Ferhat Kentel

Siyaset Sosyoloğu

Doğum
Eğitim
ODTÜ İşletmecilik

Sosyoloji profesörü, akademisyen, yazar. 1965'te Ankara'da doğdu. 1981’de ODTÜ’de İşletmecilik lisans eğitimini tamamladıktan sonra 1983’te Ankara Üniversitesi SBF’den yüksek lisans ve 1989’da Paris, EHESS’ten Sosyoloji doktora derecesi aldı. Fransa’da çeşitli dönemlerde misafir öğretim üyesi ve araştırmacı olarak bulundu. Türkiye’de ve yurtdışında çeşitli kitap ve dergilerde modernite, yeni sosyal hareketler, din, İslâmi hareketler, aydınlar, etnik cemaatler üzerine makaleleri yayımlandı.

Yazarın modernleşme, aydınlar, din, Kürt sorunu, İslâmi kimlik ve sivil toplum üzerine çalışmaları vardır. Bir süre İstanbul Bilgi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesi olarak çalışmalarını sürdürdü. Halen, İstanbul Şehir Üniversitesi İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi Sosyoloji Bölümü öğretim üyesidir.

Çok sayıda saha araştırması yaptı. Bu araştırmaların bazıları:

Refah (Fazilet) Partisi’yle On Yıl Sonra Konya (1999),

Suskun Kitle Büyüteç Altında - Türkiye Gençliği Üzerine Bir Araştırma (1999),

Türkiye’de Gençlik (1995),

Gevorg Poghosyan ile birlikte Ermenistan ve Türkiye Vatandaşları - Karşılıklı Algılama ve Diyalog Projesi (2005).

 

 

ESERLERİ:

 

Euro-Türkler Türkiye ile Avrupa Birliği Arasında Köprü mü, Engel mi? (2005),

Belçika Türkleri Türkiye İle Avrupa Birliği Arasında Köprü mü, Engel mi? (2008)

Ehlileşmemek Düzleşmemek Direnmek (2008),

Türkiye'de Ermeniler - Cemaat Birey Yurttaş (2009),

Yeni Bir Dil yeni Bir Toplum (2012)

 

KAYNAKÇA: Prof. Ferhat Kentel: Devlet, çok ince bir teknikle AKP’yi ele geçirdi (t24.com.tr/haber, 25 Ocak 2016), Prof. Dr. Ferhat Kentel (tarihbilincidergisi.com, 17.06.2016), Ferhat Kentel Kimdir? (on5yirmi5.com, 17.06.2016).

DEVLET, ÇOK İNCE BİR TEKNİKLE AKP’Yİ ELE GEÇİRDİ

Prof. FERHAT KENTEL: DEVLET, ÇOK İNCE BİR TEKNİKLE AKP’Yİ ELE GEÇİRDİ

 

"Perinçek, 'AKP bizim olduğumuz yere geldi' derken haklı bir şey söylüyor"

 

Sosyolog Prof. Ferhat Kentel, AKP’nin darbelere karşı gelen insanlarla kendi meşruiyet alanını gelişlettiği zamanda partinin devlet tarafından yapılan operasyonla geri adım attığını söyledi ve “Devlet, çok ince bir teknikle devlet AKP’yi ele geçirdi. Bugün devlet gibi konuşan bir AKP var” dedi.

Kentel, Ergenekon’un devletin önemli bir yerinde olduğunu ileri sürerken, “Bunun bir örneği Doğu Perinçek. Perinçek 'AKP bizim olduğumuz yere geldi' derken haklı bir şey söylüyor” ifadelerini kullandı.

Özgür Düşünce’den Hüseyin Keleş’e konuşan Kentel’in açıklamaları şöyle:

Bölgedeki çatışma ortamı 1 Kasım seçimlerinden sonra daha da şiddetlendi. Neye bağlıyorsunuz bu gelişmeleri?

Başkanlık sisteminin tesis edilmesi için bu savaş çok fazla işe yarıyor. Çatışmanın arkasından daha otoriter birtakım yöntemlerin uygulanması için zemin hazırlanıyor aslında. 

Bu sadece 'Başkanlık'la açıklanabilir mi? 

Tabii ki hayır. Belki en kabul edilebilir ya da görünen sebep diyebiliriz. Onun haricinde mesele sadece AKP ve Erdoğan değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin genlerinde taşıdığı çıkar ilişkilerinde, dengelerde, güç ilişkilerinde Kürt meselesinin aldığı bir yer var. Bu aldığı yer nereyse, oradan çıkmasına asla izin verilmeyecek. Ama toplum değişiyor zaman içerisinde. Nasıl Müslümanlar zaman içerisinde değiştilerse, kendi partilerini kurdularsa... Müslümanlar derken Demokrat Parti ile Adalet Partisi geleneğinden gelen, bunun içerisine Milli Görüş'ün girdiği bir kesim. Bu iç içe geçmiş kesim iktidarla tanıştı ve toplumda önemli değişimler oldu. Bunlardan en görünür olanı başörtüsü meselesiydi. O zamana kadar devletin 'kamusal alan' diyerek tahammül edemediği şey, yeni toplumsal kesimlerin iktidar olmasıyla değişime uğradı. Devlet bunu kabul etmek zorunda kaldı. Ama galiba devletin kabul edemeyeceği şeyler var. Devlet, AKP'yi ya da ehlileştirdiği bir İslami hareketi içeri aldı. Bu kesim gayet modernleşti; kapitalistleşti ve devlet ancak öyle içeri aldı. Devletle hemhal oldular. Bir zamanlar Susurluk kazasında birçok kesimden ismin bir arada olması gibi... Devlet aslında böyle bir şey

Bugünün devlet temsilcileri, Susurluk'un kaza yapmamış hali mi? 

Devlet hep böyledir zaten. Kaza yaparsan sadece daha fazla görünmüş olur. Yani Sur'daki 'Üç hilaller', 'Esedullah Timleri', JÖH'ler kim? Bunlara İslamcı diyecek miyiz? Bunlar devletin yetiştirdiği elemanlar. Devletin kendine göre bir mantığı var ve bu mantığı bugün işletiyor.

Ergenekon devletin neresinde?

Ergenekon veya onun temsil ettiği zihniyet devletin epey önemli bir yerinde. Bunun bir örneği Doğu Perinçek. Perinçek “AKP bizim olduğumuz yere geldi” derken haklı bir şey söylüyor. Perinçek’in 60’lı yıllardan beri oynadığı bir rol var. Bazen devletin oyunlarını sol içinde oynadı; bir zamanlar da Kürtler içinde oynamıştı. Bugün de Akitvari televizyonlarda boy gösteren bir adam haline geldi.

Devlet 2010’a kadar mı izin verdi AKP’ye?

Türkiye’de toplumun vesayet rejimine karşı çok ciddi bir talebi vardı. AKP bu mücadelede inanılmaz bir avantaj yakaladı. Kendi dışındaki insanlar sayesinde... Solcu gruplar, ‘Yetmez ama evet’çilere küfrederken bir yandan haklılar tabii! AKP tam da ‘yetmez ama evet’ diyen, darbelere karşı gelen insanlarla meşruiyet alanını genişletti. Sonra ne oldu? Devletin inanılmaz operasyonu bence orada gerçekleşti. Tam da mücadele edemeyeceği bir alanda, darbecilik konusunda geri adım attı. Açıkça darbe yapamazdı, çok ince bir teknikle devlet AKP’yi ele geçirdi. Bugün devlet gibi konuşan bir AKP var.

'Yetmez ama evet' koalisyonunun içerisindeydiniz. Sol kesim tarafından her fırsatta topa tutuluyorsunuz. Rahatsız ediyor mu sizi?

AKP eski İstanbul İl Başkanı Aziz Babuşçu 2013'ün başında 'Bizim artık bundan sonra sol, liberal birtakım insanlara ihtiyacımız yok, kendimiz yürüyeceğiz' gibi bir şey söyledi. 60'lı yılların sol stratejileri içinde Milli Demokratik Devrim Stratejisi vardı. Kabaca, "Biz sol görüşlülerin gücü yeterli değil, birtakım ittifaklar kurmak lazım" diyordu.

 Bütün devrimlerde olan budur. AKP'nin temsil ettiği potansiyel demokratlar zaman içinde elimine oldular, kenara atıldılar ya da içinde kalanlar dönüştü. Anayasa'nın dönüştürülmesi, vesayetin giderilmesi için çalışanlar, bu dönüşümü zaman içerisinde iktidarını perçinlemek için kullandı. Şimdi burada suçlu ben miyim, Aziz Babuşçu mu?

Yani, "Ben olduğum yerdeyim, değişen AKP" diyorsunuz?

Ben inandığım bir şey için elimi taşın altına soktum. Bu benim hatam değil. Aldatılmış gibi de hissetmiyorum. İktidar dili, savaş dili, 'Yetmez ama evet'çileri süpürdü. Bir zamanlar AKP'nin adı 'Yetmez ama evetçi'lerle anılıyordu. Şimdi Doğu Perinçek'le, Yiğit Bulut'la, Sedat Peker'le anılıyor. Demek ki ben aynı yerdeyim ama AKP aynı yerde değil. AKP’yi temsil eden adamlar bunlar.

KCK operasyonları yapılırken sizin de tutuklanacağınız ama bunun Erdoğan tarafından engellendiği iddia edilmişti. Ne oldu o iş?

O mesele hiç anlaşılmadı. O zamanlar nispeten sağdan soldan duyduklarımla yorumlar yapmaya çalışıyordum. O yorumların doğru olduğuna dair hiçbir garantim yok. Bana bu haberi getiren kişinin bile bizzat bu işin içinde olduğunu düşünüyorum. Belli ki bir tür böyle korkutma, güvensizleştirme hesapları yapılıyordu. Tutuklanacak mıydık bilmiyorum. 

Size göre Doğu Perinçek içi boş konuşmuyor?

Tabii ki. Perinçek’in parti lideri olması, partisinin oy alması falan çok önemli değil. Şöyle örnek vereyim. Batı Avrupa’da ırkçı partiler hep şunu söylediler: “Biz toplumun yüksek sesle dile getiremediği şeyleri dile getiriyoruz.” Perinçek de bu tür bir dil. Devletin söyleyeceği dili tercüme ediyor. AKP, ulusalcıların bir zaman temsil ettiği şeyi temsil ediyor. AKP daha vicdanlı, adaletli, tüm kimliklere eşit özgürlük vermesi beklenen bir partiydi. Şimdi ne oldu? AKP Doğu Perinçekleşti bir anlamda. Bütün bu akademisyenlerde korku oluşturulup temizlik yapılabilirse, kendi adamlarını sokmak için alan açmaya çalışıyorlar. 12 Eylül ve tek parti dönemleri gibi.

Akademisyenlerin başına gelenler devletin 'izin vermeyeceği' keskin çizgisi miydi?

Çok büyük ölçüde böyle. Bir savaş hali insanları ikiye böler. Güneydoğu'daki savaş hali de en kolay bölünebilir yerden bölüyor. Halbuki o kadar basit olmamasına rağmen. Mesele demokratlık-otoriter devlet ayırımı olabilecekken bu savaşın kendisi Kürt-Türk ikilemine bölünüyor.

Bu, bir anlamada Kürtlerin kopmak istemediklerinin işareti anlamına gelen 'Batı bizi duymuyor' cümlesinin giderek daha çok dile geldiği bir anda akademisyenlerin bildirisi geldi. Ne kadar iyi bir metindi, o ayrı mesele. Ben de imzalamadım sonuç olarak. O metin en azından Batı'dan Doğu'ya 'Biz de sizinle kopmak istemiyoruz' mesajıydı.

Neden imzalamadınız?

İçime sinmedi. Derdin, çok daha başka şekilde anlatılabilir olduğunu düşünüyordum. Biraz daha müzakereyi koparmayan bir dil olabilirdi. Bu devleti biliyoruz, her şeyi yapıyor. Buna rağmen toplum içinde muhabbet dilini korumaya devam edilebilirdi. Bu bildiri buna pek izin vermiyor gibiydi.

Akademisyenlere soruşturmalar üniversitelerdeki yapıyı olumsuz anlamda değiştirir mi?

Üniversitelerin hali iç açıcı değil. Zaten bir sürü yerdeki üniversite devlet dairesi gibi çalışıyor. Ast-üst ilişkileri var. İşte bürokratikleşmiş birtakım elemanlar; onların altında çalıştırılan çömezler... Bu bildiri de açıkçası devletin 'antiakademik, antientelektüel, antiaydın' savaşının bir aracı haline geldi. Fırsat olarak kullanıldı.

Peki soruşturmalar, işe son vermelerden sonra AKP'ye yakın isimlerin kadroya alınması gibi bir durum söz konusu olabilir mi?

Tam da böyle bir şey diyecektim zaten. Niye ODTÜ'ye bu kadar çok saldırılıyor? Sen bu üniversitelere girmeyi beceremediğin için ancak zorla ele geçirme yoluna gidiyorsun. Bütün bu akademisyenlerde korku oluşturulup temizlik yapılabilirse, kendi adamlarını sokmak için bir tür vesile kılmaya, alan açmaya çalışıyorlar. 12 Eylül'de, tek parti dönemlerinde olduğu gibi.

Muhalefetin rolüne gelirsek, yeterli mi?

Savaşla ve bölerek ikna etmeye çalışan devlet; kendi dilini üretiyor. Bu iktidar diline karşı mücadele etmek için tutturulması gereken yol, iktidarın dilini taklit etmemektir. Mesela, sen bağırma; neden ‘Diktatör bozuntusu’ diyorsun? Bu iktidarın dilini geliştirmektir. CHP yeni bir şey üretmekten çok Salı toplantılarında Kılıçdaroğlu’nun birtakım laf yarışmalarından öteye gidemeyen bir şey haline geliyor. HDP’nin durumu çok daha özel. HDP bugün doğrudan hedef. Bütün düşmanlıkların üzerine yıkıldığı bir parti. Belki çok haksızlık yapmış olacağım ama galiba bütün bu baskıya rağmen, HDP’nin alternatif dili üretmek için çok fazla çabalaması gerekiyor.

Bu pres altında yapılabilir mi?

Çok zor, bu yüzden diyorum adaletsiz bir şey söylüyorum diye. ‘Kolaysa git kendin yap’ der insanlar. MHP’ye gelirsek, zaten artık parti olarak var olmasına gerek yok. Alparslan Türkeş “Biz hapisteyiz, fikirlerimiz iktidarda” demişti. MHP şu anda tam burada. Üstelik hapiste de değiller, ne güzel. Bir parti ne ister ki başka.

KAYNAK: Prof. Ferhat Kentel: Devlet, çok ince bir teknikle AKP’yi ele geçirdi (t24.com.tr/haber, 25 Ocak 2016).

 

 

KORKAN VATANDAŞLAR, GÜVEN VEREN BİRLİKLER

KORKAN VATANDAŞLAR, GÜVEN VEREN BİRLİKLER

 

FERHAT KENTEL

 

AB bitti mi, bitiyor mu? Bazıları acayip eğleniyor bu soru eşliğinde... Yani zaten olmayacak bir dua veya emperyalist bir işbirliği ya da Hıristiyan Batı’nın bir canavarı olarak görülen AB’nin İngiltere’nin ayrılacak olmasından ötürü derin bir kriz yaşıyor olmasından büyük memnuniyet duyuyorlar. Tabii ki, Türkiye’de AB’ye olumlu bakanların ruh halinin “çok kötü olabileceğine” de inandıkları, hatta adları gibi emin oldukları için, çok seviniyorlar.

Neyse, onlar eğlenmeye devam etsinler. Ne AB konusunda olumlu düşünenlerin hepsi “eğer AB’ye giremezsek ölürüz, mahvoluruz” diye düşünüyor; ne de AB’nin mutlak bir model olduğunu düşünüyorlar.

 AB, kuşkusuz her şeyden önce “modern” Batı Avrupa’nın kapitalist sanayi yapısının ve bu yapının değişimine bağlı olarak evrilen bir örgütlenmeydi. İlk zamanlarında ulus-devletler vasıtasıyla örgütlenen (ya da ulus-devletleri üreten) kapitalizmin yeni dönemde uluslararası ya da sınırlarötesi örgütlenmesine denk gelen bir yapılanmaydı.

 Ama hiçbir toplumsal yapıda olamayacağı gibi, AB’yi de sadece “kapitalizmin hesapları” olarak okumak mümkün değil. Çünkü egemen aktörler, burjuvalar, devletler vb., kendi geleceklerini garantiye almak, kârlarını maksimize etmek için ne kadar hesap yaparlarsa yapsınlar, muhatap oldukları kitlelerin bu hesaplara verecekleri tepkiler, cevaplar ve bizzat yürütülen politikaları yorumlayarak değiştirme, çarpıtma ve hatta faydalanarak, kendi lehlerine çevirme potansiyelleri mevcuttur.

 Bunun tersi de doğrudur; yani siz bugün devrim yaptığınızı zannedersiniz; ama sizin devriminizi devlet, maske değiştirmiş egemenler vb. pekala kendi çıkarlarına göre yontabilirler.

 AB de bir tarafıyla ne kadar kapitalistlerin ve onların teknokratlarının “birliği” olsa da, diğer yandan toplumların, “toplumsal” taleplerin mücadele alanıdır.

 

AB: Yeni bir vatandaşlık

 

Yani AB ulus-devlet gibidir. Ulus-devlet ne kadar burjuvaların ulus-devleti ise, o devletin vatandaşlarının da mücadele ettiği, haklarını ve özgürlüklerini genişletmeye çalıştığı bir “zemin”dir.

AB üzerine düşünmeyi bir katman daha derinleştirirsek, bana göre, bu birliğin insanların geleceği için vadettiği en önemli rüyalardan biri, farklı milliyetler içine hapsolmuş insanların birbirleriyle konuşma imkanlarının artmasıydı. Sınırları ortadan kaldırarak konuşmaya başlayan insanların kuracağı yurttaşlığın da dar kalıplı, hamasete dayalı ulus-devletin yurttaşlığından farklı olacağı açıktı.

 AB ile birlikte, mesela, bugün Avrupa’da yaşayan Türklerin, Arapların, Müslümanların, Slavların, söz konusu kıtanın “asli unsuru” olarak ezberlenen Fransızlar, Almanlar, İtalyanlar ya da Hıristiyanlarla birlikte yeni bir “kültürlerarası” yurttaşlığı inşa edebilme potansiyelleri doğuyordu.

 Ama, gene bana göre, AB’nin kendi içindeki potansiyellerin ötesinde, özellikle Türkiye’nin AB’ye girmesi “Medeniyetler savaşı”, “kimlikler savaşı”, “Doğu-Batı ikiliği” gibi, sembolik ve fiziksel savaşlara karşı çok güçlü bir duygusal aşma sağlayacaktı.

 AB’nin bu potansiyeli, muhtemelen İngiltere’nin ayrılmasıyla önemli bir darbe aldı ve AB’yi bir arada tutan duygusal angajmanı önemli ölçüde yıprattı; ancak gene de bu gelişme AB’nin hemen sona ermesi anlamına gelmeyecek.

Fakat İngiltere referandumu vesilesiyle daha başka bir okuma daha yapabiliriz.

 

İngiltere: Bir semptom

 

Çünkü İngiltere’nin ayrılması sadece Avrupa’ya ilişkin bir gelişme değil; alınan bu karar aslında doğudan batıya, kuzeyden güneye, gezegenimizi saran içe kapanma ve korku hallerinin sadece bir semptomunu andırıyor.

Muhtemelen hem korkuyu, hem de aynı zamanda korkuya esir olunması halinde içine düşülecek çok daha beter durumlar karşısında acilen harekete geçilmesini arzulayanları görünür kılıyor.

Tam de referandumdan sonra tekrar oylama yapılmasını isteyen milyonlarca imza sahibinin duygusunu başka türlü yorumlamak mümkün mü?

Bir zamanlar, Fransa’nın Maastricht anlaşmasına yüzde 49’a karşılık, 51’lik bir oranla evet demesi gibi, bugün İngiltere’de yüzde 52 karşısında, “ayrılmayalım” diyen yüzde 48’lik bir başka kesimin bulunması “ayrılmak” denilen kararın ne kadar zor bir karar olduğunu ve aslında hem toplumun ne kadar bölündüğünü, hem de “ayrılmak” ve “ayrılmamak” kararlarının aslında ne kadar içiçe olduğunu gösteriyor. Ya da kendi başlarına, Birleşik Krallık’tan ayrılma fikrinin en güçlü olduğu İskoçya’da “ayrılmama” taraftarlarının en yüksek orana ulaşması meselenin hiç de basit olmadığını gösteriyor.

Alternatifleriyle birlikte var olduğunu aklımızda tutarak, işte bu korku hali, bugün artık çok daha bariz.

 

Çok korktukları için çok kahraman olanlar

 

Hindistan’ın Gujarat eyaletinde, 2001’de Müslümanlara karşı girişilen korkunç katliam sırasında, eyaletin valisi olan Marendra Modi bugün Hindistan’ın başındaki milliyetçi bir lider. Gerçi başka ülkelerdeki ilahlaşmış liderler kadar, her türlü denetimden kopuk bir görüntü çizmese de (çünkü Hindistan’da hâlâ kurumlar çalışıyor anlaşılan), içeride ve dışarıda korkulardan beslenerek düşmanlar yaratmak, dini hassasiyetleri kullanmak ve “güçlü” olmak için her şeyi yapmak konusunda da başkalarına çok benziyor.

 Amerika’da yükselen lider Cumhuriyetçi Parti adayı Donald Trump, özellikle kullandığı İslamofobik ve diğer söylemleriyle adeta karikatür gibi bir adam olmasına rağmen, peşindeki milyonlarca insanın korkularına tekabül ediyor ve onların en derin duygularına hitabediyor.

Polonya cumhurbaşkanı Andrzej Duda da bizzat Avrupa’nın ortasında güvensizlik söylemleriyle, güvensizlik yaratan bir lider.

Kabaca benzer eğilimleri İtalya’da da, İsrail’de de, Türkiye’de de görmek hiç zor değil. İçinde bulunduğumuz dönemde, sosyal adaleti bir kenara bıraktıran, modern zamanlar boyunca örselenen kimliklerin postmodern patlamasından henüz bir türlü çıkmadığımız gibi, tam tersine patlamasına şahit oluyoruz.

Öyle anlaşılıyor ki, modern toplumların önemli bir evrim noktasında bulunuyoruz. Bütün coğrafyalarda, insanlar şimdiye kadar bir cephede yaşadıkları “gelişme”ye karşı, başka bir tarafta, adeta modernliğin tornası altında “yabancılaşmalarına” karşı verdiği çarpılmış cevaplara şahit oluyoruz. Belki de bütün ömürleri boyunca aşağılanan insanların sağa sola savrula savrula, çıkış yolu aramalarına şahit oluyoruz.

Ve tabii ki, işin en kötü tarafı, bu türden yıpranmışlıkların arkasından, başkalarına karşı olan tutum ve davranışlarına bakıldığında, iktidarı ele geçirdiklerinde, insanların neler yapabileceklerini kestirmek pek zor değil.

Dediğim gibi, bizim memleket de bu yeni durumdan bağımsız değil...

Hem korkularıyla, hem de korkuların hemen yanı başında duran umudu besleyen duygularla...

 

Mesela, “İsrail ve Rusya’yla görüşen hainler” söylemlerinden sonra, Rusya ve İsrail’le aslında aramızda bir sorun olmadığını söyleyen Cumhurbaşkanımızın sarfettiği şu cümle harika değil mi?

 “Türkiye dostlarına güven sağlayan bir ülke olduğunu her zaman göstermiştir. Bu yakın komşumuzla da olan münasebetleri, özellikle stratejik düzeyde attığımız adımları geliştirmenin gayretine inanıyorum.”

Gerçekten çok güzel sözler bunlar!

Şimdi Türkiye, eğer, komşularının yanısıra, topraklarında yaşayan ve Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkese de gerçekten güven veren bir ülke olursa harika olacak demektir!

KAYNAK: Korkan vatandaşlar, güven veren birlikler (jinepsgazetesi.com, 3 Eylül 2016).

İLGİLİ BİYOGRAFİLER

Devamını Gör