Şemsi Belli

Yazar, Şair

Doğum
Ölüm
11 Ekim, 1995
Eğitim
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Diğer İsimler
Şemsettin (asıl adı)

Şair ve yazar (D. 1925, Malatya - Ö. 11 Ekim 1995, İstanbul). Asıl adı Şemsettin. 1925 yılında Malatya’nın İskender (Tekmezar) Mahallesi’nde dünyaya gelmiştir. Aslen Arapgir ilçesine bağlı Yenisu (Kızıluşağı) köyündendir. Dedesi köyün ileri gelenlerinden Mehmetoğlu Bengo Hasan olarak tanınır. Arapgir Rüştiyesi’nden ayrılmış, eski ve yeni yazıyı çok iyi bilen babası Şeyho Belli, oğlu dünyaya geldiği yıllarda, Malatya’da Tellal Pazarı denilen yerde eski ve yeni giysilerin satıldığı bir dükkânda çalışmaktadır. Annesi Şefika Hanım, Malatya’nın köklü ailelerinden, Kölegiller’den Mustafa Ağa’nın kızıdır. İlkokula 1931 yılında Çarşı Mektebi’nde başlamış, 1937 yılında Gazi Mektebi’nde ilköğrenimini tamamlamıştır. Aynı yıl Malatya Lisesi’nin orta kısmına kaydolmuş, bu okulu 1941 yılında bitirdikten sonra aynı okulda lise öğrenimine başlamış, bir süre Elazığ Lisesi’nde öğrenimine devam etmiş, 1947 yılında İstanbul Haydarpaşa Lisesi’nden mezun olmuştur. 1948 yılında Devlet Olgunluk Sınavı’nı tamamlayıp 1949 yılında Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne kaydolmuş, yüksek öğrenimini ve askerlik görevini (Ankara Yedek Subay Okulu, Moral Eğitimi Subayı) 1956 yılında tamamlamıştır. 1958 yılında Gülsen Tümer’le evlenmiş, bu evlilikten üç oğlu dünyaya gelmiştir.   

Gazeteciliğe 1944 yılında Malatya’da yayınlanan Fırat gazetesinde başlamıştır.  Yine Malatya’da yayınlanan Doğu, Sivas’ta yayınlanan Ülke gazetelerinde gazeteciliğini sürdürmüş, 1946 yılında Vakit ve Ulus gazetelerinin Malatya muhabiri, 1947 yılında Cumhuriyet gazetesinin bölge temsilciliğini yapmıştır. Daha sonra Ankara ve İstanbul’da yayınlanan Vakit, Ulus, Son Haber, Hürses, Hergün, Her Hafta, Hafta, Yıldız, Vatan, Akşam, Yeni Sabah, Gece Postası, Hayat, İstiklal, Türkiye, Zafer, Dünya, Medeniyet, Son Havadis, Milliyet, Yeni İstanbul, Hürriyet, Cumhuriyet gazetelerinde yazar, bölge temsilcisi, istihbarat şefi olarak çalışmıştır. Akbaba, Pardon, Papağan mizah dergilerinde de yazıları yayınlanmıştır. 

1957 yılında Ankara Cebeci Ortaokulunda Türkçe, 1958 yılında Ankara Kurtuluş Lisesi’nde, 1962 yılında İstanbul Vefa Lisesi’nde, 1963 yılında İstanbul Kız Lisesi’nde edebiyat öğretmeni olarak görev yapmıştır. Öğretmenliğine daha sonra bir süre Çapa Öğretmen Okulu ve Ankara Gazetecilik Yüksek Okulu, Sosyoloji Kürsüsü’nde (1988) devam etmiştir.

1967 yılında Birlik Partisi’nin İstanbul Kadıköy İlçe Başkanlığı ve Genel Sekreterliği görevinde bulunur. 1968 yerel seçimlerinde Ankara Belediye Meclisi üyeliğine seçilir. 1969 Genel Milletvekili Seçimleri’nde Adana Milletvekili adayı olur, ancak kazanamaz. 

İlk kez 1943’te Çınaraltı dergisinde çıkmaya başlayan şiirleri, kendi yayını Kervan (1947), Çadır (1947-1949), Anayaso (1968), Şiir Defteri (1989-1995) dergileri ile dönemin birçok edebiyat dergisinde yer aldı.1970-1980 yıllarında Memleket; 1975-1985 yıllarında Son Posta adlı gazeteleri çıkardı. 1953-1960 yıllarında Ankara Radyosu’nda Adım Adım Anadolu, Kırk Gözlü Heybe ve İçimizden Biri; 1959-1960 yıllarında da Kıbrıs Radyo Korporasyonu’na Adım Adım Türkiye programlarını yapmıştır. 1988-1989 yıllarında da TRT televizyonuna Şiir Bahçesi adlı programı hazırlamıştır. 

İlk yurt dışı gezisini 1950 yılında Hergün gazetesi adına Ortadoğu’ya yapar. Suriye, Lübnan, Mısır’ı kapsayan bu gezilerin notlarını Çöl Mektupları adıyla bu gazetede yayımlar. Yavru Vatandan Notlar ve Cumhuriyetin Eşiğinde Kıbrıs adlı yapıtlarının ortaya çıkmasını sağlayan birçok Kıbrıs gezisi vardır. Bu geziler, 1959-1961 yıllarında yapılmıştır. 1969’da,  dönemin Romanya Devlet Başkanı Nikolei Çavuşesku’nun çağrılısı olarak Romanya’ya ve Avusturya ile Batı Almanya’ya; 1972’de yeniden Romanya’ya; 1975’te İtalya, Fransa ve İspanya’ya; 1979’da Malta, Tunus ve Yunanistan’a gezileri olur. 1989’da Irak’ta yapılan Uluslararası Şiir Festivali’ne (Uluslararası Mirbed Şairler Toplantısı) Türkiye’den çağrılan beş şair ve dört gazeteci arasında yer alır. 1992 yılında da Azerbaycan Yazarlar Birliği’nin davetlisi olarak bu ülkeye gider. Azerbaycan notlarını Ağustos 1992 sayısından başlayarak dört sayı boyunca Şiir Defteri’nde yayımlar. ABD’ye ve Avrupa’nın değişik ülkelerine turistik amaçlı gezileri de vardır.

1953’te Falih Rıfkı Atay’ın İstanbul’da çıkardığı Dünya gazetesinde 20. Asrın Garip Aşkı adlı yazı dizisi, Behçet Cemal tarafından çevrilerek Almanya’da çıkarılan Weltbild ve Munsher İlustrıate adlı dergilerde yayımlanır. Aynı yazı dizisi, Pertev Naili Boratav’ın Fransızcaya çevirisiyle Helsinki Folklor Akademisi tarafından bir kitap halinde yayımlanır. Güzçiçeği adlı düzyazı şiirlerini içeren kitabının bazı bölümleri İngilizce ve Fransızcaya çevrilir. Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Atadan’la yaptığı bir dizi röportajın sonucu olarak ortaya çıkan Ağabeyim Mustafa Kemal adlı kitap İngiliz tarihçi Lord Kinross’un Atatürk / Bir Milletin Yeniden Doğuşu adlı yapıtının önemli kaynaklarından biri olur.

Ağabeyim Mustafa Kemal’in bir bölümü İngilizceye de çevrilir. Aynı kitap, Pakistanlı Türkologlar tarafından Urdu dilinde de yayımlanır. Akbaba dergisinde dizi olarak yayımlanan Alo!.. Alo!.. Burası Avrupa başlıklı yazıları da Romanyalı gazeteci ve yazar Ruse Nedelea tarafından Romenceye çevrilir.

Şiirlerinde ve yazı hayatında Meftun Deliçay, Dağların Çocuğu, Kenan Şinasi, Hüseyin Aladağ, Kerem Deliduman, Şemsettin Şeyho, Çetin Çalıkuşu, Sibel Meliş, Bovi Bengo gibi takma adlar kullanan şairin şiirlerinden bazıları Talat Sait Halman tarafından İngilizceye; bazıları Andre Louise tarafından Fransızcaya; bazıları da dönemin Irak Kültür-Enformasyon Bakanlığı’na bağlı Türkmen Kültür Müdürü, Şair Abdüllatif Benderoğlu tarafından Arapçaya çevrilir.

Doğu Anadolu insanının sorunlarını başarıyla yansıttığı, daha sonra tiyatroya ve “Öksüz” adıyla sinemaya da uyarlanan Anayasso (1968) adlı şiiriyle ün kazandı. Kendisine has bir lirizmin temsilcisi olan Belli, mizah ve halk söyleyişinin ön planda yer aldığı şiirlerinde aşk, hasret ve gençlik temaları üzerinde yoğunlaştı. Dağın, kırın meselelerinin de yer aldığı bu şiirler, ona kendi şartları içerisinde küçümsenmeyecek bir şöhret kazandırdı. Bir Yangının Külü adlı ünlü şarkının da söz yazarıdır. Şiirlerinden on kadarı Alâeddin Şensoy, Muzaffer İlkar, Selahattin İnal, Bilge Özgen, Ömür Göksel, Ferdi Tayfur gibi bestekâr ve sanatçılarca bestelenmiş, Selda Bağcan, Candan Erçetin, Fatih Erkoç gibi yorumcularca seslendirilmiştir. Ölümünden sonra oğulları, şaire ait iki şiir kitabı daha yayınlamışlardır.

ESERLERİ:

ŞİİR: Köy Akşamları (1945, ikinci baskı 1947), Bahar Şarkısı (1949), Başşehir Sokağı (1957), Güzçiçeği I (Mensur şiir, 1958), Bahar Güneşi (Mensur şiir,1959), Şeytan Diyor ki (1959), Cankuşum (Mensur şiir,1960), Uykusuz Trenler (1960), Boncuk Kutusu (taşlamalar, 1960), Karpuz Dilimi (1961), İpek Kaplı Defter (Mensur şiir,1961), Gelin Telleri (1962), Öpme Beni Bu Akşam (1962), İkisi Birden (Gelin Telli ve Öpme Beni Bu Akşam kitaplarının birleştirilmiş basımı, 1963), Satırbaşı (1964), Güzçiçeği II (2. cilt, 1965), Anayasso Doğu Anadolu Şiirleri (1974), Bir Yangının Külü (1974), Otopsi (1974), Renkli Balonlar (1974), Ağa Kapısı (1975), Cudi Doğu Anadolu’dan Kanlı Şiirler (2003), Yiyin Pez…nkler Yiyin (2003). 

ÖYKÜ: Tükenmez Kalem (Mizah,1974), Aşk Dersleri (Mizah, tarihsiz).

GEZİ: Yavru Vatandan Notlar (1959), Cumhuriyetin Eşiğinden Kıbrıs (1960).

ARAŞTIRMA: Ağabeyim Mustafa Kemal (1959), Çocukluğundan Liderliğine Kadar Bülent Ecevit (1975), Bilinmeyen Yönleriyle Rauf Denktaş (Basımı yapılmamıştır), Atatürk’ün Aşk Hayatı (1988), Babıâli Babıâdi / Türkiye’de Basın Rezaletleri (1988), Fikriye (1995).

ANI: Büyük Paydos (1963).

OYUN: Anayasso (1970), Zeydo Ağa (Tarihsiz).

KAYNAKÇA: Muzaffer Utkan / Bugünkü Türk Yazarları (1960), Şahinkaya Dil / Çağdaş Türk Şiirinden Örnekler (1961), Yusuf Ziya Ortaç / Bizim Yokuş (1966), Cem Yalçınkaya / Yankılarıyla Birlikte Günün Şiiri ve Şairi Şemsi Belli (1968), Seyit Kemal Karaalioğlu / Resimli Türk Edebiyatçılar Sözlüğü (Genişletilmiş 2. Basım,1982), Yurt Ansiklopedisi (c. VIII, 1982-1983), Ferit Ragıp Tuncor / “Şemsi Belli” / Yeni Defne dergisi (Nisan 1984, s. 33), Şükran Kurdakul / Şair ve Yazarlar Sözlüğü (1989), A. Şentürk - M. Gülseren /  Malatya’lı Şairler Antolojisi (1990), İlhan Geçer / Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri (1990), Hüseyin Akar / Dersim’den Portreler (1999), Behçet Necatigil / Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü (18. bas. 1999), Şükran Kurdakul / Şairler ve Yazarlar Sözlüğü (gen. 6. bas. 1999),  TDE Ansiklopedisi (c.1, 2001), Veysel Gültaş / Kadı Burhaneddin’den Günümüze Hukukçu Şairler Antolojisi (2003), Hasan Kavruk- Metin Özer, Geçmişten Günümüze Malatya Şairleri (2006), Melih Yılmaz / Şemsi Belli - Hayatı, Sanatı ve Eserleri (2013),  Süleyman Özerol / Bir Deli Rüzgar (2015). (Melih Yılmaz’ın katkılarıyla)

MABBÜSLÜK ZENAATI

PLÂNLAMAYMIŞ, kısmı afmış, koalisyonmuş… kimin umurunda?... Kar yağıyor efendi kar!... Karacaoğlan’ın elif elif diye “incecikten” yağan karı değil bu!... Servetifünuncuların romantik karı hiç değil!... Bu kar bizim karların dağı… Yol yok, iz yok… Günlerdir, haftalardır komşu köylerle bile irtibat kesik… Bırakın komşu köyleri, komşu evlere bile gitmek için iki metreye yaklaşan karı tahta küreklerle kürümek, yol açmak lâzım!

            Şehir, takvim haritalarında küçücük bir noktadır artık… Ne radyo, ne gazete, ne gaz, ne tuz…

            Olur mu ama?... Havadissiz yaşanır mı bu dağlarda?... Topal Sülümanın yeni doğuran keçisi, Dızlak Murtazanın yemsizlikten ölen beygiri bu dağların ancak ayaküstü havadisi olabilir… Oysaki susamışız habere, susamışız şehir havadislerine…

            İşte bu haber susuzluğu içinde tek avuntu kaynağımız Remmo Dayı!...  Bir zamanlar T.B.M.M. çatısı altında hemşehrilerini temsil eden Remmo Dayı, şimdi de bizim için küçük bir radyo yerine geçiyor.  Hep ayni dalgadan  neşriyat yapan tatlı, sevimli, canlı bir radyo… O anlatıyor, biz dinliyoruz… Un sandığının altına serilen eski gazetelerdeki havadisler kadar bayat anlattıkları… Ama bütün bayatlığına, bütün eskiliğine rağmen, onu zevkle dinliyoruz…

            -Yegân afandi!... diyor Remmo Dayı, Doğrisini sorar isan insan oriya alişti mi, heç bi yerde irahat edemiyi!... Düşün bi defa: Tam yigirmi sene mabbüslüğ zenaati yap, soyna da köye gel araziyennen uğraş. Allâ sani inandırsın babamin evine bila bu gadar alişmamiştim!...

            Remmo Dayı sözünü bitirmeden, ocağın etrafına kümelenen köylüler onu sual yağmuruna tutuyorlar:

            -Bodem şekârını annat!...

            -Comriyat balonisini annat!...

            -Gurultayi annat Allâyi seversen!...

            Ve Remmo Dayı, ayağının tekini kalçalarının altına kıvırdıktan sonra, ağır ağır, tane tane anlatmıya başlıyor:

            -Neden oldiğini bilemiyim, bâdem şekârına garşi çoğ meylim vor. Mabbüslüğ zenaatine başladiğim zomanlarda da bu meylime dövam eylemiştim.

            Bi kesa kâğidi dolisi bâdem şekârı alirdim, girerdim meclise… Yerim salonin arha yanlarındaydi. Yerime şöyle gözelcene yerleşir idim. Soyna şekâr söfası başlar idi. Bi ben yerdim, bi de yonimdaki arkadişe verirdim. Bi ben, bi o… bi ben, bi o… Derken uyku basardı. Postallarimi Meclis hadamasiylen boyağciya gönderir, tezbihimi çekâ çekâ uyirdim…

            Ne zeman ki benim yüsgek varliğima Meclisin ehtiyaci olirdi, o zeman arkadişlerin biri goltiğimin altinden dürterdi bana:

            -Gah!... gah!... Ray toplaniyi!... Barmağ ilâzim!...

            Gözümdeki uyhuyi silmadan barmağimin heppisini galdırir, millî ve votanî  vazifami yaptiğimdan soyna yeniden uyirdim…

            ……..

            Bizim zomanımızda böyle govalisyon, böyle zenatör menatör yoğidi… Bu çeşit gavğalar da yoğidi… Gassım Külâh daha yeni yeni domina oynamağa, Nihat Arim hanüz zar dutmağa başlamişidi…

            Meclisin içi çoh keyfliydi… Ray verir arkasindan uyirdik… Ya da el çırpar, sonra arkadişlerle hoş beş edardik… Nirde o günner?

            -Remmo Dayı!... Mebusluk hayatından kalan en tatlı hâtıran hangisi?...

            Hatıra mı sorarsınız Remmo Dayıdan… Tümen tümen, yığın yığın… Hangisini anlatacağını o da şaşırıyor…

            -Yeğân afandi, diyor. En çok hoşima gidan şey, ben Maclisin gapisindan girer ikân pulislerin, cendermelerin bana selâm vermasi idi… Onlar postallarini birbirine vuraraktan bana selâm virdiler mi, içimde çoh datli, baldan, pekmezden de datli bir lezzet duyar idim…

            -Ya en çok kızdığın şey?

            -En çoğ canimi gızdiran şey da, o guyruhlu çeket, o dar pantol var ya, adina ne diyler onun?

            -Jeket-atay!...

            -Yoohhh, yoooohhhh!...

            -Frak-smoking!...

            -Babağan rahmet!... Ha o işte!... O gapgara dar albiseleri geyip portakala girmek, garga gibi simsiyah olmağ bani çoğ sinirlandirir idi!...

            -Portakalın ne alâkası var elbise ile Remmo Dayı?

            -Ula Yegân afandi, portakal bilmiy misin, hani dovetlerde, bayramlarda herkâsın yerini, sirasını hazırlamağ vor ya?...

            -Protokol demek istedin galiba?

            -He, işte onu demek istemişam. Bi hurufat da eksük olsun, gıyamet mi gopar?...

            Bi sene Commuriyat Bolanisina getmişdim. Gozel gozel garilar, keklük gibi gızlar er gişilere sarilip sarilip döniyler… Cumpa yapıyler, Rampa yapiylar, her çeşit dons oyniyler…

Öldiysa Allâ rahmet eylasin, sağ isa gulahlari çinnasin, çok hovarda bir arkadaşım var idi. Hosusi dons mektavına getmiş, her biçim oynamağ bellemiş idi…

O gece başini baan çevürdü:

-Remmi Bey, dedi, sen niya otirisin, gah oynasana!...

-Kimnen oyniyam, dedim, belina sarilacak ovrat olsa durur miyim?

-Arkadaşim, o çeşit ekistira toplantılarinin tacrübelisi… Yolunu yordamini eyi bilir…

-Remmi, dedi, canin hangi orvadi çekiyse get, onin garşisinde dur. Revirons yap, o hemen ayağa galhar… Sen de sarilip oynarsin…

-Lo gardaşim, dedim. Revirons dediğün ne biçim şey?... Eğer ayip bi şey ise o gadar cömaatin içinde yapilir mi?... Tenha yer ilâzim… Hem görem arvadin de göyni var mi?...

-Yoh, dedi, revirons demek şudir: Garinin garşisinda durip boynuni eğeceksin… Sen başini eğince o da ayağa galkicak… Seni gucahlayacak. Dans oyni yapacaksiniz…

Bir depem attı!... Sen ossan depen atmaz mı Yegân efendi?... Ben gosgoca Rus düveline eğmemişam bu boynimi… Gidip yari çılpağ bi galtağin öğünda boyin eğer miyim heç?... Erkâkliğin, ağaliğin, aşiret reizliğinin şerafeti galir mi?

Uzun sözün gıssası o gice herkese bir avrada sarilip oynamağ gısmet oldi, bize de onarı seyir etmak!...

Remmo Dayı, eski günlerin tatlı hâtıraları ile âdeta heyecanlanmıştı. Belini köşe minderine daha çok dayadı… Odanın içinde hayranlıktan ağızları bir karış açık kendisini dinleyen köylülere çalımla, gururla baktı… Ve sonra ben sormadan hâfızasının tozlu raflarından indirdiği eski günlerin albümünü yeniden yaprak yaprak çevirmeye başladı:

-Lâf lâfi açar dirler, siz de bani öfkârlandiriysiniz… O günnerin lezzati başga heç bi şeyde yoh… Gurultay olirdi, hepimize birer İngiliz gumaşi verirler idi… Bir satır gartviziti yollasağ bi yere, bi dediğimiz iki olmaz idi… Hökümat gapisinda mabbüslüğün şanı şöhrati daha başga çeşitti o zamanlar… Şimdi nirda o debdebe?... Herkâs gendi kolgesinden gorhiyi!...

(Cebinden çıkardığı küçük bir çakıyı göstererek)

-Ahan şu piçaği göriy misiz?... Bu piçak gurultay yâdigârıdır… Gulahları çinnasin, kimdi, namini bile unuttum, bir böyük adam var idi… Parti divanına seçim vakti gendisine ray verem diya ahan bu piçağı yâdikâr vermişidi…

Mabbüslük zenaati çoğ datli bi şey dedim ya… Gaymağın üstüne bekmez tökip yisen, dut gurusunu ceviz işiynen döğüp ağzina atsan yine o tadi, o lezzeti bulamazsin… Emme zorluğu da var… Golay zenaat dağil… O zenaata alişana gader bizim iflahımız kesildi…

Daha yeni mabbüs oldiğim sene idi… Arkadişler birbirlerine bi şeyler deyip duriyler:

“-Botçe tosarsi gommisyona gelmiş!...”

Serde acamilik var helbet… Ben de sandım ki bir ecnebiye padişahi gelmiş mencilis gomisyonuna… Soynadan annadım ki, meğer para ganunnamesiymiş, gomisyona gelen………

Plânlamaymış, kısmî afmış, koalisyonmuş… kimin umurunda?... Kar yağıyor efendi kar!... Bu kar, yalnız bizim dağların başına değil, bu kar memleketin başına yağıyor!... Bu kar, Remmo Dayının hâtıralarının üstüne yağıyor!... Bu kar, beynimizin, kafamızın, ciğerlerimizin içine yağıyor!...

Ocakta iri meşe kütükleri!... Çevremizde avurtları çökük, yorgun ve şaşkın insanlar… Halı yastığın önünde Remmi Dayı…

Ve… kar yağıyor tüm gerçeklerin üstüne!...

                                                                                   (Tükenmez Kalem, 1974)

MAKBÛLE ATADAN’I ZİYARET

1955 yılının ilk yaz günleriydi. Atatürk’ün dünya yüzündeki son ve tek akrabası, kızkardeşi Makbûle Atadan, rahatsızdı…

               Hastalığı kanserdi… Ankara Gülhâne Hastahanesinin geniş ve ferah bir dairesinde tedavi ediliyordu.

               Daha evvel Reisicumhurumuz Celâl Bayar’ın ameliyatı sırasında istirahatine tahsis edilen bu güzel dairenin pencerelerinden Ankara Kalesi ve Anıt-Kabir, bütün azâmetiyle görünüyordu…

               Rahmetli Makbûle Atadan’ı ilk ziyaretimde o, bu geniş pencerelerin önündeki karyolada yatıyordu… Odanın ortasında yuvarlak bir masa ve bu masanın üzerinde Reisicumhurumuz tarafından her gün muntazaman gönderttirilen iri ve kırmızı karanfiller vardı…

               Makbûle Hanım, yattığı karyolasında o kadar neş’eli ve sıhhatli görünüyordu ki, insan hastalığı bu dinç kadına yakıştıramıyordu bile…

               Kendisiyle olan konuşmalarımızı önce ses makinasına kaydetmek istediğim için birkaç adet manyetik şeritle diktafonu beraberimde almayı ihmâl etmemiştim…

               Ses makinasını küçük bir komodinin üzerine yerleştirdim. Mikrofonu Makbûle Atadan’a uzattım…

               Gözlerinin ışığından, profiline kadar Atatürk’ten birçok anatomik özellikler muhafaza eden Makbûle Atadan, bakışlarını pencereden dışarıya, Anıt-Kabir’in bulunduğu tepeye çevirdi… Uzun uzun baktı…

               -Ne anlatayım, bilmem ki… dedi. Atatürk’e ait o kadar çok şey var ve bunların hepsi o kadar uzun ki, hangisini anlatsam bitmez…

               -Zararı yok, dedim, siz istediğinizi anlatın. Bugün bitmezse, yarın, öbürsü gün yine gelirim… Sizi yormazsam istediğiniz kadar dinlerim…

               Yatağında biraz doğruldu… Belinin arkasına bir yastık aldı. Elindeki mikrofonu dudaklarına biraz daha yaklaştırarak:

               -Evvelâ eski günlerden başlıyayım, dedi. Atatürk’ü yaratan yuvanın kuruluşundan bahsedelim, ister misiniz?

               -Elbette!.. Sizi dinliyorum…

(Makbûle Adatan Anlatıyor Ağabeyim Mustafa Kemal, Şemsi Belli, Ayyıldız Matbaası, İstanbul, 1959, s.19,20)

 

“SAMSUN’A ÇIKTIM, MERAK ETMEYİN!”

               Tam üç gün üç gece telefonumuz çalmadı…

               Halbuki ağabeyim evde iken sık sık telefon çalardı. Onunla beraber çalışan arkadaşları Mustafa Kemal’in tevkifi için yapılan hazırlıkları muntazaman takip ediyorlar ve gizlice telefon ederek bildiriyorlardı… O, ayrılınca bizi tam üç gün kimse aramadı…

               Üç gün sonra telgrafını aldık:

               “Samsun’a çıktım, sıhhatteyim, merak etmeyin. –Mustafa Kemal-“

               Üzüntümüzün yerini coşkun bir sevinç doldurmaya başladı. Ağabeyim, sağ salim Anadolu’ya çıkmağa muvaffak olmuştu… Fakat âkibetin ne olacağını bilmiyorduk…

               Telefonumuz gene sık sık çalmaya başladı… Artık telefonun zilinde bile bir müjde sevinci vardı… Ağabeyimin Samsun’a ayak bastığını bizim gibi haber alan arkadaşları “Güzünüz aydın olsun” diyorlardı.

*

               Gidiş o gidiş…

               Ağabeyim sekiz sene kayboldu…

               Arada sırada onun yakınlarından birisi geliyor, kendisi nâmına hatırımızı soruyor, gidiyordu…

               Mevcut parasını giderken bankaya yatırmıştı… Bu para, benim, annemin ve kendisinin mührü ile çekilebiliyordu… Bize gönderdiği mektuplarda:

               -Sakın darlık çekmeyin, diyordu. Bankadaki paraları harcayın… Yetişmezse evdeki halıları satın… Sıkıntıda kalmayın!..

               Biz, bazen benim, bazen annemin mührü ile bankadaki parayı çekiyor ve kimseye muhtaç olmadan idare ediyorduk…

               Tam sekiz sene ağabeyimi göremedik… Bu sekiz sene bize o kadar uzun geldi ki, anlatamam… Bu sekiz yıllık hayatın hikâyesini anlatmak için bir insan ömrü kâfi gelmez…

               Mustafa Kemal, Anadolu’ya geçtiği zaman biz tasarrut (gözlem) altındaydık. Zaten ağabeyimin talimatı gereğince biz de hiçbir yere çıkmadık… Eve kapanıp kaldık… Ağabeyimin İstanbul’daki adamları ara sıra bizi ziyarete gelirlerdi, hepsi o kadar… Bunun dışında misafirliğe bile gitmedik…

               Bir gün kapı çalındı…

               Pencereden baktım… Tanımadığım kimseler… Açmadım kapıyı… Gene çalındı… Bu sefer aşağı indim… Tam on sekiz kişilik bir kalabalık… Osmanlı hükûmetinin adamları…

               Kapının dışına çıktım:

               -Ne var, ne istiyorsunuz? dedim.

               -Evi arayacağız! dediler.

               -Kimin evini arıyacaksınız?

               -Sizin evinizi, Mustafa Kemal’in evini!

               Kızdım:

               -Canım, bizim evimizi ne hakla arıyorsunuz? Ne hakla basıyorsunuz?.. Annem hasta, nüzullü… Ölüm yatağında… Ben yalnız bir kişiyim…

               -Hayır, arıyacağız, mecburuz!.. diye ısrar ettiler.

               Kapının önüne çıktım…

               O zamanlar gazetelerde Mustafa Kemal aleyhinde birçok yazılar çıkıyordu… Onun idamına karar verilmişti… Her gazete, ağabeyimi umumi efkâra (kamuoyuna) fena bir insan tanıtmakta âdeta birbiriyle yarış ediyordu… Bütün bu neşriyat sarayın direktifi ile yapılıyordu… Birden bunlar aklıma geldi… Büyük bir cesaretle onların gözlerinin içine bakarak:

               -Evimizi basmaya hakkınız yok yok! diye haykırdım. Kendisini gazetelerde fena bir insan diye tanıttığınız birinin evini ne için basıyorsunuz?.. Mâdemki ağabeyim fena bir adam, neden ondan bu kadar çekiniyorsunuz?.. Kendisine niçin bu kadar ehemmiyet veriyorsunuz?.. Burası benim evimdir… Bu evin kapısından bile içeri giremezsiniz!..

               Kapıdaki kalabalık kendi aralarında istişare ederken (konuşurken, görüş alışverişi yaparken) yan taraftan birkaç kişi peydah oldu (göründü)… Yanıma yaklaştılar… Ve kapının aralığında fısıltı hâlinde:

               -Korkmayın, dediler, biz Mustafa Kemal’in adamlarıyız!.. Evi kimseye bastırtmayız! Siz kapıyı kapatıp yukarı çıkın…

               Kalabalığın içine ağabeyimin adamlarının da sızmış olmasına çok sevindim… Bilhassa bizi ve evimizi bu kadar dikkatle takip ve himaye etmeleri beni çok gururlandırdı…

               Heyecanla yukarı koştum… Kocama haber verdim… O da çizmelerini giydi… Yan odaya geçti… Bu defa annemin yanına gittim…

               -Anneciğim, dedim, endişe etme!.. Ağabeyimin adamları da etrafta dolaşıyorlar… Hiçbir şey yapamaz kimse…

               Tekrar aşağı indiğim zaman kapıdaki kalabalığın çoktan dağılmış olduğunu gördüm…

(Makbûle Adatan Anlatıyor Ağabeyim Mustafa Kemal, Şemsi Belli, Ayyıldız Matbaası, İstanbul, 1959, s.39,40,41,42,43)

GÜZÇİÇEĞİ 2

                  Ne yâr kokulu rüzgâr, ne çiçek, ne dal kaldı

                                                          O şâhâne günlerden sâde bir masal kaldı

 

-1-

               Bir varmış, bir yokmuş!.. Evvel zaman içinde bir Güzçiçeği varmış. Adı Güzçiçeği imiş ama, tüm bahar goncalarının rengi ve kokusu tutuşurmuş onun yaşantısında.

               Güldükçe bütün ülkelerdeki savaşlar biter, barış ilân olunurmuş. Ağladıkça, gökyüzünden yeryüzüne inciler dökülürmüş, sağnak sağnak… Kızdıkça, öfkelendikçe yer yerinden oynarmış; barışçı bütün uluslar yeniden savaşa tutuşurlarmış kıran kırana…

               Güzçiçeği’nin güzelliği, kâğıda kaleme gelmezmiş. Şiirlere, şarkılara, çizgilere, gölgelere sığmazmış gözlerinin rengi. Saçları her mevsim taze leylâk kokarmış…

               Sedef bir sandalı varmış Güzçiçeği’nin. İnce mi ince, hafif mi hafif; her bir yanı elmaslarla, yakutlarla işlenmiş sedef bir sandalı varmış… Her sabah, gün doğmadan sedef sandalına biner, süt mavisi denizlerde dolaşmaya çıkarmış. Sandalın kürekleri yokmuş; kanatlarına eflâtun kurdelâlar bağlanmış kuğular çekermiş Güzçiçeği’nin sandalını…

               O, denizin üstünden geçerken denizin dibinde düğün bayram yaparmış telli pullu balıklar. O vakitler balıkların hepsi beyazmış. Güzçiçeği’nin sulara yansıyan görüntüsünden renk renk ışıklar sızarmış denizin dibine… Bu ışıkların her birisi bir balık türüne renk olmuş. Kırmızılar, sarılar, turuncular, yeşiller, eflâtunlar, pembeler ilk defa Güzçiçeği’nden yansımış deniz altı ülkelerine…

               Kuğuların çektiği sandalda uzak kıyıları seyredermiş Güzçiçeği. O kıyılarda yosun gözlü kızlar gitar çalarlarmış çırılçıplak. O kıyılarda menekşe gözlü sarışın bâkireler, beyaz güllerden yapılmış desteler atarlarmış denize.

               Çok erken saatlerde denizin içi pırıl pırılmış. Güzçiçeği, altın çerçeveli kristal aynalara küsmüş; denizin aynasında taramaya başlamış her sabah saçlarını.

               Saçlarından denize takılan sarkan teller, liseli bir çocuğun bileklerine takılmış. Sürükleni sürüklenivermiş sedef sandalın peşinden. Güzçiçeği elini uzatmış ak köpüklü sulara. Peşi sıra sürüklenen delikanlıyı sandalına almış. Yavrusunun üstüne kanat geren kuşlar gibi kalkan olmuş… krateri alev alev volkan olmuş. Onu tüm kötülüklerden korumuş, tüm gözlerden uzak tutmuş yıllar boyunca. Susadıkça, akşam bulutlarını üzüm salkımı gibi sıkmış, aşkın sütünü emzirmiş ona!.. Acıktıkça dilim dilim kalbini sunmuş.

               Az gitmişler, uz gitmişler… dalga dalga, köpük köpük, sahil sahil, düz gitmişler. Gece gitmişler, gündüz gitmişler… Ak kuğuların çektiği sedef sedef sandal içinde gezmedik ülke, tatmadık mutluluk bırakmamışlar…

               Bir gün acı bir yel esmiş uzak iklimlerden. Güzçiçeği’nin sedef sandalı devrilmiş. Ak kuğular yitip gitmiş köpüklü dalgalar içinde… Hasta olmuş, yataklara düşmüş Güzçiçeği. Denizin dibindeki tüm balıklar ağlaşı ağlaşıvermiş. Yosun gözlü kızların gitarları susmuş. Menekşe gözlü sarışınlar sahiller boyunca boşuna beklemişler…

               Masalının en güzel bölümünde yapayalnız kalmış liseli çocuk. Gözyaşını içine akıtmış, gönül ağrısını defter sayfalarına. Ağlamalarını kimseye duyuramamış ama, çağlamalarını sayfa sayfa iletmiş sevgi dolu yüreklere…

               Şiir olmuş, hayâl olmuş, rüyâ olmuş, masal olmuş Güzçiçeği.

(Güzçiçeği 2.cilt. Kültür Kitabevi, İstanbul, 1965, s. 9,10,11,12)

ANAYASSO (Şiir)

Gul, gurban olduğum Hökümet Baba!

                                                           Baa bir alfabe veremez miydin?

 

            Gara dağlar gar altında galanda

                        Ben gülmezem

                        Dil bilmezem

            Şavata’dan Hakkâri’ye yol bilmezem

            Gurban olam, çâresi ne, hoooyyy Babooov?

 

            Bebek yaniir, bebek hasta, bebek ataş içinde

                        Ben fakiro

                        Ben hakiro

            Dohdor, ilâç, çarşi, bazar, tam-takiro

            Gurban olam, bu ne işdir, hoooyyy Babooov?

 

            Çonçiğ ağliir, çonçiğ öliir, geçüt vermiy Zap suyi

                        Parasizo

                        Çaresizo

            Ben halsizo, ben dilsizo, şeher uzah, yolsizo

            Bu ne haldır, bu ne işdir, hoooyyy Babooov?

 

            Gara dağda gar altında ufağ ufağ mezerler

            Yeddi ceset hetim hetim Zap suyinde yüzerler

            Hökumata arzeylesem azarlar

                        Ben ketümo

                        Ben hetimo

            Ben ne biçim votandaşim, hoooyyy Baboooovvv?

 

            Şavata’dan Angara’ya ses getmiir

            Biz getmeğe guvvatımız heç yetmiir

                        Malımız yoh

                        Yolumuz yoh

            Angara’ya ses verecek dilimiz yoh

            Ganadımız, golumuz yoh

            Bu ne biçim memlekettir, hoooyyy Baboooovvv?

 

            Yerin, yurdun, adresesin bilmirem.

                        Angara’da Anayasso

                        Ellerinden öpiy Hasso

                        Yap bize de iltimasso.

            Bu işin mümkini yoh mi hoooyyy Baboooovvv?

 

                                                                       (Anayasso)

BİR BÜTÜNÜN ÇİFT YARISI (Şiir)

Lo gardaşım, ne soriysin

Beni

Boşuna yoriysin.

 

Kürt de, Türk de

Bir silahın yarısı.

Biri

Namlu

Biri

Gundah.

İnanmazsan aç tarihi

Horasan’dan

Bu yana

Geçmişe bah!

 

Aynı kökten su yürümüş gövdeye

Gövdenin üst yarısı çatal

Her çatalda

Bir güçlü dal

Dalın üstünde yemişler

 

Dallar farklı, gövde aynı, kök aynı

Birine T ü r k, birine K ü r t demişler.

 

K ü r t  Z i y a’ydı Z i y a  G ö k a l p

Türkçülüğün esasını yaratan.

Fırat – Dicle birbirine karışmış

Belli değil alan – satan

Aynı mezarlıkta yan yana uyur

Anan – baban, deden – atan.

 

K ü r t  de T ü r k  de

Bir bütünün yarısı.

Birinin anası anam

Ötekinin anası, emmim garısı.

 

Felek bizi aynı yünden eğirmiş

Gara, yeşil, gırmızı, mor.

Boyamıza sarı girmiş, al girmiş

Ayırmak zor.

 

Tek kilimde bir çift nakış yan yana.

Can  vermişiz, gan vermişiz

Aynı cana…

 

Lo gardaşım, ne soriysin?

Beni

Boşuna yoriysin…

 

                                                           (Şiir Defteri Dergisi,  Eylül 1991, Sayı: 22)

                                                                       (Bovi Bengo imzasıyla)

SEVMEK LAZIM YAŞAMAK İÇİN (Şiir)

Cümle damarlarımda tâzelenmiş kan.

            Toprağın suyunu emmiş çim.

            Yumurtayı gagasıyla kırmış

            Yeni kanatlanmış bir kuş gibiyim.

 

            Türküler mırıldanıyorum kendi kendime

            Canım ağlamak istiyor, içmek istiyor

            Ama dertten, hüzünden yana değil

            Onu sen gönlüme sor, gözlerime sor.

 

            Bir uyanış, bir kıpırdanış var içimde

            Leylâk dallarının buğusu gibi

            Kollarımı gökyüzüne uzatıyorum hevesli

            Dallara yürüyen su gibi.

            Pencereden dışarıya bakıyorum

            Dünyayı ne  güzel yaratmış Tanrı

            Yemyeşil ağaçlar, mâvi gökyüzü.

 

            Umurumda değil kimsenin derdi

            Bencil isteklerle sarhoş gibiyim.

            Bağırmak istiyorum bir taşa çıkıp:

            “-Sevmek!... Sevmek lâzım yaşamak için!”

            Bir duygu kaynıyor damarlarımda

            Tâze tâze… için için…

                                   (Otopsi, 1974)

DÖRTLÜKLER (Şiir)

1

Vagon penceresinden ansızın bakıp geçtin.

Bir yangının külünü yeniden yakıp geçtin.

Mademki son duraktı, son umuttu bu sefer

Niçin sâdece baktın, niçin bırakıp geçtin.

 

2

Gözlerinin mührüyle damgalanmış sayfalar

Hâtıralar gömülü bu albümün içinde.

En çekici resmini arama, bulamazsın

Zümrüt çerçevesiyle o kalbimin içinde!..

 

3

Yazılmamış şiirler kadar güzeldi her şey

Denizde gün batımı, baharda şafak gibi.

Ne renk, ne koku kaldı solan günlerimizden

Bir defter yaprağında kuruyan leylâk gibi.

 

4

Kalmadı tahammülü bu ateşe gönlümün

Yakacaksan yak bitir, söneceksen sön artık!

Özleminle eridi, nice aylar, seneler

Hazzı kalmadı ömrün, döneceksen dön artık!..

 

5

Kim demiş bahar geçti mevsimler yaza döndü.

Sen bahçeler boyunca hep aynı tomurcuksun.

Yüzyıllar geçse bile –inan ki- sen içimde

Hâlâ siyah önlüklü, liseli bir çocuksun…

(Gelin Telleri, Aksiseda Matbaası, İstanbul, 1962, s.27,27,29)

YÜN EĞİREN TÜRKMEN KIZI (Şiir)

Yün eğiren Türkmen kızı!

            Yünün olam, eğir beni, bük beni…

            Tane tane tohum olam avcunda,

            Gönlündeki tarlalara ek beni…

 

            Yün eğiren Türkmen kızı!

            Alnı beyaz al kısrağı gördün mü?

            Tarlalarda kişner atın olayım,

            Dizginimden tutuver de çek beni.

 

            Yün eğiren Türkmen kızı!

            “Bölük bölük saçlarının örgüsü.

            “Sana bu güzellik Allah vergisi”

            Çiçek olam saçlarına tak beni.

 

            Yün eğiren Türkmen kızı!

            Çöz başından gök mavisi yazmanı,

            Dal yeşili, nar pembesi nakıştan

            Mendil olam kuşağına sok beni.

 

            Yün eğiren Türkmen kızı!

            Parmakların yoğurt kokar, süt kokar.

            Sütün olam –ellerinle sağılmış-

            Bakraç bakraç kazanlara dök beni.

 

            Yün eğiren Türkmen kızı!

            Ayışığı mor dağları yalamış…

            Niye senin kapkaranlık penceren?

            Çıra olam, gözlerinle yak beni…

 

                                               (Başşehir Sokağı, 1957)

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör