Şair ve yazar, eğitimci. 31 Ekim 1972’de
Adana’da doğdu. Çandırlar Köyü İlkokulu’nu (1983), Yemişli Köyü Yatılı Kuran
Kursu’nu (1985), Kozan Ellinci Yıl Lisesi orta kısmını (1988), Adana Baraj
Lisesi’ni (1991) ve Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi
Matematik Bölümü’nü (1996) bitirdi.
Asıl mesleği öğretmenliğe 1997’de
Ağrı Taşlıçay İlçesi Yardımcılar Köyü İlkokulu’nda sınıf öğretmeni olarak
başlayan Akyol, daha sonra branş değiştirerek sırasıyla Ağrı Merkez Naci Gökçe
Lisesi, Bağcılar Orhangazi Lisesi, Sarıyer Hüseyin Kalkavan Lisesi, Eminönü
Cibali Lisesi ve Fatih Davutpaşa Anadolu Lisesi’nde çalıştı. Halen Fatih
Davutpaşa Anadolu Lisesi’nde matematik öğretmeni olarak mesleğini sürdürüyor.
Askerliğini Çankırı Dokuzuncu
Zırhlı Tugay Komutanlığı’nda (1998-1999) yedek subay olarak yapan Akyol; asıl
mesleği öğretmenlik yanında öykü yazarlığı, oyunculuk ve amatör olarak internet
gazeteciliği de yapmaktadır.
Varlık, Posta Gazetesi, Yordam,
Şehrengiz, Ekin Sanat, Yaz Kalemim, Aşkın e-Hali, Sanat Cephesi, Öykü Teknesi,
Çağdaş Yaşam, Afrodisyas Sanat, Berfin Bahar, Fayrap, Lacivert, Yaba, Edep, Deliler
Teknesi, Mühür, Tmolos Edebiyat, Kurgu Düşün-Sanat-Edebiyat, Kardelen, Galapera
Öykü, Kültür Mafyası, Düşünbil, Hayal, Zula, Güney, Natama, Patika, Dil ve
Edebiyat, Ada, Yaşam Sanat, Zarf, Evrensel Kültür, Hece, İnsancıl, Eliz
Edebiyat, Halk Edebiyatı, Zil, Sarmal Çevrim, Edebiyat Nöbeti, Şiiri Özlüyorum,
Kharon, Ketebe Piyan, Karakedi, Delikliçınar, Kalemlik, Şiirden, Akatalpa,
Gökmavi, Altıyedi, Erik Ağacı Öykü, Çini Kitap gibi gazete ve edebiyat dergilerinde;
hikâye, şiir, deneme ve sinema yazıları yayımlandı.
Öyküde “betimsiz kurgu” yazım tekniğinin
de mucidi olan yazar, Zil adında İstanbul orijinli bir de dergi çıkarıyor.
Eğitim, edebiyat, inanç,
işçi-sendika gibi konularda yaptığı haberler ağırlıklı olarak; Aydınlık
Gazetesi, Yeni Akit Gazetesi, Evrensel Gazetesi, Mir Haber, KamuGazetesi.Com,
Demokrat Haber, on5yirmi5, Oda TV, Dipnot, bianet, Timeturk, soL Haber Portalı,
Mürekkep Haber, SanatLog, insanokur.org, Kızıl Bayrak, Mücadele Birliği, TV 5
Haber, Gazete RED, Yorumca Haber, Welg Medya, Marmara Gazetesi, T4 Haber,
İstanbul Gündemi, Dünya Bizim, Çayyolu Haber, Özgür Gelecek, Nokta Haber Yorum,
Açıksöz Gazetesi, Gündem Arşivi gibi gazete ve internet haber sitelerinde
yayımlandı.
Evli ve bir çocuk babası olan Akyol,
yazar olarak altısı öykü, biri araştırma/inceleme, dördü şiir türünde olmak
üzere on bir kitaba imza attı.
Kitaplarından İlahi Adalet
Komünizm’e Döndü Hassan isimli bir vatandaşın CİMER’e şikayeti üzerine Ekim
2019’da Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı Basın Bürosu tarafından; “halkın bir
kesimini sosyal sınıf, din, mezhep, cinsiyet ve bölge farklılığına dayanarak
alenen aşağılamak” ve “halkın bir kesiminin benimsediği dini değerleri alenen
aşağılamak” suçlamalarıyla açılan davadan 7 ay 15 gün hapis cezasına
çarptırıldı.
Kitapları
1.
Sorumlu Müdür (Öykü), Ekin Sanat Kitaplığı, Ankara, Nisan
2012
2.
İlahi Adalet Komünizm (Araştırma/İnceleme), Kurgu
Kültür Merkezi Yayınları, Ankara, Ağustos 2012
3.
Yükselen Yeni Devrim Dalgası (Öykü), Kurgu Kültür
Merkezi Yayınları, Ankara, Kasım 2012
4.
Gezi Raporu (Öykü), Kanguru Yayınları, Ankara, Kasım
2013
5.
Marks Radiyallahu Anh’ın İzinde (Öykü), Elpis
Yayınları, Ankara, Eylül 2018
6.
Hüznümün Direği (Şiir-Sinema), Elpis Yayınları, Ankara,
Ekim 2019
7.
Ah İstanbul (Şiir-Metin), Elpis Yayınları, Ankara,
Temmuz 2020
8.
Kelimeler Göçtü (Şiir-Metin), Elpis Yayınları, Ankara,
Mart 2021
9.
Küp Kokusu (Öykü), Elpis yayınları, Ankara, Haziran
2021
10.
Ürkek Güvercin (Şiir), Elpis Yayınları, Ankara, Ekim
2022
11.
Sil Baştan (Öykü), Elpis Yayınları, Ankara, Aralık 2022
12.
İlahi Adalet Komünizm (Araştırma/İnceleme), Liman
Yayınevi, Genişletilmiş ve Gözden Geçirilmiş 2. Baskı, Ankara, Nisan 2023
Katkıda Bulunduğu Kitaplar
1.
Herdem Öykü-Şiir-Deneme Antolojisi, Herdem Kitap,
Ankara, 2014
2.
Seçkin Zengin, Neden Sosyalist Oldum?, Klaros
Yayınları, Ankara, Ocak 2021
3.
Mesut Kara-N. Utku Uluer, Sinematik Yazılar, Klaros Yayınları,
Ankara, Ocak 2021
4.
Seçkin Zengin, Şeytan Diyor Ki, Klaros Yayınları, Ankara,
Mart 2021
5.
Seçkin Zengin, Çaresizlik, Klaros Yayınları, Ankara,
Haziran 2021
KAYNAKÇA: Osman Akyol (İnternet kitapçıları, 12.07.2020), Osman
Akyol (Bilgi teyidi, 20.06.2021, 01.10.2022, 29.12.2022, 27.03.2023).
KARANLIKTA UYANANLAR’DAN İŞ VE EKMEK’E YEŞİLÇAM’DA İŞÇİ FİLMLERİ
Osman AKYOL
“İşçiler” ve
“işçi sorunları”, hiçbir zaman bir furyaya dönüşmediyse de, Yeşilçam’da
işlenmeye değer temel konulardan biri olarak her zaman önemini korumuştur.
İlk işçi
filmimiz, 1964 tarihli bir yapım: Karanlıkta Uyananlar (Ertem Göreç, 1964)
İlk prototip olmanın tüm avantaj
ve dezavantajını taşıyan Karanlıkta Uyananlar’ın ardından, ekonomik kuşatılmışlık
ve sansür gibi çeşitli nedenlerle, işçi filmleri tekrar uykuya dalar ta ki
Yılmaz Güney adında biri çıkıp onları uyandırana dek: Umut (Yılmaz Güney,
1970).
Aslında Yeşilçam, sanılanın
aksine başlarda bilinçli bir tercih olarak, işçileri ve sorunlarını görmezden
gelmişti.
Fakat 70’lere gelindiğinde; sendikal
mücadele, toplu sözleşme, grev, lokavt, iş güvenliği, işçi sorunları gibi
konular işçilerin ve dolayısıyla tüm halkın gündemini meşgul eden konular
haline gelmişti. Artan sanayileşmeyle birlikte çığ gibi büyüyen bu sorunlara Türk
sineması da daha fazla sessiz kalamazdı. Kalmadı da. Ne de olsa sinema, hayatın
aynasıydı ve oradan besleniyordu.
Çok geçmeden sol damardan gelen
cesur birkaç yönetmen, sırtlarında yumurta küfeleri, ürkek adımlarla kameralarını
kentsoyluların ışıltılı çıkar dünyasından alıp işçilerin acımasız gerçeklik dünyasına
çevirme cesaretini gösterdiler:
Karanlıkta Uyananlar (Ertem
Göreç, 1964), Umut (Yılmaz Güney, 1970), Diyet (Ömer Lütfi Akad, 1974), Endişe
(Yılmaz Güney, Şerif Gören; 1974), Otobüs (Tunç Okan, 1974), Bir Gün Mutlaka
(Bilge Olgaç, 1975), Güneşli Bataklık (Süreyya Duru, 1977), Maden (Yavuz Özkan,
1978), Sürü (Zeki Ökten, 1978), Düşman (Zeki Ökten, 1979), Bereketli Topraklar
Üzerinde (Erden Kıral, 1979), Demir Yol (Yavuz Özkan, 1979), Çark (Muzaffer
Hiçdurmaz, 1987), İş (Faik Ahmet Akıncı, 1994), Ekmek (Faik Ahmet Akıncı, 1996)…
Peki, ama halk arasında “işçi
filmi”, “sendika filmi”, “grev filmi”, “emekçi filmi”, “devrim filmi”,
“protesto filmi” gibi çeşitli adlarla anılan, sinematografik bir tür olarak toplumsal
gerçekçi diye adlandırabileceğimiz bu filmlerde işçiler nasıl anlatılıyordu, ya
da bu filmler işçi-işveren çatışmasını nasıl yansıtıyordu?
Şimdi genelden özele geçip
listedeki filmleri tek tek görelim.
Başta da değindiğimiz gibi senaryosunu
Vedat Türkali’nin yazdığı, başrollerinde Fikret Hakan, Beklan Algan ve Ayla
Algan’ın oynadığı, yönetmenliğini Ertem Göreç’in üstlendiği, 1964 yapımı Karanlıkta Uyananlar, işçi sorunları
üzerine yapılmış ilk Türk filmi olarak Türk sinema tarihinde yerini alır.
Bir boya fabrikasında geçen
filmin konusuna gelince: Boya fabrikasının kötü patronu Şeref Yetimoğlu, fabrikasında
çalışan işçilerin özlük ve sendikal haklarına karşı duyarsız biridir. Bu
duyarsızlığa daha fazla dayanamayan işçiler, bir süre sonra, emektar işçi Nuri
Baba’nın önderliğinde, grev silahlarını çekerek mücadeleye girişirler.
Fakat bu hiç de kolay olmaz.
Olaylar tıpkı gerçek hayattaki gibi gelişir: Çıbanbaşı olarak görülen bazı
işçiler işten atılır, muhbir işçi Mahmut olanı biteni patrona ulaştırır vs.
Film, gösterime girdikten iki ay
sonra, 1965 Temmuz’unda İçişleri Bakanlığı tarafından, filmin gösterildiği
illerde çıkan bazı olaylar bahane edilerek, yasaklanır. Böylece filmin “İlk
işçi filmi” etiketine “yasaklı film” damgası da vurulmuş olur.
Peşinden gelen “Çirkin Kral”
Yılmaz Güney’in yazıp yönettiği ve başrolünde oynadığı 1970 yapımı Umut filmi ise aslında bir umutsuzluğu
anlatır: Arabacı Cabbar’ın çıktığı umutsuz define yolculuğunu.
Adana’da arabacılık/faytonculuk
yaparak geçimini sağlayan Cabbar’ın işleri, otomobiller çoğalmaya başlayınca bozulmaya
başlar. Cabbar, borçla aldığı ve taksitlerini henüz bitiremediği atlarından
birini başkasının çarptığı bir trafik kazasında kaybeder. Atı ölen Cabbar’ın
eli kolu bağlanır. Yeni bir at alabilmek için evdeki en değerli eşyası, baba
yadigârı toplu tabancasını satlığa çıkarır, fakat müşteri bulamaz. Vaktiyle yanında
çalıştığı eski patronlarından borç ister, alamaz. Bütün bunlar yetmezmiş gibi ölen
atın taksit zamanı da gelir çatar. Derken alacaklılar çok beklemeden,
alacaklarına karşılık arabasını da haczederler. Derin bir yoksulluğun içine
yuvarlanan Cabbar, son çare olarak, definelerin yerini bildiği iddia edilen Hüseyin
Hoca’nın peşine takılır.
Ömer Lütfi Akad’ın yazıp
yönettiği, başrollerinde Hülya Koçyiğit ve Hakan Balamir’in oynadığı 1974
yapımı Diyet filminde ise
memleketinden İstanbul’a göçüp gelen ve hemşerisi Bilal Usta’nın yanında bir
fabrikada işe giren Afyonlu Hasan’ın öyküsü anlatılır.
Çalıştığı fabrikanın patronu, çıkarlarının
zedelendiği düşüncesiyle, fabrikasındaki işçilerin sendikalaşmasına karşı
çıkmakta ve bu konuda sıkı tedbirler uygulamaktadır. Patronun yakın adamı olan köylüsü
Bilal Usta’nın da baskısıyla lümpen Hasan, başta sendikaya karşı çıkar ve sendikalı
olmamak için direnir ta ki bir kolunu makineye kaptırıp işsiz kalana dek.
Kolunu kaptırdığındaysa her şey için artık çok geçtir.
Senaryosu yine Yılmaz Güney
tarafından yazılan ve 1974 yılında Adana’nın Yumurtalık ilçesinde çekimlerine
başlanan Endişe filmi, yönetmen ve
başrol oyuncusu Yılmaz Güney’in Yumurtalık hâkimi Sefa Mutlu’yu öldürmekten
tutuklanmasıyla yarım kalır. Sonradan yardımcısı Şerif Gören tarafından
tamamlanan ve başrollerinde Erkan Yücel, Ayşe Emel Mesçi ve Kamuran Usluer’in
oynadığı film, bir köyde ağa tarafından sömürülen köylülerin yaşadığı sorunları
anlatır.
Başlarda ağa tarafından ucuz iş
gücü olarak sömürülen köylüler, ağanın traktörü “keşfetmesiyle” birlikte bir
kenara itilirler ve dahası aç kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar.
Tunç Okan’ın ilk yönetmenlik
denemesi olan ve başrolünde Tuncel Kurtiz’in oynadığı 1974 yapımı Otobüs filminde ise İsveç’e kaçak işçi olarak
giden bir grup köylünün trajik hikâyesi anlatılır.
Köylerinden ilk defa çıkan
köylüler organizatör (Tunç Okan) tarafından dolandırılırlar ve İsveç’in başkenti
Stockholm’de bir otobüsün içinde şaşkın, çaresiz bir başlarına kalırlar.
Senaryosunu Yılmaz Güney’in
yazdığı ve Bilge Olgaç’ın yönettiği, başında ve sonunda belgesel görüntülere de
yer verilen; yönetmenin tüm iyi niyetine rağmen yer yer biçim ve dil sorunları
da göze çarpan 1975 yapımı Bir Gün
Mutlaka filmi ise, Akif isimli bir işçi önderinin davası için katlandığı
fedakârlıkları konu eder.
Dava adamı Akif, yakın dava
arkadaşları ile birlikte iş çıkışı afiş yapıştırarak ve el ilanı dağıtarak
işçilerin/emekçilerin bilinçlenmesi için çaba göstermektedir. Bir takım
karanlık güçler (ki bu karanlık karakterler iyi çizilmemiş) Akif’in bu
çalışmalarından rahatsız olurlar ve karşı saldırıya geçerler. Bu saldırılar
sonucu arkadaşlarından bazıları vurulan, bazıları da tutuklanan Akif’in başı
karısı Sultanla da derde girer: Sultan, Akif’in eve geç gelmesini, kendisini
aldattığına yorumlamaktadır.
Senaryosunu Vedat Türkali’nin
yazdığı, başrollerinde Hakan Balamir, Semra Özdamar’ın oynadığı ve
yönetmenliğini Süreyya Duru’nun yaptığı 1977 yapımı Güneşli Bataklık filminde ise karşıt iki dünya anlatılır:
Burjuvazinin kokuşmuş bataklığı ve işçi sınıfının aydınlık dünyası.
Patronuna şantaj yaparak ondan
para koparmaya çalışan Salih’in çöküşüne karşılık sendikal mücadele veren işçilerin
safına geçen ve orada işçi liderliğine yükselen Gümüşhaneli Hasan’ın öyküsü bu
iki dünyayı temsil eden birer metafor imgedir.
Senaryosunu ve yönetmenliğini
Yavuz Özkan’ın yaptığı, başrollerinde Cüneyt Arkın, Tarık Akan ve Hale Soygazi’nin
oynadığı, 15. Antalya Film Festivali’nde En İyi Film Ödülü dâhil 4 ödül birden
alan 1978 yapımı Maden’de ise, bir
madende çalışan işçilerin çelişkileri, sefaletleri ve mücadeleleri epik bir
dille anlatır.
Her ne kadar bir ödüle layık
görülmese de filmde arkadaşlarıyla maden ocağındaki kötü yaşam koşullarına
karşı mücadele eden İlyas adındaki devrimci bir işçi önderini oynayan Cüneyt
Arkın, sinema kariyerinin en iyi performansını bu filmde ortaya koyar.
Senaryosunu hapisteki Yılmaz
Güney’in yazdığı, başrollerinde Tarık Akan (Tarık Akan ilk kez bu filmde bıyıklı
görülüyor), Melike Demirağ ve Tuncel Kurtiz’in oynadığı; Zeki Ökten tarafından
yönetilen Sürü filminde ise, Halilan
ve Veysikan adlı birbirine düşman doğulu iki aşiret arasındaki kan davası ve ekonomik
zorluklar nedeniyle bir süre sonra Veysikan Aşireti’nin trenle sürülerini Ankara’ya
götürüp satmak zorunda kalması işleniyor.
Çok katmanlı filmin bir
katmanında da babası Hamo Ağa’ya ve aşiret düzenine isyan eden Şivan’ın karısı
Berivan’ı tedavi ettirme çabasını görüyoruz.
Tüm zamanların en iyi on filmi
listesinde her zaman yerini koruyan ve Zülfü Livaneli tarafından yapılan müziğiyle
de öne çıkan film, pek çok otoriteye göre Yılmaz Güney’in en iyi üç filminden
birisi sayılıyor.
Senaryosunu hapisteki Yılmaz Güney’in
yazdığı, başrollerinde Aytaç Arman ve Güngör Bayrak’ın oynadığı, yine Zeki Ökten
tarafından yönetilen 1979 yapımı Düşman
ise, işsiz İsmail’in parasızlık yüzünden başına gelenleri işliyor gibi görünse
de filmde asıl verilmek istenen mesaj düşmanın kim olduğudur: Kapitalizm.
Düzenli bir işi olmayan İsmail, mahallesinde
ne iş bulursa çalışmaktadır. Bir süre sonra sömürüldüğünün ve bir şeylerin
yanlış gittiğinin farkına varır. Fakat yaşadığı bu aydınlanma sürecinde, karısı
dâhil, yanında hiç kimseyi göremez. Tüm mahalleyi istila eden ahlaksızlık ve
yozlaşma karısını da beraberinde sürükleyip götürmüştür çünkü.
Senaryosunu Orhan Kemal’in aynı
adlı romanından Mahmut Tali Öngören’in uyarladığı, başrollerinde Yaman Okay,
Erkan Yücel, Tuncel Kurtiz ve Nur Sürer’in oynadığı Erden Kıral tarafından
yönetilen 1979 yapımı Bereketli
Topraklar Üzerinde ise; Çukurova’ya çalışmaya giden Köse Hasan, Pehlivan
Ali ve Yusuf adlı aynı köyden üç arkadaşın hikâyesini anlatır.
Sivas’ın bir köyünden olan üç
arkadaş, bir hemşerilerinin sahibi olduğu iplik fabrikasında çalışmak üzere Çukurova’ya
gelirler. Hemşerileri kendilerine yüz vermez. Onlar da bir çırçır fabrikasında
işe başlarlar. Bir süre sonra içlerinden Köse Hasan fabrikadaki ağır çalışma
koşullarına dayanamayarak hastalanır. Hasta arkadaşlarını da arkalarında
bırakan Ali ile Yusuf, fabrikadan ayrılırlar; tarım ve inşaat gibi geliri yüksek
işlerde çalışmaya başlarlar. Zamanla işinde yükselen Pehlivan Ali patoz
operatörü olurken Yusuf da duvarcı ustası olur. İki arkadaş bir süre sonra Köse
Hasan’ın öldüğü haberini alırlar. Derken Pehlivan Ali de ayağını patoza
kaptırıp ölünce Yusuf tek başına köyüne geri döner.
Çekildiği dönemde Sıkıyönetim
tarafından yasaklanan film, tam 28 yıl sonra, 2 Mayıs 2008’de sinemada
gösterime girme olanağı bulur, fakat geçen zaman içinde on iki dakikasını
yitirmiş olarak.
Yavuz Özkan’ın yazıp yönettiği başrollerinde
Tarık Akan ve Fikret Hakan’ın oynadığı 1979 yapımı Demir Yol ise, demiryolu inşaatında çalışan ve greve giden bir grup
işçiyle Migros (filmde sansüre takılmamak için kamyonun üzerinde “Nigro”
yazıyor)’un erzak kamyonunu soyup halka bedava dağıtan silahlı mücadele yanlısı
bir grup solcu üniversite öğrencisinin kesişen öyküsünü anlatır.
Fikret Hakan’ın oyunculuk
performansıyla öne çıkan filmde aynı zamanda yönetmen tarafından sendikal
mücadelenin de bir adım öne çıkarıldığını görmek mümkün.
Senaryosunu Bekir Yıldız ve
Haşmet Zeybek’in yazdığı, başrollerinde Tarık Akan, Müge Akyamaç ve Cezmi
Baskın’ın oynadığı, Muzaffer Hiçdurmaz tarafından yönetilen 1987 yapımı Çark filminde ise, İstanbul
Kazlıçeşme’de deri atölyelerinde çalışan dört deri işçisinin mücadelesi anlatılıyor.
Emeklerinin karşılığını alamayan
dört arkadaş, patronla çatışmaya girerler ve beklendiği üzere kendilerini
kapının önünde bulurlar. Daha sonra iş değiştirerek bir tersanede çalışmaya
başlayan arkadaşlar gittikleri yerde de kendilerini aynı çarkın içinde
bulurlar…
Faik Ahmet Akıncı’nın yazıp yönettiği,
başrollerinde Berhan Şimşek ile Sumru Yavrucuk’un oynadığı ve bir ikilemenin
ilki olan 1994 yapımı İş filminde, bir
baraj inşaatı sırasında yaşanan işçi-işveren çatışması anlatılırken yine Faik
Ahmet Akıncı’nın yazıp yönettiği, başrollerinde Fikret Hakan ve Demir Karahan’ın
oynadığı ikilemenin sonuncusu olan Ekmek
(1996)’teyse özelleştirmeye karşı çıkan Zonguldak maden işçilerinin direnişi
anlatılır.
İşçi filmleri elbette bu listeyle
ve dönemle (Yeşilçam) sınırlı değil, toplumda artı değer sömürüsü devam ettiği
sürece, Yaşam Kavgası (Halit Refiğ,
1978), Zerre (Erdem Tepegöz, 2012),
Toz Bezi (Ahu Öztürk, 2015) ve Babamın Kanatları (Kıvanç Sezer, 2016) filmleri
örneklerinde olduğu gibi çekiliyor ve çekilmeye de devam edecek.
Osman Akyol
5 Temmuz 2016, İstanbul
KIRILAN ELLER
Osman AKYOL
Çevik kuvvet polisi Ahmet, kumanyasını
açıp içinden çıkan dürümü iştahla yemeye koyuldu.
Çok açtı, onu yapan dönerci
ustası Çorumlu Ethem’in döner bıçağını tutan nasırlı ellerini düşünecek halde
değildi. Alışılmış hareketlerle, boşta kalan eliyle Sütaş işçilerinin sağlıksız
çalışma koşullarında ürettiği kutu ayranı açtı, hiç düşünmeden başına dikti,
yarısına kadar içti.
Kim bilir, hangi çobanın güttüğü ineğin
ya da koyunun sütünden yapılmıştı? Hiçbiri gelmedi de aklına da; köyde annesinin,
keçi sütünden mayalanan ekşi yoğurttan yaptığı buz gibi soğuk ayran geldi. Biliyordu,
o tadı bir daha asla bulamayacaktı. Yediği dürümden hırsla büyük bir ısırık
daha aldı.
Biten dürümün kâğıdını Beyoğlu
Belediyesi’nin taşeron temizlik işçisi İrfan’a havale ederken yaka cebinden usulca,
işten atılma tehdidiyle 4C’li yapılan Tekel işçilerinin alın teriyle
harmanlanmış Tekel 2000 sigarasını çıkardı, içinden bir dal çekip Tokai marka çakmağıyla
yaktı.
O, ağzındaki yoğun sigara dumanını
havaya üflerken Tokai firması, çoktan bünyesindeki son sendikalı işçiyi de çıkarmış
yerine asgari ücretten çalışan sendikasız ve güvencesiz üç işçi daha almıştı
bile.
Hava, yaz olmasına rağmen,
kapkara ve iç sıkıcıydı. Ahmet, biten sigarasının izmaritini yere atıp topuğuyla
ezdi. Ardından sızlayan sağ bileğini sağa sola döndürerek egzersiz yapmaya
başladı.
Sıkıntıdan bunalan bazı polisler
de ikişer-üçer durakta volta atmaya başlamışlardı.
Polislerin beklemeleri uzun
sürmedi, belediye otobüsü uzaktan göründü. Sırayla gelen otobüse bindiler.
Bir gün daha bitmişti.
Ahmet, ön tarafta şoföre yakın bir
yere oturdu.
Dikiz aynasından koltukların
dolduğunu gören otobüs şoförü Recep Usta, yavaşça vitesi bire taktı, otobüsü
hareket ettirdi.
Yaşlanmasına rağmen hâlâ saat
gibi tıkır tıkır çalışıyordu kardeş Macar mühendislerin yaptığı Ikarus marka belediye
otobüsü.
Bir o kadar yaşlı olan kır saçlı Recep
Usta da en az altında inlettiği otobüs kadar sağlamdı. Yıllar sanki onu
eskitememişti. Hâlâ ilk gençliğindeki gibiydi. Otobüsü hiç sarsmadan, tüy gibi
kullanıyordu.
Artarda geçtiler durakları: Tarlabaşı,
Ömer Hayyam, Tepebaşı, Şishane…
Polislerden bazıları başlarını koltuğa
yaslayıp uykuya daldılar.
Uykusu gelmeyen Ahmet, otobüsün yan
camından dışarıyı seyretmeye başladı. Her birinde her gün yüzlerce işçinin
çalıştığı dükkânlar, hızla gözünün önünden geçmeye başladılar.
Vızz… Vızz… Vızz…
Belirsiz bir geleceğe doğru hızla
savruluyordu sanki Ahmet. Fakat herkes gibi o da çok yoğundu; durup düşünmeye, yaşadığı
hayatı sorgulamaya hiç vakti yoktu. Bir süre sonra başı döndü, tekrar ön tarafa
döndü.
Bayrampaşa Çevik Kuvvet Şube Müdürlüğü
önüne gelince tıslayarak durdu otobüs. İçinden polisler sırayla indiler. En
önde olduğu için otobüsten ilk inen Ahmet oldu.
Recep Usta, herkesin indiğini gördükten
sonra şubenin biraz uzağına otobüsü park etmek için hareket etti.
Bir süre sonra, kasklarını, kalkanlarını
şubeye teslim eden polisler, resmi kıyafetlerle tekrar bindiler otobüse. Tuhaf
bir şekilde herkes yine önceki yerine oturuyordu. Sanki, havada asılı, “Herkes
aynı yere oturacak” diye görünmeyen gizli bir kural vardı.
Koltuklar dolunca direksiyona
abanıp usta bir u dönüşüyle otobüsü kaldırdı Recep Usta. Bu sefer evlerine
bırakacaktı çevikleri.
Evine birkaç durak kala indi otobüsten
Ahmet. Tanıdığı bir korsan sidiciye girdi.
“Yıkılmayan Adam var mı?”
“Yok abi. Hiç çıkmadı piyasaya.”
Bir iki yere daha sordu, yoktu
aradığı film. Umudunu kesip dümeni eve kırdı. Yoldan geçen bir otobüse el kaldırıp
durdurdu. Otobüs şoförü ve asık suratlı birkaç yolcunun öfke ve nefret dolu
bakışları altında akbil basmadan geçti boş bir koltuğa çöktü.
Fındıkzade Durağı’na gelince indi.
Yorgundu. Bir an önce eve ulaşmak istiyordu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi
işçilerinin kim bilir ne zaman taktığı şu ışıklardan karşıya geçtikten sonra on
dakikalık yolu kalmıştı. Yeşil ışığın yanıp yanmadığını kontrol etmek için tekrar
baktı karşı tarafa, hâlâ kırmızı yanıyordu.
Amaçsızca sağa sola bakarken gözü,
biraz ötede sarı renk baretleri ve işçi yelekleriyle kaldırım inşaatında
çalışan çoğu Güneydoğu’dan gelmiş taşeron işçilerine takıldı. Onları öyle kazma
kürekle görünce zihni bir anda; zılgıtlar, ıslıklar arasında yürüyen poşulu, Kalaşnikoflu
görüntülerin işgaline uğradı. İçinde nedensiz bir sıkıntı duydu. Farkında
olmayarak elini beline götürdü. Makine Kimya işçilerinin el emeği Sarsılmaz
yerindeydi. Rahatladı.
Yeşil ışık yanar yanmaz geçti
karşıya. Sağ bileğindeki ağrı geçmemişti hâlâ. Aklına gelince birkaç kez sağa
sola çevirdi bileğini.
Oturduğu apartmana gelmişti. Hangi
fabrikada üretildiğini ve hangi usta tarafından getirilip buraya monte
edildiğini bilmediği zile peş peşe bastı. Eşi Bekçi Şükran gecikmeli olarak açtı
kapıyı. “Niye zamanında açmıyorsun lan kapıyı?” der gibi ona sorgulayan bir
bakışla bakıp rahmetli Abdullah Usta’nın döşediği laminant parkenin üzerinden
yorgun adımlarla yürüyerek yatak odasına geçti. Sağ olsun Hizmetçi Şükran,
yatağı toplayıp her yeri düzeltmiş ve akşamki ateşli sevişmeden geriye hiçbir
iz bırakmamıştı. Üzerindeki resmi üniformasını çıkarıp, Bağcılar’da bir kaçak
tekstil atölyesinde dikilen kahverengi pijamalarını giydi. Üzerini
değiştirirken, adının Şükran olduğunu hatırladığı, dünkü fahişe geldi aklına
nedense.
“Telefon numarası kaçtı karının ya?”
Çok uğraştı fakat son yedi
rakamını bir türlü çıkaramadı.
Beş yıl önce buraya ilk
taşındıklarında, şimdi ekonomik krizden dolayı işsiz kalan, Mehmet Usta’nın
taktığı şofbende duş alsa rahatlayacaktı ama çok yorgundu, göze alamadı.
Doğruca oturma salonuna geçip marangoz
Ali İsmail Usta’nın elini planya makinesine kaptırıp sakatlanmadan önce yaptığı
tekli siyah koltuğa oturdu; günde bir dolara çalışan Çinli bir işçinin intihar
etmeden önce yaptığı kumandayı sehpanın üzerinden alıp açma kapama düğmesine
bastı.
İlk açılan kanalı beğenmedi. Kumandanın
kanal değiştirme tuşuna peş peşe bastı. Ahmet kanalları hızla zaplarken Aşçıbaşı
Şükran, özelleştikten sonra işten atılan demir çelik işçilerinin ürettiği düdüklü
tencerenin altını kapatmakla meşguldü. Mutfak dolabının çekmecesinden Paşabahçe
işçilerinin nasırlı elleriyle yaptığı pırıl pırıl çatal kaşıkları çıkarıp sofraya
dizmeye başladı.
Evde ekmeğin kalmadığını fark
eden Ahmet, odasında ders çalıştığını düşündüğü oğlu Berfin’e seslendi.
“Oğlum hadi git bakkaldan ekmek
al.”
Berfin, o esnada Minh Lee ve Jess
Cliffe adlı emekçiler tarafından yaratılan Counter Strike 5.1 oynamakla
meşguldü.
“Bir seviye kaldı baba, atlayıp
çıkıyorum…”
Anne Şükran; bir profesör doktor,
bir doçent doktor, iki hemşire ve bir embriyolog tarafından titiz bir işçilikle
tüp bebek ünitesinde dokuz ay on günde üretilen sorumsuz oğlunu uyardı.
“Sinirlendirme babanı…”
Çünkü babası o gün vatan, millet
düşmanlarına yeterince sinirlenmişti; daha fazlasına tahammül edemezdi.
Tüp çocuğu Berfin, Vietnamlı
işçilerin günde on dört saat çalışarak ucuza mal ettikleri Adidas marka ayakkabılarını
ayağına geçirip sinirle çıktı evden.
Anne Şükran, kara yağız Konya
köylülerinin mahsulü olan kuru fasulyenin etli yerlerinden kocasının tabağına bolca
koyarken Vestel işçilerinin alın teri olan LCD televizyonda güvencesiz basın
emekçilerinin, hayatlarını hiçe sayarak, hazırladıkları akşam haberleri
başladı.
“Sevgili seyirciler bültenimizi
bir son dakika gelişmesiyle açıyoruz. Amerikan Merkez Bankası FED, iki gün süren
toplantının ardından az önce faiz oranlarını açıkladı… Şimdi bu gelişmeyi almak
üzere Washington muhabirimiz Esra Ceyhan Akyol’a bağlanıyoruz…”
Bunun gibi çok çok önemli
haberler bitip de sıra 1 Mayıs haberlerine gelince Ahmet, televizyonun sesini
biraz daha açtı.
İzlediği görüntüde polisler, Beyoğlu’nda
kalkanlarıyla bir çıkmaz sokakta sıkıştırdıkları 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı
kutlayan işçileri acımasızca copluyorlardı.
Ahmet bileğindeki sızıyı tekrar
hissetti.
Osman Akyol
11 Mayıs 2014, İstanbul
Fayrap, Sayı 83, Nisan 2016
MARKS RADİYALLAHU ANH’IN İZİNDE
Osman AKYOL
Dışarısı
soğuk ve karanlıktı. Müslüm, ellerini ovuşturarak kapısında Kafe döla Rejans
yazan kafeden içeri girdi. Montunun sağ cebinden cep telefonunu çıkarıp birini
aradı. Aradığı kişinin sol tarafta cam kenarında kendisine el salladığını
görünce telefonu kapatıp ona doğru yürüdü.
“Selamün
aleyküm, Ferdi’ydi değil mi?”
Masadaki
kişi oturduğu sandalyeden hafifçe doğruldu, gelen Müslüm’ün elini sıktı.
“Aleyküm
selam, siz de Müslüm Bey olmalısınız. İsterseniz benim yerime oturun, petek
yanıyor…”
“Allah razı
olsun.”
“Ecmain…”
Müslüm, Deniz
Gezmiş montunun iç cebinden buruş buruş olmuş Serfliğe Giden Yol kitabını çıkarıp
masaya koydu.
“Dün gece
ikide bitirdim…”
Bir kulağı
Müslüm’de olan Ferdi, elinde tepsiyle bir başka masaya servis yapan papyonlu
garsona seslendi.
“Mübarek
bize iki bira… Soğuk olsun.”
Kafenin
duvarlarını asr-ı saadet döneminde yaşamış devrimci önderlerin resimleri ve
Hazreti Marks’ın özlü sözleri süslüyordu. Kasanın yanındaki duvarda ise sırmalı
işlemeli, çanta görünümlü bir bez kılıf içinde Das Kapital asılıydı.
“Bütün ülkelerin işçileri
birleşin!”
“Din; ezilen insanın içli ezgisi,
kalpsiz bir dünyanın sıcaklığı, manevi olanın dışlandığı toplumsal koşulların
maneviyatıdır…”
“Herkesten yeteneğine göre,
herkese ihtiyacına göre!”
“İşçilerin zincirlerinden başka
kaybedecekleri bir şeyleri yoktur!”
Müslüm, sarı
pos bıyıklarını avucunun içiyle sıvazladıktan sonra yaka cebindeki Marlboro’yu çıkarıp
önce Ferdi’ye tuttu ardından bir tane de kendisi yaktı.
“Hangi
okula gidiyorsun Ferdi?”
“Frankfurt
Okulu’na.”
“Bizim
Zayıf Halka’yla aynı okuldasınız…”
“Aynı
sınıftayız.”
Müslüm tam bir şey söyleyecekken
garson biraları getirdi. Ferdi, uzanıp tepsiden biraları aldı, birini Müslüm’ün
önüne koydu, diğerini kendi önüne. Adisyon fişine bir şeyler karalayan garson,
adisyonu masadaki küllüğün altına sıkıştırıp uzaklaştı.
Birasından büyük bir yudum alan
Müslüm, üst dudağına yapışan bira köpüklerini alt dudağıyla yalayarak
temizledi.
“Gramski diye bir hoca giriyor mu
dersinize?”
“Yok, o, Altuzer’in dersine
giriyor.”
“Zorunlu Marksizm dersinize kim
giriyor?”
“Adnan Hoca giriyor. Bugün yazılı
olduk. Komünizm nedir, diye sordu…”
Ferdi, çekemediği kopyalığı
Müslüm’e uzattı: Komünizm, daha yüksek bir burjuva yaratmak ve sınıf
savaşlarını kontrol altına almak için emperyalist mason sermayenin yarattığı
bir akımdır.
“Tabi ben; üretim biçimi, sınıf
savaşları ve meta fetişizmi gibi kavramlar üzerinden tanımladım… Yanlışmış…”
“Hizmetle tanışmanız nasıl oldu
Ferdi kardeş?”
“Hakkı arkadaş vesile oldu. İşçi
Bayramı namazında tanıştık.”
“Kısa film çektiğinizi söyledi
arkadaşlar?”
“Deneysel bir şeyler yapıyoruz,
evet…”
Müslüm, paltosunu çıkarıp
oturduğu sandalyenin arkalığına astı. Gömleğinin üstten bir düğmesini daha
çözdü.
“Dün Parçala
Behçet filmi vardı kanalın birinde… Onu izlerken sizin Forverts’deki ‘Yeşilçam’da
Kopan İstismar Furyaları’ yazınız geldi aklıma…”
“Parçala Behçet kiç bir film fakat
bazı sahnelerinde pornoya giden sürecin içsel dinamiklerini görmek mümkün…”
Ferdi, çerez tabağına uzandı, iki
tane fıstık alıp attı ağzına.
“Geçen Pazar öğrenci arkadaşlarla
evde Tarkovski’nin Nostalji’sini izledik…”
“Çaykovski mi?”
“Tarkovski…”
Müslüm peçeteyle sildi ağzını.
“Hangi mezheptensiniz Ferdi?”
“Babam Ortodoks Marksist’ti… Ben
agnostiğim…”
Bu esnada iki arkadaşın arkasındaki
masada yapılan fuhuş pazarlığı bitmek üzereydi. Sesler iki arkadaşın
kulaklarına kadar geliyordu.
“Hayatım arkada Auşvitz Apart
Otel var, istersen oraya gidelim…”
Biten sigarasını yenisiyle tazeleyen
Müslüm, müşterisiyle giden fahişenin arkasından baktı bir süre.
Müslüm giden fahişenin arkasına
bakarken Ferdi de, yan masadaki Raynişe Zaytung gazetesinde dikkatini çeken manşete
atılmış bir haberi okumaya koyuldu.
“… İnsanların varlığını
belirleyen onların bilinci değil, tersine onların bilincini belirleyen onların
toplumsal varlığıdır…”
Müslüm önüne döndü.
“Mevlit Kandili’ne geliyorsun
değil mi Ferdi?”
Ferdi gazeteden başını kaldırdı.
“Ne zamandı?”
“5 Mayıs’ta… Geçen sene Stalin
Camisi’nde yaptık. Yoğun bir katılım oldu. Bu sene Lenin Camisi’nde yapacağız
inşallah…”
“Mevlüdü kim okuyacak?”
“Yine İhsan Hoca okur herhalde…”
Ferdi, gazeteyi katlayıp aldığı
yere koyduktan sonra masanın altına eğilip bir poşetin içinden çıkardığı eski
bir plağı Müslüm’e gösterdi.
“Sahaftan aldım. Pink Floyd’un 79
sonunda çıkardığı albüm…”
“The Wall… Bende demo kayıtları vardı
bunların, yerim olmadığından eskiciye verdim hepsini. Eee başka neler yapıyorsun
Ferdi Kardeş?”
“Gezi Komünü üzerine bir makale
yazıyorum…”
Müslüm’le Ferdi konuşurken
kafeden içeri asık suratlı bir genç girdi, doğruca Müslüm’le Ferdi’nin olduğu
masaya gelip elindeki dergiyi masaya fırlattı.
“Jeni Fon Vestfalen annemizin
çıplak karikatürünü yayımlamışlar…”
Dergiyi adeta kapan Müslüm, çıplak
karikatürü bir süre inceledikten sonra sırada bekleyen Ferdi’ye uzattı.
“Faşist köpekler! Efendimizin Kemnits’deki
büstünü parçaladılar, yetmedi…”
Müslüm, öfkeli genci masaya
oturtup sakinleştirmeye çalıştı.
“Son günleri… İnşallah Mehdi
gelecek, bunların hesabını görecek kardeşim, üzülme... Tanıştırmayı unuttum.
Ferdi… Orhan…”
“Tanışıyoruz…”
Orhan, Ferdi’ye başıyla selam
verdi. Müslüm, elindeki bira bardağını kafasına dikti, boşalan bardağı sert bir
şekilde masaya koydu, geğirdi. Eliyle barmene üç bira işareti yaptıktan sonra masadan
kalktı, yalpalayarak kitaplıktan Mehdi ve Komünizmin Altın Çağı kitabını
getirdi. Kitaptan bir sayfayı Ferdi’yle Orhan’a gösterdi.
“… Vestfalen annemiz buyurdu ki:
‘Kıyametin kopmasına bir gün bile kalsa mehdi gelecek ve komünizmi dünyaya hâkim
kılacaktır’…”
Müslüm, kitabı kapattıktan sonra Orhan
ve Ferdi’ye doğru eğilip bir sır verir gibi:
“Bu cümledeki harflerin ebced
değerlerini toplayıp otuz bire bölünce iki bin yetmiş bir çıkıyor…” dedi.
Orhan şimdi daha sakin
görünüyordu.
“Bazen her şeyden, herkesten
nefret ediyorum abi… Çekip gideyim diyorum taşraya, bir balıkçı kasabasına…”
Osman Akyol
31 Ekim 2013, İstanbul
Çağdaş Yaşam, Sayı 31, Şubat
2013; Ekin Sanat, Sayı 96, Şubat 2014
NEDEN BİZ DEĞİL?
Osman AKYOL
Seçimden
önceydi. Liberal bir arkadaşla yine bu masada oturmuş konuşuyorduk… Arkadaş benim
sosyalist biri olduğumu bildiği için, başladı sosyalizmi kötülemeye.
Efendim neymiş “Dünyanın En Cani On
İnsanı” sıralamasında Mao Zedung, yetmiş milyon insanla, birinci sıradaymış. İkinciliği
kıl payı farkla Cengiz Han’a kaptıran Josef Stalin, yirmi üç milyon insanla üçüncü
sıradaymış. Pol Pot, Nikolay Çavuşesku, Tito gibi eli kanlı diktatörlerin hepsi
komünistmiş. Çark Çekiç Partisi son seçimlerde binde iki nokta iki oy almışmış.
“İyi”
dedim, “kalk gidelim. Hemen ilerimizde Müslüman Demokrat Parti’nin Fatih İlçe
Başkanlığı var, önce orayı ziyaret edelim sonra da bizim kelaynakları.”
“Tamam”
dedi.
Kalktık, yürüyerek Müslüman
Demokrat Parti’nin Akdeniz Caddesi’ndeki ilçe binasına geldik. Binanın bir
katında parti teşkilatı var, diğer katlarda partiye yakın vakıf ve dernekler.
Apartmanın açık kapısından girdik
içeri. Merdivenlerden çıkıp partinin olduğu kata geldik. İçeri girer girmez hoş
bir parfüm kokusu karşıladı bizi. Sağa sola bakınırken türbanlı, güler yüzlü bir
kız geldi yanımıza.
“Hoş
geldiniz, nasıl yardımcı olabilirim?”
Elimle arkadaşa
işaret ettim konuşması için. Az önce bana nutuk atan arkadaş kızın karşısında dut
yemiş bülbüle döndü. Kem küm etmeye başladı. Durumu yine ben kurtardım.
“Özel bir
işimiz yok, partiyi ziyarete geldik.”
“Buyurun. Bekleme
salonunda kütüphanemiz var. İsterseniz şuradaki otomattan çay kahve
alabilirsiniz. Başkan beyle görüşmek isterseniz arkadaşlar yardımcı olabilirler.”
Kitap
okumayı sevdiğim için, “Bekleme salonunu görelim” dedim.
Kız yol
göstermek için önümüzden yürümeye başladı. Allah’ım, türban bir insana bu kadar
mı yakışır. Koridordaki camlı bir panoda “Fatih İlçesi’nde Gerçekleştirilen
Kentsel Dönüşüm Projeleri” sergilenmiş.
Oturma salonuna geldik. Salonda her
şey yerli yerinde, yerler pırıl pırıl. Otomattan kahve aldım. Sonra da kitaplıktaki
kitapları karıştırmaya başladım. Hepsi de sevgi, hoşgörü ve kardeşlik gibi
değerler üzerine yazılmış kitaplar, okuyunca insanın içi aşk ve sevgiyle
doluyor. Baktım arkadaşım da kahve almış, gazete okuyor koltukta.
“Kahven bittiyse çıkalım, sigarasızlık
başıma vurdu” dedim.
Bize yardımcı olan türbanlı kıza Japon
usulü selam verip ayrıldık oradan.
Dışarı çıkar
çıkmaz o da sigara yaktı. Sırada bizimkiler vardı. Saydık iki yüze yakın sol
parti ve fraksiyon var.
“Hangisine gitsek?”
Çark Çekiç Partisi’nde karar
kıldık. Şubat ayı olduğu için hava çok soğuktu. Pardösülerin yakalarını
kaldırıp Çark Çekiç Partisi’nin Çapa’daki ilçe binasının yolunu tuttuk.
On dakikalık bir yürüyüşün
ardından Çapa Tıp Fakültesi’nin önündeydik. Millet Caddesi’nin karşısına geçip bir
katında çark-çekiç resmi olan binadan daldık içeri. Koridoru bitirip tam
merdivene yönelmiştik ki, beklemediğimiz bir sürprizle karşılaştık: Bizim
barikatçı komünistler hızlarını alamayıp merdiveni demir kapıyla kapatmışlar.
Kapının üzerinde de kocaman bir kilit asılı. Yoklar herhalde, diye düşündük.
Tam iş hanından çıkarken, bir de
çay ocağına soralım, dedik.
Meğer kapının gizli bir yerinde
zil varmış, basınca inip açıyorlarmış. Bastık zile, beklemeye başladık. Bir
süre sonra merdivenlerden ayak sesleri duyuldu. Gelen kişi, kapının üst
kısmındaki sürgülü gözetleme deliğini açtı, baktı bize.
“Kime bakmıştınız?”
Sesimi
temizledim.
“Partiyi
ziyarete geldik.”
“Bi dakka…”
deyip sürgüyü kapattı, birini aradı.
Herhalde karşıdan okey almış
olacak ki, cebinden şangur şungur bir anahtar çıkarıp bize kapıyı açtı. Yer yer
boyası badanası dökülmüş, küf ve sidik kokan merdivenleri çıkmaya başladık
adamın peşinden.
Partiden
içeri girdiğinizde büyük bir salon karşıladı bizi. Diğer odalara buradan
geçiliyormuş. Sol tarafta duvara yakın yerlere masalar konmuş. Tek tük insanlar
oturuyor masalarda. Bizi görünce tip tip bakmaya başladılar. Sağ tarafta parti
rozeti, parti amblemli kalem, çakmak, anahtarlık gibi hediyelik eşyalar ve partinin
yayın organı olan gazete ve dergilerin satıldığı bir yer var. Başındaki kişi bizi
görüce ayağa kalktı, zoraki gülümsedi. Zaten bizi güler yüzle karşılayan son
kişi de bu kişi oldu.
Bir tane Solcu gazetesi alıp boş
bir masaya oturduk. İçerisi çok soğuktu. Baktık herkes sigara içiyor, biz de
yaktık birer tane. Peteklere dokundum, yanmıyor. Masada arkadaşla hiç
konuşmadan öylece oturuyoruz. Gazeteye baktım, haber namına hiçbir şey yok,
sırf ajitasyon. Katlayıp koydum masaya. Duvarın birinde “Gecekondu tapuları halka
ücretsiz dağıtılsın!” yazıyor. Yan masada oturanlardan biri çaktırmadan cep
telefonuyla fotoğrafımızı çekiyor. Yarınki Solcu gazetesinin manşetini görür
gibiyim:
“İki salak
MİT ajanı partimizi ziyaret etti. Ahan da görüntüleri…”
Arkadaşım
hayatından memnun. İlk ve son kez geldiği bu egzotik ortamın tadını çıkarıyor.
Karşımızda sadece iki rafında kitap olan bir kitaplık var. Gidip bakmak bile gelmiyor
içimden. Ciltleri yeni olsa da çoğu en az iki yüz yıllık kitaplar: 1844
Elyazmaları, Feuerbach üzerine Tezler, Alman İdeolojisi, Felsefenin Sefaleti,
Komünist Manifesto, Ücretli Emek ve Sermaye, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı,
Artı Değer Teorileri, Das Kapital, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni, Felsefenin
Temel İlkeleri… Zaten diğerleri de papağan gibi bunları tekrarlayan kitaplar.
İnsana ve yaşama dair hiçbir şey yok. Bunları düşünürken kıvırcık saçlı, erkek
suratlı bir kız geldi masamıza.
“Oturabilir
miyim?”
“Buyurun.”
Hemen
sorguya başladı.
“Partili miydiniz?”
“Partiliyiz”
diye atladı bizim arkadaş. Ayıkla pirincin taşını.
“Kimi tanıyorsunuz partide?”
“Kimseyi tanımıyoruz.”
Ben de sizin gibi salon sosyalistlerindenim,
diyemezdim ki.
Bu sinir bozucu sorgu sürerken
kapalı kapılardan biri aniden açıldı, bonus kafalı bir genç imdadımıza yetişti.
“Arkadaşlar! Partili arkadaşlarla
toplantı yapıcaz. Partili olmayan arkadaşlar çıkabilirler.”
Belli ki, yoldaşlar yarın kanlı
bir devrim yapacaklardı ve çok gizli planlarını gözden geçirmeleri gerekiyordu.
Bu yüzden bize yol görünmüştü. Yarım sigaralarımızı tablaya bastırıp kalktık.
Masadayken fark etmemiştim ama ayağa
kalkınca sıkışmış olduğumu fark ettim. Hediyelik eşya satan adama tuvaleti sordum.
Eliyle işaret ederek, “Koridoru geç, soldan ikinci kapı” dedi.
Tuvalete giderken açık kapısından
mutfağı gördüm. Üst üste dizilmiş, kurumuş bulaşıklar arasında siyah böcekler
geziyor. Nerdeyse hiç yıkanmayan çay bardaklarının dipleri yeşil yeşil küf
tutmuş. Mitinglerde kullanılmış pankartlar, afişler, dövizler, parti bayrakları
mutfakta bir köşeye yığılmış. Kimsenin okumadığı, sırf birilerinin egosunu
tatmin için partinin parasıyla çıkarılmış yayınlar, kitaplar, broşürler koridorda
duvar diplerinde açılmamış halde kolilerde bekliyor…
Bu kesafetli ortamdan kendimizi
dışarı attığımızda derin bir oh çektik. İstanbul’un kalabalığını ve gürültüsünü
bu kadar seveceğim hiç aklıma gelmezdi.
Soğumuş çayımdan bir yudum daha
alıp gazetedeki haberi karşımda oturan arkadaşa gösterdim.
“Çark Çekiç Partisi dünkü seçimde
binde bir oy aldı.”
Osman Akyol
30 Ocak 2014, İstanbul
Kurgu, Sayı 13, Nisan-Mayıs 2014;
Çağdaş Yaşam, Sayı 33, Nisan 2014
SALTANAT KAYIĞI
Osman AKYOL
Yeni sezonda Saltanat Kayığı
adında bir dizi başlayacaktı.
Oyuncu kadrosu sağlamdı: Muhteşem
Yüzyıl’dan transfer olan Halit Ergenç, Öyle Bir Geçer Zaman ki’nin Cemile’si
Ayça Bingöl, Behzat Ç. Dizisinin Behzat Ç.si Erdal Beşikçioğlu… İki hafta
boyunca televizyonlarda döndü durdu dizinin fragmanı.
Halit Ergenç bu dizide de yine padişah
rolündeydi. Ayça Bingöl padişahın seksi karısı Valide Sultan’ı, Erdal Beşikçioğlu
ise padişahın can düşmanı kötü adam Kara Şövalye’yi oynuyordu.
Mahalledeki herkes, tutar bu dizi,
diyordu.
Başlasa da kurtulsak şu tanıtım
programlarından, derken nihayet beklenen gün geldi çattı. Dizi başlamadan beş
dakika önce yanıma çayımı, sigaramı alıp baba koltuğunda yerimi aldım.
Dizi
başladı, başlar başlamaz da reklama girdi. On dakikalık bir reklam kazığından
sonra tekrar başladı.
Uzun bir jenerik… İlk ve son (?) bölüm
yazısı… Derken bir kavga sahnesinin içinde bulduk kendimizi. Kötü adam Erdal
Beşikçioğlu ile iyi adam Halit Ergenç dövüşüyorlar sahnede. Nedense figüranlar yok
ortalıkta. Kılıçlar havada parlayıp sönüyor. Halit Ergenç, kılıcını ustaca
kullanıyor, hamle üzerine hamle yapıyor. Sahnenin dövüş koreografisi çok iyi
tasarlanmış, belli.
Halit Ergenç’in hamleleri
karşısında bir süre savunmada kalan kötü adam Erdal Beşikçioğlu, sonunda bir punduna
getirip kılıcını Halit Ergenç’in karnına sapladı. Halit Ergenç dizlerinin
üzerine çöktü, yüzü kasıldı, gözlerinin akı büyüdü, kılıcı yavaşça elinden kaydı…
Kılıcın düşme detayı çok güzel çekilmiş.
Kılıç, Halit Ergenç’in elinden yavaşça kayıyor, ağır çekimde yere düşüyor, zıplıyor,
yere çarparken çıkardığı ses boşlukta yankılanıyor falan… Güzel…
Güzel de, dakka bir gol bir,
dizinin jönü ölüyor yahu… Ne olacak şimdi?
“Olsa olsa bu bir kâbus
sahnesidir, birazdan Halit Ergenç, sırmalı yatağından sıçrayarak uyanır” diye
düşünürken kötü adam Erdal Beşikçioğlu, bu sefer kılıcının kabzasını havada iki
eliyle kavradı, yerde yatan Halit Ergenç’in kalbine sapladı. Halit Ergenç’in
kalbinden kanlar fışkırdı.
Çok tuhaf… Sahnede hiçbir bölünme
yok, tek seferde çekilmiş. Evet, Halit Ergenç, çok iyi ölme numarası yaptı. Gerçek
gibi. Sinema tekniğimiz çok gelişmiş çok… N’oluyor lan yoksa… Yok yok, rüya
sahnesidir, rüya sahnesi…
İyi de bu herif aldığı yaradan nasıl
kurtulacak da diziye devam edecek? Ne yani sırf “Osmanlı’da tıp o kadar
ilerledi ki…” mesajı vermek için mi bu sahne çekildi? Kim oynayacak şimdi başrolde?
Kötü adam mı?
İyi fikir. Başrolde hep iyi
adamlar oynar diye bir kural yok. Bari bizimkiler bu fikrin patentini alsalar…
Kötü adamı tuttum. Hafif
beyazlamış, uzun saçlarıyla müthiş karizmatik bir herif. İyi adamın işini
bitirdikten sonra artistik bir hareketle ayağa kalktı, bir samuray edasıyla kılıcını
kınına koydu ve kameraya doğru kasıla kasıla yürümeye başladı. Az şey mi,
koskoca Kanuni’yi öldürdü herif, tadını çıkarıyor. Bir süre sonra kamera onun
gözünden akmaya başladı. Aktı aktı aktı…
Ve birden sarsıldı kamera. Sarsılır
sarsılmaz da açı değişti. Bir yeniçeri askeri, namlusu eğri kılıcıyla Erdal
Beşikçioğlu’nun kellesini uçurdu. Ne yalan söyleyeyim çok başarılı bir
sahneydi. Bizdeki kafa uçurma sahneleri genelde kötüdür çünkü. Boynundan kanlar
fışkıran Erdal Beşikçioğlu yerde debelenerek öldü. Çok doğal oynadı, sanki…
Eee kim oynayacak başrolde şimdi?
Kötü adam da öldü. Yeniçeri kılığındaki bir figüranı oynatacak değiller
herhalde.
Bence bir sakıncası yok da… Dizi
piyasası bu kadar düştü demek… Figüranlardan başka sömürecek adam bulamadılar
anlaşılan. Çok yazık.
“Ve
de çok saçma bir film” demeye kalmadı ekrana ters görüntüler gelmeye başladı. Mantık
bağından yoksun resimler akıyordu ekranda. Kimi sahnelerde ters ve düz insanlar
yan yana yürüyordu. Kübik resim yapar gibi birbirinden kopuk imaj parçalarını
birleştirip film yapmışlardı sanki.
Montaj hatası… Yok yok bu da rüya
sahnesi. Birazdan saray bahçesinde cıvıl cıvıl oynayan çocuklar falan görürüz.
Dizi tekrar reklama girdi. Bu
arada kapı çaldı, açtım. Karım, eli kolu dolu tıslayarak girdi içeri. Marketten
aldıklarını mutfağa atıp hemen çekyata kuruldu.
“Başladı mı dizi?”
“Başladı,
reklama girdi. Çay al, sıcak…”
Dizi
başladı. Valide Sultan, yakın plan çekimde siyah bir şey somuruyor. Uzaktan ne
olduğunu pek anlayamadım iyice yaklaştım ekrana. Bu arada odasında ders çalışan
kızım da geldi, o da merak etmiş yeni diziyi. Herhalde yönetmen de, merak
ettiğimizi anlamış olacak ki, gerilim müziği eşliğinde kamera zumdan çıkmaya
başladı. Valide Sultan’ın somurduğu şeyi görür görmez kızımın üstüne atladım,
gözlerini kapadım.
“Resmen porno bu!”
Olur şey değil. Adamlar dizi diye
dörtlü grup seks fantezisi çekmişler. Zenci oyuncu Valide Sultan’a penisini
yalatıyor, bir başka eleman alttan çalışıyor… Pis bir herif üçlünün biraz
uzağında mastürbasyon yapıyor. Figüran olsa gerek. Üstelik adamların tarihi
kostümleri de yok. Rezalet…
“Tamam, herkes sakin olsun! Bu bir
kâbus…”
Kamera uzaklaştıkça detaylar da ortaya
çıkmaya başladı. Kameralar, tripotlar, bumlar, projektör ışıkları, aydınger
kağıtları, refleler, jimijipler, kamera kreynleri, stedikemler, şaryolar ortalıkta…
Yönetmen de göründü. Çırılçıplak koltuğunda
yarı baygın oturuyor. Yaşayıp yaşamadığı belli değil.
Yönetmenin biraz ötesinde iki set
işçisi asistan kızı tost pozisyonunda… Tövbe tövbe… Kamera sallanarak çıktı
mekândan. Mekânı hemen tanıdım: Haseki Külliyesi.
“Bizim burada çekmişler.”
Ardından kadraja bir sokak levhası
girdi: Darüşşifa Sokak.
“Hassiktir bizim sokak! Ada
Şarküteri, sucu…”
Kamera sokak boyunca ilerledi, ilerledi,
geldi, bizim apartmanın önünde durdu. Filmin içinde gibiydik.
Kapının zili çaldı…
Osman Akyol
20 Kasım 2013, İstanbul
Ekin Sanat, Sayı 97, Mart 2014;
Zula, Sayı 5, Mart-Nisan 2014; Berfin Bahar, Sayı 197, Temmuz 2014
TÜRK SİNEMASINDA SANAT FİLMLERİ
Osman AKYOL
“A Ay” desem? Peki, “Hababam
Sınıfı” desem?
Filmin özgün müziğini yapan Melih
Kibar’ı saymazsak; Güdük Necmi’yi, İnek Şaban’ı, Damat Ferit’i, Hayta İsmail’i,
Kel Mahmut’u, Hafize Ana’yı ve Badi Ekrem’i kim hatırlamaz.
Parçala Behçet, Beş Dakikada
Beşiktaş, Tak Fişi Bitir İşi, Turist Ömer, Savulun Battal Gazi Geliyor, Kara
Murat Fatih’in Fedaisi, Davaro, Kibar Feyzo, Sahte Kabadayı, Dünyayı Kurtaran
Adam, Acıların Çocuğu, Recep İvedik… filmlerini duymayan ya da izlemeyen yok
gibidir. Baştaki filmi neden çıkaramadık? Çünkü Türk sinema tarihinde yapılmış en
sofistike sanat filmi, diğerleri ise dönemsel ve ticari eğilimlere göre
“kotarılmış” popüler filmler. Hatta içlerinden bazıları; artizler kahvesinde
kastı yapılıp bir hafta gibi rekor sürelerde, kimi zaman senaryosuz olarak,
çekilmiş B sınıfı çöp filmler.
Nedir bir filmi sanat filmi
yapan, bunun herkesçe kabul edilen genel geçer bir kuralı var mıdır? Neden bazı
filmler elli bin seyirciye ulaşamazken bazıları üç milyon seyirciye ulaşır?
Sanat filmi kategorisindeki bir filmin gişe hasılatı rekoru kırması olası
mıdır?
Tüm bu soruların yanıtlarını
aramaya başlamadan önce kendi seçkim olan ve sanat filmi kategorisine girebilecek
bir listeyi paylaşmak istiyorum:
Susuz Yaz (Metin Erksan, 1963);
Gurbet Kuşları (Halit Refiğ, 1964); Sevmek Zamanı (Metin Erksan, 1965); Vesikalı
Yarim (Lütfi Akad, 1968); Umut (Yılmaz Güney, 1970); Senede Bir Gün (Ertem
Eğilmez, 1972); Gelin (Lütfi Akad, 1973); Canım Kardeşim (Ertem Eğilmez, 1973);
Arkadaş (Yılmaz Güney, 1974); Diyet (Lütfi Akad, 1974); Tosun Paşa (Kartal
Tibet, 1976); Mağlup Edilemeyenler (Atıf
Yılmaz, 1976); Kapıcılar Kralı (Zeki Ökten, 1976); Selvi Boylum Al Yazmalım
(Atıf Yılmaz, 1977); Sürü (Zeki Ökten, 1978); Maden (Yavuz Özkan, 1978);
Bereketli Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979); Yol (Şerif Gören, 1981); Ah
Güzel İstanbul (Ömer Kavur, 1981); Bir Yudum Sevgi (Atıf Yılmaz, 1984); Züğürt
Ağa (Nesli Çölgeçen, 1985); Adı Vasfiye (Atıf Yılmaz, 1985); Aaah Belinda!
(Atıf Yılmaz, 1986); Asiye Nasıl Kurtulur (Atıf Yılmaz, 1986); Değirmen (Atıf Yılmaz,
1986); Anayurt Oteli (Ömer Kavur, 1986); Muhsin Bey (Yavuz Turgul, 1986); Ses
(Zeki Ökten, 1986); Kadının Adı Yok (Atıf Yılmaz, 1987); Düttürü Dünya (Zeki
Ökten, 1988); Uçurtmayı Vurmasınlar (Tunç Başaran, 1989); A Ay (Reha Erdem,
1989); Piano Piano Bacaksız (Tunç Başaran, 1990); Aşk Filmlerinin Unutulmaz
Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990); Madde 438 (Ümit Efekan, 1990); Gölge Oyunu
(Yavuz Turgul, 1992); Cazibe Hanımın Gündüz Düşleri (İrfan Tözüm, 1992); Dönersen
Islık Çal (Orhan Oğuz, 1992); Sarı Tebessüm (Seçkin Yaşar, 1992); Kız Kulesi
Aşıkları (İrfan Tözüm, 1993); Gece, Melek ve Bizim çocuklar (Atıf Yılmaz,
1993); Böcek (Ümit Elçi, 1994); İstanbul Kanatlarımın Altında (Mustafa
Altıoklar, 1995); Eşkıya (Yavuz Turgul, 1996); Mum Kokulu Kadınlar (İrfan Tözüm,
1996); Hamam (Ferzan Özpetek, 1996); Tabutta Rövaşata (Derviş Zaim, 1996); Ağır
Roman (Mustafa Altıoklar, 1997); Masumiyet (Zeki Demirkubuz, 1997); Gemide
(Serdar Akar, 1998); Mayıs Sıkıntısı (Nuri Bilge Ceylan, 1999); Üçüncü Sayfa
(Zeki Demirkubuz, 1999); Güneşe Yolculuk (Yeşim Ustaoğlu, 2000); Filler ve
Çimen (Derviş Zaim, 2001); Uzak (Nuri Bilge Ceylan, 2002); Metropol Kabusu
(Ümit Cingüven, 2003); Karpuz Kabuğundan Gemiler Yapmak (Ahmet Kuruçay,2004); Duvara Karşı (Fatih Akın, 2004); Takva (Özer
Kızıltan, 2005); Babam ve Oğlum (Çağan Irmak, 2005); Eve Dönüş (Ömer Uğur,
2006); İklimler (Nuri Bilge Ceylan, 2006); Hokkabaz (Cem Yılmaz, Ali Taner
Baltacı; 2006); Kader (Zeki Demirkubuz, 2006); Mavi Gözlü Dev (Biket İlhan,
2007); Pazar: Bir Ticaret Masalı (Ben Hopkins, 2007); Sis ve Gece (Turgut
Yasalar, 2007); Üç Maymun (Nuri Bilge Ceylan, 2008); Issız Adam (Çağan Irmak,
2008); Devrim Arabaları (Tolga Örnek, 2008); Bal (Semih Kaplanoğlu, 2009);
Çoğunluk (Önder Çakar, Seren Yüce; 2010); Kaybedenler Kulübü (Tolga Örnek,
2010)
Şimdi de bu listeden bir top
yirmi çıkaralım:
1. A
Ay (Reha Erdem, 1989)
2. Anayurt
Oteli (Ömer Kavur, 1986)
3. Sevmek
Zamanı (Metin Erksan, 1965)
4. Muhsin
Bey (Yavuz Turgul, 1986)
5. Susuz
Yaz (Metin Erksan, 1963)
6. Umut
(Yılmaz Güney, 1970)
7. Sürü
(Zeki Ökten, 1978)
8. Selvi
Boylum Al Yazmalım (Atıf Yılmaz, 1977)
9. Gelin
(Lütfi Akad, 1973)
10. Aşk
Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni (Yavuz Turgul, 1990)
11. Uçurtmayı Vurmasınlar
(Tunç Başaran, 1989)
12. Masumiyet
(Zeki Demirkubuz, 1997)
13. Uzak (Nuri
Bilge Ceylan, 2002)
14. Bereketli
Topraklar Üzerinde (Erden Kıral, 1979)
15. Gemide
(Serdar Akar, 1998)
16. Kadının Adı
Yok (Atıf Yılmaz, 1987)
17. Takva (Özer
Kızıltan, 2005)
18. Senede Bir
Gün (Ertem Eğilmez, 1972)
19. Karpuz
Kabuğundan Gemiler Yapmak (Ahmet Kuruçay, 2004)
20. Çoğunluk
(Seren Yüce, 2010)
Görüldüğü gibi sanat filmleri, 12
Eylül 1980 Askeri Darbesi’nden sonra artış gösteriyor. Anlaşılan askeri cunta,
mevcut iktidara darbe yapmakla kalmamış; sinemacıların korteksinde sanat filmi
yapan bölgeye de darbe etkisi yapmış. İşin şakası bir yana, yılda 300-400
filmin çekildiği yıllarda Yeşilçam piyasasından sanat filmi beklemek mucize
olurdu.
Peki, Ömer Kavur’un Anayurt Oteli’ni
Türk sinemasının başyapıtı yapan nedir? Ömer Kavur gibi bir ustanın elinden çıkan bu film,
aynı zamanda bir roman uyarlamasıdır. Yusuf Atılgan’ın aynı adlı romanından
sinemaya uyarlanmıştır. Edebiyat ve sinemanın dostluğu diye özetlenebilecek bu
gerçek başka pek çok sanat filminde de karşımıza çıkar. Kırgız yazar Cengiz
Aytmatov’un “Kırmızı Eşarp” romanından uyarlanan Selvi Boylum Al Yazmalım
filminde; Duygu Asena’nın aynı adlı romanından uyarlanan Kadının Adı Yok
filminde; Orhan Kemal’in aynı adlı romanından uyarlanan Bereketli Topraklar Üzerinde
filminde; İhsan Koza’nın aynı adlı öyküsünden uyarlanan Senede Bir Gün filminde
olduğu gibi…
İlk neden bu olsa gerek. İkinci ve
belki de en önemli neden; filmin seyirciyi harekete geçiren bir etkiye sahip
olması gösterilebilir. Filmin anti-kahramanı Zebercet; suçlarından arınmak için
mahkemeyi beklemez, kendi vicdanında kurar mahkemeyi ve ucunda intihar olan
karanlık bir tünelde sürdürür yolculuğunu.
A Ay; şiirsel ve simgesel bir
film: Anlatmak istediklerini, tıpkı Yunanlı yönetmen Theo Angelopoulos’un Puslu
Manzaralar filminde olduğu gibi, simgeler üzerinden yaptığı göndermelerle verir.
Saklı mesajı bulup çıkarmak tabi burada seyirciye düşmektedir. Elbette
böylesine durağan sanat filmlerini; hoşça vakit geçirmek, mesajı zahmetsizce
almak ve hemen oracıkta tüketmek isteyen milyonların izlemesi beklenemez.
Susuz Yaz ve Sevmek Zamanı
filmlerinde kusursuz bir çevre betimlemesi vardır. Işık ve çekilecek planlar,
kamera açıları milimetrik olarak hesaplanmıştır. Fakat günümüz sanat
filmlerinin olmazsa olmazı; döngüsel kurgu ve flashback (hayal, çağrışım)
sahneleri yoktur. Olaylar tarih sırasına göre verilmiştir. Zaten döngüsel kurgu
için Quentin Tarantino’nun Rezervuar Köpekleri filmini beklemek gerekecektir.
Sonraki dönemlerde çekilen sanat
filmlerine damgasını vuran döngüsel kurgu, bizde ya hiç kullanılmaz ya da çok
abartılı olarak kullanılır.
Muhsin Bey ve Aşk Filmlerinin
Unutulmaz Yönetmeni filmlerini diğerlerinden farklı kılan şey belki de, verdiği
güçlü toplumsal mesajlardır. Her iki filmde de “arayış” teması, üzerinde
yeşerdiği değerler zemininden kopartılmadan işlenir. Yavuz Turgul, Senede Bir
Gün filminde Ertem Eğilmez’in yaptığı gibi, kahramanları eliyle geçmişin
değerlerine sahip çıkar. Aşk filmleri çeken Haşmet ve batık organizatör Muhsin
Bey’in kaderi ortaktır: Vefa duygusunun kurbanı olmak…
Umut filmi; çekim tekniğinin
mükemmelliği yanında güçlü bir senaryo ve kusursuz bir kurgunun ürünüdür. Filmde
ideal toplum düzeninin sosyalizm olduğu mesajı, seyircinin suratına çarpılmak
yerine onun bilinçaltına verilir.
Sürü filmi sinemanın dahi çocuğu
Yılmaz Güney’in kusursuz senaryosuyla fark yaratmayı başarmıştır. Filmde; “sürü”
teması, reel sürüden seyirciye dek uzanan zincirde katmanlar halinde işlenerek,
toplumsal gerçeklikten sanata uzanmanın mümkün olduğu gösterilmiştir.
Ömer Lütfi Akad’ın Gelin-Düğün-Diyet
üçlemesinin ikincisi olan Gelin’de; memleketinden kopup gelen insanların İstanbul
cangılında var olma mücadeleleri belgesele yakın bir gerçeklikle verilir.
Karşıtların birbirinin özünü içinde taşıdıkları gerçeği, zamanının ötesine
geçen bir öngörüyle, seyirci faktörü dikkate alınmadan filmde işlenir.
Uçurtmayı Vurmasınlar filminde ise
olay, Barış karakterini canlandıran çocuk oyuncu Ozan Bilen’in gözünden
anlatılır. Bu yaklaşım başka pek çok sanat filminde yine karşımıza çıkar.
Örneğin Umut filminde toplumsal dönüşüm, arabacı Cabbar’ın gözünden anlatılır.
Pek çok sanat filminde olduğu
gibi Masumiyet’te de bir aşk üçlemesiyle karşılaşırız: Hapisten çıkan Yusuf,
Uğur ve onun dostu Bekir…
Uzak filminde Rus Yönetmen Andrey
Tarkovski’nin Nuri Bilge Ceylan üzerindeki etkilerini görmek mümkündür.
Filmdeki boş diyaloglar Quentin Tarantino’nun, ışık oyunları ise Theo Angelopoulos’un
izlerini taşır. Zaten bir yönetmenin çağının sanatçılarından etkilenmemesi mümkün
değildir. Ki, sanatın ait olduğu topluma ayna tutması gerçeği gibi sanatçı da
içinde yaşadığı toplumun bir ürünü olmak durumundadır.
Uzak filmini sanat filmi yapan
şey, tıpkı Sürü filminde olduğu gibi iç içe geçmiş katmanlarıdır. Sıradan bir
seyircinin filmi izlerken alacağı mesajla dikkatli bir seyircinin alacağı mesaj
farklıdır. Aynı yöntem Yol filminde de görülür.
Hem Gemide hem de Takva filminin
en önemli özelliği güçlü oyunculuk ve diyaloglara sahip olmasıdır. Düşük bir
bütçeyle, insanda klostrofobik etki yapan sabit mekanlarda çekilmiş olmalarına
rağmen, her iki film de, Erkan Can’ın güçlü oyunculuğu ile öne çıkıyor.
Düşük bütçeyle çekilen bir başka
film Karpuz Kabuğunda Gemiler Yapmak… Film sanat üretiminde “insan” faktörünün
ne kadar önemli olduğunun açık bir göstergesidir. Bu filmde yönetmen Ahmet
Kuruçay; büyük kentlerin kenar mahallelerinde, varoşlarda ya da kasabalarda
yaşayan küçük insanların işlenmeyi bekleyen büyük öyküleri olduğunu adeta
gözümüze sokar.
Kurulu düzeni reddetmenin çok da
kolay olmadığı temasını sürrealist bir üslupla işleyen Çoğunluk filmi, bunu hiç
zorlanmadan yapar.
Rönesans filmleri olarak
adlandırılan; İstanbul Kanatlarımın Altında, Eşkıya, Mum Kokulu Kadınlar,
Hamam, Ağır Roman gibi bazı filmler; belki de iyi bir PR (itibar yönetimi)
çalışması sayesinde, hak ettiği ilgiyi görmeyi başarmış ender sanat filmlerindendir.
Sonuçta önemli olan bir filmin, A
Ay’dan Recep İvedik’e dek uzanan yelpazede nereye oturtulması gerektiğidir…
Osman Akyol
6
Aralık 2011, İstanbul
Ekin Sanat, Mart 2012; Yordam,
Mart-Nisan 2012; Sanat Cephesi, Mayıs 2012; Zula, Haziran-Temmuz 2014
YEŞİLÇAMDA KOPAN İSTİSMAR FURYALARI
Osman AKYOL
Türk sinemasında istismardan, furyadan
söz edince çoğumuzun ve özellikle belli bir kuşağın aklına seks filmleri
furyası gelir. Oysaki Türk sinemasının tarihsel gelişim serüvenine baktığımızda
sadece cinsellik sömürülmez: gözyaşı, masal, aksiyon, çocuk, kovboy, tarih,
güldürü, arabesk, inanç… Ne varsa sömürülmüştür.
İstismar ya da furya filmlerinin
genel karakteri, dar bütçeli ve ticari eğilimli filmler olmalarıdır. Bu tarz
filmler, genel olarak Hollywood sinemasında kopan furyaları taklit etmiş ya da
bizdeki eğilimleri izlemişlerdir. Birçoğu çöp film olan furya filmler ve sakız
senaryolar önce seyirciyi duygusal –hatta parasal- olarak sömürmüş, sonra da
bıktırıp sinemadan uzaklaştırmıştır.
Şimdi bu çizdiğimiz genel
çerçeveden özele geçip dönem dönem kopan furyaların bazılarından söz edelim.
1960’lı yıllarda, Kore savaşı ve
kırsal alan (köy) filmleri yeterince istismar edilip tüketildikten sonra sıra,
küçük yıldız Zeynep Değirmencioğlu’nun canlandırdığı “Ayşecik” karakteriyle
özdeşleşmiş çocuk filmlerine gelir. İşte birkaç örnek: Ayşecik (Memduh Ün,
1960); Ayşecik Şeytan Çekici (Atıf Yılmaz, 1960); Ayşecik Yavru Melek (Osman F.
Seden, 1962); Ayşecik Ateş Parçası (Hulki Saner, 1962); Ayşecik Fakir Prenses
(Ertem Göreç, 1963); Ayşecik Canımın İçi (Hulki Saner, 1963); Ayşecik Çıtı Pıtı
Kız (Hulki Saner, 1964); Ayşecik Cimcime Hanım (Hulki Saner, 1964); Ayşecik
Boş Beşik (Hulki Saner, 1965); Ayşecik
Canım Annem (Aram Gülyüz, 1967); Ayşecik Yuvanın Bekçileri (Aram Gülyüz, 1969);
Ayşecik Sana Tapıyorum (Aram Gülyüz, 1970); Ayşecik Bahar Çiçeği (Aram Gülyüz,
1971); Ayşecik ve Sihirli Cüceler Rüyalar Ülkesinde (Tunç Başaran, 1971)... [1]
Liste uzayıp gidiyor, biz daha Ömercik
ve Sezercik’ten söz etmedik: Ömercik Babasının Oğlu (Aram Gülyüz, 1969);
Sezercik Aslan Parçası (Memduh Ün, 1972).
1982 yılında başrolünü Cüneyt
arkın’ın oynadığı Çetin İnanç’ın kült filmi Dünyayı Kurtaran Adam (Çetin İnanç,
1982) filmiyle en iyi örneğini veren fantastik türü, 60’lı yılların sonuyla 70’li
yılların başında Kızıl Maske, Sihirbaz Mandrake, Süpermen, Killing, Zagor,
Kaptan Swing gibi çizgi roman kahramanları uyarlanarak sömürülmeye çalışılmış,
ama seyirci tarafından pek rağbet görmemiştir.
Yine 60’lı yıllarda karşımıza,
Sezer Sezin’in oynadığı Şoför Nebahat (Metin Erksan, 1960) filmindeki gibi argo
konuşan ve erkek tavırlı kadınların oynadığı filmler furyası çıkar: Şoför Nebahat ve Kızı (Süreyya Duru, 1964); Şoför
Nebahat Bizde Kabahat (Süreyya Duru, 1965).
60’lı yılların ortalarında, Batı
sinemasından sonra bizde de, biraz eğreti kalmakla birlikte, yerli western
filmleri furyası kopar, işte birkaç örnek: Ringo Kit (Zafer Davutoğlu, 1967);
Çifte Tabancalı Damat (O. Nuri Ergün, 1967); Cango Ölüm Süvarisi (Remzi
Jöntürk, 1967); Bir Çuval Para (Yücel Uçanoğlu, 1970); Çeko (Çetin İnanç,
1970); Kızgın Yabancı (Yavuz Figenli, 1971); Zapata (Melih Gülgen, 1971); Hey
Amigo Santana (Nuri Akıncı, 1971); Hey Amigo Beş mezar (Nuri Akıncı, 1971);
Batıdan Gelen Adam (Savaş Eşici, 1971); Cilalı İbo Teksas Fatihi (Osman
F.Seden, 1971); Bir Kurşuna Bir Ölü (Mehmet Aslan, 1971); Şafakta Silah Sesleri
(Semih Evin, 1971); Belalılar Şehri (Ahmet Sert, 1972); Son Düello (Nuri
Akıncı, 1972); Küçük Kovboy (Guido Zurli, 1973)… [2]
Yine aynı dönemlerde masal furyası
da kopar, ancak bu sefer furyanın kopuş nedeni biraz farklıdır. Türk sineması,
sinema salonlarını dolduran seyircinin taleplerini karşılayamamakta ve konu/kaynak
sıkıntısı çekmektedir. Tam da bu noktada yerli ve yabancı kaynaklar peş peşe
kullanılır: Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler (Ertem Göreç, 1970); Alaeddin’in
Lambası (Natuk Baytan, 1971); Altın Prens Devler Ülkesinde (Muharrem Gürses,
1971); Binbir Gece Masalları (Ertem Göreç, 1971); Bir Varmış Bir Yokmuş (Sırrı
Gültekin, 1971); Keloğlan (Süreyya Duru, 1971); Keloğlan Aramızda (Sırrı
Gültekin, 1971); Keloğlan ve Yedi Cüceler (Semih Evin, 1971); Sinderella Kül
Kedisi (Süreyya Duru, 1971); Şehzade Sinbad Kaf Dağında (Muharrem Gürses, 1971)…
[3] Bir yılda bu kadar yoğun istismar, sadece bize özgü bir başarı (!) olsa
gerek…
Derken 70’li yılların başlarında
o en çok tartışılan/sevilen furya gelir: seks filmleri furyası… Türk
sinemasındaki seks furyası, sadece cinselliği mastürbasyon düzeyinde yaşayan
bir seyirci/hedef kitlesinin, ticari zekaya fazlasıyla sahip yapımcılar
tarafından keşfedilmesiyle açıklanacak bir olgu değildir. Bu furyanın
patlamasında; film şirketlerinin yapım, dağıtım ve gösterim ağıyla ilgili
yaşadıkları ekonomik sorunların yanında, televizyonun hayatımıza daha fazla
girerek aile seyircisini sinemadan çekmesi yatar. Bu furyanın, Behçet Nacar’ın
oynadığı Parçala Behçet (Melih Gülgen, 1972) filminin iş yapmasıyla başladığı
söylense de, aslında furyanın kökleri daha eskilere hatta İtalyan seks avantür
filmlerine kadar gider. İşte size seks filmlerinden birkaç örnek: Ah Deme Oh De
(Nazmi Özer, 1974); Tak Fişi Bitir İşi (Ülkü Erakalın, 1974); Zımbala Behçet
(Yavuz Figenli, 1975); Civciv Çıkacak Kuş Çıkacak (Nazmi Özer, 1975); Hababam
Git Hababam Gel (Aram Gülyüz, 1975); Hasan Almaz Basan Alır (Aram Gülyüz,
1975); Tokmak Nuri (Yılmaz Atadeniz, 1975); Şehvet Kurbanı Şevket (Sırrı
Gültekin, 1975); Vur Davula Tokmağı (Aram Gülyüz, 1975); Muz Sever misiniz?
(Oksal Pekmezoğlu, 1975); Kokla Beni Melahat (Temel Gürsu, 1975); Amigo Hüsnü
(Arif Kibar, 1975); Şeftalisi Bala Benziyor (Birsen Kaya, 1975); İşte Kapı İşte
Sapı (Yavuz Figenli, 1975); Çukulata Tarlası (Günay Kosova, 1975); Çalkala
Yavrum Çalkala (Ülkü Erakalın, 1975); Dam Budalası (Yavuz Figenli, 1975); Beş
Dakikada Beşiktaş (Aram Gülyüz, 1976); Kayıkçının Küreği (Çetin İnanç, 1976); Fırçana
Bayıldım Boyacı (Ülkü Erakalın, 1978); Astronot Fehmi (Naki Yurter, 1978);
Öttür Kuşu Ömer (Yücel Uçanoğlu, 1979); Kasımpaşalı Emmanuel (Sırrı Gültekin,
1979); Öyle Bir Kadın ki (Naki Yurter, 1979)…
Seks furyasının özellikle Necmettin
Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nin de koalisyon ortağı olduğu Milliyetçi
Cephe hükümeti (1975-1977) zamanında azmış olması, ibret verici bir manzara
olsa gerek… 1980 Askeri Darbesiyle birlikte seks furyası da sona erdi; birçok
pornocu oyuncu ve yönetmen tutuklandı, seks filmlerini oynatan sinema salonları
basıldı/kapatıldı. Giovanni Scognamillo’nun yorumuyla,”Furya’nın kesilebilmesi
için 12 Eylül’ü beklemek gerekiyor. Ama 12 Eylül’e gelindiğinde Yeşilçam’da sık
sık olduğu gibi furya zaten kendiliğinden tükenmiştir ve yerini yine varoşların
desteklediği arabesk’e bırakmıştır.” [4]
Elbette bu yazının sınırları
içinde bir çok furyayı atlamak zorunda kaldık. Özellikle 70’li yıllarda seks
furyasıyla paralel giden, ama arada bir yolları kesişen tarihsel macera
filmleri ve yine 1974 Kıbrıs Barış Harekatı’yla birlikte patlayan, Hollywood’un
Vietnam filmlerinin kötü bir kopyası olmaktan öte gidemeyen Kıbrıs filmleri…
Örneğin Cüneyt Arkın’ın canlandırdığı Malkoçoğlu, Battal Gazi ve Hacı Murat
karakterlerini bir kenara bırakır sadece Kara Murat serisini alırsak: Kara
Murat Fatih’in Fedaisi (Natuk Baytan, 1972); Kara Murat Fatih’in Fermanı (Natuk
Baytan, 1973); Kara Murat Kardeş Kanı (Natuk Baytan, 1974); Kara Murat Kara
Şövalye’ye Karşı (Natuk Baytan, 1975); Kara Murat Şeyh Gaffar’a Karşı (Natuk
Baytan, 1976); Kara Murat Denizler Hakimi (Natuk Baytan, 1977); Kara Murat
Devler Savaşıyor (Natuk Baytan, 1978)… [5]
Yine aynı dönemde Sezgin Burak’ın
yarattığı çizgi roman karakteri “Tarkan”, Kartal Tibet kullanılarak beş bölüm
halinde istismar edilir. Tarkan (Tunç Başaran, 1969); Tarkan Gümüş Eyer (Mehmet
Aslan, 1970); Tarkan Viking Kanı (Mehmet Aslan, 1971); Tarkan Altın Madalyon
(Mehmet Aslan, 1972); Tarkan Kolsuz kahraman’a Karşı (Mehmet Aslan, 1973)…
Tekrar 12 Eylül’e geri dönecek
olursak, 12 Eylül sonrasında özellikle kimlik bunalımlarını işleyen “bunalım”
filmleri [7] patlak verse de kalıcı olan arabesk filmleri furyası olur. Seks
filmlerinin antitezini oluşturan ve Yeşilçam sinemasının geleneksel klişelerinden
beslenen arabesk filmleri furyası, daha çok gözyaşını sömürüyordu. “Gözyaşı”
sömürüsü, Türk sineması için sonun başlangıcı olur ve ardından hızla çöküşe
geçer. Türk sinemasını durma noktasına getiren bu çöküş, 90’lı yılların ikinci
yarısına kadar sürdü. Dibi gören Türk sineması ancak, Eşkıya (Yavuz Turgul,1996) ve Ağır Roman
(Mustafa Altıoklar, 1997) gibi Rönesans filmleriyle ayağa kalkabildi. Arabesk
furyasını, sadece çıkış yılı olan 1980 yılını baz alarak örnekleyelim:
Orhan Gencebay’ın oynadıkları:
Ben Topraktan Bir Canım (Osman F. Seden, 1980); Kır Gönlünün Zincirini (Şerif
Gören, 1980); Yarabbim (Temel Gürsu,1980).
İbrahim Tatlıses’in oynadıkları:
Ayrılık Kolay Değil (Temel Gürsu, 1980); Çile (Remzi Jöntürk,1980).
Ferdi Tayfur’un oynadıkları: Boynu Bükük (Temel Gürsu, 1980); Durdurun
Dünyayı (Osman F. Seden, 1980); Huzurum Kalmadı (Natuk Baytan, 1980)…
Müslüm Gürses’in oynadıkları:
Bağrıyanık (Yücel Uçanoğlu, 1980); Kul Sevdası (Melih Gülgen, 1980)
Ercan Turgut’un oynadığı:
Perişanım (Temel Gürsu, 1980).
Gökhan Güney’in oynadığı: Sevgi
Dünyası (Kartal Tibet, 1980)…[6]
Daha Küçük Ceylan’dan ve
filmlerine Nuri Alço’nun büyük “katkı” sunduğu Küçük Emrah’ın filmlerinden
bahsedemedik…
Küçük Emrah’ın oynadığı ilk iki-üç
filmi: Acıların Çocuğu (Ümit Efekan, 1985); Boynu Bükükler (Ümit Efekan, 1985);
Ayrılamam (Temel Gürsu, 1986)…
Küçük Ceylan’ın “küçüklük”
yıllarında oynadığı iki film ise: Yuvasızlar (Temel Gürsu, 1987); Annem (Temel
Gürsu, 1987) olarak kayıtlara geçer.
Her filme furya film gözüyle
bakmak, Türk sinemasına yapılmış büyük bir haksızlıktır. Sinema elbette, belli
bir estetik değere ulaşmak için gözyaşı, çocuk ve cinsellik dahil her konuyu
işler, ama sömürmez…
Osman Akyol
17 Ekim 2010, İstanbul
Yordam, güz 2010