Coğrafya profesörü, akademisyen, yazar, fotoğraf sanatçısı. 1947 Nevşehir doğumlu. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) Fiziki Coğrafya ve Jeoloji Kürsüsünü 1968 yılında bitirdi. Fen Fakültes'nde Genel Jeoloji sertifikasını; Ziraat Fakültesinde Toprak sertifikasını aldı. Eğitim-öğretim, didaktik konulu dersleri de DTCF’de izleyerek Pedagoji Sertifikalarını elde etti. 1971-1978 arasında Milli Eğitim Bakanlığında görev yaptı.
Prof. Dr. Emrullah Güney, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesinde Coğrafya Eğitimi Anabilim Dalı Başkanı olarak görevine devam etmektedir. Milli Eğitim Bakanlığında,danışman olarak, Lise ders kitaplarının Avrupa Birliği Standartlarına uygun hale getirilmesi konularında çalışmalar yapmaktadır.
ESERLERİ:
Türkiye Çevre Sorunları (2004),
Yerbilim Terimleri Sözlüğü (2006),
Yerbilim 1 - Jeoloji (2011),
Yerbilim 2 Jeomorfoloji (2011),
Bitki Coğrafyası Ders Kitabı 1 (Ömer Saya ile birlikte, 2011),
Genel Ortam Kirlenmesi (2013),
Türkiye’nin Komşuları (2013),
Türkiye Coğrafyasının Uygarlıkları (Umut Güney ile birlikte, 2015),
Türk Kültüründe Coğrafya - I (Editör(ler) : Ali Meydan Turhan Çetin, çok yazarlı, 2015),
Geo – Yerbilim Sözlüğü (Nurdan İnan ile birlikte, 2015),
KAYNAKÇA:
Emrullah Güney (literatur.com.tr, 17.12.2016), Emrullah Güney (facebook
sayfası, 17.12.2016), Emrullah Güney kitapları (pegem.net, 17.12.2016), Didergin
Müellim (bizimanadolu.com, erişim 17.12.2016).
DİDERGİN MÜELLİM
EMRULLAH GÜNEY
Soğuk bir akşam.
Odamın camları buğulu. Dışarısı hayal meyal seçiliyor.
Gün boyu süren uğultu dindi.
Öğrenciler çekildiler yurtlarına, yuvalarına, toplaştıkları yerlere.
Gezenek, geçenek loş…
Çevremdeki odalar da boşaldı.
Saat 17'yi geçse de ben yerimdeyim.
Verdiğim dersler yormuş beni; çay içiyorum.
Kapı ürkekçe vuruluyor. Çekingen bir açış... "Acaba, rahatsız mı ediyorum!"
Kimdir gelen? Bir öğrencimin babası mı, ağabeyi mi?
"Ahşaminiz heyr, müellim beg!" diyor gülümseyerek.
Anlıyorum. Bir Azerbaycan didergini. Ayağa kalkıp "Hoş gelmişsin!" diyorum.
Yer gösteriyorum. Koltuğa oturuyor; tedirgin, yorgun.
Tanıtıyor özünü sonra. Coğrafya Profesörü Asgerov…
Pehlivan yapılı... Dışarıda görsem, Toroslardan gelmiş bir köylüdür, derim.
Sormadan çay ikram ediyorum. Bilirim ki, severler.
Kitaplığıma göz gezdiriyor.
Budag Budagov'un kitabını eline alıyor: "Budagov müellim menim hocamdır, görkemli alimdir" diyor.
Çayını keyifle içiyor. Dışarısı soğuk. Mutlulukla içince çayı, ben de ikramıma seviniyorum.
"Emrullah müellim" diyor çekingen bir ses tınısıyla. "Sizden vezife isterim."
"Azerbaycan üniversitelerinin durumu nasıl?"
"İntikal dövrü... Ortalık toz duman... Kimin ne iş eylediği malum değildir."
"Maalesef ben kendim karar veremiyorum sizin burada görev almanız için. YÖK'e başvurmanız gerekiyor. Sonra da, Üniversite Rektörlüğünün kabulü gerekiyor."
………………
Duvarda Azerbaycan Respüblikası Haritası'nı gördü.
Daldı. Ayağa kalktı, parmağını bir yere bastırdı.
"Dilcan Deresi! Ben o deredeki bir kendde doğmuşam" dedi.
Bildiğim bir şiirdi. Semed Vurgun'un en sevdiğim eseri... Ezberden okumağa başladım.
Yene gördüm seni Dilcan deresi,
Yadıma çoh köhne zamanlar gelir.
Ömür dedikleri bir kavran yolu,
Ne canlar gederek, ne canlar gelir.
Felekler yaratmış bu yeri cennet-
Desem, çoh münasib heggindir elbet.
Sende var doğrulug, var semimiyyet,
O ibret bağına loğmanlar gelir.
Yazda gülümserken bütün kainat,
Sen de bezenersen, açarsan ganad;
Heyrandır hüsnüne Kasbek, Ararat,
Her ahşam secdene dumanlar gelir.
Daşlar yaralandı günün telinden
Emersen dağların garlı selinden.
Sene gonşu olan Gazah elinden
Vefalı, vefasız mehmanlar gelir.
Yükseler tar sesi her eyvanından,
Guşlar ganad salar keçse yanından.
Daşlar boyanmışdı bir gün ganından,
Heyalıma gara dövranlar gelir.
Dalgın dalgın dinledi. Baktım, gözlerinde yaş… Ayağa kalktı, geldi beni kucakladı.
"Müellim beg" dedi duygulu bir sesle "Memleketten didergin olmuşam, gıymatımı kimesne bilememiş de ondan. Türkiya'ya gelmişem. Seni bulmuşam. Semed Vurgun'un Dilcan Deresi'ni ohuyan bir coğrafyaşünasla garşılaşmışam. Men bundan sonra vezife yapmasam da oluur. Bu seadet meni yaşadır. Sağoool, vaar oool!"
Gözlerim yaşardı. Birşey diyemedim.
Eğitibilimde empati terimi vardır. Bir an, kendimi Onun yerine koydum. Türkiye ile Azerbaycan yer değiştirdi. Baku'ya ya da bir diğer üniversitesi olan şehre gitmişim. Bir görev istiyorum. Herkes, yetkili olmadığını söylüyor; sorumluluk almıyor. Ne yapar, ne ederim!
Kapıya doğru yürüdü. Bir daha kucaklaştık. "Uğurlar ola!"
Dışarı çıktı. İzledim gözlerimle… Gezeneğin loş ışığında gözden yitti Prof Dr Asgerov…
Temmuz-Ağustos 2013
KAYNAK: Didergin Müellim (bizimanadolu.com, erişim 17.12.2016).
Prof. Dr. Emrullah GÜNEY
Lice’nin bir köyünden çıkıp geliyor
Diyarbakır’a. Daha çocuk. Cumhuriyet’in ilk
yılları. Şehirde elektrik yok. Fotografçı tek bir kişi var. Karanlık kutuya ışık
düşürerek film çekip ak kara karta basıyor. Adil çocuk çırak oluyor bu ustaya.
Benimsiyor fotografçılığı. Mesleğini yalnız geçimini sağlayan bir zenaat olarak
görmüyor ; sanat derecesine yükseltiyor. Yıllar ve yıllar boyu Diyarbakır’ın
değişimini, gelişimini objektifiyle “zaptediyor.” Şehre gelen her
gezgin, araştırman, sanatçı, onu
buluyor, onu rehber sayıyor, eski şehir ve il görünümlerini ondan alıp
kullanıyor.
Gazetecilerin de uğradığı yer, onun mekanı
oluyor.
1967 Diyarbakır İl Yıllığı…
1973 Diyarbakır İl Yıllığı…
Daha Ürgüp Lisesinde öğretmen iken, bu
yıllıklardaki olağanüstü güzel fotograflardan tanıyordum büyük ustayı. Resimler
ak-kara idi. Ama, bir çekiciliği vardı. Hani, gezgin gelir, bir taksi, cip
kiralar, ayağını yere basmadan içerden resim çeker, gider.
Sonra da öğünür : “Diyarbakır, benden
sorulur.” Bu ne “nahoş” öğünmedir.
Adil Tekin, dört mevsim, üçyüzaltmışbeş gün yaşıyordu beldesini, ilini.
Bu nedenle yıllıklardaki resimler olağanüstü
güzel idi. Dört başı mamur ve
murassa…
Fırat Üniversitesi’nde coğrafya asistanı
olarak göreve başladığım zaman, 150
km güneydeki Diyarbakır’a
yaklaşmış oldum. Usta’ya bir mektup yazarak bu yıllıklardaki resimlerden
göndermesini rica ettim. Büyük bir kutu içinde geldi resimler. Malabadi
köprüsü, Dice ırmağı ve koyağı, Ergani, Zülküfül Dağı, Çermik’in Gelinkayaları,
Meyafarikin Ulu Camisi, On Gözlü Köprü, Diyarbakır Ulucamisi, İçkale, Mesudiye
Medresesi, Dicle ırmağında Piran’ın odununu taşıyan kelekçiler, Lice, Kulp,
Hani, Hazro..Güneydoğu Toroslar, Karacadağ,Siverek, Mardin, Deyrülzağfiran,
Midyat, Hasankeyf…
Bu bir resim kutusu değildi benim gözümde;
bir define sandığı idi , bir mücevher kutusu idi.
Dicle Üniversitesi’ne geçtiğim zaman, daha
ilk gün, ziyaret ettiğim
ilk yer Adil Tekin ustamın küçük atölyesi oldu. Tanıttım kendimi. Sevgiyle
karşıladı beni. Çay içerek yarenlik ettik. Daha önce gönderdiği fotografların
bedelini masanın üzerine koydum. Gülümsedi, onları alıp cebime yerleştirdi.
Davranışlarında bir baba şefkati…Kucaklaştık.
“ Fotograf,
değerini bilene armağan edilir Bunun bedeli yoktur,” dedi.
Gözlerim yaşardı.
Diyarbakır’da yaşamağa başladıktan sonra,
özellikle cumartesi günleri onun yanına uğramak artık bir tiryakilik olmuştu.
O, yalnız bir fotograf ustası değildi, Diyarbakır tarihini, insanını iyi bilen
bir sosyal antropolog, bir insan sarrafı, aydın bir sanatçı
idi. Deneyimleriyle zenginleştirdiği anılarını dinlemek sonsuz bir keyif
veriyordu insana. Diyarbakır folkloru ile ilgili en güzel, değerli eserler
hazırlayan Avukat Şevket Beysanoğlu, Tiyatro yazarı , ozan Orhan Asena, Avukat
İhsan Biçici de bazen yarenliklerde
hazır bulunuyordu. Adil Bey pek
varsıl olan fotograf koleksiyonunu da önümüze seriyor, açıklıyordu. Öğrendim
ki, bunu herkese göstermezmiş, değer verdiği insanlar için yaparmış.
Aramızdan ayrılmasından 51 hafta önce, 1937
yılının 17 Kasım günü Diyarbakır’a gelen ve şehrin hemşehrisi ilan edilen Uluğ
Önder Atatürk hakkında da ilginç bilgilere sahipti o. Diyarbakır’ın en güzel
yapısı olan Dağkapı’daki Halkevi’nde yaptığı konuşmayı aynen anımsıyor, o günün
coşkusunu hala yaşıyordu. O anıları da zevkle dinliyorduk.
Yılların birikimiyle, kendimizde bir özgüven
gördük ve bir fotograf sergisi açtık. Resimleri onun atölyesinde, oğlu Güçhan
Tekin ile birlikte karta bastık. 44 resimden oluşan sergiyi açarken Vali bey,
Rektör bey açış konuşmasını ondan rica ettiler. “ Fotograf bir hastalıktır. Genç
arkadaşımz (daha yaşımız 40 idi o zaman) Dr Emrullah Güney de hasta. Ben, onun
iyileşmesini istemiyorum. Hastalığı devam etsin ve güzel eserler meydana
getirsin. Güney dostumu seviyorum. Kadirbilir bir meslekdaş
olarak görüyorum onu.” Bu sözler alkışlandı.
Yıllar ve yıllar boyu sürdü dostluğumuz.
Aramızdaki 40 yıllık yaş farkına karşın iyi
anlaşıyorduk.
O, Diyarbakır için bir öğünç kaynağı idi.
Fotogaflarla Diyarbakır…O’nun yayımladığı bir
eserdir. Pek az basılmış.
Acaba, kimler bildi değerini. İmzalayıp bana
armağan ettiği bu kitabı, şimdilerde öğreniyorum; ABD’den Japonya’ya; Güney
Afrika’dan Finlandiya’ya pek çok araştırmacı, sahaf arayıp bulamıyormuş .
Kitaplığımda böyle bir eserin varlığıyla
gururluyum.
Burada duralım biraz.
Yapıldığı zaman adı Vedat Dalokay olan
Dağkapı Yeraltı Çarşısında bir bölümün adı Adil Tekin Güzel Sanatlar Galerisi
idi. Ve anlaşmıştık. Burada da bir sergi açacaktım. Ne oldu ! Bu güzel çarşının adını
Selahaddin-i Eyyubi yaptılar ve galeriyi de para getirsin diye dükkana
çevirdiler ; AVM oldu.
Vefa yalnızca İstanbul’da bozası, Lisesi,
sporcuları, yetiştirdikleriyle ünlü bir semtin adı mıdır? Nerede kaldı
vefa duygusu !..
Ben, Adil Tekin ustama karşı borçlu
duyumsuyorum özümü.
Sanıyorum, Diyarbakır bu büyük sanatçıyı
unutmamıştır.
Halk, şehrini seven insanları, eser bırakan
sanatçıları unutmaz, unutmamalıdır.
Adil Tekin ustam için en özlü,en güzel sözü ,
çok sevdiği dostu Sanat Tarihisi Prof Dr Metin Sözen (Elazığ 1928 ) söylemiştir:
“ Adil Tekin, Diyarbakır’ın ve
Güneydoğu Anadolumuzun tarihini fotografla yazan sanatçıdır. Böyle bir üstadı
yetiştiren Diyarbakır’a ne mutlu !”
KAYNAK: Emrullah
Güney / Adil Tekin: Diyarbakır’ın Görsel Tarihçisi (haber50.com, 06 Mayıs 2011, 06
Mayıs 2011, bilgi teyidi 28.08.2019).
AKINCIOĞLU
NİYAZİ BEY
Prof. Dr.
Emrullah GÜNEY
Dumanlı
yaylalarda otlaklarımı,
Ceylanlar
yitürdü, kuşlar yitürdü;
Ovada
dönüm dönüm topraklarımı
Dostlarım
paylaştı, dostlarım sürdü.
Seferde
gemilerim korsan elinde,
Tezgahımı
kurduğum köyü su bastı.
Son
kalan kervanımı soydular Çin7de,
Devecilerim
yolda kendini astı.
Başımı
koymuşum bir aşka dünyada,
Kendi
kendimin bile değilim dostlar1
Ne
malım, ne mülküm var başka; dünyada,
Topu
topu üç arşın bir toprağım var.
1940
Niyazi
Akıncıoğlu 1919’da Kurudere ’de doğdu. 16 yaşında şiir yazmağa başladı. 1938’de
ilk ürünlerini Haykırışlar adlı kitapta topladı. İlk
şiirlerinde kimlerin etkisi var? Faruk Nafiz, Orhan Şaik, Nihal Adsız, Namdar
Rahmi Karatay… Zaten kitabını da öğretmeni Gökyay’a adadı.
Adını
ilk defa
Yedibela
Rasim’ in hançerinde okudum.
Çocuktum.
Çatal
geyik boynuzu kabzasında
İlk
Bursalıyı tanıdım:
“
Bıçakçı Remzi” yazıyordu.
Ve
kıvrak, söğüt yaprağı çeliğinde
Bir
yara izi gibi kazılmıştı : Bursa.
…..
Bursa
eyi, Bursa güzel.
Bursa
için destan yazılır,
Bursa
için iğneyle kuyu
kazılır;
Fakat
yalan:
“
Bursa’da zaman,
Billur
bir avize, gibi değil.
Değil
ama,
Bir
ölmemek arzusu veriyor adama.
Dünyayı
bırakıp gitmek haseti,
Yaşamak
hasleti,
Dünya
sevgisi;
Yeşil
yeşil yeşeriyor,
Mavi
mavi gülüyor.
1938’de
Bursa Lisesi’ni bitiren Akıncıoğlu, 1939’da İstanbul Hukuk Fakültesi öğrencisi
olur. İkinci Büyük Paylaşım Savaşı’nın etkisiyle toplumcu düşünceye yönelir.
Şiirlerinde insancıl köz dikkat çeker. Savaşların insanımıza yansıyan üzünç ve
acısını yüreği eriyerek şiirleştirir. Kana susamışlara karşı kardaşlığı,
barışı, demokrasiyi, özgürlüğü savunur. Artık hece şiirinden biçim ve
içeriğinden ayrılır.
1940’larda
özgün şiire ulaşmış. Şiirimize ayrı bir tad, yeni bir soluk getirir. Bir “umut
şairi” olarak tanınmış. Yürüyüş, Ses, Gün, Sokak, Pazar Postası, Pınar,
Yeryüzü, Meydan, Dost gibi dergilerde yayımlamış şiirlerini.
Yeni
doğmuş gibiyiz;
Kitaplarımız,
defterlerimiz yeni.
Dünya
eski bile olsa,
Gün
aynı günse de;
Bacamız
tüter,
Destilerimiz
dolu.
Elden
öğün beklemez oldu
Beş
parmağında beş hüner,
Mes’uttur
insanoğlu.
Evimiz-barkımız
var,
Alıştık
lezzetine sofranın.
Sütü
yetiyor çocuklarıma
Hoşnuduz,
karımız var.
Ve
dünya habersiz değildir bizden,
Her
taşın altında künyemiz yazar.
Yazar,
şair Mehmed Kemal diyor ki : “Niyazi Akıncıoğlu, divan şiiri kelimeleri
kullanarak kendine özgü bir şiir dili oluşturmaya çalışmıştır. Onun için
şiirlerinde birçok divan şiiri “mazmun”u bulabilirsiniz, Niyazi’den sonra üne
kavuşmuş birçok şair, bilerek bilmeyerek, onun geliştirdiği şiir dilinden
yararlanmıştır” (Cumhuriyet.17 Şubat 1979 ).
Selamın
geçiyor besbelli,
Yeşerdi
telgraf direkleri;
Seneler
sonrası, ormanından ayrı.
Bir
sevinçtir aldı kırlangıçları,
Rastgele
öpüştüler
Düşünmeden
günahı,
Öbür
dünyayı.
Ben
deli-divane olsam
Çok
mu görülür?
1939-45
arasındaki dünya cehennemden farksızdır. Yalnız, cennet olmasa da, bu cehennem
evreninde küçük adacıklar vardır. Türkiye de bunlardan biridir. Akıncıoğlu,
savaşı çıkaran Alman nazizmine düşmandır.
Nakışında
bülbül ötmüyor,
Çiçek
açmıyor kumaşların.
Çatlamış
arından kanter içinde:
Toprağın
derdi büyük,
Başağın
yükü ağır
Silah
çatmış ifritler harman yerinde;
Kulakları
sağır,
Gözleri
kör.
Görmüyorlar
güneşi,
Bu
sesi duymuyorlar;
Nankör,
nankör insanlar.
Bu
ses ki pervaz-pervaz,
Bu
ses ki şehir-şehir,
Ve
köy köy ve dağ dağ
İnsanın
sesidir; insanı arar.
1950
yılında Akıncıoğlu gizli bir parti kurduğu savıyla yargılanır; iki yıl tutuklu
kalır. İçerdeyken de şiir üretir. Savunmanı Abdurrahman Altuğ, mahkemede onu
şöyle savunur : “ Müvekkilim şairdir. Ama memleket çapında isim yapmış,
edebiyat antolojilerine geçmiş bir şairdir. Müvekkilimin Edirne hakkında
yazdığı şiir, bugüne kadar bu belde için yazılmışların en güzelidir.
Bursa için yazılan yüzlerce şiirin en güzellerini de müvekkilim yazmıştır.
İstanbul ve Kırklareli için de şiirleri vardır. Vatanını ancak üstün bir aşkla
sevenler böyle şiirler yazabilir.”
Yalansa,
dolansa eğer
Vebali
tarihin boynuna olsun.
Vaat
ettiği günden bahistir
Konuştuğumuz
dil,
Yazdığımız
her satır.
Bir
umuttur bu,
Veya
bir arzu;
Veya
canevimizden koparılmış
En
aziz, en güzel, en kıymetlimiz.
Onunla
biz
Etle
tırnak gibiyiz;
Deli-divane
babından,
Yoluna
adak kişiyiz.
Özgür
kaldıktan sonra ekmek parası için avukatlık-savunmanlık eder. Fakat, 1970’e dek
sessiz, suskun kalır. 1971’de Yağmur duası, Hasbihal, Hürriyet Kasidesi;
1972’de Uzaktan sevgilerle; 1977’de Mev’ut Gün, Mutluca
Şiir yayımlanır.
Asrımızda
niceler var:
Kan
damlamasa kaleminden şairin
Yazılmadık
kalacaktır şarkısı
Ve
türküsü yakılmadık.
……….
Asrımızda
Geçip
yardan, anadan,
Dönüp
bir yol arkasına bakmadan
Niceler
var:
Yürür
dağlar gibi dağda;
Savrulur
bir yangın gibi rüzgarda;
Gider
yolda ulam ulam;
Akar
suda oluk oluk.
Kan
gelir gözlerinden,
Kan
gider dizlerinden.
Hababam
Sınıfı yazarı, Cideli ozan Rıfat Ilgaz’ı dinleyelim : “ 1940 Kuşağı’nın
ünlü şairlerinden Niyazi Akıncıoğlu, yalnız şiirleriyle değil, ipince, upuzun
boyu, sarı bıyıklarıyla da gösterişli bir kişiydi. İnce, uzun parmaklarıyla
bıyıklarını kıvıra kıvıra, yalnız kendi şiirlerini değil, hocası Şair Orhan
Şaik’in şiirlerini bile okusa sevdirirdi. Gökyay’ın kağıt
kayıklarının kenarlarına etkili sesiyle “Selam sabah dizdirir”, bu
kağıt kayıklarla enginlerin ötesine doğru çeker giderdi okurken. O gider de biz
kalırsak, önce Niyazi’ye “Sitemdi” bu! sen de onun arkasından takılıp
gidecektin ister istemez! Nereye dek? Diyelim ki, “Zekatı mey verilen bir
diyare dek!”
Gün
geldi, vakterişti;
Tebdil
oldu yuva, azad oldu kuş.
Üryan
oldu, gördük;
Ayan
oldu bize hali:
Ağzında
zeytin dalı,
Ve
unutulmuş belli
Bileklerinde
bakla bakla
Zincir
vebali.
“ Niyazi
Akıncıoğlu bu arada, barış içinde yaşamaya en yatkın arkadaşlarımın başında gelirdi.
Eli açık mı açıktı. Faruk Toprak’ın insanı deli eden hesaplılığına karşı,
Niyazi kuşağımızın en savurgan kişilerindendi. Öğretmen olan babasından para
geldi mi, sanatçı dostlarını hemen toplar, gelen paranın tümünü bir gecede
harcardı. Böyle gecelerinde Beyoğlu’ndan, yattığı yere, Sirkeci üzerinden
Aksaray’a, taksiyle dönmekten çok hoşlansa da sonunda yayan gitmek zorunda
kalırdı. Parası oldu mu, hiç gözünün yaşına bakmamak gerekirdi. Nasıl olsa
dibine darı ekilecekti. Sen olmamışsın da başkası olmuş ne fark ederdi ki…
Radyoda
bir hüzzam şarkı var
Dışarıda
sümbül havası
Halbuki
şimdi uzak ufuklarda kar yağıyor”
……….
Bir
şarkıdır bu
Kalübeladan
beri söylenir
Kurtlar
dilinde, kuşlar dilinde.
Ben,
onunla büyüdüm
Onunla
yürüdüm
Onun
için ölebilirim.
………
Bir
şarkıdır bu
Kan
ve ölümle yazılmış kalplerimize,
Unutulmaz.
Sıvas’ta
Madımak yangınında yok edilen yazar, eleştirmen Asım Bezirci’yi dinleyelim : “ Akıncıoğlu
–Nazım Hikmet’ten sonra, ama Enver Gökçe ve Ahmed Arif’ten önce- halk şiirinden
yararlanan ilk toplumcu şairdir. Gelgelelim o, bununla yetinmez, sırasında
divan şiirinden de yararlanır, fakat ikisini de taklide yeltenmez. Hem divan,
hem de halk geleneğinin kimi öğelerini beceriyle kullandığı “Edirne” şiiri buna
iyi bir örnektir.”
Bir
yerde görürsen ki:
Ağır
ve edalı akar,
dal
dal söğütleri öperek
samur
üç belik gibi
Üç
koldan sular;
müjdeler
olsun efendim:
Edirne’desin.
Mevsim
, fasl-ı bahardır,
gecedir
ve mehtap vardır.
Ve
sen,
bir
kavsi kuzahta yürür gibi
Köprülerdesin.
Şataraban
makamında bir şarkı dudaklarında,
düşünür
çözemezsin:
Bu
naz-ı istiğna, bu avaz neden:
neden
yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle
ferman etmiş eden
kimseler
bilmez.
“Gönül
bir top ibrişim
sarılsa
çözülmez”.
Burada
her şey,
bakınır
hüsnüne hayran.
Seyreyler
cemalini eğilmiş suya
mermer
ihtişamında serhad-di vatan.
Aşina
bir çehre sezer belki diye
devr-i
saltanatından Edirne;
bir
deste alev güldür, mahzun;
yar
elinden düşürülmüş şimdi suda.
Ve
sular;
şimşir
kelamı dilinde
destan
okur, okur akar.
Ve
bihaber, Yıldırım’da bir evcikte
- akan
sudan, uçan kuştan-
yeşil
dut yaprağındaki bir ipek böceği,
kozasını
dokur dokur ölür.
Uyanır
veda etmiş gibi uykuya,
konuşan
bir dil olur
çiler
uzakta;
bülbül
sesi yağmur gibi
Bülbül
Adası’nda.
Kanadı
gümüşlü kuşlar geçer
İki
şak bölüp mehtabı;
Kıyık’tan
uçurulmuş
salınır
bahçeler içre kızlar ki;
Nazardan
kaçırılmış.
Ağzında
kan kırmızı can eriği,
mehtapla
beraber düşmüş gibi arza;
kızlar
ki güzel,
dört
başı mamur ve murassa.
Sevdaya
tutulmak bile mümkün
Yeni
baştan.
Neden
yarı eğilmiş suya dallar?
Öyle
ferman etmiş eden.
Söylemek
kolay olsa eski türküsünü:
“Edirne
köprüsü taştan
sen
çıkardın beni baştan”.
Ayırdın
anamdan, hem kardaştan.
1945
KAYNAK:
Emrullah Güney / Akıncıoğlu Niyazi Bey (haber50.com, 08 Temmuz 2013, bilgi
teyidi 28.08.2019).
Prof. Dr. Emrullah GÜNEY
1970’lerin
ortalarında Nevşehir Lisesi’nde bir tarih öğretmeni vardı: Ahmet Akif Tütenk.
Aslen
Diyarbakırlı. Fakat, Fransa’da tarih öğrenimi görmesi için Maarif Vekaleti’nce
gönderilmiş ve dönüşte, istese İstanbul Üniversitesi’nde Edebiyat Fakültesi’nde
Tarih doçenti olabilecekken, O, liselerde öğretmen olmayı yeğlemiş. Yaşamı
boyunca arkeolog, sanat tarihçisi, Selçuklu uygarlığı hayranı Prof Dr Albert
Gabriel’in izinden gitmiş, onun yöntemini benimsemiş.
Hep bekar yaşamış
, hiç evlenmemiş, yurt yuva kurmamıştı.
Nevşehir’e
nereden gelmişti A.A. Tütenk?
Hep, Selçuklu’nun
en önemli eserlerini bıraktığı beldelerde görev yapmıştı.
Denizli, Kayseri,
Niğde.
Ve görev yaptığı
yerlerle ilgili te’lif, çeviri eserler de vermişti: Denizli ve Pamukkale, Niğde
Tarihi gibi.
Öğrencilerden
adını duyuyordum bu ünlü Tarih öğretmeninin. Fakat, nedense bir türlü bir araya
gelemedik. Derslerinde belli bir kronoloji izlemez, olayları hayli dağınık
anlatırmış. Fakat, belli ki, etkili bir “hocalığı” var.
Sonra, Onun
emekliye ayrıldığını, fakat, yine Nevşehir’den kopamadığını öğrendim. Üzerinde
çalıştığı bir tarih kitabı varmış. Bitirmeden bu toprakları bırakmayacakmış.
1978’de Fırat
Üniversitesi’ne geçtiğim zaman, o yaz aylarında A.A. Tütenk ile tanışma olanağı
doğdu. Nevşehir Öğretmenler Lokalinde babama söylemiş: “ Şükrü Beğ, senin oglan
doktora tezi hazırlıyormuş. Belki bir faidemiz dokanır. Söyle de tarafıma
azimet eylesin. Bendeniz Uçhisar nam kariyede ikamet etmekteyim.”
Bunu işitir işitmez, bir olanak bulup,
arabama bindim, Uçhisar’a
gittim.
Düş dünyamda Ona
büyük bir villa yakıştırdım. Üç kat. Dayalı, döşeli. Bahçe içinde bir saray
yavrusu, bir konak. İçerde konuk kabul salonu. Kapıyı açan üniformalı hizmetçi
konuğu salona alıyor, bir içecek ikram ediyor. Üstada haber veriliyor. Fakat,
yaşlıdır, Onun aşağıya gelmesine gerek yok; zahmet olmasın. Konuk, Onun yanına
çıkıyor. Orta kat tümüyle kütüphane. Sekreter, katip, katibeler çalışıyor.
Sesler banta kaydediliyor. Sonra dökümü yapılıyor. Tarihçi sürekli meşgul. Cilt
cilt kitaplar, dergi koleksiyonları, ortada kocaman bir kürre-i arz… Gizemli
bir atmosfer. Uçhisar’ın parlak temmuz güneşinde loş bir ortam. Hatta
karanlıkça. Güneş girmesini önleyen kalın perdelerin yarattığı alacakaranlığı
yer yer köşe lambaları önlüyor. Hizmetçiler Üstada zaman zaman kahve
getiriyorlar. Havada bir buhur kokusu. Ortamı daha da gizemli, yapmakta; şarki
bir hava vermekte.
Araya sora buldum
Tütenk Hoca’nın evini. Almanya’da yaşayan bir işçinin yaptırdığı temiz,
bakımlı, yapraklıseki taşından bir ev. Kapıya vurdum. Üstad kendisi açtı.
Üzerinde pijama. Saç, baş dağınık. Kaç gündür sakal traşı olmamış. Yüzünde
yılların yorgunluğu. Gözaltı torbaları sarkmış. İlk düş kırıklığı. Tek bir odasını
kullanıyor evin. Bir tüp –ocak değil- üzerinde alüminyum tencere içinde patates
kaynıyor. Demek, üstadın öğlen yemeği bu olacak. Haşlanan patatesin odaya
yaydığı ham koku. Dağınıklık her yerde. Dergiler, gazeteler, kitaplar. Süprüntü
içinde. Bu eve hanım eli değmemiş hiç. Demek, Üstadın ziyaretçisi de yok. Belki
kendisi istemiyor. Konuya girdim; Kapadokya tarihi…Anlatıyor, ama dağınık.
Zaman zaman bugün, Göreme’, Asur Ticaret Kolonileri, Kültepe Höyüğü, Strabon,
Erciyes, Mazaka…Kronolojiyi karıştırıyor. Milattan Önce oluyor Milattan
Sonra…Not alıyorum, fakat bu darmadağınık bilgilerden nasıl yararlanacağım?
Üstad, yemeği birlikte yemeyi öneriyor. Bu zahmeti ona vermek istemiyorum.
Belki, konuk için yedekte bir tabağı, çatalı da yoktur. Çünkü, ortada,
gazetelerin arasında kuru ekmek parçaları, kırıntıları da var. Perdesiz
pencerelerden parlak günışığı giriyor odaya. Gözü kamaşıyor insanın. Prof Dr
Albert Gabriel’den söz ediyorum. Duygulanıyor. Gözlerinde yaş. Anlıyorum ki,
Selçuklu ekini ve uygarlığına hayran bu büyük Fransız bilgin Onun “idol”ü.
Başlıyor anlatmağa. Fransa’daki öğrencilik günleri…Hocasının ders işleme
yöntemi. Özenle, titizlikle çizdiği haritaları, kervan yolları üzerindeki hanları…İştahla,
sevinçle, mutlulukla konuşuyor. Bir insan, böylesine hayran olabilir bir
bilgine. Vefa duygusunun ne olduğunu daha iyi anlıyorum.
Üstad emekli ama,
yine de fazla vaktini almak olmaz. Kapadokya hakkında kitap hazırladığını
duymuştum. Yaşadığı odada öyle bir dosya görünmüyordu. Elbet, her şey aşikare,
ayan beyan olmaz. Fakat, derin bir burukluk var içimde. Anlı şanlı tarih
öğretmeni, Türkçe kadar Fransızcaya da “hakim” Ahmet Akif Tütenk üstad böyle mi
yaşamalıydı, böyle mi geçirmeliydi emeklilik günlerini! Gözlerim yaşarıyor. İyi
ki, çevrede kimse yok; görmüyor beni.
Güneşli Uçhisar
sokaklarında yürürken mırıldanıyordum:
Bir nehri
muazzam gibi cuş etmişsin,
Fakat eyvah,
bir çorak vadide akıp gitmişsin.
KAYNAK: Emrullah Güney / Ahmet
Akif Tütenk: Tarih Öğretmeni (haber50.com, 06 Mayıs 2011, bilgi teyidi
28.08.2019).
Açarsam güneşle
açıyorum her sabah
Ondan tütüyor
aşkın gülü
Seversem toprakla
seviyorum sizi
Ondan ışıtıyor
buğday evleri.
Konuşursam denizle
konuşuyorum
Ondan sözcüklerim
ıslak ve tuzlu.
Kızarsam ormanla,
rüzgarla kızıyorum
Ondan dolduruyor
kenti uğultu.
Gelirsem halkın
gücüyle geliyorum
Ondan kesemez kimse yolumu ( Başaran )
Yetenek önemlidir.
Rehberlik önemlidir.
Adıyaman’da 1948’de doğmuş Mehmet, 1960’ların ortalarına
doğru Adıyaman Lisesi’nde iyi bir resim öğretmeninden ders almasaydı belki de
biz onu hiç tanıyamayacaktık. Belki de, Gazi Eğitim Enstitüsü’ne giremeyecekti.
Öğretmen, ressam, üretgen bir sanat adamı olamayacaktı.
1964’te Mehmet’i resim eğitimi almaya yönlendiren
öğretmenler kimlerdi?
Onlara bin saygı, bin şükran…
Sayın Öner Ayan Öğretmenimize, adaşım Sevgili Emrullah
Bulurman öğretmenimize…
Onların kılavuzluğuyla Türkiye bir büyük sanatçı
kazanmıştır. Daha lisede öğrenci iken dükkan tabelaları yazan, resim sergisi
açan bir öğrenciyi Gazi Eğitim Enstitüsü’ne yönlendirdikleri için Ülkemize bir
resim eğitimcisi, sanat yazarı kazandırdıkları
içindir şükranımız, minnettarlığımız.
1968-69 ders yılı…O zaman Gazi Eğitim Enstitüsü bir köy, kasaba üniversitesi.
Öğretmen yetiştiren bir üstün yuva, eğitim ocağı. Dr. Niyazi Altunya diyor ki :
“ Bu Enstitü, Resim-İş Bölümü ile Ankara ve Anadolu kentlerinde resim, yazı,
grafik, fotoğraf sanatlarını tanıtmıştır.”
Erbil böyle bir ocaktan “feyz” aldı. Muammer Bakır, Nevzat
Akoral, Mürşide İçmeli, Turan Erol, Hidayet Telli gibi eğitmenleri dinledi.
Onları rehber saydı, örnek bildi.
1967-68 yılında okulu bitiren 41 öğretmenden, yediveren
güllerinden biri de Erbil
oldu ve Nevşehir’e atandı. Ankara’ya 310
km, Adıyaman’a 410 km uzaktaki Nevşehir, Erbil için bir
gurbet olmadı. Peribacaları diyarını benimsedi. Orta Kızılırmak havzasının
güzel diyarı onun için doğal bir laboratuar, bir işlik oldu. Eğitmenlik deneyimleri
arttıkça sevdi ve nitelikli
öğrenci yetiştirmenin yollarını aradı, buldu.
Mehmet Erbil, Nevşehir Kız İlköğretmen Okulu’na
atanmasaydı, belki de tanışmayacaktık.
Ben 1971’de Ürgüp’te Ünlü ailesine damat oldum; öğretmen
Hatice hanımla evlendim.
Erbil, Güner ailesine damat oldu; Öğretmen Emine hanımla
evlendi. Baba Necdet Güner, Ürgüp’te ilk turizm “misyoneri” idi. Bir derviş
sabrıyla , kendi cebinden para harcayarak Anadolu’yu gezip Ürgüp’ü tanıttı
herkese.
Aynı kasabanın damadı olmak bizi “kardeşce” bağlarla
bağladı, yakınlaştırdı.
1972-73 ders yılında Nevşehir’de, öğretmen adaylarına
coğrafya dersi verirken,
Erbil’in atölyesinden beslendim. Sanat konulu söyleşiler
eğiticiydi, öğreticiydi.
Orada geçirdiğim her dakikanın ayrı bir değeri vardı. O
gün, nöbetçi öğrencilerin özenle hazırladıkları pasta, börek ikram edilirdi
öğretmenlere. Yanında demli çay…
Postacı bir kitap getirir; bakarım: Duvar resmi, fresko
tekniği…Kendini yetiştirmede sonsuz isteği vardır; azimlidir. Bir öğrenci
sorununu iletir, çözüm ister. Bir öğrenci yaptığı tabloyu getirir, Onun
düşüncesini alır; düzeltecek yerleri öğrenir.
Dersler biter, okula fazla uzak olmayan evlerine gideriz. O
zamana göre, Nevşehir’de sanırım ondan daha varsıl bir özel kitaplık yoktu.
Sanat , yazın, düşün kitaplarıyla dopdolu… Dünyanın en ünlü ressamlarının
eserlerinin tanıtıldığı nefis baskılı kitaplar…
O raflardan çekip çıkarılan kitapların yönlendirdiği
yarenlikler…
İlkbaharda, yaz dinlencesinde zaman zaman bir araya
geliriz, düşeriz yollara.
Çantalarımızda fotograf
makinaları. Belki pek pahalı değil; objektifleri de öyle ince değil. Fakat,
resim gönül gözüyle çekilir. Öyleyse , niteliksiz makinayla da nitelikli
sonuçlar alınabilir. Bir avuntu belki. Attığımız her adım sanat yüklü. Yorulmak
nedir, bilmiyoruz. Azimetimiz nereye? Üzengi Deresi…Maden sularının
serinliği,hoş içimi…Çantamızda ekmek, peynir, domates var…Güvercinler uçuşuyor.
Üzengi Deresi bir saklı cennet…Güvercinliklerin renkli işlemeleri başlıbaşına
bir söyleşi konusu…
Bir gün benim Murat 124’e bindik. Damsa Çayı koyağından öbür
yana, Yeşilhisar canibine geçtik. Eski adı Mavrican olan Güzeldere, Soğanlı
Çayı koyağında kaya konilerini gezip dolaştık, resimledik. Rastlantı bu ya,
köyde Kimya adlı bir öğretmen, Erbil’in eski bir öğrencisi imiş. Duygulu bir
karşılaşma idi. Bizi sevinçle tek odalı evine aldı. Öğrenciliğinde geçirdiği
ağır ameliyatın izleri vardı, yorgundu genç öğretmen hanım. Çay hazırladı.
Mutlulukla içtik. Anılar dile geldi. Gözlerinde yaşlarla anlattı…Orada,
Erbil’in öğretmenliği, sevecen kişiliği gözler önüne serildi. Nasıl sayılan, sevilen bir öğretmen olduğu
belirginleşti.
Bir gün Başköy-Başdere otobüsüne bindik. Topuz Dağı-Tekke
Dağı yüksekliğinde güzel yayla beldesi. Oradan yürüye yürüye Demirtaş, İltaş,
Boyalı, Karacaören önünden geçerek, insanlarla söyleşerek Ürgüp’e geldik.
Karşılaştığımız insanlardan efsaneler dinledik.
İltaş köyü insanının neden safca, temiz kalmış, çocukca duygulara sahip
olduğunu öğrendik. Yorulduk, ama unutulmaz izlenimler edindik. Gözlemler
yaptık. Yorgunluğumuzu Pınar Oteli’nin bahçesinde bir çay içerek giderdik.
Yine bir gün, yürüye Sarıhan’a gidip geldik. Ürgüp’ten
aşağı Damsa Çayını izleyerek. Sarıhan tüm görkemiyle duruyordu. Onarılmamış ,
yıkıntılı Sarıhan daha güzeldi. Fotograflar çektik, yabancı gezginler
hayranlıkla izliyordu hanın her bir köşesini. Onlarla da konuştuk, yorgun
argın, fakat mutlu, döndük evimize…
1 Ağustos 1977. Kadışehri Ortaokulu’ndan Ürgüp Lisesi’ne
yeniden dönmüşüm. O zaman haberleşmek şimdiki gibi kolay değil. Fakat, Erbil
ile anlaşmışız. Adıyaman’da buluşacağız. Bindim otomobilime, düştüm yola.
Kayseri, Pınarbaşı, Göksun, Maraş (Daha Kahraman idi, Kanlı olmamıştı),
Pazarcık, Gölbaşı ve Adıyaman. Akşam serinliğinde buluştuk. Ailecek beni
sevinçle karşıladılar. Gölyeri mahallesinde tipik bir Adıyaman evi. Gece
fırtına çıktı. Tozlu bir hava. Dışarıda, avluda geçiriyorduk geceyi. Fakat, ne
güzel bir geceydi…Sabahleyin düştük Kahta yoluna. Niyetimiz Nemrut Dağı’na
tırmanmak. Kahtalı Nedim adlı bıçkın bir şoförü tanıyormuş Erbil. Jeepini 500
TL’ye kiraladık ( Az para değil. Aylığımızın yedide biri).Bozuk dağ yollarından
tırmandık. Yolda, Almanya’dan daha yeni dönmüş bir yurttaşın açtığı temiz bir
aşevinde sahanda yumurta yedik. Temiz bir yatak gösterdiler. Gece uykusuz
kaldığımız için biraz dinlendik; yatıp uyuduk. Sonra Commagene anıtlarını, Kral
Antiokos’u resimledik. Bir türlü ayrılamadık. Siverek’ten Belediye Başkanı tam
kadro gelmişti. Kenan Mürrey’in bol sövgülü fıkralarını, kendine özgü şivesiyle
anlattıklarını dinleyerek, geceyi o dağ başında, üşüyerek geçirdik. Bir gece
önce Adıyaman’da tozdan uyuyamamıştık. Nemrut Dağı tepesinde o ağustos gecesinde
sıcaklık sıfır dolayındaydı, soğuktan uyuyamadık. Fakat, yaş
30…Dayanılıyor…Hiçbir şeyi dert etmeğe gerek yok…
Nevşehir defteri yeter artık…
Ankara olsun olursa. Fakat, başkentin içine atanmak zor.
Neresi olabilir? Köy Enstitüsü ile ünlü Hasanoğlan…1976…Ben Zara’ya atanmıştım.
Bir Ankara gezimde, birden içimden bir istek geldi. Trene bindim Hasanoğlan’da
ziyaret ettim Erbil’i. Tanımak istiyordum eski Köy Enstitüsü’nü. “ Çarığımı
Yitirdiğim Tarla”nın yazarı, ulu ozan Trakylalı Başaran , Beypazarlı yüce
eğitmen, “Yarbükü” yazarı
Apaydın, Nevşehir Lisesinde bizim kuşağı derinden etkileyen Hacı Küçükkaraca bu
ocaktan yetişmişlerdi. Pek iz kalmamıştı eskilerden, eski ruhtan. .. Ama, yine
de yararlı oldu. Nevşehir’de, Hasanoğlan’da sanatını geliştirmişti Erbil. Kuru
boya, guvaj, yağlıboya Atatürk portreleri yapmıştı. Diyebilirim ki, ülkemizde
en anlamlı Gazi Paşamızın resimlerini O yapmıştır. Her bir eserinin
özelliklerini tek tek açıkladı o akşam.
Bir tablo gözümün önünden hiç gitmiyor…Peribacalarının dibindeki
serin gölgeye sığınmış küçük bir koyun sürüsü. Birbirlerine sokulmuşlar, öylece
duruyorlar. Bozkır güneşinin sıcağı o serin Hasanoğlan akşamında içimizi
ısıtmıştı. Tablo, sıcak renkleriyle etkileyiciydi.
O resimleri incelerken, Melih Cevdet Anday’ ın şiirini
söylüyorduk:
Atatürk’ün bir
sözü vardı
Yediveren gül gibi
açardı
Atatürk’ün bir atı
vardı
Etilerden beri
yaşardı
Atatürk’ün bir
resmi vardı
Buğday tarlası
gibi ağardı
Atatürk’ün bir
saati vardı
Durmadı.
Ağustos ayında okulun lojmanında sobayı yakmak gerekmişti.
Eğitim, sanat, güncel sorunlar yakıp kavururken içimizi, soğuk neymiş? Ertesi
gün çıkıp gezdik. Hasan Ali Yücel’i, Tonguç’u düşledim okulu gezerken. Eyuboğlu
ailesinin izleri…Tiyatro, kitaplık…Değişse de kimi yapılar, eski hava vardı.
Kimi öğretmenler de üretgendi. Bir komşu , evinin önünde kovanları dizi dizi
sıralamıştı, bal süzme makinası çalışıyordu bodrumda.
Şu dağın başında
bir top gül vardı
Eşi görülmemiş bir
gül katmer katmer açardı
Kırk bin köyde
kırk bin umut
Kırk bin köyde
kırk bin tomurcuk
Kırk bin adet
meyveye durmuş fidan
Köy okullarımıza
nasıl kahpece kıydılar anlatamam
Hey gidi mangal
yürekli Tonguç baba
Köy okullarımızı
kilim misali ilmik ilmik ören
Adını kaç aydın
koydu acaba
Mangal yürekli
Tonguç baba
Sana Anadolu’nun
her yanından
Kekik kokan,
keklik kokan Cevat Şakir işi
Kınından çekilen
kılıç gibi bir merhaba
Bir mangal yürekli
Tonguç baba yetmedi bre şahin aman
Bir Tonguç baba daha ( Bedri Rahmi Eyuboğlu )
Mehmet Erbil…
O bir öğretmen…O bir sanat adamı…O bir üstün değerde
ressam. Bir duygulu ozan ( Son olarak Dalyanlı Yaşlı Amca şiirini okuduk) Gönül
ister ki, örneklerine batıda rastladığımız türden kitapları çıksa. Yaşam
öyküsü, eskizleri, tabloları, sanat yazıları… Büyük bankalar yayımlıyor böyle kitapları. Sınıflandırmak
da olanaklı…Kapadokya ile ilgili resimler…Atatürk ile ilgili resimler…Adıyaman,
Fırat boyları, Samsat ile ilgili resimler…
Kültür ve Turizm Bakanlığımız ne güne duruyor !
Böyle bir kitap Eğitim fakültelerinin resim bölümlerinde
ders kitabı olarak değerlendirilir.
Nevşehir yıllarındaki gibi bir araya gelemiyoruz artık.
Fakat, iletişim olanakları geliştikçe bağlantılarımız da
güçlendi.
İnternetle yazışıyoruz. Facebook da var.
Ayrıca Erbil, yaptığı çalışmaları CD olarak da bize iletiyor
ve bunları ben öğrencilerimle değerlendiriyorum.
Mehmet, Emine, Barış, Başak…Şimdi Ankara’da bir güzel
aile…Meslek sahibi çocuklar, iyi yetişmiş, çağdaş, aydınlık yüzlü…Işıklı
gözlerinde sevinç pırıltıları…Şehir ve Bölge Planlama öğrenimi görmüşler üniversitede.
Erbil, yine öğrenci yetiştiriyor. Çünkü sanatçı emekliye
ayrılamaz; böyle bir lüksü yoktur. Yine ürün vermeyi sürdürüyor O. Atölyesinde,
işliğinde resim-iş bölümleri için sınava girecek
öğrencilere, amatör ressamlara dersler vermekte.
Ne mutlu !
Öğretmen, sanatçı, ressam Erbil’i tanımış olmak, dostluğunu
kazanmış olmak, bu fakirin yaşamındaki en mutlu olaylardan biridir. Bir de,
ardı ardına sanat, öykü,şiir, deneme kitapları çıksa, okuyup okuyup öğrense,
müstefid olsa mutluluğu
daha da artacak…
Bir büyük sofra
olsa yurdumda
Bütün ulus karnını
doyursa oradan
Bir ucu Çankayalar
Öbür ucu Edirne,
Van, Muş
Toplansak üç öğün
O kocaman masanın
kıyısına
Eşit ekmeklerle
–eşit peynirlerle hepimiz
Yesek içsek
Sonra ayağa kalksa
sofrabaşı
Dese, bugün yemek
iyi değildi ya
Daha iyilerini sunacağız, yarın ( Fazıl Hüsnü Dağlarca )
KAYNAK: Prof. Dr. Emrullah Güney / Mehmet Erbil: Öğretmen,
Ozan, Ressam… (27.08.2019).