Pakistanlı
İslam şair ve düşünürü, yazar (D. 1873, Pencap / Pakistan – Ö. 21 Nisan 1938,
Lahor / Pakistan). Son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok
inceleme, araştırma ve yayın yapılan şahsiyetlerin başında gelir.
1873’de Pakistan’ın Pencap eyaletine
bağlı Siyalkut kentinde doğan Muhammed İkbâl, Hindistanlı Müslüman düşünür,
şairdir. Muhammed İkbal mutasavvıf bir anne ve babanın oğlu olarak dünyaya
geldi. İkbal çocukluk yaşlarından itibaren tam bir Kur’an aşığıydı. Devamlı
Kur’an okumakta olduğunu gören babası, ona “Kuran-ı Kerim’i anlamak istiyorsan,
sana indiriliyormuş gibi oku” dedi.
Eğitim Hayatı
Kur’an
eğitimini medresede tamamladıktan sonra, Arapça ve Farsça hocasının
yönlendirmesiyle İslam edebiyatıyla ilgilenmeye başladı. Lahor’da yüksek
öğrenimini tamamladıktan sonra Doğu Dilleri Fakültesi’ne hoca olarak tayin
edildi. Bu yıllarda Muhammed İkbal’in şiirleri de yayınlanmaya başlandı.
1905’de Londra’daki Chambrich
Üniversitesi’nin felsefe ve iktisat bölümünden mezun oldu. Londra’da üç sene
kadar kalan İkbal, burada Arap Dili ve Edebiyatı Fakültesi’nde hocalık
yaparken, bilhassa Londra’da ilgi görmesine sebep olacak çeşitli İslâmi
konularda bir dizi konferans verdi. Yine Londra’da kaldığı müddet içinde hukuk
üzerine okuyan İkbal, savcılık diplomasını aldıktan sonra Almanya’ya giderek
Münih Üniversitesi’nde felsefe dalında doktora yaptı. Kendisi, Londra’da
kaldığı üç yıl içerisinde bir kere bile teheccüt namazını geçirmediğini, en
büyük zevkinin de seher vaktinde soğuk suyla abdest almak olduğunu belirtirdi.
1908’de
Hindistan’a döndüğünde, yazı ve şiirlerine hayranlık duyanlar tarafından büyük
bir coşkuyla karşılandı.
Siyasi
Çalışmaları
Muhammed
İkbal ülkesinin siyasetine de katılmış ve halkını bu konularda yönlendirmişti.
Onun bu konudaki düşüncesi ise, “Siyaset; çalışmak, izzet ve şerefe davet
etmektir” şeklinde idi.
Müslüman
Hintli mücahitler adıyla yazdığı şiirleri Hindistan’daki Müslümanların
hareketlenerek İngiliz sömürüsüne başkaldırmalarında ve Pakistan’ın kuruluşunda
büyük tesiri olmuştu. Bu yönüyle İkbal M. Akif Ersoy’a da benzetilmiştir.
1932’de
uzun süren bir hastalık sonrasında ölümü tebessüm ve rıza ile karşılayan İkbal
21 Nisan 1938’de Allahın rahmetine kavuşmuştur. İşte bu sıralarda İkbal ölümle
ilgili olan şu sözleri söylemiştir:
“Ölümü
ve acıyı mutluluk ile karşılamak, müminin alametlerindendir.”
Ana Teması
“İslam”
İkbal
yazı ve şiirlerinde Müslümanları derinlemesine İslâm’ı öğrenmeye çağırırdı.
Çünkü “Müslümanların izzeti ve hürriyeti, İslâm’ın asıl kaynağı olan Kuran ve
Sünnet’tedir” diyordu.
Ona
göre fert kendisini iyi yetiştirirse cemaattaki görevini daha iyi yapacaktır.
Eğer hata yaparsa iyi yetişmiş cemaat onu ikaz edip düzeltecektir. Bu konuda
bir şiirinde şöyle diyor:
“Eğer fert bir cemaata mensup olsa tıpkı
bir damla iken nehir olur.
Artık
onun ruhu, bedeni, açığı ve gizlisi, her şeyi bağlı bulunduğu toplumuna ait
olur.”
İkbal
cihad ve çalışmada hayat; tembellik ve uyuşuklukta da ölüm olduğunu söylerdi.
Yine ona göre insanın kendisine güvenmesi ve devamlı olarak nefsini zorluklara
karşı kuvvetli olabilecek şekilde hazırlaması kişiye mutluluk vermektedir.
Kişinin kendisine güvenmesi konusunda şöyle diyordu:
“Başkalarının
nimetlerinden kendi rızkını arama. İsterse güneşin kaynağından gelmiş olsun.
Hiç kimseden su bile isteme. Allah’a güven ve çalış. Bu şerefli İslâm ümmetinin
yüzünü utandırma. Bir gün Hz. Ömer at üstünde giderken elinden kamçısı düştü.
O, etrafindakilerden hiç birinden kamçısını vermelerini istemeyip, bizzat
atından inerek kendisi almıştı.”
Pakistan’ın
mânevî mîmârı Muhammed İkbâl, birgün Medîne’den dönen hacıları ziyâret ederek
onlara bir Müslüman gönlünü sergileyecek şu suâli sorar:
“-Medîne-i
Münevvere’yi ziyâret ettiniz! Uhrevî Medîne çarşısından gönlünüzü ne gibi
hediyelerle doldurdunuz? Getirdiğiniz maddî hediyeler, takkeler, tesbîhler,
seccâdeler bir müddet sonra eskiyecek, solacak ve bitecek. Solmayan, gönüllere
hayât veren Medîne’nin rûhânî hediyelerini getirdiniz mi?
İkbal Neler
Yaptı?
İslâm
dünyasının içinde bulunduğu durum, diğer Hintli Müslüman aydınlar gibi İkbal’i
de İslâm milletlerinin bir rönesans
gerçekleştirmesi gerektiği fikrine yöneltti. 1922’de İngiliz yönetimi
tarafından kendisine “sir” unvanı verilmişse de bu unvanı kullanmadı. 1926-1929
yılları arasında Pencap Yasama Konseyi üyeliğinde bulundu. 1928-1929’da Madras,
Haydarâbâd ve Aligarh üniversitelerinde İslâm düşüncesinin yeniden kurulması
üzerine konferanslar verdi. 1930’da Allahâbâd’da gerçekleştirilen Hindistan Müslümanları
Birliği’nin yıllık toplantısına başkanlık etti. Bağımsız Pakistan Devleti’nin
kuruluşu yönünde ilk ciddi adım, İkbal’in bu toplantının açılış konuşmasında
ortaya koyduğu düşüncelerle atıldı. 1931 yılında yapılan II. Milletlerarası
İslâm Konferansı’nda Dünya İslâm Kongresi’nin başkan yardımcılığına getirildi.
Hindistan
halkına sınırlı yönetim hürriyeti verilmesi konusunu görüşmek üzere 1931’de
Londra’da düzenlenen II. Yuvarlak Masa Konferansı’na İkbal de katıldı ve orada Muhammed Ali Cinnah ile yakın temas
içinde bulundu. Dönüşte İtalya ve Mısır’a uğradıktan sonra Filistin’de
düzenlenen Dünya İslâm Konseyi toplantısına iştirak etti. 1932 yılında yine
Londra’da gerçekleştirilen III. Yuvarlak Masa Konferansı’na katıldı ve
toplantının ardından Paris’e giderek Henri Bergson ve Louis Massignon ile
görüştü.
Buradan
İspanya’ya geçen İkbal’in Kurtuba Ulucamii’ni ziyaret etmesi ve güçlükle izin
alarak camide namaz kılması onun unutamadığı bir hâtıra oldu, bununla ilgili
olarak “Mescid-i Kurtuba” başlıklı şiirini yazdı. İspanya’dan İtalya’ya geçerek
Mussolini ile görüştü ve ondan Kuzey Afrika Müslümanlarına iyi davranmalarını
istedi. 1933’te Afganistan Kralı Nâdir Şah’ın daveti üzerine Süleyman Nedvî ile
birlikte Kâbil’e giderek Afganistan’ın idarî sisteminin yeniden düzenlenmesi
üzerine temaslarda bulundu.
İkbal
1934’te gırtlak kanserine yakalandı ve sesini kaybetti, daha sonra gözleri de
iyice zayıfladı, maddî problemler yaşamaya başladı. Buna rağmen gerek halkının
gerekse İslâm âleminin meseleleri ve geleceğiyle ilgisini devam ettirdi.
1937’de, ülkesindeki Müslüman halkın en büyük lideri olarak gördüğü Muhammed
Ali Cinnah’a, Hindistan Müslümanlarının bağımsızlığı ve güvenliği hususundaki
görüşlerini içeren bir mektup yazdı. 21 Nisan 1938’de vefat etti ve Lahor’daki
Mescid-i Şâhî’nin minaresi dibine defnedildi. Üç evlilik yapan Muhammed
İkbal’in ikinci evliliğinden olan oğlu Câvid İkbal, babasının eserlerini ve
düşüncelerini tanıtma yönünde önemli çalışmalar yapmaktadır.
Muhammed
İkbal’in Edebi Yönü
İkbal
genç yaşta bir şair olarak ülkesinde adını duyurmayı başardı. “Himalaya”,
“Öksüzün Feryadı”, “Kandil ve Kelebek”, “Terâne-i Hindî” gibi manzumelerin de
içinde bulunduğu çoğu gazel tarzındaki lirik şiirlerinin temel konusu tabiatı,
insanı ve tarihiyle Hindistan’dır. Bundan dolayı, vatansever bir ruh taşıyan
şiirler Müslümanlar kadar diğer Hintliler arasında da büyük ilgi görmüştür.
Edebiyat tenkitçileri İkbal’in ilk dönemdeki şiirlerinde sembolizmin zayıf
kaldığını, şairin bu problemi uzun yıllar sonra 1935’te yazdığı Bâl-i Cibrîl
ile aştığını kabul ederler.
İkbal’in
Avrupa’dan ülkesine dönmesinin ardından yazdığı eserlerde giderek artan bir
yoğunlukta dinî ve felsefî konulara girdiği görülür. 1911’de kaleme aldığı
“Şikve” ve 1912’de yazdığı “Cevâb-ı
Şikve” başlıklı Urduca şiirlerinden sonra şöhretinin doruğuna 1915’te
yayımladığı Esrâr-ı Ħôdî adlı uzun
mersiyesiyle ulaşmış, bunu Rumûz-i bî-Hôdî
takip etmiştir. Mevlânâ Celâleddîn-i
Rûmî hayranlığının sonucu olarak Meŝnevî-i Manevî tarzında Farsça kaleme
aldığı her iki eserde de felsefî konuları işlemesine rağmen duygu yoğunluğunu
korumayı başarmıştır. İkbal’in Farsça’ya yönelmesi, hem kendisine daha çok
okuyucuya hitap etme imkânı veriyor hem de onu köklü bir gelenekle
bütünleştiriyordu. İkbal’in, Goethe’nin
divanına (Westoestlicher Divan) bir mukabele sayılan Peyâm-ı Meşrıķ adlı manzumesinde yeniden lirizme döndüğü görülür.
1927’de yazdığı Câvidnâme ise onun şaheseri sayılır; Farsça olan eser bir tür
manzum dramdır.
İkbal
şiirde açık seçikliğin şart olmadığını, hatta şiirdeki muğlak unsurların duygu
dünyasını etkilemede yararlı olabileceğini söyler. Fakat onun sanat anlayışını
“fonksiyonalizm” şeklinde nitelemek mümkündür. İkbal sanat sanat içindir
anlayışını benimsemez. Sanat insana ve
topluma hayat vermeli, benliği güçlendirmeli, Mûsâ’nın elindeki asâ gibi bâtılı
yok edip gerçeği ortaya çıkarmalıdır (The Rod of Moses, s. 60, 73). Onun
şiirinin bir tek temel hedefi vardır: Müslümanlara, gerek fert gerekse ümmet
olarak kendi kişiliklerini geliştirip güçlerini yeniden kazanmalarını öğretmek
(EI² [Fr.], III, 1084).
Yeniden Kuruluş
Dinamik
ve organik bir felsefe anlayışına sahip olan İkbal, bunun bir gereği olarak
İslâm ülkelerinde fert, toplum, teorik düşünce gibi alanlarda bir yeniden
kuruluş faaliyetine girişmenin zorunlu olduğunu düşünür. Çünkü İslâm’da dinî
düşünce özellikle son beş asırda hareketliliğini yitirmiştir.
Zamanımızda
gözlenen büyük gelişmeler karşısında İslâm’da dinî düşüncenin yeniden kurulması
ertelenemez bir görev haline gelmiştir.
Bu
görevi yerine getirmenin iki önemli safhası vardır: Geleneksel yapının tahlil
ve tenkidi, tefekkürün gelişmeler ışığında yeniden inşası (The Reconstruction,
s. V). Bu çerçevede İslâmî geleneği eleştiri süzgecinden geçiren İkbal, klasik
kelâm ve felsefenin Kur’an’ın ruhuna uymayan yönlerine temas eder, bu yolla
vahyin tecrübî ve rasyonel yönünü yeniden ön plana çıkarmaya çalışır.
Ardından
aynı tenkitçi bakışları tasavvufa çevirerek onun modern düşünce ve
tecrübelerden yararlanmak suretiyle yeni olan hiçbir şey ortaya çıkaramadığını,
hâlâ günü geçmiş yöntemlerini devam ettirdiğini belirtir (a.g.e., a.y.). İslâm
hukuku ve bu hukukun ana ilkelerini de aynı yaklaşımla gözden geçiren düşünür,
Kur’an ve Sünnet’i yeni gelişmeler ve ihtiyaçların ışığında yeni baştan
anlamaya, yorumlamaya çalışarak ictihad faaliyetine yeniden koyulmadıkça gerek
İslâmî düşünceye gerekse dinî hayata bir hareketlilik getirilemeyeceğini
savunur.
İkbal,
konferanslarının beşincisinde İslâm kültürünü tenkitçi bir yaklaşımla
açıklamak, altıncısında da İslâm’da hareket ilkesini tahlile çalışırken bu
yeniden kuruluşun amelî yanına dikkat çekmek istiyor, yeniden inşa faaliyetini
gerçekleştirebilmek için Müslümanların vahye dayanarak evrenin mânevî yorumunu
yapmaları, insanı ruhanî özgürlüğüne kavuşturmaları ve ahlâkî temele dayalı bir
sosyal yapı oluşturmaları gerektiğini söylüyordu (a.g.e., s. 179-180).
Türkiye ve
Türklerle İlgisi
Türk
milletinin yakın tarihteki sıkıntılarıyla ilgilenen İkbal, bu ilgisini daha
1911’de Trablusgarp Savaşı şehidleri
için yazdığı şiiriyle terennüm etmiştir. Burada İkbal, huzuruna çıktığı Hz.
Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine cennette
bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek içinde Türk şehidlerinin
kanının bulunduğu şişeyi Resûlullah’a sunar. İkbal, sömürgecilik döneminde
bağımsızlığını koruyabilen tek Müslüman
millet olarak övdüğü Türkler’i aynı zamanda “İslâm rönesansını”
gerçekleştirebilecek potansiyele sahip olarak da görmektedir.
Türkler’in
gerek İslâm tarihindeki rolleri gerekse Trablusgarp, Balkan, I. Dünya savaşları
ve Millî Mücadele’deki kahramanlıkları İkbal’in hayran olduğu ve gelecek için
ümit beslediği özelliklerdir.
Saltanatın
kaldırılıp hilâfetin ilga edilmesi de İkbal tarafından alkışlanmış ve cesur bir
ictihad olarak İslâm dairesinde değerlendirilmiştir. Ona göre Müslüman
milletler içinde sadece Türkler dogmatizm uyuşukluğundan kurtulabilmiş ve
entelektüel hürriyet bilinciyle kendilerini yenilemek yolunda mesafe
almışlardır (a.g.e., s. 162).
Ancak İkbal,
sonraki yıllarda ortaya çıkan gelişmeleri ve Batılılaşma hareketlerini bir
geçiş dönemi zarureti gibi görmek istemişse de böyle olmadığı neticesine
varınca bunları Câvidnâme’de açık şekilde eleştirmiş ve üzüntüsünü dile
getirmiştir.
İkbal’e
göre taklitçi bir anlayış içinde Batı’ya yönelmek kendinden uzaklaşmaktır.
Batı’nın kuvveti eğlencede değil ilim ve fendedir. İlim ve fen için Avrupalılaşma’ya
değil kafaya ihtiyaç vardır. Hikmet, ilim ve hünerin kıyafetle ilgisi yoktur.
“Türk, kendinden geçmiş bir halde Avrupa’nın
sarhoşu ve kölesi olma yolundadır ve kendini gösterme arzusundan dolayı
Batı’dan raks ve şarkıyı getirmiştir” (Câvidnâme, s. 398-400).
Fakat İkbal
bütün bu ifadelerine rağmen Türkler’le ilgili olarak nihai noktada bir
kararsızlık içindedir. Bir taraftan laikleşme ve Batılılaşma’yı eleştirirken
diğer taraftan bu sürecin gerçek İslâm’a yönelişle noktalanacağı ümidini
taşımaktadır. Nitekim Nehru’nun, Türkler’in din bağından kurtularak ilerleme
yoluna girdikleri şeklindeki bir ifadesine tepki olarak “Türkler’in dinlerinden
vazgeçmediklerini, aksine daha gerçek bir İslâm’a yöneldiklerini” söylemektedir (Islam and
Ahmadism, s. 34).
Eserleri
Bunların
dışında İkbal’in çeşitli şiirleri, mektup, makale, nutuk, bildiri, başkalarının
eserlerine yazdığı önsöz gibi yazıları yayımlanmıştır. Bu arada onun
eserlerindeki şiirlerden seçmeler yapılarak neşredilmiş, ayrıca Farsça şiir
kitapları Külliyât-ı İkbâl
başlığıyla (Lahor 1990), Urduca şiir kitapları da aynı adla (Lahor 1991)
basılmıştır.
Muhammed
İkbal, son dönem İslâm düşünürleri arasında hakkında en çok inceleme, araştırma
ve yayın yapılanların başında gelir. Karaçi’de bir İkbal akademisi kurulmuş
olup bu akademi 1960’tan itibaren Ikbal
Review adlı bir dergi çıkarmaktadır. Ayrıca başta Pakistan olmak üzere
çeşitli ülkelerde değişik vesilelerle, özellikle de İkbal’in ölüm yıldönümü
münasebetiyle ilmî toplantılar düzenlenmektedir (İkbal’in biyografisi, ilmî ve
edebî şahsiyeti, felsefesi ve eserleri üzerine 1963 yılına kadar yapılan
çalışmalar ve İkbal’le ilgili diğer faaliyetlerin listesi için bk. Syed Abdul
Vahid, A Bibliography of Iqbal, tür.yer.; Schimmel, Gabriel’s Wing, s. 389-414;
Ahmed Muavvaz, el-Allâme Muĥammed İķbâl: Ĥayâtühû ve âŝârüh, s. 226-317;
Karahan, s. 35-44, 203-217).
KAYNAK:
Prof. Dr. Mehmet S. Aydın / Muhammed İkbal kimdir? (Altınoluk Dergisi, 194.
Sayı - Diyanet İslam Ansiklopedisi - islamveihsan.com, 11.02.2018).
UYAN!
Muhammed İKBAL
Derin uykulara dalan gonca uyan!
Uyan! Kalk! Nergis gibi göz açıp etrafına bak!
Safâ sarayımızı keder talân etti bak!
Kuşlar ötüyor, uyan!
Bu sûzişli eninler her tarafı kavurdu;
Her tarafta bir figân.
Uyan derin uykudan!
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Bütün Doğu dünyası ne hale geldi bir bak!
Külü göğe savrulmuş bir ateş gibi sanki;
Boğulmuş bir inilti susuyor, eseri yok;
Bu kaybolmuş bir feryat.
Bu toprakta her zerre kederli bir nazardır.
Başkaldır Hindistan’dan, Irak’tan, Semerkand’dan,
Tuğyan et Hemedan’dan,
Bir hayat emaresi göster bize ve canlan!
Uyan derin uykudan!
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Seher vaktidir, güneş ufukta yükseldi bak!
Sabahın kulağına kanlı bir küpe taktı;
Sahralardan, dağlardan kabileler, kervanlar yola koyuldu,
Uyan!
Ey dünyayı gören göz, sırrını anlayan göz!
Uyan! Bir bak ne haldedir şu cihan. *
Uyan derin uykudan! <• **'
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Nasıl denizsin ki, sen vadiler gibi sakin!
Böyle deniz mi olur? Artmıyor, eksilmiyor.
Daha derinlerinden kabaran dalgalar yok!
Ve suyunun üstünde timsahlar kaynaşmıyor.
Böyle deniz mi olur?
Bu denizin göğsünden başı göklere değen
bir dalga ol, kanatlan!
Uyan derin uykudan!
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Hakk’ın kanunu sana, sana teslim edildi.
Allah’ın varsa eğer, sağı sen, solu sensin.
O’nun serveti sensin, O’nun kudreti sensin.
Topraktan yaratılmış bir kulsun sen, ey insan!
Lâkin zemin de sensin, zaman da sensin.
Hakk’a vuslat sırrının şarabını iç ve kan!
Atıl! Kurtar kendini, şüphe uçurumundan.
Ne duruyorsun davran!
Uyan derin uykudan!
Derin uykudan uyan!
Derin uykudan uyan!
Muhammed İkbâl
9 Haziran 2014