Şair ve yazar (D. 1945, Adıyaman – Ö. 9 Şubat 2019, Ankara). Temel eğitimini doğduğu şehirde, orta öğrenimini Adana, yüksek öğrenimini Boğaziçi Üniversitesinde tamamladı. Sonraki yıllarda Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde bir eğitim programına katıldı. Çeşitli yönetim kademelerinde hizmet vererek 1994 yılında Kamudaki hizmetini emeklilikle sonlandırdı.
İstanbul’da
bulunduğu askerlik ve üniversite yılları ile başka geliş gidişlerde, MTTB
İskenderpaşa, Karagümrük, Beyazıt çevresi ve Marmara Kıraathanesindeki sohbet
ve ilim-irfan toplantılarına katılma fırsatı buldu. Adıyaman, Hama (Suriye),
İstanbul, Eskişehir ve Ankara’daki son 45 yılın yaşayan abide insanlarından pek
çok alim, arif, edebiyat adamı ve düşünürün feyz ve sohbetlerinden istifade
etti.
Tasavvuf,
tarih ve diğer sosyal bilimlerle, Arapça ve Farsça dillerine de ilgi duyan Özdüzen’in,
basılı birçok çalışması yanında Mavera dergisi ve 7 Güzel Adamla ilgili basılmamış
çalışmaları da vardır..
Yazarın
yazılı/sesli dergi, gazete ve internet sitelerinde ve günlük gazetelerde pek
çok araştırma makale, hikâye, şiir ve söyleşileri yayımlanmış ve
yayınlanmaktadır.
Türkiye
Yazarlar Birliği Ankara Şubesi eski yönetim kurulu üyesi olan Halit Özdüzen’in
şiirlerinden bazıları çeşitli formlarda bestelenmiştir.
“Selam
Sana Ya Muhammed Mustafa” isimli Naatı, ünlü besteci Ahmet Hatipoğlu tarafından
Acem makamında ve tasavvuf formunda bestelenmiştir. Beste Hatipoğlu’nun tüm
eserlerine kapsayan “ Beste Külliyatı “ isimli Diyanet yayınları (2012)
arasında çıkan kitabında yayınlanmıştır.
Birkaç
vakıf, dernek gibi kuruluşların kurucuları ve yöneticileri arasında yer
almıştır. Çeşitli kuruluşlar nezdinde sosyo-kültürel çalışma, söyleşi ve sohbetlere katılmış. Kendi adına
çocuklarının kurduğu “Halitozduzen.com” sitede yazıları yayımlanmıştır.
Halit
Özdüzen, 9 Şubat 2019 günü Ankara’da hayatını kaybetti. Merhumun cenazesi 9
Şubat 2019 Cumartesi günü ikindi namazını müteakip Ankara Hacı Bayram Camiinden
kaldırılarak Gölbaşı mezarlığına defnedildi.
ESERLERİ:
Kur’an
ve Hikmet Işığında Esmaü’l Hüsna (2008), Tasavvuf Yolcusu - Tarikatlar ve
Alevilik (2006), Aşk Yolcusu - Mevlana ve Mevlevilik (2006), Gönülden
Yansımalar (2017).
KAYNAKÇA:
Müslüman Ailenin Modernite İle İmtihanı - Halit Özdüzen (Araştırmacı-Yazar)
(www.facebook.com/cocukaile.net, 8 Ocak 2014), Halit Özdüzen “Mavera
Dergisi’nin Türk Edebiyatı’ndaki Yeri” başlıklı konuşmasını gerçekleştirdi (tyb.org.tr,
01.03.2014), Türkiye Yazarlar Birliği`nden `Akif İnan` Konferansı
(memursen.org.tr, 12 Aralık 2015), Halit Özdüzen Vefat Etti (adiyamanlilar.net ,
09.02.2019), TYB Facebook paylaşımı (9 Şubat 2019), Halit Özgüden Kitapları
(otuken.com.tr – kitapburada.com – sozcukitabevi.com - kitantik.com,
12.02.2019), Halit Özgüden (gizliilimler.tr, 12.02.2019).
AŞK YOLCUSU
Halit ÖZDÜZEN
Bir
hazan mevsimi aniden gelip,
Gönlümde
nevbahar estirdin güzel.
Manalı
bakışla, aklımı çelip,
Sevda
potasında erittin güzel.
Razıydım
dalımda tek bir goncaya
Öbek,
öbek güller açtırdın güzel.
Sönmüş
küllerini saçıp havaya,
Gönül
volkanımı harlattın güzel.
Sen
bende saklısın, ya ben nerdeyim?
Beni
benden alıp, götürdün güzel..
Ebedi
aydınlık, bir beldedeyim
Gecemi
gündüze döndürdün güzel
Şimdi
ne tarafa baksam ordasın.
Her
şey senden bana bir cilve güzel..
Bülbülde,güldesin.;
al da, mordasın,
Halid’i
yaktığın kordasın güzel.
BEN DOĞUYUM
Halit ÖZDÜZEN
Ben
Doğuyum,
Güneşin
doğduğu yer,
Ne
güneşler doğurdum;
Gökteki
güneşten başka.
Gökteki
Güneş,
Yıldız
sayılır, onların parlaklığında.
Ademin
çocuklarına beşikler verdim,
Nuh’a
gemi, ormanlarımdan.
Musa’ya
Asa,
İsa’ya
Kâse
Muhammed’e
minber verdiğim gibi.
Havva’nın
ninnisi söylenir, ovalarımda.
Dağlarımda
Davud’un avazı,
Tur’da
Musa’nın sayhası,
Bilâl’in
çınlayan ezanı gibi,
Ben
Doğuyum, hem Orta Doğu,
Ne
medeniyetler, doğurdum, gerçek medinelerde
Ne
şehirler kurdum.
Babil’den,Ninova’dan
Kudüs’ten sonra.
Ne
Krallar yükseltip alçaltım,
Karun,Nemrut,
Firavundan başka.
Yollarımda
Peygamberlerin ayak izleri var,
Şu
İbrahim’in Mezopotamya’da,
Oradaki,
Nasara’lı İsa’nın
Ya
Muhammed’in izleri,
Mekke’den
Medine’ye kadar.
Ben
doğuyum,
Güneşin
doğduğu yer,
Ne
güneşler doğurdum,
Gökteki
güneşten başka,
Konfüçyüs,
Zerdüşt, Buda,
Fikir
adamıydılar, dava adamıydılar.
Sonra
Aristo, Platon
Greec’i,
Roma’yı kurdular.
Farabi,,İbni
Rüşt, İbni Sina
Doğudan
aldıkları ışıkla,
Batıyı
aydınlatıp,
Dante’yi
ve Nietzsche’yi çıkardılar.
Sonra
soyguncular, talancılar geldi
Bendeki
işbirlikçilerle,
Barbarlar,
mülkümü yağmaladılar.
Romalılar
ve başka barbarlar,
Ser
verdim sır vermedim.
Ürettiğim
bütün zenginlikleri çaldılar;
Altın
mücevher, petrol ne varsa,
Her
şeyimi aldılar, ruhumdan başka.
Götürüp
apartman, gökdelen kurdular,
Ama
ruhsuz, ama taş,beton, demir yığınları,
İnsanları
hapsetmek için “çağdaş” zındanlar.
Adına
şehir dediler, şehir görmemişler.
Şehir,
Semerkant’tı Buharaydı, Bağdat’tı.
Çevresi
bağlar, bahçeler
Adam
gibi adamların yaşadığı yer.
Ben
doğuyum,
Güneşin
doğduğu yer,
Ne
güneşler doğurdum
Gökteki
güneşten başka,
Öyle
parlak öyle parlaktılar,
Güneş
yıldız kalırdı onların ışıklarında.
Nur
yüzlü Havariler.
Daha
binlerce veli, aziz ve azizeler
Hallac,Yesevi,
Arabi, Mevlana, Yunus’lar
O
hikayesini dinlediğiniz,
Küllerinden
yeniden doğan.
Zümrüdü
Anka kuşu benim;
Kaf
dağımda yaşar.
Ben
ölümsüzlük iksiri içtim,
Bende
Cebrail nefesi var.
İnanmazsanız
Semur’a sorun,
Bilir,
o nefes neye yarar.
Yeni
güneşlere gebeyim,
Doğurup,
çalamadıkları ruhumu vereceğim.
Ali’ler,Selahaddin’ler,Alpaslan’lar,
Meryem’ler,
Rabia’lar.
Eski
günlerdeki gibi,
Bir
doğurdum, bir doğurdum mu!
O
zaman bendeki keyfi görün,
Nasılda
kınalar yakacağım ellerime,
Tüm
gelinlerimin kınasından parlak,
Yılanlar,
çıyanlar kaçacak delik arayacak.
DERGİCİLİKTE
MAVERA MEKTEBİ
Halit
ÖZDÜZEN
Mavera
dergisinin, mutfağını oluşturan ofisine geçmeden önce derginin çıkışında
beslendiği kaynaklar ve yayın politikasına kısaca değinmemizde yarar
bulunmaktadır.
Sebilürreşat’la
başlayan İslami dergicilik anlayışı, Büyük Doğu, Serdengeçti ve Diriliş dergileri
ile aksiyoner yayınlarını sürdürmeye devam ettirirler. 1969 yılında onların
çizgisinde, fakat edebiyat alanının daha geniş yelpazesini kapsama iddiası
taşıyan “Edebiyat” dergisi yayın hayatına başlamıştır. Nuri Pakdil’in
yönetimindeki Edebiyat dergisinin yazar kadro çekirdeğini Maraş ekolü
sayılabilecek yeni edebiyatçılar oluşturmaktaydı. Gerçi önemli yazarları arasında
Urfa mektebinden yetişmiş Akif İnan gibi bir yazar olmasına rağmen. Lise
yıllarından itibaren onunla da Maraş’ta birlikte oldukları düşünüldüğünde
tamamını Maraş ekolü olarak nitelemek mümkündür. Ancak yine de İnan’ın Urfa
ekolünün hamasi, aruz ve lirik normunu yazım yaşamının sonuna kadar koruduğunu
söyleyebiliriz. İnan daha sonra büyük bir memur sendikasının genel başkanı
olacaktır.
Nuri
Pakdil diğerlerinden birkaç yaş daha büyük olduğu için onların ağabeyi
konumunda ve edebiyatta örnek aldıkları önemli bir idolleriydi. İstanbul’daki
üniversite yıllarında ve Ankara’daki çalışma yaşamlarında birliktelikleri hep
devem etmiştir. Bu birliktelik edebiyat sohbet arkadaşlığı yanında, aralarında
önemli bir grup dinamizmi oluşmasını da sağlamıştır. Grubun Pakdil’in dışında,
iki ağabeyleri daha vardı ki, sadece onların değil İstanbul’da üniversite
eğitimi almış veya Marmara Kıraathanesi çevresinde bulunmuş, belirli bir
kesimin tamamının ağabeyleriydi. Bunlar Türk düşünce yaşamında oldukça büyük
etkisi bulunan iki dost, Fethi Gemuhluoğlu ve Sezai Karakoç’tur. Büyük bir
düşünsel güç, değerli bir sohbet adamı ve hatip olan Gemuhluoğlu sanat ve
edebiyat çevrelerinde üzülerek söylemek gerekirse fazlaca tanınmamaktadır.
O,
bütün bu güzel özelliklerinin yanında, 1950 ve 60’lı yıllarda İstanbul
Üniversite gençliğinin önderi olarak pek çok eylem ve öğrenci hareketine
katılmıştır. 1960’lı yıllarda İstanbul’da Üniversite okuyan Nuri Pakdil ve
diğer genç edebiyatçı Maraş grubu ondan ve Sezai Karakoç’tan oldukça
yaralanmışlardır. Gemuhluoğlu daha sonraki Ankara yıllarında da onlarla beraber
olmuştu. Beraberliklerinde sabahlara kadar süren sohbetleri, edebiyat ağırlıklı
olmak üzere Sosyo-kültürel, ekonomik ve siyasi gündemin tamamı kapsamaktaymış!
Nuri
Pakdil, “Bağlanma” adlı eserinde onunla olan dostluğunu anlatmaya çalışır.
Kitabın başında İstanbul`da bulunduğu 1964 yılında, yurtdışında bulunan Fethi
Gemuhluoğlu’ndan aldığı bir mektuptan bahseder, “Onurlandığım mektuplarının
birinde, bir sanat dergisi çıkartmamı, birtakım arkadaşlarla bu derginin
çevresinde toplanmamızı buyuruyordu (Edebiyat dergisinin tohumu belki de
1964`lerde düşmüş oldu içime).” der. O yıllarda Diriliş dergisi yayınına ara
vermiştir. Fakat Pakdil’in bu arzusunu gerçekleştirmesi sosyo-ekonomik
nedenlerle Ankara’da bulunduğu yıllara sarkacaktır. Yine “Bağlanma”da,
“Gemuhluoğlu kişi düştüğü yerden ayağa kalkar, derdi bana, sanatla başladı
yurdumuzda yabancılaşma, gene sanatla atılacak yurt dışına.” der ve ekler,
“Sanatla kalkacağız ayağa.” (s.25)
Sonunda
Maraş grubu, Diriliş dergisinin yayınına ara verdiği dönemlerinin birinde
aralarında tartışarak, Edebiyat dergisini çıkarmaya karar verirler. Bize göre
Türk dergicilik yaşamında bir kavşak noktası olan Nuri Pakdil’in Edebiyat dergisi,
önemli işlevler yüklenmiştir. Yazının formatını aşacağından, o konuya burada
girmeyeceğiz. Ancak şunu belirtmemizde yarar var. Diriliş dergisi yazarlarının
baba ocağı, Edebiyat dergisi de kaba bir benzetmeyle Mavera dergisinin ana
rahmi olarak tanımlanabilir.
Tekrar
başa dönecek olursak, Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve Mavera dergileri,
birbiri içlerinden doğmuştur. Ondan sonraki yayın yaşamına giren yeni kuşak
dergilerde de Mavera’nın genlerini görmek mümkün. Ancak kesin yargıyı, ilerde
karar verecek edebiyat tarihçilerine bırakmak en doğru yöntem olacaktır.
Mavera
Dergisinin Doğuşu ve Akabe Kitaplığı
Edebiyat
dergisi de aynı misyondaki kendisinden önceki dergiler gibi tek elden yönetilen
dergilerdendi. Pakdil’in arzusu ve ilkelerine göre yayımlanırdı. Bu nedenle
yayın yaşamı çoğunlukla ekonomik bazen siyasi konjonktür, bazen de bilinmeyen
nedenlerle son bulurdu. Bu konum okuyucu üzerinde olumsuz etkiler bırakır,
-deyim yerindeyse- okuru boşluğa düşürürdü. Okuyucu bundan şikâyetçi olduğu
gibi konuyu karşılaştıkları yazarlara da aksettirmekteydi. Şikâyetler çoğalıp
Ankara dışından da mektuplar gelmeye başlayınca yazarların yeni arayışlara
girmeleri kaçınılmaz olur.
İşte
böyle bir süreçte Rasim Özdenören, Akif İnan, Erdem Bayazıt ve yazar olmayıp
Maraş gurubunun sohbet arkadaşları olan Hasan Seyithanoğlu bir araya gelerek
konuyu tartışırlar. Birkaç görüşmeden sonra yeni bir dergi çıkarma konusunda
görüş birliğine varırlar. Askerlik dönüşü İstanbul’a geçerken Ankara’ya
kendilerini ziyarete gelen Maraş Lisesinden arkadaşları şair Cahit Zarifoğlu’na
açtıklarında o da bu girişimi memnuniyetle karşılar. Böylece üniversite
yıllarında dağılmış olan Maraş grubu, yeniden birleşmiş olur. Yazarlar hazır
olmasına hazırdır ama dergiyi çıkarabilmek için gereken finansmanı memur
bütçeleriyle nasıl karşılayacakladır? Geceler boyu bunu düşünmeye başlarlar.
Grubun niyetini Rasim Özdenören’in DPT’den arkadaşları Bahri Zengin ve Ersin
Gürdoğan’a açtığında onlar da memnuniyetle karşılarlar. Acelece Cahit
Zarifoğlu’na Ankara’da tutabilmek için Kamu’da bir iş bulunur.
Haftalar
boyu grup üyeleri parayı bulmak için çabalar, fakat bulamazlar… Bir akşam,
buluştuklarında Cahit Zarifoğlu “Derginin idare yeri için bir mekân buldum.”
cümlesi ile söze başlayınca, arkadaşlarının yüzünü sevinçle hüzün arası bir
ifade kaplar. Zarifoğlu eş dost yardımıyla, Kızılay Bayındır Sokak’ta bir yer
bulmuş, anahtarı da eline almıştır. Mekânı gördüklerinde, büyük bir sevinç
yaşamaya başlarlar. Sağdan soldan toplanan masa ve sandalyelerle büro döşenir.
“Bir nal bulunmuştur, sıra gelir üç nal ve bir at bulmaya…” Sonunda pamuk eller
ceplere atılır, küçük küçük birikimler toplanarak mütevazı fakat bereketli bir
miktara erişirler.
Artık
bir mekânları vardır, orada toplanarak planlama yapmaya başlarlar. İlk
görüştükleri konu derginin isminin ne olacağıdır. Uzun müzakereler sonunda,
Rasim Özdenören’in teklifi olan “Mavera” ismi kabul edilir. Yayınevi ismi olarak
da “Akabe” öne çıkar. İslam kültüründe her iki isim de önemli simge
konumundadır. Bu nedenle büyük ve iddialı mesajlar taşımaktadırlar. Kurucuların
amacı o mesajların toplumsal bellekte yer etmesini sağlamaktır. Ankara’da ve dışında
bulunan bütün tanıklarına durumu anlatan mektuplar yazarlar. Gelen cevaplar
olumlu olunca rahat nefes alacaklardır.
Şirket
kurulduktan sonra Mavera 1 Aralık 1976 tarihinde ilk sayısı ile okuyucuyla
buluşur, ilgi beklenenden fazla olur. Bu durum dergi yönetimine büyük cesaret
verecektir. Yönetici dedimse yazarlar aynı zamanda derginin hem yazarı hem de
yöneticisidir. Erdem Bayazıt Muhasebe işleri ile meşgul olurken, Cahit
Zarifoğlu sorumlu Müdürdür. Rasim Özdenören de editörlük ve yazı toplama
işlerini yürütmektedir. Dergide sahip yönetici egemenliği bulunmadığından
kararlar demokratik yöntem ve ikna sonucu alınmaktadır.
Dergi
kurucuları gerek yazdıkları yazılardan gerekse Akabe’de yayınlanan kitaplardan
gelir beklemedikleri gibi, ortaya çıkan acil masrafları, çoğu zaman
çoluk-çocuklarının ekmeklerinden kestikleri paralarla karşılarlar. Kâr amacı
gütmeden sonuna kadar tüm mesailerini vererek amatörce çalışmayı da
kendilerine ilke edinmişlerdi. Bu nedenle Cahit Zarifoğlu’nun yazdığı Yedi Güzel
Adam şiiri, yedi kurucunun üzerine tam oturmuştur.
Dergi
dizini şiirle başlayıp, öykü ve denemeyle devam ediyor, son bölümünde de
serbest yazılar yer alıyordu. Okuyucudan gelen mektup, şiir ve öyküler çoğalınca
1978 yılında Cahit Zarifoğlu dört yıl sürecek Okuyucuyla dizisini oluşturarak
derginin okuyucuya daha yakın olmasını sağlamıştır.
1979
yılına kadar künyesindeki “Aylık Edebiyat ve Düşünce Dergisi” kimliğini koruyan
dergi, bu tarihte Yazar Erdem Bayazıt’ın gerçekleştirdiği İran, Pakistan ve işgal
güçlerine karşı gerilla savaşının verildiği Afganistan gezisi sonrası, yeni bir
misyon yüklenecektir. Dergi değişen konseptiyle Afgan Mücahitleri başta olmak
üzere İslam coğrafyasındaki kanayan yaralara parmak basacak o bölgelerle ilgili
özel dosyalar yayımlayacaktır. Bununla da yetinmeyerek Afgan Mücahit
liderlerini davet ederek Mavera okuyucusu, ve diğer cemaatlerle tanışmalarını
sağlayacaktır. Ayrıca Adapazarı’nda Müslüman halkların dayanışmasını sağlamayı
amaçlayan uluslararası “Sakarya Mitingi”ne Yazar Akif İnan aktif görev üstlenerek
konuşmacı olarak katılacaktır.
Akabe
Kitaplığına gelince, o yıla kadar kendi yazarlarının kitaplarını yayımlayan
Akabe Yayınevi, yeni konseptle pek çok Müslüman âlim ve yazarın önemli
eserlerini yayımlamaya başlamıştır. O güzide eserlerle Akabe kitaplığı
oluşmuştur.
Maveranın Mutfak
ve Ofisinin Özgün Yapısı
Mavera
dergisi ile tanışmam 1977 yılının ilk aylarında sanırım 4. sayı ile olmuştu. O
yıl İstanbul’da B.Ü son sınıftaydım. Dergiyi üniversite kütüphanesinin “süreli
yayınlar” bölümünde gördüm. Elime alarak incelediğimde yazarların pek çoğunun
Edebiyat dergisi yazarı olması, zihnimde Edebiyat Yayınlarının yan ürünü olduğu
hissini uyandırdı. İncelemeye koyulduğumda yeni bir dergi olduğunu anlayarak
sevinç duydum. Okul sonrası Adıyaman’daki görevimin yoğunluğu nedeniyle kitap
ve dergi okuma fırsatı bulamadım.
1979
sonlarında Eskişehir’e atanınca iş arkadaşlarından bir grup beni Mavera
mektebinin Eskişehir ekolüne yaklaştırdı. İşyerindeki arkadaşların birinin elinde
dergiyi görünce, oldukça sevinmiştim. Onlar da eski bir Mavera okuyucusu
bulduklarına sevinmiş olmalılar. Edebiyat üzerine başlayan o günkü sohbetimiz,
akşam mesai bitimi Akabe Kitabevinde noktalandı. (İsmi daha sonra teknik
nedenlerle Evs ve Hazrec olacaktı.) Kitapçı dükkânı Eskişehir’in merkezindeki
Yediler Parkı’nın karşısındaydı. Dükkânda Mavera ve diğer edebiyat dergileri
yanında pek çok İslami yayınevinin çıkardığı yerli ve tercüme eserler
pazarlanmaktaydı. Üniversite gençliği ve aydınların önemli bir uğrak yeri ve
ayaküstü sohbet yaptıkları bir mekândı. O günden sonra Akabe Kitabevi pek çok
iş çıkışı ve hafta sonu uğrak yerim oldu.
Mekânın
sürekli müdavimlerinden birisi de, Mavera yazarlarından Atasoy Müftüoğlu idi.
Sohbetlerin çoğu onun çevresinde gerçekleşirdi. Mekân kalabalıklaşınca
karşıdaki çay bahçesine (Yediler Kafe) geçilerek orada sohbete devam edilirdi.
Müftüoğlu saf, doğal, ipek gibi, bir insandı. Edebiyat ve pek çok İslami konuda
kendini yetiştirmiş bir ağabeyimizdi. Ankara’da oturan Mavera yazarlarından pek
çoğu ile o mekânda tanışarak sohbet etme fırsatı buldum. Daha sonra Afgan
mücahit liderleri Eskişehir’i ziyaret ettiklerinde de yanlarında Mavera yazarları
bulunuyordu. Daha doğru bir ifadeyle konerans ve sohbet toplantılarını Mavera
ekibi düzenlemekteydi. Daha sonra 1 Nisan 1980’de düzenlenen “Sakarya
Mitingi”nin de, düzenleyicisi ve konuşmacıları arasında Mavera dergisi yazarları
bulunmaktaydı. Oldukça büyük bir katılım sağlanan mitinge, biz de Eskişehir’den
birkaç otobüslük grupla katılmıştık.
Ankara’ya
gelişlerimde fırsat buldukça Mavera’nın yönetim merkezine de uğrardım.
Eskişehir’den geldiğimi söylediğimde söz Atasoy Müftüoğlu’ndan açılırdı. Yazarından,
okuyucusuna herkes Müftüoğlu’nu yakından tanıyordu. Uğradığım kısıtlı süreler
genellikle öğlen arasına denk geldiğinden büroda adım atacak yer bulunmazdı.
Yine de bir sandalye bularak oturmama özen gösterirlerdi.
Yazarlar
o kadar tevazu içerisindeydi ki dışarıdan gelen birisi eğer onları tanımıyorsa
kimin yazar, kimin ziyaretçi, kimin çaycı olduğunu anlamakta zorlanırdı. Bazen
hararetli tartışmalara tanık olacağınız gibi bazen de orada bulunan herkesi
kahkahalara boğan şaka ve espriler yapılırdı. O küçücük bürodan reisicumhur,
başbakanlar, milletvekilleri, bürokrat ve teknokratlar gelip geçti. Sayılarını
tespit etmek oldukça zor. Bu nedenle oraya dergi bürosu demek yanlış olur. O
dergide yetişen yazarlar o kadar çok ki bugün, TYB ve diğer yazar vakıflarında
kiminle karşılaşsanız ya o büroda fahri olarak çalışmış ya da sohbetlere katılmıştır.
Yahut Mavera ve Akabe Kitaplığı okuyucusudur. O nedenle Mavera dergisi İslamî kesimin
yaşamında önemli bir dönüm noktası olmuştur.
KAYNAK:
Halit Özdüzen / Dergicilikte Mavera Mektebi (hayatedebiyat.com, 1 Mart 2014)
MÜSLÜMAN AİLENİN
MODERNİTE İLE İMTİHANI
Halit ÖZDÜZEN
(Araştırmacı-Yazar)
"Çocuklar
düşmesin diye analar elinden tutar sanırdım; meğer anneler düşmemek için
çocukların elinden tutarlarmış."
Günümüzde
modernite ve onu ayakta tutan kapitalizm, önünde en büyük engel olarak, İslam
ve kurumsallaştırdığı aileyi görmektedir. Son yıllarda seküler öğretiler
doğrultusunda analizci yöntemi benimseyen Batıda beyinleri yıkanmış bazı
araştırmacı ve akademisyenler, akıl yürütme yöntemini vahiy alanında da
kullanmaya kalkışarak, İslam’ın inanç, ibadet, aile ve toplum sistemini yeniden
şekillendirmeye çalışmaktadırlar. Aynı kulvarları paylaşan kapitalist medya
patronları da ellerindeki araçları onların hizmetine sunmaktadır. Amaçları
toplumunun temeli olan aileyi çökertip, “gelenekçi” gördükleri Müslümanları
“allayıp pulladıkları” modernite potasında eriterek post-modernite kalıplarıyla
yeniden şekillendirmektir.
Birey
merkezli modernite ve onun ekonomik sistemi Kapitalizm, aslında tüm dünyada din
ve aileyi tutucu ve gelenekçi yapı olarak nitelemektedir. Yine modernitenin bir
başka sosyo-kültürel ürünü olan Komünizmde de aynı bakış açısı hâkimdir. Her
iki sitemin de amacı, bireyleri kendi ilkeleri doğrultusunda şekillendirmektir.
Yine iki sistemde de olmazsa olmaz kurallar adeta dinsel doğmalara
dönüştürülmüştür. Bu nedenle asrımızın insanı “kırk katırla, kırk satır”
arasında tercihe zorlanmaktadır.
Komünizmin
çökmesinden cesaret alan Kapitalist sistem, globalleşen dünyada toplumların
kılcal damarlarına nüfuz ederek, insanları korkunç tüketim alışkanlıklarına
sürüklemektedir. Bundan sonra herhangi bir toplumda sosyalist sistem oluşsa
dahi, devlet kapitalizminden öteye geçemeyecektir. Nitekim geçmişte iki büyük
ülkede ihtilallar sonucu denenen modeller, sonunda kapitalizme boyun eğerek
Sovyet Rusya’da ortadan kalkarken, Çin’de devlet kapitalizmine dönüşmüştür.
Moderniteyi
besleyen sosyo-kültürel ve ekonomik konsept, özgürleştirmek adına insanın maddi
arzularını kamçılayarak, sahip olduğu ya da sahip olmak istediği eşyanın kölesi
konumuna getirmiştir. Oluşturduğu dayatmalarla “ Dünyevi dine” dönüştürdüğü
sistemin dışında arayışları engellemektedir. İnsanların, medyanın alabildiğince
pompaladığı reklam, moda ve imaj dürtüleriyle beyinleri yıkanarak, sürekli
tüketime ve israfa zorlanmaktadır. Önlerine konan villa, yat, lüks araba, uçak,
makam- mevki, cezbedici karşı cins gibi putlardan kurtulması nerdeyse imkansız
konuma gelmiştir. Sonuçta asırlarca hayatını kolaylaştırmak adına hükmettiği
eşya, kendine hükmetmeye başlamıştır. Çağımızın insanı iyi bir emekçi ve
üretici, kazancından fazla harcayan tüketici konuma gelmiştir. İsraf ettiği
ihtiyaç dışı eşyalar için yaptığı harcamalarla kölelik zincirine yeni bir halka
daha ekleyerek, borç batağına sürüklenmekte; her geçen gün, daha da bencil,
mutsuz, bezgin ve karamsar konuma gelmektedir.
Modernite Nasıl
Oluştu
Kaynaklara
göre “modern” kelimesi Latince “modernus” kelimesinden türetilmiştir. Modernus
ise aynı dildeki “modo”dan türemiş bulunmaktadır. Kelimenin anlamı “hemen
şimdi”/günümüz demektir. Aynı kökten türetilen Latince “oluşmayan sınır”
anlamındaki “Modus”tan da Moda (mode) türetilmiş olup ortaçağ Fransızcasında
“la mode” olarak da kullanılmıştır. Modus ve modermus kelimelerinden türetilen
“modern” kelimesi ise düne ait olmayan anlamını taşımaktadır. Modernite
kelimesi ilk defa 5. yüzyılda eskiye karşı yeni dönemi belirlemek için ortaya
atılmıştı. Hıristiyan dünyasını Romalı ve Pagan geçmişten ayırmak için
“modernus” şeklinde kullanılmıştır.
Toplumsal
yapıda modernite sürecine bakıldığında, ekonomik ve sosyal şartlarının
16.yy’dan itibaren oluşmaya başladığı, temel felsefesini 18.yy’daki aydınlanma
sürecinden alarak yapısını insan ve akla dayandırdığı görülmektedir. Vahye
dayalı din ve inanç, toplumsal yaşamdan uzaklaştırılarak siyasal yapıda Laiklik
benimsenmiştir. 18. ve 19. yüzyılların keşifler, sömürgeler ve buluşların da
katkısıyla oluşan Sanayi Devrimi toplumsal refah düzeyinin yükselmesi sonucunda
kapitalist yapıyla evrimini tamamlamıştır. Sonraki dönemlerde tamamen
ideolojiye dönüşerek, kendi siyasal sistemini de kurmuştur.
Modernite
kavramının batıdaki aydınlanma döneminin ürünü olduğu konusunda araştırmacılar
fikir birliği içerisindedir. Bu deyim, yakın tarihte ilk defa Jan Jak Rousseau
tarafından kullanılmıştır. İki anlamı bulunmaktadır: Birincisi, batı
mede-niyetinin bir devrini betimlemekte, ikincisi bir stil veya tarzın
tasvirini yapmaktadır. İkinci anlamında sanatta ve resimde “modernizm akımı”
kavramıyla da ifade edil-mektedir. Gelişim aşamasında Avrupa toplumlarının
sekülerleşmesiyle, akla ve bilime atfedilen öneme dayalı olarak, geleneksel
siyasal otoritenin yerinin rasyonel hukuki otorite tarafından devralınması ile
sistemleşmiştir. Sonraki dönemde Moder-nite yapısı içerisine toplumu yönetmenin
esasta entelektüellerin hakkı olduğu düşün-cesi öne çıkarılarak bu düşünceyi
kuramsallaştırmaya yönelik çeşitli siyasal, felsefi teori ve doktrinler ortaya
atılarak toplumlara kabul ettirilmiştir.
Modernite
entelektüel çevrelerde, ilerlemeci teorisyenler tarafından desteklenerek, bunun
tarihin toplumsal gelişme kanunları olduğu konusunda fikirler ortaya
atılmış-tır. Bu düşünce sonucunda Entelektüellerin yeni bir oluş için topluma
rehberlik et-mesinin zorunlu olduğu görüşünde yola çıkan Hegel, Karl Marx ve
onların izleyicileri arasında bu düşünce daha da belirgin bir konuma gelmiştir.
Geleneksel üretim yapısı sanayiye doğru yöneldiğinde Liberalizm ve Kapitalizm
düşüncesini destekleyen aka-demisyen ve Entelektüeller, Marx’ın sosyalist düşüncesine
karşılık, Liberalizim ve Ka-pitalizm teorisini geliştirerek sistemi yeniden
inşa etmişlerdir. Çağımızın bu iki dok-trinini destekleyen seküler akıl,
meşruiyetini Darwin’in “Tekamül Teorisi”ne dayan-dırmaktadır.
Modernite
ve yeni ismiyle Post-Modernite doğrulusunda oluşmakta olan küreselleşme, Yahudi
ve Hıristiyanlıkla doğudaki felsefi inanç sistemlerini kendi potasında
erittikten sonra, önündeki en büyük engelin İslamiyet olduğunu öngörmüştür. Bu
nedenle teorisyenler “Medeniyetler Çatışması“ tezini ileri sürülerek, önce
Müslümanları sindirip daha sonra İslam’ın vazettiği tüm inanç sistemini yok
etmeyi planlamaktadırlar. “Neoconlar”ın A.B.D’nin siyasal yapısındaki
etkinlikleri ve topluma sundukları politik projeler ve 11 Eylül sonucu oluşan
paranoyayı da arkalarına alarak Pakistan ve Irak işgaliyle teorilerini
operasyonel safhaya taşımışlardır.
Uygulamaların
ilk sonuçlarından da anlaşıldığı gibi küresel gücün temsilcileri kendi
çöplükleri olarak gördükleri dünyamızda “başka horoz!” istememektedirler. Bu
nedenle horozların ya başları kesilmekte ya da tavuklaştırılarak ”iktidarda“
bıraktırılmaktadır. Dün soğuk savaş döneminde nasıl bir yeşil kuşak
oluşturulduysa, bu gün de Müslümanlarla yapılan soğuk ve sıcak savaşta kendi
yanlarında “Mütedeyyin Müslüman/uysal vasıfsız” olanları iktidara taşıyarak
Müslümanları kontrol altına almaktadırlar. “Saf Müslümanlar” da bu uygulamayı
baskılardan kurtuluşun reçetesi veya İslam’ın yeni dirilişi gibi görmektedir.
Ama er ya da geç birileri kralın çıplak olduğunu haykıracaktır.
Modernitenin
Dine (!) Dönüşümü
Modernite
ve kapitalizmin oluşumuna katkıda bulunanlar ve olmazsa olmaz taraftarları onu
bir din; ilahını da para olarak kabullenmektedirler. Bu nedenle “yeni dinde”
birey ne kadar çok servete sahip olursa o kadar dindar kabul edilerek itibar
görmektedir. Aslında bu düşünce, tarihin derinliklerinde daima var olmuş, İslam
dini de her dönemde bu düşünceyle mücadele etmiştir. Hz. Muhammed (S.A.S.) ve
Hulefa-i Raşidin döneminde yapılan mücadele sürekli hale dönüştürülmüşse de,
sonraki dönemlerde maalesef yeniden hortlayarak varlığını sürdürmüştür.
Günümüzde Kabe’nin çevresine dikilen devasa yapılar o düşüncenin somut
örnekleri olarak, geçmişteki kutsalı kuşatan cahiliye putlarını
çağrıştırmaktadır. Kabe ve ihram ahreti sembolize ettiği gibi, Müslümanların
Allah(CC)’ın yanında eşit olduklarını da simgelemektedir. Fakat o baskıcı
binaları dikenler bu düşünceye meydan okuyarak, ”Ben servetimle Kabe’de de
sizden üstünüm.” mesajını vermektedirler.
Hayrettin
Karaman bir söyleşisinde Modernite konusunda bu yeni din ve tanrılar algısının
nasıl oluşturulduğuna değinmektedir. “Modernite ve sonrasını (postmoderniteyi)
İslâm'ın bakış açısından bir bütün, bir süreç olarak görüyorum. Her ikisi de
dini (önce kiliseyi sonra vahye dayalı dini), evrensel/dinî ahlâkı ve geleneği
dışlıyor; bunları insan özgürlüğünü kısıtlayan anlamsız ve faydasız şeyler
olarak telakki ediyor. Modernite sonrası, modernitenin aklı, bilimi,
bilimciliği, ideolojik ilkeleri dinin yerine koymasına, birey hak ve özgürlüğünün
karşısına "yeni tanrılar" çıkarmasına itiraz ediyor. Modernite
ideolojik bir bütünlük arzetmiyor, ancak dinlerin ve ideolojilerin en büyük
hasmı olarak ortaya çıkıyor ve bu bakımdan insanlara yol gösteren bir din, bir
ideoloji gibi algılanıyor.
İnsanoğlu
hayat tarzını ve dünya düzenini bir inanç, bir temel düşünce üzerine kuruyor.
İnancı da dinî ve din dışı diye ikiye ayırmak gerekiyor. Dinî inancın
müslümancası "amentü" formülü içinde ifade edilmiştir. Dinî olmayan
inanca ise "inkâr" da dahildir; meselâ Tanrı'nın olmadığı veya
yarattıklarının hayatına karışmadığı, ahiretin yaşanmayacağı gibi düşünceler ve
inkârlar da birer inançtır; çünkü bunları da bilimsel yöntemlerle ifade ve
ispatı mümkün değildir. İşte modernite bu ikinci inanç türü (inkâr) üzerine
kurulmuştur. Dinî inanca sahip olan ve hayat tarzını, dünya düzenini buna göre
oluşturan müslümanlar, dinlerini anlamakta ve yaşamakta önemli kusurlara
düştükleri ve/veya dünya-ahiret dengesi içinde düzen kuranlar ile yalnızca
dünya için düzen kuranlar arasındaki fark "bilimde, teknolojide,
ekonomide..." kendini gösterince, bütün insanlığın hayatını etkileyince
bundan müslümanlar da etkilendi.
Yüzyılımızın
-yaklaşık- son çeyreğine kadar modernite karşısındaki tavır ve davranış, meydan
okumaya karşı düşmanı tanıyıp gerekli tedbirleri alma, alternatif sunma ve
hesaplaşma yerine hayranlık, çaresizlik, zorunluluk karşısında sıkışma, yanlış
değerlendirme, yanlış birleştirme şeklinde olmuştur. Evet, modernite ile
mutlaka hesaplaşmak gerekir. İslâm kendisine zıt olan, kendisi için tehdit
oluşturan hiçbir inanç ve düşünce ile izdivaç edemez, sulh yapamaz; mücadele
eder, kendini korur, kendi bünyesinde, kendi yöntemleriyle, özünü bozmadan
değişmesi gerektiği kadar değişir ve bu sayede hem kendisi hem de yeni olarak
varlığını sürdürür, insanların hep muhtaç olacakları bir "mürşid"
olarak kalır; kıyamet kopuncaya kadar...”
www.hayrettinkaraman.net/yazi/hayat/0439.htm
Kur’an
ve İslam Dini, kıyamete kadar kalmasına kalır ancak; “bu rüzgâr böyle esip bu
bıçak da böyle keserse” din, insanların sosyal yaşamından dışlanıp, batıda
olduğu gibi sadece ahiret inancı olarak varlığını devam ettirebilir.
Modernitede
Kadın ve Aile
Modernitenin
dini erozyona uğratma hedefinde ilk önce aile ve kadın bulunmaktadır. Batıda
olduğu gibi ülkemizde de kadının kodları ile oynanarak anneliği elinden
alınmaya çalışılmaktadır. Kadının gerek göğüs yapısı gerekse de kadınsı
organları Yüce Mevla tarafından onun doğurganlık fonksiyonunu yerine getirmesi
ve nesli devam ettirmesi için yaratılmıştır. Bu işlevi kaybolunca kadınla erkek
arası bir türe dönüşmektedir. Çok acıdır ki bu gün Batıda kadının doğurganlık
fonksiyonunu dile getirmek ve çocuk yapmasını önermek dahi bazı kadınların
tepkisini çekebilmektedir. Tepkiler oldukça klasiktir: “Çocuk makinası
değiliz.” “Organlarım bana aittir”. Bu olgunun yerleşmesinde, “erkekleşen
kadın” feministlerin katkısı oldukça büyüktür. Ne var ki basın ve medya da bu
düşünceye çanak tutmaktadır. Feministler kadını özgürleştirme adına Antik Roma
Devletinde olduğu gibi birer seks kölesi haline dönüştürmektedirler. Maalesef
son yıllarda İslam coğrafyasında da bu söylemler yaygınlaşmaya başlamıştır. Son
yıllarda Müslüman mahallesinde türeyen ve medyanın “İslamcı Feministler” olarak
lanse ettiği bazı hatunların bu konuları konuşup, kalem oynatmadan önce İslam
büyüğü hanımların yaşamını inceleyip, sonra da kimin değirmenine su
taşıdıklarını değerlendirmeleri gerekir.
Modernite
aile yaşamını ortadan kaldırmaktadır. Sistemde bireyin alabildiğine özgürlüğü
esas olunca aile yaşamı bu özgürlüğü kısıtladığı düşüncesi hakim olmuştur. Bu
nedenle boşanma oranı oldukça yükselmiştir. On sekiz yaşını bitiren çocuklar
ailelerinden ayrılarak ayrı eve çıkmakta canının(nefsinin) istediği gibi bir
yaşam sürmektedirler. Sinema, medya ve pek çok kitle iletişim araçları
İnsanların seks dürtülerini olabildiğince körükleyerek bu alanda yeni sektörler
oluşmasını sağlamaktadır. Bireyler cinsel ihtiyaçlarını hayvanlar gibi kolay ve
serbestçe karşılar hale gelmişlerdir. Yasalarda zina suç olmaktan
çıkarılmıştır. Çocuklar arasında flört yaşı oldukça aşağılara inerek,
mahremiyeti -hele genç kızların- ortadan kalkmış bulunmaktadır. İstatistiklere
göre eşler arasında aldatma oldukça yaygınlaşmış, pek çok çift bu konumu
kanıksar hale gelmiştir. Eşcinsellik Sodon ve Gomore’yi aratır konuma
gelmiştir. Bunun sonucu kadın kadına ve erkek erkeğe birlikte yaşamalar
yaygınlaşmıştır.
Modernite
ve Kapitalizmin nihai hedefinde doğurganlığını kaybetmiş, zamanının çoğunu evin
dışında geçiren erkeğimsi kadın türü ve hiçbir sorumluluk üstlenmeyen, gününü
gün etmeye çalışan kadınımsı erkek türü üretmek bulunmaktadır. Bu oluşumun
gerçekleşmesine bugünkü çekirdek aile dediğimiz tek çocuk sahibi bazı aileler
de istemeden çanak tutmaktadır. Ailelerde artık anne ve baba rol model olmaktan
çıkmış, tv dizilerindeki hayali karakterler onların yerini almıştır. Hele
çalışmak zorunda olan annelerin çocukları kendilerini yalnızlığa itilmiş hissetmekte,
boşluğu tv ve internet bağımlılığı ile gidermeye çalışmaktadırlar.
Modernite
karşısında aile ve kadın konusunda Ali Bulaç’ın tespitleri şöyledir: “Krizin
boyutları ve etkileri her geçen gün biraz daha görünür, yaşanır ve tahrip edici
sonuçları gözlemlenebilir, matematiğin ve bilimin diliyle de hesaplanabilir
hale gelmiş bulunmaktadır. Zaten halen pozitivizmin derin etkisinde olan
akademik dünya bir sorunun varlığını kabul ediyorsa, bunun bir sebebi,
toplumsal maliyete ve devlet bütçelerine krizin sonuçlarının bir gider kalemi
olarak dönmesi dolayısıyladır. Pozitivist Batı, çevre ve ekolojik sorunları da,
firmalara maddi maliyet olarak dönmedikçe kabul etmediler. Aile ve kadının
değişen rolleri ve konumlarının Batı'nın etkisinde daha uzun süre "sorun"
olarak görülmeyeceğini düşünebiliriz. Şu var ki, zaman hızla akıyor ve Rene
Guenon'un dediği gibi, bir uçurumdan aşağıya doğru yuvarlanmakta olan kütlenin,
dibe doğru yaklaştıkça hızı artar. Pek de uzak olmayan bir gelecekte kadının
modern algısı, rolü ve ailenin geçirmekte olduğu sorun, çok daha görünür,
hesaplanabilir ve belki de telafisi mümkün olmaktan çıkan maliyetler yumağına
dönüşmüş olarak karşımıza çıkmaktadır. [email protected]
Son Söz Yerine
Bazıları
bilerek ya da bilmeyerek, sanat bilim ve teknoloji ile moderniteyi birbirine
karıştırmaktadırlar. Bilim ve sanat insanlığın ortak ürünü olarak modernite
kavramından önce de vardı; sonra da var olacaktır. Yukarıdan beri izah etmeye
çalıştığımız gibi Modernite bir sosyal kültür ve yaşam tarzıdır. Elbette
toplumların yaşam ve kültürel dünyaları sanat, bilim ve teknolojik tercihlerini
de etkiler. Müslümanlar çağın bilim ve teknolojisini özümseyerek üretimlerini
ona göre geliştirmeli, fakat modernite karşısında sosyo-kültürel kimliklerini
kaybet-memelidirler. Bu kimliğin ilk oluşum yeri İslami kalıplara göre
şekillenmiş ailedir.
İslam’da
aile yuva ile bütünleşmiştir; yuva "harem" olarak özel saygınlığı
olan kutsal bir mekândır. Bu nedenle içerisinde ibadet edilen evler “Beytül
Haram”la irtibatlıdır. Ailedeki her ferdin Kur’an ayetleriyle belirlenmiş
birbirlerine karşı saygı hak ve görevleri bulunmaktadır. Bu müessese Adem’le
Hava’dan beri İslam’ın olmazsa olmaz kurumlarının en önde gelenidir.
Toplum
mühendisleri Müslüman toplulukların kodlarıyla ne kadar oynamaya çalışırlarsa
çalışsınlar: Yüce Allah’ın Müslümanların elindeki Kur’an’ı ve “Dinini muhafaza
edeceği” vaadi, Müminler için en büyük teminattır. Ayrıca Hz. Peygamberin 1400
yıldır yaşatılan sünneti, uzun bir süreçte oluşan İslami gelenek ve kültürünü
hiçbir medeniyet yok edemediği gibi modernite kültürü de yok edemeyecektir.
İslam nasıl Pers, Mısır Roma ve Bizans kültürünü kendi potasında erittiyse,
yeni oluşan Grek-Roma kökenli neo-liberal kültürün günümüzde şekillenen son
versiyonunu da sinesinde eritecek güçtedir. Moğol istilası sonrasında, irfan
ehli tebliğciler tarafından İslam nasıl o ilkel kavmin beynine
yerleştirildiyse, günümüz tebliğcileri de yeni düşünce kalıpları içerisinde
İslam’ı seküler kafalara nakşedecek güçtedir.
Marjinal
gruplar nazara alınmazsa, günümüzde hiçbir Müslüman düşünce adamı, kadının eve
kapanarak çocuk büyütme ve erkeğin ihtiyaçlarını gidermeyle sınırlı kalmasını
istememektedir. Genç kızlarımız çağın en gelişmiş eğitimi yanında İslami
ilimler de öğrenerek, kendini yetiştirmelidir. Siyasi otoriteler iş yaşamını
kadının özel konumunu ve annelik fonksiyonunu göz önüne alınarak düzenlemeli,
hiçbir kadın veya genç kız fıtratına uymayan ağır ve zor işlerde
çalıştırılmamalıdır. Müslüman Kadın kamusal alandan dışlanamaz; ancak kamusal
alanda erkek ve kadın mümin ve mümine olduğunun bilinciyle davranması gerekir.
Kapitalizmin kendi kalıplarında şekillendirmeye başladığı ve modern yaşama
kendini alabildiğine kaptırmış Müslüman kadın ve erkekler İslam’ın vakarı
içerisinde eşine örtü olacak ve çocuklarına örnek rol-model olacak bilinçte
yaşamını şekillendirmek zorundadır.
Mehmet
Akif İstiklal Marşında:
“Ulusun!
Korkma nasıl böyle bir imanı boğar.
Medeniyet
dediğin tek dişi kalmış canavar.”
derken,
“modernite medeniyetini” vurgulamak istemiştir. Yoksa insanlık için yararlı ve
insan onurunu muhafaza eden medeni yaşama Müslümanların karşı çıkması
düşünülemez. Çünkü bizler ona layık olabilirsek, Yesrib’i Medine (Medeniyet
yeri) yapan büyük bir önderin ümmetiyiz. Hiç endişeye gerek yok; eninde sonunda
Müslümanlar kendi dinamiklerinden aldıkları güçle bu yeni pagan-haçlı
saldırısının karşısında da ayakta kalıp dünya düzenini yeniden
şekillendireceklerdir. Ancak yeter ki kadın ve erkek Müslümanlar olarak Kur’an
ve Peygamber Efendimizin sünnetine sıkı sıkıya sarılarak, İslam’ı yaşayıp
nefislerimizden arınıp mümin ve mümineler olalım.
Yazının
başına aldığımız özdeyişi şairin izni ile konumuza şöyle uyarlayalım:
“Ebeveynler çocukları düşmesin diye ellerinden tuttuklarını sanırdım. Meğerse
onlar düşmemek için çocukların ellerinden tutarlarmış.”
Müslümanlar
olarak ayakta kalmamız, anne, baba ve çocuklardan oluşan tabloyu muhafaza
etmemize bağlıdır. Aksi takdirde gelecek nesiller için olumlu hiç bir miras
bırakamayacağız. Toplum olarak oldukça büyük bir fetret devresinden geçiyoruz.
Karşı karşıya bulunduğumuz modernitenin aileye yönelik yıkım komplosunu
engel-lemek için, toplum olarak mümine fakihlere, bilim kadınlarına ve
özellikle İslam’ı özümsemiş hanım sosyologlara ihtiyaç bulunmaktadır; İslam toplumunun
geleceği onların ellerinde şekillenecektir.
Muhammed
İkbal’in İslam Kadınına Seslenişi
Ey
örtüsü namusumuzun perdesi olan İslam kadını,/ Yüzünün aydınlığı iman
fanusumuzun ışık kaynağıdır./Fıtratındaki safvet, bize Rabbimizden bir rahmet,
dinimize kuvvet ve ümmetimizin varlık esasıdır./Evladımız sütten kesildiğinde,
“Lâ ilâhe illâllah” demeyi, Ona ilk evvel sen öğrettin.
Ey
din emanetinin kendisine tevdi edildiği İslam kadını,
Yüce
dinin kor ateşi senin nefeslerinden alev almıştır./Bu asrın mâyesi sahte, dışı
süslü, içi kokmuş ve yüzü riyakardır,/Onun fitnesi din yolunda kervanlar
vurmadadır./Asrın basireti bağlıdır, Rabb tanımaz./Kulluğa umursamaz olanlar bu
zincirle vurulmadadır.
Devran
gözü kanlı ve amansız bakar,/Kirpikleri bir pençedir ki, ele geçeni
bırakmaz./Onun tuzağına düşen kendini hür sanır,/Onun elinde can veren öldüğüne
inanmaz.
Cemiyetinin
fidanına bengisuyu vererek, Ümmet emanetini muhafaza eden sensin./Ecdadının
aydınlık yolundan asla ayrılma ki,7Sermayenin kar ve zararı seni düşündürmesin.
Doğru
da, yalan da çok çetin ve çok güçlüdür,
Her
dem uyanık ol ve mahir evlat yetiştir.
Yoksa
henüz kanat çırpmayan bu çemen bülbülleri, yuvalarından uzak düşecektir.
Yaradılışında
gizli ulvi imkanları aklınla keşfet,/İslam kadınına örnek Hz. Fâtıma’ya ibretle
bak, dikkatin eksilmesin.
“Ta
ki, Senin dalında bir Hüseyin meyvesi versin; Gülistana eski mevsimi getirsin”.
KAYNAK:
Müslüman
Ailenin Modernite İle İmtihanı - Halit Özdüzen (Araştırmacı-Yazar) (www.facebook.com/cocukaile.net, 8 Ocak 2014).
SELAM SANA YA
MUHAMMED MUSTAFA
Halit ÖZDÜZEN
Gelişini
haber verdi Nebîler,
Son
dönemde gelir Ahmed dediler,
Melekler
yoluna güller serdiler,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Nûr-ı
çeşmin gönüllerde zevk sefa.
İsrafil
ninniler söyledi cana,
Çocuklukta
özlem duydun babana,
Anam
babam feda olsunlar sana,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Ruhu
nakşın gönüllere pür şifa.
Gençliğinde
cesur, mert bir civandın,
Doğruluğa
ta yürekten inandın,
Muhammedü’l-emin
unvanı aldın,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Cemâlin
benzerdi hüsn-ü Yusuf’a.
Ceddin
İbrahim’in Hanif dininde,
Bazen
tüccar oldun Kenan ilinde,
Yalan
yanlış yoktu senin dilinde,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Meleklerde
olmaz sendeki vefa.
Mirâcına
şahit oldu âlemler,
Sevenler
müjdeli haberi bekler,
Firâkından
yandı bütün felekler,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Gelmek
istiyorum senin tarafa.
Çocukla
çocuktun, yaşlıyla yaşlı,
Ağzında
dualar, gözlerin yaşlı,
Oldukça
vakurdun, hep ağır başlı,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Şöhretin
yazıldı nurlu Mushaf’a.
Konuşurken
sesin gayet sakindi,
Bakışın
kararlı, gözler emindi,
Firdevs
dedikleri Cennet tenindi,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Allah
remzeyledi mim-i hurûfa.
Tenin
gül kokardı, nefesin reyhan,
Dünyada
sultandın, ukbada sultan,
Seni
görmek ister bu fakir her an
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Şefâatin
göster koyma A’râfa.
Ahlâkın
Kuran’dı âdabın Furkân,
Ashâbın
ışıktı, Ehl-i beyt nurdan,
Resul
ayrılamaz çâr-ı yarından,
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Ehl-i
Beyte canlar feda bin defa!
Şah
Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin,
Sevdam
Zeynep ile Zeynel Abidin,
Sensin
kıblem, sensin Kevser, sensin din!
Selam
sana ya Muhammed Mustafa,
Her
zerrene Halit feda bin defa.