Levent Gültekin

Gazeteci, Yazar

Doğum
Eğitim
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü

Gazeteci-yazar. 1972 yılında Ardahan'ın Göle ilçesinde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Ardahan’da gördü. Üniversite eğitimi Eskişehir Anadolu Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümünde, yüksek lisans eğitimini ise Selçuk Uluslararası ilişkiler bölümünde tamamladı. Anadolu Üniversitesi'nin Kamu Yönetimi Bölümü'nden lisans, Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden yüksek lisans eğitimini tamamladı.

1994 yılında Yeni Şafak gazetesinde çalışmaya başlamasıyla gazetecilik mesleğine de girmiş oldu. Yaklaşık beş yıl farklı görevler aldı ve 1995’de Yeni Şafak'ın haber müdürü oldu. 1998 yılın Yeni Şafak'tan ayrılarak Haber Postası adlı günlük bir gazete çıkardı ancak bu ayrılık kısa sürdü. 1 yıl sonra Yeni Şafak gazetesine Genel Müdür olarak geri döndü.

2000 yılında Yeni Şafak'tan ayrılan Gültekin, Gerçek Hayat dergisini çıkartmaya başladı ve 5 yıl boyunca Gerçek Hayat derginin hem yayın yönetmenliğini hem de sahipliğini yürüttü.

İnternet haber sitelerinde Cenk Açık takma adıyla yazılar yazdı. 2007 yılında Star Medya grubunda İcra Kurulu Başkan Yardımcısı Olarak işe başladı. 2009’da Star Gazetesinden istifa edip dil eğitimi için Londra’ya gitti. 2010 yılında Londra'dan döndükten sonra, medya grup başkanı olarak Cine5’te çalışmaya başladı. 2010’un ortalarına doğru Cine5’teki görevinden ayrıldı.

İnternethaber.com ve Gazeteciler.com sitelerinde uzun yıllar yazarlık yapan Levent Gültekin, 2015 yılında kendi isteğiyle bu gruptan ayrılarak Diken'de yazmaya başladı.

Günümüzde, Diken.com.tr internet gazetesinde köşe yazıları yazmakta ve Medyascope yorum ve haber platformunda Ruşen Çakır ile gündemi değerlendirmektedir.

Gündeme ilişkin yazılarının yanında bir de kitap yazmıştır. Kitabı “Şatafatlı Mağlubiyet -  İslamcıların İktidarla İmtihanı” çok satanlar listesine girmeyi başarmıştır.

“Şatafatlı Mağlubiyet -  İslamcıların İktidarla İmtihanı” kitabının tanıtım bülteninde şu bilgiler veriliyor:

“İslamcıların zaferi, nasıl İslamcılığın yenilgisi oldu?

Şatafatlı Mağlubiyet, İslamcıların görkemli iktidar dönemini anlatıyor.

Ve bu dönemin hengâmesi, debdebesi içinde göze görünmeyen yenilgiyi gündeme taşıyor.

İslamcılık neden huzur getirmedi?

İslamcılar muhalifken savundukları değerleri, iktidarda niçin uygulayamadılar?

Barış dini olan İslam, İslamcıların elinde nasıl çatışma kaynağı oldu?

İslamcılar demokrasiyle neden barışamıyor?..

Levent Gültekin, bu ve benzeri soruların yanıtını ararken İslamcıların "şatafatlı mağlubiyetini" anlatıyor. Aynı zamanda, günümüz Türk siyasetinin genel sorunlarını hem samimi ve derin, hem de serinkanlı ve medeni bir üslupla tartışıyor. Şatafatlı Mağlubiyet, bugünleri anlamak için okunması gereken, benzersiz bir kitap.

"Levent Gültekin, aslında iktidar ve İslamcılık eleştirisinden öte, akıl, vicdan, adalet, insanlık adına isyan ediyor. Çünkü isyandır insana yakışan." (Nuray Mert)

"İslamcılar niçin yozlaştı? Ve buna niçin çok hazırdılar? Levent Gültekin bu sorulara esaslı cevaplar veriyor." (Mustafa Akyol)

"Levent Gültekin, iktidar çürümesinden rahatsız, kendiyle barışık. Onun yazıları, özgür bir Türkiye isteyenlerin ortak kaygı ve taleplerini yansıtan cesur haykırışlardan oluşuyor." (Soli Özel)

KAYNAKÇA: Levent Gültekin’le AKP-Cemaat kavgası (diken.com.tr, 18.02.2014), Levent Gültekin kimdir? (Hürriyet Haber, 1 Kasım 2015), Levent Gültekin kimdir? (Milliyet.com.tr, 14.06.2016), Atatürkçü olduk! Alevi olduk! İslamcı olduk! Solcu olduk!… Ama insan olamadık! (hurriyet.com.tr, 14.05.2017).

ATATÜRKÇÜ OLDUK! ALEVİ OLDUK! İSLAMCI OLDUK! SOLCU OLDUK!… AMA İNSAN OLAMADIK!

ATATÜRKÇÜ OLDUK! ALEVİ OLDUK! İSLAMCI OLDUK! SOLCU OLDUK!… AMA İNSAN OLAMADIK!

 

Her soruya cevap veriyor, gözünü bile kaçırmıyor, yan yollara sapmıyor, açık sözlü…

Samimiyetine inandım. Kendini korumuyor. Bir süzgeci de yok. Kalbinden geçeni direkt söylüyor.

Beni duygulandırdı anlattıkları.

Ben de Levent Gültekin’in anlattığı gibi bir Türkiye hayal ediyorum!

Size tuhaf gelebilir ama onu dinlerken bazı yerlerde gözlerim doldu, hatta ağladım.

Biz iyice kafayı yedik ülkece. Hepimiz, bu ülkeyle de kafayı yedik. Ülkemizi seviyoruz ama sürekli birbirimizi yiyoruz. Güzel anlatıyor Gültekin, ‘biz’ olabilmenin formüllerini söylüyor. Ona kulak versek…

Bu röportaj, Salı da devam edecek. Hep bu kadar açık sözlü ve cesur konuşabilen insanlar bulamıyorum…

 

Atatürkçü olduk Alevi olduk İslamcı olduk Solcu olduk… Ama insan olamadık

Fotoğraflar: Emre YUNUSOĞLU

 

Sizi nasıl oldu da, hâlâ içeri almadılar?

- Herkesin merak ettiği soru! Cevabını ben de bilmiyorum. Sebebi şu olabilir: Ben konuşmalarımda doğrudan hedef alan, hakaret eden ya da düşmanlaştırıcı bir dil kullanmıyorum. Tahmin ediyorum ki, beni düşman gibi de görmüyorlar. “Bizim mahalleden çıkmış, itiraz eden biri” diyorlar. Nelerden vazgeçtiğimi, nelere itiraz ettiğimi biliyorlar. Bulunduğum makamları niçin terk ettiğimi, neden onlardan ayrıldığımı hepsi biliyor.

 

Yine de korkmuyor musunuz? Sizin kadar cesur konuşabilen pek kimse kalmadı…

 

- Hepimiz insanız, korkarız. Ben de zaman zaman korkuyorum. Ama korkuya teslim olmamak gerekiyor. Bunun için çaba sarf ediyorum. Teslim olursak, insanlıktan çıkarız.

 

Korumanız filan var mı?

- Hayır. Arabam da yok. Şoförüm de yok, hiçbir şeyim yok. Ben her yere yürüyorum ya da taksiye biniyorum.

 

Ne yapıyor insanlar sizi görünce?

- Valla, şu ana kadar negatif tepki hiç almadım. AK Partililer de, “Abi seni çok seviyoruz. Ama ne yapalım biz buradayız” diyorlar, muhalif kesimden de pozitif tepkiler alıyorum…

 

Niye başkaları konuşamıyor da, siz bu kadar cesur konuşuyorsunuz. Neyinize güveniyorsunuz?

- Güzelmiş! Eğer bir şeyleri elde etme çabanız yoksa, kaybedeceğiniz bir şey de yoksa, korkmuyorsunuz. Benim bir şey olma, biri olma gibi bir derdim yok. “Bunları konuşursam, şunları kaybederim” diyebileceğim bir şeyim de yok. Onurum ve haysiyetim var...

 

Bir de canınız var…

- Elbette! Ama ya bazı şeylere itiraz edeceğiz, sözümüzü söyleyeceğiz ve insan kalacağız ya da korkup, susup, insanlıktan çıkacağız! Korktuk, insanlıktan çıktık ama canımızı koruduk… Böyle bir hayat sürmenin bir anlamı var mı? Bize yakışan haysiyetli bir hayat sürmek. Haysiyetin, onurun, itibarın, saygınlığın olmadığı bir hayat, köleliktir. Bir de Müslüman terbiyesi aldığımız için, biz kadere inanırız. Allah’ın dediği olur. Ölüm gelirse gelir, rızkımız neyse onu yaşarız. Ama Allah bir insanı koruyacaksa da korur. Bütün dünya bir araya gelse, ona bir şey yapamaz. Ben yaptığım hiçbir şeyi, bir hesapla yapmıyorum, bir menfaat için de bu yola çıkmadım. Yazarlık, benim mesleğim de değildi…

 

Atatürkçü olduk Alevi olduk İslamcı olduk Solcu olduk… Ama insan olamadık

 

Nasıl oldunuz peki?

- Yolda gidiyordum, bir yangın gördüm, bir ev yanıyordu, hemen üstümü çıkardım, itfaiyeci oldum! O yangında ölür müyüm diye düşünmedim bile. Yazarlığımın hikâyesi bu. Üstelik bu yangın, benim arkadaşlarımın çıkardığı bir yangındı! Hepsi benim arkadaşım. Tayyip Bey’le de geçmişte bir hukukum var. AK Parti kadrolarının yüzde 80’iyle var. Yolum kesişmiş, aynı kurumda çalışmışım, aynı dava için uğraşmışım. Kendi arkadaşlarımın çıkardığı bir yangın bu. Ve içeride insanlar kötü durumdalar. Bizden birinin bir şey söylemesi lazım!

 

İyi de, en akıllı siz misiniz? Onların hiçbiri farkında değil mi?

- Haşa! Akılla alakalı değil bu. İnsanın bunları ne kadar dert etmesiyle ilgili bir şey. Bir komşu vardır, komşusunun kavgasını dert eder, gider kapısını çalar, öbürüyse “Aman başım belaya girmesin!” deyip perdelerini kapatır. Demek ki, ben kendime dert ediniyorum…

 

Tam olarak neyi?

- 30-40 yılımı verdiğim bir ideolojik hareket var. Şöyle düşünüyordum: “Müslümanlık terbiyesi almış insanlar, kötülük yapmazlar. Hak yemezler. Hukuğu çiğnemezler. Başkasını dışlamazlar. Ahlaksızlık yapmazlar!” Ben, bunun için ömrümü verdim ama şimdi görüyorum ki bunu yapıyorlar. Bir anlamda, onları da durdurmaya çalışıyorum, “Yapmayın! Biz, böyle insanlar değildik!” deme ihtiyacı hissediyorum.

 

Yazarlık gömleğini de bu yüzden mi giydiniz?

- Ben bir kurumda medya yöneticisiydim. Bu iktidarda, o kurumda çalışma imkânım kalmayınca, “Öyle bir iş yapayım ki, bir ekibe ihtiyaç duymayayım. Tek başıma yapabileceğim bir iş olsun. Ve o işle, itirazımı edebileyim, sesimi duyurabileyim!” dedim. Ve bir gün oturdum bilgisayarın başına, yazmaya başladım. Öyle olağanüstü bir entelektüel geçmişim yok ama içimden yükselen bir yazma istediği vardı. En önemlisi bir derdim vardı. Ne geldiyse zaten başıma, 40 yaşında geldi…

 

40 yaş bunalımı olmasın yaşadığınız!

- Yoo, 40 yaş uyanması! Biliyorsunuz 40, olgunlaşma yaşıdır. Öyle bir inanışımız var bizim. O yüzden “Uyandım!” diyorum. “40 yaşına kadar aklın neredeydi!” diyenler olabilir. Ama biz hepimiz, bir yerlerdeydik zaten. Atatürkçü arkadaşlarımızdan da, “Biz de yanlış yaptık!” diyenler var, solcu arkadaşlardan da, benim eski mensup olduğum çevreden de. Aslında Türkiye’de hepimiz çok yanlış yaptık. Türkiye’de herkes çok yanlış yaptığı için Türkiye bu halde. Hepimiz hatalıyız yani…

Atatürkçü olduk Alevi olduk İslamcı olduk Solcu olduk… Ama insan olamadık

 

Ansızın bir sabah sizi de alabilirler mi?

- Tabii ki. Bir sitede yaşıyorum. Kapının zili her çaldığında, kulağım gayri ihtiyari kapıya gidiyor. Güvenlik, “Polisler geldi!” diyecek mi diye. Alabilirler, bunu göze aldım. Yoksa, “Hem bunları söyleyeyim, itiraz edeyim, eleştireyim ama bana da dokunmasınlar!” pozisyonunda değilim. Evet, dokunabilirler. Ama yine de ben haklıyım. Onlara kötü bir şey söylemiyorum sadece, “Yanlış yapıyorsunuz!” diyorum. “Hırsızlığı, yolsuzluğu gözardı edemezsiniz!” diyorum, “Başkasının hakkını yiyemezsiniz!” diyorum. “Özgürlükleri kısıtlayamazsınız! Türkiye’yi böyle bir yere vardıramazsınız!”

 

Ama onlar, kötü bir şey yaptıklarını kabul etmiyorlar ki!

- Yok, yok ediyorlar. Siz kamuoyunun önünde konuşulanlara bakıyorsunuz. Ben kapalı kapılar ardında ne konuşulduğunu çok iyi biliyorum. Birçoğuyla hâlâ karşılaşıyorum, ortak bir dostun düğününe gidiyorum, cenazesine gidiyorum. AK Parti’nin tabanı, inancı ve ideolojiyi sorgular pozisyonda, “Biz ne yaptık? Biz böyle bir Türkiye hayal etmiyorduk!” demeye başladılar. Zaten köşe yazılarına da yansıyor. Ben onların bugün söylediklerini, beş yıl önce söyledim. “Siz buraya varacaksınız. Öyle bir vakit gelecek ki bu yaptıklarınızdan utanç duyacaksınız. AK Partiliyim ya da Müslümanım demekten utanır hale geleceksiniz. Çünkü bu yaptıklarınız sizi oraya götürecek! Bu yaptıklarınızla barış getiremezsiniz, özgürlük getiremezsiniz, Türkiye’yi bir arada tutamazsınız, Türkiye’yi dünyanın saygın ülkeleri arasına alamazsınız…” Söylediklerim bunlar. AK Partililerden de söylediklerime katılanlar var. Mesela geçenlerde biriyle karşılaştım. AK Partili üst düzey bir bürokrat. “Bütün arkadaşlarımız seni okuyor” dedi. “Çünkü sen, bizim kapalı kapılar ardında söylediğimiz her şeyi açıktan söylüyorsun!” Ama yanlış anlaşılmasın, bu şekilde, belli bir ideolojiye mensup olmak sadece AK Parti’ye has bir şey değil. Bütün gruplar için geçerli. Siyaset, her birimizi bir odaya hapsetti…

 

Nasıl yani?

- Atatürkçüler bir odada yaşıyordu. Muhafazakârlar bir odada yaşıyordu. Aleviler bir odada. Kürtler bir odada. Ben, “Arkadaş! Her birimiz bir odada yaşıyorduk ama ev çürüdü. Ben salona indim. Bırakalım odalarımızda yaşamayı, gelin hep beraber salona inelim. Hepimiz bu salonda, bu evi, yeniden, her birimizin yaşayabileceği bir ev haline getirelim” dedim. Bunu da yapabileceğimize yürekten inanıyorum. O salonda olanların sayısının artmasıyla beraber Türkiye kurtulacak!

 

Siz, Ahmet Şık’tan farklı ne söylüyorsunuz?

- Ahmet benim arkadaşım, oturup konuşuyorduk. Ne yazık ki şu an cezaevinde, bir an evvel çıkması dileğiyle, diğer bütün arkadaşlarımız gibi. Bir nokta kadar farkımız yok aslında bizim, aynı şeyleri söylüyoruz. Ben şunu fark ettim. İslamcı ideolojiyi bir tarafa bırakabilirsek -Müslümanlığı değil, sonuçta hepimiz Müslümanız- benim Atatürkçüyle bir farkım yok, çünkü o da ülkenin iyiliğini istiyor. Benim Alevi’yle de bir farkım yok. Dersim’e gittim mesela ilk defa hayatımda ve konferansta söylediğim ilk cümle neydi biliyor musunuz, “Buraya insan olmaya geldim!”. ‘Öteki’yle konuşana insan denir çünkü. Kısacası, Ahmet Şık’la bir farkım yok. Sadece üslubumuz, kullandığımız kelimeler ve yöntemimiz farklı. İkimiz de aynı Türkiye’yi istiyoruz. Nedir o? Özgürlük olsun, eşitlik olsun, demokrasi olsun, insan haklarına saygılı bir ülke olsun. Kimsenin, kimsenin inancına, giyimine, kuşamına karışmadığı bir ülke olsun. Bir taraftan da işçinin hakkı, hukuku korunsun, yoksullar, işsizler dert edinilsin ama öbür taraftan da bu ülkeyi cennet yapalım. Ortak noktamız bu. Ayrı düştüğümüz noktaysa seçtiğimiz kelimeler. O da geçmişte büyümüş olduğumuz ideolojik çevrenin etkisi. Farklı kelimelerle tamamen aynı şeyleri söylüyoruz...

 

Atatürkçü olduk Alevi olduk İslamcı olduk Solcu olduk… Ama insan olamadık

 

AKIL DİYE BİR ŞEY VAR

 

Bu referandumun ve bu dönemin en öne çıkan isimlerindensiniz… Pek çok insanın sustuğu, ürktüğü bir dönemde bu kadar öne çıkınca, geceleri uyumadan, “Ben n’apıyorum?” demiyor musunuz?

- Hayır ama Türkiye’deki ideolojik kamplaşmayı, farklı kesimlerin kendi içlerindeki katılığı, kimlik, inanç ve mezhep kavgalarını gördüğümde diyorum ki, “Neyin savaşını veriyorsun? Tek başına halledemezsin! İnsanların çoğalması lazım”. Bazen şöyle bir hisse kapılıyorum, rüzgâra karşı koşuyormuşum gibi…

 

Don Kişot gibi mi?

- Evet ama sonra Anadolu’ya gidiyorum, Alevilerden, Atatürkçülerden, Kürtlerden, MHP’lilerden, Ülkücülerden aldığım olumlu tepkiyi görünce, “Ben doğru bir şey yapıyorum!” diyorum.

 

Peki bütün bunları niçin yapıyorsunuz? Sizin için tarifi nedir?

- Bu ülkenin hayırlı bir evladı olmak ve hayırlı bir evladı olarak anılmak için yapıyorum. Türkiye, 100 yıldır inanç, mezhep, etnik köken ve kimlik kavgası veriyor. Tam 100 yıldır bir ülke heba oldu. Hayatlarımız, çocuklarımız, her şeyimiz. Geldiğimiz nokta, Cumhurbaşkanı’nın tabiriyle, beka sorunu yaşayan bir ülke. Oysa, akıl diye bir şey var hepimizde. Oturur, düşünürüz, “Biz nerede yanlış yapıyoruz?” diye. Ben şunu söylüyorum: Arkadaş, inanç, mezhep, etnik köken, kimlik, insan karakterine, iyi insan olma konusunda zerre kadar katkısı yok. Müslümanlık, bir insanı daha iyi yapmaz! Alevilik de, bir insanı daha iyi insan yapmaz! Kürtlük de, insana bir değer katmaz, Türklük de bir insanı uçurmaz. Esas olan iyi insan olmak!

 

 

MÜSLÜMANLIK BİR İNSANI DAHA İYİ İNSAN YAPMAZ!

 

İnançlı olmak, insanı daha iyi insan yapmıyor mu?

- Hayır! İnançlı olmak çok başka bir şeydir. İnanç, insanı terbiye etmez. İnanç, insana ahlak vermez. İnanç, sadece yaradanına şükretmektir. Ona olan duygularını yansıtmaktır. Bir anlamda verdiği nimetlere şuna, buna bir teşekkürdür. Oysa, ahlak başka bir şey. Tamam ahlakın temeli, dinden midir, değil midir, böyle felsefik tartıştırmalar var. Ama ahlak, dinden olmadığı için seküler yasalar çıkmıştır. ‘Kırmızı ışıkta geçme! Günahtır! Cehenneme gidersin!’ dediğinde hiçbir Müslüman uymaz buna. Ama, “Kırmızı ışıkta geçme! 200 lira cezası var!” dediğinde herkes uyar. Bu kuraldır, değişmez. O yüzden de inanç, ahlak vermez. ‘Allah korkusu’ diye bir şey de yoktur. Olmaz. Zaten Allah’tan korkulmaz. Allah’a saygı duyulur…

 

“Allah’tan kork!” diye bir deyim var ama o başka bir şey ifade ediyor…

- Evet. “Allah’tan utan” anlamında söyleriz biz onu. “Sana nimetler sunan, seni yaratan Allah’tan utan!”

 

Zaten korktuğun bir fikri de sevemezsin…

- Doğru. Çünkü korku, karşılığı olmayan bir şeydir. İnsanoğlu, somut görmediği bir şeyden korkmaz. Yani polis yoksa başınızda, korkmazsınız mesela. Ancak polisi gördüğünüzde korkarsınız. ‘Allah korkusu’ sahici bir şey değildir. Çünkü gerçekten Allah korkusu olmuş olsaydı, Müslüman dünyasının hali bu olmazdı! Birbirlerini öldürmezlerdi, bu kadar berbat hayat yaşamazlardı, bu kadar haksızlık, hukuksuzluk, yolsuzluk hırsızlık olmazdı. Ben cevap olarak şunu söylüyorum: Türkiye, herkesin özgürce yaşadığı, yaşayabileceği bir ülke olmalı. Türkiye, Alevilerin olmadığı, dindarların olmadığı, laikliğin olmadığı, cumhuriyet değerlerinin olmadığı bir ülke olmaz. Türkiye sadece Alevilerin sadece dindarların, muhafazakârların ve sadece Atatürkçülerin ülkesi de değil. Ancak bütün bir araya geldiğinde oluştuğu ülkenin adıdır Türkiye. Mesela dindarlığı, Müslümanlığı alın çıkarın, burası, kimliksiz tatsız-tuzsuz bir ülkeye dönüşür. Ama Müslümanlık var, laikliği çıkarın, burası Afganistan olur! Aleviliği çıkarın Neşet Ertaş’ın, Mahzuni Şerif’in olmadığı Türkiye tatsız olur, olmaz yani…

 

Öyle diyorsunuz ama artık azınlıklar neredeyse yok…

- İşte bu tamamen vicdansızlıktan, bu lanet olası ideoloji hastalığından oluyor! Eğer biz, karşımızdakinin kimliğine değil de, karakterine ve ülkeye kattığı değere bakarak hüküm sürmüş olsaydık, Türkiye bugün bu halde olmazdı. Biz ne olduk? Atatürkçü olduk! Alevi olduk! İslamcı olduk! Solcu olduk! Ama bir şey olmadık… İnsan olamadık! İnsan olmayı unuttuk. Çünkü insan olduğunda burada hayat bulamıyordun, ancak Atatürkçü olursan hayat buluyordun. Aynı şimdi İslamcı olmazsan, hayat bulamaman gibi… Bu bizi şuna zorladı: İyi doktor, iyi mühendis, iyi öğretmen, iyi akademisyen olmaya değil, iyi Atatürkçü olmaya, iyi dindar olmaya, iyi Alevi olmaya, iyi solcu olmaya… Çünkü bizden olmayanın kayırılmadığı bir ülkede, kim iktidara geliyorsa, onun kontenjanından pasta kapma yarışına girdiğimiz için, “Bir dakika, ben işimi iyi yapayım! İyi bir öğretmen olayım, iyi bir mühendis olayım, nasıl olsa bu Türkiye’de ben hakkımı alırım!” deme imkanımız kalmadı. Bu da bizi, ister istemez insanlıktan çıkardı. Dediğim şu, bunları bırakmamız lazım.

 

Atatürkçü olduk Alevi olduk İslamcı olduk Solcu olduk… Ama insan olamadık

 

Ne yapmalıyız?

- Bilimi konuşmamız, sanatı eğitimi konuşmamız lazım. Ülkemizde 45 milyon insan yoksulluk sınırında yaşıyor. Nasıl uyuyabiliriz? Doğu’da çocuklar ölüyor, askerler ölüyor, polisler ölüyor, 10 binlerce çocuk ölüyor ve biz ne diyoruz? “Sen Alevi misin, Sünni misin?” Ne diyorsun ya! Alevi olsa ne olur, Sünni olsa ne olur. Ne fark var! Ben mesela ortaokulda çok sevdiğim bir sınıf öğretmenine denk geldiğim için İslamcı oldum. O sınıf öğretmeni solcu olsaydı, büyük ihtimalle ben solcu olacaktım. Böyledir bu işler. Diyarbakır’da doğan adam Kürt doğuyor. İstanbul’da doğan adam Türk doğuyor. Kimlikler, hiçbir karşılığı olmayan bir şey…

 

Ne güzel bu anlattıklarınız…

- Ben mesela şimdi gidip Alevilerle konuşuyorum. Diyorum ki, “Ya yıllardır niye hiç konuşmamışım bu insanlarla. Ne kadar sahiciler, ne kadar sıcaklar. Aramızda farkımız, hiçbir gayrımız yok! O da diyor, “Huzur içinde yaşayalım!” ben de aynı şeyi söylüyorum. Hepimizin bir yanlışı var, birbirimizle ilgili kanaatlerimiz var, daha doğrusu önyargılarımız. “Sünniler şöyledir, Aleviler böyledir! Ya arkadaş, Aleviler içerisinde çok düzgün insanlar da var, çok berbat insanlar da. Dindar ve muhafazakarların içerisinde de çok düzgün insanlar var ama berbatları da var. Solcular arasında da çok namuslu, vicdanlı, demokrat insanlar var ama faşist olanları da var. Kürtler arasında hırsızı yolsuzu da var, pırıl pırıl olanları da var. İyi insanları bir araya getirelim, yeni bir “biz” kavramı yaratalım diyorum.

 

Böyle bir şey mümkün mü peki bugünün Türkiyesi’nde sizce?

- Tabii ki mümkün. Çünkü teknolojinin, iletişimin gelişmesiyle beraber ortaya çıkan yeni bir insan türü var. Hepimiz görüyoruz bunu. Bu sadece gençlikle ilgili bir şey de değil. Youtube gibi kanalların teknolojinin gelişmesiyle beraber bir kültür etkileşimi. Ve bu yeni insan, bize şunu demeye başladı: “Boş işlerle uğraşıyorsunuz. Esas olan karşınızdaki insan. İnsanların kimliğine bakmayın, giyimine bakmayın, inancına ya da inançsızlığına da bakmayın!

 

İyi de OHAL ve KHK’larla yönetilen bu Türkiye’de tüm bunlar nasıl mümkün?

- OHAL de, KHK’lar da sadece bir direncin adıdır. Bu değişime direnç gösteriyorlar. Ama dayanamazlar. Türkiye’de, bu çağda, 21. yüzyılda, otoriter bir yönetim kurma şansları yok! Sadece bize zaman kaybettiriyorlar. Bugünkü iktidar, eninde sonunda bu değişime teslim olacak. ‘Evet’, ‘hayır’ verenlerin arasında, gençlerden ‘hayır’ diyenlerin oranı yüzde 65. AK Partililerin çocukları artık dindar olmuyorlar. AK Partililerin çocukları, artık başlarını örtmüyorlar. Ben geçenlerde Boğaziçi’ne gittim, oğlumun orada bir gösterisi vardı. Bir baktım başörtülü kızlarla, başı açık kızlar festival yapıyorlar, el ele oyun oynuyorlar. O fotoğrafı çektim ve dedim ki, “Türkiye bu!” AK Parti bunu görmüyor, İslamcılar bunu görmüyor. Zannediyorlar ki, “Biz insanlara yeniden inanç empoze edebiliriz. Herkesi, kendimiz gibi yapabiliriz!” Oysa, bu gerçeği yansıtmıyor. Karışamazsınız onlara…

 

Nereden biliyorsunuz?

- Şuradan. Sizin çocuğunuz var, benim de var. Çocuğunuza söz geçirebiliyor musunuz? Ben 16 yaşındaki kızımın nasıl giyineceğine karışamıyorum. “Kızım, biraz şöyle giy!” dediğim zaman, “Baba, utanmıyor musun bana giyimimle ilgili laf söylemeye!” diyor. 16 yaşındaki çocuğa söz geçirmek bu kadar zorken, hatta imkansızken, 80 milyon farklı insana söz geçirebileceğini zannediyorlar! OHAL, KHK, otoriterlik, tek adam rejimi, bütün bunlar, dünyadaki değişime direnen insan türünün son denemeleri. Ama görün bakın, olmayacak. Bu maya, bu topraklarda tutmayacak. Ben sürekli konferanslara gidiyorum, görüyorum, insanlar o kadar bıkmış ki, inanç kavgasından, mezhep kavgasından…

 

 

İNSANLARIN TEK İSTEDİĞİ AĞIZ TADIYLA BİR HAYAT SÜRMEK

 

Siz referandum zamanında çok yere gittiniz. Ne anlattınız?

- Evet, 25 yere konferansa gittim. “Özür dilemeyi bilmemiz lazım! Bakın, ben özür dilemenin kitabını yazdım. İslamcılığın bu ülkeye huzur getireceğini düşünüyordum, yanılmışım” dedim. “Ben bir yanlış yaptım. Ama siz de, beni o yanlışa sevk ettiniz. Sizin de özür dilemeniz lazım” dedim. “Biz yanlış yaptık, laikliği istismar ettik, halbuki laiklik bu ülke için çok kıymetli bir değer!” . Böyle şeyler anlatıyorum ve olağanüstü olumlu tepkiler alıyorum. İzmir’de mesela, biri kulağıma eğildi dedi ki, “Kasap komşumdan mezhebi yüzünden alışveriş yapmıyordum! Nasıl bir saçmalıkmış. Sizin sayenizde anladım!” dedi. Mesela gençler geliyor, “Abi ben Aleviyim, sevgilim Sünni. Biz bıraktık o işleri, acayip mutluyuz!” diyor. Artık böyle değişen bir Türkiye’de yaşıyoruz…

 

Acaba çok mu iyimsersiniz?

- Hayır, hiç değil. Ama gördüğümü anlatıyorum. Bıkmış insanlar. İnsanların tek istediği şey, “Ağız tadımızda bir hayat sürelim!” Budur. Dedikleri tek bir şey var. “Kimse kimseye karışmasın. İnancımızla veya inançsızlığımızla istediğimiz gibi yaşayalım ama ağız tadıyla. İşimize bakalım!” Doğrusu da bu. Bizler artık utanıyoruz, gidecek ülke kalmadı, Türküm demeye utanır hale geldik, bunu artık değiştirmemiz lazım. Eğitim sistemimiz çökmüş. Çocuklarımıza Türkçe öğretemiyoruz, 43 ülke arasında kendi dilinde okuduğunu anlayanlar sıralamasında 39’dayız. Bu ne demek? Sen çocuklarına Türkçe öğretemiyorsun! Bizim bunu dert etmemiz lazım. Öbür taraftan işsizlik, yoksulluk, şehirlerimizin mimarisi dökülüyor. Niye bu böyle oldu? Çünkü Türkiye, birbirinin elinden ülkeyi kapma yarışına giren insanların ülkesi oldu!

 

Hepsinin sebebi iktidar mı?

- Hayır, sadece iktidar buradan besleniyor. Çünkü ne kadar ayrıştırırsa, ne kadar ötekileştirirse, kendi seçmenini konsolide ediyor. Kendi seçmenini mutlu ederken, ötekinin yüzüne bakmıyor. İdeoloji üzerinden bağ kurmak başka bir şey, bu ülkenin evladı ortak paydası üzerinden bağ kurmak bir şey…

 

Öyle kurmuyorlar mı?

- Hayır, hiç kimse kurmuyor. Bu AK Parti’ye has bir şey değil. Şöyle söyleyeyim. AK Partililer için, sınırın öte yanındaki bir dindar, sınırın bu yanındaki Alevi’den daha kıymetli. Çünkü din üzerinden bağ kuruyor. Aynı şekilde Kürtler için, sınırın öbür tarafındaki bir Kürt, sınırın bu tarafındaki bir ülkücüden daha kıymetli. MHP’liler için de, sınırın öbür tarafında hiç tanımadığı bir Türkmen, sınırın bu tarafındaki Kürtten daha kıymetli. Solcu için de, diyelim ki Syriza’nın lideri, Türkiye’deki Tayyip Erdoğan’dan daha kıymetli. Yanlış şu, herkes ideoloji üzerinden bağ kuruyor. Benim önerim ne? Ya biz sınırın öte yanındaki insanlara, insan olarak yaklaşabiliriz o başka bir şey. Ama arkadaş, bizim kaderimiz ortak! Bu ülkede yaşayan herkes birbirinin kaderini etkiliyor! O zaman ben niye Kürdü dert etmeyeceğim de, gideceğim Suriye’deki Türkmeni dert edeceğim! Ben niye buradaki Alevi’yi dert etmeyeceğim de, gidip Mısır’daki Rabia’yı edeceğim? Niye Berkin Elvan’a değil de, Rabia’ya ağlayacağım?

 

 

AK PARTİ'YE YARAYAN HER ŞEY TÜRKİYE'NİN ALEYHİNE, TÜRKİYE'YE YARAYAN HER ŞEY AK PARTİ'NİN ALEYHİNE

 

Siyaset bütün dünyada, sorunları çözme sanatının adıdır, Türkiye’de iktidara gelip, iktidarda kalmanın adı. İktidarda kalmak, birinci önceliğiniz olduğunda, başka türlü davranıyorsunuz, sorunu çözmek olduğunda başka. Sorunu çözerseniz barış olacak, o zaman da biz kendisine soracağız, “Niye bizim eğitim sistemimiz kötü? Ekonomimiz kötü? Niye şehirlerimiz berbat? Niye dış politikamız dökülüyor?” Şimdi ne diyoruz? Kimimiz, “İnancımız gidiyor!” diyor, öbürü, “Atatürkçülük elden gidiyor!” İktidarların şöyle bir açmazı var. Geliyorlar, bir müddet sonra Türkiye’nin lehine olan, o iktidarın aleyhine olmaya başlıyor. O iktidarın lehine olan Türkiye’nin aleyhine olmaya başlıyor. Şu anda AK Parti böyle bir açmazla karşı karşıya. AK Parti’ye yarayan her şey, Türkiye’nin aleyhine, Türkiye’ye yarayan her şey AK partinin aleyhine. Ve buradan da çıkamıyorlar…

KAYNAK: Atatürkçü olduk! Alevi olduk! İslamcı olduk! Solcu olduk!… Ama insan olamadık! (hurriyet.com.tr, 14.05.2017).

LEVENT GÜLTEKİN’LE AKP-CEMAAT KAVGASI

LEVENT GÜLTEKİN’LE AKP-CEMAAT KAVGASI

 

MÜJGAN HALİS

 

Levent Gültekin yaklaşık 20 yıl İslamcı, muhafazakar camianın medyasında çalıştı. Kendi tabiriyle onlarla büyüdü, onlarla beraber hayal kurdu.

Yeni Şafak’ta çalıştı, Gerçek Hayat dergisini çıkardı. Star gazetesinde, 24’te, Cine 5’te üst düzey yöneticilikler yaptı. Bugün Türkiye’de etkili noktalarda bulunan insanlarla bir mahalle birlikteliğine sahip oldu.

Bu geçmiş birlikteliklerin onların reflekslerini fark etmeye kolaylık sağladığını söylüyor. “Aldıkları tutumun motivasyon kaynağını daha kolay anlıyorum. Ne yapabileceklerini, nereye yöneleceklerini, asıl dertlerinin ne olduğunu dışarıda durmanın da verdiği avantajla daha rahat gözlemleyebiliyorum” diye konuşuyor. Eski mahallesinden bir süre önce ayrılan ve bir web sitesinde uzun süredir çarpıcı makaleler kaleme alan Gültekin, Diken’in söyleşilerinin bu haftaki konuğu.

Son üç dört yıl bana dürüst, ahlaklı, nazik, saygılı, adil, özgürlükçü biri olmak için İslamcıların arasında durmanın akıllıca bir iş olmadığını gösterdi.

Eski ‘mahallenizden’ taşındığınızı söyleyebilir miyiz?

Doğrusunu isterseniz ben bir yere gitmiş değilim. Fakat bir mahalle topyekûn bir yere taşındı. Gücün, iktidarın yanına. İsmet Özel derdi ki ‘Hangi gerekçeyle sosyalist olduysam aynı gerekçeyle de Müslüman oldum.’ Benim için de durum bundan farklı değil. Dindarlığı önemsememe gerekçe olan değerler benim onlardan ayrışmama da bir gerekçe oldu.

Peki neydi sizi onlardan ayıran değerler?

Son üç dört yılda gördüklerim, duyduklarım, yaşadıklarım bana dürüst, ahlaklı, nazik, saygılı, adil, özgürlükçü biri olmak için İslamcıların arasında durmanın akıllıca bir iş olmadığını gösterdi.

Dinin itibarı düştü diyebilir miyiz? 

Elbette. İnsanlar artık dindarların daha dürüst olduğuna, daha hakperest olduğuna inanmıyor. Dindarlığın insanı daha ahlaklı yaptığına inanmıyor. Namaz kılan adama duyulan bir güven vardı, artık duyulmuyor. Başı örtülüye bir itimat vardı artık yok.

Dindarların barıştan, nezaketten, hoşgörüden yana olduklarına dair algıyı gerçeğe dönüştürecek bir tutum takınamadılar.

İnsanların kafasında doğal olarak şöyle sorular oluşuyor: Bunca yıldır dini değerlerin eğitimini almış, hayatının önemli bir kısmını dinle diyanetle geçirmiş insanlar nasıl oluyor da bu kadar haksızlık ve yolsuzluk yapabiliyor? Nasıl olur da bu kadar kaba, çatışmacı, nezaketten, güzel ahlaktan uzak kalabiliyorlar? Din bunca sürede insanların üzerinde hiç mi etki etmemiş? Din insanları niçin adam etmedi? Onlarca yıldır topluma Allah’tan korkmayı öğütleyenler nasıl olur da Allah’tan korkmuyorlar?

40 yıllık dini atmosferi teneffüs eden insanların geldiği tuhaf bir nokta var. Ortaya çıkan dindar, Müslüman prototipinden kimse memnun değil. AK Partililer Cemaat’in dindarlarından memnun değil. Cemaat dindarları ise diğer dindarlardan. Toplum olarak biz de iki tarafın dindarlığından ne eminiz ne de memnunuz.

40 yıl boyunca insanlara adil olmayı, Allah’tan korkmayı öğütleyen bir hocaefendinin yetiştirdiği insanlar ‘sehven’ diyerek birçok insanın hayatını kararttılar.

Nasıl olur peki böyle bir şey? 

40 yıl boyunca insanlara adil olmayı, Allah’tan korkmayı öğütleyen bir hocaefendinin yetiştirdiği insanlar ‘sehven’ diyerek birçok insanın hayatını kararttılar. Sınav soruları onların döneminde çalındı. Haksızlık onların eliyle yaygınlaştı. Kabalık, nezaketsizlik, kuralsızlık onların eliyle pekiştirildi. Özel hayat onların eliyle ortalığa saçıldı. 40 yıl boyunca ibadetini yaptıkları dinden hiç nasiplenmemiş olmak olur mu? Benim aklım almıyor bunları.

Bizi etkileyen ne? Yargıdaki bir hakimin yaptığı haksızlıklar. Gezi’deki polisin gaddarlığı.

Türkiye tipi bir dindarlık gelişti diyebilir miyiz?

Bence Türkiye tipi değil, bütün dünyada benzer bir şey yaşanıyor. ‘Dünyanın filan yerinde o kadar düzgün Müslümanlar var ki, insanlar hayran kalıyor’ diyeceğimiz bir topluluk yok. Ne yazık ki böyle bir Müslüman topluluk oluşmadı.

 

Tek tek Müslümanlar var ama…

Tek tek bahsetmiyorum, grup olarak. Tek tek çok değerli insanlar var, hiç şüphem yok. Benim dediğim şey, daha üst yönetim, ama rengi veren de üsttekiler.

Hiçbirimiz Erzurum’daki Mehmet Ağa’nın dürüstlüğünden etkilenemiyoruz, çünkü o ancak kendi komşusuyla ilgili olabilir. Bizi etkileyen ne? Yargıdaki bir hakimin yaptığı haksızlıklar. Gezi’deki polisin gaddarlığı. Ama o polislerin büyük kısmı, bu memleketi daha dindar , daha şefkatli, daha müşfik insanlarla dolduralım diye oraya girenlerden oluşuyor. Ya da Ergenekon sürecinde gözümüzün önünde tonlarca haksızlık yapıldı. Bu adaletsizlikleri tam da bu özel yetiştirilmiş insanlar yaptı. Özel üretim sonunda ortaya çıkan bir insan dindar protitipi.

Peki sizce dindarlar kendi karşıtlarına dönüştü mü biraz? Kemalist iktidarla mücadele eden dindarların sadece etiketi mi farklıydı?

Ben etiketlerin, ideolojilerin aslında yüzeysel birer perde olduğunu fark ettim bu süreçte. Bu ülkede yaşayan her kesimin özde birbirinin kopyası olduğu ortaya çıktı.

Solcuların Kemalistlerden, İslamcıların laiklerden bir farkının olmadığını anladık. İktidar yanında durunca verdikleri tepkinin kaynağının ideolojiler değil bu ülkenin kültürü, ahlak anlayışı değer algısı olduğunu gördük.

Ne din, ne ideolojiler bu kuralı değiştiremedi. Kültürümüzün ortaya çıkardığı ahlak anlayışı dinin etkisiyle değişmedi. Solcular için toplumdan öğrendiklerinden daha fazlasını ideolojileri onlara vermedi. Daha özgür, daha eşitlikçi yapmadı.

Benzerliğimiz birbirimizden etkilenmemizden değil aynı kültür atmosferinde yetişmemizden kaynaklanıyor. Ülkede nezaket genel geçer kural ama sosyalist aldı İslamcı almadı. Mümkün mü bu? Ya da sağlam bir ahlak var dindarlar aldı ama laikler almadı. Öyle mi?

AK Parti ile Cemaat arasında yaşananları iki tarafa da yakın olanlar biliyordu zaten, gizli bir şey değildi. Sadece kamuoyu önünde birbirlerine saygılı, hürmetli  davranıyormuş gibi yapıyorlardı. Amaç kavgayı tabandan saklamak gemiyi yüzdürmekti.

Yaklaşık iki buçuk yıl önce bir yazınızda AK Parti ile Cemaat’in birbirlerinden nefret eden, birbirlerinin kuyusunu kazan gelin ile kaynana gibi olduklarını ve misafir yanında karşılıklı gülücükler saçtıklarını yazmışsınız. Size 2.5 yıl önce bu satırları yazdıran hangi dinamiklerdi?

AK Parti ile Cemaat arasında yaşananları iki tarafa da yakın olanlar biliyordu zaten, gizli bir şey değildi. Sadece kamuoyu önünde birbirlerine saygılı, hürmetli  davranıyormuş gibi yapıyorlardı. Amaç kavgayı tabandan saklamak gemiyi yüzdürmekti.

Hanefi Avcı Cemaat’in  emniyette örgütlenmesindeki en önemli isimlerden biridir.

Peki ilk ne oldu da su yüzüne çıktı?

Özellikle 7 Şubat’tan sonra Başbakan Cemaat’e güvenini kaybetti. Ve bu güvensizliğini de bürokrasideki tercihleriyle göstermeye başladı. Aslında bunun 7 Şubat’tan daha gerisi de var. O da şu: Hükümet iktidara geldiğinde bürokrasiye atayacağı insan kadrosunun ağırlıklı kısmını, yüzde 80 diyebiliriz Cemaat tabanından tercih etti. Çünkü kendi dünya görüşüne yakın, yetişmiş başka insan kaynağı yoktu.

Bu, zamanla bazı kurumlarda Cemaat’in hakimiyetini getirdi. Cemaat kontrolünü sağlamış olduğu alanlarda, kendinden başka kimseye hayat hakkı tanımadı. Bunun en bariz örneği Hanefi Avcı’dır. Hanefi Avcı Cemaat’in  emniyette örgütlenmesindeki en önemli isimlerden biridir. Dindarlar da bu kuruma girsin diye onlara kol kanat geren biridir. Fakat Hanefi Avcı’ ya bile tahammül edemediler.

Peki ne oldu da Avcı’yı gözden çıkardılar? 

Şöyle bir psikolojisi var: Biz çok çalışkanız, çok dürüstüz, çok kontrollü işler yapıyoruz. Bu nedenle Cemaat terbiyesi, disiplini almamış insanlara tam güvenemiyoruz. Bundan dolayı bizim rahle-i tedrisatımızdan geçmiş insanlarla iş tutalım. Öbürleri falso veriyor, yanlış yapıyor; o yüzden her tarafa kendi güvendiğimiz adamları koyalım ki daha muntazam iş çıkaralım.

Güvenilir olmaktan neyi kast ediyorlar?

Türkiye’yi dindarlaştırma çabasında göstereceği sadakat ve disiplin. Bu inanç bir süre sonra devlet kurumlarında Cemaat mensubu olmayanlara barınma hakkı tanımaz oldu. Mesela bir üniversite kuruluyor, rektörlüğü Cemaat’ten birine veriliyor. O gelen kişi bütün kadroyu tamamen Cemaat terbiyesi almış insanlarla doldurunca akıl almaz bir tablo çıkıyor ortaya. Buraya iki tane de Milli Görüş’ten, iki tane solcu falan girsin yok. Bu durum AK Parti’yi fena halde rahatsız etti.

Fetullah Hoca, üç buçuk yıl önce başbakana içinde 150-200 kişilik isim listesi de olan bir mektup gönderiyor. Diyor ki: “Güneydoğu’da belli başlı kadrolara bu isimleri atayın göreceksiniz Kürt sorunu diye bir şey kalmayacak.”

Ne zaman başladı bu rahatsızlık?

Zannediyorum, üç buçuk yıl önce. MİT krizinden bir yıl kadar önce. Çok konuşulan bir olay vardır:  Fetullah Hoca, üç buçuk yıl önce başbakana içinde 150-200 kişilik isim listesi de olan bir mektup gönderiyor. Diyor ki: “Güneydoğu’da belli başlı kadrolara bu isimleri atayın göreceksiniz Kürt sorunu diye bir şey kalmayacak.”

Bürokrasi kadrosu mu?

Evet, öğretmen, doktor, başhekim, emniyet müdürü, yargıç gibi önemli kadrolar. Mantık şu: Benim yetiştirdiğim insanlar toplumla diyalog kurmada daha mahir. Bunlar bölge halkıyla çok sıcak bir diyalog geliştirecek ve toplumla devleti barıştıracaklar. Kürt sorunu diye de bir şey kalmayacak.

Başbakan’ın cevabı ne oluyor?

Başbakan listeye bakıyor ve kendi alanına bir müdahale olduğunu söyleyip teklifi reddediyor.

Yine mevzu Kürt sorunu yani?

Evet. İlk güvensizliğinin temeli odur. Ondan sonra sırtlarını birbirlerine karşı sağlama alma ihtiyacı hissetmeye başladılar. Başgösteren güvensizlikten sonra başbakan, ‘O kadar verdik, ben sizin önünüzü açtım, ama ben açtıkça siz benim önümü kapamaya başladınız’ aşamasına geldi. Örtülü bir çekişme başladı akabinde. Bu böyle giderken MİT operasyonu oldu ve orada her şey koptu. İktidar artık atamalarda Cemaat’e göz açtırmamayı prensip edindi.

Cemaat çevrelerinde konuşulan şöyle bir hesap vardı: Başbakanın iki yıl ömrü kaldı. Siyasi etkinliği kalıcı hale getirecek organizasyonlar yapılmalı.

MİT operasyonu gerçekten de başbakanı doğrudan hedefleyen bir şey miydi?

Bu konuda kimsenin şüphesi olduğunu sanmıyorum. Cemaat çevrelerinde konuşulan şöyle bir hesap vardı: Başbakanın iki yıl ömrü kaldı. Siyasi etkinliği kalıcı hale getirecek organizasyonlar yapılmalı.

Ölmesini mi bekliyorlardı başbakanın?

Bekleme demeyeyim de, geleceğe dönük plan diyelim.

Neyin planıydı bu?

Bürokrasideki etkinliğe siyasi etkinliği katmak. Çünkü bürokrasinin  en rahat ettiği –bu Kemalistlerin olduğu dönem için de geçerli- zayıf iktidardır, koalisyonlardır. Bürokrasinin karşısında dirayetsiz, hatta mümkünse bir koalisyon olduğu zaman iktidara istediğiniz birçok şeyi yaptırabilirsiniz.

Karşılarında blok bir iktidar ve dirayetli bir başbakan var. O, bürokrasinin hareket alanını daraltıyor. Çünkü bürokrasi de artık Cemaat demek. Hem de öyle 300-500 kişi değiller. Cemaat’in  bürokrasideki iktidarını tamamlamak için son bir adım kalmıştı. Yargı- emniyet-istibarat sacayağının üçüncüsünün tamamlanması MİT’in de kontrole alınmasıyla olacaktı.  Çok uğraştılar. Güneydoğu’yla alakalı bahsettiğim listeyle başlayan tereddüt Cemaat’in MİT’te etkinlik kazanmasının da önünü kesti. Yani başbakan artık daha temkinliydi. İşte tüm bu kavgalar verilirken kamuoyu önünde birbirlerine saygı, hürmet dileklerinde bulunuyorlardı.

Yine aynı yazıda birbirlerine bu kadar riyakar davranmayı nasıl becerdiklerini soruyorsunuz, sizce nasıl becerdiler?

Dini yorumlayış şekillerinden diyebilirim.Takiyye kültürünün temelinde ikircikli davranmak vardır. Kazanımları kaybetmeyelim diye yutkunmak, sözleri esirgemek, gerekirse ikiyüzlü olmak. Tüm bunlar din için, dindarlık için gerekli şeylerdi. İronik bir durum var: İnsanları daha dindarlaştıralım diye kurulan okular, yurtları korumak vakıfları  için değerlerden bu sefer de dinden ve dindarlığın gereklerinden taviz veriyorlar.

Zarrab hangi gerekçeyle, hangi korkuyla iktidara bağış yapmışsa, İshak Alaton, Üzeyir Garih de benzer gerekçeyle Cemaat’e bağış yapmıştır. 

AK Parti-Cemaat kavgası hakkında bir sürü şey yazılıp çiziliyor, televizyonlar ve sosyal medya keza. Ama sonuçta reel bir durum, kavga yaşanıyor. Ve bu kavganın tarafı olmadan bir şey yapmak gerekiyor. Bu kavga nerede durulmalı sizce?

Ben bu kavgada iki tarafın da oyuncağı olmadan değerleri savunabileceğimizi düşünüyorum. Yolsuzluğa hayır, özgürlüğü kısıtlayıcı tutumlara hayır, yargıda ya da devletin çeşitli kademelerinde grupsal hareket edecek yapılanmalara da hayır diyebiliriz.

Yani, ‘Sizi birbirinizle baş başa bırakıyoruz’ deyip, değerleri yüceltecek bir tutumu benimseyebiliriz. Bunlar özgürlük, demokrasi, ahlak, nezaket, saygı, kardeşlik, dostluk gibi değerlerdir. Yoksa kalkıp yolsuzlukları dilime dolamak benim de hoşuma gidiyor, sonuna kadar dolayabilirim. Ama bir şey fark ediyorum: Türkiye’de toplumun hassasiyetlerini bazı çevreler kendine malzeme yapıyor.

Yani, sizin yolsuzluk hassasiyetiniz Cemaat’in hükümeti dövme sopasına dönüşüyor. Bu hassasiyetimi Cemaat’in eline silah olarak vermek istemiyorum.

Şunu da demem; önce şu yolsuzlukları halledelim, sonra öteki işlere bakarız. Benim için yolsuzluk yapmakla bir insana haksız yere 16 yıl hapis vermek aynı şeydir. Benim için sınav sorularının çalınmasıyla Halkbank’tan 4 buçuk milyon dolar çalınması arasında zerre fark yoktur. Çünkü dindarlar, siyaseti ‘Biz daha dürüstüz’ sloganı üzerine kuruyordu. Şimdi tam da iktidara geliyorsun, sınav sorular çalınıyor ve bir sürü garibanın hakkı yeniyor. Senin döneminde adalet yakıcı bir silaha dönüşüyor.

Yolsuzluk yaptı diyerek hükumetle kavgaya öncülük edenlerin bu konuda sicili daha temiz değil.  Ya da daha başka bir şey söyleyeyim; Zarrab hangi gerekçeyle, hangi korkuyla iktidara bağış yapmışsa, İshak Alaton, Üzeyir Garih de benzer gerekçeyle Cemaat’e bağış yapmıştır. Zarrab’ın hükumet üyelerine gösterdiği saygı ve hürmetin içeriği neyse Koç’un, Sabancı’nın, Eczacıbaşı’nın Cemaat’e gösterdiği saygı ve hürmetin içeriği aynı. Cemaat bu insanlarla ilişkisindeki tuhaflığı izah etmedi ki. Çünkü Cemaat’in hedeflediği toplum yapısı ile İshak Alaton’unki aynı mı? Niye para aktarıyorlar Cemaat’e?

Medya bugünün sorunu değil. Hep böyleydi. Medyanın da diğer kurumlarımızdan farkı yok. Mesela medya kötü de yargı iyi mi? Medya çürüdü de emniyet sağlam mı kaldı?

Peki ne yapabiliriz?

İnsanların kimliğine, ideolojisine göre değil, nerede durduğuna ve savunduğu değerlerin gerçekte ne olduğuna bakarak bir itibar dalgası oluşturabiliriz. Aliya İzzetbegoviç’in güzel bir sözü vardır: ‘Tarihi Allah yazar, biz alacağımız tutumla en fazla nerede durduğumuzu gösterebiliriz’ der. İki tarafın da oyuncağı olmamak, bir tarafa olan öfkemizi diğer tarafın sermayesi yapmadan toplumu iki taraftan da uzaklaştıracak bir şöyleme yönelebiliriz. Erdoğan’a öfke duyanlar Cemaat’e, Cemaat’e öfke duyanlar Erdoğan’a göz kırpıyor. En azında öfkelerimizi bir süre erteleyebiliriz.

Bütün bunlara rağmen halkın AK Parti’ye verdiği desteği nasıl yorumlamak lazım?

AK Parti’nin muhalifi olanlar AK Parti’den daha parlak değil. İnsanlar şöyle bir şey diyemiyorlar: ‘AK Parti gidince yerine daha dürüst insanlar gelecek.’ Sanırım asıl sorun burası. Mesela şöyle tepkiler alıyorum: ‘Tamam abi bu adamlar çalıyorlar, bunlar hırsız, bunlara oy vermeyelim gitsinler sen de haklısın. Peki yerine gelecek olanlar asla çalmaz diyebiliyor musun?’ Diyebiliyor muyuz?

Maalesef diyemiyoruz…

‘Nasıl olsa herkes çalacak bari benimki çalsın’ diyen taraftarlara bölünmüş ülke. Çünkü toplum Türkiye’de iktidar mutlaka çalar düşüncesinde. Halbuki bu gidişatı dindarlar değiştirebilirdi. Çünkü ülkenin tükenmeye yüz tuttuğu bir dönemde iktidara geldiler. Herkesin kredisi bitmişti, herkes denenmişti. Bu çarkı bozmaya imkanları vardı. Fakat yapmadılar, daha ucuz, daha günü kurtaran şeylere tevessül ettiler.

Evet maddi anlamda çok şey yaptılar. Havayolları, otoyollar, hastaneler, okullar… Fakat mesele o değil ki. Değerler kayboluyor. Kültürel olarak hiçbir şey yok. 10 yıllık AK Parti bilimde, teknolojide değerlerin yüceltilmesi göz dolduracak işler çıkaramadı. Bu alanda  yaptıklarıyla alakalı söyleyebileceğimiz somut bir şey var mı?

Aynı zamanda sokaktaki insanın Cemaat’e karşı ciddi bir güvensizliği, komplocu bir örgüt olduğuna dair bir hissiyatı var. Cemaat bu hissiyatı nasıl yaratmış olabilir?

Geçmiş bir yazımdan örnek vereyim. Yaklaşık iki buçuk yıl önce bir yazımın başlığı şöyleydi: ‘Gülen Cemaati bu algıdan niçin rahatsız olmuyor?’ Demiştim ki, toplumda ezici bir çoğunluğunda Cemaat için, ‘Bunlar her türlü komployu kurarlar, başkasının hakkını yerler, haksızlık yaparlar ve İsrail’le iş tutuyorlar’ diye oluşan  bir algı var. Giderek de büyüyor.

Fakat Cemaat mensuplarında buna dair bir endişe yok. Cemaat bunu dert etmedi, bundan sonra da etmesinin bir anlamı yok, geçmiş olsun. Kendilerine duyulan güveni kaybettiler. Bunların asıl derdinin ahlaklı, dürüst toplum yaratmak olduğu kanaati derin bir yara aldı. Bu kavga aslında Cemaatlerin bu çabalarının gerçek olmadığını ortaya çıkardı. Bir gün AK Parti’nin ses kaydı düşüyor, öbür gün Cemaat’in. Artık Türkiye’de herkesin zihninde ‘ses kaydı’ diye iki kelime duyulsun, ilk akla gelen Cemaat’tir.

Ve kaset?

Evet. Özel hayata müdahale denince Cemaat akla geliyorsa bunun sorumlusu kendileridir. Bu gerçek olmayabilir, iftira dahi olabilir ama bu algıyı Cemaat düşmanları yaratmadı. Çünkü Cemaat’in muhalifleri yıllardır Cemaat’le uğraşıyor. Ama asla böyle bir algıyı oluşturmayı başaramadılar.  Kemalistler Cemaat aleyhine tonlarca şey yaptılar, devlet tavır aldı, medya mesafeliydi, yargılandılar ama buna rağmen asla onların söylediğine toplum paye vermedi. Fakat son üç yılda muhaliflerinin onlara 40 yılda yapamadığı kötülüğü kendi kendilerine yaptılar.

Cemaat’in etkileyebileceği oy oranın yüzde iki üç. Bu oylar ancak blok olarak bir yere giderse bir anlamı var.

30 Mart seçimlerinde cemaat tarafında bir siyasallaşma, bir partileşme sinyalleri yayılıyor

Cemaat’in parti kurma niyeti son zamanlarda sıklıkla depreşiyor. Fakat karar verdik yapıyoruz diye bir durumları yok. Niyetleri var realize etmek için ortam bulamıyorlar.

Cemaat’in oylarının dağılacağı söyleniyor.

Cemaat’in oylarının farklı partilere dağılmasının Erdoğan açısından bir sakıncası yok. AK Parti’ye bir darbe vuramaz.

Benim kanaatim Cemaat’in etkileyebileceği oy oranın yüzde iki üç olduğu yönünde. Bu oylar ancak blok olarak bir yere giderse bir anlamı var.

Cemaat oyları için CHP’nin heyecanlanmasını da anlayabilmiş değilim. Çünkü Cemaat CHP’ye oy verin çağrısı yapacak ve bu çağrının tabanında oluşturacağı çatlağı göze alacak durumda değil. Dindarlıklarıyla kimlik bulan insanların yetişme tarzından gelen bir şeydir o, sola oy vermek cehennemlik bir eylem olarak görülür.

‘Peygamber efendimizle rüyada konuştuk, tweetleri ikiye katlayın’ diyen bir düzey, CHP’ye oy verdiğinde cehenneme gideceğini düşünen bir düzeydir.

Cemaat’in bir kaybı daha var. Şöyle bir algı vardı: Bunlar çok modern, okumuş, eğitim görmüş bir topluluk. Steril bir dindarlıkları var. Son kavga bize bunun da gerçek olmadığını gösterdi. AK Parti ile Cemaat’in kavgası gecekondu mahalle kavgası düzeyinde sürüyor. Zaten Türkiye’de şu anda asıl sorun her şeyin, sanatın, sinemanın, medyanın, bürokrasinin gecekondu kültürüne teslim olmasıdır. Kavganın dili, yöntemleri, kullanılan silahlar, söylenen laflar. Hepsi düşük profilli insanların yapacağı türden şeyler.

‘Beyaz Türkler’in ne kadar çaresiz olduğunu anladık. Kendi çalışanlarına aslan kesilen işadamlarının ne kadar korkak olduğunu gördük.

Sizce AK Parti-Cemaat kavgasının faydaları var. Nedir o faydalar?

Bu kavgayla dindarların gerçek dindar olmadığını öğrendik. Bence bu toplum için büyük bir kazançtır.

AK Parti’ye yakın medyadaki tarafgirliğin ve karşılığında alınan yüksek maaşların kaynağını öğrendik. Yasakçılık, özgürlükleri kısıtlama bakımından dindarların da Kemalistlerden geri kalmadığını tecrübe ettik.

Köşe yazan, TV’lerde yorumculuk yapan bazı gazetecilerin ‘kullanışlı aptal’ olduklarını anladık. Bu kavga sayesinde dindarlık görünümü ile ‘dini ahlak’ın apayrı şeyler olduğunu gördük. Başkalarına Allah’tan korkmayı öğütleyenlerin, aslında Allah’tan korkmayabileceğini fark ettik.

Türkiye’nin kaderini etkileyecek bu kavgada ‘Beyaz Türkler’in ne kadar çaresiz olduğunu anladık. Kendi çalışanlarına aslan kesilen işadamlarının ne kadar korkak olduğunu gördük.

Bu kavga dindarlığın artık pazara sürülebilir bir malzeme olmasının önüne geçti. Artık insanlar ‘Bu adam dindar, o yüzden dürüst adam’ demeyecekler. Ön kabulün ortadan kalkmış olması sağlıklı ilişkinin oluşmasına zemin oluşturacaktır.

Tayyip bey artık normal hareket etmiyor, bu korkuya yenilmiş durumda. Kimseye güvenemiyor, rahat hareket edemiyor

Liberal kesimden, soldan başbakana yönelik diktatörleşme eleştirileri var. Sizce de var mı böyle bir eğilim?

Gezi sürecinde Başbakan Erdoğan’ın ruhuna bir korku sindi. İktidarın kaybolabilir bir şey olduğunu gördü. Bunu çok yakından da biliyorum. Bu korkuyu çok derin hissetti. Özellikle Dolmabahçe’ye yapılan yürüyüş sonrası, aynı anda bütün illerde insanlar sokağa çıkıyordu. O korku Erdoğan’ın benliğini rehin aldı.

Üstelik bu korku 17 Aralık’la birlikte zirve yaptı. Tayyip bey artık normal hareket etmiyor, bu korkuya yenilmiş durumda. Kimseye güvenemiyor, rahat hareket edemiyor. İnsanları rahat bırakmak üzerine politika geliştirmiyor, içe kapanmayı, yasaklamayı  bir kurtuluş yolu olarak görüyor. Bütün bunlar da bize baskı unsuru olarak yansıyor.

Yani Tayyip bey üzerindeki tehdit bu kadar baskın olmasaydı, belki bu kadar içe kapanma olmayacaktı.

Elbette sadece bu değil. Bir de bu tutuma neden olan yetiştiği kültürel hava var. İtaati esas alan, sorgulamayı yasaklayan bir kültürden geliyor. İki yıl önce ‘Akit gazetesi tarzı Türkiye siyasetini rehin alacak mı?’ diye bir yazı yazmıştım.  Orada, Tayyip Erdoğan’ın üslubunun, siyaset yapış tarzının giderek Akit gazetesine benzediğine dikkat çekmiştim. Akit gazetesinde şöyle bir anlayış vardır: Siyasal anlamda Türkiye’de bir Müslümanlar var bir de Müslüman olmayanlar. Arası yok. Tayyip beyin o korkuyla bu çizgiye kayışı hızlandı.

Akit gazetesi 20 yıldır Türkiye’de ne yapıyorsa, bugünkü İslamcı kanaat önderleri, yazarlar, çizerler, siyasiler aynı şeyi yapıyor. Benzer refleksi gösteriyorlar. Yıllarca Akit gazetesinin hedefinde olan arkadaşımızın yönettiği Akşam’ın manşetiyle, Akit’in manşeti arasında zerre kadar fark kalmadı. Ya da Star’ın.

İslamcı camiada iki damar vardı, birini Yeni Şafak temsil ederdi ki o daha kibar, daha entelektüel bir çizgiydi; diğeriyse Akit gazetesinin temsil ettiği çizgi. Daha kaba saba, daha nobran bir çizgi. Geziden sonra siyasetteki Akitleşme süreci hızlandı. Akit, İslamcı camiaya mührünü bastı. Herkesi kendine benzetti. Herkesi kendisine düşman gören Akit tarzı dindarlık bütün dindarları etkisi altına aldı.

Erdoğan’daki öfkenin başka nedenleri var mı?

Kabul etmek lazım, Tayyip Erdoğan geçmiş iktidarların hepsinden fazla okul, hastane, havaalanı gibi maddi işler yaptı. Bunun bilinmediğini, yeterli takdiri görmediğini, hakkının yenildiğini düşünerek daha da öfkeli bir siyasete kayıyor. Toplumun farklı kesimleri ve farklı beklentileri olduğunu dikkate almadı.

Zaman zaman cumhurbaşkanına hitaben de bir şeyler yazıyorsunuz. Özellikle bu son krizde bütün gözler Sayın Gül’de. Ama cumhurbaşkanı geçenlerde ‘Ben ne yapabilirim ki?’ diye bir şey söyledi. Nasıl yorumluyorsunuz bunu?

Bence Cumhurbaşkanı çok şey yapabilir. Fakat endişeleri buna müsaade etmiyor. Cumhurbaşkanı, böyle bir kavgada alacağı bir tavrın, yıllardır içinde bulunduğu mahallenin tamamına zarar verebilir endişesini abartıyor. Ben tersini düşünüyorum. Zarar veren konuşmak değil suskun kalmaktır.

Dediğim gibi, Türkiye’nin asıl sorunu gecekondu kültürünün her alanda egemen olmasıdır. Tayyip Erdoğan kendisini gecekondu kültürünün egemen olduğu alana hapsetti. Şehirlilerin lidere ihtiyacı var. Artık toplumdaki ayrım bu. Toplumsal kutuplaşmayı ideolojiler değil, meselelere yaklaşımlar ve alına tutumların kalitesi belirliyor. Şehirlilerin lider ihtiyacını Kemal Kılıçdaroğlu gideremiyor. Bunu ancak muhafazakar kesimden gelen ama Gezi ruhunu anlayan, oradaki hassasiyetlere değer veren biri karşılayabilir. Geldiğimiz ortamda bunu en iyi karşılayabileceklerin başında Gül’ün geldiğini düşünüyorum.

Fakat Gül’ün tereddütlü tavrı bu durumu zorlaştırıyor. Gül artık istese de Tayyip Erdoğan’ın rakibi olamaz. Çünkü aynı tabana hitap etmiyorlar. Kavgaya girmesine gerek kalmadan değerler üzerinden nerede durduğunu netleştirebilir. Toplumun ayrışmasını asgariye indirecek ziyaretler, toplantılar yapabilir. Kanaat önderleriyle mesaisini sıklaştırabilir. Son dönemde kaybolan değerlere daha fazla vurgu yapabilir.  Üslubun, nezaketin, ötekine saygının odağında bir tutuma herkesin dikkatini çekebilir. Fakat yapmıyor, yapamıyor.

Başbakan’a rağmen bunları yapıp, öne çıkabilir mi?

Onu söylüyorum, Abdullah beyin konumu başbakanın sağı, solu, arkası, önü değil. Dediğim gibi istese de rakip olamazlar artık. Çünkü iktidar farklılaştırdı. Yol arkadaşı olmak için ideoloji yetmiyor, ikisinin dindar olması ortak payda değil artık. Dindar olmak Cemaat ile Ak Parti arasında nasıl ortak payda değilse, başbakan ile Gül arasında da ortak payda değil.

Oy veren herkesin Tayyip Erdoğan’ı bütünüyle benimsediğini söyleyemeyiz. Tayyip Erdoğan’a oy verdiği halde gidişattan, tarzdan, üsluptan, meselelere yaklaşımdan rahatsız olan milyonlar vardır. Gül, Erdoğan’dan bağımsız olarak bu milyonlar için de umut olabilir. Hatta alacağı esaslı tutumla Erdoğan için de caydırıcı bir güç haline gelebilir.

Tayyip Erdoğan ile taraftarlarının arasındaki ilişki bir mazoşist bir ilişki değil mi? Kocasından dayak yiyen kadının ‘Beni sevdiği için dövüyor’ demesi gibi bir şey.

Bu dediğiniz tam da benim dediğim gecekondu kültürüne has bir şey. Erdoğan’ın sırtını oraya yaslaması sanırım bu duygunun geçerliliğinin sürdürüyor olmasından kaynaklanıyor.

Bir de toplumun önemli bir kısmı Erdoğan’ın bizim yadırgadığımız tutum ve sözlerini ‘sahicilik’ olarak algılıyor. Halbuki sahicilik dediğimiz şey o kadar da matah bir şey değil. İnsan saygı duymadığı kimseler karşısında hesapsız, kontrolsüz, olduğu gibi hareket eder. Sahici olmak kendi kişiliğinizdeki kabalıkları ortaya çıkarıyorsa bu iyi bir şey mi?

Diğer taraftan toplum yıllarca kendisi gibi olan ama ona tepeden bakan iktidarların altında yaşadı. Şimdi kendileri gibi konuşan, onlar gibi kızan, onlar gibi hakaret eden, onlar gibi aşağılayan, onlar gibi refleksler ortaya koyan biri var. Üstelik bu kişi onlara tepeden de bakmıyor. Şimdi bir adam gelmiş, ‘Ben sizdenim’ diyor. İşin ilginç yanı tam da onlar gibi hareket ediyor. Bence sorun tam da burada başlıyor. Çünkü liderliğin yön vermek, istikamet belirlemek, toplumu bir tık yukarı çekmek gibi bir misyonu da var. Fakat bizimkisi tam da bizim gibi. Beni nereye taşıyabilir ki?

Ben, benden daha kaliteli, daha kültürlü, daha nazik, daha anlayışlı biri tarafından yönetilmek istiyorum. Tayyip Erdoğan göstereceği liderlikle toplumu yukarı çekeceğine, kendisi toplumun seviyesine iniyor. Ve bunu iyi bir şeymiş gibi pazarlıyor. Sadece kişisel olarak değil kurumsal olarak da her şeyi buna göre kurguluyor. Toplumun düzeyine inmeyi politika olarak belirlemiş.

Mesela yıllar önce reyting sistemini değiştirdiler. Normalde medyanın, yayınlarıyla topluma değer katması gerek. Komedi bile yayınlıyorsa yüksek zeka ürünü olması gerekiyor ki hepimizin standardı yükselsin. Fakat bunlar tersini yaptılar. Baktılar ki A-B grubu bizim yaptıklarımızı izlemiyor. Yönettikleri programların kalitesini yükselteceklerine reyting ölçmede kullanılan denekleri değiştirdiler. Ağırlığı C grubuna verdiler. Şimdi hepimiz Recep İvedik düzeyindeki dizilere, yarışmalara, tartışma programlarına mahkumuz. O yüzden tartışma programları medyanın Recep İvedikleriyle dolup taşıyor. Ciddi insanların konuştuğu ciddi programlar reyting alamıyor. AK Parti’nin Cemaat ile beraber bu ülkeye yaptığı en büyük kötülüklerin başında bence bu ayarlama geliyor.

Bu kavga yaşanırken, çözüm süreci diye bir süreç yürüyor. Bir yandan da Kürtlerin de bu kavgaya katılması isteniyor.

Kürtleri ‘bir şey yapması için’ çağıranların sorunlu olduğunu düşünüyorum. Niye Kürtler? Türkiye’nin sorunu sadece Kürtlerin sorunu değil ki.

Türkiye’de bir özgürlük sorunu varsa bu durum Türkleri de ilgilendirmiyor mu?  Aleviler daha mı özgür? Kürtlere “Sizin sokağa inmeniz lazım” diyenlerin başka bir hesabı var. Çözüm süreciyle alakalı iki taraf da samimi değil. Başından beri söylüyorum: Kalıcı bir barış için yüksek bir kültüre ihtiyaç var. Taraflarda ne yazık ki bu kültür yok. Bütün bunların olmadığı yerden çıkacak barış kimin işine yarar doğrusu merak ediyorum.Dürüstlüğün gidişatta belirleyici olduğunu düşünürüm. PKK’nın ne yaptığından, Tayyip Erdoğan’ın ne dediğinden, Abdullah Öcalan’ın nasıl tutum aldığından çok ne kadar dürüst davrandıklarına bakıyorum.

İki taraf da birbirine güvenmiyor demek daha doğru değil mi?

Ama güvenin olmadığı yerde barış nasıl olacak o zaman? Yine de geldiğimiz nokta tabii ki olumlu. Savaş yok, bu saatten sona PKK’nın yeniden silaha sarılması bence intihar olur. Çünkü artık teknolojinin verdiği imkanlar var, toplumun dikkatini çekmek daha kolay. Dijital imkanlar silahtan daha etkili. Bunu Gezi’de gördük, insanlar sokağa dökülerek çok kuvvetli bir iktidara geri adım attırdılar. Evet ikisi de birbirine güvenmiyor. İşin ilginç yanı ben ikisine de güvenmiyorum.

KAYNAK: Levent Gültekin’le AKP-Cemaat kavgası (diken.com.tr, 18.02.2014).

Yazar: MÜJGAN HALİS

'ŞATAFATLI MAĞLUBİYET'İN YAZARI LEVENT GÜLTEKİN: BEN MAHALLEMİ DEĞİŞTİRMEDİM, MAHALLELİLER TAŞINDI

'ŞATAFATLI MAĞLUBİYET'İN YAZARI LEVENT GÜLTEKİN: BEN MAHALLEMİ DEĞİŞTİRMEDİM, MAHALLELİLER TAŞINDI

 

Güliz ARSLAN Röportajı

 

İslamcılığı 13 yaşında benimsedi ve tam 30 yıl bu hareket için canla başla çalıştı. Bugün ise “Hata yapmışım, İslamcılık iktidara gelince İslam’ı yiyen bir canavara dönüştü” diyor. Uzun yıllar Yeni Şafak, Star ve Cine 5’te yöneticilik yapan Levent Gültekin şimdi tartışma programlarının aranan yüzlerinden biri. Kendi deyişiyle 43 yaşında hayatını formatlayan Gültekin’le Doğan Kitap’tan çıkan kitabı ‘Şatafatlı Mağlubiyet’i konuştuk.

 

Bu kitap için masanın başına oturduğunuzda aklınızda ne vardı?
Bu ülkeye olan borcumu biraz olsun ödemek. Türkiye’yi 30 yıl emek verdiğim hareket yönetiyor. İslamcıların iktidarında insanların hayatı cehenneme döndü. O yüzden nefesim yettiğince gençlere “Biz yaptık, siz yapmayın” demek istiyorum.

Ne umuyordunuz İslamcı hareketin içindeyken?
Ülke yönetimine biz geçince her şey güllük gülistanlık olacak zannediyorduk. Müslümanlığımızla topluma barış ve özgürlük getireceğimizi düşünüyorduk. Yoksul kalmayacak çünkü “Komşusu açken tok yatan bizden değildir”. Kimse ölmeyecek çünkü “Dicle kenarında kaparsa kurt koyunu, ilahi adalet Ömer’den sorar onu”. Bırakın koyunları, Dicle kenarında çocukları feda etme noktasına geldiler! İktidara karşılık insanlıklarından vazgeçtiler sanki. Cennete gitmek için hırsızlık yapıyorlar, sınav sorusu çalıyorlar...

Şimdiki hayal kırıklığınızın bu kadar derin olmasının nedenlerinden biri de baştaki hayallerinizin fazla tozpembe olması olabilir mi? “Biz geleceğiz ve her şey düzelecek” diye düşünmek bir süperkahraman olmaya niyet etmek sanki?
Gençken hepimiz hayal kurarız. Bu normal. Hayallerimiz için bütün enerjimizle çabalarız. Fakat sonuçta ellerimiz boş kaldı. Şimdi anlıyoruz ki laiklik inancın da bir sigortasıymış. Geçmişte bunun farkında değildik. Çünkü bu ülkede çok katı bir laiklik uygulaması vardı. İnancı, dindarları ötekileştiriyordu. Kürtler, Aleviler, kendini dindar olarak tanımlayanlar, Ermeniler, Rumlar... Tehlikeli topluluklar olarak gösteriliyordu. Üniversite mezuniyetinde dereceye giren bir kız çocuğu ödülünü alırken hocası başörtüsünü çekip alabiliyordu. Bir süperkahramanın gelip düzeltmesi gereken şeyler vardı yani...

BERABER NAMAZ KILDIKLARIM
YOLSUZLUK TALEBİYLE GELDİ

“Dindar siyaset Türkiye’de iktidar olsun diye gecemi gündüzüme kattım. Aşklarımı, ailemi, çocuklarımı ihmal ettim” diyorsunuz...
Hiç unutmam: Lisedeyiz. Bir gün sınıftan bir kız “Çıkışta bir şey sorabilir miyim?” diyerek beraber yürümeyi teklif etti. Yaklaşık 300 metre yan yana yürüdük. Akşam kahvede çok ağır fırça yemiştim. “Nasıl olur da bir kızla yürürsün, sen bir davayı temsil ediyorsun!” demişlerdi.

16 yaşındaki Levent’in gözlerine bakıp bir şey söyleme şansınız olsaydı, ne derdiniz?
Ne desem dinlemezdi ki... Bir kasabada yaşayan, ortaokul mezunu, devlet memuru babam, ben 14 yaşındayken “Oğlum bunlar dini kullanıyorlar. Bak göreceksin” demişti. Dinlememiştim. Şimdi yine dinlemeyeceğimi bilsem de şunu söylemek isterdim: “Bu ülkeyi bir insan kabul edersek Alevilik kalp, dindarlık damarlarındaki kan, Atatürkçülük iskelet, solculuk da vicdandır. Biri olmazsa o insan eksik kalır. Türkiye bunlarla bir bütündür, dünya görüşünü buna göre oluştur. İnancı siyasetin, ticaretin malzemesi yapma, demokrat ol”.

Benzer bir pişmanlığı bir gün yine yaşamaktan korkuyor musunuz?
Bir ideolojiden vazgeçip başkasına geçmiş değilim. Tüm ülkenin ağız tadıyla yaşaması için uğraşıyorum. Bundan pişmanlık duyacağımı sanmam.

·  Levent Gültekin: Ölçülü Bir Heyecan

Sizin için işin büyüsü ne zaman bozuldu?
AK Parti’ye kurulduğu günden itibaren eleştirel bakıyordum. Hiç oy vermedim. Çünkü kurulurken bünyesine kattığı bazı isimleri görünce “Bu parti iflah olmaz” demiştim.

Kim için demiştiniz mesela?
Tayyip Bey’le de Davutoğlu’yla da tanışıklığım vardı. Fakat gayri samimi demeçleri nedeniyle eleştiriyordum. Egemen Bağış gibi birkaç ismi görünce de “Buradan esaslı bir iş çıkmaz” demiştim. Fakat 27 Nisan muhtırası verilince söylediklerimin darbecilere yarayacağını düşünerek eleştirilerime son verdim. O dönemde Star’dan yöneticilik teklifi geldi, orada İcra Kurulu Başkan Yardımcılığı yaptım. Beni rahatsız eden şeyler oldu. İşler de istediğim gibi gitmiyordu. Ayrıldım.

Ne rahatsız etti sizi?
Paranın nasıl gidip geldiğine şahit oldum. Önerilerim kabul görmedi, ben de gittim. Sonra Cine 5’te altı ay çalıştım. 40 yıl boyunca beraber namaz kıldığım insanlar yolsuzluk talepleriyle geldiklerinde ağır bir kırılma yaşadım ve oradan da ayrıldım.

HANİ 'KİMSESİZLERİN KİMSESİ' OLACAKTI?

Peki kamuoyunun önünde yaşanan olaylardan en çok hangileri rahatsız etti? Roboski, Gezi, Soma...
Biri Berkin Elvan’ın annesinin yuhalatılması. Evlat acısı çeken anne hakaret de, ağır küfür de etse duymazdan gelinir. Fakat bu annenin dediklerine bakarak miting meydanında yuhalatılması derinden üzdü beni. Bir diğeri, bunca yolsuzluk iddiasından sonra iktidar çevrelerinden tek bir kişinin çıkıp da “Arkadaş ben bunu kabul edemem” dememesi. Üçüncüsü de Soma’daki tokat. Kendi yüzüme atılmış gibi hissettim. Tayyip Erdoğan’ın en büyük sloganı neydi? “Kimsesizlerin kimsesi olmaya geliyorum”. Artık sabah akşam kimsesizlerle kavga eden bir iktidar var karşımızda.

Neyle geçiniyorsunuz şimdi? Nasıl bir hayatınız var?
Çok sakin bir hayatım var. Ülkenin içinde bulunduğu durumdan başka bir sorunum yok. Artık bir hayalin peşinde koşmuyorum. Bir gelecek planım da yok. Geçmiş birikimlerimle yaşıyorum. Bir süre çalışmasam da çok şükür hayatımı idame ettirebilirim. Lükslerim yok. Evdeyim. Ya kitap okuyorum ya da film izliyorum. Zaten bir yerde çalışmaya yeltendiğimde iktidar mensupları rahat bırakmıyor.

TÜRKİYE KAYBEDERKEN AK PARTİ KAZANABİLİR Mİ?

Bir ‘Erdoğanistler ve Tayyipçiler’ ayrımınız var...
Evet, AK Partililer iki gruptan oluşuyor: Erdoğanistler ve Tayyipçiler. Erdoğanistler; çıkarını Erdoğan’dan sağlayan, devlette, medyada ön planda olanlar. Tayyipçiler ise tek derdi evine ekmek götürmek olan, iktidardan nemalanmayanlar.

“Türkiye, Erdoğanistlerin çıkarcılığı, Tayyipçilerin saflığı, muhalefetin de Tayyipçilere ulaşamaması yüzünden bu halde” diyorsunuz...
Muhalefet, Erdoğanist’lerle kavga ediyor, Tayyipçiler’e de asla ulaşamıyor. Çünkü onlara söyleyecek bir sözleri yok. Erdoğanistler gece gündüz televizyon ekranlarından, gazete köşelerinden Tayyipçilere yalan söyleyerek geçimlerini sağlıyorlar. Ne yazık ki muhalefetin Erdoğan’a alternatif olabilecek ne siyasi zekâsı var ne de kabiliyeti... Bu yüzden milletçe bir çamurun içinde debelenip duruyoruz.

AK Parti önümüzdeki seçimi kazanır mı?
Kazansalar da yenildiler artık. O yüzden kitabın adında ‘mağlubiyet’ diyorum. İslamcılar ağır bir yenilgi aldı. Topluma söyleyecek bir sözleri kalmadı. Ülke elden gidiyor, çocuklar ölüyor, eğitim çöktü, şehir kuramıyorlar, kültür-sanat yok, bilim yok... İktidarda olsalar ne olacak ki? Türkiye kaybederken AK Parti kazanabilir mi? Tüm bu yaşananlara rağmen hâlâ tek başına iktidar olabilme ihtimallerini konuşuyor olmamız da muhalefetin ayıbı. Muhalefet lideri olsam AK Parti’nin bunca defosuna rağmen, toplumun bana değil de AK Parti’ye oy vermesinden utanırdım. Hatta utancımdan sokağa çıkamazdım.

SAKİN OLAMIYORUM
ERDOĞAN HEPİMİZİ KENDİSİNE BENZETTİ

Uzun yıllar medyada görev yaptınız ama hep yönetim kısmındaydınız değil mi?
Evet. Yöneticilikten yazarlığa geçmiş olmama çok şaşırıyorlar. Ne yapayım? Bir kamyon dolusu kitap okuyan, mesleği yazarlık olan arkadaşlarım daha çok para için yandaş oldu. Olup bitene ses çıkarmak da bana kaldı. Keşke kalmasaydı. Ama durum şu: Bir ev yanıyor. Ben de diyelim ki doktorum ama ev yanıyor, ne yapayım? Aldım elime bir kova, su taşıyorum. Mesleği itfaiyecilik olanlar “Sen itfaiyeci değilsin ki” dediklerinde de “E, sen itfaiyecisin ama işini yapmıyorsun” diyorum.

‘YENİ AHMET HAKAN' BENZETMESİ ÇOK SIĞ

Tartışma programlarında en sık gördüğümüz isimlerden birisiniz artık...
İlk zamanlarda isteyerek gidiyordum. Son zamanlarda daha çok bu sözün söylenmesi lazım diye gidiyorum. Çünkü konuşarak bazı şeyleri olağan hale getiriyoruz. Mesela bir programda altı kişi oturup çocukların ölümünü konuşuyoruz. Sanki çocukların ölümü konuşulabilir bir şeymiş gibi...

Çok sert bir üslubunuz var. Zaman zaman haklı hissetmenin şehvetine kapılıp yarar yerine zarar verecek şeyler söylediğiniz, yazdığınız da oluyor mudur?
En çok korktuğum şey bu. Ama yenemiyorum ki öfkemi... Ülke benim arkadaşlarımın elinde cehenneme döndü, nasıl sakin olayım? Erdoğan hepimizi kendisine benzetti. Sakin konuşarak sesimizi duyuramıyoruz.

‘Mahalle değiştirdi’ tabirini sevmiyorsunuz değil mi?
Ayıp bir şey çünkü. Artık mahalle diye bir şey yok, Türkiye var. Kaldı ki ben mahalleyi terk etmedim, mahalleliler komple taşındı. Benim yaptığım şey, onlara “Arkadaşlar, nereye gidiyorsunuz? Bu yaptığınız ülkeyi felakete sürüklüyor” demekten başka bir şey değil.

‘Yeni Ahmet Hakan’ diyorlar sizin için...
Ahmet Hakan, Türkiye’nin en demokrat yazarlarından biri. Takdir ediyorum. Fakat bu çok sığ bir benzetme. Hepimizin karakteri, kişiliği farklı.


Şatafatlı Mağlubiyet, Levent Gültekin, Doğan Kitap

 

KAYNAK: 'Şatafatlı Mağlubiyet'in yazarı Levent Gültekin: Ben mahallemi değiştirmedim, mahalleliler taşındı (Güliz ARSLAN Röportajı,  Fotoğraflar: Murat ŞAKA,05 Eylül 2015).

Yazar: Güliz ARSLAN Röportajı

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör