Hülya Deniz Ünal

Şair

Doğum
01 Temmuz, 1964
Eğitim
Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İktisat Bölümü
Burç

Şair ve yazar. 1 Temmuz 1964, Ankara doğumlu. Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İktisat Bölümünü bitirdikten (1988) sonra kent kent dolaştı. Bir süre Lefkoşa’daki bir firmanın muhasebe bölümünde çalıştı. Pencere, Alaz ve Denizsuyukasesi, CazKedisi dergilerinin yayın kurullarında görev aldı. 1994’ten itibaren yaşamını İzmir’de sürdürüyor. Türkiye Yazarlar Sendikası üyesidir.

İlk şiiri pencere dergisinde yer aldı (Mart-Nisan 2003). Diğer şiirlerini aynı yıldan itibaren Pencere, Ürün, Dize, Agora, Patika, Akatalpa, Liz, Broy, Caz Kedi, Ünlem, Şiiri Özlüyorum, Denizsuyukasesi, Mühür, Yasakmeyve, İmgelem, Broy, Şiir Ülkesi, İzmir İzmir, Kum, Hürriyet Gösteri, Kitaplık, Cumhuriyet Kitap ve Ünlem dergilerinde yayımladı.

 

ESERLERİ:

 

Şiir: Hayatın Yerine Harfler (2004), Su Yalnızlığı (2006), Denizkabuğu (2011), Ağaçlar Kitabı (2013), Hayal Parkı (Çocuk şiirleri, 2017) .

Anı: Karşıyaka Hatırası (2019).

 

KAYNAKÇA: Ahmet Günbaş / Hayatın Yerine Harfler (Şiir Ülkesi, Mayıs 2004), Hayatın Yerine Harfler (söyleşi, Virgül, Mayıs 2004), Yazı Atölyesi (İzmir-Life, Ağustos 2004), Uluer Aydoğdu / Hayatın Yerine Harfler (Bireylikler, Temmuz-Ağustos 2005), Hülya Deniz Ünal / Su Yalnızlığı (2006), İhsan Işık / Resimli ve Metin Örnekli Türkiye Edebiyatçılar ve Kültür Adamları Ansiklopedisi (2006, 2007).

BORNOVA DEYİNCE

BORNOVA DEYİNCE

 

Hülya Deniz Ünal

 

Mahallenin çocukluğu

Fidanlıkta bir gölge

Saçım mı okşandı az önce

 

Kalbime açılan pencere

Yasemin kokulu sokak

Konuşkan çiçekler açarak

Şarkılar söyleyen bahçe

 

Küçükpark büyük hayaller için

Büyükpark eşitlenmesi herkesin

 

Yamanlar Dağı arkanda, içimiz rahat

Göğü Şeytanderesi’ne yolculayarak

İkizgöl’de bir mola, kuşlara kanat

 

Sarışın bir gövde Belkahve

Mavi bakışlar geniş düşlerle

Yeniden başlayan hayat

 

Ihlamur, çınar, sığla

Bornova deyince,

Annem geliyor aklıma…

GÜLTEN ABLA’NIN BAHÇESİNDE

GÜLTEN ABLA’NIN BAHÇESİNDE

 

Hülya Deniz Ünal

 

 

Diktiğin sardunyalara baktım

Renklerden renk beğendim, köklerden gök

Bulutların gözüyle gördüm toprağı

Onların gölgesinden uzandım sana

 

Pes demek isterdin de “Pas”* dediydin

Yoksulluğu ayıklanmış çiğdem pilavlarına

Açmayacak güllere “Kal” dediydin

Bir taşın sırtında açılsın dünya

 

Beni sana getiren hangi dizeydi

Bir Gülten kaldı bende

Hangi bağa diksem yabancı

Bağlayan ikimizi aynı iple aynı iklime

Aynı kamyona, canım Ankara

Yozgat pas tutsun bundan böyle

Ben de gitmem topuğuna basıp geçmişin

 

Şimdi kavgaların boyu kibrit kadar Gülten Abla

İçimizde tutuşuyor ecza, dışımızda memleket

İlişkiler kurak, sayrılı bir gök uzanıyor maviliğimize

Taşlaşmış kalplere dolanıyoruz acılı düğümlerle

 

Buradan bir şair çıkar döner dolaşır evreni

Kuzey Ege’yi, kıyılar dahil, pazarlar, çeşmeler

Hanlar hamamlar, yazlar yazılar, kitaplar

İçmekent’te bir evde konaklar oradan bakar denize

Sen de gelmiş miydin sahipleri pamuktan bu bahçeye,

Sade bir fincan kahveye kırk yıl hatır yüklemeye

 

Ayrılık aramızda bir çocuk Gülten Abla

Sıcak kalpler rıhtımını arayan kaybolmuş gemi

Şiirlere yol sorup uzakla büyüyecek…

 

*) Pas, Kırmızı Karanfil (1971)

Mayıs 2016, Akçay, Ören, Burhaniye, İzmir

 

Yasakmeyve Eylül 2016

 

 

 


OTOBİYOGRAFİ

OTOBİYOGRAFİ

 

Hülya Deniz Ünal

 

 

-Bir Pazar sabahını kanata kanata-

 

Dünde kalmıştım sanki dünden kalmıştım

1964’tüm, ne zaman 2017

Su geçiren yalnızlıktım

Ayrık otları büyüten telaşlı bahçe

Bir hatıra defteri belki şimdi’ye

 

Hayatın Yerine Harfler’in diliyle konuştum

Çiçekten bahar açtırdım Ağaçlar Kitabı’na

 

Su Yalnızlığı* denize yakın olmak içindi

Denizkabuğu içinde bir dünya kurmak

Aşk için, gelsin gitmesin

Buzuldan okyanusun güneşli adasına

 

Karanlık hep yakındı, bilmezdim

Her şey güzel giderdi rüyalarımda

Mutluluk apartmanında kimler oturur

Kapılar kahkaha geçirmez dışarıya

Hayat dediğin ne ki hatıralar toplamı

Şiire vuran dizeler, virgül

Birdenbire nokta

 

Çağrı’ydım, Direnç’tim Barış’a uzadı yol

Elbet anlarlar beni varılmaz olduğumda

Ben de annemi toprakla anlamıştım

Mermerden sarayında menekşe açtığında

 

Tatil günleri olsun, piknikler koşuşmalar

Bir kerecik aranayım Pazar kahvaltınızda

Hayal Parkı’yla dönerim belki

Hiç yaşayamadığım çocukluğuma

 

5 Mart 2017

*) Su Yalnızlığı, İlker İşgören’e teşekkürle.

Temmuz-Ağustos Sincan İstasyonu 2017

Sincan İstasyonu, 90.Sayı 2017

 

 

 

“GÖÇEBE BİR KUŞTUR GÖÇ BİRİKTİRİR”[1] HÜLYA DENİZ ÜNAL[2]

“GÖÇEBE BİR KUŞTUR GÖÇ BİRİKTİRİR”[1] HÜLYA DENİZ ÜNAL[2] 

 

Uluer Aydoğdu

 

 

İnsanın uzantısı olan dil, deyim yerindeyse insanın elinden çıkmış olan dil, insandan bağımsız ve insanın ötesinde bir ‘şey’ değildir. Tarihte, çeşitli dönemlerde sözcüklere aşırı önem verildiği zamanlar olmuştur; ama insandan ayrı bir dil olamayacağı da ortadadır ve özellikle söylemek/vurgulamak gerekir ki dil’i insanın dışında bir ‘şey’ olarak görmek, dil’i sanki ‘kendi başına bir şey’ gibi algılamayı getireceğinden ona bir özerklik verecektir. Giderek ‘uzmanlaşmaya’ kadar varır iş. Araçların amaç olmasından söz ediyorum anlayacağınız. Diyeceğim o ki, insan bir yanda, dil diğer yanda değildir. Bu bağlamda, şiir, insanın seçtiği bir edimdir, dil’in seçtiği değil. Öyle görünüyor ki, bugün yazılan çoğu şiirin mekanik olmasının en büyük nedeni de budur, yani yazılan şiirin yalnızca sözcüklerle yazılıyor olması. Kuşkusuz “şiir sözcüklerle yazılır”, ama sanırım ‘duyguyu’ yeniden keşfetmek gerekiyor, mekanik olanın karşıtı duyguyu. Bir uzmanlığın ürünü fabrikasyon ürünlerin yerine ‘insan işi’ şiirlerden söz ediyorum. Bu nedenle, öncelikle dil’i bu durumdan kurtarmak gerekiyor. Nasıl? Şiirin ‘öte bir dil’ olduğunu kabul etmekle birlikte, dil’i ve doğal olarak şiiri yeniden insanileştirerek.

 

Sözcükler şiir üretemezler/yaratamazlar. Şiiri yazan kanlı canlı, yaşayan insandır. Acı çeken, hüzünlenen, yıldızlara bakan, düşleyen, rüya gören, aşık olan, kavga eden, çalışan, sevişen insan... Yazılan günümüz şiirine baktığımızda ise çoğunun, ‘sözcüklerle’ yazıldığı için, mekanik, cansız metinler olduğunu söylemek mümkün. Yani, ölü şeyler. Sözcüklerin nasıl da mekanik bir işlevle hareket ettiğini hemen görürsünüz bu şiirlerde, ama sanki usta işi (hakiki ve has şiir ustaca yazılmış şiir değildir. Yazıla yazıla belki bu tür şiire ulaşılır, ama bu olsa olsa ustalık olur. Çıraklıktan ustalığa giden yol öyle ya da böyle herkesin yapabileceği bir şey. Yani bir çırak sabırlı olursa, çalışırsa günün birinde usta olur. Oysa hakiki ve has şiir ya da büyük şiir gücünü, inceliğini, parıltısını ortaya çıkardığı yeni bir duygudan, yeni bir algılayıştan, hakikatin yeni bir görüntüsünden alır. Artık herkesin kanıksayıp benimsediği “gerçekliğe” yeni bir tat daha eklemek... İşte bizi keyiflendiren asıl budur. Diğerleri bir yılbaşı tebrik kartı gibi bayattır, sıkıcıdır ve bize bir şey söylemezler gibi görünüyorlar. Çünkü, fabrikasyon ürünü şiirler bunlar, malzemenin, yani sözcüklerin çeşitli kombinasyonlarda kullanıldığı.  Oldukça sağlam/güçlü bir görüntüleri var, ama incelikten, “şairane” diye ‘tu kaka’ ettiğimiz duygulardan uzak şeyler. Bu şiirlerde, duygudan tamamen uzak ve hatta duygunun ne demek olduğunu bilmeyen, bunun yerine benim ‘duyguculuk’ dediğim duygu taklidini yapan klişeleri hemen fark edersiniz. “Yeni yılınız kutlu olsun!” ya da “Mutlu yıllar” türünden. Daha okunur okunmaz ne söylediklerini unuttuğumuz şiirler… Bu anlamda şiir olduğu düşünülen birçok metin, şiir kisvesi altında aslında mekanik bir dünyanın, ruhsuz ve seri ürünü mamulleridir… Doğrusu birçok şairin sözcüklerde ustalık kazandıkları kesin, ama yaptıkları daha çok bir çeşit im/geveleme... Yaratıcılığın yerini mekaniklik almıştır. Özetle, sözcükleri çeşitli, olur olmadık biçimlerde bir araya getirip etki yaratmaya çalışılan bir şiirdir günümüz şiiri. Sözcükleri bir yollu bir araya getirmede ustalaşan ve kelime oyunlarıyla göz boyayan bir şiir.

 

Böylesine uzun bir girizgahtaki amacım; Hülya Deniz Ünal’ın ilk kitabı olan ‘Hayatın Yerine Harfler’[3] ve  sonraki ‘Su Yalnızlığı’ adlı kitaplarından hareketle insanın görkemli şiir halini söyleyebilmeyi kolaylaştırmak için kendime bir alan açmak. Bu alanda, bir yeryüzü şekli olarak şiirin, şairiyle birlikte nasılda yükseldiğini, oluştuğunu göreceğiz. Tam da bu noktada insanla hayat arasındaki “parantezi kaldırıp, iki nokta üstüste” diyelim biz de. Bırakalım, hayatın kendisi, dolayımsız olarak, kendiliğinden konuşsun. Burada konuşan kuşkusuz bir hayal kurma ve düş görme öznesi olan şairdir. Sözcükleri birbirleriyle çakıştıran ve böylece içimizde ateşler yakan şair. Sözcükler artık yalnızca sözcük değildir, bunu bilir Hülya Deniz Ünal, kuşkusuz şiire sözcüklerle varacaktır, ama esas olarak sözcüklerle hayatı iki kristal kadeh gibi tokuşturarak insanın şerefine kaldırır. İşte, ortaya çıkan o “çınlamadır” Hülya Deniz Ünal’ın şiiri, bir çınlama ki hem sözcüklerin tınılarını, seslerini, sessizliklerini duyarsınız hem de hayatın tok, bilge sesini; aşkla dolu nergis güzelliğini.... İnce olduğu için kırılabilir bir sestir bu: Sanki, ağır şeyler koymayalım hayatın üzerine, kırılır, sonra oranıza buranıza batar yaşam kırıkları, der gibi çınlar durur kulağınızda: “Solmak inceliktir nergisi o öldürmez”

 

‘Hayatın Yerine Harfler’, “Hep bir şeyi bekledik/ Hiçliğini şeylerin/ Bitmiyordu beklemek’li zamanlar”, diye başlar. BEKLEYİŞ MASALLARI. Hayatı birebir, dolayımsız karşılamayı bekleyen şair onca yıl bekledikten sonra “Şiir bir el heves; kalemle sevişiyorum”, diyerek sarılır şiire. Her ne kadar ‘Hayatın Yerine Harfler’ dese de, “Yataktan daha beyaz bir kağıdın üstünde” hayatın harflerle, sözcüklerle karşılanamayacağının farkındadır, ama yine de iradesi ona der ki ‘içine sokulduğun parantezi kaldır’. Böylece vedalaşır “beklemek’li zamanlar”la, vedalaşır sığ sularla ve açılır: “İki nokta üstüste”. Anlamıştır ki beklediği şiirdir. Özetle, hem bütün acı ve olumsuzluklarıyla birlikte içinde yaşadığı hem de bir nergis gibi  sulayıp, toprağını havalandırarak yaşattığı hayatın şiiridir ‘Hayatın Yerine Harfler’: “Nicedir beklediğimdi/ Şiirin tamamı bana/ Bitmez sanıyorsun, bitiyor/ Şiirin tamamı ona”. Farkındalık, şairi böylece hayatın içine iyice dahil eder ve bu farkındalıkla oradan, şiire bağlanır. Beklerken çizdiği yarım daireyi böylece, şiire bağlanarak tamamlamış ve kendini yakalamıştır. Bu anlamda Hülya Deniz Ünal’ın bu kitaptaki şiirleri, ilk kitap olmasına rağmen, olmuşluğun, ‘tamlığın’ rengini, kokusunu, tadını taşıyor. Bu abartılı bir saptama olarak gelebilir kimilerine, varsın öyle olsun, ama en azından Hülya Deniz Ünal’ın şiire, o muazzam ummana doğduğunu teslim etmeliyiz. Şimdi doğurma sırası ondadır. Parantez ortadan kalkmış ve yazgısı ona şöyle seslenmektedir: “Kumaşı yanlış kesilmiş giysiden/ Çıkar kendini daha fazla ait olmadan”. Onu salıncakta sallayan masallardan da inme zamanıdır artık. Hayata.

 

Hayata inen şaire, ikinci kitabıSu Yalnızlığı’nda ise kaçış hazırlıkları yaparken rastlarız. Adeta, taşınma hazırlıkları yapıyordur buradan. Anlam, değer ve kuralları terk etmeye koyulmuş gibidir. Her ne kadar “Her kaçış bir yakalanış / unutma çocuk, bunu unutma!” diye ünlese de (tam olarak kaçıştan emin olmak ister). “Geri sayım başlamıştır” kaçışa doğru. Öyle ya, “Göçebe bir kuştur göç biriktirir”. Bu biriktirdikleriyle yeni bir şiir-oluşun işaretlerini verir. Sözcükler emrindedir. Sürekli bu kaçış çizgisini takip eder, sürekli bir dehliz kazar yol’un dışına doğru. Taşar. Yani, taşkınlık içindedir hep. Sınırdadır.. Peki, neden? Çünkü yol’un dışına doğru yönelmiştir. Kurulu olanla yetinmediği, tam da bu noktada bundan özellikle kaçmaya çalıştığı kesin. Kaçışı içinden doğru olduğu için dilinde de bunu hemen görürsünüz, ama bu ‘sonra ne olacağını’ öngörmez. Yalnızca, şimdi-burada, kaçış çizgisine yönelmiştir:

 

GELDİ’M…

 

Soyup kabuğunu yalanların

gibi’lerden soyunup  

çocuk tanrılarımdan

 

çıkardım süt dişlerimi

azı’lı her şeye vedâ

 

bıraktım totemleri, putları

savaş baltamı gömdüm

ateş suyum kalsın bir

de o tek büyük yalanım

 

dalgalar ağrı

dalgalarım ağır

dalgalarımdan ağan

 

çürük bir gemi.[4]

 

Bu şiir, “yersizyurdsuzlaşma”nın havai fişeği gibi kaçış çizgisini aydınlatır. Öyle ki yeni bir yurt için “süt dişlerini çıkarmaya” başlamıştır şair; çok derinden, burada kalmamak için, şiire koyulmuştur. Yol’a,  kurulu olana, ‘yaşlı büyücüye’ ve hatta giderek şiire bile ihanet etmek ister gibidir. Bu, “cana kıymak” ve “yaratmak” demektir aynı zamanda da. Zordur elbette, tam bir ihanet içinde olmak çok zordur, ama şiir yazanın, hayat eyleyenindir. Tam da bu noktada, Hülya Deniz Ünal’ın eşikte olduğunu söylemek mümkün. Ben, o eşikte şiir cinlerinin fısıltılarını işittim. Hele bir okuyun, siz de işiteceksiniz.

 

 

 

 

                                     

      



[1] Su Yalnızlığı, Hülya Deniz Ünal, Etki / Dize Yayınları, İzmir, 2006, s. 55.

[2] Oluşlar, Varlık,  Şairler, Uluer Aydoğdu.

[3] Hayatın Yerine Harfler, Hülya Deniz Ünal, Pervaz Yayınları, Ocak 2004, Anlara.

 

[4] Su Yalnızlığı, Hülya Deniz Ünal, Etki / Dize Yayınları, İzmir, 2006, s. 56, 57

Yazar: Uluer Aydoğdu

DENİZ KABUĞU

DENİZ KABUĞU

 

Ahmet Günbaş

 

 “Kaldırdım kabuğunu yaranın, göründü dünya;” bölümüyle başlıyor Ünal’ın son yapıtı. Böylece dünyanın yaradan ibaret olduğunu anlıyoruz daha işin başında. Deniz Kabuğu  ise kendinin oluşturduğu bir katman olsa gerek!

Ünal’ın, dünyayı yarayla özdeş tutan değerlendirmesi üç dizeyle açıklanabilir en kısa şekilde:

“Korkuların boyu sevgilerden uzun                                                                                      Ondan bunca karanlık orman                                                                                                Ayrıl!..” (s:6)

Yani dünyayla yüklenilen yara tümüyle insana özgü. Yaradan geçilmiyor. Nâzım’ın öngördüğü kardeşlik ormanı karanlığa bürünmüş. İnsanla, dünyayla yasımız var. Ancak edilgenliğin gereği yok. ‘İnsan’ a anlamını geri vermek zorundayız. Teslim olmamak, baş eğmemek her neyse, daha üçüncü dizeden başlayarak hızlı bir ayrışma içine giriyoruz. Ünal, “hayatın fotoğraflarını çekmek” diyor buna. Öncesinde de Hayatın Yerine Harfleri (2004) önermişti bize. Bu açıdan “Ülkem kapandıkça ben açılıyorum / ne söylesem bir fazla” yla (s:8) formüle edilen düşünce, yeni Nâzım’ın “inadına bir gün fazla yaşamak” direnciyle çakışıyor apaçık.

Yerine geçmek ya da tersinden bakmak gibi edimler, tersyüz edilen kavramlarla çağdaş bir tazelik estiriyor Ünal şiirinde. Örneğin, yabancılaşmanın başladığı noktaya değin yürüyüp doğallığını ele geçirmeye çalışıyor insanın. Sonuçta Huzur Çıkmazı diye bağışlanan dizeler, “hata payı yüksek duvarlar” yıkılarak ( Ki bu aynı zamanda kirlenmiş dil ilişkisinin yıkılışıdır), “Sizi sevdim, size karıştım, izlerinize / gözlerinizde iki salkım söğüt birikmişti /bağışlayın şaşırdım / tokalaştım dallarınızla” (s:11) örtüşen lekesiz bir aydınlığa çıkıyor sabırla.

O aydınlık içinde eskimeyen Yüzler de gizli. Öyle ya, -ölümüzle dirimizle- yüz yüze ışıldıyoruz şunun şurasında! Kemal ağabeyler, Ertan Yılmazlar, Nurtenler, Ressam Sefalar, Özcan Yalımlar, Ramazanlar, Veyseller, Denizler, Mahirler, Eliotlar, duyarlık fakiri olmaktan kurtarırlar hepimizi. Demem o ki yaşamın gerçeğinle sınanmış yüzlerden damıtılan gülkurusu şiirin kokusu bir başkadır. Yeri gelmişken, bir dizi rahatsızlıktan sonra yalnızlığını huzurevine taşıyan Özcan Yalım’ın iç dünyasını iki dizeyle anlamaya çalışalım:

“yalnızlıklar uzatır okşanmayan saçları                                                                               uğultulu koroda”  (s:20)

İki dize S/ayıklamalar 3’de anılan Ramazan’la ilgili olsun:

“bir okyanus yarattın sustuğun sözcüklerden                                                                       kıyıcığına dökülüyorum ben” ( s:21)

Kadınlar arasında en uzun uzay yürüyüşünü gerçekleştiren ABD’li astronot  Sunita’ya seslenen şiirin  içeriğinde ise, insanlığın genel hüznünden kaynaklanan uzayötesi sinyaller yüklü. (İtiraf etmeliyim ki Sunita,  Dize dergisinde (Ağustos 2007, sayı:142) yayımlandığı anda epey yankılanmıştı bende) İki farklı yürüyüşün sergilendiği eylemsellikte, gerçeklik adına nelerin gözden kaçırıldığını anlatıyor şair:

“Hangimiz daha uzun yürüdük                                                                                            Nerelere attık izmaritleri

…..

Sunita, seni bilmem                                                                                                              En usta terzi olsam dikemem                                                                                              Dünyayı sökülmüş eteklerinden...” (s:22-23)

Bu aymazlık, “kış kışla arasında bir iklim” olarak değerlendirilen o koca gölgeden ibaret olsa gerek. Susmanın erdeminden ayrı yaşamdan alacağımızı sürekli ertelemek alışkanlığı dayanılır gibi değil. Şair, benliğe dönüşü tapınçtan, ertelenmişliği ise kazadan sayıyor:

“hangi odasına girsem kalbinin                                                                                            yakılmış ormanlarıyla yüzün                                                                                          asıyor kuşları boşluğa, öyle…

Kazaya bırakıyoruz…” (s:33)

Oysa bu dirençli tapınçtan vazgeçmeyenlerin savaşımını yâd eden Edip Cansever kaynaklı sİZ ve Ne Denir şiirleri, yine kavramsalı ters ederek karşıtlığını yumuşak bir dille sergiliyor.  Geçmiş zaman meselinde ‘gül kurutmak’ ya önemli işlevler yükleniyor. Acı bizi hangi noktaya getirirse getirsin, durmak yok yüreklerin örgütlü koşusunda. Hedef belli, hani o “Ayrıl!..” komutuyla yaşamı onarmaya durduğumuz başlangıç noktasında son sözünü söylüyor şair güzel koşuculara:

“Suretlerimiz çoğalmış, azaltalım                                                                                          hayat kaç dakika geri kalmış                                                                                            ileri alalım!” (s:35)

Kolay değil onca yaşam yükünü yüklenmek; umutlarla dirençlerle o büyük serüvenin parçası olmak! Hele hele yere göğe sığmayan o büyük yalnızlığı taşımak!.. Bir de buna şair yalnızlığı eklenince,  sarsılmanın boyutunu varın siz düşünün:

“Hangi bulutun umurumda                                                                                                   Marda Dağları’na yasladığım yalnızlık                                                                              Ülkemin sınırlarına dayanan keder”  (s:36)

Görüntüler’e geldiğimizde, kaçışları, geri çekilmeleri de hesap ederek,  bu yalnızlık daha da netleşir. Hava iyiden Poyraz’a dönüşür. Herkesin kendi gölgesine sığındığı ortamda ‘kırık bir güneş’le idare etmek, zamanla ‘avaza evrilen şarkılar’ söylemek başlıca uğraşıdır şairin. İki sözcüğün yan yana gelmesiyle çizilen yeni görüntüde, yaşamın da yeniden sorgulandığına tanık oluruz:

“Karşı dağın üstünde umut                                                                                                   Ufuktan bir maskeyle                                                                                                          Bulutları bir şeylere benzetiyorum                                                                                       Bir şeyleri bir şeylere                                                                                                            Siliyorum uzakları güneşin parlak yüzüyle” (s:43)

Öyle ki “Bugün hava çok güzel / Yapamadıklarımızı yapalım gel..” (s:45) diyen sular gibi yollara dökülüşü “bir dostluğun sağlaması”na çıkarır Ünal’da yaşamak tutkusu.

Deniz Kabuğu’ysa şiirden oluşan kavkısına güvenmektedir.

 

Ahmet Günbaş,  (Eliz, Temmuz 2012, sayı:43 )

 

 

 


Yazar: Ahmet Günbaş

HAYAL PARKI

HAYAL PARKI

 

Gültekin Emre

 

Çocuğunu, torununu parka götürenlere selam olsun diyor Hülya Deniz Ünal Hayal Parkı’nda (Duvar Yayınları, 2017). Çocuğu hayatla buluşturup oyunla düş dünyasını zenginleştiren şiirler: Çocukların diliyle yazılmış, sanki yine onlar resimlemişler gibi. Murteza Albayrak’ın resimleri, çizimleri şiirlerle bire bir örtüşmüş: “Salıncak, Tahterevalli, Kaydırak’tan oluşan “Hayat Parkı”nı “Deniz ve “Kayık” lı “Su Parkı” izliyor. Sonra Atlıkarınca, Balerin, Dönmedolap, Gondol, Çarpışan Oto” lu “Lunapark”ta çocukların kahkahalarını, sevincini duyar gibi oldum. Gündüz iyice yorulan çocuklar “Bulut, Düş, Uyku, Sevgi”yle “Gökyüzü Parkı”na  gidiyorlar rüyalarına sarınıp. Sonra “Anne, Ağaç, Kar, Kış, Bayrak”la “Yeryüzü Parkı”na yeniden doğuyor çocuklar bir ailenin sıcaklığı içinde. Bir de bakıyoruz  sesleri, çığlıkları, “Nergis, Papatya, Aslanağzı, Gül”lü “Çiçek Parkı”ndan geliyor. Akıl vermeyen, öğütlerle çocukları bunaltmayan, sanki onların kendi seslerini taşıyan şiirlerden oluşuyor, Hayal Parkı.

Varlık Ağustos 2017

Yazar: Gültekin Emre

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör