Yazar, bürokrat, yayın yönetmeni,
yayın organizatörü. 1 Ekim 1962, İspir / Erzurum doğumlu. Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe
Bölümünden mezun olan yazar, Başbakanlık,
Kültür ve Turizm Bakanlıklarında üst düzey yönetici olarak çalıştı. Kütüphaneler
ve Yayımlar Genel Müdür Yardımcısı, Güzel Sanatlar Genel Müdür Yardımcısı ve Genel Müdür Vekili olarak görev yaptı.
Sanat kurumlarının yeniden
yapılandırılması ve kurumsallaşması yönündeki çalışmalarıyla tanındı. Türk
yayıncılığının yeniden yapılandırılması projesini hazırlayarak planlama ve
uygulama yönetti. Yayıncılık sektörünün dışa açılmasını Türkiye Yayıncılık
Ulusal Komitesi Başkanı olarak 2007-2013 yılları arasında yürüttü.
Bu süreçte ‘Onur Konuğu Türkiye
Projesi’ni geliştirerek, Türkiye’nin, dünyanın alanının etkili kitap
fuarlarından Frankfurt ve Londra başta olmak üzere birçok ülkede onur konuğu
olmasını sektörün meslek kuruluşları ile birlikte sağladı. 1940 yıllarda üstadı
Hasan Ali Yücel tarafından başlatılan Türk yayıncılığının yapılanma
hareketini, 2000’li yıllarda bir teknokrat
olarak sektörleşme sürecine öncülük etti.
Uluslararası ISSN Yönetim Kurulu
Üyeliği, 5.Yayın Kongresi Eş Başkanı, Dünya Roman Kahramanları Günü Ulusal
Koordinatörlüğü görevlerinde bulundu.
Ümit Yaşar Gözüm, Yayıncı, Yazar, Çevirmen
ve Telif Ajanları, Meslek Kuruluşları
ile Kamu arasında ‘TEDA, Çeviri Atölyeleri, Yazar ve Sanatçı evleri, ISSN
Yönetim Kurulu Üyeliği, 5.Yayın Kongresi’
gibi uluslararası projelerin
hazırlanması ve gerçekleşmesinde aktif rol oynadı.
21 Aralık’ın ‘ Roman Kahramanları
Günü’ olarak kutlanması için, Türkiye tarafından önerilen bu alandaki ilk proje
olarak UNESCO Türkiye Milli Komitesine sunulmasını sağladı. Aynı zamanda Ulusal
Koordinatörlüğünü yaptı.
1989 yılından günümüze Türk
Kültür, Sanat ve Edebiyatına yönelik 1000 yakın yayının planlanmasını ve
yayınlanmasını sağladı.
Ayrıca sanat üzerine 80’i aşkın
kitap ve sanat kataloğuna yazdığı sanat eleştiri yazılarıyla tanındı. Entelektüel
dünyaya yönelik 2000 yılında başlattığı: ‘Ankara/Kalesi
İzdüşümleri, Toplumsal Buluşmalar,
Bodrum Aspat Düşleri’ aylık düşünce
odaklı entelektüel toplantılarını sürdürmektedir.
Yazın ve fotoğraf sanatına lise
sıralarında başlayan ilgisi profesyonelce sürmektedir. Sanat fotoğrafları çok
sayıda sergi de yer almış olup Anadolu Görsel Sanatlar Derneği’nin
kurucularındandır. Zorbey Medya-
Yayıncılık ile Sanat Düş ve Gerçek
Dergisi’nin patent ve telif
haklarına sahiptir.
Sanat felsefesi alanında ilk
denemelerden birisi olacak “Zorbey’in
Düşleri: Aşkın Estetik Halleri”ni yayınlamaya hazırlanmaktadır.
Entelektüel dünyanın yakından
tanıdığı yazarın Milli Kültür, Gençliğin
Sesi, Kültür-Sanat, Türk Yurdu, T. Gençlik, Yeni Forum, Amfora, Artcritic,
Sultanahmet News, Mavi Yeşil, Av Doğa, Yeşil İspir, M. Vizyon, Trilye, Moda, Mag,
Life dergilerinde elliyi aşkın araştırma,
inceleme ve deneme yayımladı. Genel Yayın Yönetmeni, Yayın Koordinatörü ve
Yayın Kurulu üyelikleri yaptı.
ESERLERİ:
Araştırma İnceleme: Türkiye Müzeleri (2002), Yitik
Mirasın Dönüş Öyküsü (M. Aykut Özet ile, 2003), Naif Ressam
Hüseyin Sartaş (2015), Rehber Çanakkale (2015), Masal
Tadında Bir Kadın - Nezafet Özlütürk'ün Düşlerine Yolculuk (2016).
Editörlüğünü
Yaptığı ve Bölüm Yazarı Olduğu Kitaplar: Ayvacık,
Beş Mevsim Çanakkale, Bozcaada, Çanakkale Rehber, Sakin Ada Gökçeada, Troia.
KAYNAKÇA:
Kitap pazarı hızla büyüyor (f5haber.com, 3 Ağustos 2012), Ümit Yaşar Gözüm
(Bilgi teyidi, Ocak 2018), Ümit Yaşar Gözüm Özgeçmiş (agsad.org, 25.01.2018), Ümit
Yaşar Gözüm kitapları (internet kitapçı siteleri, 25.01.2018).
DİL, SANAT VE ELEŞTİRİ ÜÇGENİ
Bir Sanat Felsefesi Denemesi
Ümit Yaşar GÖZÜM (*)
Sanat konuşacağınız zaman gecenin
karanlığına kocaman bir öpücük konduracak kadar berrak olmalı düşünceleriniz.
Sanatın hüzünlü öyküsü bir saat gibi
işlemeli yüreğimizde; bazen yelkovanı batar düşüncelerime bazen akrebin
kıskacında hissederim zamanı.
Rengarenk çiçekli dallarda
kuşların cıvıltılarıyla bahar coşkusuna kapılmış nehrin şırıltılarının
karıştığı bir dünyadır sanatçının düşleri. Özlemleri fokurdayan bir volkan, aşk
tümcelerinin dindirdiği nice yangınlardan, amansız savaşlardan, yokluklardan çıkmış
yüreklerin eseridir sanat.
Zaman, kültür,sanat ve edebiyat ‘kanon’larının sarmalında dönmeye
başladığında:Sanat eleştiriden mahrum, felsefi yanı olmayan içi boşaltılmış sözcükler yumağına hapsedilir. Eğer eleştiri tohumları yeşerememişse sanatta, ayrışmalar ve sıradanlıklar kaplar
yaşamı.
Yıllar önce sorduğum bir soru
yeniden düştü yüreğime ‘sahi eleştiri ne
tür bir parazittir’ ! Bugün yaşadığımız iletişim çağına insanlığı götüren gerçek,
ilk radyo parazitleri- dalgalarıyla başlamamış mıydı? Bir daha geri dönüşü oldu
mu ya da geriye dönüşü arzulayan. Bu yüzden midir iyisi veya kötüsü olmayan
biricik gerçeğin ‘eleştiri’ olmasının.
Kavram felsefesinin içeriğini
doldurarak tanımladığı her sözcük, insan düşüncesini kökünden sarsan bir
anlayışı doğurduğunda, insanlık tarihi ile sanatın tarihinin iç içeliği
çözüldü, sanatçının zaman algısı ile bireyin zamanla olan sıradan bağı ayrıştı.
Sanata giden yollar, ‘uzaklarda bekleyen sevgilinin gözlerinden düşen
çiğ tanelerinin izinde yürümek gibidir’ savımı hep yinelerim. Sanatçı
olmanın yolu, uğraştığı dalın dışındaki alanlara gönderimler yapabilmekten
geçiyor. Mimariden edebiyata, müzikten geleneksel sanatlara uzanan ressam, heykeltraş,
müzisyen veya edebiyatçı kurgu gücünün
zirvesine çıkmanın ayrımına varır.
Sanatçıların sonu gelmez
arayışlarının ardında yatan gerçek, özeleştirinin sağladığı sürekli daha
iyiye,güzele ve estetik olana ulaşmaktır. Eleştirinin aslında yermek, aşağılamak
yada ötekileştirmek olmadığı algısı gelişen sanatçının, bu durumun sağladığı
özgüvenle yol alması çok daha kolaylaşır.
Bireyin Sorgulama Masalıdır, Sanatta
Aydınlık..
Sanatın beklentilerine kulak verip
bu yolda ilerleyenlere bir sorgulama masalı anlatmalı
Zorbey’in Düşleri:
“İnsan kardeşlerim, anlamak için sormak, sorabilmek için de merak ve bilgi
gerekir. Şimdi bütün argümanlarımızı, sezgilerimizi, bildiklerimizi bir yana
bırakıp insan denen varlığın üstün bilincine sığınalım.
Sanatçının zaman ve mekan algısı nerede başlar? Zaman hatalarımızı bitmeyen
acılara dönüştüren, geç kaldığımız dili geçmiş bir öykü müdür? Yoksa en güzel masalları dinleyip, bir
ağacın dalından seyrettiğimiz manzarayı çamurla yoğurmak veya tuvale aktarmak
mıdır?
Yaşadığımız coğrafyada işleyen oturmuş bir sanat endüstrisinden
bahsedebilir miyiz? Her resmin gerçekte o kültürün aynası
olduğunu mu düşünmeli. Kendin yap, sergile ve pazarla kıskacında bir kısır döngünün parçası olmak. Bu eğreti
ortamların çıkmaz sokaklarına hapsolduğunuzu
düşündüğünüz olduysa şayet doğru yoldasınız demektir.
Bir sanatçı akademisyen dostum epeyce sızlandıktan sonra sormuştu akademiyi nasıl görüyorsunuz? Diye. Önce
susmakla konuşmak arasında gel-gitler yaşamıştım, ardından patlayan bir volkan gibi
sıralamıştım yüreğimi yıllardır yakan açmazları.
Sanat eleştirisi var mı sizce
insan kardeşlerim akademik anlayışta yada eğitiminde! Sanat yaparken eleştirel
kaygılarınız nedir? Diye sorup hiç uykusuz kaldınız mı? Kaç gece boyayı tuvale
durmaksızın çaldığınızı hatırladınızda sanatın evrensel değer olduğu üzerine düşünmediğinizi sorgulayabildiniz mi hiç?
Yıllar önce sorduğumda sanat ve edebiyat kanonlarının oklarına hedef
olduğum ‘eleştiri ne tür bir parazittir’
sorusunun karşılığı var mı? Yaşadığım bir hayal kırıklığıydı, oysa
düşlerimin gerçek olması için, tüm zamanlarda bahar şarkıları dökülmeliydi dilimden diye
hayıflananlardan mısınız?
Yılların birikimiyle, bu güzel ülkede sanatla zulmün yan yana gittiğini
düşünür ve ürperirim. Yoklar, yetersizlikler, mahalle baskısı, algılama
eksikliği ve her alanda olduğu gibi bu alanda türeyiş destanından kopmuş gibi
duran ‘kanon’lar.
Ah insan kardeşlerim, her sorunun ardından hiç ‘insan olmanın tek ve
biricik temeli düşünmek midir?’ Diye sorabildiniz mi kendi iç benlerinize.
Yoksa düşlediğiniz bir idol yaratmanın,
bir kayayı yontarak gerçekleşeceğini mi sandınız. En güzelini
biçimlendirdiğiniz taş tonozlardan bile tek bir sözcük duyamamanın şaşkınlığında mı kaldı
insanlığınız.
Oysa hep kolay yoldan sanatçı
olmanın yollarını aradınız. Keşke düşünseydiniz insan kardeşlerim, biraz da
düşüncenin zorlu yollarında yürüyebilseydiniz. Kimisi düşlemenin sanatçı olmak
için yeterli olabileceği savında kaldı, kimisi de ‘düş’ünün bile ‘düşünce dünyasıyla’
sınırlı olduğunu anlayamadı.
Dünden bugüne sanatçı olmayı
nasıl tanımlarsınız?Desen sizce resmin namusu mudur, nesidir? Diye sorduğumda
yüzlerde beliren ifadelerin hüzünlü utancını yaşadım sanat adına.
Deseni resmin
kendisi olarak algıladığım için, hiçbir metin tanımlamasın da ezber olmasını
istemem. Sanat yapmanın temelinde bir kimliğin varlığını hissetmeli mi sanatçı!
Bu hissetme midir sansasyonel çıkışları hoşgörüyle karşılatan diye düşünmekten
alamam kendimi.
Bir
enstrümanın tınısında aşkla coşarken, bir başkasında hüznün dibine vurmak
algılamaktır fonetik değeri. Sanatçının coşkusunda yatar araştırmaya götüren bağ ve aslında gerçeği
düşünmenin coşku halidir.
Sanatımızın gelmiş olduğu
noktayı sorgularken insanın içini derin bir sessizliğin kaplaması hayra yorumlanmasa
gerek. Hangi aralıkta sokak işleri egemen olmaya başladı sanatta. Eser verenle
izleyici arasına hangi kara kedi girdi de piyasa işleri en çok alınıp satılan
metaya dönüştü.
Gerçekte bu pazarlama
tekniği büyük bir başarı olarak görülebilir. Bir kültürün sanatsal bütün
kazanımlarını bir süreçte sıfırlamak ve sıradan bir kültürel alan yaratmak…
Metodik düşüncenin kolay kolay gerçekleştirebileceği bir başarı olmasa gerek.
Aklıma ilk
gelen; plastik sanatlarda toplumla sanatın ,sanat eğitiminin, dağıtım, pazarlama,
küratör,koleksiyoner, galerici ve müzeciğin
bütünleşik bir izlenim vermemesinin arka planındaki gerçeği sorgulamak
oldu… Sonra sanatın diğer dallarındaki aktörlerine ve sorunlarına uyarlamak.
Dilin İhtişamıdır Sanatı Görkemli Kılan
Özgün yaratının
sanat alanında egemen olup olamayacağı konusunda öncelikle felsefi bir geri plan olmadığını söylüyor
aklım. Birbirine benzer işlerin piyasasının oluşmasına tanıklık ediyor olabilir
miyiz diye sormaktan alamıyorum.
Bir kültürün
özünde yatan ihtişam ‘dil’dir. Onun kalıplarıyla düşünür, anlar ve anlatır
insan. Aslında dil varlığımızın en açık kanıtıdır. Dil bilimciler sözcükleri
dişi erkek diye ayırmışlar. Aslında dil dişidir, bir ana tanrıçanın yüreği gibi
zengin ve doğurgan.
Bunun içindir;
sanatın kavramsal gelişiminin sanat tarihinin derin ama sıradan girdaplarına
bırakılmayışı ve kavram felsefesiyle yeniden varoluşu. Kültürel varlığımızın en
belirgin özelliği, büyük, güçlü bir dilden ve kadını kutsayan anlayıştan
gelişidir.
Destansız ve masalsız toplumların köksüzlüğüne
bir öykünme seziyor insan günümüzde. Oysa
Orta Asya’dan Egenin iki yakasına mitolojik notlar düşmüş bir kültürel
belleğin sahibiyiz.
Ergenekon’dan
çıkış mitolojik bir düştü, Oğuz Kağan Destanı ise kutsal gerçek. Ne engin bir
düş gücüyle kuşatmışsın tanrım
yaşadığımız toprakları. Toprakla kadını, kadınla onuru, onurla düşünceyi
kutsayan ve bütün bunları aktaracak
sanatsal dilin eseri olmak…
Ah Kamruşepa(Hitit
panteonundaki büyü tanrıçası), Hitit ülkesine seslensem Anadolu olup ses verir
misin. Çığlık çığlığa sıralar mısın Mezopotamya’da, Akdeniz’de, Ege’de,
Marmarada: Dünden gelen sevdam, geleceğe akan sevgim ‘Sevdiceğim’ diye.
Bir sözcük ve
bütün zamanları kuşatan bir sevgi halesi tek başına. Bunu türeteni bulmak zor
ama içkin bir dua göndermek lazım ruhuna. Kelimelerle sanat yaratmak ve yapmak
bu olsa gerek.
İnsan kendine
borçlu hisseder mi kendini varlık sebebi olan diline karşı. Özümde yaşadığım bu
minnet duygusunu Yunus Emre üstada karşı da hissetmek en yalın haliyle.
Kavramların Dostluğunda Yürümek: Issız,Yalnız ve
İnsansız
Her
kavram kendine yüklenilen öznelliği yansıtır. Onun nesnelleşmesi ancak bir sanat
eserinde kendini bulur. Kavramsal sanatın düşünsel temelleri sağlam ve fikir
iyiyse ortaya çıkan eser de aynı ölçede iyidir.
Kavramsal
sanatın izleyicinin gözüne hitap etmekten çok beynine hitap etmesinin
kaynağında yatan gerçeklik öznelliğidir. Sanatçı sokakların ruhunu anlamak için
resmetmeli belleğine. Yaşamın olduğu her yerde fırça sallamalı ressam, çamuru
yoğurmalı seramikçi, taşı yontmalı heykeltraş, gecenin ıssızlığında yalnızlığın sesi olmalı müzisyen ve ıssız ve
yalnız insanın varlığının temeline inmeli düşünür.
Zorbey’in Düşlerinde
“Anadolunun kadim topraklarına bir atbaşı uzanmalı şair. Baharı çiçekler ve kırlangıçlarla
geldiğini bilmeli sanatçı; eleştirmene sormalı en derin soruların yalın
karşılıklarını bulmak için: Bir ressamın fırçası ve tuvali midir resmi
oluşturan? Öyle olmadığını bilmeli
ressam. Resmin bazen ormanda bir ağacın güzelliğini yakalayabilmek bazen de o
bir ağaçtan ormanın görkemini resmetmek olduğunu algılayabilmeli.
Önce her şarkıyı aynı ruhla
okuyamayacağını bilmeli hanende ve her yeri
aynı ruhla çizemeyeceğini bilmeli ressam. Söyleyeceği şarkıyı,
resmedeceği doğayı bir kadın gibi sevmektir sanat.”
Ah
insan kardeşlerim diye seslendi Zorbey: ‘Sanatçı küskünlükleri,
hırçınlıkları ve düşleri kadar barışın kendiside olmalı yeryüzünde.
Sahillerinde ruhunu dinginliğe eriştirdiği kentin meydanlarındaki coşkudur,
ıssız sokaklarında ağlayan yalnızlığın ve çaresizliğin gözyaşlarıdır.
Hangi imgelerin yarattığı
ruhla dokunur sazının tellerine bir sazende kimbilir… ressam tuvaline, baskı
sanatçısı ahşap kalıbına, düşünür kavramların ruhuna . Aslında evrenin en büyük
sanatının yaratıcısının düşünce olduğunu anladığımızda dualarımız renklerin,
dileklerimiz değişir: Tanrım, tatmin olmayan bir ruh ve durmadan işleyen bir
akıl ver sanat yapmak için.
Hep bir düzeyin üstünde
yaşamaktır sanat; yaşanmışlıklardan gelen bir coşkudur boyanın fırçayla,
fırçanın tuvalle buluşması. Dilin kavramlar yaratması ve yine dilden evrene yön
verecek güçte çıkması.
‘Resmin dili ile ritmin dili
aynı şarkıları söyler. Birinde kulaktan ruha diğerinde gözlerden aklın yüreği
besleyen damarlarından dinginliğe akar.
Kavramlar resmin dilidir eleştiri ritmin. Ağır, suskun, sakin ve sıradan
olanla yetinmez düşüncenin gücüne dayanan. Bundandır yavaş ve sıradan olanın
sanatsal bir ruhu temsil edememesi.
Sanatın enerjisi, dilin
yetkin gücüyle birleşmeli ki, kitlelerin
bam teline basacak kadar güçlü olabilsin. Dingin, coşkulu düşleri olmalı
eleştirinin. Sanatsal yaratıyı erdemli bir rahibe olarak görmek ne kadar
yanlışsa, duygusu olmayan bir fahişe gibi tanımlamakta bir okadar yanlış.
Estetik odaklı olmalı sanatın gözlerindeki ışıltı; acıyı, sevinci, hüznü,
varlığı ve hiçliği aktarırken…
İnsanın ıssızlığının duygu
ve düşüncenin yoksunluğunu, doğanın ıssızlığının ise dinginliği çağrıştırmasına
izdüşebilmeli sanat. Özgün bir eser yaratmanın ancak, aklın reel dünyayla olan
bağını ‘anlık’ kapatmalarıyla gerçekleşebildiğini algılamalı
sanatçı. Ve akla dayanan her şeyin imgesel bir karşılığı olduğunu bilmeli
eleştirmen. O zaman son bulur insanın ıssız yalnızlığı ve değer yaratan bir
düşünce varlığına dönüşür.
Sessizlik eğer sanatçının eser yaratma öncesindeki haliyse patlayacak
bir volkana hoşgeldiniz. Eser verdikten sonraki haliyse, hazzın doruğunu
yaşamış bir insanın içine düştüğü rehavet halidir ki, bu da geçici bir
durumdur.’
Sanat gerçekte bireyin kendisi
üzerinden evrenle bir hesaplaşmasıdır. Tıpkı J.P.Sartre’ın bırakılmışlığını
yaşayan bireyin isyankarlığı gibi.
Sanatta akıl mı yüreğe, yürek mi
akla rehberlik edecek? Sorusu ancak “
gerçeği gör, yüreğinle kucakla ve aklınla yaşat” diye yanıtlanabilir. Tersi
kaosa, dengeleri bozulmuş önerme miskinliğe, gerçeği görmeme ise
halisinasyonlara götürür sanatçıyı.
Güçlü algılamanın yolu sağlıklı
sezgi gücünden geçiyor. Bu an dediğimiz zaman biriminde yaşadığımız her algının
anlaşılabilir ve aktarılabilir bir yanı vardır. Yeter ki, algı bulanıklığı
yaratacak kalıcı izler bırakmamış olsun.
Türkiye’de sanat üzerine
yazmak ya da sanat yayıncılığı üzerine düşünmek…
Sanatsal
yaratıcılığın erdemleri üzerine nutuk atmak dinleyenleri coşturur, görsel bir
eser kazandırmak ise o andan sonra akıp gittiğimiz sonsuzluğu. İnsanlığın kültürel mirasının merkezi
konumundaki kadim topraklarda sanat üzerine düşünmenin yoğun ilgi görmesini bekliyor
insan. Her yanınız bir uygarlığın izleri üzerinde yükseliyor. Ama nerede biz
düşünmenin eşsiz tadını aşılayamadık kuşaklardır. Sığ ve ezbere dayalı bilginin
kutsallaştığı mabedlerde yetiştirdik
çocuklarımızı. Okullarımızda düşünme sanatı yerine, düşünce tarihinden
kırıntılar kıvamındaki felsefe tarihi derslerini bile çok gördük çocuklarımıza.
Ortaya çıkan tablo hepimizin eseri
olarak kaldı elimizde. Artık taviz vermeden sanat yapabilen ve de yazabilen
aydınları mumla arar konuma geldik. Kurumları çoğalttık ama içi boşaltılmış
yapılarda sanat üzerine yazanların bir kısmını adeta mesai yapan memurlara döndürdük.
Geriye kalanı da kendi içinde eğdik, büktük, kırılmışlar ordusunun birer neferi
yaparak kendi açmazımızla baş başa kaldık.
Oysa sanat yazarlığı özgür
düşünceyi, tarafsız yorumlama gücüyle birleştirerek edebi anlatımla okurla
buluşturma demektir. Taraf olmamak ne zordur tanrım. Kanonlar üzerine yazarken
inanmadığı kutsal metinleri yorumlayan
Zerdüşt olmak ne zordur: Aforoz edilmekle kalmayıp aç ve hatta bir
selamdan mahrum bırakılmak gibi bir şeydir .
Kim başkalarının çıkarı için kendini bile bile
niçin ateşe atsın. Kimse istemez, bunun somut göstergesini yaşıyoruz. Hepimiz
çok çok iyiyiz ama talihsizliğimiz evrensel düzeyde bir şey üretemiyor olmamız…
Bu kadar kusur bırakın kadı kızında da olsun.
En güzel olan aslında en kolay
olanı seçmek; sanat yapanların bile anlamakta zorluk çektiği dil-kavram
oyunlarıyla işin içinden sıyrılmaya çalışmak, tıpkı bol dipnotlu akademik
metinlerin bir çoğunda olduğu gibi.
Sanat eleştirisinin aydınlığında, sanatçı ve eser
okuması yapmak
Sanat eleştirisi entelektüel
birikimi, üstün değerleri gerektirecek kutsallık adayabileceğimiz bir iştir.
Felsefi geri planı olmayan bireyin
yapacağı şey, bir eleştiriden ziyade eser okuma olacaktır.
Yazacağını düşüncenin süzgecinden
geçirmek ve yazdıktan sonra kendi
metninin kritiğini yeniden yapmak hem metodik düşünmeyi hem de tarafsız
kalabilmeyi gerektirir. Kolay bir beceri
olmadığını söylemeliyim.
Başkasının ürettiği bir eser veya
sanatı için öznel değerlerinden arınıp, ötekileşmek ve aynı zamanda eleştirel
açıdan bütünleşmek… Ardından ortaya çıkaracağı metin için, kendi öznelliğiyle
bütünleşmiş eleştirel metni tarafsız değerlendirmek…
Sanatçının eser verdiği alanın
eleştirel normlarına sadık kalmak suretiyle
bir değerleme yapmanın zorluklarından birisi fonetik,plastik ve edebi
alanların hiç birisinde bir başkasını içine oturtabileceğiniz bir form
olmamasıdır. Bu aslında entelektüel
birikimi olan eleştirmen için büyük bir şans, yetkin olmayanlar için de korkulu
rüya.
Felsefe okumaya karar verdiğimde,
sanat tarihinin felsefeden koparılmış olmasını derin bir hüzünle yaşadığımı
hatırladım. Çünkü bütün filozoflar sanatçı, sanatçılar da filozof olmalı diye bir ön kabulüm vardı. Değer üreten ve değer veren aynıydı
belleğimde. Yanılmadığı anladığımda iş
işten geçmiş akademi iki farklı alan yaratmıştı. Ama yine de bütünüyle
ayrıştırmaya gönülleri el vermemiş olmalıydıki, tarihleri kalmıştı. Bunun
üzerinden uzmanlaşmak isteyenler yürüyüp gitsin diye.
Her yetersiz çalışmayla
karşılaştığımda içimden demekki bunu ortaya çıkaranın arka planında düşünme
sanatının derin izleri yok demekten alamadım kendimi. Sanata yürüyen bireyin
bir dervişin teslimiyetinde azim ve kararlılığı yoksa, gerçekte sanat eseri de
yok demek.
Sanatçıyı eserleri üzerinden
okumak sadece teknik bilgiyi değil aynı zamanda entelektüel yorumlama gücünü
gerektirir. Örneğin bir resmi alıp kompozisyon, renk, ışık, fırça darbeleri
veya imzasından okumak bir uzmanlık işidir. Ama bu hiçbir zaman bir eleştiri
değildir. Ancak bu teknik okumayı
sanatçı, dönemi, ekolü, sanat felsefesinin süzgecinden geçirecek sanat tarihi
bilgisini ve nihayetinde dilin bütünlüğüne sadık kalarak özgün sanatsal bir
metne dönüştürebilmektir.
Resim bir düşünce işidir,
başarırsan özgün bir yaratıya ulaşırsın. Çünkü düşünmek kurgulamaktır, iyi bir
kurgu güzel bir kompozisyon yaratmasını sağlar ressamın. Güzel bir kompozisyon
renk,ışık,figür-desen ve teknik beceri ile birleştiğinde özgün değer oluşur. Burada piştikten sonra
başlar sanatçı kimliğine giden yol. Bir dağın zirvesine düşünce taşımak gibi özverili bir yaşamı
kucaklamaktır.
Eleştirinin ‘ahlakı ve üstün
sanatlığı’ üzerine
Sanat ve edebiyat eleştirisi
yazılı kurallar ortaya konulmamış olsa
bile etik kurallar -istisnaları bir yana- hep işleye gelmiştir. Bu yanıyla
eleştiri kavramına katığımızda bir çok düşünce ve edebiyat insanı arasından
farklı iki ismi anmadan geçmek doğru olmaz sanırım. F. Nietzsche ve Oscar Wilde.
Üstat Nietzsche Böyle Buyurdu Zerdüşt adlı
yapıtında “ Yer yüzünün anlamı olacak üstinsan! Yalvarırım size, kardeşlerim,
yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!”
der. Nihilizm ve irade ile ilintili bir kavram olarak çıkar karşımıza üstinsan.
İstediğini yapabilecek güç ve özgürlüğünü içinde ‘itici güç’ olarak barındıran insan anlayışıdır.
O. Wilde yaşadığı çağın
ahlak anlayışına karşı duruşunu, sanatçıların üstlenmesi gerektiği
inancındaydı. Günahsız bir dünyanın duraklayacağına ve bütün renklerini
kaybedeceğine olan inancı ‘sanatçı olarak
eleştirmen’e ve ‘sanatlar üstü
sanat’ tanımlamasıyla da eleştiriye üstün bir sorumluluk yükler.
“Sanatçı: Eleştirmen, Yalancı,
Katil”* adıyla (İletişim
Yayınları) yayınlanan denemelerinde,
mevcut düzenin ahlak anlayışına karşı
duruşun toplumun ilerlemesini sağlayabileceği inancı bütün yönleriyle sorgulanmaya muhtaç bir tezdir. Ancak bu
denemeye konu olan eleştiri-sanatçı-aydın
kavramlarına yüklediği misyonun romantizm ve realizmin toplumsal aydınlanmanın
merkezine oturttuğu insan anlayışının bir yansımasıdır.
Sanatçı eleştirmenin toplumu
çağının yoz değerlerinden arındıracak bir aydınlanmaya götürmesi bunu da sanatlar
üstü sanat eleştiriyle gerçekleştirmesi, bu kavramlara üst değer yüklemektir.
Aynı zamanda kavram felsefesinin tezgahında işlenecek bu iki kavram üzerinden bir değerler bütününe ihtiyaç duyulduğunu aktarması bakımından da
önemlidir.
Eleştirinin etik kuralları daha
çok bilimsel, metodolojik temellere dayanırken, eleştirmen; eleştirinin temel
kurallarının yanında bireysellikten arınmış etik değerlere de ihtiyaç duyacaktır. Bu yanıyla sanatçı eleştirmen aynı zamanda
sanat üstü sanat yapan bir kimliğe ve yetkinliğine sahip olacaktır.
Eleştirmen, sanat eserine
toplumsal gerçeklikte yarattığı etki bakımından mı yoksa bireysel estetik
beğeni üzerinden mi yaklaşmalı? Sorsunu
açıklığa kavuşturmak gerekecek. Eleştiri kavramının tanımlamasında eleştirmene
yüklenilen sanatın hemen bütün dalları arasında bağ kurabilecek ölçüde entelektüel
birikime sahip olması hiç kolay elde edilebilecek bir beklenti gibi
görünmemektedir.
Öyle ki, eğitim sürecinin bütün
aşamalarında bu amaçla yetiştirilmek üzere seçilmiş olsa bile, sanatın bütün
dallarında derin bir birikime ulaşması ve aynı zamanda toplumsal aydınlanmayı
özümseyecek bir misyonu da üstlenmesi beklenilenir.
Eleştirinin olmadığı yerde
ilerlemenin olmayacağı gerçeği, bizi tarafsız konumlanmaya ve üstün değeri
aramaya götürmelidir. Sanatsal olanın değerlendirmesi bunu zorunlu kılmakta. Başka
alanlarda birey ve grupları etkileyebilen tarafgir duruş,kayırış veya yanlış,
sanat alanında kitleleri etkileyeceğinden, eleştirinin temel etik kuralı amatör
ruhun bulunması ve profesyonel değerlemenin korunması olmalıdır.
Eleştirmenin düş gücüne dayanan
değerlendirmeleri, sanatçının cehennemi olmamalıdır. Bunun için de
eleştirmenden kötülüklerden arınmış bir ruh ve erdemin peşinde koşan bir bedene
sahip olması beklenir.
Kendi çağının önünde aydınlığa yürüyen
kitlelere ışığı gösteren yanını yeryüzü nimetleri için kullanmayacak kadar
bilge bir ruhu barındırması beklenir eleştirmenden. Sanatın sessiz dilinin
anahtarıdır eleştiri. Bu yönüyle sanatın çöküş ve dirilişinde açık ara
sorumluluğu olan bir misyon yüklenmiştir. İsyan meleklerinin ruhlarını dinginliğe
eriştirecek estetik birikim gerçekte kendini görebilmeli eleştiride.
Eleştirinin öyküsü aslında
sanatçının zaman karşısındaki yaratılarının öyküsü olmalı. Başkalarının
aşklarının yaşam karşısında tutunduğu dal olmalı, ölümlülerin dünyasında
ölümsüz masallar bırakarak.
Avrupanın kutsal değerler adına
içine düştüğü karanlık çağı (skolastik) yine kilisenin emrinden çıkan bireyin
aydınlığında aşması eleştirel aklın yarattığı üstün bir değer olarak
tanımlanabilir.
Nietzsche’nin, Zerdüştçe buyurduğu
gibi ‘kül olmadan nasıl yeniden
doğabilirsin ki?’ İçinde yaşadığı çağın önünde giden bireydir sanatçı,
eleştirmen onun da önünde bir yerlerdedir. Üstat Platon’un sanatçıyı bir
arabının ön tekerleklerine benzetmesi bundandır. Günün
aydınlığı, uzaklardan gelen bir sesin kulaklarını tırmalamasıdır
insanın. Hatta taşın bağrında papatyaların açması, derinleşen özlemidir bahara,
yazın yakıcı güneşiyle vuslata yürüme isteğidir.
Klasik çağın mitolojilerinde yarattığı
kahramanlar bir dönem popüler olduğunda, eleştirel aklın gücünden uzaklaşmış
kitleler bunun sonsuza değin süreceğini sandılar. Oysa karanlıkta kalan
düşüncenin yarattığı azizler sadece birkaç yüz yıl sonra anlamsız bulunup
silinip gittiler.
Edebiyat karanlık çağdan çıkışta
felsefi düşüncenin izinden yürüyerek yarattığı eleştirel ortamla aklı içine
düştüğü kalıplardan kurtarıp yeni bir çağın kapılarını araladılar. O çağın
düşünürleri aynı zamanda toplumsal hareketliliği başlatan edebi metinlerin de
yazarı, eleştirmen sanatçılarıydı.
Edebiyatın, mimariden fonetik
sanatlara, plastik sanatlardan geleneksel sanatlara uzanan sanatsal
manifestolar ortaya çıkarabilmiş olmasının ardında yatan gerçek zengin metinler
üzerinden geleceğini okuyabilen kitle aydınlanmasıdır. Cennet ile cehennem
arasında sıkıştırılmış kitlelerin isyanı yine, kurgusal tanrıların yarattığı
kutsal metinlere karşı duruşuyla başlamıştır. Gerçekte eleştirel aklın büyük
zaferlerinden birisidir bu durum.
Felsefe tarihinin büyük bilgesi
üstat Sokrates’in savunmasında ‘…Sizin
istediğiniz gibi konuşup yaşamaktansa kendi istediğim gibi konuşup ölmeyi
tercih ederim…’ Bir bilgenin yaşamı üzerine en büyük eleştirel notudur bu
savunma. Sanatçı eleştirmene uyarladığımızda, kimsenin bu zorlu yolu seçmeye
niçin meyletmediğini anlamamız bakımından önemlidir: Sevgiden uzak kalmak
değildir sadece eleştiri, intihardırıdır da insanın.
Eleştiri üzerine izdüşerken
yüreğimi hep sızlatan Frida Kahlo’nun Diegoya hazin
seslenişi düğümlenir boğazıma ‘ İki büyük
kaza geçirdim Diego; Tramvay ve sen. En kötüsü sendin…’
Gerçekte öyledir. İnsanın bir ömrü
başkalarının yaratıları için harcaması ve de kaçınılmaz son bile bile kendini
yalnızlığa mahkum edecek bir seçimi bilinçli olarak yapması…Frida’nın kazası
gibi trajikomiktir.
Eleştiri, yaratıcı düşüncenin bir
yansımasıdır: Yaratıcı düşünce eseri üzerinden onu aşan bir yaratıcılık ortaya
koyma eylemidir. Bu yönüyle Wilde’ın sanatlar
üstü sanat benzetmesine yaratıcılık
içinde yaratıcılık benzetmesini de eklemeliyiz.
‘Duygu ve akıl’ bağlantısı, eleştiri tartışmalarında düşünce akımlarının gündeminde geçmişten günümüze taşınmıştır.
Romantizm ve realizm akımları arasındaki sanat tartışmasında sanatı
duyguların dili olarak görmekle,
realiteye bağlamak ötekileştirme ve yoksaymanın güzel bir örneğidir.
Gerçek; sanatçının akıl ve duygunun
ışığında işleyeceği hammaddesidir. Somut ve soyut çalışmalar tek başlarına ne
duygunun ne de aklın ürünüdürler. Aklın yap dediğine duyguyu üfleyebilenlerin
sanatçı, bunların üzerine aynı süzgeçten
düşleyerek eleyenlerinde eleştirmen kimliğini kazandığını söyleyebiliriz.
*Sanat Felsefecisi, Yazar, Aşkın
Estetik Halleri, Zorbey’in Düşleri.
SANATIN
BÜYÜSÜYLE YAŞAMAK
Bir “Kırmızı ve Beyaz” Masalı
Ümit Yaşar GÖZÜM*
Renklerdir
gözlerimize erişen ışık, sevinç ve hüznün gözyaşlarımızdaki yansıması. Bir düş
cambazı gibi boyarken tuvalini ressam, izleyicinin ruhunu sarmalayan estetik
kaygıya döner kompozisyon. Alır götürür insanı kendi evreninin dışına. Duygu
yüklü bulutların altında fırça sallamaktır, başkalarının düşlerine girmek.
İnsanlık
alemi denen kaosta mutluluğu temsil eder yedi ana rengin asil olanı kırmızı.
Anadolu coğrafyasında beyazla buluştuğunda
doyumsuzlaşır ve üstün ruhu temsil eder. Tıpkı Kırmızı ve Beyaz temasında
olduğu gibi.
Türkçemin büyük ustası Nazım Hikmet üstad gelir aklıma. Dilimin ucundan
“Ne güzel şey
hatırlamak seni; bir mavi kumaşın üstünde
unutulmuş olan elin ve saçlarında vakur
yumuşaklığı canımın içi İstanbul toprağının…
İçimde ikinci bir insan gibidir seni
sevmek saadeti…” mısraları
dökülür.
Zorbey’in
Düşlerine dokunurum; bazen Maveraünnehir’de at koştururum bazen Kocatepe’de bir
savaşın ortasında ama çoğunlukla yedi tepeli kentin geçmiş zaman masallarındaki
siluetinde bulurum kendimi.
İbrahim Çallı’nın tuvalindeki Türk Topçularını, Hikmet Onat’ın Siperde Mektup Okuyan Askerlerini hatırlarım,
içimi tarifsiz bir hüzün kaplar. Halil Dikmen’in İstiklal Savaşında Cepheye Mermi
Taşıyan Kadınlarını izlerken içimdeki umudun kaynağını yeniden
hatırlarım. Hüseyin Avni Lifij’in Karagün
ve Akgün resimleri özetler Kurtuluş
Savaşını ve Büyük Zaferi. İstiklal
Caddesinde yürürüm kolkola. Yeni yıla ramak kala tuvale düşen, resimleri
izlemek ve güzel kadınlarını selamlamak için Deniz Müzesine yürürüm Taksimden. Acısız ve bereketiyle gelmeli
yeni yıl bu kadim topraklara .
Anadolu Kadınımdır, Ruhu Bin Yıllık Vatanım…
Sanatın
aydınlığında yol alırım gelecek düşlerime.
“Dünyada her şey kadının
eseridir.”aforizmasını öğütlerim kızıma. Bedeninin yarısını yok sayanla
eşdeğer bulurum, kadının üstün yaratma gücünü görmezden gelenleri.
Cumhuriyet
kadınlarının ruhunda; cepheye mermi taşıyan onurlu anaları görürüm, vatan
savunmasında ilk kurşunlarını atan Nene Hatunları, Satı Kadınları. Tıpkı binlerce
aydın ve sanatçının Türkiye sevdasının
ardında durdukları gibi.
Gökyüzünün
mavisi iner Anadolu mahşerine de kızıllığa bürünür dağ taş. Karanlık geceyi
yaran ay, bir hilal gibi düşer bu
mahşerin üstüne. Adı kazınır spatulalarla gelinliğini giymiş tuvale.
Şimşeklerin
çaktığı yer İstanbul, yıldırımların
düştüğü Çanakkale’dir… Orta Asya steplerinden
iç Avrupa’ya uzanan bir büyük rüyanın gerçeğine uyanmak için, bir ağustos
gecesinde zafere sürer atlarını
süvariler.
Her
yıl büyük zaferi anmak ister ülkemin aydınlık yüzleri.Göktürk yazıtlarından
Dedem Korkut’a oradan Mustafa Kemal’e uzanırlar ironiyle bütünleştirdikleri Kırmızı ve Beyaz Masalıyla.
Zorbey Haykırır: Ressam fırçasıyla akar tarihe,
yazar cümleleriyle.
Post-modern
zamanların da ötesi gelecek insan kardeşlerim, makam ve mevkilerin aslında
kalıcı olmadığını anladığımızda, zamanın
kaçınılmaz akışında sanatla var olacak toplumlar, sanatla yaşayacak büyük
idealler ve sanat aydınlatacak yeryüzünü tıpkı Skolastik Çağı aydınlattığı gibi.
Türk
sanatının tarihsel seyrine baktığımızda ne mutlu ki, artık daha fazla kadın
gerçeğini hissediyoruz. Alaylılarımız da artık mekteplilerimiz gibi sanat yapmak
için ortak aklı yaratmaya çalışıyor.
Sanatın
birleştirici ve geliştirici gücünün ışığında ayırımları ortadan kaldırarak yeni
hedefler yaratmak ve ulaşmak söylemin başladığı nokta. Hamasetten
arındırdığınız zaman ortak değerleri vurgulamaya hizmet eder söylem ve
edimlerimiz. Önemli olan hepimizin
sınırlarını özümseyerek durması gerektiği yeri bilmesi.
Sevgi
ve sanatla kalın.
*Sanat Felsefecisi,Yazar
@ZORBEY_umityasargozum