Eğitimci,
şair ve yazar, şarkı sözü yazarı,. 15 Mayıs 1957’de İstanbul'da dünyaya geldi. Şişli 19 Mayıs
İlkokulu, Bomonti Talat Paşa Ortaokulu ve Şişli Lisesini bitirdikten sonra İstanbul
Atatürk Eğitim Fakültesi Sosyal Bilimler Bölümünden mezun oldu. İkinci çocuğu
henüz on beş günlük kucağındayken sınavlara girerek iki yıl lisans tamamlamadan
sonra Tarih branşına geçiş yaptı. Bu anıyı kendisini gülümseten hoş bir
yaşanmışlık olarak paylaşmayı istediği için paylaştığını belirtiyor. .
Üniversiteyi
bir taraftan gündüz çalışıp gece okuyarak tamamladı. Üç yıl özel sektörde, Ünilever
firmasında halkla ilişkiler, reklam ve anketörlük üzerine çalıştı. Bu vesile
ile yurdun çeşitli yerlerine iş seyahatlerinde bulundu. Bu seyahatlerde
çoğunlukla Güneydoğu Anadolu'yu yakından tanıma fırsatı buldu. Alarko Holdingde
muhasebe bölümünde çalıştı ve bir aralık İstanbul Radyosunda çocuk saati
programında yer aldı. Yine kısa bir süreliğine Osmanlı Bankasında çalıştı. Çalışarak
okumuş olması nedeniyle bu saydığı yerlerden kendisine iyi bir mevkide
kalacağına dair teklifler almasına rağmen idealistliğinden okuduğu alan olan öğretmenliği
seçti. Önemsediği yaşam felsefesini insanlığa faydalı olma duygusu üzerine
kurmuş olmasıydı. Ona göre öğretmenlik
de inandığı onun paralelinde bir meslekti.
Kendince
aldığı bu kararla uzun yıllar (yirmi sekiz yıl) öğretmenlik yaptı.
Emekli
olduktan sonra çeşitli dergilerde yazmaya başladı. Temrin, Acemi, Berceste,
Şiir Vakti, Az edebiyat, Aydili, Edebiyat yaprağı, Nif Sanat’ta yazı ve
şiirleri yayımlandı.
Bir
taraftan eğitim hayatına devam edip İstanbul Üniversitesi Auzef Sosyolojiyi
bitirdi. Sosyolojiye ek olarak Aile Danışmanlığı eğitimi aldı. Yağlıboya resim
çalışmaları yaptı karma sergilere katıldı. Moda Tasarım alanında bir süre
eğitim aldı. Moda tasarımın bir uzantısı olarak yapma çiçek eğitimi aldı.
Üniversiteyi okuduğu yıllarda bir süre ünlülerin (sanatçı) terzisinden dikiş
eğitimi aldı. Müzik eğitimini piyano dalında devam ettirdi.
Tarih
Bilinci dergisinde uzun bir süre yazılar yazdı. Ortadoğu, Doğu Türkistan;
Osmanlı Afrikası; İspanya 'da İslam kültür ve medeniyeti, demokrasimizin yüz
yıllık serüveni ele aldığı konulardan bir kaçıdır. Ayrıca Sanat Alemi’nde
deneme, şiir ve öyküleri yayımlandı.
Öykü,
deneme ve şiir kitapları yanı sıra çocuk edebiyatı alanında da eserler
vermiştir.Deneme ve Şiir kitaplarının kapak tasarımları kendi çalışmasıdır. Halıhazırda
yayımlamayı düşündüğü bir romanı ve yine İstanbul ile ilgili bir dosyası bulunmaktadır.
Evli;
eşi hukukçu ve iki yetişkin erkek çocuk annesidir. Yahya Alparslan adında henüz
dört aylık bir torun sahibidir. Biri evli bir çocuk sahibi Ulaştırma ve Yüksek inşaat mühendisi, akademisyen.
Alanında ulusal, uluslararası makaleleri ve mühendislikle ilgili beş
yayımlanmış kitabı bulunmaktadır. Diğeri ise hukuk mezunu, İst. üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı
sonrasında da İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Edebiyatını kazanarak. Bu
bölümlerin Osmanlıca, İngilizceye ek olarak da Fransızca dilini geliştirme
çabasındadır. Felsefeye yoğunlaşarak Spinoza üzerine tamamladığı mastırına
Hegel ile devam ediyor. Akademik kariyer yapmayı ve İslam felsefesi üzerine çalışmayı
hedefliyor.
CANSARAN KIZILTAŞ İÇİN NE DEDİLER?
''Cansaran Kızıltaş, sımsıcak anlatımı, saf ve pür dünyası. Bir gergef gibi duyguları ve olayları işleyişi ile dikkati çekiyor. Öyküleri yer yer deneme ve şiir sınırlarını da taşmakla birlikte, edebiyatın kendine özgü sınır tanımazlığı içinde bu okurun dimağında güzel bir tat bırakıyor'' (Sadık Yalsızuçanlar)
***
''Cansaran Kızıltaş bu hikayeleriyle beni çok tanıdık yerlere götürdü. Yaşanmış ve bedeli ödenmiş satırlar bunlar. Birde yürekten gelişleri var ki, çok yakıcı''... (Mario Levi)
***
"Biriktirdiklerim" nadide bir eser olmuş. Başlarken bölümünde; ''Yaşanmışlığın izleri beni hep kendine çekiyor. Bir dolu hikaye yazabileceğimi düşünüyorum.Yıllardır biriktirdiklerimin ağırlığı içinde her bir parçaya aşina olduğumu hissediyorum'' Derken daha, kitap sizi içine çekiyor. İlgiyle, açıp daha çok okumak ve bu hissi paylaşmak istiyorsunuz.
Ve, sonunda yazdığı gibi, "biliyorum, daha yazacak çok şey, var."
Çok şey içinde biriktirmişliklerimiz de.
Biriktirdiklerimizden çoğaltmak dileğiyle ,
Kutluyorum, hayırlı ve bol okurlu olmasını diliyorum” (Fatma Erkul)
***
'Biriktirdiklerim', muhteşemdi konu ve şiirsel lirik anlatımıyla, unutulmaz..” (Hüseyin Gök)
Cansaran Kızıltaş kendi sözleriyle okura şöyle seslenir:
“Ses beni kendine çağırıyor. Onun büyüsüne kapılıyorum. Onu dinliyorum. Yüreğime dokunuyor. Onu anlamamı istediğini düşünüyorum. Onca sesler arsında “ses”iyle var olma savaşı verdiğini artık biliyorum. Ve bütün bunların bir deniz minaresinin iniltisindeki “UZAĞIN SESİ” olduğunu anlıyorum…”
KİTAPLARI:
Öykü:
Uzağın
Sesi Öyküler (2014),
Denizi
Arayan Kuş Butimar (2019),
Anı-Araştırma-İnceleme:
Biriktirdiklerim
(2021).
Çocuk Öyküsü:
Denizi
Arayan Kuş Butimar (2017, 2019),
Almira
ve Arda'nın Üsküdar Rüyası (2017, 2019),
Altılı
Çocuk Seti Tontiş Sincap Ve Ailesi (2020 )
Büyülü
Bahçe (2021),
Tuncuncu
Büyüyor – Tuncuncu ve Ailesi (2022).
Deneme:
Aslında
Hüzün ve Hep İstanbul (2013, 2015)
Şiir:
Dallar
Kuşlara Tutunmayı Unutmadı (2015), Fesleğen Kokusu (2020), İkindi Alazı (2021).
BESTELENMİŞ
GÜFTELERİ (2021):
PAPATYALAR
DERLEDİM / Muhayyer Kürdi TANGO.
BESTE
: Süleyman Koyuncu .GÜFTE : Cansaran Kızıltaş
LEYLAKLAR
AÇARKEN GEL /RAST ŞARKI
BESTE;
Süleyman Koyuncu
GÜFTE;Cansaran
Kızıltaş
SANIRDIM/
MAHUR ŞARKI
BESTE
; Süleyman Koyuncu
GÜFTE;
Cansaran Kızıltaş
MİNİCİK
KUMRUMSUN / ACEMAŞİRAN ŞARKI (TORUNUM
YAHYA İÇİN)
BESTE;
Süleyman Koyuncu
GÜFTE
; Cansaran Kızıltaş
KAYNAKÇA: Recep Arslan
/ Süleyman Çelebi’den Günümüze 40 Yazar (2015), Cansaran Kızıltaş İle “Uzağın
Sesine Ses Olmak” Üzerine Konuştuk (elestirihaber.com, 26 Kasım 2017), Cansaran Kızıltaş (Sanatalemi.Net,
27.02.2019),Cansaran Kızıltaş kitapları (idefix.com – kitapyurdu.com -
babil.com, 27.02.2019), İhsan Işık / İhsan Işık /
Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi
(12. Cilt, 2020), Bilgi Teyidi (17.03.2022).
CANSARAN
KIZILTAŞ İLE “UZAĞIN SESİNE SES OLMAK” ÜZERİNE KONUŞTUK
“Uzağın Sesi”
adlı kitabın yazarı Cansaran Kızıltaş ile “Uzağın Sesine Ses Olmak” üzerine
söyleşi…
Söyleşen: Fatma
Türkdoğan
Eğitimci / yazar
/ şair / resimle uğraşan bir sanatçı olan Cansaran Kızıltaş kimdir? Bize
minimal öykü tadında kendinizi nasıl anlatırsınız?
Cansaran
Kızıltaş -
İstanbul doğumluyum. İstanbul’un henüz
tüketilmemiş halini, orasından burasından yakalayan şanslı bir insan olarak
kabul ediyorum kendimi. Bütün tahsil hayatım İstanbul’da geçti. Ellili,
altmışlı yıllarda kıyısı Karadeniz’e ilintili orta Anadolu’dan İstanbul’a gelip
yerleşmiş, iki çocuklu bir ailenin ilk
çocuğuyum. Yıllarca Tarih Öğretmeni
olarak çeşitli okullarda çalıştım.
Yüksekokulu gece okuduğum için gündüzleri de büyük bir kaç firmada
çalıştım. İng.– Amerikan firmasında, halkla ilişkiler bölümünde reklam tanıtım
ve anket yaptım. Bu günün parasıyla hiç de azımsanmayacak -üç kişinin ortalama maaşına denk- bir maaşla çalıştım. Bunu şunun için söylüyorum; çok idealist bir şekilde öğretmen olmaya
karar verdiğim için, ilk maşımı aldığımda cüziyeti karşısında şaşkınlıktan
ağzım açık kalmıştı. Hemen kendimi toparlamış kendime: “Bunu sen istedin, hiç
sesini çıkarma! Aza talip olan sensin! Haydi, yolun açık olsun!” dedim…
Çok
çeşitli yerlerde çalıştım. İstanbul Radyosu’nda, Osmanlı Bankası’nda… Yirmili yaşlarımda, ünlülerin modacısının
yanında hem dikiş öğrendim hem de model çıkartmayı. Tabii bu durumun hikâyesi
şöyle gelişmişti. Bir gün bindiğim otobüs Mecidiyeköy’de trafikte beklerken,
ana caddedeki tabela ilişti gözüme.
“Paris’ten diplomalı modacı…” Aniden karar verdim, hemen indim
otobüsten, hızlı adımlarla adrese ulaştım. Sonrası malum. Hocanın en çok değer
verdiği öğrencisi oldum. Bu durumu diğer öğrencilerden ayrıcalıklı bir durum
olarak göstermiş, bütün utanıp sıkılmalarıma rağmen ailemi bir iftar akşamı
yemeğe davet etmişti. Çok sert bir hocaydı, disiplinliydi. Yemekte aileme
söylediği ilk söz: “Çok terbiyeli,
saygılı bir evlat yetiştirmişsiniz sizi tebrik ederim ama bu çocuk çok uykusuz.
Bunu uyutun, yazık!” demişti… Hoca; her
yere yetişme ve çalışma azmimden dolayı uykusuz kaldığım için iş hayatımda bana
takılan ismin “yorgun savaşçı” olduğunu biliyormuşçasına bu düşüncesinde ısrar
ediyordu.
Daha
sonra Alarko Holding’de, Üzeyir Garih’in
yanında çalıştım. Çok idealist bir insan olmam nedeniyle ki o yıllar
öyleydi; çocukken ki hayalim doktor
olmaktı, şayet hayalimdeki mesleği yapmış olsaydım, memleketimin her köşesinde
fedakârane bir şekilde insanlara hizmet ederdim… Parayı düşünmedim hiç bir zaman, eğer öyle
olsaydı bana ciddi bir şekilde geniş imkânlar sunan işlerden birini tercih
edebilirdim Ama ben Tanrı’ya ve kendime söz vermiştim insanlığa hizmet edecektim.
Çünkü yaratılış gayemi insanlığa fayda, bilgi ve verme üzerine kurmuştum.
Gerçekte de böyle olması gerektiğini düşünüyordum, o yüzden öğretmenlikte karar
kıldım. Hep farklı olmaya çalıştım,
doğrularımla dimdik durmaya çalıştım. Öğrenmenin, sevginin ve merhametin
olduğu bir eğitim sistemini uyguladım. Öğrencilerime sık sık sadece öğrenme
konusunda hırslı olmalarını bunun dışında insan olmanın erdemini söyledim. Hiç bir öğrencimi kazanç zihniyeti üzerine
etkilemedim. Not her zaman benim için ikinci planda oldu. Öğrencilerimin not
kaygısını ortadan kaldırdım. O yüzden vicdanım rahat…
İki
yetişkin erkek çocuk annesiyim. Biri yüksek inşaat mühendisi, araştırma
görevlisi. Diğeri ise hukuk mezunu,
uluslararası insan hakları üzerine mastır yapıyor. Şiire, müziğe,
yazmaya meraklı.
Yayımlanmış eserlerinizden
bahseder misiniz?
Cansaran
Kızıltaş: Yayınlanmış
eserlerim üç kitapta toplanır. Biri “Uzağın Sesi” adlı, sizin de incelediğiniz
öykü kitabımdır. Diğeri denemelerden oluşan felsefi, tasavvufi öğelere tarihe
ve mimariye, iç dünyaya dair içten dışa, bazen dıştan içe uzanan yazılardan
ibarettir. “Aslında Hüzün ve Hep
İstanbul” Üçüncüsü ise; yeni çıkan
İstanbul ve şiirlerimden oluşan, kapak tasarım ve renkleri bana ait olan
“Dallar Kuşlara Tutunmayı Unutmadı” adlı şiir kitabımdır. Aslında öykü kitabımın
da kapak renkleri ve tasarımı bana ait bir öneridir. Şiirlerimde de çokça
tarih, iç duygular, bazen hüzün, bazen huzur ve bazen de küçük mutluluklar
vardır.
Gustave
Flavbert: “İnsan her şeyden önce kendisi için yazmalıdır. İyi yazmanın biricik
yolu budur.” der. Bu veciz söze katılır mısınız? Sizi yazmaya iten dürtü neydi?
Gustav
Flaubert’in bu sözüne katılıyorum. Tabii bu söz benim ilerlemiş hayatımda önem
kazanmıştı, yazmaya başlayamamıştım
henüz. Hayat beni eteklerimden tutmaya
devam ediyordu. Nihayet emekli olmaya karar verdiğimde nasıl yazacağım diye
düşünürken, bir gün dedim ki kendi kendime: “Boş ver başka şeylerin önemi yok,
sen kendin için yazmalısın!” İlk defa kendim için bir şey yapmaya karar
verdiğim bir durumdu bu “yazma” işi… Beni yazmaya iten dürtü, ilk okumayı söktüğümde anlamlandıramadığım
bir büyüydü. İki mısra düştü yüreğimden, akşamın alaca renklerinden gözlerime.
Bir resim oldu; bir akşam kızılı sonra gümüş bir ay. Belki de çocukluğumun,
artık gidemediğim özlediğim dağlarıydı… Altı yaşlarındaydım o zamanlar, gitme
duygusunun sabırsızlığıyla annemi beklerken kapaklı bir ayakkabı sandığının
üzerinde oturmuştum. Sabrımın sınandığı
duyguydu asla unutmam. Belki bir çocuğun annesiyle olan bağının, onu her gün
okuldan alması için beklediği yerde ki duyguydu bu “şiir” Belki ayrılık, belki
hüzün belki de umuttu ve sabırdı… O büyü hayatım boyunca hiç peşimi bırakmadı.
Hep dedim ki kendime; “yarın, yarın
olsun”, sonra bu yarınlar hiç gelmek bilmedi. İşte o zaman karar verdim.
“Kendim için yazmalıyım!”
“Yazma sanatı hayatı incelemekle kazanılır.”
tespitinde bulunur Amıe Sovcıte. “Uzağın Sesi” adlı hikâye kitabınızdaki
hikâyelerinizin istisnasız hepsi yaşanmış gibi duruyor. Realist bir tavırla
kaleme alınmış, hemen yanı başımızda olmuşçasına… İncelediğiniz hayatlardan
esinlenerek mi yazdınız? Sizin yaşadıklarınız mı ya da kurmaca metinler mi?
Evet
bakın! Yazma olayı gerçekten hayatı incelemekle başlar, okumakla devam eder ve
beslenerek hep akar, durur. Uzağın
Sesi’nde yer alan hikâyelerimin kahramanları çoğunlukla hayatın içindeki
kişilerdir. Bir gün tanınmış bir yazara şöyle sorarlar: “Siz romanlarınızda
yazdıklarınızı yaşadınız mı gerçekten?” Verdiği cevap ilginçtir: “Yaşamasaydım
yazabilir miydim?” Elbette yaşanmamış şeyler gönülden çıkmaz, çıksa bile samimi
olmaz. Kuru bir dal gibidir
anlatılanlar, hâlbuki yaşanmışlıklar her daim yeşeren, hep bir şeyler veren
meyveli bir ağaç gibidir. Bazılarını yaşarsınız, bazılarını da kurguyla zenginleştirirsiniz.
Yani bu yemek pişirmeye benzer, her
yazarın yaptığı yemeğin üslubu ve lezzeti damaklarda farklı bir iz bırakır.
Yaşanmış bir
olayı hikâye ettiğiniz var mı, “Uzağın Sesi” adlı hikâye kitabınızda?
Elbette
yaşanmış olaylar daha çok mesela, “Bir
Kar Yağar Melekçe’den” adlı hikâye, benim çok etkilendiğim, bizzat yaşadığım
bir olaydan hikâyeye dönüştü. “Boz Renkli Evdeki Bir Avuç Cennet” adlı
hikâyemde, kahramanım olan dedecikle
yaşadıklarımı anlatıyorum. Dediğim gibi
yaşadıklarınızı kaleme alınca yazılar samimileşir. Her bir satırda atan yüreği hissedersiniz.
Sanat ve toplum
birbirinden ayrılmayan iki ayrı mevhumdur. Birbirinden hem etkilenir hem de
beslenirler. Sanat ürünü kentin fiziksel dokusunun estetik taşıyıcısı olduğuna
göre, sanatçı duruşu nasıl olmalıdır? Toplum ve yazar arasındaki bağ ne derece
önemlidir?
Cansaran
Kızıltaş: Klasik
ama sıkça sorulan, sorulması gereken bir soru. Elbette sanat ve toplum hiç bir
zaman ayrılmazlar birbirinden. Tarihe bakınız birçok sosyal olay kendi başına
oluşmaz hiç bir zaman. Olayın ana fikri insandır. Toplum insanlardan oluştuğuna
göre, sanat nereden oluşacak? Toplumun
içindeki insanların yaşadıklarından, duygu ve düşüncelerinden oluşacak. Bu
yüzden toplum ve sanat birbirinden ayrı düşünülemez. Sanatçı yaşadığı toplumun
bir parçası olarak; eser verecek, verilen eserlerden etkilenecek, yurtdışındaki
sanatçıların eserlerini –diğer kültürlerin sanat anlayışını- inceleyecek. Sanatla ilgili her şeyden
haberdar olacak. Sonra onları damıtacak,
ruh dünyasından geçirip yüreğiyle ortaya eser koyacak, ait olduğu toplumun bir
parçası olarak…
Yaşamın
anlamını; “Yazmak için yaşamalı, yaşamak için yazmamalı.” diye özetleyen Jules
Renard, yazmayı yaşamının merkezine konuşlandırmış, sizin için yazmak bu kadar
hayati öneme haiz mi?
Jules
Renard’ın dediği gibi eğer bir yolculuk yapıyorsak bunu yaşamak için değil,
gerçekten “yazmak için” şekline dönüştürmeliyiz. Aksi olduğunda ortaya edebi
kalıcı bir eser çıkmaz.
Yazma işi, çok
okumakla ilintilidir kuşkusuz. “Bir tek kitap yazmak için yarım kitaplık
okuyunuz.” diyen Samuel Johnson gibi sizin de kitaplarla aranız nasıl? Okumaya vakit ayırabiliyor musunuz?
Cansaran
Kızıltaş: Bu
sorunun cevabı bazı yazılarımın satır aralarında geçer… “Aslında Hüzün ve Hep
İstanbul” da, Bir Vakitler Aşiyan Yolları”nda; “Okumaya yazmaya, güzelliklere
âşık hayatı anlamlandırmaya çalıştığım on yedili yaşlarımdı.” diye. Bu cümleler
zaten okumanın, düşünmenin hayatı sorgulayıp anlamlandırmaya çalıştığım
yıllarımı ve bunların bendeki önemini çok iyi ifade eder. Bir hatıramı
anlatayım. Üniversitede okuduğum yıllardı. Hz. Mevlana’nın mesnevisini almak
istiyordum. Liseli yıllarımdan beri gittiğim sahaflara gittim, zaten her hafta
sonu giderdim, hiç bıkmadan. Bir kitabevi vardı sürekli oradan alırdım. Oranın
yetkilisi bir hanımdı. Türk Dili ve Edebiyatı mezunuydu. Sevdiğim, hayatımda izi olan, nurani yüzlü,
derin farklı bir yapısı olduğunu hissettiren duruşu vardı. Onun yüzünden, ruhuna giden balmumu ışıltılı yolculuklarda
huzur bulurdum. Bazen hiç konuşmazdık ama böyle zamanlarda, “ne çok
konuşurduk” aslında. Mesneviye param yetmemiş, alamamıştım. O
arada çalışmıyordum, çalışırken zor
zamanlar için biriktirip koluma taktığım bir bileziğim vardı. Hemen koştum,
bozdurup geldim ve mesneviyi aldım. İşte ben böyle kitap hastasıydım… Kendim
çalışarak her şeyi çözdüğüm için hayatta kimseden bir şey istememeyi de küçük
yaşta öğrenmiştim. Evlenirken malum çeyiz taşınır, akşama kadar yorulan akrabalar kitapları
bırakacaklarını söylediler, itiraz edince de ne yaparsan yap dediler. Zaten
benim aklım kitaplarda kaldı, aman ne olur sakın ellemeyin ben kendim taşırım
dedim. O hengâmede kitaplarıma bir şey
olacak diye hep korkuyordum. Kitap ve okumayla aram hep iyi olmuştur. Okumayı
çözdüğüm altı yaşımdan itibaren okuma serüvenim düzenli ve hızlı bir şekilde
başlayıp benimle devam etmiş bir olgudur.
Zaman içinde okuyamadığım, bitiremediğim kitaplarda var elbet ama, uygun
bir zamanda geriye dönüp okurum. Okuyamadığım süreçler zihnim yorgundur,
dünyaya dair telaşlarım vardır. O
zamanlarda okuması kolay, anlatım dili akıcı olanları tercih ederim. Yoğunluğu olan kitapları daha dingin bir
zamana bırakırım.
Tarzını,
kalemini sevdiğiniz, dimağınızı zenginleştiren hangi yazarları okumayı tercih
edersiniz?
Cansaran
Kızıltaş: Eskiden
olsa ayırırdım tarzları. Liseli yıllarımda dünya klasiklerini bitirmiştim.
Sonrasında tasavvuf okumaları, tarih kitapları ve felsefe yer almıştı
hayatımda. Şimdiyse o kadar çok çeşit var ki, birde her çıkan kitabı
alıyorsunuz. Tabii okurken zihniniz ve ruhunuz ayrım yapıyor. Son okuduklarım:
Gabriel Garcia Maruez, “Yüz Yıllık Yalnızlık”,
Şule Gürbüz, “Zamanın Farkında”, İhsan Oktay Anar, “Yedinci Gün”, Emile Ajar,
“Onca Yoksulluk Varken”, Borges “Şifre”, Jenny Erpenbeck, “Gölün Sırrı”
En son elimde olan, seyahate götürüp getirdiğim Pascal Mercier’in, “ Lizbon’a
Gece Treni”ni bitirmeye çalışıyorum. Onat Kutlar’ın “Bahar İsyancıdır” adlı kitabındaki
denemelerini beğeniyorum. Çok derin, hüzünlü, hayatın içinden sade
betimlemeleri derin ama insanı bıkmadan götüren bir tarz. Şule Gürbüz ve Sadık
YalsızUçanlar’ın eserlerini beğeniyle okuyorum. Ayşe Kulin’in eserleri, akıcı,
dinlendirerek okunan bir tarz. Nazan Bekiroğlu’nun “Mimoza Sürgünü” en son deneme kitabını okumuştum sanırım bir
yıldan fazla oldu. Orhan Pamuk en son
kitabını okumaya çalışıyorum.
Ben
çok fazla imgelerden yana değilim. Kelimeleri alıp yan yana, üst üste koyarak
karmaşa yaratırsınız sadece. Oysa her bir yapı taşını kendi içinde uyumla
yerleştirirseniz orada ahenk oluşur. Derinlikleri seviyorum ama derinlikler
illa da karmaşayla olmamalı, insanı
yormamalı yani karmaşaya boğmamalı.
İnsana farklı bir şeyler sunmanın yolu karmakarışık desenlerden
geçmemeli. Bir resmi boyayıp karıştırararak, bu sizin ne yaparsanız yapın
demeye benzer. Oysa biraz daha uyumlu desenlerle bir tablo ortaya konabilmeli,
yumuşak geçişleri olmalı, ruha huzur vermeli. Çünkü günümüz yeterince karmaşa
zaten.
Hepimizin
hafızasında çocukluğumuzun o gamsız günlerinden kalma nice unutamadığı anıları,
kokuların rayihaları, şımartan lezzetleri mevcuttur. “İğde Kokusu” adlı
hikâyenizdeki iğde ağacı, sokağı “Yoğurtçuu! Yoğurt!” diyerek yaygaraya boğan
satıcı, “Bir Çift Kırmızı Ayakkabı” adlı hikâyedeki kırmızı papuçlar, sizin geçmişinize ait izlerden bazıları mı?
Cansaran
Kızıltaş:
Hayatımın yorgunlukları arasında koşuştururken, her gün soluklanıp durduğum
sokağın başındaki -onca karmaşanın
içinde bu da burada nasıl duruyor diye düşündüğüm, bana nefes aldıran- iğde
yani “hayat ağacı”ydı. Bir bakıma ona
bakıp insanın başını döndüren kokusunda hep “yarın” saklardım. Yani benim için
“umuttu…” Yoğurtçu ise; çocukluğumun merdivenli, dik yokuşlu sokaklarında,
ardından üzülerek baktığım, omuzlarına yüklediği tepsileri zorlukla taşıyan
yoğurtçunun, “Yoğurtçuuu!” sesine karışan yüklendiği hayattı benim için. Kim
bilir belki de bunun için sevdim hep yokuş başlarını. “İnsanı, insan olmaya
omuzlandırdığı için”, kim bilir?
Bir
çift kırmızı ayakkabı; hepimiz biliriz çocukluğumuzun ayakkabılarının rengi
siyah ve beyazdı. Kırmızı çok nadir bulunurdu. Çünkü amaç ihtiyaca yönelikti.
Böyle olunca da kırmızı renk her haliyle dikkat çeken bir renkti. Çocukluk
dönemlerimizde aldığımız terbiye dikkat çekmeyi engellerdi. Kırmızı bu yönüyle
de özgür hayaller demekti bir bakıma. Sonraları kırmızı ayakkabılarım oldu
elbette. Neden olmasın dedim kendi kendime. Demek ki yaşım bir hayli ilerlemiş,
bense hayallerim için geç kalmadığımı kendime fısıldamak için, “Bir Çift
Kırmızı Ayakkabı” ismini seçtim.
Hayatın
her alanına, insanın her hâline
dokunuyor hikâyeleriniz. Çocukluğu,
yalnızlığı, fedakârlığı, anneliği, ayrılığı, gurbeti, hasreti, hüznü, ölümü,
gençliği, komşuluğu, Anadolu kadınını, Marmara’nın kâh dingin, kâh coşkulu
sularını… Hikâyelerinizin hepsinin mekânı İstanbul ama konular hiçbirimize
yabancı değil. Yaşanmışlık kokusu sinmiş üzerlerine yanılıyor muyum?
Evet,
yanılmıyorsunuz. Hayat yaşadığımız anların ve hallerimizin toplamıdır zaten…
Öyle olmasaydı, derinlik olmazdı.
Tarih Öğretmeni
olmanız nedeniyle tarihe telmih var çoğu hikâyenizde. Tarihi mekânları, uhrevi
dünyamızın mümtaz şahsiyetlerinin edebi istirahathânelerini ziyaret
ettiriyorsunuz hikâye karakterlerinizi. Manevi iklimin sonsuzluğunda kanmış,
gönül ehli yürekten kopup gelen bir duruş sergiliyorsunuz kaleme aldığınız
hikâyelerinizde. Bu tespitim hakkındaki düşünceleriniz nelerdir?
Cansaran
Kızıltaş:
Onlar benim tasavvufla hemhâl olduğum gençlik yıllarımın; hayata yürüdüğüm,
yalnızca içsellik biriktirdiğim, derinlik oluşturduğum zamanlarımdır. Bana
verilen rüyalardır çözülmesi istenen, gece ve gündüzün birbirine karıştığı
vakitlerin anahtarlarıdır. İç yolculuklarımdır ve bana aittir. Okuyucu buradan
kendine uygun hangi yolu seçerse ona göre yol alacaktır.
Şiir, hikâye ve
resim… Birbirinden farklı gibi gözükse de yeteneğe eşlik eden; estetik kaygısı,
duygu ve düşünceleri ustaca dışavurum, bu sanat dallarına vurgunluk ve azimle
çalışmayı gerektiren sanatın üç dalı… Hangisi daha ağır basıyor diye sorsam
yanıtınız ne olurdu?
Cansaran
Kızıltaş:
Önce şiir, şiir hayatın ta kendisidir,
yani yürektir. Hep şöyle derim “Biz şiirimizi kaybettik, şiir yaşamaktı
oysa.” Şiir sestir, yazmaya başlayan kalem ses ile ahenkle, yani şiirle başlar.
Çünkü ahengin içinde sesi yürek olur. Sonra mısraya dönüşür. Bir inceleme
yazımda bahsetmiştim bu konudan. Dediğim gibi altı yaşlarımdayken, iki mısranın
gönlüme verilmesiyle şiir yazmaya başladım. Lisedeyken aruz vezni ile şiir
denemelerim oldu. Fuzuli benim için önemliydi. Yunus ise sessizliğin çölünde
sarı bir çiçek… Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Cahit Sıtkı Tarancı, Orhan Veli, Cenap
Şahabettin, daha niceleri benim ruhumu
besledi. Çünkü her gün aynanın karşısında şiir okurdum. Aynada ruhumun
uzaklarına giderdim… Bunları paylaşabildiğim bir kız arkadaşım vardı. O da ayni
yaşlardaydı ve hep ayni şeyleri seviyorduk. Bolca felsefe hakkında konuşur,
okurduk. Bu çok önemliydi bizim için. Kişiliğinizi geliştiren unsurlardır. Ses
deyince sözden ve şiirden sonra müzik gelir akla, benim çocukluğumun önemli bir
parçası da piyanodur. Yine dokuz yaşlarında ilk defa görüp izin alarak başına
oturmuştum. Ürkek parmaklarımla sağ ve
sol olarak seslerin ince ve kalın sesler diye ikiye bölündüğünü kendi kendime
keşfettim ve çekinerek küçük bir melodi çıkartmıştım… Sonrası pahalı bir
enstrüman olması nedeniyle asla alamayacağımın hüznünü yıllarca içimde
biriktirdim… Yetişkin bir insan olduğumda, orkestra şefi olan hocamın beni
desteklemesiyle piyanoda bir hayli zor olan parçaları öğrenmiştim. Hocam ilk
derse başladığımızda: “Siz ne kadar çok dolmuşsunuz! Keşke daha önce
başlasaymışsınız!” sözleri bana umut vermişti. Zira su gibi akıp gidiyordu
parçalar. Yine hocam; “Siz yazmalısınız!” diyordu. Sohbetlerimizdeki doluluk
ona bunu söylettirmişti. Beni yazmaya teşvik eden onun bu sözleri
olmuştur, çünkü içimdeki saklı derin
yaraya dokunmuştu… Hayatımda müzik, renk, yazı ve tasarım hep oldu. Ama yazı
kök salmış bir çınar ağacı gibiydi. Onu ortaya çıkarmam gerekiyordu. Fakat
piyanoyu ve moda tasarımını da bırakmak istemiyorum, aslında hepsi beni
tamamlayan parçalar. Çünkü ben onlardan besleniyorum.
Sanata gönül
vermiş, dillerine dolanan kelamı kalemle buluşturma yolunda emekleyen gençlere
deneyimli biri olarak neler önerirsiniz?
Cansaran
Kızıltaş:
Sabırlı olmalarını, çok okumalarını, hayatı iyi gözlemlemelerini öneririm.
Yazdıkları ile yaşadıklarının bir olmasını. Her şeyden öte bir yüreğe sahip
olmalarını, bol bol yazmalarını. Mücadeleden asla vazgeçmemelerini salık
veririm. Bu saydıklarıma ben yıllar sonra, bıkmadan her şeye rağmen çok
mücadeleler vererek ulaştım. Zamanla, hayatla, işle, çalışmakla, sağlıkla, kimi
zaman hep hesap yaparak, yaşamdan kırpıntılar yaparak ulaştım. Hayat önce sabır
ve mücadeledir, hep çalışıp üretmektir. Kalıcı olmak istiyorsak böyle yapmak
zorundayız. Çok eser üretmek önemli değil, biz üretim yapmıyoruz sanat
yapıyoruz. Tıpkı bir kuyumcu gibi işleyerek,
kelimelerle içimize yolculuk yapıyoruz, en zoru da budur. Her bir kelime
bize bahşedilmiş bir mücevherdir, onu yerinde iyi kullanarak yazmalıyız. Yani
her bir kelimenin yere, göğe, suya düştüğü izi bilerek yazmalıyız. Çünkü her
bir kelimenin hesabını vereceğimizi unutmamalıyız.
Vereceğim on
kelimenin, sizde çağrıştıklarını istesem? Yalnızlık, annelik, hüzün,
fedakârlık, ölüm, tarih, umut, merhamet, yaşanmışlık, anı…
Cansaran
Kızıltaş:
Bütün bunların hepsi bir insan demektir.
İnsanın toplamıdır, kendisidir, yaşam serüvenidir. İnsandan insana değişir. Herkesin vergisi
farklıdır, her insan yaptığı yaşadığı kadarıyla vergilendirilir. Hayat bir
ödeme şeklidir. Annelik ise, kadına yani bereket payesiyle verilmiş bir
bağıştır. Onu nasıl kullanacağımız ise bizim anladığımız kadardır. Bir yazar olarak: annelik, yaşadığım haliyle
kendiniz olmadan onlarla yaşamak demektir. Kimi zaman dağılmak demektir, yazmak
için zaman bulamamak demektir. Ölüm bir
bitişin eşiğinde yeni bir başlangıçtır. Yalnızlık, çok derin ne zaman geleceği
belli olmayan hüzün artığı, iç köşe minderine zaman zaman çekilme duygusu.
İnsanların kalabalıklar içinde özellikle bu günkü özne gibi duran, hep
reklamlarla verilmek şımartılmak istenen duygunun, ruh öznesi olamayan
tüketilen çok insanın yaşadığı içinden çıkamadığı, günümüz insanının hiçlik
duygusu “yalnızlık” parçalanmışlık duygusu. Fedakârlık almadan vermektir. Tabii
almadan vermek sadece Allah’ a mahsustur. Ama işte böyle bazılarımız adanmış
bir hayata kendimizi adar zora talip oluruz. Tarih, zamanın içinden geçen bir
atlıdır, onu doğru yakalayan kazanır. Bu sözüm şiir kitabımda da yer alıyor… Merhamet, şimdilerde unuttuğumuz kendini
başkasının yerine koyma empati duygusunun karşılığı. Çünkü o zaman sana
yapılmasını istemediğini sen de başkasına yapmazsın. Anı, yaşadıklarımız, biraz da bizi biz yapan
yoğuran hamurun bir parçası. Kitabımın adı “Aslında Hüzün ve Hep İstanbul”
Nasıl diyelim şimdi, “aslında hüzün hep vardı.” Çünkü hüzün hayatın kendisiydi.
Mutluluk neydi? Mutluluk anlardan
oluşurdu. Oysa hüzün, aslından ayrılıktı. Bizim vatanımızdı ve hep vardı, tıpkı
kamışın bağlı olduğu topraktan ayrılıp ney haline geldikten sonraki ayrılık
acısıyla inleyen haliydi. Hüzün
gerekliydi, insanın olmazsa olmazıydı. İnsana en çok da “hüzün” yakışırdı…
Adıma
imzalanmış; İstanbul, tarih, manevi iklim ve yaşanmışlık dolu “Uzağın Sesi”
kitabının yazarı değerli Cansaran Kızıltaş Hocam, Eleştiri Haber takipçileri
için sorduğum sorulara verdiğiniz samimi cevaplar için çok teşekkür ederim.
Ayrıca değerli yazar Recep Aslan tarafından yayımlanan, yüz seksen dört
sayfalık, “Süleyman Çelebi’den günümüze
kırk yazar” adlı kitapta –edebiyatçı, yazar, müellif, şair, mütefekkir- tek bayan olarak sizin isminizi görmekten
hemcinslerim adına mutluluk duyduğumu belirtmek isterim. Lütfen tebriklerimi
kabul ediniz. “Uzağın Sesi”’nin yolu
açık, ilhamınız ve kaleminiz kavi olsun… Sevgiyle kalın.
Cansaran
Kızıltaş:
Ben teşekkür ederim sizin de yolunuz açık olsun bereketle.
KAYNAK:
Cansaran Kızıltaş İle “Uzağın Sesine Ses Olmak” Üzerine Konuştuk
(elestirihaber.com, 26 Kasım 2017).
MERHABA
Cansaran
KIZILTAŞ
gökyüzüm
ve kuşlarım
hep
aynı çatıda mı
ara
sıra pencereden bakarken
o
eski mevsimler geçiyor yüzümden
sonra
bir türküyü bırakıyorum
en
orta yerinden dalların
çiçeklenmemiş
bir bahar doluşuyor içeriye
erken
kış ortasında dalgın akşamların
bir
aralık sabahı aydınlığı aralıyor kapımı
güz
sarısı düşünceler içinde kalıyorum
UZAĞIN SESİ
Cannsaran
KIZILTAŞ
Arka Kapak:
Hafiften
bir şarkı dokunuyor saçlarıma. Eski bir kitabın sayfalarında geziniyorum. Bir
dilek olmak istiyorum ardıç ağacının dalına konmak, bir çeşmenin ölümsüzlüğüne
kavuşmak için.
Ölümlülerin
dünyasında bir ağıt, herhangi bir yürekte sevda. Unutulmuş bir toprakta tohum.
Eski bir duvarın yorgunluğuna uzanıyorum. Bahar öpüyor saçlarımı. Şefkatlimi
şefkatli. Sonra bir ‘’İğde Kokusu’’.
Her
şey ''Biraz'' değil miydi aslında?.Pervazın kenarına konan serçe, biraz sevgi
artığı, içtiğimiz su biraz hayat kırıntısı,yediğimiz ekmek biraz umut!.Bu gün
bütün bunlara karıştım.Biraz suya , biraz havaya, biraz da sokağa!.
Genç
çocuğun kırgın bakışları değdi gözlerime. Yürüdüm hayat herkes için ''Biraz''dı
aslında.
Yağmur
yağıyordu İstanbul’a.
O
ise kaybettiği düşünün ‘’Saklı Anahtar’’ına ağlıyordu.
''Sokak
hem içimizde hem de dışımızdaydı''O kadar yoğun akıyordu ki. Sesler ve sokak
birbirine karışıyordu.''Ses'' beni kendine çağırıyor. Onun büyüsüne kapılıyorum.
Onu dinliyorum. Yüreğime dokunuyor. Onu anlamamı istediğini düşünüyorum. Onca
sesler arsında ''sesiyle'' var olma savaşı verdiğini artık biliyorum. Ve bütün
bunların bir deniz minaresinin iniltisindeki ‘’UZAĞIN SESİ’’olduğunu anlıyorum.
KAYNAK:
Uzağın Sesi (babil.com, 27.02.2019).
ne
yakın ne uzak
ellerin
masmavi
güneşlerden
sıcak
kelimeler
üşüşür avuçlarıma
biraz
tedirgin biraz ürkek
gecenin
perdesini çek
uzan
yanıma
düşlerimde
umut biriktir
gecenin
perdesini çek
uzan
yanıma
ne
hayal ne de gerçek
yağmur
getirsin nisan düşlerime
bir
kayanın üzerinde büyüsün
nisan
çiçeği
uzak
denizlerde
yürüsün
hayat ağacı
ne
beyaz ne de siyah
denizler
masmavi
gözlerinde
açsın gecenin
siyah
gülü
ak
zambaklar döşedim
yoluna
ne
beyaz ne de siyah
uzandı
söğüt dalları
uzadı
öğle vakitleri
toprak
kuru
gölge
sessiz
durgun
hiçlik
uzadı ikindi vakitleri
paslı
bir olukta
akan
pınar
ardıç
kuşu ve sonbahar
üşümeye
durmuş
saçlarımı
yalayan rüzgar
gece
ve yıldızlar
ikimizde
yalnızız
dağ
çiçekleri kadar
hiçlikte
akan su
büyütür
dağları
büyütür
bir değirmen
uzakta
geçen zamanı
sarı
bir sevinç
düştü
ay çiçeklerinin üstüne
şimdi
kırmızı buğdaylar
boy
verdi
hatırlamaların
içine
nasırlı
bir el
damar
damar
tutturmuş
bir türkü üstüne
çizgi
çizgi yıllar
karışmış
güz üstüne
bakımsız
bahçe
küskün
çiçek
sessiz
çocuk
ne
yeşil ne mavi
önümde
akan hayat
sarı
bir hüzün
nar
çiçeği yarın
ve
bir daha söylemeyeceğim
Durumunu
sorgulayan bakışlar karşısında kendini biraz olsun anlatmak zorunda
hissediyordu.
-Burada
her şeye yeni baştan başladım, dedi. Oysa benim isteğim bu değildi. Sanatsal
çizim yapmak istiyorum. Bir firmada seri üretime katkıda bulunacak değilim.
Kendimi bu anlamda burada yalnız ve yorgun hissediyorum.
Tülin
Hanım bütün sevimliliği ve samimiyeti ile elini omzuna koyarak şöyle söyledi :
-Üzülmeyin
teknik çizimi de başarırsınız. Şimdilik buradaki ders programı böyle. Sadece
sanatsal çizim yok ne yazık ki. Siz farklısınız biz sizden çok farklı şeyler
çıkacağına inanıyoruz. Yeteneğinizin farkındayız. Hiçbir şey için geç değildir.
Bu sözler; umutlarını ve hayallerini Zümrüt-ü Anka kuşunun kanadında Kaf
Dağı’na götürdü.
Hoca;
-Evlendikten sonra dedi Paris’ten teklif
geldi. Moda konusunda kendimi geliştirebilmem için. Ama ben evli olduğum için
gidemedim. Şimdi ise dünyaca ünlü bir moda okulunda hocalık yapıyordu. Yaratıcı
fikirleri olan bir insandı.
Bu
yeteneği yaptığı çizimlere de yansımıştı. Özellikle hocanın bir konunun
konseptini belirlerken fantastik öğelerden yola çıkması böyle bir çalışmayı
izlemesi ona iyi gelmişti. Kafasında değişik fikirlerin oluşmasına yol açmıştı.
Çalışmalarını belirlerken fantastik öğeler kullanmayı düşünüyordu.
Ayasofya’nın
suskun akşamlarından etrafa yayılan masalsı ışıklarında yürümeye devam etti.
Sultan Ahmet’e göz ucu ile yakaladığı acele bakışlarda bir selam gönderdi.
Mevsim
kıştı hava akşamın ilerleyen saatlerinde iyice soğumuştu. Elinde baharı
hatırlatmaya çalışan mevsim bozumundaki papatyalara bakarak gülümsedi. Yeni bir
şeyleri öğrenmenin mutluluğunda ara sokaklardan Mimar Sinan’ın yaptığı Camiinin
karşısındaki Tekkeye doğru acele adımlarla yürüdü. Derse geç kalmak
istemiyordu. Hem de bu saatlerde sokakların tenhalığı hoşuna gitmiyordu.
Sokaklar,
şehirler vakti gelmemiş saatlerin içinde saklı zamanlar. İlerleyen saatlerin
yalnızlığında giderek büyüyen şehir; İstanbul ve Tarih… İçinde anlatamadığı
yolculuklar…
Tekkeye
giden yolun başına geldiğinde sol tarafta bütün sessiz ihtişamlı büyüsü
içerisinde bir rüyanın sonsuza uzanan vakitlerindeki bir manzarada Sokullu
Mehmet Paşa Camii duruyordu. Mimar Sinan’ın ölümsüzlüğe karışmış bir eseri
daha... Camiinin sonsuz zamanları içinde taşıyan taş duvarlarının yosun tutmuş
gövdesine bakmak hoşuna gidiyordu. Orada öyle yaşanmışlığa dair çok şey
buluyordu.İçindeki sessiz bahçenin şahitliğinde Camii duvarının bir köşesinden
dışarıya efsunlu bir ağaç; dallarını
uzatıyordu. Bu yolu çok seviyordu. Tüm sıkıntılarını yolun başında bu sokağa,
bu tekkeye, eski evlere ve bu camiye bakarak soluklandırırdı. Bazen derslerde
cam önünde oturduğu zamanlar ruhunu bu manzaraya teslim etmeyi çok isterdi.
Mimar Sinan’ın eserini ve bu sokağı yıllarla yaşanmış tekkeyi yıllar önce
arkadaşı ile beraber İstanbul hatıraları arasında yeniden hatırlıyordu.
İki
genç kız İstanbul’u ruhlarının en ince noktalarına kadar soluklamayı çok
seviyorlardı. Çünkü İstanbul yaşanmışlığı ile onları çağırıyordu. İşte yıllar
sonra bir gün burada derslere başlamayı istemiş olması ve başlaması o zamanları
ona geri getirmesindendi. Birlikte yürüdükleri şu eski taş sokakta hala ayak
izlerinin kalıp kalmadığını düşünüyordu. Sokağı çevreleyen her şey de o
günlerden bir şeyler arıyordu.
Ara
sıra bu derin güzellikleri yaşamak istediğinde gözlerini camlardan eski mezar
taşlarında ve Sokullu Mehmet Paşa Camii’nin kubbelerinde ödünç bırakıyordu.
Uzakları görmek ve ötelerde dinlenmek isteyen ruhu bu manzaraların son noktası
olan denizin sonsuzluğuna kavuşuyordu. Bir masalın bitmeyen büyüsü gibi her şey
yeniden devam ediyordu. Sınırsız limanlardan gelen gemiler, yelkenliler ve
yelkenlilerin bir kuğu gibi gökyüzüne uzanan ince narin direkleri arasından
eski düşleri özlüyordu. Düşlerinin arasından sıyrıldı Tamamlanan vakitlerin
içinde dualar döküldü dilinden. Duvarlardaki levhalara yazılara baktı. Her şey
de eski bir zamanın içindeki uykudan uyanan dervişlerin zikirleri vardı. Hat
yazılı levhalardan dervişane gönüllerin gözleri bakıyordu..
Onu
rüyasından dışarıdaki sesler uyandırdı. Cam kenarına bıraktığı bir demet
papatyalara ilişti gözleri. Papatyaların gözlerinde tekliği gördü. Eline aldığı
papatyalarla cam önüne yaklaştı arkadaşları birazdan çizim yapacakları sınıfın
önünde toplanmışlardı. Bulunduğu yer yüksekte olduğu için onları farklı bir
mesafeden görebiliyordu.
Elindeki
papatyaları kendisine yardımcı olan arkadaşına gönül teşekkürü için vermek
istiyordu. Arkadaşına seslendi:
-Özlem!
Özlem! dedi sesini biraz daha yükselterek. Arkadaşı başını yukarıya kaldırarak
baktı ; Hafifçe tebessüm etti. Bir demet papatyayı dostluğa uzanan yolda camdan
aşağıya bıraktı.
Papatya
demeti süzülerek yavaşça nazlı nazlı salınarak indi ve kendisini kucaklayan
başka bir ele teslim oldu. Arkadaşına bakarak el salladı.
-Bak;
rapunzel!. gibi sana kuleden çiçek yolluyorum, dedi. Merdiven olmak için bir tek örgülü saçlarım eksik!
İkisinin
de yüzünü sıcacık bir gülümsemenin yayıldığı dostluk ışığı aydınlattı.
Gökyüzünde ay bu dostluğa şahitlik etmiş. Gökyüzünün kandilleri
eskitilmiş zamana dökülmüştü.
Evi
onun için hayattı; yaşamın ta kendisi idi. Şu merdivenli sokağın alt
basamağında duran çocuk, merdivenleri henüz yeni tırmanmaya başlayan genç ;
gençliğin verdiği enerji ile basamakları bir çırpıda çıkıyorlardı. Bir anlık
bir gülümseme ile baktı terü tazecik hayatlara. Gençlik ne güzel şeydi. Bir gün
farkına varamadan yanı başımızdan kaçıp giden vefasız bir sevgili, hızla uçmaya
çalışan kanatsız kuş misali. İşte şu yokuşu ağır ağır tırmanmaya çalışan ömür
tükettiğinin artık günleri sayarak yaşadığının farkında olan dedecik! O da bir
zamanlar bu merdivenli sokağın bir sakini olarak basamaklı yokuşları kim bilir
nasıl hızla tırmanırdı. Şimdi ise
ömrünün son basamaklarını adeta saya saya çıkıyordu merdivenleri. Kimi yerde
dinlene dinlene kısa aralıklarla .
Gözünü
sevdiğimin İstanbul’u işte böyle yedi tepe üzerine kurulduğundan olsa gerek
kimi eski sokaklar hayatın içinde yaşadığı sakinleri ile birlikte sanki aynı kaderi soluyordu. Tepelere tırmanan sokaklar İstanbul’un
ayinesi coğrafyasından manzaralar sunuyordu.
Zamanla
eskimiş sokaklara da uğrayan tek tük müteahhitler yaptıkları binaların yeni
yüzleri ile bu manzaralara daha canlı daha farklı yüzler getirerek sokağın
yaşanmışlığını bozgun bir zamana teslim ediyorlardı. Evin sağ alt köşesindeki
küçücük bahçe benzeri bakımsız bir toprağa tutunup sığınmaya çalışan malta
ağacını gördü, gülümsedi. Yanında duran asmanın yerlerde sürüklenmesine engel
olmak için uyduruk iki tahta parçasına dayandırılmış üzüm asmasının susuzluktan
adeta çatlamış topraktaki yaşam mücadelesini seyretti.
Bütün
bu küçücük susuz dikdörtgen şeklindeki toprak parçasında yaşamaya devam etmeye
çalışan birkaç fidelikten çıkmış “domates olmayı artık unutmuş” yeşillikleri
izledi.
Yaşamın
içine karışmaya çalışan inatla her türlü ilgisizliğe rağmen ayakta durmaya
gayret eden bu birkaç yeşillik de önünde durduğu evin yaşlı sahibi ile ayni
kaderi paylaşıyorlardı.
Şu
küçücük bakımsız hayatın içinde var olma mücadelesi veren birkaç yeşillik
parçasının umutsuz direnişi bir vakit önce Melekçe (Melek) teyzenin bütün emanetlerini bırakıp bu
dünyadan asıl vatanına göç ettiğini hatırlatıyordu. İşte bu küçücük hayat bile
insana ne dersler veriyordu
Ve
şu garip dedeciğin yalnızlığını göğsüne sığdıramadığı garip bir kuş gibi uçmak
için çırpınan yorgun yüreğini iyi anlıyordu.
-Dede
çıktın mı dışarıya sevinçle; maşallah ne
güzel, dedi.
Bir
çocuk masumiyetinde gülümsedi dede
Elindeki
tespihten gözlerini kaldırmadan;
-Ben
zaten gendüm çıkıyom ki, dedi.
Çoraplarının
kalın oluşu ve boğaz lastiklerinin de sıkı oluşu dikkatini çekti hemen. Belki
de bu sıkı lastikli çoraplar dedenin ayak bileklerini iyice sıktığı için
ayakları şişiyor olabilirdi.
-
Dede dedi; çoraplarının boğazları çok sıkı bunun için ayakların şişiyor
olabilir. Kanın hareketini engelliyor belki sıkı lastikler?.
Dede
eğildi çoraplarına bakarak; “kim bilir belki,” dedi.
-
Dede; o zaman ben sana daha ince ve rahat çoraplar alayım, dedi.
-
Yoh! Zahmet etme, dedi.
O
yine de uygun bir zamanda dedeye rahat ve ince mevsimlik çoraplar alıp vermeyi
kafasına koyarak konuşmasına; devam etti.
-Dede!
Eyyüp Sultan hz.lerine gidiyorum. Bir şey söylüyor musun? Başını kaldırdı.
–Yoh
ne söyleyeyim dedi gözlerinin içi gülerek güle güle git, dedi.
-
Dede selamını söyleyeyim mi? dedi.
Dede
birden; gözlerinde yeni açmış güllerin canlı parıltısı ile gülümsedi “Söyle,
selamımı söyle.” dedi.
Bu
selam boynu bükük bir yürekten, yüreği hüzünle şişen bir başka yüreğe bir borç,
bir emanet olarak girmişti. Şimdi selamın yüküyle geciken zamanı içinde
saklayarak hızlı adımlarla uzaklaştı.
İnsan
bazen cennet nerede diye düşünür.? Oysa cennet de cehennem de çok yakınımızda
bizim belki de görmek istemediğimiz ya da görmeyi bilemediğiniz bir yerdedir.
Cennet
onların ayaklarının altında idi. Her gün hiç bakmadan çıktıkları kapının
ardında saklı idi. Hayatlarında varlığı ile fazlalık olarak gördükleri onlara
yük gibi gelen bir başka titrek hayatın
içinde idi.
Ne
zaman eski bir hikâyenin düşünden uyansam derin izleri kalan hatırlanışlar
gelir gözlerimin önüne. Kimi küçük, kimi büyük irili ufaklı badem şeklinde
taşlar. Bu taşlar yalnız kavak ağaçlarının suya düşen gölgesinde asırlardır
yıkanırlar. Tanrı’nın toprakları yarattığı andan beri oradadırlar. Yüzyıllardır
kim bilir hangi ayak izleri suyun dibinde kalmıştır. Bir koşu dağ eteklerinde
dinlenen hangi atların nal izleridir. Esrik rüzgarlarda yıkanan taşları böyle
gizemli kılan geçip gitmiş zamanların savurduğu yağmurlar, fırtınalar ve
güneşin her yaz söylediği ezgilerdir belki de.. Yatağın akan suyunda öylece
dururlar..
Bir
çocuk bu esir zamana vurulan mührü her yalnızlaştığında yüreğinde duyar.
Koparıldığı vadilerin aşılmaz yolculuklarında yitik bir vakittir her şey. Başı
ve sonrası olmayan. Çiçekli entarisinin dallarına kelebekler konar.Irmakları
geçerken; çocuk, hafifçe eteklerini toplar ıslanmasın diye. Sonra düşmemek için
bir eli hayatı öğrendiği çok sevdiği yüreğin içindedir. Ve ayaklarını
‘’kayımca’’basar taşlara öyle ki küçücük ayakları acır. Daha sonraları
sorgular; bu ‘kayım basmanın’ yüzünden midir?. Her adımda hayatı da kayım
basarak yürümesi. Çünkü o vakitler henüz çok küçücüktür. Her öğreti zihninde iz
bırakır. Ağaçlar, dağlar, sınırsız gökyüzü ve coşkun akan ırmaklar sonsuz bir
hüznün yaşama arzusudur. Çocuk her gördüğünü, renkleri her şeyi çok büyük bir
sevgiyle kucaklar. O ‘’sonsuz güzellik’’ duygusu onu orada yakalar. Sevdiği
yürek yularını tuttuğu atı ile güneşin yaktığı sularda yürümeye devam eder.
Üç
kişidirler. At onların vazgeçilmez yoldaşıdır. Çocuk ilk başlarda attan
korkarsa da anneanne torununun bu korkusunu yenmesi için çaba sarf eder. Çünkü
bu ince, hassas kadının naifliğinin yanı sıra at üstünde son derece güçlü bir duruşu
vardır. Şimdi ‘’zaman’’ bozkır’ın yalnızlığını unutturmamak için bir vakitler
küçük yüreğe bıraktığı izini hatırlatma zamanıdır.
Bozkır
yalnızdır. Yoksul ağaçların uğultusu yalnızlığın iniltisidir. İlk yaratılıştan
beri kaderi böyle yazılmıştır. Yine de yaşama isteğidir onu böyle zamana
mıhlayan. Adı bilinmeyen nice çiçekleriyle hoyrat görüntüsünün altında aslında
vefalı bir sevgi taşır. Yalnızlığına ortak izler her daim mutlak vardır. Çünkü Tanrı insanı bozkır’ın
yalnızlığındaki ''asil'' gücünü anlamak için kimi zaman ona muhtaç bırakır.
İster ki insan Yaratıcının ezeli gücünü
bilsin.
Eski
eğri büğrü taşlar ortasından bir kemer gibi işlenmiş hizalanarak inen taşlı
yol…Sıcacık insan gibi; dokunsan neler söyleyecek!. Zaman rüzgârının saçlarını
savurduğu yol… Aralarından otlar çıkmış.. Kalbi o kadar çok sevgi taşır ki bu
kasabanın yolu çocukluk zamanlarının ilk tanıdığı yoldur.Sevgisindeki
derinliği anlamlandırmaya çalışır. Eski
derebeylerinin Anadolu’yu bir baştan bir
başa dolaştığı atların nallarının izleridir taşlara işleyen.Kocaman bir
masaldır her şey! Ve yolun sonunda durup dinlediği bu seslerdir. Sanki bu
sesler olmadan yol da olmayacaktır.Sesler kulaklarında ve ruhunda derin
bir hasret bırakır . Yolun her iki yanında yaşamaya devam eden;
asırlık çınar ağaçlarının şefkatli gölgesi düşer yere.. İşte çocuk ilk öğrenme
anında hafızasına yer eden taşları, bu yüzden sever. Taşlı yolun eskiliğini
yaşanmışlığını ve insanı ağlatan vefasını dinler. Taşlara perçinlenmiş ordular,
savaşlar fedakârlıklar, kavuşmalar, ayrılıklar ve sevinçlerdir onun yüreğini
buralara bağlayan.Her an hücre gibi yeniler kendini dünya. Ama ruhumuzdan
düşürdüklerimiz her bir hücrenin ana rahminde kalır. Ve çoğalır zamanla aslına
kavuşmak için. Çünkü söyleyecekleri vardır. Çocuk sevdiği yüreğin elbisesinde
renkli dünyalar görür. O iş yaparken ya da bulaşık yıkarken hep onu gözlemler.
Ve
anneannemin elleri koltuğun arkasında
hafifçe yere çömelmiş. Bana ellerini armağan etmiş. Her yetime, her aça aş pişiren, dikip giydiren düşünen ellerini!.
Öldüğünde de arkadaşı Şehriban hatun’un onu yıkarken söylediği çocukluğumda hiç
aklımdan çıkmayan sözleri ellerini eline alıp bakıp ;
-‘’Bu
eller, sanki hala sıcak,yumuşacık sanki
hiç ölmemiş gibi!
-hey
gidi hey!. bu eller kimleri doyurmadı ki, bu eller hep verdi onun için hala
ölmemiş gibi!’’deyişi.
İçime
işleyen bu sözler annemin o gün insanın içini yakan ağıtlarına karıştı.
Anneannem ellerini ilkin anneme verdi. Annemin elleri de hep verdi. Pişirdi ve
doyurdu. Annem söylendiğine göre‘’Anadolu
idi’’. Zaman zaman çocukluğumda duyduğum ‘’kızım annen Anadolu, annen devlet
ana!.’’sözleriydi.
Demek
ki ana olmak uçsuz bucaksız topraklardı.
eski bir güzel saklar göğsünde
Endülüste akşam,
Elhamra duvarlarında
eskitilmiş bir güneş doğar her gün
Gırnata bahçelerinde gül
eski kervan yolculuklarında
susmuş bir yalel
ve çok eski limanlarda hüzün
dokuma tezgahlarında
Barselonanın en güzel kumaşları
aşk'ın ilmek ilmek büyütüldüğü
İbn Arabi'inin elinde asasıyla revaklarda
ağır ağır yükselen sesi
birliğin sulara değen çağıltısı
Medina -Al Zahara'nın
pembe mermerdeki ölümsüz hikayesi
tarihin muhteşem rüyasını yaşayan
Elhamra sarayının sırtını karlı dağlara yasladığı
mevsim mevsim açan çiçekler
güneş kızılı,mor menekşeler,
karanfil kokulu yamaçlar
Tarık bin Ziyad'ın yaktığı gemiler
Musa Bin Nusayr'ın aştığı tepeler
tepeler ardında zarif işlemeli çan kulesi
belki eski bir Mağribi minare
Andalucia sınırında bir Don Kişot efsanesi
Yahya Kemal'in Endülüste raksı
ve bu akşam Endülüs üç defa kırmızı
ilmin ışığında yanan Kurtuba
ve Kurtuba Üniversitesinde bir bilge
İbnni Rüşd' ''akıl varlığı bilmektir''diyor
ve Endülüs bu akşam üç defa kırmızı
Toledo 'da kral X . Alfonso
bütün eserleri latinceye çevireceğini söylüyor
sular akıyor şırıl şırıl
tarihin sayfaları arasından
havuzlu bahçeler havuzlu bahçeler
uzak diyarlardan gelen portakal çiçekleri kokusu
ve bu akşam Mağrip
yüklerini boşaltan kervan Alkazar meydanında
Sierra Nevada'nın karlı doruklarından
aslanlı avluya inen suda tekliğin yıkadığı sabahlar
ve sabahın ilk ışıklarının zarif sütunları arasından
her gün yeniden doğan
el değmemiş güzel Elhamra sarayı
ve avludaki birliğin kanat çırpışları
asırlardır hiç yorulmadan düşünceye çağırıyor
borazan, org seslerinde
Hz.İsa'nın çarmıha gerildiği bir ortaçağ resmi
sessiz Elhamra sarayı Meşver salonu
''Gir ve bulacağın adaleti aramadığın için kork''
yazılı bir mozaik!..
Meşver balkon sütunları kemerlerinde
''La galibe illallah''
Allah'tan başka galip yoktur
yazısı bu güne iz düşüyor ve ısrarla
bir şeyler söylüyor
Elhamra'nın Komares bahçesi
eşsiz bir güzelliğin sultanların adil azametli
zarif bir ruhun yansıması olarak duruyor
bu haliyle huzur saklıyor
saraydan ayrılan herkes mutlu olsun güvensin diye
''ve sen barış içinde ayrılacaksın'' yazılı sözü
asırlarca duruyor
Komeros bahçesi ve Aslanlar avlusu.
bütün bunlara damgasını vuran Endülüslü şair
Salih bin Şerif mısralarıyla konuşuyor
''her yükselen bir gün düşer,inişler başlar zirveden''
''ömrün mutlu günlerine niçin aldanır ki insan''
''sende öylesin işte''bu gün güldürürse yarın ağlatır zaman''
''kime ebedilik verilmiş kime yaramış zaman''
diyerek; insana ölümlü olduğunu hatırlatıyor
ve kubbenin altından yükselen Hıristiyan ilahileri
sarayın saf ve solgun salonlarında ses verirken
son Gırnata sultanı
ebu Abdullah'ın hıçkırıkları Alpujarras dağlarının eteklerinde
yankılanır
Elbaicin ve Darro vadisi ayaklar altında büyürken dalga dalga
Cennet-ül Arif'in kuleleri çağırıyor uzakta
Arap evleri daracık sokaklarda ve Santa Maria kilisesi
taş duvarlarda
karşıda uzanan Gırnatayı son kez gören son patikalar
ve en uç tepe ''Suspiro del Moro'' ıstırap tepesi
Mağriplinin ıstırabı son hıçkırığı,göz
yaşı tepesi
Ferdinand' a göz yaşlarıyla teslim edilen Granada!
Valide Sultan Huri Ayşe'nin oğluna dönerek!
''ağla, ağla bir erkek gibi savunamadığın yerler için
şimdi bir karı gibi ağlamak yaraşır'' diyen sesi yükseliyor veda tepelerine
Ebu Abdullah eğleşir bir vakit Alpujarras yamaçlarında
sonra Fas düşer yollarına
fakir ve yoksul yaşar adsız ülkelerde
kimse bilmez ne olduğunu yoklara karışır
ve bir Endülüs akşamında zil şal ve gül!
bu akşam yeniden üç defa kırmızıdır
göğsünde dinlenir zaman dinlenir tarih
ah Gırnata eski bir güzel saklar düşünde
sessizce açmaya durur Cennet-ül Arif bahçesinde
yok ülkesine
uzakları düşündüğümde
bir ceylan çıkagelir gün batımından
leylak rengi sessizliğinde
o vakit pınarlar çoğalır içimde
her gün doğumunda
kapı önündeki fesleğen
olmadık bir hayale dalar
yumar gözlerini
akşam gölgeler inerken kuytuda
serin reyhan kokuları sarar her yanı
uzakları düşledikçe
karanfil dikiyorum saksılara
ellerim hep karanfil koksun diye
sonra başımı göğe kaldırıp
dağ yollarına vuruyorum umutlarımı
gücümün yettiğince
bir kuş uzaklarda hayale daldırınca gözlerini
sen geliyorsun aklıma
koparılmış menekşe akşamlarından
kapından geçiyorken bütün mevsimler kış
pencerede bir nergis ölmüş
gök eleği
yıldızları serpince toprağa
bir imkansızlık doluyor avuçlarıma
ve sen hayale dalınca
akşamları gölgeler doluşuyor odaya
sabahları bitmiş bir yazdan geçer gibi
yeniden kuruyor bütün çiçekler
efsunlanmış bir sandıkta
ölü bir kelebek uyuyor hala
güz sarısı tarlalardan esiyor unutulmuşluklar
dökülmüş kanatlarıyla dokunuyor yüreğime
küskün kadınlar
içimde başı sonu belirsiz türkü söylüyor
mor sümbüllü dağlarda henüz açılmamış
gelincikler gözlerine ezeli sürme sürüyor
su taşırdı annem
su ardınca yorgunlaşırdı
sonra elleri şırıl şırıl akardı
kovadan
yıkadığı köpük köpük çamaşırlardan
leylak kokuları iplere serilirdi
unuturdu o zaman annem
sevinirdi
esmer bir gölgenin çabukluğunda
her gün kovaya doladığı
kahırlı saçlarını toplardı
hiç bilmediği kahkahalardan
günleri eğrilmiş bir zamanın çıkrığına sarardı
çeşme her gün kenarı bükülmüş
kovaya çileyle dolardı
içeriye girince kovanın sabrı
annemin ellerine
tekrarlanan bir yorgunluktan bakardı
içimde kova yitirilmemiş bir hüzün artığı
biraz kuvvetlenince benim de çırpı bacaklarım
sopa gibi kollarım
her gün anneme su taşırdı
o küçücük dayanıklı yüreğim
kenarı eğrilmiş kovaya
umutla sabırla bakardı
haydi çeşme çabuk akıt suyunu
şarıl şarıl dolsun bekleyişim
taşıdıkça ağırlaşırdı
o zaman
boyumdan büyük yüküm
hem de çabucacık büyümüşlüğüm
yolun sonu göründükçe
zayıf kollarıma güç gelirdi.
ha gayret her gün başlanılan yol
elbet bir gün nasılsa biterdi
Cansaran KIZILTAŞ.