim çıraklardan Dursun çok zayıf. O çocuğa yemekleri biraz bol kepçe koysan olmaz mı?” dedi.

Lokantacı: “Mehmet Ustam, çorba kâsesini silme doldursam ne çıkar? O çocuk çorbadan başka bir şey yemiyor ki. Yediği ekmeğinse haddi var hesabı yok! Neredeyse hesabı öderken, çorba benden olsun; sen ekmeklerin parasını ver diyeceğim. Lakin ortada senin âli hatırın var!”

Mehmet Usta, çayını yudumlamayı bıraktı. Kan yüzüne hücum etti: “Biliyor musun, o bir yetim çocuk! Hem de tertemiz bir çocuk. Ben dükkâna gidince çağırır, niçin yalnızca çorba içtiğini sorarım. Lakin bir daha onun sadece çorba içip yediği ekmekleri dert edersen hiçbir çalışanımın burada yemek yemesine asla müsaade etmem. Bilirsin ben açık sözlü bir adamım. Benim bugünkü hesabıma mükellef bir yemek ücreti ekle. Yarın Dursun senden çorba istediğinde bugün parasını verdiğim yemeklerle onun karnını bir güzel doyur. O çocuğun memnuniyetine göre diğer çalışanlarımın burada yemek yemelerine karar vereceğim.”[4]

Kendi yemeklerinin ve Dursun’un ertesi gün yiyeceği yemeklerin parasını ödedikten sonra lokantadan ayrıldı. Günlük işlerini yapmak üzere yazıhanesine gitti. Çıraklardan birisiyle Dursun’u yanına çağırttı.

Dursun, Mehmet Usta’nın yanına gelince başını önüne eğdi: “Buyur Usta, beni emretmişsiniz.” dedi.

“Estağfurullah, yavrum. Seninle biraz konuşalım istedim. Ben de tamirhaneye gelebilirdim. Herkesin içinde konuşmak istemediğim için seni buraya çağırttım. Sorularıma çekinmeden cevap verirsen sevinirim. Yavrum, bugün lokantaya uğradım. Lokantacı senin yalnızca çorba içtiğini söyledi. Sedat Kalfa, çalışanların hepsine öğle yemeği parasını aynı vermiyor mu?”

"Usta, Sedat Kalfam herkese ne kadar veriyorsa bana da o kadar veriyor.”

"Peki, madem sana da aynı miktarda para veriliyor, sen niçin diğer çalışanlar gibi yemek çeşitlerinden yemiyorsun? Yalnızca çorbayla yetiniyorsun. Sen büyüme çağındasın, yeterince beslenemezsen sağlıklı bir gelişimin olmaz. Bak, bir deri bir kemik kalmışsın. Niçin yalnızca çorba? Çorba, bizim işimiz ağır bir iş olduğu için adamı tok tutmaz. Peki, çorbayla doydun diyelim; yemek parandan arta kalan paraları ne yapıyorsun?”

 “Yemekten artırdıklarımı, verilen bahşişleri anama veriyorum. Anam da bizlerin ihtiyaçlarına harcıyor.”[5]

"Evladım, bundan böyle sana verilen paradan artırmayı düşünmeden diğer çalışanlar gibi yemek ye. Ben senin haftalığına zam yaparım. Böylece sen de yemeğinden kısmamış olursun. Dedim ya! Sen büyüme çağındasın. Senin çok iyi beslenmen lazım. Şimdi git, kaldığı yerden işine koyul.”

Dursun, ustasının konuşması bittikten sonra ustasına sırtını dönmeden saygıyla yazıhaneden çıktı. Her zamanki gibi işine koyuldu. Müşterilerin memnun olarak dükkândan ayrılmaları için her birinin araçlarındaki arızalar güzelce halledildi.

Akşam olunca dükkânın alet edevatı toplandı, temizliği yapıldı, kepenkler indirildi. Çalışanlar birbirleriyle vedalaşıp evlerinin yolunu tuttular.

Sabah olunca her zamanki gibi dükkân açıldı. Gelen müşterilerin arızalı araçları onarıldı. İşler biraz hafifleyince çalışanlar birer ikişer, sırayla öğle yemeği yemek üzere lokantaya gitmeye başladılar. Nihayetinde Dursun’a da sıra geldi. O da lokantaya gitti. Lokantanın sahibi tarafından kapıda krallar gibi karşılanmasına bir anlam veremedi.  Kendisine böyle bir saygının gösterilmeyeceğinden emindi. Dönüp arkasına baktı. Kendisinden başka lokantaya gelen olmadığını görünce şaşırdı. Daha dün çorba parası verirken kendisini bir kaşık suda boğacakmış gibi bakan o adam gitmiş, yerine âdeta bir melek gelmişti![6]

Bu duruma bir anlam verememekle beraber, çırak hâliyle bir usta gibi karşılanması hoşuna gitti. Yemeklerin komiler tarafından değil de özellikle lokanta sahibince, sipariş verilmeden getirilmesi tuhafına gitmişti. Karnını bir güzel doyurdu: "Ne yapalım, battı balık yan gider, para artıramadık; ama bugün de böyle olsun. Yarın yine çorbaya talim ederiz." diye düşündü. Bu esnada lokantacı bu defa elindeki çayı: "Müessesemizin ikramı" diyerek önüne bıraktı. Lokantacının ısrarına rağmen işe geç kalma endişesiyle çay ikramını geri çevirdi.

Çıkarken arkasından lokantacının karşılamadaki munis sesi duyuldu. “Dursun, evladım; ustan burayla alakalı bir şeyler sorarsa bari çayı içmiş gibi cevap ver. Ben kendi ellerimle getirdim. Tüm ısrarlarıma rağmen işe geç kalırım diye sen içmedin. Hem ustana memnuniyetini belirtirsen çorbaları bol kepçe ve dilediğin kadar yersin.”

Midesi bulandı çocuğun. Yediklerinden değil, duyduklarından... Zaten böyle abartılı bir şekilde karşılanması da içinde bir huzursuzluğun uyanmasına sebep olmuştu. O, kendine 'kendi' olarak sıradan bir saygı istiyordu; kendi üzerinden başkalarına, hele de o başkalarının parasına puluna değil. Birilerinin parasına puluna gösterilen yalakalığın aracı durumuna düşmek, onu rahatsız ediyordu. Bu, çocuk veya büyük; her insanın rahatsız olacağı, rahatsız olmasını gerektiren bir durumdu. 

Çocuk hiçbir şey söylemeden hızla uzaklaştıktan sonra lokantacı, masayı gelecek müşterilere hazırlamak için toplamaya koyuldu. Her zaman içtiği çorbanın parasını veren çelimsiz çocuk, niçin bugün para vermeye yeltenmemişti? Belki de ustası dün bana vermiş olduğu yemek parasını ona da söylemiştir, diye içinden geçirdi.

Masadan tabakları almak için uzanan elleri, kaldırdığı her tabağın altından onluk kâğıt paraların çıkışıyla şaşırdı. Demek ki Mehmet Usta, konuştuklarımızı çocuğa söylememiş. Neyse, başka bir gün geldiğinde ustasının, parasını verdiği yemeği yer. Hem parası çıkmadığı için de sevinir, dedi.[7]

Parayı aldı, cebine koydu, diğer müşterilerle ilgilenmek üzere masadan uzaklaştı.

O yıllarda bütün çıraklar cumartesi akşamı olunca haftalıklarını alırlardı. Gün haftalık günüydü. Akşam olunca bütün çalışanlar haftalıklarını aldıktan ve bahşişleri paylaştıktan sonra sevinçle evlerinin yolunu tuttular.

Pazartesi olunca, tamircide çıraklardan bir kişi eksikti. Lokantacı, Dursun lokantaya gelmeyince Mehmet Ustanın cuma günü Çelimsiz Dursun yemek yesin diye verdiği parayı iade etmek için yazıhaneye gitti. Giderken de çalışanlarına, müşterilerine de duyuracak şekilde yazıhaneye gidiş sebebini söylemeyi ihmal etmedi. Mehmet Usta bile, lokantacıyı dürüstlüğünden dolayı tebrik etmekten kendini alamadı.[8]

Dursun, o günden sonra hiçbir yerde görülmedi. Yalnız öyle sanıyoruz ki o pazartesinden önceki bir gün, bir emeğin ve bir çocuğun ölümüne, meleklerden başka hiçbir kimse tanık olmadı.

 



[1] Artık cemiyet; 'kendi keyfiyetinden koparılmış, hatta bir 'keyfiyet'ten bile koparılmış /kopmuş; kemiyet hâline gelmiştir. Şair diyor ya: " Cemiyet, ah cemiyet; yok edilen ruhiyle /Ve cemiyet, cemiyet; yok eden güruhiyle..." ve bence devamı da şu: " İnsanlar zindanda birer kemiyet; /Urbalarla kemik, mintanlarla et." Ruhsuz bir cemiyetin vatanı olmaz; onun bulunduğu mekân, dışarının unutturulduğu /unutulduğu bir açık hava cezaevidir. Kölelerle (kendi kölesiyle değil, çünkü onun hiç kölesi olmadı) aynı sofralara oturan, aynı saflarda gaza eden bir peygamberin getirdiği dinin mensupları(?), artık bir patronun işçisiyle aynı lokantada yemek yemesini bile tevazudan saymakta, hatta bu mensuplar içinde bunu yadırgayanlar bile bulunmaktadır.    

[2] Cesaret ilahi, cüret ise şeytanidir. Cesaret ilahidir; çünkü o, haksızların ve zalimlerin güçlü olmadıklarını bilmek, gücün yalnızca Hakk'ta olduğunu bilmektir. Cesur adam, gücü kendisinde de vehmetmez. Yani kişinin cesur olmak için güçlü olması gerektiğine inanması da batıldır ve böyle birinin göstereceği de cesaret değildir. Cüret ise gücü kendinde zannedenlerin 'haddi', yani 'sınırları' bilmemesinden kaynaklanan gösterilerdir. Hak'tan başka 'had', yani 'sınır' yoktur. Her şey; adam gibi adamın bütün eylemleri,  'Hak' ile sınırlanmıştır. Cesaret ahlaktır, cüret ise ahlaksızlık... 

[3] Velinimet... Tevessül-i esbab... Şimdi bunlar, 'El-Rezzak' ve 'Müsebbibü'l-esbab ' aşkının neresinde? Oysa onlar, bir zamanlar 'çilehane'lerde ve 'itikâf'larda, bütün anlamlarıyla oruçlu idiler. Görenler onları yerlerde ya da göklerde zannetseler de onlar, bunların; yani 'velinimet'in ve 'tevessül-i esbab'ın 'El-Rezzak'ı unutturmaya güç yetiremedikleri bir yerdeydiler... 

[4] Tek zenginliğimiz var; hayat... Ne yazık ki yoksulluğumuz da hayatımızdan başkası değil... Hiçbir kimsenin hayatından başka bir şeyi yoktur. Bizi 'ayartan', hayatımızdan başka bir şeylerimizin de var olduğu vehmi. Hayatımızın zenginliği, yani bizim zenginliğimiz; başkalarının mutluluğu uğruna feda edebildiklerimizde, yoksulluğumuz ise onlardan esirgediklerimizde. Ömür, ömürdür; ne uzanır, ne kısalır... Ama hayat, yani zenginliğimiz büyüyüp küçülmeyle... Hayat; zenginleştikçe büyür; yoksullaştıkça küçülür. Bir çocuğun gülümsemesi, bir kuşun kanat çırpması, bir gül uğruna dikene verilen su bile hayatı tarifsiz büyütmelere yeter... Bize verilen hayatı büyütmemiz sorumluluğumuz olsa da sevincimiz olmadıkça 'yaşamış' sayılmayacağız... 'Yaşama'nın sırrı, Hazreti Resul'ün "Ölmeden önce ölünüz" teklifinde...  

[5] Yetim çocukların anaları... Onların omuzlandığı yükü tartabilecek bir ağırlık ölçüsü var mı acaba bütün kâinatta? Onlar; isimsiz Asiyeler, isimsiz Meryemler, isimsiz Amineler... Nice yetim çocuk, onların gözlerinde bir tek sevinç parıltısı görebilmek için çocuk ömürlerini atölyelerde, iş tezgâhları başında, merhametsiz patronların tehditleri altında tüketti de hayatını o sevinç ışıltısıyla anlamlı kıldı. Şüphesiz ki Hesap Günü'nde "Verdiğimiz hayat emanetini anlamlı kılanlar, bir adım öne çıksın!" diye bir emir gelirse, ilk öne çıkanlar, hayatlarını analarının gözlerindeki o sevinç parıltısıyla anlamlı kılanlar olacaktır. Onlar, Hazreti Resul'ün bildirdiği üzere, cenneti o anaların ayakları altında bulanlar... Ve onlara adalet ve merhametle davranan patronlar, yöneticiler; kendilerine zenginlik, makam ve mevki nasip edilmiş olanlar... Onlar da o çocukların cennetinde pay sahibi olanlar...        

[6] "Ye kürküm, ye" diyerek olmaması gerekeni anlatıyordu ya Nasreddin Hoca... İşte onunla birlikte Yunus Emrelerin, Hacı Bektaş Velilerin rahlelerinde kendini bulan bir milletin gerçek sultanlarının verdiği hikmet dolu dersler, kahkahalarla gülünecek fıkralar hâline getirildi önce. 

[7] Para ile emek karşılıklı ve denktir. Teknik bir mekanizma oluşu yönüyle devlete işlerlik kazandırmakla yükümlü hükümetler, bu karşılıklığı ve bu denkliği sağlamak zorundadır. Esasen 'para'nın 'millî' olması da bu yüzdendir. Emek kutsaldır. "Hiç kimse elinin emeğinden daha hayırlısını yememiştir" diye buyuruyor Hazreti Resul... Onun kutsallığı, karşılığı ve dengi olan 'para'ya da sirayet eder. O paraya 'helal kazanç' derler. Kim olursa olsun; ister hükümetler, isterse şahıslar, 'para'yı emeğin karşılığı ve dengi olmaktan çıkarıp da parayla para kazanmanın yolunu açmışlarsa ki döviz alım satımı bu yollardan biridir (döviz, gayrı millî paradır), açtıkları kapının 'haram'dan başka bir yere çıkmadığı ve çıkmayacağı bilinmelidir.    

[8] Allah rızası için yapılan bir eylemde, Allah'tan başka bir tanık da çağırmak, o hayırlı eylemin hayrını yaralar, incitir; o eylemi nefsin propagandası yapar, kibir hanesine yazar. Özellikle ramazanlarda görüyoruz; falan şirketin filan partiye, cemaate veya tarikata mensup patronu, babasının hayrı için kamyonlardan 'yardım paketleri' dağıttırıyor. Aşağıda ise bir paket alabilmek için birbirleriyle kavga eden insanlar... 

 

 

 

 

DEHRİN ATLARI

DEHRİN ATLARI

Reşat COŞKUN

 

Bütün gülüşler;
Aklın sınırlarını zorlayacak güçtedir.
Unutanları unutmamak
Bilmem ki nedir.

İrademin metafizik arzusu;

Kimi sevsem,
Kime kavuşsam,
İçimdeki sen değil.

Nereye gitsem
Yolun gönlüme düşer.

Kime rastlasam
Nerede bir güzel görsem
Gözlerim onda seni arar.
Gönlüm gördüğünün
Sen olmasını arzular.

Nice gözlere inandım.
Nice gülüşlere teslim oldum.
Vuslatlarda bulduğum sen değil

Kurudu ummanım.
Didemde saklı bir damla
Ümidim coşkun sel değil
Ben bile bana yabancı.
İçimdeki sen el değil.

Zaman atlarını
İçimde koşturdu.
Hicranlarıma toynaklarıyla
Mührünü vurdu.

Aşka dair
Bütün bahisleri;
Baştan kaybettim.
Hayat yarışında;
Yağız atların kır atları geçtiği
Görülmüş değil…

 

KUYUDAKİ YILDIZ

KUYUDAKİ YILDIZ

 

Reşat COŞKUN

 

 

Bir budak deliğinden bakıyoruz
Gökten arta kalan zamanlarda
Birbirimizin yalnızlığına.
Uzay bükülür, zaman bükülür.
Neden yalnızlık bükülmez.
Boyunlar bükülür.
Kalpler burkulur.

Göklerin kapısı kapanalı
Ben semadan değil 
Kuyulardan öğrendim 
Yıldızları izlemeyi.

Hepimizin gözü yıldızlardaydı.
Senin yıldızın göklerdeydi.
Benim yıldızım yerdeydi.

Bir gün 
Bir yıldız 
Kör bir kuyuda 
Göz kırptı bana.
Yemin ederim.
Gözlerimle gördüm.
Kalbinle tasdik ettim.

Gözlerimin gördüğünü
Neden kalbim yalanlasın ki...

 

NAİMA’NIN ELİ

NAİMA’NIN ELİ

 

Reşat COŞKUN

 

Aynı güzergâhın farklı duraklardaki yolcularıyla otobüs tıka basa doluydu. Elleriyle tutunduğu metal direkten ayakta durmak için güç alıyordu. Otobüsün böyle dolu olmasında havanın soğuk olması ve dışarıda kar yağması etkili olmalı diye düşündü içerdeki kalabalığı seyrederken. Oysa evden çıkmadan önce hava durumu bültenini dikkatlice dinlemiş ve havanın parçalı bulutlu olacağını işitmişti.

 Şimdi bu amansız soğuk ve bitmeyen kar yağışıyla karşılaşınca; içinden sadece bir tahmin onlarınki, belki de temenni. Oysa temenni ve tahmin başka; yaşanılan bambaşka şeylerdir, dedi ve bir an gülümsedi. Kalabalığa rağmen otobüste ayakta da olsa yer bulduğuna seviniyordu.  Böyle havalarda beklediği durakta otobüsler genelde dolu olduklarından durakta inen yolcu yoksa durmadan geçerlerdi. Bu durumu da birkaç kez tecrübe ederek öğrenmişti.

Karşısında kuvvetle muhtemel Bosna göçmeni bir kadın ve kucağında dört yaşlarında sarı saçlı bir kız çocuğu duruyordu. Çocuk, gülen mavi gözleriyle kendisine bakıyordu sürekli biçimde, hep onu gözlüyor, her hareketini izliyordu ve kadının olup bitenlerden haberi yoktu. Oysa çocuğun gülen gözleri sanki ruhuna bakıyor, içini ferahlatıyordu Mete’nin. Bu bakış, çektiğimiz sıkıntılar boşuna değil dercesine bir bakıştı. Öte yandan kadının hâlinden de otobüsün bir an önce ineceği durağa varmasını beklediği seziliyordu.

Otobüste insanlar yüksek sesle birbirleriyle konuşup duruyorlardı ve içeride anlamsız bir gürültü yayıldıkça yayılıyordu. Hemen az ilerde yüzleri görünmeyen iki genç birbiriyle sohbet ediyordu. İki yaşlı kadın ağır ağır dertleşiyor, bir kısım genç kız birbiriyle fısıldaşarak gülüşüyor ve bütün bu ses karışımı sanki çok yakınmış gibi kimi açık seçik, kimi yarı yamalak işitiliyordu. Bu alaşımlı gürültünün ortasında Mete bir yandan gözlerinden gözlerine uzanan cümleciklerle çocukla konuşurken bir yandan da en yakında konuşan iki genci dinliyordu.

Birisi diğerine:

 - Osman, kalabalıklarda bile yalnızız değil mi? – diye sormuş diğer genç ise : - Evet! Yalnızlık insana kitaplarda bile olmayanı öğretir. Bu zamanda herkes kendisi için ağlıyor. Yalnızlığımız ve gözyaşlarımız gösterdi ki kendimiz için ağlamak bir işe yaramıyor. Oysa tek bir gün birbirimiz için ağlasak belki bir işe yarar. – diye cevaplaşmıştı.

 İlk konuşan genç eklemişti hemen: Haklısın; gün geliyor, koca bir çınara bir yaprağı taşımak ağır geliyor. İki göz bir damla gözyaşını taşımakta zorlanıyor. Bak sana bir şey anlatayım mı? - Vaktin birinde bir kuşçu vardı. Ben o zamanlar çok küçüktüm. Evinin damında hemen her gün ikindiden sonra kuşlarını uçurmaya çıkan o kuşçuyu ara sıra uzaktan izler ve dalar giderdim. Nihayet bir gün yanına çağırdı beni, gittim ve daha yakından hem kuşçuyu hem de kuşları izlemeye başladım. Oldukça mahir hareketlerle yem serpiyor, kimi kuşları oldukları yerde alıkoyarken bazılarını uçmaları için habire zorlayıp duruyordu ve kuşlar ise sanki bu zorlayışı anlamış biçimde istemeden de olsa uçuyorlardı. Şaşırtıcı olan bir başka şey ise mahir kuşçunun bazı kuşların teleklerini yolmasıydı. Evet, gözümün önünde adam uçmaya zorladığı bazı kuşların teleklerini bana çokça acımasız gelecek şekilde yoluyordu. Duramamış,: Canları yanmaz mı, niçin böyle yapıyorsunuz? diye adama çıkışmıştım. Adam ise sanki de beni duymuş ama duymamış gibi bir yandan tuttuğu kuşun teleğini çekerken bir yandan da konuşmuştu:

 - Ben kendime yakın olmasını istediğim değerli kuşlarıma hep böyle yaparım çocuk…

Şaşırmış ve yeniden sormuştum adama:

-İnsan hiç kendine yakın bulduklarının canını yakar mı? –diye.  Mahir kuşçu yine işine devam ederken sanki bu duygu dolu ikinci sorumla bir an sarsılmış gibi duralamış ama tam yüzüne yayılırken bir yerde tuttuğu hafif gülümsemesiyle devam etmişti:

- Yakınlığın kendisi can yakıcıdır çocuk. Olur ya bir gün vakit gelir akış ve seyir kesilir. Bak ben bu kuşları değerli oldukları ve onları çok sevdiğim için kendime yakın bulurum. Onlar da beni kendilerine yakın bulduklarında yakınlığın zevkini keşfettiklerinde artık teleklerini koparmam. İşte o zaman nereye giderlerse gitsinler, bilirim ki akılları ve gönülleri bendedir. Çok uzaklara da gitseler döner yine bana gelirler. Yakınlığın tadını aldıkları için bu tadı tatmasını istedikleri değerli kuşları da beraberlerinde bana getirirler. Bu devran böyle sürer gider... Uzaklardaki özlemleriyle yakınımda olduklarındaki özlemleri aynıdır. Ben onları özlerim onlar da beni özler. Günlerimiz birbirimizi severek ve özleyerek geçer. İşte bak, tam bu kıvamdaki özlemek belki sevmekten de güzel olur. Beklenen sevilen olunca…

Kulaklarında gençlerin bu sohbeti yankılanırken gözleriyle konuşan kız gülmüş ve küçümen dudaklarından biliyor musun benim adım Naima kelimeleri dökülmüştü birden bire. İçinden demek Naima, ne güzel bir isim bu, diye geçirmişti. Oysa o Naima’yı okuduğu kitaplardan aklında kalan bir eski zaman tarihçisinin adı olarak hatırlıyordu. Birden kızın mavi gözleri çekti ilgisini. İsmiyle gözleri ne kadar da müsemma demişti içten içe. Sonra gözlerini otobüsün içinde dolaştırmış lakin tanıdık bir yüze rastlayamamanın ümitsizliğiyle yüzünü yeniden kıza doğru dönmüştü.

 Şimdi eskisinden daha içten bir gülümsemeyle mavi büyüyen gözleriyle kendisine bakıyordu. Bir ara: “Çıkar kalbini ver de oynasın. Çocuk mutlu olsun. Kırsa bile en azından art niyetli değil.” diye düşünmüştü… Neydi çocuğun içinden kendisine karşı duyduğu iştiyak? Annesi hüzünlü bir heykel gibi dururken çocuk ileriye doğru hamleler yapıyor, ikisi arasındaki sessiz iletişimden bihaber annesi ise o hamlelere engel olmak için ara sıra kıpırdıyordu.

Küçük kızın mavi gözleriyle İçi Mostar gibi köpürüp durulan Mete bir ara kadının yüzüne aleyhine olmayacak bir bakışla bakmış ve kadının aklında kalan simasıyla yeniden küçük kızın mavi gözlerine yönelmişti. Dünyada dünya ile mutlu olunamayacağını öğrenmiş bir çehreydi kadının simasını şekillendiren. Dünyada dünyayla mutlu olunamayacaksa; bunu bilen kaç insan var ve bunlar bunu hangi şeyle öğrendiler diye merak etmişti uzunca bir zihinle… Böylece içinden pek çok cevaplar geçirmiş ve belki şöyledir, kadının kocası Bosna’da şehit düşmüştür… diye düşünmüştü. Kadının eşini böylesine özleyişinin güzelliğine kanat getirmişti. Kocası belki de kadının kanatlarındaki telekti ve onu kadını yakın kılmak için canının yanması pahasına ondan çekilip alınmıştı ki, zaten bu dünyada dünyayla mutlu olmaya çalışma; sahibini bilmeden sahip olmaya çalışma hadsizliğinden başka neydi ki?...

Ona göre bu ana kız bütün bu minicik varlıklarına rağmen çok büyük bir şeydiler. Çünkü dört yaşlarında bir çocukla dul bir kadın kalkıp buralara kadar gelmiş ve bu otobüste bir kısa seyahat zamanının ortakları olmuşlardı. Hem değil mi, kim yurdunu ve sıcak yuvasını terk etmek isterdi ki? Kadının ve çocuğun bir kısmını arkalarında bırakarak bir kısmını yanlarında getirdikleri hüzünleriyle süslenen küçücük varlıkları işte tam da bu halleriyle öylesine büyüktü ki, çocuğunun gülüşü bile bir nebze de olsa annesinin hüznünü azaltmıyordu. Hüzünde huzur bulmuş ve bulduğunda karar kılmış bir ruh hâli kadının yanaklarından gözyaşı olmuş akıyordu işte.

Bu gözyaşları, işte bütün hakikati içinde akıp duran bu gözyaşları heykellerin de ağlayabileceğine şahitlik ediyordu sanki. Bütün bu duygular içinde savrulup duran Mete, bir an çocuğun gülüşüyle mutlu oluşuna şaşırdı. Karşısında onları öylece seyrederken garip biçimde kendi yalnızlığını ve garipliğini unutuyor gibiydi. Böylesine dopdolu bir içle arada bir camdan dışarı bakıyor, rüzgârla sallanan ağaçlar, koşuştururken elbisesi uçuşan insanlar görüyor ve bu bir yandan içerden bir yandan dışarıdan akıp giden ses ve görüntü kalabalığını anlamlandırmaya çalışırken kulak kabartıp dinlediği çocuğa hak veriyordu.

 Ağaçlara ağır gelen yapraklar artık ağaçlara tutunamıyordu sözgelimi. Araya mesafeler girse de kadın kendisine yakın bulduğu eşini kuşçunun güvercini misali özlüyordu. Rüzgârın uğultusunu ara sıra caddeden hızla geçen arabaların kornaları bastırıyor, şoförün frene basmasıyla içerdeki insanlar savruluyor, kapı açılıyor, otobüsten insanlar iniyor, onların yerine başkaları biniyordu. Her durakta aynı manzara yaşanıyordu. Yalnızca otobüsten inenlerle binenlerin sayısı her zaman birbirini tutmuyordu. Bazen inenden fazla yolcu biniyor; bazen de inen sayısı otobüse bineni geçiyordu. Yine de içerideki kalabalık yoğunluğundan bir şey kaybetmiyordu. Mete, bir an çocuk ile annesinden önce otobüsten insem keşke diye düşündü. Çünkü ona göre onların kendisinden önceki durakta inmesi gözlerine bakan mavi gözlerden mahrum yolculuk etmesi demekti.

Küçük kızın mavi ışıltılı gözleri, bulutsuz yaz günlerinin ferahlığını ruhuna taşıyordu. Gireceği imtihan öncesi böyle bir ferahlığa ihtiyacı vardı. Belki de çocuk bu durumu bildiği için bakışlarıyla sınav öncesinde ona iyilik yapıyordu. İçinde ardı arkası kesilmeyen sorular vardı: Çocuk niçin bu kadar güzelsin? Neden uzun kirpikli mavi gözlerini gözlerime diktin? Gözlerin bende olan, sende olmayan neyi buldu? Kaybettiğin hangi kıymetlini bende buldun?... diye içten içe konuşup duruyor ve kendi içine sorduğu hiçbir soruya en doğru cevabı bulamıyordu...

İçi bir hoş olmuştu Mete’nin, otobüsün içindeki insanların inmeye ya da yerlerinde sağlam durmaya ayarlı savrulmaya hazır hallerinden yine bir durağa yaklaştıklarını anladı. Kapı açıldı, yine inenler, binenler olacak diye düşünürken kadın inmek için kucağındaki çocukla kapıya doğru yürüdü. Kadın yürürken mavi gözleri bir çağlayan gibi ışıldayan Naima’da git gide Mete’den uzaklaşıyordu. Naima’nın gözlerindeki mavilik kayboluyor, gözbebeklerinde gündüzün mavi gökyüzünün akşamla siyaha dönmesi gibi bir hâl yaşanıyordu. Ne var ki burada yaşanan gurup ekvatordaki gibi kısa yaşanıyordu. Beş dakika önce o gözlerin sahibiyle durmadan birbirine bakmışlardı. Belki de ikisi de birbirinin yalnızlığına bakmıştı. Yalnızlıklarının kendilerine özgü olmadığını görünce de gözlerini baktıkları gözden alamamışlar, yalnızların yalnız olmadıklarını görüp anlamışlardı sanki…

Annesi merdivenlerden inerken çocuk kendisine doğru candan bir hamle yapmıştı. Annesinin gövdesini uzaklaştırmasına engel olamayan çocuk son bir hamleyle sağ elini tutması için Mete’ye uzatmıştı. Elimi tut. Bırakma dercesine… Kapı kapandığında çocuk ve annesi dışarıda kalmıştı. Uzanan küçücük sağ el; kanatlı kapının kapanması sonucunca sıkışmış içerideki gencin elinde kalmıştı. Kapı kapanırken bu durumun yaşanmaması için yerinden fırlamış, kendi elini kapıya uzatmıştı. Ancak yetişememişti. Bu sırada çocuğun eli kopmuş ve elinde kalmıştı…

Mete ne yapacağını bilemiyordu. Otobüs çoktan hareket etmişti. Yetişip Naima’nın annesine çocuğun elini vermeyi denese onları nerede bulacaktı? Arasa o zamana kadar gerektiği gibi saklanmadığı için elin naklinin yapılması da mümkün olmayacaktı belki. Bir buzdolabı, belki bir buzdolabı arayıp bulsa, hem kim dolabına kopmuş bir çocuk elinin bırakılmasına razı olurdu ki? Dahası kaç gündür hazırlandığı imtihanı da kaçıracaktı.

 Otobüsü durdurup inse kolluk kuvvetlerine haber verse elindeki kansız çocuk elinin hesabını nasıl verecekti? Verdiği ifadeye hangi hâkim ikna olurdu? Hangi kadıyoran savunmak için davasını üstlenirdi? Donup kalmıştı Mete, bıçakla kessen kanı akmazdı o an, tıpkı elinde kalan minik elin kanamayışı gibi…

Bir de girmesi gereken son sınavı vardı Mete’nin. Şimdiye kadarki okul hayatını taçlandıracak olan ve sefalet içinde sürdürdüğü hayata son vermesi muhtemel bir imtihandı bu. Yaşadığı sıkıntı, akla hayale gelmeyen türdendi. Öyle ki bu sıkıntı, önceden yaşamış olduğu sıkıntıları özletecek cinstendi. İradesi elinden alınmış gibiydi,  kafası kesik horozlar gibi ayaklarının üzerinde yürüyor, nereye, kime gittiğini bilmeden yönünü kaybetmişçesine öylece gidiyordu. Birden bir elin parmaklarını sıkıca tutuğunu hissedince irkildi ve elindeki o küçük eli hatırladı. Eline baktı. Parmaklarını sıkıca tutan o mavi gözlü kız çocuğunun eli hala elindeydi ve küçük parmakları avucunun içinde kıpırdayıp duruyordu. Elin hâlâ canlılığını koruyor olmasına sevindi. İçi ürperdi!  Çaresizce tekrar bu minik eli, ait olduğu gövdeye nasıl kavuşturacağını düşündü. Elin hayat dolu oluşu ve mavi gözlü kıza ait oluşu tahammülünün sınırlarını zorluyordu artık. Yeniden şuurunu kaybetti Mete. Caddeden karşıya geçiyordu. Önünde duran büyük bina hayatının imtihanı için onu bekliyordu. İçindeki imtihan bitmemişken ve henüz sonucu belli olmamışken bu dünyevi imtihanla nasıl baş edecekti ki…

Canavar düdüğünü aratmayan korna sesleri akabinde pat diye bir ses duyuldu caddenin orta yerinde. Mete tam orta yerde sırt üstü düşmüş yatıyordu. Gözleri mavi gökyüzüne dikilmişti. Mavi gökyüzünde bulutlar yerine mavi gözlü kız sanki ona bakıyordu, gök sanki küçük kızın gözleriyle Mete’yi seyrediyor ve küçük kızın gözlerini kendine nakşederek Mete’ye de az önce seyrettiği mavi gözleri seyrettiriyordu. . Etrafta yine insanlar koşuşuyorlar ve öylece koşuşup dururken bir birleriyle konuşuyorlardı. Bu kez bütün konuşmaları duyuyordu Mete. Lakin hiçbir konuşmayı anlamıyordu. Hızla gelen bir cankurtaran aniden yanı başında durmuş, birkaç kapısı birden aynı anda açılmıştı. Belli belirsiz bir şeyler duyuyor gibiydi Mete: müjde kazazede yaşıyor! Bakın gözlerinden akan yaş bunu müjdeliyor sanki… Ve bir başka ses, kendinden daha emin ve yerde yatan Mete’ye bakarken herkesten daha çok içi yanan bir ses, sahibinin umutsuzca tonlamasıyla elini Mete’nin nabzına götürüyor. Başı yerde, Mete’ye bakıyor ve acıyla ‘eks olmuş…’ diyor. Bir an eline bakıyor, Mete'nin diğer elinin parmaklarını tutan eli görüyor. Şimdi koptuğu yerden kan damlıyor, Mete’nin elini tutan minik el kanıyor...

Ve bir ses daha karışıyor Mete’nin seyrettiği gitgide kararan gökyüzünün altında. “Bir an önce çocuğa elini götürelim. Bu el Naima’nın eli! Bulduk onu.” diyor, sesin sahibi. Mete’nin elini tutan minik parmaklar fersizce çözülüyor, Mete için gelen ambulans şimdi suskun, acele etmeden kenara çekiliyor, Mete’nin gözleri doyumsuz bir maviliğe baka baka bu kez kutuplardaki gurup misali yavaşça kapanıyordu. Uzaklarda bir yerlerde çalmakta olan “Dersi Delum Marşı” kulaklarına geliyordu.

 

 

 

RAMAZAN BEREKETİ

RAMAZAN BEREKETİ 

 

Reşat COŞKUN

                                                                    

      

       "Şimdi ağla çocuğum, yarın ağlayamazsın;

       "Bugün anladığını, yarın anlayamazsın..."

                                                                                     Necip Fazıl Kısakürek   

            

Toprağın beklediği nisan yağmurları rahmet olmuş, gökten sicim gibi yağıyor,  havalar bazen de sümbülede karar kılıyordu. Köylüler telaşla köylerine giden araçlara yetişmeye çalışıyorlardı. Bu telaşta kaçırılan minibüsün telafisinin olmayışının yanında, baharla başlayan tarla tapan işlerinin çokluğu da etkiliydi.

Yaşlı adam kahvenin önünde, tentenin altında çayını yudumlarken birden gözüne küçücük bir tezgâhta kıska soğan tohumları satan küçücük bir çocuk ilişti. Cadde, köylülerin koşuşturmalarından sonra iyice sakinleşmişti. Çocuğun durumuna göre, kendince fikir yürütmeye çalışıyor, bunu istem dışı yapıyordu. Gözleri, çocuğun kendinden daha küçük tezgâhına kaydı: “Allah’ım, tezgâhı kendinden küçük. Tezgâhındaki soğanlar, tezgâhından da küçük!" Sonra, gözlerini tezgâhtan ayırmaya çalışarak, karşısında birisi varmış da ona itiraz ediyormuş gibi başını iki yana salladı: "Bu çocuğun küçük görülen varlığında, çocuğa dair her ne varsa gitgide küçülüyor.”

Çocukta küçüklükler sanki küçülme yarışındaydı; küçücük eller, küçücük ayaklar... Düşüncesinin burasında durdu, 'küçücük eller' düşüncesine isyan edercesine: "Hayır, hayır! Bu ellere 'küçük' demek nasıl mümkün olur? Bu yaşta ekmeğinin peşinde..."

Biraz önce yağan yağmurdan kalan ıslaklığın, çocuğun elbiselerinde hâlâ kurumamış olduğunu görmek; bakışlarının sertleşmesine, yumruklarının hafifçe sıkılmasına sebep oldu.

Kahvehanenin camını tıklattı. Koşarak yanına gelen garsona: "Şu kıska soğan tezgâhındaki çocuğa benden bir çay götür; içsin, içi ısınsın” dedi.

Garson elindeki çayla çocuğa doğru yöneldi. Çocuk sipariş vermemesine rağmen kendisine çay getirilmesine şaşırdı. Garson, çocuğa Himmet Emi’yi gösterdi. Himmet Emi de başıyla 'benden' işareti yaptı. Çocuk başını hafifçe eğerek teşekkür etti.

Himmet Emi, çocuk çayını içerken derin bir ah çekti. Bu çocuk, âdeta kendisinin bir zamanlar yaşadığını, şimdi yaşıyordu. Çocuğun tezgâhını açtığı yerde, yıllar önce çocukluğunda sebze sattığı günler aklına geldi. Çocuğa kanı ve canı daha da ısındı: “Sebze sattığın günlerde kim derdi ki, Himmet; büyüyeceksin de bu günlere geleceksin! Söyleseler, gözümle görsem inanmazdım. Lakin yaşadım, gördüm ve inandım. Düşmez kalkmaz bir Allah. Gün doğmadan neler doğuyor Allah’ım.” dedi.

Caddedeki sessizlik çocuk sesleriyle bozuldu. Okuldan çıkan çocuklar kümeler hâlinde kıska soğan tezgâhının başına toplandılar. Kalabalık, zaman geçtikçe oğul veren arılara dönüştü. Soğancı çocuk, aşağı yukarı kendi yaşında olan çocukları tezgâhın başında tek sıra yaptı. Okuldan çıkan diğer çocuklar da bu düzene uymakta zorlanmadılar.

Sırasıyla bedava kıska soğan tohumlarını alan çocuklar şen şakrak evlerinin yolunu tuttular. Cadde, yeniden sessizliğe büründü. Koca bir okulun öğrencileri tezgâhtan uzaklaşınca, küçücük tezgâhtaki küçücük soğanların miktarı bir hayli azalmıştı. Çocuğun, kendisi dâhil, varlık adına nesi varsa küçücük iken, Himmet Emmi de çocuğun şahsiyeti büyümüştü.

Himmet Emmi, kahvenin camını tekrar tıklattı. Bu sefer garsondan kendisine iki çay getirmesini istedi. Gelen çayları alınca, çaylarla birlikte çocuğun yanına gitti.

Çocuğa: "Koca yürekli çocuk, senin adını öğrenebilir miyim?" dedi. Çocuk: "Elbette amca, benim adım Ramazan. Önceki çay için yeniden teşekkür ederim. Önceki diyişim biraz uzaktan oldu". Himmet Emmi, elindeki çaylardan birini tezgâha bıraktı: "Ramazan, müsaade edersen birlikte çay içelim dedim. İkimize çay aldım". Ramazan, saygıyla: "Estağfurullah amca. Elbette olur." diyerek Himmet Emminin tezgâha bıraktığı çay bardağını eline aldı.

Himmet Emmi: "Ramazan; çaylarımızı içerken seninle sohbet etmek istedim. Uzaktan seni izledim. Doğrusu, çocuklara karşılık almadan soğanları dağıtman oldukça erdemli bir davranıştı. Lakin sen küçük bir esnafsın, bugünkü kazancının neredeyse tamamına yakınını okuldan çıkan çocuklara hibe ettin. Ben bu işleri senin yaşındayken yaptım. Sahi, Ramazan; unuttum balam, sen kaç yaşındaydın?"

Çocuk: “On üç yaşımdayım.” dedi.

Himmet Emmi, çocuğa bir iyilik yapmış olmak düşüncesiyle onu, yaptığı alışverişte ikaz etmek ihtiyacı duydu. Hem, çocuğun kıska soğanları diğer çocuklara karşılıksız dağıtmasının sebebini de merak ediyordu: "Yavrum,  neden elindeki mallarını, sen daha ihtiyaçlıyken o çocuklara bedava dağıttın? Neden zararına neticelenecek ticarete girişiyorsun? Bak, yağmurda ıslanan elbiselerin daha kurumamış. Hem onlar sıcacık yuvalarına gittiler; sen hâlâ burada, kalanları satmak için müşteri bekliyorsun?"

"Amca, istedim ki çocuklar kolaya alışmasınlar. Onlar şimdi eve gidince saksı, toprak temin edecekler. Kıskaları ekecekler. Her gün sulayacaklar. Daha önemlisi büyümelerini sabırsızlıkla bekleyecekler. Böylece o kıskalarla birlikte onlar da büyüyecek. Sorumluluk almayı ve üretmenin önemini kavrayacaklar. Bütün bu düşüncelerden sonra yanlış yapmış olabilir miyim?"

"Yok, evladım yanlış yapmış olamazsın. Aksine çok erdemli bir davranışta bulunmuşsun. Hem de yaşça küçüklüğüne rağmen kocaman yüreğinle. Hayatı anlamlı ve yaşanılır kılan şey yüce bir gaye, düzen ve iradedir” Sende bunların hepsi var." Himmet Emmi, bunları söyledikten sonra, bir an durdu ve bir şey hatırlamış gibi devam etti:

"Beni kırmayacağına söz verirsen senden bir ricam olacak. Dağıttığın soğanların parasını vereyim, kalan soğanlarını da satın alayım. Sen de evine git. Dedim ya, ben de yıllar önce senin yaşlarındayken yıllarca senin yaptığın işi yaptım. Hadi beni kırma. Yapmış olduğum teklifimi kabul et".

Çocuk, bir baş işaretiyle bunu kabul edemeyeceğini ifade ederken Himmet Emmi, müşfik bir sesle sözlerine devam etti:

"Bak, bana bir iyilik yapmış olacaksın. Bu iyiliği esirgeme benden. Sen iyilik yapmayı seven bir çocuksun. Çocuklara yaptığın iyiliği bana da yapabilirsin."

Bu arada çocuk, yapılan teklifteki kazancıyla göstermesi gerektiğine inandığı davranış arasında bir tereddüt içindeydi. Ancak, inandığı davranışın galip gelmesi uzun sürmedi. Başını gizleyemediği bir mahcubiyetle öne eğdi:

"Amca; küçüklüğüm iyilik yapmama, iyilerden olmaya çalışmama; fakirliğim de bir şeyler vermeme engel mi? Hem ihtiyaçlıyken daha ihtiyaçlıları düşünmek gerekmez mi? İyilik yalnızca büyüklere ve zenginlere has bir davranış mıdır?"

Himmet Emmi, bu çocukta gördüğü 'büyüklüğün' rastgele olmadığını, hatta bu büyüklüğün o küçüklüğün eseri olduğunu hissetmenin hüznüyle çocuğa baktı. Bu bakış, yıllar önce, yine bu çocuğun yaşlarındayken kaybettiği babasının bakışlarına benziyordu! "Yoksa insanlar, zaten 'büyük' olarak doğuyorlar da büyüdükçe mi küçülüyorlar?" diye düşündü bir an. "Evet, evet; galiba öyle oluyor. Çoğu zaman, biz büyüdükçe küçülüyoruz sanki." diye geçirdi içinden.

Şimdi, bu düşüncelerle şimşeklenen hıçkırıklar göğüs kafesini zorluyor; nisan yağmurları, bulutlu gözlerinden kendi içine akıyordu Himmet Emmi’nin: "Allah’ım iyilerin sayısını artır. Senin onları sevdiğin gibi onları da bize sevdir.” diye mırıldandıktan sonra çocuğa döndü:

"Çocuk, sen adın gibi bereketlisin. Ben, galiba adımın himmetliğiyle kalacağım” dedi ve oradan hızla uzaklaştı.

 

 

KUBBETU’T TÜRK

Üstüme üstüme gelen şehrin beton duvarlarından bıktığımda, her yüzde tanış bir tebessüm ararım. Eski bir ev de olsa benim için tebessüm sayılır, bu dünyada. Bilirim ki kalbinin temizliğinden önce midesinin temizliğini dert edinen insanlar bir yuvaya kavuşma özlemiyle yapmışlardır, bu binayı. Çıkar karışmamıştır. Savsaklama uğramamıştır. Üstünkörülük yoktur, bu işte. Yaptıran yuvasına kavuştuğu için yapan usta ise çocuklarının rızkını helalinden kazandığı için sevinmişlerdir. Yani demem o ki bu evde ben aynı zamanda “sevindir, sevin” zihniyetinin hâkim olduğunu görür bir de ben sevinirim. Yanı yöresi mutlu olmadan mutlu olanlar, sadist olmasalar da en azından vicdansızdırlar. Bazen eski bir mezar taşı dahi çoğu insandan özellikle de nevzuhur siyasilerden sıcak gelir, annemi hatırlatır bana. Kimselerin görmediği zamanlarda çok sarılıp ağlamışlığım vardır mezar taşlarına…

 

Yumruklarım sıkılı biçimde geldiğim bu dünyada çığlıklarımı içimde saklarım. Tıpkı İsrafil gibi… İsterim ki sayham bir şeyleri kökünden değiştirsin. Sayhamla kötülükleri iyiliğe dönüştüremesem de en azından onlar sona ersin. Gerçek birliktelik yalnızların yakınlaşmasından ortaya çıkıyormuş ve yalnız olanlar birbirlerine daha yakın oluyormuş, yeni öğrendim…

 

İnsandan sevgiyi çıkarıp atarsan geriye bir kuru akıl kalır, derler. Haksız da sayılmazlar. Zira değil mi ki, bir zamanlar biz yüreğimizle düşünür, aklımızla ölçüp biçerdik. Aklımıza düşünmeyi yüreğimiz öğretirdi. Düşüncemizin zarafetiydi bu, kalbimizin nezaketiydi. Belki de bu yüzden ben de her daim düşüncede hantal, zevkte bayağı şehirlerden hızımı alamayıp mezarlıklara ve dağlara doğru yürüdüm hep, nereye niçin gittiğimi bilmeden.

 

Ardımda hatırlama, hesap verme duygusunu yitirmiş, haklarının peşine düşmüş, sorumluluklarını unutmuş insanları bırakarak; görenlerin delirmiş diyeceği bir yalnızlıkla dağlara vurdum kendimi.

 

İnsanlara göre bütün bu yaptıklarım akıllı olanın yapacağı işler değildi. Çiçeklere baktım. Böceklerle konuştum. Çocukluğumdakilerle aynı idiler. Bir ahitleri vardı ve ona sadıktılar. Bildiğimce bunu benden daha önce bilenler buna fıtrat diyorlardı. İnsanlar hariç tüm yaratılmışlar fıtratlarını koruyorlardı. Ben acaba onlar gibi ahdimi aklımda tutuyor, fıtratımı koruyabiliyor muydum?

 

Yine bir gün ve yine bu minval üzre önce bir mezarlığa sonra da dağa yürümeye çıkmıştım. Önümdeki yokuşu kan ter içinde kalarak aştığımda bir kara kıl çadır dikkatimi çekmişti. Uzaktan gördüğüm kadarıyla keçiler etrafa yayılmış otluyorlardı. Bir an dalıp giderek içimdeki sese kulak verip onlardan tarafa doğru yürümeye başlamıştım. Bir anda sürüyü kollayan köpeklerin olacağı endişesi içimi ürpertse de, köpek varsa sahibi de vardır diyerek rahatlamış ve bu güvenden gelen bir teslimiyet içinde az ilerdeki çadırlara doğru yürümüştüm.

 

Hırçın köpeklerin havlamasından yabancı birinin geldiğini anlayan yaşlı bir adam, çadırdan dışarı çıkmış ve onları sakinleştirerek selamımı almış ve beni çadırına buyur etmişti. Zihnen ve bedenen ne kadar yorgun düşmüşsem artık sanki geçmiş zamanı şimdiki zamana katar gibi, sanki şimdi yazarken yaşıyormuşum gibi bu saf, duru, içten daveti kabul etmiştim.

 

…………………..

 

       – İstersen tanış olalım oğul? Benim adım Yörük Alper Ali, evladım, senin ki nedir?

 

– Size yakın sayılırım, benim adım da Hüseyin

 

          – Eee, Hüseyin, senin için zembil mi indirelim yoksa mendil mi serelim,?

 

 Bir an afalladım. Sonra kendime geldim. Neden sonra mendilin sofra, zembilin içecek bir şeyler ikram etmek olduğuna kanaat getirdim. İşlerini kolaylaştırmak için de serin bir karşılıkla;

 

           – Zembil olsun dedim.

 

Bu insanlar Yörük oldukları için ayran ikram ederler diye düşünmüştüm elbette. Nihayetinde yoğurdu çalkalayıp ayran yapmak zahmeti az, ama bir o kadar da kolay ikramlık bir işti. Böylece hem ben zembil diyerek bunca işin gücün arasında yük olmamış, hem de onlar beni ikramsız uğurlamamış olacaklardı.

 

Hal böyleyken eşini işiten Zeynep Ana tereddüt etmeden sevinçle beline bağlı anahtarla küçük bir sandığın kilidini açtı. Bir tava, altı kulpsuz fincan, tahtadan yapılma kahve soğutucu, bakır bir cezve ve metal bir kahve çekme değirmeni çıkardı sandıktan. Ayran umarken işin kahveye dönüşmesi beni endişelendirse de benim böyle bir talebim olmadan Yörük Ali Alper’in kahveden yana tercihte bulunması derin bir biçimde huzursuzluğumu yatıştırdı. Vardı bir bildiği belli ki.

 

Ve dahası belli ki kendisi de buralarda birileriyle konuşma ihtiyacındaydı.

 

– Kahve malzemelerini ateşin etrafında toplarken sizi biraz bekleteceğim, kusura bakmayın. Kahveyi hazırlarken sohbet ederiz. Umarım sizi işinizden alıkoymamışımdır.

 

 – İşi olanın dağlarda ne işi olur, dedim.

 

– Ne yani şimdi bu dağlarda biz işimiz olmadığı için mi dolaşıyoruz?

 

– Ben yıllar öncesinden bu yörüklük halinin kapandığını sanıyordum.

 

– Bak Hüseyin, hakikat ki, köylü saban sürer, çamurlara bata bata, Yörük yol alır, yıldızlara baka baka. Siz şehirdekiler kültürlü olduğunuzu iddia edersiniz hep. Oysa benim elimdeki tava iki yüz yıllık. Şu gördüğün fincan yüz elli yıllık. Sizin şehirde aynı evde yüz elli yıldır oturanınız yok! Bence bu kültürle övünmeye sizin pek de hakkınız yok! Kültürün tanımını yapan sizsiniz yaptığı tanımla alakası olmayan da yine sizsiniz.

 

Bir an da zihnime yığılan onca derdin üstüne düşer gibi duyduğum bu beklenmedik yorum karşısında;

 

– Nasıl, diyebildim!

 

– Nasılı şu ki siz kültürü: “Maddi ve manevi her şeyi işlemek ve geliştirmektir. İnsanoğlu maddi çevreyi işlediği gibi, kendisini de maddi ve manevi işler.” Diye tarif ediyorsunuz. Teknikle tabiatı, spor ve tıpla vücudu, sanatla duygu ve hayali, ilim ve felsefeyle düşünceyi işleriz diyorsunuz. Ama unutuyorsunuz ki, siz önce kendinizi işlemeyi unuttunuz, sonuçta bu alışkanlıkla  tabiatı da işlemekten vazgeçip onu yok etmeye giriştiniz gibime geliyor.  Haksız mıyım?

 

İhtiyar Yörük beni fena sarsıyordu. Aslında onun şikâyetlerini ben de şehirdeyken yapıyordum. Sanki, onulmaz yalnızlığımız birbirimizi anlamamıza neden oluyordu. Onu daha iyi anlamak adına bir öğrenci gibi hayata dair cevap aradığım sorularıma cevap veren bir öğretmen veya bir filozof gibi görüyordum. En iyisi soru sorup onu konuşturmak ve sohbetinden nasiplenmekti. İçimden geçen durumu ona teklif ettim.

 

Dilimin döndüğünce cevap vereyim. Bir şartım var. O da bunlar benim bunca yıllık hayat tecrübelerim. Sakın söylediklerimi kesin hükümler gibi sayma, dedi.

 Evet, elbette öyle, şimdi müsaadeniz olursa bir öğrenci gibi size sorularımı sormak isterim. Öğrenmektir sadece derdim. Sizi sorgulamak değil.

Başıyla beni teyit etti. Bakır tavada kavurduğu kahve çekirdeklerini tahtada soğuttuktan sonra öğütmek için değirmene boşaltıyordu. Yavaşça başını kaldırıp baktıktan sonra;

 

Şu kahve çekme işinin gürültüsü bitsin ondan sonra sorularını sor, dedi.

Közde kaynayan bakır cezveyi kenara aldı. Öğütülmüş kahveyi cezveye boca etti.

 

Eh, az kaldı, en iyisi kahvelerimizi fincanlarımıza doldurduktan sonra yudumlarken rahatça konuşalım. Hem ben de işle meşgul olmadığım için sorularına daha düşüne taşına cevap veririm.

Garip bir halde onu, benim için çıkardıkları kahve avadanlığını ve bu yaşlı adamın hallerini izliyordum.

 

Fincanlarınızın da kulpları yok.

Fena mı fincanları tutarken parmaklarımız hilal olur. Dün bu fincanlarla kahve içenlerle de hemhal olmuş oluruz, geçmişle bağımızı koruruz böylece.

Fincanı tutuşun da bile bir mana arayan bu insanın sorularıma vereceği cevapların ilginç olacağı şimdiden belliydi. Bu durum da beni heyecanlandırıyordu. Aynı zamanda burada bulunmaktan mutlu ve huzurluydum. Yıllar önce ben doğmadan ölen bilge dedemin yakınlığını bulmuş gibiydim…

 

Yarım saati aşkın zamanda itinayla hazırladığı kahveyi fincana doldurdu. Sonra kelimenin gerçek manasıyla adeta bunca emekle pişen kahveyi bana sundu. Bir an bunca zahmet verdiğim için üzüldüm. Belki de gerçek bir kahvenin ancak bu kadar uzun sürmesinden olsa gerek bir fincan kahvenin hatırının âli oluşu diye düşünüp duruyordum o anda.

 

– Şimdi sohbet edebiliriz.

 

– Burada özgür müsünüz?

 

– Asıl hürriyet özgür olmadığını bilmektir. Her istediğini yapmak insanı insanlıktan çıkarır. Fazlalıkları insanı noksan kılar. İnsan acılardan hissesine düşene gönül rahatlığıyla katlanarak insanlığını ve özgürlüğünü ilerletir. Senin için neyin iyi olduğuna karar vermenin her zaman lehine sonuç vereceğini taahhüt edemezsin. Sınırları belirlenmemiş kişisel hak ve hürriyetler sınırsız hak ve hürriyet gaspına hizmet eder. İnsanlar hakları kadar sorumluluklarının da farkında olmalıdır. Sınırları belirlenmemiş özgürlükler mazlumlar ve mağdurlar doğurur. Bu yüzden insanın suça gücünün yetmediği zamanlardaki pişmanlığı makbul ve muteber değildir. Onun için ölüm anındaki nedametinin bir kıymeti yoktur. İnsan ölüm anında güçsüzdür. İradesinin eyleme geçme güçü kalmamıştır.İr adesi elinden alınmış olanın hürriyeti olur mu? Kanaatimce irademizin olması tercihlerimizde hür olarak hareketi bize bahşetmiştir.

 

– Buralarda olmanıza rağmen çok naziksiniz. Şimdilerde şehirde kalmadı sizin nezaketinizde insanlar. Nezaketiniz için teşekkür ederim, siz nezaketi nasıl tanımlarsınız?

 

– Karıştığı her şeyi güzelleştiren ve noksanlığını gideren bir iksirdir nezaket. Sözgelimi; uzayıp giden çölün hoyratlığını ortadan kaldıran bir yerlerinde barındırdığı vaha gibidir. Bu açıdan bakarsak Hz. Peygamber de insanlık çölünde vaha hükmündedir.

 

– Peki,  “La” sizde nedir? Niçin bununla başlarız?

 

– Soruların zorlaşıyor. Dedim ya bunlar benim cevabım. Beğenmezsen unut gitsin.

 

– Neden beğenmeyeyim. Dağın başında şehirde bulamayacağım cevapları veren birisini bulmuşum. Bugün benim için çok özel bir gün. Bir dahaki gelişimde belki de sizi bulamayacakken.

 

-Biz “La” diyenlerdeniz. Artık zalim ve zulümden yana olamayız. Biz “La” dedik nefsimizin zalimliğine, ruhumuzun mazlumluğundan yana tavır koyduk. “La” dedik, nefis zalim olduğu için, çünkü o ilahlık cürmüne cüret etmişti. Ruhumuzdan yanaydık, o gurbette mazlumdu. Biz memleketine dönene kadar mazluma refakat ederiz.

 

– Ümit nedir?

 

– Ümit, insanı efendi veya köle yapar. Ümit bağladığın her şeyin kölesi; ümit kestiğin her şeyin efendisi olursun. Ümit, ilaca benzer; dozu iyi ayarlanmalıdır.

 

– Ben sizi işinizden gücünüzden alıkoymayayım. İşiniz varsa rahatlıkla söyleyebilirsiniz. Ne de olsa ben de köylü çocuğu olduğum için hayvancılıktan anlarım. Süt işleri ihmale gelmez. Zamanında görülmek ister. Yoksa çürür gider.

 

– Müsterih ol. Oğlanlar, kızlar ve gelin; hayvanları otlatıyor. Buradakiler hasta olanlar. Şu gördüğün heybede olan kuzucuk yeni doğdu. Isınsın diye çadıra aldık. Anası otlaktan geldiğinde sizden müsaade alırım. İşime koyulurum. Sen içini ferah tut. Sohbete işini feda edenlerden değiliz…

 

– İnsanlık olarak neye muhtacız?

 

– İnsanlık olarak eşit ve adil ilkeler üzerinde ittifak etmeye her zamankinden daha çok muhtacız. Zihinlerin donuklaştığı, kalplerin katılaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Sorun şu ki bizim inancımızda kötülük iyilikle giderilir. Ne var ki bizde kötülüğe iyilikle karşılık verecek erdem kalmadı. Müminliğimizin devreye girmesi gereken yerde insanlığımızdan kaynaklanan zaafımızla kötülüğe kötülükle cevap veriyoruz.

 

– Konuşmalarınız felsefe hocalarını kıskandıracak güzellikteler?

 

– Estağfurullah, burada iki insan olarak sohbet ediyoruz. Birbirimizi adam etmeye çalışmadan. Öğrenmesi biten ölmüştür.

 

– O ki felsefeden konu açıldı, sizce felsefe nedir?

 

– Felsefe aklın erdiği şeylerle ilişkisini sürdürür, kendisini aşan her şeyle ilişkisini keser. Çünkü kendisini aşan karşısında her şey aciz kalır. Akıl çevreyle otoriter bir ilişkiyi öncelerken, kalp sevgi merkezli bir ilişki kurar. Otoriterlik uzaklaştırırken, sevgi alabildiğine yakınlaştırır. Sevgi, sıkıntı ateşinde halden hale dönse de kendisi olarak kalır. Bilimi ve felsefeyi ben isterim ki karakterli insanlar yapsın. Karakterli insanlar inandığı fikre ve bulunduğu topluluğa kalite katar. Kanaatimce de karakter, fikirden önce gelir. Karakteri olmayanlar, fikirleri istismar ederler. Böyleleri gücün peşindedir. Hizmetin peşinde değillerdir. Bu tür insanlar makam ve mevkileri ele geçirdiklerinde karakter sahibi insanlar için cehennem hayatı başlar.  Kendini hesaba çekmeyen ruhlar gelişme gösteremez. Sokrates, boşuna mı “Sorgulanmamış hayat insan hayatı değildir.” demiş. Bugün bulunduğumuz duruma bakarak karakterimizi sorgulayabiliriz.

 

– Madem düşünceye girdik. Dinden de sormak isterim. Dinin sizce gayesi nedir?

 

– Hakikat, Hak’tan geldiği için hakikattir. O’nun varlığı sabittir. Kimsenin ispatına ihtiyacı yoktur. İnsana düşen kulluğunu ispat etmesidir. O yakın olan, uzak olan, uzak duran biziz. Bizim yakınlığımızı arttıran davranışlarda bulunmamız gerekiyor. Dinin gayesi de ruhumuzu yüceltmek, irademizi güçlendirmek ve ahlakımızı güzelleştirmektir. Bir yerde fakir ve fukaraya gizlice uzanan eller yoksa orada dinden eser yoktur. İster eller dua için havaya kalksın, ister başlar geceler boyu secdede kalsın, isterse de zenginler yüzüncü haccını yapsın, insanlıktan nasiplenmemişlerin dini kuru bir iddiadan ibarettir. Din insana tevazu telkin eder. İyilik yapmayı, yoksullara yardım etmeyi, hayır işlerinde yarışmayı, merhametli ve bağışlayıcı olmayı öğütler. Gerçek manada inanmış küfre düşmandır kâfire değil! İdeolojiler ötekileştirmeye ve kavgaya çağırır. Dini ideolojiye kurban verdik gibime geliyor!

 

– Vakit bir hayli ilerledi. Müsaadenizle size son sorumu sormak isterim. Kim haddini bilmelidir?

 

– Başkalarının elinde olana göz dikmek, kendinde olmayana üzülmektir. Halk, haddini bilmeyen bedevi insanı temsil eder. Mühim olan âlim ve amirlerin hadlerini bilmesi; makamlarından güç almaması, kendilerini yüksekte görmemesi, tevazu sahibi olmaları ve halka tepeden bakmamalarıdır. Âlim ve amirler hadlerini bilsin yeter!

 

Bu arada son sorun olduğu için şunu da ben ilave cevap olarak vereyim; Bazıları çadır devleti diye alaylı cümleler sarf ediyorlar. Bilmiyorlar ki bütün büyük Türk devletleri çadırda kuruldu, sarayda yıkıldı. Çadırlarda insanın boynu bükük, saraylardaki insanın başı dik olur. Saraydaki yapmacık hayat bugün bütün şehirleri esir almıştır.

 

Bu kıl çadır bize hep Uhud’u ve oradaki Kubbetu’t Türk’ü hatırlatır. Yanımız yöremiz dostla kuşatılmıştır. Çadırda oturan sevgilinin hayali yanında boynumuz bükük olur. Yunus Emre’miz ne buyuruyor? “Hani mülke benim diyen, köşk ve saray beğenmeyenler, şimdi bir evde yatarlar, taş olmuş üstünler… Yolun izin açık olsun evladım. Umarım nasibimiz bizi tekrar karşılaştırır. Sen de karanlığa kalmadan yola koyul. Bizim koyunların da gelme vaktidir.

 

Yörük Ali Alper Amca dediğim yüce ruhlu adamın dağdaki çadırı okul olmuştu bana. Vedalaşmak için uzattığı eli tokalaşmanın eşitliğini reddederek; eğildim, öptüm ve oradan mutlu ve mesut ayrıldım.

 

Yalnızlığıma üzülerek gittiğim yerden yalnızlığıma sevinerek dönüyordum…

(24 AĞUSTOS 2020)

 

ERZURUMLU GENÇLER YAZARLARLA BULUŞTU

ERZURUMLU GENÇLER YAZARLARLA BULUŞTU

 

Erzurum İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından hazırlanan "Erzurumlu Gençler Yazarlarla Buluşuyor" etkinliği kapsamında ‘Öğrenci-Yazar Buluşması´ devam ediyor.

 

Tarih: 20.2.2017 06:11:23

 

Proje kapsamında, Ocak ayında Feridun Andaç, Rasim Özdenören, İsmail Bingöl ve Reşat Coşkun´la buluşan liseli öğrenciler, Şubat´ta ise ayın ilk konukları olan Sadık Yalsızuçanlar ve Ali Haydar Haksal´la bir araya geldi. Erzurum´a davet edilen ve roman, masal, deneme, şiir, söyleşi, gezi ve araştırma türlerinde birçok başarılı esere imzasını atan birbirinden değerli şair ve yazar, öğrencilerle buluşarak, onlara deneyimlerini aktarıyorlar.

15 Şubat´ta başlayan ve 3 gün süren etkinlikte, Erzurum Lisesi, Şükrüpaşa Anadolu Lisesi, Nevzat Karabağ Anadolu Lisesi ile Karayazı ve Horasan ilçelerine gidilerek, lisede okuyan öğrencilerle yazar buluşması gerçekleştirildi. Etkinliklere Sadık Yalsızuçanlar ve Ali Haydar Haksal katıldı. Gençlerde kitap okuma alışkanlığının artırılması amacıyla, liseli gençlerle bir araya gelen yazarlar, söyleşilerinde kitap okumanın öneminden bahsederek, onlara analitik düşünmenin yollarını açan yazarlıkla ilgili ipuçları veriyor ayrıca, öğrencilere ‘çok okuyun´ tavsiyesinde bulunuyorlar. Öğrencilerin keyifle takip ettikleri söyleşilerin ardından, Sadık Yalsızuçanlar´ın ‘Vefa Apartmanı´ ile ‘Halvet Der Encümen´ kitapları, Ali Haydar Haksal´ın ise ‘Sesim Bana Yetmiyor´ adlı kitabı öğrencilere ücretsiz olarak dağıtıldı ve yazarları tarafından imzalandı. ‘Öğrenci-Yazar Buluşması´nın Şubat ayının ikinci dilimi olan 28 Şubat´ta ise, Yazar Sadık Yemni ile M.Hanefi İspirli liseli öğrencilerle birlikte olacaklar. Proje kapsamında, Erzurum´daki 20 ilçenin tamamına gidilecek. Projeyle yaklaşık 50 bin kitap dağıtılmış olacak. Tüm masrafları DAP İdaresi tarafından karşılanan proje 2017 yılı sonuna kadar devam edecek ve 40 ulusal ve 40 yerli yazar öğrencilerle buluşarak kitaplarını imzalayacak. (İHA)

 

Yazar: İHA

ERZURUM’UN COŞKUN KALEMİ REŞAT COŞKUN VE ŞEHRİSTAN

 

ERZURUM’UN COŞKUN KALEMİ 

 

REŞAT COŞKUN VE ŞEHRİSTAN

 

Dr. Recep ERTUGAY

 

 

Üniversitemizden iştirak eden saygıdeğer hocalarımıza, muhterem kalem
erbabına ve kıymetli kitap dostlarına saygılarımı belirtmek isterim.

Sevgili Reşat Bey’den önce kitapları ile karşılaşmıştım. Öğretmenliğe başladığım yıllardı. Bayram vesilesi ile şehrimize gelmiştim. O zaman Erzurum İmam Hatip Lisesinde okuyan bir kardeşim vardı. “Ağabey bak bizim hocamızın kitapları” diyerek bana şiir kitapları göstermişti. Hem kitaplarını gösteriyor hem de hocasını anlatıyordu. Gözlerinde bir parıltı ve yüzünde bir sevinç vardı. Gururla anlatıyordu. "Değişik birisi", "Çok farklı bir kişi" diyordu. Hocasının ney üflediğinden söz ediyordu. Anladım ki öğretmeninden etkilenmişti. Onu
çok seviyordu.

Bir öğretmen olan abisiyle, paylaşmaya değer gördüğü husus hocasından bahsetmek olmuştu. Fark ettim ki yeni öğretmen olmuş abisinin de hocası gibi olmasını bekliyordu.

Öğretmeninin kitaplarını bir kenara atmamış itina ile kaplayarak kitaplığının en üst köşesine yerleştirmişti. Kardeşimi bu denli etkileyen kalbinde sevgisi ile zihninde bilgisi ile yer eden bu öğretmen kimdi? Aynı okulda okumuş olmam itibari ile ben dönemimizden kalan hocaları araştırıyor sözü o noktaya getirmek istiyordum. Ama o bana ısrarla Coğrafya öğretmeninden “Reşat COŞKUN’ dan bahsediyordu.

Bu tutum beni etkilemişti. “Berceste” “Sokak Lambası”, “Sevdam Kaldı Bir”, “Küheylan” adlı şiir kitaplarını okumaya başladım.

Henüz kendisini görmemiştim fakat doğrusu
bu adamı ben de sevmeye başlamıştım. Çünkü mısraları gönül tellerime dokunuyor, duygu dünyama sesleniyordu.
Henüz bu toplantı başlamadan önce sohbet esnasında bir dem Reşat Bey’den bahseder olduk. Sevgili Fatih ÇELİKPAZU, Reşat Bey o kadar Erzurum sevdalısı bir insan ki Erzurum’da doğmuş büyümüş bir öğretmen olmama rağmen elimden tutar beni hiç görmediğim mekânlarda gezdirirdi dedi. Buna hiç şaşırmamıştım. Zira daha kendisi ile henüz karşılaşmadığım o zamanlar şiir kitaplarını okurken aynı seyahati bana da yaptırmıştı. Beni kalbimden tutarak gönül coğrafyasında gezdirmeye başlamıştı.

 

Konuşuyordu…

Bir bakıyorsunuz…

"Refüjya

Yaprak kımıldamaz dalımda,

Sen içine doğru ağladıkça.

Yalnızlığımla asudeyim

Gözlerin ruhumun derinliklerine

Mızrap olup dokundukça.

Sen vadeni gülerek dolduruyorsun

Özleterek noktalıyorsun Refüjya."

 

diyerek bir çiçekle konuşuyordu. 63 yıl yaşayan ve ömründe bir kez açan çiçekle… Peyg amberi zişanı hatırlatan refüjyaya sesleniyordu.

Kimi zaman bir sokak kedisi ile kimi zaman bir sokak lambası ile dertleşiyordu. Belki de her seher vaktinde karanlık sokaklara açılan evlerinden bir bir çıkıp ilahi davete yürüyen Gönlündeki Siracen Münir olan hakiki kandil simasına yansımış nur yüzlü insanların azaldığına kimi sokakların tamamen karanlıkla yalnız kaldığına üzülmüştü. Bula bula bir sokak lambası bulmuş onunla sohbet ediyordu.

Hüzünlüydü Büyük Şairin

"Dur yolcu oturup beraber ağlaşalım

Elemim bir yüreğin karı değil paylaşalım." dediği gibi elemliydi. Paylaşmak istiyordu.

Hemdert arıyordu. Şehrinin ve şehirlilerinin siluetinin değişmesine içlenmişti. Benimle

konuşsun istiyordum ama o bir küheylanı tercih ediyordu. Belli ki kızmıştı. Sitem doluydu. Şehirlerinde bir kişiliği vardır. Bu kişiliğin her gün bir görüntüsünün bir karesinin kararmasına gönlü razı değildi. Küheylana şöyle sesleniyordu:

 

"Haydi, kalk küheylan

Gündüz vakti biliyorsun

Yol bize haram.

Gecenin bağrında kopup

Gidelim bu yitik şehirden.

Yaslanarak acılarımızın kıyısına

İlişerek umudun kulpuna

Kanayan yanlarımızı

Gözyaşlarımızla yıkıyarak

Gidelim bu şehirden.

Beyhude beklemeyelim

Hiç gelmeyecek

Düşlere pusu kurulmuş

Ta baştan küheylan.

Gel de bu şehirde yaşadığına inan.

Gitti o nur yüzlü ahretlikler

Kalan bakiyedir dünyalık adamlar.

Kalk gidelim küheylan;

Günün ilk ışıkları müjdeleyecek

Mahmur gözlere

Yitik şehrin son yiğidi gitmiş diye.

Unutma küheylan;

Gidişimiz son iyiliğimiz bu şehre..."

 

Ama her ne kadar Küheylana kalk gidelim dediyse de bu şehirden gidememişti. Necip Fazıl’ın dediği gibi etiyle kemiğiyle bu şehre aitti.
Derken yolumuz İmam Hatip Lisesine düştü. Sevgili Reşat’la daha yakından tanışma imkânına kavuşmuştum. Birlikte bazı programlar yaptık. Hatta okul pansiyonun da beraberce nöbet tutmaya başlamıştık.

Nöbetçi olduğumuz günlerden bir gündü. Reşat Bey hacimli bir paketle gelmişti. Baklava paketine benzemiyordu. Ama baklavadan daha lezzetli olduğunu sonradan anlamıştım. Paketin içerisinde son kitabı “Şehristan” vardı. Bir tanesini şunu benim için imzala dedim. Çelikpazu'yla birlikte oracıkta kitapları okumaya başladık.

“Ağlayan Çocuk”, hikâyesinde Haklarını bilen sorumluluğunu yerine getiren bir öğrenci, “Aktör” başlığı altında anlatılanlarda sözünde durma, ilgi uyandırma, bir insanı eksiğinin farkına vardırmanın en güzel yöntemine şahit oldum.

“Aranan Adam” öyküsünde “vakur adımlarla yürüyüşün seslerini duydum. “iradesi olmayanın muradı olmaz” tespiti ile karşılaştım. “Sen koca bir yalancısın” cümlesinin nedenli hakikat ifade ettiğine şahit oldum. Bir başka sayfa da “Dilencinin dahi şahsiyetlisinin” olabileceğine hak verdim.

“Cam Fincan Hikâyesi” ile estetiğin ehemmiyetinin ancak bu kadar çarpıcı bir üslupla ortaya konulabileceğini gördüm. Hikâyeler bir bir devam ediyordu. Ben kitabı elimden bırakamamıştım.

Sırada “Bizim Temizliğimiz” temasıyla yazılanlar vardı. Okuyunca Hikâyenin kahramanı için kendi kendime “işte bu”. Hakikat çeşmesinden beslenen böyle olur. Temizliği ilk sıralarda emreden bir dinin temsilcisi böyle olmalıdır. Hal ile konuşmak nasıl olur? Tevazu nedir? Sorusuna verilecek en güzel örnekti.

“Gönül sahibi” öyküsü bana gönül sahibinin somutlaştırılmış bir örneğini, amacına ulaşmada asla vazgeçmeme kararlılığını ve bazı şeylerin madde ile alınamaz değerini hissettirdi.
Şehrin Esnafının müşterisi ile olan tatlı ilişkilerine bir kayıt düşülmüştü.

“Kuka tespih” hikâyesinde düşünmeden konuşmanın kibrin ve tevazuun birbiriyle mücadelesine tanık oldum.

Bırakın hikâyelerin içeriğini Hikâyelerin dizilişinde dahi bir duruş vardı. Bir babanın sorumluluğunu bilen evladına iltifatı vardı. Bu inceliği ancak Reşat
Beyi tanıyanlar fark edebilirdi. “Sizin en hayırlınız ehline hayırlı olanınızdır” hadisinin kokuları vardı.

Şehristanın sokaklarında dolaştıkça yeni yüzlerle yeni simalarla karşılaşıyordum. Babür Bey’le, Godo Şerefle, Necmettin Ağa ile Yakutiye ile ilginç benzerlikleri olan Boyacı Duran’la, Sürgün öğretmen Sami Hoca ile. “Alt yapısı olmayan her şey gecekondudur” diyen Yusuf Bey'le tanıştım. Her biri üzerimde etkiler bırakarak benden ayrılıyordu. Her birinde ayrı bir duruş farklı bir vakur vardı. Her bir kahraman rol model alınacak üstün
evsaftaydı. Diğerkâmdı. Cömertti. Fedakârdı. Çalışkandı. Kararlıydı. Azimliydi. Vefalıydı. Vatan sevgisi ile doluydu. İnsan hayatını her şeyin üstünde tutan, Silahını çekip, "sabaha değil şimdi. Kalkacaksın ve o hastanın imdadına koşacaksın." diyen kaya gibi sağlam iradeli şahsiyetler vardı.

Hikâyeler bitecek gibi oluyor. Ama bitmiyordu. Gözlerim buğulanmıştı kendimi

Arkadaşlarımdan sakladım. Ertesi gün eşim çocuklarım okusun istedim. Birkaç hikâyeyi ben onlara okudum. Ama bazı cümlelere geldiğimde hıçkırıklarıma engel olamıyordum. O hafta rehberlik dersinde konumuz arkadaşlıktı dostluktu. Dersin sonunda konuyla ilgisi olan iki hikâye okudum. Öğrencilerimin karşısında kendimi tutmalıydım ama ne mümkün. Sınıfça hep beraber ağlamıştık.
Önsözde Nizamettin Korucu Bey’in dediği gibi,"Bu kitabı okuduğunuzda size tanıdık gelecek, yakınlarınızı arkadaşlarınızı büyüklerinizi bulacaksınız. Bu kitapta ara sıra gözleriniz buğulanacak, yüreğiniz kabaracak. Hisleriniz taşacak. Unuttuğumuz erdemleri hatırlayacaksınız."
Aynen öyle “Usta İle Kalfa” “Yakutiye ile Boyacı” “Sahibinin Hatırı” bana neler hatırlattı. “Bakan Kör” hikâyesinden sonra gerçekten gördüm mü dercesine artık daha dikkatli bakıyorum.“Öğretmen” öyküsünü okurken için için içine incilerini döken Hüseyin’in acısını ta yüreğinizde hissediyorsunuz.

Hele bir “palto” hikâyesi var. Buna değinmeden geçemeyeceğim. Hikâyenin kahramanı
Muhsin Üniversitede okuyan bir gençtir. Kılıçtan keskin Erzurum soğuklarında bir taraftan da ailesinin geçimin temin etmek için tablacılık yapmak sebze meyve satarak çalışmak zorundadır. Bir paltoya ihtiyacı vardır. Soğuktan korunması ve kendisini şişman gösteren üst üste giydiği kazaklardan kurtulması gerekmektedir, derken amacına ulaşır ve bir palto alır. Nasılsa paltosunu almıştır. O gün sabah namazına daha bir erken gider. Namazdan sonra da "Kendime bir ziyafet çekeyim." diyerek lokantaya çorba içmeye gider. Tam çorbasına kaşığı uzatmıştır ki tiri tir titreyen üzerinde ceket dahi olmayan bir gariban içeri girer. Muhsin, "paltoyu buna mı versem, keşke gelmez olsaydım..." diye içinden alır verir. O içinde tartışa dursun. Cömert bir Erzurumlu çıkarır paltosunun giydirir garibana. Muhsin rahatlar. Ama çok geçmeden tekrar içinde fırtınalar kopmaya başlar. "Bir paltoyu veremedin." "Cimrisin sen" o günü zehir olur. Pişmanlık vicdanını yakıp kavurur. Akşam olur, o düşüncelerle yatağına çekilir. Sabah ezanı ile birlikte kapı da çalınmaktadır. Muhsin: "Ezanla beni çağıran belli, kapının tokmağı ile çağıran kim?" Kapıyı açar köylerinden bir gariptir. Selam verir ve şöyle devam eder; “Hacımın oğlu havalar soğudu, biliyorsun, baban öldü, artık sen varsın. Bana da bir palto lazım." der. Bir önceki sabah verilemeyen palto yerini bulmuştur. Bu bana neler hatırlatmadı ki…
Ensarı hatırlattı. Hz. Ebubekr’i Hatırlattı. “sevdiklerinizden infak etmedikçe iyiliğe ulaşamazsınız ayetini hatırlattı.

O kapıyı çalan kimdi? 
Yoksa ete kemiğe bürünmüş bir dua mıydı? 
Yoksa bir yetimin gönül yakarışının kendini hırpalamasına
Âlemlerinin Rabbinin rıza göstermeyip gönderdiği bir melek miydi?

...Ve bana bir ceket hatırlattı.
Konya'da üniversite yıllarında beraber kaldığımız üç arkadaşımız vardı. Trabzon Diyarbakır ve Erzurum Bizi birlikte tutan değerlerimizdi. Allah selamet versin Diyarbakırlı olan İsa kendisine güzel bir takım elbise almıştı. O zamana kadar da hep annesinin diktiği pantolonları giyiniyordu. Bizim de durum malumdu. Ben o elbiselere nasıl bakmışım bilemiyorum. İsa, yeni aldığı o elbiseyi ne yapıp yapıp bir yolunu bulmuş ve bana vermişti.

Ben bu erdemli davranışı unutmuştum bana ne kadar vefasız olduğumu hatırlattı. Bu hikâye ezanla da özdeşleştirilmişti. Ayrıca bu hikâyede ezanla birlikte tokmağına dokunan bir kapı vardı. Artık her çalınan kapımda ve her çaldığım kapıda bu hikâyeyi bir kez daha yaşıyorum. . Kitapta daha nice faklı tat farklı lezzet içeren öyküler vardı. Bu tadın kaynağı neydi? Bu güzel koku hangi diyardan geliyordu?

Ben eminim ki bu hikâyeler gözyaşları ile yazılmıştır. Bir kurgu değil hepsi yaşanmış ve gerçekti. Kalpten çıkan kalbe kadar gider. Zaten şu dört damla çok mübarektir. Gözyaşı Mürekkep ter ve şahadet yolunda düşen damlalar. Bu eserde bu damlaların hepsini görebilirsiniz.

Ter kokusunu, gözyaşlarının izini, mürekkebin rengini, vatan uğrunda verilen canları, dökülen kanları, bulabilirsiniz.

Bu kitabı sıksanız eminim ki ondan bu damlalar süzülecektir. Bu kitapta bu toprağın kokusunu ve bu şehre yağan yağmurun rengini tadını bulacaksınız.

Üstat Sezai Karakoç: "Çeşmelerin sema ile ilişkisi vardır." diyor. Zira yağmur yüklü bulutlardan boşalan rahmet damlaları yerin derinliklerinde birikir ve çeşmeler de bu kaynaklardan beslenirler. Bu irtibat devam ettikçe nice susamış gönüllere rahatlık, nice terlemiş alınlara ferahlık, nice kirlenmiş bedenlere temizlik, nice çoraklaşmış topraklara hayat olurlar. Haliyle toplumun ortasında çağıldayıp dururlar.

Çeşmeler medeniyetlerin başlangıç noktasıdır. Fiziki olarak yerkürede olsalar da ruhen semadadırlar. Sema ile bağları devam ettikçe çevrelerine hayat verirler. Sevgili Reşat da şehrimize Şehristan ismi ile bizzat kendisi gibi “Duruşuyla sanat akışıyla Ferhat olan bir çeşme inşa etmiştir. Bu çeşme yazarın, her an semai olana nazır engin gönül deryasından ve Erzurum sevdası ile dolu kalbinden süzülüp gelenlerdir. Hz. Mevlana “Tatlı suyun başı kalabalık olur” diyor. Ben öyle İnanıyorum ki Şehristan adlı bu çeşmenin etrafı da kalabalık olacak. Bir kâse su içen bir daha içmek isteyecektir… Kıymetli kitap dostlarının bu çeşmenin tadına bakmak isteyeceklerini düşünüyor ve sözlerimi kitabın sonunda yer alan şiir demetinden bir kâse sunarak tamamlamak istiyorum.

Benim ömrüm de sevmekle geçti.

Buna kalbim şahidimdir.

Geçtim; tüm yanıp yakılışlarımla

Gülistanlardan.

Güllere renk verdim.

Damarımda dolaşan alevden kandan.

Kokular saçtım içimdeki ahtan.

İncisiyim tertemiz bir bulutun

Yükseldikçe titreyen

Geldiği deryayı özleyen.

Önceleri koştum durdum,

Vuslatın peşinden.

Sonra zevk aldım ayrılık ateşinden.

Buna kalbim şahidimdir.

Sevdin mi yüreğinle

Ve tüm deliliğinle sev.

Hâla varsa benliğim bil ki

O derdimdir.

Buna kalbim şahidimdir.

Gözlerindeki ışık;

Karanlık, korkulu yolumu

Aydınlatan yeşil kandilimdir

 

 (Yazarlar Birliği Erzurum Şubesinin Erzurum'lu Yazarları Tanıtım Programı konuşma metni 11 Nisan 2010 Atatürk Üniversitesi Mavi Salon) Bu yazı Kadim Şehir Aziziye Dergisi 13. Sayısında Şehrin Coşkun kalemi adıyla da yayınlanmıştır.

 

 

Yazar: Dr. Recep ERTUGAY

FAÇETA

FAÇETA

 

Prof. Dr. Halit DURSUNOĞLU (*)

 

 

Hikâye, bir olay örgüsünü ya da bir şahıs kadrosunu zihinlere yerleştirmekten çok daha önemli rol oynar. Hikâye, bizim kültürümüzde “kıssa”dır. Kıssadan da hisse çıkarılır. Hisse ise, payımıza düşeni almaktır.

Yüce Yaratıcımız ilahi kitabında bizlere zaman zaman hikâyelerle seslenir ve onlarla mesaj verir. Bize de bununla bir yol gösterir. O nedenle kıssa, bize Rabbimizin ve onun kelamı Kur’an’ın bir ikramıdır. Kur’an’ın en iyi anlatıcısı Peygamberimiz de birçok meseleyi izah ederken hikâyelerden yararlanarak insanların ufkunu açmıştır. Bu nedenle kıssa, bize Peygamberimizin de bir ikramıdır.

Kıssa, bize bir de gönül ehli insanların ikramıdır. İşte o insanlardan biri de bu eserin sahibi, sevgili kardeşim Reşat Coşkun’dur. O bir gönül insanı, o bir Mevlana takipçisi, o bir Yunus takipçisi, o bir Nâbî takipçisi, o bir Mehmet  Akif takipçisi, o bir Necip Fazıl takipçisi… 

Bizi biz yapan değerlerin savunucusu bu güzel insan, yazdığı bu hikâyelerle bizi ideal insan olma anlayışımız olan “insanı kamil”e doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Bu yolculukta yanımızda bulundurmamız gerekenleri, sahip olmamız gerekenleri bize hatırlatmaya çalışıyor. Kaybettiğimiz, yitirdiğimiz, unuttuğumuz, ihmal ettiğimiz değerleri bize hatırlatıyor. Yitirdiklerimizi bulmamız, ihmal ettiklerimizi hatırlamamız onu sevindirecektir. 

Reşat Coşkun’un birbirinden güzel hikâyeleriyle keyifli bir okuma yolculuğuna çıkmanız temennisiyle…

 

(*) Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi

Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi

 

Yazar: Prof. Dr. Halit DURSUNOĞLU

GÜNEŞ SAATİ ÇIKTI

GÜNEŞ SAATİ ÇIKTI

 

21 Nisan 2017 Cuma, 10:47 | Güncelleme: 21 Nisan 2017 Cuma, 10:47 İHA

 

ERZURUM (İHA) - Yazar ve şair; Reşat Coşkun, editörlüğünü yazar ve eleştirmen Şahin Torun'un, yaptığı Güneş Saati kitabı ile medeniyet üzerine, bizden beslenen evrensel boyuta ulaşan bir bakışla kaleme aldı. 

Kitapta yeniden bir medeniyet inşa faaliyetinin fikir sancılarını ve gönül çilelerini anlatılıyor. Daha önce baskıları yapılan yoğun ilgi üzerine kısa sürede tükenen genişletilmiş üçüncü baskısı yapılan, takdimini Şair M. Emin Alper'in yaptığı Şehristan Öykü kitabıyla da bizlere kadim medeniyetimizin ruhuna dair öyküler sunuyor. Aktif Yayınevi tarafından baskıları yapılan kitaplar şimdiden okuyuculardan artan bir alaka görmesi bekleniyor.

Yazar: İHA

ŞEHRİSTAN “EZEL ZAMANLAR”

ŞEHRİSTAN

                                                          

“EZEL ZAMANLAR”

 

Arş. Gör. Nurullah AYDIN

 

   Şehristan namı diğer Ezel Zamanlar eğitimci, şair, köşe yazarı Reşat Coşkun’un ikinci anlatısı. Bu kitabı diğer anlatılardan ayrıcalıklı kılan ilk husus Erzurum Yakutiye Belediyesi organizasyonu sonucu görme engelliler için seslendirilmiş olması ve doktora düzeyindeki akademik çalışmalarda Şehristan’a atıfların yapılmış olmasıdır. Kitabın genişletilmiş üçüncü baskısının yapılmış olması da özelde okuyucuların kitaba duydukları rağbetin işareti genelde ise çölde suyun izlerini arayanlar gibi kadim bir medeniyetin peşinde olan bizlerin heyecanına su serpen rahmetinin belirtisi.

   Sayın Reşat Coşkun kitabını takdim ederken nitelikli bir kitapta aranması gereken hususları da bizlerle paylaşıyor. Yazara göre bir kitap tecrübeyle sulanmalı ve içtenlikle de beslenmelidir. Yazar böyle yaparak kırk altı odalı zihin dünyasında gezinen bizlere de kılavuzluk ediyor.

   Kitabın başında yer alan Medeniyetler Merkezinde İnsan ve Üstün İnsan, Kamil İnsan adlı makaleleriyle okuyucu, mürşidinin karşısına çıkmaya hazırlanan müridin bedenini tanımaya davet edilmesi gibi mensubu olduğu medeniyeti tanımaya davet ediliyor. Yazar bu tanıtım işini de evren yasalarına uyumlu bir şekilde zıddıyla yapıyor. Bu anlamda mensubu olduğumuz medeniyetin “ne olduğu” sorusuna cevap bulurken “ne olmadığı” sorusuna da cevap bulmuş oluyoruz.

   İnsanı üstünlük ve kâmil olma noktasında değerlendirdiği ikinci denemesinde biz ilk önce şunu öğreniriz: Ey İnsan, boşuna ulaşmaya çalışma. Sen zaten ulaşmaya çalıştığın yerdesin. Bu makale kadim bir medeniyetin temsilcileri olan bizlerin gerek birbirimizle gerek çevremizle olan ilişkilerimizin nasıl olması gerektiği noktasında bizlere yapılan bir çağrı aynı zamanda da kâmil insan olmamız noktasında bize hedef biçen bir medeniyet pusulasıdır. Bu yüzdendir ki kitaptaki kahramanları halktan insanlar oluşturur ve bu insanlar hakikate âşıktırlar. Her meslek ve meşrepten seçmiş olduğu kahramanları madden toplumun alt katmanını oluştursalar da bu durumdan asla şikâyetçi değildirler. Dertleri yaşadıkları topluma mümkün olduğunca katkı sunmaktır.

   Kitabın ilk anlatısı tezgâhtar’dır. Sosyo-ekonomik manada bir şehir güzellemesi olarak karşımıza çıkan bu anlatıda göze çarpan ilk husus anlatım kolaylığıdır. İkinci husus ise kadınların az ya da çok sosyal hayatın içerisinde oluşlarıdır. Bu anlatıyı genelleştirerek şu yargıya rahatça varabiliriz: Bu öykü örnek olay yöntemiyle şekillenen deneysel bir çalışmadır. Amaç okura bizi biz yapan değerli kişiler üzerinden görünür kılmak, somutlaştırmaktır.

   Bu anlatıda bugünkü adıyla bir tablacıyla müşterisi arasında hâsıl olan diyaloglardan biri dikkat çekilmeye değerdir:

 

”Hacı’nın:

-İradene saygı duyarım.

-Duyacak mısın duymayacak mısın göreceğiz?(20)”

   Bir tablacının “irade” kelimesini kullanması söz dağarcığında bu kelimenin yer alması pek akla yatkın görünmemektedir. Edebiyatın özünde gerçeği yansıtmaktan ibaret olduğu düşünüldüğünde bu tip bir hata ister istemez okurun metne sadakatini azaltır. Ancak, yazarın kadim bir şehrin ve medeniyetin çocuklarını kahraman seçmesi bu açmazı ortadan kaldırır. Erdemli olmayı akademik olmanın tekelinden çıkarır. Öğrenimin kişiye özel teknik yanına nazaran, eğitimin topluma şamil yanını ön plana alır.

  Kitaptaki ikinci anlatısı Tatlı’da bir batıl inanç geliştiren adamın sergilediği davranışın yanında bir öğretmenin tepeden inme kanunlarla planlaması yapılmış, mesleğine dair sızlanışları da dikkat çeker.

Kitabın üçüncü anlatısı Lamba’da modern anlatılarda çok da istenmeyen bir durumla okur karşılaşmaktadır. Anlatıcı mesajı metnin tamamına yedirmek yerine metin daha başlar başlamaz yargı cümleleri kurar. Bu tutum okuru yormaz, düşünmeye sevk etmez. Anlatının ilerleyen kısımlarında da anlatıcı İbrahim Hocanın hikâyesini okura mesaj verme kaygısıyla böler. Bunun sonucunda da anlatıdaki bütünlük bozulur gibi görünür. Şimdi anlatı, anlatıcı için sadece bir kürsü görevindedir.

Böyle davranmasında öğretmen oluşunun etkili olmasının yanında okuyucuya aidiyetini hatırlatma kaygısını duyması da etkilidir. Tasavvuf kültüründen beslenen bir yazar olması metinlerindeki dili durulaştırmıştır. Tasavvufi geleneğin üstatları eserlerinde hep bu yolu takip etmişlerdir.

” Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Sevdirin, nefret ettirmeyin.” Nebevi buyruğuna istinaden böyle bir anlatı tercihten ziyade yazar için adeta zorunluluktur.

  Ayrıca, “O yıllar şehirde Türk-İslam kültürü hâkimdi. Herkes bu kültürden kaynaklanan konumunu ve görevlerini içtenlikle kabullenmişti.(28)” ifadesi zihinlerde birçok sorunun oluşmasına sebep olur. Öncelikle zihinlerde oluşan soru, dinin bir kültür olup olmayacağı sorunudur. Din bir kültür ise Arap-İslam, ya da Fars-İslam kültürü olup olmadığı da bir meseledir. Yazarın düşüncesine göre Türk-İslam kültürüyle yoğrulan bu şehirde yaşamış ya da yaşama durumunda kalmış kişilerin şehre adaptasyonu nasıl olmuştur?

  Şayet Türkler İslam’ı kabul etmeseydiler bu dinin mensubu analar, analık sevincini, bu dinin mensubu babalar babalık onurunu, bu dinin mensubu çocuklar çocuk olmanın mutluluğunu yaşayamayacak mıydılar? Sorusu hafızalarımızı meşgul edebilir.

Günümüz toplumlarının yaşamış olduğu meselelere bakınca yazara hak vermek zorundayız. Aileler pederşahiden çekirdek aileye, çekirdek aileden de çocuk-erkil aileye dönüşmekte sorunlar boyut değiştirmekte ve derinleşmektedir. Batı’nın tarihsel süreçte yaşamış olduğu sanayileşme kökenli sorunlarını biz toplum olarak yeni yaşamaya başladık. Yazar bu noktada bizlere toplum olarak değerlerimizi koruyarak bilim ve teknikte ilerlememizi salık verir. Muallim Naci duruşu sergiler.Toplusal dönüşüme karşı çıkar, değişimi savunur. İddiasında Japonların ağaç halkası değişimini delil kabul eder. Zaten bu kaygıdandır ki hikâyelerinde dip notlarla açıklama ihtiyacı duyar. Bu yanıyla da diğer yazarlardan ayrılır. Nevi şahsına münhasır, özgün üslup sahibi bir yazar oluverir.

  Kitabın dördüncü anlatısı Tahlil’de Erzurum’da sancılı bir değişim başlamıştır. Bir yandan halk maddi imkânların sebep olduğu bir biçimde sınıflaşırken diğer yandan şehrin silueti değişiyor, şehirde çok katlı binalar vücut bulmaya başlıyor ve şehir kirleniyordur. Bu anlatı diğerlerinden daha müstakildir; çünkü hikâye kişisi Ekrem iç çatışmalar yaşar. Ayrıca bu anlatıda Ekrem’in dayısının başından geçenler hatırlatılmak için geriye dönüş tekniği kullanılır. Bu noktada metinde aranan bir çatışmanın olup olmayacağıdır. Anlatı ilerledikçe hikâye kişisi Ekrem ve firma yetkilisi arasında bir çatışmanın yaşandığı görülür.

  Anlatıdan hikâyeye dönen bu metne hikâye türünün gerektirdiği özellikler açısından bakılınca hikâye kişilerinin hep siyah- beyaz olduğu ve hikâyede verilen olayın sadece bir yönüyle ele alındığı hissi oluşur. Oysa öyküde gri insanları oluşturan karakterler ise bilge rolünde -uzlaştırıcı bir rol üstlenmiştirler.

  Yakutiye ve Boyacı adlı anlatıcının müşahedesiyle kaleme alındığı için dikkate değerdir. Ben anlatıcının iç konuşmaları, mesaj verme endişesiyle anlatımın kesilmemesi, kendi kendine konuşan bir ayakkabı boyacısı çocuk, çocuğun kanaatkârlığı ve yaşama sevinci dikkat çeker; fakat bu hikâyede de yansıtma anlamında sıkıntı varmış izlenimi uyandırır. Kişiler, sosyal sınıflarına ve aldığı eğitimlere paralel bir konuşma içerisinde değillermiş gibidirler.”…demişler ki ‘Şu binaya bak, kimler geldi, kimler geçti. Ne binalar yıkılıp gitti. Ama bu bina zamana ve tüm olumsuz şartlara meydan okudu.(168).” Bu hikâyede kendini canlı bütünün canlı bir parçası gören panteist düşüncenin de izleri var kanaati oluşabilir! Yazarın derinlemesine İslam’a vakıf oluşu bizi böyle bir düşünceye varmaktan alıkoyar. İslam peygamberinin ağaçla, taşla, deveyle, Uhud dağıyla konuştuğunu bilmeyenimiz yok gibidir. Bu pencereden baktığımız vakit karşımıza ‘vahdeti vücut’ bakış açısında bir yazar karşımıza çıkar.

   Anlatıdaki son üç hikâyeden biri olan Serum Naci de isminden dolayı okurun dikkatini çeker. Hikâye hızlı bir girişle başlar. Hikâyede dikkati çeken ilk husus hikâye kişisinin yaşadığı dini tereddüttür. Metin ilerledikçe okurun okuma arzusu artar. Naci’nin beline bağladığı serum şişesine doldurduğu içkisini paltosunun kol yakasından gizli saklı yudumlaması, bu yolla çocuklara kötü örnek oluyorum düşüncesinden kurtuluşu, mahallelinin muhafazakâr yapısına rağmen Naci’nin yaptığı bu davranışa göz yummaları, Naci’nin ailesinin kızın başını yakarım düşüncesiyle oğullarını evlendirmeye yanaşmamaları dikkate değerdir. Bu hikâye bize taassuptan arınmış bir toplumun dini yaşantısının nasıl olması gerektiğinin ipuçlarını verir. Türklerin Selefi ve Vehhabi zihniyetinden farklı olar İslam’ı yorumlamadaki hünerleri fark edilir.

   Gönül ister ki bir ideolojinin deli gömleğini giyen değil de bir medeniyetin temsilcisi olmamız gerektiğini zihnimize kazıyan, zaman zaman hikâye; zaman zaman deneme formatına yaklaşan bu metinleri tek tek inceleyelim; fakat bu teknik açıdan mümkün değil. Bu metinler bazen mesaj verme kaygısıyla okuyucuyu tökezletse de yalın diliyle bizlere medeniyetin alet edevat bilgisinden ibaret olmadığı; içtenlik, diğerkâmlık ve sadeliğin üzerine bina edildiğini göstermesi açısından önemlidir. Yazarın Bostan ve Gülistan’a öykülerinin kardeş olma temennisi bize eserin yeniden bir medeniyet inşası derdinde olduğunu göstermesi açısından dikkat çekicidir. Genelde dili ağır makaleleriyle tanıdığımız bir yazarın hikâyelerinde olayı duru bir dille yazması ve akıştan unutulmaya yüz tutmuş kelimelerin anlamının çıkarılmasını gösterme başarısı yazarın dile hâkimiyetinin göstergesidir. Kitabın takdim yazısını Şair- Yazar Mehmet Emin Alper’in yazmış olması bile kitaptaki hikâyelerin kültür ve edebiyatımız açısından önemini belirmeye kâfidir.

   Bu kitabı okuduktan sonra kendi kendime, “ Ey insan, yaşatmayı bil ki yaşamayı bilesin!” diyorum.

   Yine bu kitabı okuduktan sonra kendi kendime,” Ey bu medeniyetin evladı boşuna ulaşmaya çalışma! Zira sen ulaşmaya çalıştığın yerdesin” diyorum.

                                                                      

 

 

 

 

Yazar: Arş. Gör. Nurullah AYDIN

YAZAR REŞAT COŞKUN’DAN İKİ YENİ KİTAP

YAZAR REŞAT COŞKUN’DAN İKİ YENİ KİTAP

 

12 Eylül 2015 Cumartesi, 16.18 | Güncelleme: 12 Eylül 2015 Cumartesi, 16:18 İHA

 

ERZURUM (İHA) - Erzurumlu eğitimci şair yazar Reşat Coşkun'un Küheylan isimli şiir kitabı ve Şehrisan isimli deneme öykü kitabının genişletilmiş ikinci baskısı çıktı.

94 ayrı şiirin yer aldığı Aktif Yayınevinde basılan eğitimci yazar şair Reşat Coşkun'un Küheylan adlı eseri okurlarıyla buluştu. Coşkun'un daha önce kaleme aldığı Şehristan isimli deneme öykü kitabı da genişletilmiş ikinci baskısı kitapçılarda yerini aldı.

 

REŞAT COŞKUN KİMDİR?

 

Erzurum'da merkeze bağlı Yağmurcuk mahallesinde doğdu. Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya bölümünden mezun oldu. Sivas, Gaziantep, Siirt ve Mardin illerinde çalıştı. Tema vakfında dört yıl süreyle eğitim sorumlusu olarak görev yaptı. Çevre konusunda konferanslar verdi. Erzurum Musikisi cemiyetinde Türk Müziği ve Nazariyat dersleri aldı. Ney üflemektedir. Erzurum'da Milli Eğitim Bakanlığına bağlı okullarda öğretmenlik ve idarecilik yapan Reşat Coşkun halen Emel Çatal Anadolu Lisesinde coğrafya öğretmeni olarak görevine devam etmektedir. Çeşitli gazete ve dergilerde yazı ve şiirleri yayımlanan yazarın Sevdam Kaldı, Berceste ve Sevdam adlı şiir kitaplarıyla beraber Şehristan isimli deneme-öykü kitapları da yayınlanmıştır.

(ERZ-AT-Y)

 

12.09.2015 16:25:43 TSI

Yazar: İHA

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör