Şair
ve yazar, çevirmen, öğretim üyesi. 26 Eylül 1977’de İstanbul’da doğdu. İ.Ü.
İktisat Fakültesi İngilizce İktisat Bölümünü bitirdi (2000). Aynı bölümde
yüksek lisans yaptı. 2006’da New York Eyalet Üniversitesi, Sanatlar ve Bilimler
Koleji, Ekonomi Bölümünde burslu olarak doktora programına başladı. 2010'da
“iktisat doktoru” unvanını aldı. İ.Ü. İktisat Fakültesi İngilizce İktisat
Bölümü İktisat Politikası Anabilim Dalı'nda Öğretim Üyesi olarak çalışmaktadır.
Şiirleri,
şiir ve şairler üzerine yazıları ve çevirileri 1997 yılından bu yana çeşitli
dergi ve gazetelerde yayımlandı. Nâzım Hikmet Akademisi’nde estetik dersleri
verdi. Ralph Waldo Emerson, Percy Bysshe Shelley, Leigh Hunt, Lord Byron, Lord
Alfred Tennyson, Ben Jonson, Thomas Chatterton, Ralph Hodgson, Dante Gabriel
Rossetti gibi dünya şairlerinin şiirlerini Türkçeye uyarladı. Birçok dergide editörlük
yaptı. Rosetta World Literatura adlı uluslararası karşılaştırmalı edebiyat
dergisinin ve kültür sanat dergisi Absent’in genel yayın yönetmenidir.
Üvercinka dergisinde ‘Genç Üvercinka’ adlı şiir köşesinin editörlüğünü yaptı.
2015’de
Fransa’nın Sète kasabasında düzenlenen Akdeniz’in Akdeniz’de Yaşayan Sesleri
(Voix Vives de Méditerranée en Méditerranée) adlı uluslararası şiir festivaline
konuk oldu. 2017'de İtalya’da, direktörlüğünü Regina Resta'nın yaptığı
“Verbumlandi Art” festivali kapsamında beşincisi düzenlenen Galateo Kenti
Ulusal ve Uluslararası Nesir ve Şiir Yarışması’nda (Premio Nazionale ed
Internazionale di Poesia e Prosa Città Del Galateo) ‘Uluslararası’ kategoride
"Time Does Elapse" ("İlerliyor Vakit") adlı İngilizce şiiri
ile birincilik ödülüne değer görüldü. Şiirleri birçok yabancı dile çevrildi ve
antolojilerde yayımlandı. 10. Uluslararası İstanbul Şiir Festivali
Şiiristanbul’un Festival Düzenleme Kurulunda ve festival kapsamında verilen
Sevda Ergin Şiir Ödülü’nün Seçici Kurulunda yer aldı.
Makedon
şair Marta Markoska'nın Makedonya'nın başkenti Üsküp'de Galikul Yayınları
tarafından İngilizce ve Makedonca yayımlanan, Todor Chalovski ödüllü
"İçimizdeki Kara Delikler" adlı şiir kitabından bir seçkiyi 17-20
Kasım 2016 tarihlerinde İstanbul'da Artshop Yayıncılık'ın düzenlediği 1.
Kıtalararası Genç Şiir Festivali etkinlikleri kapsamında Türkçeye çevirdi.
Kitap, Artshop Yayıncılık'ın Artshop Dünya Edebiyatı Platformu Şiir Dizisi'nden
özel basımla Ekim 2016'da yayımlandı.
6-10
Ocak 2017 tarihlerinde Artshop Yayıncılık tarafından İstanbul'da düzenlenen 1.
Uluslararası Cemal Süreya Buluşması'na panelist olarak katıldı. Musıki Eseri
Sahipleri Meslek Birliği (MESAM) ve Cemal Süreya Kültür Sanat Derneği üyesidir.
Halen çeşitli dergi ve gazetelerde şiirleri, yazıları ve çevirileri
yayımlanmaktadır.
ESERLERİ:
Şiir: Duvarlarda Gözlerim Üşüyor (2006; 2.
Basım 2016), Dansa Kaldırılmayan Kadın
(2010), Ahenk Kapısı (2013), Budapeşte Radyosu (2016), Şehri Terk Eden Hayalet (2017), Doğu Hindistan Kumpanyası (2017)
Deneme-İnceleme: Köşeli Parantez (Sanat ve Edebiyat Yazıları, 2016).
Çeviri Şiir: Anarşinin Maskesi (Percy Bysshe Shelley,
2010), Neşideler (Behruz Kia, 2013), Seçilmiş Şiirler (Ralph Waldo Emerson,
2016), Şiirler (Ralph Hodgson, 2016), İçimizdeki
Kara Delikler (Marta Markoska, 2016), Yeryüzüne
İndirilmiş Gölgeler (Dante Gabriel Rossetti / Simge Özer ve Pelin Batu ile
birlikte, 2017).
Çeviri Deneme-İnceleme: Şair (Ralph Waldo Emerson, 2010), Aşk (Ralph Waldo Emerson, 2013), Şiirin Öğeleri ve İşlevi (George
Santayana, 2014).
Antoloji: Söyle İsyan İçinde Türkümüzü (Gezi Direnişi
Şiir Antolojisi / İsmail Biçer ile birlikte, 2014).
Derleme: P.K. 690 Beyoğlu (Muammer Hacıoğlu, Bütün Şiirleri / İdris Atmaca
ile birlikte, 2006), Seçilmiş Şiirler
(Muammer Hacıoğlu, 2017).
KAYNAK:
Volkan Hacıoğlu Web Sitesi (volkanhacioglu.wixsite.com – Volkan Hacıoğlu Bilgi
Teyidi, 20.11.2017).
EMİRGAN’da GERİLLA BİR GÜL
Volkan HACIOĞLU
Geçmişin
ve geleceğin birleştiği köprü
Şimdi,
bağbozumu Zaman’ın
Yakala
kavisli ve gergin bakışlarımı
Uzayıp
giden ipi gibi bir uçurtmanın
Koptu
kopacak fırtınanın arifesinde
Çabuk
kaç aynaların önünden
Çünkü
arkasında bütün kapıların
Ya
yoktur ya ölüdür insan.
Paramparça
tarihin hatıra defteri
Fotoğraflarda
gördüm o insanları
O
evleri, o yolları, o arabaları,
Siyah
beyaz filmlerde seyrettim
Yılkı
atlarının uzak yalnızlıklarını
Bir
kedinin fosforlu gözleri kaldı aklımda
Çünkü
ötesinde bütün mesafelerin
Ya
yoktur ya ölüdür dünya.
Sevdası
kayıp kadınlar mahallesinde
Elimi
tuttu aşçı Aysel mutfağında bir fabrikanın
Sanki
bir ışık şelalesi aktı
Arasından
on yedi yaş parmaklarımın
Ekmekler
yağmur kokuyordu.
Ve
Binbaşı Ernesto not düştü günlüğüne:
“Yağmur
komünistti herkese yağıyordu!”
Terk
edilmiş kulübesinde
İhtiyar
bir çoban köpeğinin
Yuva
yapmış iki ak güvercin
Çünkü
ortasında bir kış resminin
Ya
yoktur ya ölüdür aşk.
Okullarda,
fabrikalarda, atölyelerde
Çanlar
değil, ziller kimin için çalıyor?
Servis
saati yaklaşırken otobüslerin
İşçiler
beklerken tabldot sırasında
Ziller,
ziller, ziller çalıyor zindanında sefaletin
Çünkü
kasasında sömürü düzeninin
Ya
yoktur ya ölüdür vicdan.
Emirgan’da
gerilla bir gül
Yollarını
kesiyor sevdalıların
Bir
İbrahim Çallı tablosundan çıkmış
Üzerinde
Boğaz’ın masmavi sularının
Kıpkırmızı
alevden bir gül kuşatma altında
Helikopterler,
uçaklar, gemiler seferber olmuş
Koparmak
için o gülü bağrından dalgaların
Ve
atmak için suların karanlığına
Direniyor
süngü gibi gövdesiyle
Gelmiş
geçmiş şairlerin aşkına heyhat
Çünkü
altında yıkılmış bir uygarlığın
Ya
yoktur ya ölüdür sanat!
(Şehri
Terk Eden Hayalet, s. 24-25)
ŞEHRİ TERK EDEN HAYALET
Volkan HACIOĞLU
Cumartesi
günleri Jack London okuyan çocuklardık
Sokrat’ın
Savunma’sıyla,
Kafka’nın
Dava’sı arasında gidip gelerek
Geçeceğini
bilmeden nice ömürlerin.
Boğazımıza
oturan bir yumruydu şiir
Hasret
ve ihanet burcunda,
Kendi
hâline bıraktığımız düşler gibi
Kendi
hâline bıraktığımız gülüşler gibi
Kendi
hâlinde değildi yalnızlığımız.
Şehri
terk eden hayaletin ardından ağladık
Yutkunmaya
çalıştık hazmedemeyeceğimiz şeyleri
Deniz
kıyısında gökkuşağı ve güneş
Gençliğimizden
geçen ayçiçeği tarlaları
Elleri
ceplerinde uzak bir Haziran
Rençperlerin
başında Van Gogh’un hasır şapkası
Ve
yarım kalan hasat türküleri.
En
çok zemheride sezdik gelişini baharın
Temmuz
sıcağında kış çoktan başlamıştı içimizde
Kanlı
kanatları kalbimizdeki kuzgunun
Çarparak
uçardı kaderin güllerine
Aşklarımız
veda busesiyle mühürlü,
“İmgelerin
ihaneti”ne uğradık daha en baştan.
Bir
tek Ölüm’ün fidyesi yoktu metruk uykularda
Bizi
bizimle kaçıran, bizi bize bağışlayan korsan
Sevdiğimiz
bütün kadınların adlarını unuttuk
Leylaklar
döküldü sokaklarına yokluğun
Onlar
son defa gittiler bilinmeyen bir diyara,
Gitmek
fiilini de alıp gittiler yanlarında.
Cumartesi
günleri Jack London okuyan çocuklardık
Vahşetin
Çağrısı’nı duyduk, Uçurum İnsanları’na inandık
Elleri
tetikte ıssız bir Eylül alır getirirdi gözlerimizi
Daldığımız
ufukların uzak dünyalarından.
(Şehri
Terk Eden Hayalet, s. 10-11)
Volkan HACIOĞLU
Bilmemek
hayatımız olsun! Hissettikçe unutalım!
Fernando
Pessoa
Şiir
bir Panama şapkasıdır
Ölmüş
kanal işçilerinin yüzlerini örten güneşte
Siyah
kurdelesi rüzgârda savrulan
Ve
rulo hâline getirildiğinde
Sıkılı
yumruklarıyla
Kaskatı
kalmış ellerinde
Altın
bir alyansın içinden
Son nefesleri
gibi
Geçecek kadar
ince
Uzun
lafın kısasıdır şiir
Demirin
soğuk tarafı, bıçağın sivri ucu
Hezarfen
Goethe’nin nehre defalarca fırlattığı çakının
Kadim kehaneti
Lanetlenmiş
bir aşka dair
Yerine
getirilmemiş bir söz
Bir
yalan, bir iftira, bir zehir
Ockham’ın
usturasının ağzında
Kurumuş kan
damlası
Eski
bir şövalyeden kalma
Ve
dillerde dolanan rivayet
Acımasız
bir ihanete dair
Şiir,
Şimdi’nin arşividir
Varlık
değil, Yokluk makamında
Aslında
hiç olmamak
Hiçbir
zaman atılmamış
Ve
asla atılmayacak
Hileli
bir çift zar
Kader’in
avuçlarında
Sımsıkı duran
Schrödinger’in
Kedisi’dir şiir
Pandora’nın
kutusunda hem ölü hem diri
Atom
numarası 666!
Gerçekliğin
olasılığa hapsolduğu
O süreğen
yanılsama
Hareketsiz
bir göz gibi uykuda
Rüyaların
üç boyutlu zamansızlığı
—Heri, Cras, Hodi,—
Kendini
resmederken
Resmettiği
resim tarafından resmedilen
Grotesk bir
ressam,
“Güneşin
Ölümü’ndeki estetik”
Bakmakla
görmek arasındaki fark: bkz. evrenin sırrı
Gitmekle
gelmek arasındaki denklem:
bkz.
Calder’in hareketli heykelleri
Düşünmekle
anlamak arasındaki paradoks:
bkz. insani
kusur—
Laplace’ın
her şeyi bilen Şeytan’ı,
Maxwell’in iyi
huylu Cin’i
Ve Heisenberg’in
Belirsizlik İlkesi. . .
Şiir,
harfitariftir!
(Ahenk
Kapısı, s. 9-10)
Volkan HACIOĞLU
“Yağmur çiseliyor kente”
Arthur
Rimbaud
Bir
gözyaşının içinde büyür yaz Brüksel bahçelerinde
Brüksel
bahçelerinde çırılçıplak soyunur yağmur
Kasvetli
bir sokak geçer önünden kimsesiz evlerin
Asırlık
çınarlar tarihin derinliğinden seslenir
Asırlık
çınarlarla nefes alır verir kadim çağlar,
Asırlık
çınarlarla susar, asırlık çınarlarla konuşur
Brüksel
bahçelerinde güneş, mazi ve rüzgâr
Brüksel
bahçeleri mezarlıktan doğmuştur.
Antika
bir silah iskeleti derin uykusunda kaderin
Sessizlik
içinde kaybolan baharların zamanı
Unutulmuş
bir düşünce ışıldar dibinde uzak belleğin
Ve
halka halka genişler geçmişin ürperen gölü
Bazı
rüyalar tarihöncesidir, bazı hatıralar gerçekdışı
Bazı
kehanetler ihtimaller ötesi bir anlam taşır kalpte
Buğulu
bir aynada dağılırken yüzü çocukluğun
Yalnız
bir kadının bir kediyle göz göze geldiği an
Brüksel
bahçelerinden havalandı kuzgun.
Üç
gün içinde çık gel yanıma, diye yazdım karıma
Üç
gün içinde rakkas duracak yaşamak ve ölmek arasında
Ben,
Paul Verlaine, lanetli şairlerin prensi,
Umutsuz
sevdalısı musikinin ve melankolinin
10
Temmuz 1873 sabahı, bir Perşembe günü
Saint-Hubert
Kraliyet Galerileri pasajından satın aldım
Karabasanlar
ortasında, ellerim titreyerek,
İskeletini
antik bir silahın ve karıma dedim ki
Üç
gün içinde yanıma gelmezsen eğer
Şiirlerimden
parlak bir kurşun sıkacağım
Satürn’den
hızlı dönen şu kafama.
“Çarşamba
akşamı çok içti ve sarhoş oldu,
Perşembe
sabahı saat altıda çıkıp gitti,
Ancak
öğlene doğru eve döndü; yine sarhoştu,
Satın
almış olduğu bir tabancayı gösterdi bana;
Ne
yapmayı düşündüğünü sorduğumda, şakayla:
‘Senin
için aldım bunu,’ dedi, ‘kendim için,
Ve
herkes için!’ Aşırı tedirgin ve sinirliydi.”[2]
Herkes
için bir revolver! Verlaine’in revolveri!
Âşıklar
için, yalnızlar için, hırsızlar için
Zenginler
ve fakirler, soylular ve soysuzlar,
Gençler
ve yaşlılar, ölüler ve diriler için!
Zalimler
ve mazlumlar, akıllılar ve aptallar için
Uyanmış
bir silah iskeleti derin uykusundan kaderin
Mezarlıktan
doğan Brüksel bahçelerinden
Havalanan
kuzgunun akşamla büyüyen kanatları
Gölgelerken
kasvetli evlerin çatılarını
Herkes
için bir revolver! Verlaine’in revolveri!
Bir
otel odasında Perşembe günü öğleden sonra
Sımsıkı
kilitledim sahanlığa açılan odanın kapısını
Ve
kapının arkasına bir sandalye koyup oturdum
Hayatın
sırrını mırıldanan bir Sfenks kadar mağrur
O,
sırtını karşı duvara dayamış, ayakta duruyordu
Gölgesi
ayaklarımın dibine düşmüştü loş ışıkta
Ellerim
artık titremiyordu, sesim titremiyordu,
7mm’lik
revolveri ona doğrulttum ve haykırdım:
“Beni
terk etmek ne demekmiş göstereceğim sana!”
Ve
ardından iki el ateş ettim.. Sonsuzluk yankılandı.
Kurşun
sesi değil, çığlığı duyuldu kuzgunun
“Ey
Tanrım beni aşkla yaraladın!”[3]
Gözyaşları
arasında bileğine isabet etti ilk kurşun,
“Ve
hâlâ kanamada açtığın yara”[4]
İkincisi
sekti duvardan ve bacaya saplandı.
“Boğ
beni dalgasında şarabının”[5]
Al,
sen vur beni, sık bütün kurşunları şakağıma!
“Ölümlü,
melek ve şeytan Rimbaud”[6]
Brüksel
bahçeleri baştan sona unutuştur!
“Tarih
senle dikecek ölümün heykelini.”[7]
Antika
bir silah iskeleti derin uykusunda kaderin
İki
büyük şair arasındaki kavganın tek şahidi
Çığlık
çığlığa kuzgun sürüleri kararttı gökleri
Bin
sekiz yüz yetmiş üçün bir yaz akşamında
Brüksel
bahçelerinde el ayak çekildi.
Sessizlik
içinde kaybolan baharların zamanı
Asırlık
çınarlar tarihin derinliğinden seslenir
Antika
revolverler gibi…
Herkes
için bir revolver! Verlaine’in revolveri!
(Şehri
Terk Eden Hayalet, s. 45-48)
GARİBALDİ
GÜNLERİ
“Kalbin de kendine has nedenleri vardır
Ki akıl bunları hiçbir zaman anlayamaz.”
Blaise Pascal
Aklında
tut o isyan güneşini
Safir
bir gözyaşında parlayan
Hani
bir mevsim ki senli benli
Aydınlığın
şafağına
Karanlığın
perspektifinden baktığımız
Hani
o ilkbaharların en güzeli
Devrimin
süvarileri
Biraz
Chagall, biraz Kandinsky
Uzaklarda
bir Lorca
Tanrıtanımaz
kasırga
Bir
tutam fesleğen
Afrika
şeftalisi
Ve
elbette bir meltem
Sessizliğimize
yeltenen
Mermer
göklerin en uzak yeri
“Yerden
çok yüksekte yaşıyoruz”
Mağarası
uğursuz rüzgârların
Hani
o masum kız
Tarihsel
bir yağmura ağlayan
Hepsi
hepsi hepsi
Nerede
şimdi?
Aklında
tut bu bulutları
Derin
bir idraki dakik içinde
İmge
denizinde yüzen insan suretleri
Fikir
kalesinin burcundaki Anka
Gölgeler
vadisinde
Gökyüzünün
kum saati
Bir
bilinmezliğe doğru akıp giden
Ve
her şeyi beraberinde götüren
Ya
da havai bir değirmen
Alacakaranlığın
ağırlığında
Dönedöne
öğüten
Geçmişi,
şimdiyi ve geleceği
Hayatı,
zamanı ve evreni
Ama
unutabilirsin bir akşam vakti
Mor
çiçekli bir erguvan dalının
Altından
geçtiğini zafer takı gibi
Birbirinin
içinden çıkan insanların
Neden
birbirine girdiğini unutabilirsin
Yeryüzünde
kopan bu kızılca kıyameti
Kurtlara
kazdırılan mezarları
Sansarlara
parçalatılan cesetleri
Ve
arenasında uygarlığın
Aslanlara
fırlatılan etleri!
Modern
Hamlet tragedyalarını
Barok
yalnızlıkları, Gotik korkuları
İki
dünyanın şövalyesi
Garibaldi
günlerini
Hattâ
kalbindeki hakikati
Hepsini
hepsini hepsini
Bir
anda unutabilirsin
O
vakit bil ki ihanet içindesin!
VOLKAN
HACIOĞLU (Budapeşte Radyosu, s. 27-28)
[1] 19 Ekim 2016 tarihinde The Guardian gazetesi Verlaine’in
1873’de Brüksel’de kaldıkları bir otel odasında Rimbaud’ya ateş ederek onu
bileğinden yaraladığı tabancanın 30 Kasım 2016 tarihinde Paris’te Christie’s
Müzayede Evi’nde açık arttırmada satışa çıkarılacağına dair bir haber
yayınladı.
[2] Rimbaud’nun sorgu yargıçlığına
verdiği ifade, 12 Temmuz 1873; “Rimbaud’nun Mektupları,” Çev.: Tahsin Saraç,
İstanbul: Düşün Yayınevi, Birinci Basım, 1985, s. 39.
[3] Paul Verlaine, “Ey Tanrım,”
Seçme Şiirler, Çev.: Erdoğan Alkan, İstanbul: Yön Yayıncılık, Birinci Baskı,
Mayıs 1994, s. 110.
[4] A.e.
[5] A.e.
[6] Paul Verlaine, “Arthur Rimbaud’ya,”
Seçme Şiirler, Çev.: Erdoğan Alkan, İstanbul: Yön Yayıncılık, Birinci Baskı,
Mayıs 1994, s. 126.
[7] A.e.
AHENK KAPISI’NDAN BUDAPEŞTE RADYOSU’NA
Oğuz ÖZDEM
Şiirde teknik yenilik adına her türlü çalışma yapıldı, bu
durum günümüze ‘çok biçimlilik’ olarak yansıdı. Fakat biçimsel çalışmalar
yapılırken süreç hep içerik sınırlamalarıyla yürüdü. Doğal ki şiirde içerik
görece bir kavram; konuya dayalı şiir, durum şiiri, olgu şiiri… gibi çeşitlilik
gösteriyor. Bir şiiri içeriğine göre etiketlemek yanlısı değilim, ancak bir
şiire baktığım zaman daha çok şiirdeki yoğunluk benim ilgimi çekiyor.
‘yoğunlaştırılmış içerik’ olarak nitelendirdiğim bu kavram, biraz da ‘bana göre’lik
bir yaklaşım. Şöyle açımlayabilirim: şairin entelektüel birikimine ve bakış
açısına bağlı olarak şiire yansıyan poetik anlayış, şiirde açılan düşünce
kapıları, tarihe, felsefeye vb. yaptığı göndermeler… gibi şiir içinde kendi
orantısını, tartısını oluşturan bir yaklaşım.
Volkan Hacıoğlu’nun peş peşe iki şiir kitabı elime geçti.
“Ahenk Kapısı” (Artshop Yayıncılık, 2013) ve “Budapeşte Radyosu” (Artshop
Yayıncılık, 2016). “Ahenk Kapısı”nda şiirin temel sorunlarını çözdüğü, çok
yönlü okumalar eşliğinde kendi şiirini kurduğu izlenimi ortaya çıkıyor. Kitaba
“Giriş” bölümüyle yazdığı ilk şiirde kendi poetikasını da şiirsel saptamalar
eşliğinde yansıtır. Şiir içinde altını-üstünü doldurduğu saptamalar şunlar:
“Şiir bir panama şapkasıdır”
“Uzun lafın kısasıdır şiir”
“Şiir şimdinin arşividir”
“Schrödinger’in Kedisi’dir şiir”
“Şiir, harfitariftir”
Üzerinde konuşup tartışabileceğimiz bu sorular, onun
öznelinden çıkıp genelleşmeye doğru bir eğilim de taşıyor. “Şiir, şimdinin
arşividir” saptaması çok sayıda yazılan şiirlerin gittiği, gideceği yeri
belirlerken yine aynı bölümde Mallerme’nin “şiir bir zar atımıdır” sözüne zarın
‘hileli’ olduğunu belirtmesi günümüz şiir ortamını yansıtan, üzerinde
tartışılabilecek bir durumu işaret ediyor:
“Şiir, şimdinin arşividir/ Varlık değil, Yokluk makamında/
Aslında hiç olmamak/ Hiçbir zaman atılmamış/ Ve asla atılmayacak/ Hileli bir
çift zar/ Kaderin avuçlarında/ Sımsıkı duran”
Kitaptaki şiirler, düşünce olarak bu saptamalarla
buluşmalar eşliğinde ilerler. Dünya edebiyatına mal olmuş sanatçılarla kurduğu
metinler arası ilişki kurgusal boyutuyla kitabın geneline yansır. Sanatsal
göstergelerle geçmişi şimdiye çağırır. Simonides, La Bruye’re, Dante, Geotte
vb. isimler dizeleriyle, roman karakteriyle Volkan Hacıoğlu’nun kendi söylemiyle
buluşur.
“Budapeşte Radyosu”, “ Ahenk Kapısı” ile yöntem olarak
paralellik gösterir, birbirinin devamı niteliktedir. Kitap, “Açılış”, “Şiir
Saati”, “Devrim Şarkıları”, “Radyo Tiyatrosu”, “Akşam Kuşağı”, “Kapanış Suları”
gibi ara başlıklarla ilerler.
“Lodos” adlı şiirde Volkan Hacıoğlu, nasıl bir şiir
istediğinin, ne yapmasını gerektiğinin işaretlerini verir:
“Başka dünyalardan,/ Öteki hayatlardan, uzak zamanlardan/
Çıkagelen fikirler ve insanlar,/ Ya da İdea’lar ve Kendinde Şey’ler/
Kokularıyla, renkleriyle, sesleriyle sarar etrafımızı”
Bu verilerden yola çıkarsak Hacıoğlu’nun, dünya edebiyatına
mal olmuş edebiyatçılar ve düşünce adamlarından oluşan kültürel bir atmosfer
içinden kendi şiirini çıkarmaya çalıştığını görürüz. Kolaj şiir diyebileceğimiz
bir çalışma yapmış. Alıntılama yaptığı özlü bir sözün, dizelerin çağrışımıyla
şiire başlar. Aynı konu ve düşünceyle buluşturduğu başka şairlerin dizelerinden
alıntı yapmaktan çekinmez. Genişleyen duygu, düşünce birliği son sözü
kendisinin söylediği sona doğru akar.
Kitap, “Açılış” bölümüyle, “Bir Rüya Operası” şiiriyle
başlar. ‘Rüya’ olarak öteki hayatlardan, uzak diyarlardan ‘şimdi’ye getirilen
yerler Viyana, Macaristan gibi Osmanlı izlerinin de yansıdığı Orta Avrupa’dır.
Aziz Stephan Kilisesi’nin bulunduğu meydan görsel bir dille şiirleştirilir.
Kamera gözüyle bütün meydanların ortak özelliğini yansıtır: yem yiyen
güvercinler, müzisyenler, Çingeneler… Nietzche’yi ağlatan atlar… şiire görsel
bir tat katar. Kaybolan hayaller, hatıralar; bütün yaşanmışlıklar bir rüyayla
başlar ve bu sisli atmosfer uyanışla sona erer.
“Devrim Şarkıları”nda tarih içi bir bakışla Chagall,
Kandinsky, Lorka, Franco, Turan Emeksiz, Deniz gibi anmalık isimlerle bir
perspektif oluşturur.
“Ruhi Bey ile Diyaloglar”a özel bir yer açmanın gerekli
olduğunu düşünüyorum. Şiir, Edip Cansever’in “Ben Ruhi Bey Nasılım” adlı
şiirine nazire niteliğinde. Nazire, bilindiği gibi divan edebiyatında yazılmış
bir şiirin aynı konu ve temayla yeniden ele alınışıdır. Ben daha iyisini
yazarım, mantığıyla bir meydan okuma havası vardır, ancak Volkan’ın böyle bir
niyet taşımadığı görülür. Her şairin içindeki Ruhi Bey’i ele alır. Kendi
deyimiyle “Ruhi Bey Ruhi Bey’ler düşünüyor!” Zamanın geçişiyle panikleyen,
varoluş boşluğu yaşayan, bölünmüş benliğiyle şiir yazan şairin iç
konuşmalarını; geçmişiyle, eylemleriyle, zamanla hesaplaşan boşluktaki bir
karakteri bilinç akışı tekniğiyle ele alır. Edip Cansever’le aynı mekânları
dolaşsa da güzel bir ‘buluşma’ şiirinin oluştuğunu görürüz.
Hacıoğlu’nun dize yapısına, dizedeki ses akışına önem
verdiği görülür. Ancak, şiirlerin içeriğine bağlı olarak kullandığı sözcüklerin
biraz risk alanı oluşturduğunu söyleyebilirim. Yabancı kişi ve yer isimlerini
Osmanlıca sözcüklerle beraber kullanması (siluet, vuslat, intizar, evrakı
mefruke, menfaat, hafıza, muamma, menzil, kehanet vb.) dizelerdeki ses akışını
zorlayabiliyor. Aynı şekilde belirtili ve zincirleme isim tamlamalarının fazla
kullanılması dili kekemeleştirebiliyor: fırtınalı fikirlerin fırlattığı, evin
ve evrenin, güneşin ve batakların/ Altın şarkısını/ Kutsallığını emeğin ve
kardeşliğin, ölümün duvar saatinin…
Toparlarsak; Volkan Hacıoğlu, “Ahenk Kapısı”nda
alıntıladığı Simonides’in “Resim sessiz şiirdir, şiir ise konuşan resim”
sözünün üzerine gidercesine katedralleri, kiliseleri, opera binalarını,
sarayları bir dekor olarak kullanır. Yaşadıklarıyla, gördükleriyle,
okuduklarıyla bir nostalji oluşturur. Eşyalarıyla birlikte yok olmaya yüz
tutmuş hatıralar, aşklar, ayrılıklar bireysel süzgeçten geçirilerek
şiirleştirilir.
BUDAPEŞTE RADYOSU
Volkan Hacıoğlu
Artshop, 2016
BirGün gazetesi kültür sanat sayfası, 15 Eylül 2016
Link: https://www.birgun.net/haber-detay/ahenk-kapisi-ndan-budapeste-radyosu-na-128157.html
BUDAPEŞTE RADYOSU HEP
AÇIK KALSIN
Engin TURGUT
Zahmetli bir yola çıkmış.
Varlıkla yokluğun arasındaki çileye uğramak için dem olmak gerekiyor.
Babadan kalan bir gen ya da çalışkanlık ya da sadece yetenek diyelim, yetmiyor.
Ama erken kalkan kelimelerin son sesi olmaktan uzaklaşan başka bir ses ve eda ve
tavır ve ahenk ve derin harmoni ile ilk kitabını aşarak, oradan taşarak bugünkü
şiir yurduna, şiirin geniş avlusuna uzanabilmek zordur, kahırdır, çiledir,
acıdır. Önceleyin bunu başarmış Volkan Hacıoğlu. Çok çalışmış belli ki. İnat ve
sabrı yeteneğiyle birleştirmiş sonunda. Duvar saati lodos ve logos aşkına
Volkan Hacıoğlu kimi zaman bir başına, kimi zaman Hemingway okurken vurdular
onu ve sonra Rimbaud’un öldüğü yaşta, kendi ömrünün kiracısıymış, kısacası tayf
katili olmaktan son anda vazgeçen şair! “Hakikatin kaburga kemiklerine” bile
şiir yazdığı görülmüştür.
İlk kitabı için heyecan yapmış,
acele etmiş, şiirler çay gibi demlenmeli, seni ve o sesini istemeli oysa. Şiir
bu, hemen kalbinize düşecek bir oğul bir kız evladı vermez size. Miras bu! O
miras hemen har vurulup harman cinsinden değildir. O toplumcu, o toplumsal
derinliğin üzerine sizin, zihin ve sihir ve akıl katmanlarınız olacaktır
elbette. Yoksa siz o dalga geçtiğiniz kelime oyunlarının uzağına, tuzağına
kendiniz de düşebilirsiniz. Büyük, iri, kocaman, dağ gibi laflar etmeyip,
şiirin kalbine emanet edeceksiniz, zaaflarınızı, atacağınız onca zarflarınızı…
Devam edelim mi? Bence edelim.
Bakın bir kardeşimiz de yıllardır aynı hatayı yaptı. Önce ismini öne çıkardı
sora şiirini. Kimse kusura bakmasın. Akademisyen olmanız şair yanınızı
incitebilir. Ya da genç şair adaylarına destek çıkabilirsiniz belki ama
dikkatle ve rikkatle düşünüp, hemen bir mertebe duruşu edinmeyeceksiniz.
Eleştirmen yanınıza şiir yazan kimliğinizi eklemekte acele etmeyeceksiniz, hayat
izin verebilir belki ama şiir buna asla ve asla müsaade etmeyebilir. Şiir
özgürdür çünkü. Onun alıcısına ve okuruna karışamazsınız ve bu bağlamda deruni
de olsa yazılar yazabilirsiniz ama bu şiiri iplemiyor. Şiiri tutan kaçar,
kimseden icazet almayan tek özgür kedi odur. Şiir üzerine bir an ahkâm
kestiğimi düşündüyseniz, dilimi bir pasta gibi kesiniz ben de sizin düşlerinizi
dişlerimle ezerim.
Volkan Hacıoğlu şiiri mi şimdi
oraya doğru akalım mı? Doludizgin akalım hem de. İyi şiirler yazmaya mahkûm
edilmiş ve yazıyor da. Sessiz ezgilere, deniz gülü şarkıları bırakarak yazıyor
birde. Büyülü imgelerle yolculuğa çıkarken, Rilke okuyan kızlara göz kırparak,
içindeki o büyük cevhere dokunarak yazıyor. İyi ki de yazıyor. İnanın bana,
abartmadan söylüyorum: şimdi benim ve hepimizin böyle nitelikli şiirler yazan
bu şairimizden öğreneceği çok güzellikler vardır. Acı çağ gençleri onlar, çöp
yiyen çocuklarla yan yana rüya görmüşlükleri vardır.
“Mümkünse müsait bir yerde
biraz da utanalım” diyebilecek kadar da kendisidir. Yorgun bir hançere kalbini
her yere taşır, şiirimizin son evlatlarından, son ağaçlarındandır. Söz gelimi
Zola’yı ne güzel anlatır ve itiraf eder. Ve bir şiirini şöyle zarif akıtır
dizelerine: “hayat denilen bu varyetenin, son sahnesini son repliği: sonsuz bir
Beckett sessizliği” demesi bir mimoza çiçeği değil de nedir?
İyi bir şairin suç ortağı
sokaklardır çünkü! Bu şiir kardeşim, şairim Volkan Hacıoğlu Türk şiirinin raf
ömrünü uzatanlardandır. Onun şiirleri hayattan kopya çekmiyor, onun şiirlerinde
ruh var, can var, hasret var, gurbet var. Kısacası ilham, sezgi ve vahiy
denilen kavramları canlandıramayanlar şiir yazamazlar zaten. Bu bağlamda keşfe
düşenle şiiri zevk edinmek bizi şair ve şiir kardeşliğine yakınlaştırır.
Budapeşte Radyosu hep açık kalsın…
Kısacası: ne diyor şair;
“İnsanlar ayna gibi…
Budapeşte Radyosu,
Volkan Hacıoğlu, Şiir,
Artshop Yayıncılık,
2016.
Evrensel gazetesi
kültür sanat sayfası, 30 Mayıs 2016
Link: https://www.evrensel.net/haber/281271/budapeste-radyosu-hep-acik-kalsin