Şair ve yazar. 1 Temmuz 1964, Ankara doğumlu. Anadolu Üniversitesi Açık
Öğretim Fakültesi İktisat Bölümünü bitirdikten (1988) sonra kent kent dolaştı.
Bir süre Lefkoşa’daki bir firmanın muhasebe bölümünde çalıştı. Pencere,
Alaz ve Denizsuyukasesi, CazKedisi dergilerinin yayın kurullarında görev aldı. 1994’ten itibaren yaşamını İzmir’de
sürdürüyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesidir.
İlk şiiri pencere dergisinde yer aldı (Mart-Nisan 2003). Diğer şiirlerini
aynı yıldan itibaren Pencere, Ürün, Dize, Agora, Patika, Akatalpa, Liz,
Broy, Caz Kedi, Ünlem, Şiiri Özlüyorum, Denizsuyukasesi, Mühür, Yasakmeyve,
İmgelem, Broy, Şiir Ülkesi, İzmir İzmir, Kum, Hürriyet Gösteri, Kitaplık,
Cumhuriyet Kitap ve Ünlem dergilerinde yayımladı.
ESERLERİ:
Şiir: Hayatın Yerine Harfler (2004), Su Yalnızlığı (2006), Denizkabuğu (2011),
Ağaçlar Kitabı (2013), Hayal Parkı (Çocuk şiirleri, 2017) .
Anı: Karşıyaka
Hatırası (2019).
KAYNAKÇA: Ahmet Günbaş / Hayatın Yerine Harfler (Şiir Ülkesi,
Mayıs 2004), Hayatın Yerine Harfler (söyleşi, Virgül, Mayıs 2004), Yazı
Atölyesi (İzmir-Life, Ağustos 2004), Uluer Aydoğdu / Hayatın Yerine Harfler
(Bireylikler, Temmuz-Ağustos 2005), Hülya Deniz Ünal / Su Yalnızlığı (2006), İhsan
Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları
Ansiklopedisi (2006, 2007).
BORNOVA DEYİNCE
Hülya Deniz Ünal
Mahallenin
çocukluğu
Fidanlıkta
bir gölge
Saçım
mı okşandı az önce
Kalbime
açılan pencere
Yasemin
kokulu sokak
Konuşkan
çiçekler açarak
Şarkılar
söyleyen bahçe
Küçükpark
büyük
hayaller için
Büyükpark
eşitlenmesi herkesin
Yamanlar
Dağı arkanda, içimiz rahat
Göğü
Şeytanderesi’ne yolculayarak
İkizgöl’de
bir mola, kuşlara kanat
Sarışın
bir gövde Belkahve
Mavi
bakışlar geniş düşlerle
Yeniden
başlayan hayat
Ihlamur,
çınar, sığla
Bornova
deyince,
Annem
geliyor aklıma…
GÜLTEN ABLA’NIN
BAHÇESİNDE
Hülya Deniz Ünal
Diktiğin
sardunyalara baktım
Renklerden
renk beğendim, köklerden gök
Bulutların
gözüyle gördüm toprağı
Onların
gölgesinden uzandım sana
Pes
demek isterdin de “Pas”* dediydin
Yoksulluğu
ayıklanmış çiğdem pilavlarına
Açmayacak
güllere “Kal” dediydin
Bir
taşın sırtında açılsın dünya
Beni
sana getiren hangi dizeydi
Bir Gülten kaldı
bende
Hangi bağa
diksem yabancı
Bağlayan
ikimizi aynı iple aynı iklime
Aynı
kamyona, canım Ankara
Yozgat
pas tutsun bundan böyle
Ben
de gitmem topuğuna basıp geçmişin
Şimdi
kavgaların boyu kibrit kadar Gülten Abla
İçimizde
tutuşuyor ecza, dışımızda memleket
İlişkiler
kurak, sayrılı bir gök uzanıyor maviliğimize
Taşlaşmış
kalplere dolanıyoruz acılı düğümlerle
Buradan
bir şair çıkar döner dolaşır evreni
Kuzey
Ege’yi, kıyılar dahil, pazarlar, çeşmeler
Hanlar
hamamlar, yazlar yazılar, kitaplar
İçmekent’te
bir evde konaklar oradan bakar denize
Sen
de gelmiş miydin sahipleri pamuktan bu bahçeye,
Sade
bir fincan kahveye kırk yıl hatır yüklemeye
Ayrılık
aramızda bir çocuk Gülten Abla
Sıcak
kalpler rıhtımını arayan kaybolmuş gemi
Şiirlere
yol sorup uzakla büyüyecek…
*)
Pas, Kırmızı Karanfil (1971)
Mayıs
2016, Akçay, Ören, Burhaniye, İzmir
Yasakmeyve
Eylül 2016
OTOBİYOGRAFİ
Hülya Deniz Ünal
-Bir
Pazar sabahını kanata kanata-
Dünde
kalmıştım sanki dünden kalmıştım
1964’tüm,
ne zaman 2017
Su
geçiren yalnızlıktım
Ayrık
otları büyüten telaşlı bahçe
Bir
hatıra defteri belki şimdi’ye
Hayatın Yerine Harfler’in diliyle
konuştum
Çiçekten
bahar açtırdım Ağaçlar Kitabı’na
Su Yalnızlığı* denize yakın
olmak içindi
Denizkabuğu içinde bir
dünya kurmak
Aşk
için, gelsin gitmesin
Buzuldan
okyanusun güneşli adasına
Karanlık
hep yakındı, bilmezdim
Her
şey güzel giderdi rüyalarımda
Mutluluk
apartmanında kimler oturur
Kapılar
kahkaha geçirmez dışarıya
Hayat
dediğin ne ki hatıralar toplamı
Şiire
vuran dizeler, virgül
Birdenbire
nokta
Çağrı’ydım,
Direnç’tim Barış’a uzadı yol
Elbet
anlarlar beni varılmaz olduğumda
Ben
de annemi toprakla anlamıştım
Mermerden
sarayında menekşe açtığında
Tatil
günleri olsun, piknikler koşuşmalar
Bir
kerecik aranayım Pazar kahvaltınızda
Hayal
Parkı’yla dönerim belki
Hiç
yaşayamadığım çocukluğuma
5
Mart 2017
*) Su Yalnızlığı, İlker
İşgören’e teşekkürle.
Temmuz-Ağustos
Sincan İstasyonu 2017
Sincan
İstasyonu, 90.Sayı 2017
“GÖÇEBE
BİR KUŞTUR GÖÇ BİRİKTİRİR”[1] HÜLYA DENİZ ÜNAL[2]
Uluer
Aydoğdu
İnsanın uzantısı olan dil, deyim yerindeyse
insanın elinden çıkmış olan dil, insandan bağımsız ve insanın ötesinde bir
‘şey’ değildir. Tarihte, çeşitli dönemlerde sözcüklere aşırı önem verildiği zamanlar
olmuştur; ama insandan ayrı bir dil olamayacağı da ortadadır ve özellikle
söylemek/vurgulamak gerekir ki dil’i insanın dışında bir ‘şey’ olarak görmek,
dil’i sanki ‘kendi başına bir şey’ gibi algılamayı getireceğinden ona bir
özerklik verecektir. Giderek ‘uzmanlaşmaya’ kadar varır iş. Araçların amaç
olmasından söz ediyorum anlayacağınız. Diyeceğim o ki, insan bir yanda, dil
diğer yanda değildir. Bu bağlamda, şiir, insanın seçtiği bir edimdir, dil’in
seçtiği değil. Öyle görünüyor ki, bugün yazılan çoğu şiirin mekanik olmasının
en büyük nedeni de budur, yani yazılan şiirin yalnızca sözcüklerle yazılıyor
olması. Kuşkusuz “şiir sözcüklerle yazılır”, ama sanırım ‘duyguyu’ yeniden
keşfetmek gerekiyor, mekanik olanın karşıtı duyguyu. Bir uzmanlığın ürünü fabrikasyon
ürünlerin yerine ‘insan işi’ şiirlerden söz ediyorum. Bu nedenle, öncelikle
dil’i bu durumdan kurtarmak gerekiyor. Nasıl? Şiirin ‘öte bir dil’ olduğunu
kabul etmekle birlikte, dil’i ve doğal olarak şiiri yeniden insanileştirerek.
Sözcükler şiir üretemezler/yaratamazlar.
Şiiri yazan kanlı canlı, yaşayan insandır. Acı çeken, hüzünlenen, yıldızlara
bakan, düşleyen, rüya gören, aşık olan, kavga eden, çalışan, sevişen insan... Yazılan
günümüz şiirine baktığımızda ise çoğunun, ‘sözcüklerle’ yazıldığı için, mekanik,
cansız metinler olduğunu söylemek mümkün. Yani, ölü şeyler. Sözcüklerin nasıl
da mekanik bir işlevle hareket ettiğini hemen görürsünüz bu şiirlerde, ama sanki
usta işi (hakiki ve has şiir ustaca yazılmış şiir değildir. Yazıla yazıla belki
bu tür şiire ulaşılır, ama bu olsa olsa ustalık olur. Çıraklıktan ustalığa
giden yol öyle ya da böyle herkesin yapabileceği bir şey. Yani bir çırak
sabırlı olursa, çalışırsa günün birinde usta olur. Oysa hakiki ve has şiir ya
da büyük şiir gücünü, inceliğini, parıltısını ortaya çıkardığı yeni bir
duygudan, yeni bir algılayıştan, hakikatin yeni bir görüntüsünden alır. Artık
herkesin kanıksayıp benimsediği “gerçekliğe” yeni bir tat daha eklemek... İşte
bizi keyiflendiren asıl budur. Diğerleri bir yılbaşı tebrik kartı gibi
bayattır, sıkıcıdır ve bize bir şey söylemezler gibi görünüyorlar. Çünkü,
fabrikasyon ürünü şiirler bunlar, malzemenin, yani sözcüklerin çeşitli
kombinasyonlarda kullanıldığı. Oldukça
sağlam/güçlü bir görüntüleri var, ama incelikten, “şairane” diye ‘tu kaka’
ettiğimiz duygulardan uzak şeyler. Bu şiirlerde, duygudan tamamen uzak ve hatta
duygunun ne demek olduğunu bilmeyen, bunun yerine benim ‘duyguculuk’ dediğim
duygu taklidini yapan klişeleri hemen fark edersiniz. “Yeni yılınız kutlu
olsun!” ya da “Mutlu yıllar” türünden. Daha okunur okunmaz ne söylediklerini
unuttuğumuz şiirler… Bu anlamda şiir olduğu düşünülen birçok metin, şiir
kisvesi altında aslında mekanik bir dünyanın, ruhsuz ve seri ürünü mamulleridir…
Doğrusu birçok şairin sözcüklerde ustalık kazandıkları kesin, ama yaptıkları
daha çok bir çeşit im/geveleme... Yaratıcılığın yerini mekaniklik almıştır. Özetle,
sözcükleri çeşitli, olur olmadık biçimlerde bir araya getirip etki yaratmaya
çalışılan bir şiirdir günümüz şiiri. Sözcükleri bir yollu bir araya getirmede
ustalaşan ve kelime oyunlarıyla göz boyayan bir şiir.
Böylesine uzun bir girizgahtaki amacım; Hülya
Deniz Ünal’ın ilk kitabı olan ‘Hayatın Yerine Harfler’[3] ve sonraki ‘Su Yalnızlığı’ adlı kitaplarından
hareketle insanın görkemli şiir halini söyleyebilmeyi kolaylaştırmak için
kendime bir alan açmak. Bu alanda, bir yeryüzü şekli olarak şiirin, şairiyle
birlikte nasılda yükseldiğini, oluştuğunu göreceğiz. Tam da bu noktada insanla
hayat arasındaki “parantezi kaldırıp, iki nokta üstüste” diyelim biz de.
Bırakalım, hayatın kendisi, dolayımsız olarak, kendiliğinden konuşsun. Burada
konuşan kuşkusuz bir hayal kurma ve düş görme öznesi olan şairdir. Sözcükleri
birbirleriyle çakıştıran ve böylece içimizde ateşler yakan şair. Sözcükler
artık yalnızca sözcük değildir, bunu bilir Hülya Deniz Ünal, kuşkusuz şiire
sözcüklerle varacaktır, ama esas olarak sözcüklerle hayatı iki kristal kadeh
gibi tokuşturarak insanın şerefine kaldırır. İşte, ortaya çıkan o “çınlamadır”
Hülya Deniz Ünal’ın şiiri, bir çınlama ki hem sözcüklerin tınılarını,
seslerini, sessizliklerini duyarsınız hem de hayatın tok, bilge sesini; aşkla
dolu nergis güzelliğini.... İnce olduğu için kırılabilir bir sestir bu: Sanki,
ağır şeyler koymayalım hayatın üzerine, kırılır, sonra oranıza buranıza batar
yaşam kırıkları, der gibi çınlar durur kulağınızda: “Solmak inceliktir nergisi o
öldürmez”
‘Hayatın Yerine Harfler’, “Hep bir şeyi
bekledik/ Hiçliğini şeylerin/ Bitmiyordu beklemek’li zamanlar”, diye başlar.
BEKLEYİŞ MASALLARI. Hayatı birebir, dolayımsız karşılamayı bekleyen şair onca
yıl bekledikten sonra “Şiir bir el heves; kalemle sevişiyorum”, diyerek sarılır
şiire. Her ne kadar ‘Hayatın Yerine Harfler’ dese de, “Yataktan daha beyaz bir kağıdın
üstünde” hayatın harflerle, sözcüklerle karşılanamayacağının farkındadır, ama
yine de iradesi ona der ki ‘içine sokulduğun parantezi kaldır’. Böylece
vedalaşır “beklemek’li zamanlar”la, vedalaşır sığ sularla ve açılır: “İki nokta
üstüste”. Anlamıştır ki beklediği şiirdir. Özetle, hem bütün acı ve
olumsuzluklarıyla birlikte içinde yaşadığı hem de bir nergis gibi sulayıp, toprağını havalandırarak yaşattığı hayatın
şiiridir ‘Hayatın Yerine Harfler’: “Nicedir beklediğimdi/ Şiirin tamamı bana/ Bitmez
sanıyorsun, bitiyor/ Şiirin tamamı ona”. Farkındalık, şairi böylece hayatın
içine iyice dahil eder ve bu farkındalıkla oradan, şiire bağlanır. Beklerken
çizdiği yarım daireyi böylece, şiire bağlanarak tamamlamış ve kendini
yakalamıştır. Bu anlamda Hülya Deniz Ünal’ın bu kitaptaki şiirleri, ilk kitap
olmasına rağmen, olmuşluğun, ‘tamlığın’ rengini, kokusunu, tadını taşıyor. Bu
abartılı bir saptama olarak gelebilir kimilerine, varsın öyle olsun, ama en
azından Hülya Deniz Ünal’ın şiire, o muazzam ummana doğduğunu teslim etmeliyiz.
Şimdi doğurma sırası ondadır. Parantez ortadan kalkmış ve yazgısı ona şöyle seslenmektedir:
“Kumaşı yanlış kesilmiş giysiden/ Çıkar kendini daha fazla ait olmadan”. Onu
salıncakta sallayan masallardan da inme zamanıdır artık. Hayata.
Hayata inen şaire, ikinci kitabı ‘Su Yalnızlığı’nda ise kaçış
hazırlıkları yaparken rastlarız. Adeta, taşınma hazırlıkları yapıyordur buradan.
Anlam, değer ve kuralları terk etmeye koyulmuş gibidir. Her ne kadar “Her kaçış
bir yakalanış / unutma çocuk, bunu unutma!” diye ünlese de (tam olarak kaçıştan
emin olmak ister). “Geri sayım başlamıştır” kaçışa doğru. Öyle ya, “Göçebe bir
kuştur göç biriktirir”. Bu biriktirdikleriyle yeni bir şiir-oluşun işaretlerini
verir. Sözcükler emrindedir. Sürekli bu kaçış çizgisini takip eder, sürekli bir
dehliz kazar yol’un dışına doğru. Taşar. Yani, taşkınlık içindedir hep.
Sınırdadır.. Peki, neden? Çünkü yol’un dışına doğru yönelmiştir. Kurulu olanla
yetinmediği, tam da bu noktada bundan özellikle kaçmaya çalıştığı kesin. Kaçışı
içinden doğru olduğu için dilinde de bunu hemen görürsünüz, ama bu ‘sonra ne
olacağını’ öngörmez. Yalnızca, şimdi-burada, kaçış çizgisine yönelmiştir:
GELDİ’M…
Soyup kabuğunu yalanların
gibi’lerden soyunup
çocuk tanrılarımdan
çıkardım süt dişlerimi
azı’lı her şeye vedâ
bıraktım totemleri, putları
savaş baltamı gömdüm
ateş suyum kalsın bir
de o tek büyük yalanım
dalgalar ağrı
dalgalarım ağır
dalgalarımdan ağan
çürük bir gemi.[4]
Bu şiir, “yersizyurdsuzlaşma”nın havai fişeği
gibi kaçış çizgisini aydınlatır. Öyle ki yeni bir yurt için “süt dişlerini
çıkarmaya” başlamıştır şair; çok derinden, burada kalmamak için, şiire
koyulmuştur. Yol’a, kurulu olana, ‘yaşlı
büyücüye’ ve hatta giderek şiire bile ihanet etmek ister gibidir. Bu, “cana
kıymak” ve “yaratmak” demektir aynı zamanda da. Zordur elbette, tam bir ihanet
içinde olmak çok zordur, ama şiir yazanın, hayat eyleyenindir. Tam da bu
noktada, Hülya Deniz Ünal’ın eşikte olduğunu söylemek mümkün. Ben, o eşikte
şiir cinlerinin fısıltılarını işittim. Hele bir okuyun, siz de işiteceksiniz.
DENİZ KABUĞU
Ahmet Günbaş
“Kaldırdım
kabuğunu yaranın, göründü dünya;” bölümüyle başlıyor Ünal’ın son yapıtı.
Böylece dünyanın yaradan ibaret olduğunu anlıyoruz daha işin başında. Deniz Kabuğu ise kendinin oluşturduğu bir katman olsa
gerek!
Ünal’ın,
dünyayı yarayla özdeş tutan değerlendirmesi üç dizeyle açıklanabilir en kısa
şekilde:
“Korkuların boyu sevgilerden uzun Ondan bunca karanlık orman Ayrıl!..” (s:6)
Yani
dünyayla yüklenilen yara tümüyle insana özgü. Yaradan geçilmiyor. Nâzım’ın
öngördüğü kardeşlik ormanı karanlığa bürünmüş. İnsanla, dünyayla yasımız var.
Ancak edilgenliğin gereği yok. ‘İnsan’
a anlamını geri vermek zorundayız. Teslim olmamak, baş eğmemek her neyse, daha
üçüncü dizeden başlayarak hızlı bir ayrışma içine giriyoruz. Ünal, “hayatın fotoğraflarını çekmek” diyor
buna. Öncesinde de Hayatın Yerine
Harfleri (2004) önermişti bize. Bu açıdan “Ülkem kapandıkça ben açılıyorum / ne söylesem bir fazla” yla (s:8)
formüle edilen düşünce, yeni Nâzım’ın “inadına
bir gün fazla yaşamak” direnciyle çakışıyor apaçık.
Yerine
geçmek ya da tersinden bakmak gibi edimler, tersyüz edilen kavramlarla çağdaş
bir tazelik estiriyor Ünal şiirinde. Örneğin, yabancılaşmanın başladığı noktaya
değin yürüyüp doğallığını ele geçirmeye çalışıyor insanın. Sonuçta Huzur Çıkmazı diye bağışlanan dizeler, “hata payı yüksek duvarlar” yıkılarak (
Ki bu aynı zamanda kirlenmiş dil ilişkisinin yıkılışıdır), “Sizi sevdim, size karıştım, izlerinize / gözlerinizde iki salkım söğüt
birikmişti /bağışlayın şaşırdım / tokalaştım dallarınızla” (s:11) örtüşen
lekesiz bir aydınlığa çıkıyor sabırla.
O
aydınlık içinde eskimeyen Yüzler de
gizli. Öyle ya, -ölümüzle dirimizle- yüz yüze ışıldıyoruz şunun şurasında!
Kemal ağabeyler, Ertan Yılmazlar, Nurtenler, Ressam Sefalar, Özcan Yalımlar,
Ramazanlar, Veyseller, Denizler, Mahirler, Eliotlar, duyarlık fakiri olmaktan
kurtarırlar hepimizi. Demem o ki yaşamın gerçeğinle sınanmış yüzlerden
damıtılan gülkurusu şiirin kokusu bir başkadır. Yeri gelmişken, bir dizi
rahatsızlıktan sonra yalnızlığını huzurevine taşıyan Özcan Yalım’ın iç
dünyasını iki dizeyle anlamaya çalışalım:
“yalnızlıklar uzatır okşanmayan saçları uğultulu koroda” (s:20)
İki
dize S/ayıklamalar 3’de anılan
Ramazan’la ilgili olsun:
“bir okyanus yarattın sustuğun
sözcüklerden kıyıcığına dökülüyorum ben” ( s:21)
Kadınlar
arasında en uzun uzay yürüyüşünü gerçekleştiren ABD’li astronot Sunita’ya seslenen şiirin içeriğinde ise, insanlığın genel hüznünden
kaynaklanan uzayötesi sinyaller yüklü. (İtiraf etmeliyim ki Sunita,
Dize dergisinde (Ağustos 2007, sayı:142) yayımlandığı anda epey
yankılanmıştı bende) İki farklı yürüyüşün sergilendiği eylemsellikte, gerçeklik
adına nelerin gözden kaçırıldığını anlatıyor şair:
“Hangimiz daha uzun yürüdük Nerelere attık izmaritleri
…..
Sunita, seni bilmem En usta terzi olsam dikemem Dünyayı sökülmüş eteklerinden...” (s:22-23)
Bu
aymazlık, “kış kışla arasında bir iklim”
olarak değerlendirilen o koca gölgeden ibaret olsa gerek. Susmanın erdeminden
ayrı yaşamdan alacağımızı sürekli ertelemek alışkanlığı dayanılır gibi değil.
Şair, benliğe dönüşü tapınçtan, ertelenmişliği ise kazadan sayıyor:
“hangi odasına girsem kalbinin yakılmış ormanlarıyla yüzün asıyor kuşları boşluğa, öyle…
Kazaya bırakıyoruz…” (s:33)
Oysa
bu dirençli tapınçtan vazgeçmeyenlerin savaşımını yâd eden Edip Cansever
kaynaklı sİZ ve Ne Denir şiirleri, yine kavramsalı ters ederek karşıtlığını yumuşak
bir dille sergiliyor. Geçmiş zaman
meselinde ‘gül kurutmak’ ya önemli
işlevler yükleniyor. Acı bizi hangi noktaya getirirse getirsin, durmak yok
yüreklerin örgütlü koşusunda. Hedef belli, hani o “Ayrıl!..” komutuyla yaşamı onarmaya durduğumuz başlangıç
noktasında son sözünü söylüyor şair güzel koşuculara:
“Suretlerimiz çoğalmış, azaltalım hayat kaç dakika geri kalmış ileri alalım!” (s:35)
Kolay
değil onca yaşam yükünü yüklenmek; umutlarla dirençlerle o büyük serüvenin
parçası olmak! Hele hele yere göğe sığmayan o büyük yalnızlığı taşımak!.. Bir
de buna şair yalnızlığı eklenince,
sarsılmanın boyutunu varın siz düşünün:
“Hangi bulutun umurumda Marda Dağları’na yasladığım yalnızlık Ülkemin sınırlarına dayanan keder” (s:36)
Görüntüler’e geldiğimizde,
kaçışları, geri çekilmeleri de hesap ederek,
bu yalnızlık daha da netleşir. Hava iyiden Poyraz’a dönüşür. Herkesin kendi gölgesine sığındığı ortamda ‘kırık bir güneş’le idare etmek, zamanla
‘avaza evrilen şarkılar’ söylemek
başlıca uğraşıdır şairin. İki sözcüğün yan yana gelmesiyle çizilen yeni
görüntüde, yaşamın da yeniden sorgulandığına tanık oluruz:
“Karşı dağın üstünde umut Ufuktan bir maskeyle Bulutları bir şeylere benzetiyorum Bir şeyleri bir şeylere Siliyorum uzakları güneşin parlak yüzüyle” (s:43)
Öyle
ki “Bugün hava çok güzel /
Yapamadıklarımızı yapalım gel..” (s:45) diyen sular gibi yollara dökülüşü “bir dostluğun sağlaması”na çıkarır
Ünal’da yaşamak tutkusu.
Deniz Kabuğu’ysa şiirden
oluşan kavkısına güvenmektedir.
Ahmet
Günbaş, (Eliz, Temmuz 2012, sayı:43 )
HAYAL PARKI
Gültekin Emre
Çocuğunu,
torununu parka götürenlere selam olsun diyor Hülya Deniz Ünal Hayal Parkı’nda (Duvar Yayınları, 2017).
Çocuğu hayatla buluşturup oyunla düş dünyasını zenginleştiren şiirler:
Çocukların diliyle yazılmış, sanki yine onlar resimlemişler gibi. Murteza
Albayrak’ın resimleri, çizimleri şiirlerle bire bir örtüşmüş: “Salıncak, Tahterevalli,
Kaydırak’tan oluşan “Hayat Parkı”nı “Deniz ve “Kayık” lı “Su Parkı” izliyor.
Sonra Atlıkarınca, Balerin, Dönmedolap, Gondol, Çarpışan Oto” lu “Lunapark”ta
çocukların kahkahalarını, sevincini duyar gibi oldum. Gündüz iyice yorulan
çocuklar “Bulut, Düş, Uyku, Sevgi”yle “Gökyüzü Parkı”na gidiyorlar rüyalarına sarınıp. Sonra “Anne,
Ağaç, Kar, Kış, Bayrak”la “Yeryüzü Parkı”na yeniden doğuyor çocuklar bir
ailenin sıcaklığı içinde. Bir de bakıyoruz
sesleri, çığlıkları, “Nergis, Papatya, Aslanağzı, Gül”lü “Çiçek
Parkı”ndan geliyor. Akıl vermeyen, öğütlerle çocukları bunaltmayan, sanki
onların kendi seslerini taşıyan şiirlerden oluşuyor, Hayal Parkı.
Varlık Ağustos
2017