Sosyolog, yazar. 1947, Van doğumlu. İlk, orta ve lise tahsilini aynı şehirde tamamladı. İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümünden mezun oldu. Serbest çalışmaktadır. Ağırlık çalışma alanı sosyal teori, modernlik, devlet, iktidar,, akıl, sekülarizm, postmodernizm ve İslam dünyasındaki dönüşüm süreçleridir.
Abdurrahman Arslan'ın bu konularda yazıları Kitap Dergisi, Bilgi Hikmet, Gelecek, İlim ve Sanat, Köprü, Birikim, Rıhle, Özgün Düşünce, Bilge Adamlar, Nida ve Umran dergilerinde yayımlanmış; bu yazıların önemli bir bölümü kitaplaşmıştır. Halen çalışmalarını İstanbul'da sürdürmektedir.
ESERLERİ:
Modern Dünyada Müslümanlar (2000),
Yeni Bir Anlam Arayışı (2004),
Sabra Davet Eden Hakikat (2009),
Nehri Geçerken (2010),
Dünyaya Müslümanca Bakmak (2016),
Kıbleyi Değiştiren Dönüşüm (2016).
KAYNAK: Abdurrahman Arslan / Kıbleyi Değiştiren Dönüşüm (2016).
KIBLEYİ KAYBETTİREN DÖNÜŞÜM
Yazar: ABDURRAHMAN ARSLAN
Yayınevi : Beyan Yayıncılık , Yayınevi Genel Dizisi
Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, kamusal alanda tek boyutlu olarak ele alınan meseleleri eleştirel bir perspektifle ortaya koymaya çalışan söyleşilerden oluşuyor. Abdurrahman Arslan, Türkiye'de 1960 sonrasındaki İslâmî taleplerin neler içerdiğini, buna karşı gösterilen reaksiyonun toplumsal, siyasal, ideolojik ve iktisadi kökenlerini Osmanlı modernleşmesini ihmal etmeksizin ele alıyor. O günlerden 1980'lere, ardından 1990'lara ve 2002 sonrasına geçilirken nelerin değiştiğini, nelerin değişmiş gibi göründüğünü, nelerin değişmesi gerektiğini kritik bir bakışla gözler önüne seriyor. Önemli toplumsal ve siyasi olayların ışığında İslâmcı düşünce ve siyaset dünyasının bir panoramasını sunuyor. Ayrıca İslâmcı entelektüellerin siyaset, iktidar, eğitim, ekonomi, yoksulluk, adalet ve toplumsal yapı gibi hayati konulardaki fikirlerini sorguluyor.
Kıbleyi Kaybettiren Dönüşüm, Müslümanca düşünmeyi ön planda tutan bir entelektüelin, Türkiye'nin ve İslâm dünyasının yakın ve uzak tarihinde vuku bulan gelişmeleri nasıl anlamlandırdığını göstermektedir.
(Tanıtım Bülteninden)
SOSYOLOG YAZAR ABDRURRAHMAN ARSLAN İLE SÖYLEŞİ
Abdurrahman Arslan ile Röportaj
Öncelikle okurlarımızın sizi tanıması bakımından Abdurrahman Arslan
kimdir sorusuyla başlayalım?
Aslında kendimden çok bahsetmeyi seven biri değilim.
Öncelikle okurlarımızın sizi tanıması bakımından Abdurrahman Arslan
kimdir sorusuyla başlayalım?
Aslında kendimden çok bahsetmeyi seven biri değilim. 1947 yılında Van'da doğdum. İlk, orta ve lise tahsilimi aynı şehirde tamamladım. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Sosyoloji bölümünden mezun oldum. Aynı zamanda felsefe ve psikoloji alanlarında okumalarımı yaptım. Yazı ve makalelerim çeşitli dergilerde yayınlandı. Hâlen İstanbul’da yaşıyorum. Sosyoloji dalındaki araştırmalarımda profesyonel bir kazanç sağlamıyorum. Önce kendim, sonra ümmete faydalı olması açısından bir arayışın getirdiği neticedir çalışmalarım.
Bakıldığında araştırmalarınızın daha çok sosyoloji planında olduğunu
görüyoruz. Sosyoloji ile siyasetin ilişkisinden mülhem, siyaset mi sosyolojik
değişimlere sebep olur yoksa sosyolojik değişimler mi siyasete yön verir diye
bir suâl ile başlayalım.
Öncelikle siyasetin ne olduğuna dair bir zeminde anlaşma sağlamamız gerekiyor. Ben bir süredir siyaset kuramları üzerinde çalışmalar yürütüyorum. Ama benim iddiam şudur; İslâm’ın ya da Müslümanların, seyis kavramından türetilmiş Arapça kökenli siyaset ile eski Grek’te şehir devletinin yönetimi ile ilgili ortaya çıkmış, bizim poetika-politika dediğimiz siyaset arasında hiçbir benzerlik yoktur. Bunun altını çizmek istiyorum. Benim naçizane bu son dönemdeki iddialarımdan biri de budur. Müslümanların devlet kavramını anlamamış olduğunu, şimdi siyaset kavramı üzerinde de aynı şekilde söylemek istiyorum. Dolayısıyla önce bu kavramların belirlenmesi gerekli ve o kavram zemininde bir mutabakat sağlanmalı. Batı’daki politikanın karşılığı olarak siyaset kavramını kullanıyoruz ama bir Müslümanın bu anlamda siyasetten anladığı ile Vatikan’ın söylemek istediği arasında fark vardır. Onun için geçmişin Müslümanları İslâm’da din ve siyasetin ayrıştırılamayacağına vurgu yaparken çok haklı bir noktayı temsil etmişlerdir ya da çok önemli bir kural getirmişlerdir. Bugünün genç nesli bu işin üzerinde fazla durmak, akletmek istemiyor. Hâlbuki gelinen nokta biz ve kuşağımız için çok hayatî bir mevzu. Siyaset ile dinî ayırdığımızda ya da modern anlamda veya eski Greklerin anladığı anlamda siyaseti bir Müslüman olarak içselleştirdiğinizde, o zaman siyaset sizi kendi kuralları muvacehesinde başka bir yere alır götürür. Bundan dolayı bizde siyasetin kaynağı sosyoloji değildir. Modern dönemde elbette ki siyaset, sosyolojiye dayanır. Özellikle de demokratik toplum teorisi açısından, ya da demokrasi-demokratiklik açısından dersek, genel olarak sosyoloji; siyasete yön veren, bir bakıma siyaseti şekillendiren-yönlendiren, ya da siyaset, sosyolojinin sözcüsüymüş gibi davranmak durumunda olan bir dal olarak ortaya çıkmaktadır. Bugünkü durumun açıklaması bu şekildedir.
Peki, hocam bugün halkın iktidarından bahsediliyor. Siyasî iktidarın
kaynağı nedir yahut kaynağı ne olmalıdır?
“Halkın iktidarı” kavramı, Jean-Jacques Rousseau ile birlikte gelmiş, bilindiği üzere Avrupa’daki aydınlanma döneminde ortaya çıkmış bir kavramdır. Bu kavramın gündeme gelmiş olmasının en büyük sebeplerinden bir tanesi; iktidarın, meşruiyet kökeninin göklerden yere indirilmesi ile ilgilidir. Eğer bu noktayı gözden kaçırırsak, bir Müslüman olarak çok yanlış mecralara akıp gidebilir düşüncelerimiz. Onun için özellikle de aydınlanma döneminden, yani toplum sözleşmesi dediğimiz sözleşmeci kuramdan itibaren iktidarın kaynağının ne olmadığı sorusunun yanıtlanması gerekir. Biliyorsunuz tanrısallığı dinde meşrulaştıran bir iktidar anlayışı vardı kilisenin. Kilise, sadece bir dinî kurum değil aynı zamanda bir iktidar temsilcidir. Dolayısıyla sorun, göklerde meşruiyetini bulan iktidar anlayışının değiştirilmesiydi. Burada halkın, iktidarın kaynağına dönüştürülmesi, aynı zamanda tanrısal iktidarın meşruiyetinin halka indirilmesiyle de ilgilidir. Yani halkın isteklerinin siyasette yansıması oluyor. Klasik anlamda “temsili demokrasi” dediğimiz bir yönetim biçimini meydana getirmiştir. Bu yönetim biçiminin mantığına göre –demos kendi temsilcilerini seçer ve seçilenler de –demos’u temsil etmek için meclise giderler. Dolayısıyla mecliste çıkartılan yasalar aynı zamanda da –demos’un bir bakıma arzularının yansıdığı neticelerdir. Batı’nın modern zamanlardaki mantığı açısından onlara göre doğrudur ama biz Müslümanlara geldiğimizde, biz de böyle bir teori pek mümkün değildir ve yoktur. Batı dışı toplumlarda böyle bir şans yoktur. Çünkü hiçbir zaman İslâm’da temsil kavramı yoktur. Eğer İslâm’ı söz konusu edersek, yönetim meselesi, iktidar meselesi, siyaset meselesi üzerinde konuşacaksak naçizane fikrim, Müslümanlar bu meseleleri yeniden düşünmelidirler. İslâm’da temsil kavramı yoksa o zaman İslâm bize nasıl bir siyasî yönetim önermektedir, ya da nasıl bir siyasî yönetime işaret etmektedir sorusuna bir yanıt aramamız icab eder. Batı’dan edindiğimiz kopyalarla kendimize bir sistem getiremeyiz. Zaten Batı da gitmiyor artık, sistemlerinin tıkandığı ortada. Müslümanlar açısından da bizi çok ileri seviyelere götürecek bir sistem değildir. Tabii, bazı baskılara karşı bir panzehir olarak kullanılabilir ama hepsi bu kadar.
Demokrasi çıkışının Avrupa tarihiyle bir bağı var, kültürleriyle
özdeşleşmiş. Fakat bizde böyle bir durum söz konusu değil. Birebir alınmış,
taklit edilmiş. Uygulanabilir bir sitemimiz yok. Peki, hocam bizim yönetim
şeklimiz ne olmalıdır? İslâm’da yönetim şekli mi vardır, yönetim ruhu mu
vardır?
Hayır, İslâm’da bir kere bir yönetim şekli vardır. Uzun zamandan beri hep aksi söyleniyor. Şekil ve ruhu birbirinden ayırmıyor İslâm. Dolayısıyla kendine inanan insanları kendi başlarına bırakmıyor, onların ilişkilerini düzenliyor. Bu bir yönetim biçimidir. “Ulus devlet” ile başlayan süreçlere baktığımızda bu emsali görürüz zaten. Yani yeni devlet modeli sadece bir iktidar değildir, aynı zamanda kendi mantığı-ideolojisine göre toplumu örgütleyen bir mekanizmadır. Batı’da bu tür normlar oluşurken ortaya koydukları sisteme uyacak bir mantık geliştirdiler kendilerine. Bütün mesele de Kilise’nin yönetimine, iktidar biçimine karşın alternatif oluşturulmasıydı. Bu mantalite Batı’da neşrü neva buldu. Sonra Batı dışı toplumlara, bir bakıma istemeyerek de olsa ihraç edildi. Bu konuda benim fikrim şudur; Batı dışındaki hiçbir toplum devlet kurmamıştır, devlet ithâl etmiştir.
Müesses nizama göre değil mi hocam?
Aşağı yukarı “Rönesans” sonrasından, ulus devletin ortaya çıktığı tarihlerden itibaren, isterseniz 1815 Viyana Kongresi’ne kadar götürebiliriz. Çünkü Viyana Kongresi’nde “ırkın” temel olarak baz alınacağı ilkesi kabul edilmiştir. O kongreden sonra zaten insanlar ırkları üzerinden konuşmaya başlamıştır. Kongre öncesinde Batı’da da insanlar dinleri üzerinden konuşuyor, iletişime ve siyasî hareketlere başlıyordu. Bu olay çok eski bir mesele değil, 1820 yıllarında bile Batı’da insanlar, biz “Hristiyan Ümmetindeniz” diyerek söze başlıyorlardı...
Millet kavramını da bu bağlamda irdelemek lâzım herhâlde, değil mi
hocam? Millet nedir, millet ırka dayalı bir olgu değil midir?
Bizdeki Batılılaşma hareketlerindeki sorunlarımızdan biri de, “millet” kavramıdır. Batı’dakinin muadilini İslâm’da aramaya kalkıştığımız ve bunu da entelektüel bir düşünce olarak kabul ettiğimiz için -ki buna kargalar bile gülmektedir bugün- ulusun karşılığını millet olarak almışız biz. Oysa “millet”; bir dine, bir inanca ya da bir yaşam biçimine inanan insanların meydana getirdiği topluluk anlamına gelir. Batı’daki nasyon ise ırka aidiyeti bildirir. Yani ırka ait olanların meydana getirdiği topluluk anlamına gelir. Şimdi siz bu iki tanım arasında bir benzerlik görebiliyor musunuz? Sosyolojik olarak belki benzetebilirsiniz.
Şöyle diyebilir miyiz hocam; devlet milletiyle bütünleştiği ölçüde
devlettir. Milletinin hissiyatını yansıtmadığı müddetçe o, devlet olma vasfını
gerçekten kazanamaz.
Sizin yaptığınız bu tanıma katılıyorum. Ama böyle bir devlet anlayışı, bugün biz Müslümanların anladığı anlamda böyle bir devlet anlayışı İslâm’da yoktur. Bence artık İslâm’a yöneltilen buna benzer iftiralardan herkesin vazgeçmesi gerekiyor. Bu zihniyet Reşit Rıza, Muhammed Abduh’larla İslâm devleti vurgusu yapmaya kalkıştılar. Ama Mısır’da Ali Abdurrazık daha sonra Türkiye’de hilafetin kaldırılmasıyla ilgili konuşma yapan tarafların, onların devlet kavramları bugünkü devlet kavramı üzerinden işlevini kazanmıştır. Bakınız, aşağı-yukarı yüz yıla yakındır Müslümanlar “İslâm Devleti” derken bile, aslında bugünkü modern devlet anlayışı noktasından hareket ederek “İslâm Devleti” anlayışını tasarladılar ya da bu devlet anlayışı üzerinde konuştular. Onun için benim kanaatime göre, Müslümanlar, devlet kavramı üzerinde asla doğru-düzgün düşünüp, planlı bir tahlile kalkışmadılar. Ve devlet kavramını anlayamadılar. Anlamadıkları için de, İslâm’da da aynı bu modern devlet anlayışı gibi bir devlet modeli aradılar. Ve bence bu İslâm’a karşı bir züldür. Çünkü İslâm’daki devlet müessesesi, bildiğim kadarıyla Kur’an-ı Kerîm’de bir ayette geçiyor ve ayet ise ekonomiyle ilgili. İslâm’da devlet dediğimiz kavram, Batı’daki devlet kavramı gibi değildir. Her şeye hegemonya kurmaya çalışan bir devlet anlayışı değildir İslâm’daki. Bundan dolayı devlet işleyişindeki sorumluluklarının büyük çoğunluğunu Müslümanların inisiyatifine devrettiği için Batılı anlamda “güçlü bir devlet ideali” değildir İslâm’ın önerdiği model. Çünkü İslâm’ın temel hedefi “güçlü bir devlet kurmak” değil, güçlü bir ümmet ya da güçlü bir cemaat yapılanması kurmaktır. Sonuç olarak, iki hedef arasındaki anlam farkını görmek lazım.
Yani şöyle diyebilir miyiz hocam, İslâm, devletten çok anlayışın
“toplayıcı-birleştirici” vasfını ön planda tutuyor.
Elbette, toplayıcı, birleştirici, nizam verici ama unutmamalı şartlara bağlı bir nizam verici. Yani Kur’an’ın, Şerîat’ın dışında bir nizam vericilik olamaz. Görev olarak bir takım koruyucu amaçları vardır İslâm Devleti’nin. Devletin beş-altı şartından bahsedilir. Kişi güvenliği ve nesli korumak, mesken dokunulmazlığı, seyahat hürriyeti, inanç hürriyeti, çalışma ve kazanma hürriyeti gibi görevler devletin aslî görevlerindendir. Bu devletin iktidar anlayışı ile İslâm’ın devlet anlayışı arasında fark vardır. İki devlet anlayışının hükmetme anlamındaki mantıkları çok farklı görünmektedir. Bence Batılı devlet mantığının kendisi bilinmeden, devlet bilinecek bir olgu, bir norm değildir. Müslümanlar Batıyı taklit etmekten kurtulamayacaklar, bugün aynen siyaseti taklit ettiğimiz gibi birçok sistemi taklit ettiğimiz gibi. Bir kere bana göre bu işin başlangıcı olarak sosyoloji, psikoloji, felsefe, iktisadî ve dinî anlamda Batı’dan gördüklerimizi İslâm’da muadilini aramaktan vazgeçelim. İslâm’ın bu anlamda yakasını bırakalım. Sonra bu din bize ne diyor onu anlamaya çalışalım. Çünkü hep Batı’nın muadillerini İslâm’da arayarak bugün bu noktaya geldik. Bugün hiç kimse diyemez Müslüman entelektüel hayat canlıdır, işte birçok mesele üzerinde söyleyecek bir sözü vardır…
Müslüman entelektüel bulmakta mustaribiz anlaşılan. Neden biz entelektüel yetiştiremiyoruz bunun
temel saiki nedir?
Münevver, aydın-terbiye kökeninden gelir benim bildiğim kadarıyla. Bu da son zamanlarda uydurulmuş bir şeydir. İslâm’ın ölçüsü bence ilim ehlidir. Eğer biraz daha açık olalım dersek, fakîhtir. O yüzden iyi fakihlerin olduğu bir Müslüman toplulukta yaşasaydık, benim gibi bir sosyoloğun bu sözleri söylememesi gerekirdi. Çünkü İslâm toplumunun sosyoloğu fakîhtir ve sosyolojisi ise fıkıhtır. Dikkat ederseniz farklı bir mecra üzerine konuşuyoruz. O yüzden muadil aradığımızda işte aradığımıza İslâm sosyolojisi diyoruz. Bunu herkes diyor, ben de gençliğimde aynı kavramı kullanmıştım. Ama bunun karşılığı-muadili İslâm’da anladığımız türden değil. Yani sosyoloji yaparsanız, modern anlamda sosyoloji yaparsınız.
İslâm’da ilmîn dallara ayrılması modernitenin getirdiği bir durum değil
mi?
Elbette! Tabiî değer anlamları özellikle Immanuel Kant ile birlikte çok ayrıkçı bir temele oturuyor. Yani Kant değer alanlarını ayırıyor, bölüyor; hukukun, iktisadın, ilimin, sanatın, estetiğin ve dinîn bütünlüklerini kendine göre dallara ayırıyor. Her bir dalı bağımsız alanlar olarak düşünüyor. Ama bir tek din hariç. Çünkü bu konuda dine bağımsız bir alan hakkı tanımıyor Kant. Hatta Friedrich Hegel, Kant’ı yapmış olduğu bu kuram üzerinden “diğer dallara özerlik verdin de dine neden vermedin” diyerek eleştiriyor. Bu şu demektir; her şeyi bütün bu bilgi alanları din hakkında konuşabilir, dine müdahale edebilir, dinî düzenleyebilirdiler ama mesela din çıkıp sanatı belirleyemez, ya da sanat çıkıp hukuku belirleyemez mantığı yatar bu düşüncenin altında. Dolayısıyla bilgi alanlarının bu kadar çok ayrıştırılmış olması elbette ki moderniteyle alâkalıdır. Ama pratik hayatta, İslâm dünyasında da, Batıda da birbirinden kopuk olmayan alanlar vardır neticede. Örneğin hukuku, şeriat düzeninden ayırabilir misiniz? Elbette hayır ayıramazsınız. Ama İslâm’ın bütün şeriat dünyasında sadece hukuk kavramı vardır diyemeyiz. Fakat şu anlamda biz bilgiyi vahiyden ayıramayız ama bilgi meselesi üzerine konuşurken aynı zamanda da hukuk meselesi üzerine de konuşsak bile, ilgilendirse bile, hukukun kendine göre bağımsız bir alanı var. Ama bildiğimiz anlamda bağımsız alanlar değil İslâm’daki. İslâm’da kendinden bağımsız bilgi ve değer alanları olması mümkün değildir.
Hazret-i Ali’nin (r.a) “İlim bir nokta idi onu cahiller çoğalttı” sözü bize meseleyi açıklıyor gibi.
Evet, kesinlikle. Her ne kadar İmam Gazalî, “dünyevi ilimler-uhrevi ilimler” olarak ikiye ayrım yapsa da -tabii maksadı yanlış anlaşılmaktadır- İmam Gazalî’nin maksadı dünya ve ahiret ilimleri diye bir ayırım yapmak değildi. Var olan meseleleri biraz daha anlaşılır hale getirmekti amacı desek bile İslâm için genel olarak böyle bir ayrım söz konusu değildir.
Türkiye’de Müslümanlar çok uzun bir süre bir baskı altında tutuldu. Bu
baskılar, Ak Partinin iktidarında nisbeten azaldı. Bu süreç Müslümanlarda bir
gevşemeye sebep oldu. Moderniteye adapte
olmaya başladı, biraz dünyevileşme başladığı görülüyor. Tüm bunların sebebi
nedir sizce?
Benim kanaatime göre bu durumun çok daha derinlerde yatan çok daha önemli sebepleri var. İslâmcı söylem ile ilgili bir sebeptir bu. İslâmcı söylem kendisini kurmaya başlarken aslında bir bakıma da çok farkına varmadan Müslümanlar için bir zaaf kapısı açık bıraktı. Biraz önce bahsettiklerimizde bu meseleye dair tariflerde bulunmuştuk. Batı’da modern olarak gördüklerinizin muadilini İslâm’da arıyorsanız siz zaten otomatikman modernliğin ellerine düşerek, deforme olmak için gardınızı açtığınız anlamına gelir.
Reaksiyoner tavır diyebilir miyiz?
Elbette, tabii ki. Dün ki durum böyleydi. Bunu eleştirmek için söylemiyorum. Geçmişte birçok meseleyi biz tanımıyorduk çünkü. Ne ile karşı karşıya olduğumuzun farkında değildik. Ama bugün birçok meseleyi biliyoruz ya da en azından biraz daha anlıyoruz diye düşünüyorum. Bundan dolayı dünkü bakış şekillerimizi, bugün gözden geçirmemiz kanaatini taşıyorum. Meseleleri biraz daha anlayabilmek ya da meselelere bir Müslüman olarak daha iyi nüfus edebilmek, modernitenin bize biçtiği bakış açısının haricine çıkarak meselelere bakabilmek, günümüz Müslümanları için en önemli başlangıç noktalarından biridir bence. Kanaatime göre Müslümanlar epey bir zamandır aslında “modern” olana fazlasıyla alışmışlardı. Dünyevî olmaya, dünyevîlik dayatılmadan önce açıktılar.
Yani Müslümanlar söz konusu olan “moderniteye” hazırdı?
Evet. Bence Müslümanlar zihnen hazırdılar. Müslümanlar zihnen dönüşmüştüler. Ama bu durumlarını ikrar etmeye utanıyorlardı, kendileri de düştükleri durumun farkında değillerdi. Bence 28 Şubat, bu durumun bahanesi oldu diye düşünüyorum. Geçmişten getirdiğimiz kusurlarımızla ya da baştan ön kabullerimizle zihinlerimiz dönüşmüş akabinde Müslümanların bu açığını görenler 28 Şubat ve benzeri hamlelerinde bulundular.
Batı taklitçiliğine dayalı Batı normlarını alıp içselleştirmeye
başlamamız mı sorunun kaynağını oluşturuyorlar?
Tek bir sebep saymak mümkün değil. Elbette o tür sebepler var. Ama ben işin bu kadar yıkıcı olmayacağını düşünüyordum. Eğer İslâmcılık geleneği -ki ben de kendimi bir İslâmcı olarak görüyorum ama kendini yeniden inşâ etmesi bir İslâmcı olmayı gerektiğini düşünüyorum- bütünüyle reddetmeseydi bu durum bu denli deformasyona sebeb olmazdı diye düşünüyorum. Çünkü bir toplumun bütün tarihî tecrübesini İslâm dışı olarak vasıflandırıp attığınızda, gelenekten kalan boşluğu başka olgular doldurması kaçınılmaz bir kaderdir. Nitekim İslâm’a uygun değildir, hurafedir diye attığımız her şeyin yerini modern normlar aldı. Peki, modern olan hurafe değil midir?.. Dolayısıyla İslâmcılık bence bu konuda kendi kendisiyle hesaplaşmak zorundadır.
Demokrasi ile beraber siyaset dışı kurumlar, mesela STK’lar, dernekler,
vakıflar vs. gibi kurumlar, dinîn modernliğe tâbi olmasında çok büyük bir rol
oynadılar.
Evet. Müslümanlar için yeni davranış biçimleri türedi. Yani seküler hayat tarzları, modern davranış ve zihin yapılarına sahip olunmasında çok önemli birer unsurdur o kurumlar.
Peki bu hastalığın iliklerimizden sökülüp atılması için ne yapmalıyız?
Önce temelde çok büyük bir entelektüel hesaplaşma içine girmemiz gerekiyor. Düne kadar kendini cemaat gören ve tanıtan bir kurum var ve bugün hâli ve durumu ortada. Bence Müslümanlar bu zamana kadar cemaat olamadı. Vakıf kurduk, STK kurduk, dernek kurduk, örgüt ve bunlarla beraber kendimizi cemaat olarak görmeye başladık. Biz sadece kurduklarımızdan ibarettik, cemaat olamıyorduk. Türkiye’deki en dişe dokunur cemaat oluşumu bence “hemşerilik üzerine kurulu cemaat”tir. Çünkü daha dayanışmacılar. Cemaatten ne anlıyoruz ki biz? Anladığımız çok ironik oluyor; hukukçular derneği, dişçiler derneği gibi bir şey olduğunu zannediyor Müslümanlar. Hayır, öyle değil. Cemaat demek bünyesinde barındırdığı her ferdden sorumlu olmak demektir, birbirinin her türlü sorununa topyekûn koşan aksiyoner bir yapı demektir.
Bu kurumlarda bir gaye birliği olmadığı için mi cemaatleşememiş?
Hayır, gaye birliği vardı fakat yanlış bir gaye birliği. Mesela öğretmen iseniz öğretmenlik mesleği üzerine bir gaye birliği vardı. Müslümanların hukukçuları, doktorları vs. bir araya geldi, zannettiler ki bir Müslüman olarak İslâm adına toplanıyorlar. Hayır, meslekleri adına toplanıyorlardı. Bu bakımdan meslekî bir gaye birliği oluşuyor, İslâm çizdiği sınırlarını gözeten bir gaye birliği olmuyor.
Bu durum dünyevîleşmeyi ayna şeklinde yansıtıyor bize.
Evet, kesin olarak... Bizim gördüğümüz eğitim sistemi bizi dünyevîleştiriyor. Bunu artık görmemiz gerekiyor. Müslümanların var olan eğitim sistemini sorgulamamaları, bence en büyük ayıplarından biridir. Arapça harfleri kullandığımızda bu iş bitecek değil. Belki de çok daha tehlikelisi olan bir mesele başlayacak. Çünkü bize ait olmayan o seküler bilgi belki Arapça harfleriyle birlikte gelecekti.
Evet, bu da bir sorun teşkil ediyor. Meselenin sadece harf mevzusu
olmadığı açık. Biz daha 40’larda 50’lerde yazılan matbuatları anlayamıyoruz, o
zaman da Latin harfleri kullanılıyordu. Kelimeleri bilmiyoruz o derece
yabancılaşmışız kendimize.
Elbette. Zaten söz konusu olan eğitimin bize ne verip vermediği. Bütün lisanları başlangıç alsanız da eğitim sisteminiz metoda dayalı olmadığı sürece hiçbir şey katmaz.
Salih Mirzabeyoğlu bu meseleyi görmüş ve şöyle izah etmiş: “Bir
toplumun hafızası lügatinde topludur.”
Kesinlikle katılıyorum. Mesela bir İngiliz bilmediği bir kavram-kelime olduğu zaman Oxford Lügati’ne başvurur. O toplumun genel kabul görmüş ortak hafızası aşağı yukarı bin yıl önce yazılmış birikimidir. O birikime başvurur ve kendi toplumunun ortak hafızasının orada olduğunu bilerek başvuruyor. Peki bizim ortak hafızamız şekillendiren nedir? Kelimeler, kavramlar, mânâlar hafızamızı şekillendiren anlam katan unsurlardır. O yüzden bizler farklı konumlarda olsak da ortak bir hafızanın insanıyız. Afrika’daki insanlarla bizi ortak bir hafızada buluşturan nedir diye sorduğumuzda cevap; o kavramların anlam dünyasıdır. İşte günümüzde bu anlam dünyaları deforme olmuştur. Esas problemin bir diğer yönü de budur. Burada mesele sadece harfin ne olacağından değil, diğer tarafıyla kullandığımız, bir şekilde topluma sızan lügattir de. Unutmayın, Batının Hristiyanlıktan kopuşunun en önemli saiklerinden biri, Fransa’da ansiklopedilerin ortaya çıkmasıdır. Müslümanların büyük gayret sarf ederek İslâm ansiklopedileri çıkarmaları bir bakıma bu yönüyle benzerlik gösteriyor. Çünkü ansiklopedi demek, bilgiyi formatlamak demektir. Var olanı eski formatından çıkarıp, yeni anlamlar vererek yeniden formatlamak demektir. Biz bu durumu bugüne kadar bu bakış açısıyla hiç düşünmedik.
Mesele konuşmak-tartışmak bir yana, daha neyin mesele olduğunun farkına
varılmayan bir kültür seviyesinde yaşıyoruz.
Herhalde biraz öyle. Belki çok eleştirel oluyor ama önce söylediklerimi kendim için ve bazı grupları tenzih ederek söylüyorum. Önce kendime soruyorum sorduklarımı sonra söylediklerimi kendime cevaplıyorum bir Müslüman olarak. Meselelerde şurada bir yanlış olduğunu, burada bir doğru olduğunu düşünerek hareket ediyorum. Tahlillerimin öncelikli çıkış noktaları izah ettiğim yerlerden başlıyor.
Eleştiri dediniz. Biz eleştiri-tenkitten ne anlamalıyız, nasıl
olmalıdır?
Bir kere Müslümanlar, Batı’da yürürlükte olan ve bize de yutturulmaya çalışılan bu eleştiri dedikleri yapay kavramı iyi anlamalılar. Herhangi bir doğruya, ya da herhangi bir hakikate inanmayan bir aklın eleştirisi Müslümanlar açısından kıymetli değildir. Batılı akıl böyle bir eleştirinin sembolüdür. Bundan dolayı da Batı’daki her şeyi eleştirmek hastalığını o aklın imanı haline gelmiştir. Oysa bizim aklımızın eleştiremeyeceği şeyler vardır. Haddini bilmesi gereken seviyeler vardır. Yani o akıl kendini bir yere, sonra bir neden-sonuç ilişkisine bağlamalıdır. Şimdi Müslümanlar, kendini hiçbir zemine, ideolojiye bağlamayan bir akılla, “biz eleştiri yapamıyoruz-edemiyoruz” deme safsatasına bürünüyorlar. Hayır, bence biz hâlâ meselenin tam olarak ne olduğunu anlamadığımızı gösteriyoruz.
Aslında eleştiriyi yapamıyor olmamızın çözüm üretemiyor oluşumuzdan mı
kaynaklanıyor? Bizde alışılagelmiş eleştiri hep “yıkıcılık” üzerine
gerçekleşmiş. Yıktığının yerine koyabilecek bir önerisi olmamakla devam eden
bir anlayış var.
Eleştiri yaparken bence eleştiri yapan o aklın, hareket ettiği sabit bir noktası yok. Zaten fikrî bir dayanak olmadan yapılan şeyin adı eleştiri olmaz. Onun adı Batı’daki anlamda bir eleştiri olur. Eski Greklerin eleştiri anlayışından farksız bir görüntü sahibi olur.
Bir Müslüman hangi fikre nispetle bir dayanağa sahip olmalı?
Bence bu Müslümanlarda giderek bir iman meselesine dönüşüyor. Bu hususta bizim hakikaten imanî sıkıntılarımızın olduğunu düşünüyorum. Son zamanlarda biz İslâm’ın hakikatinden şüpheye düşmesek bile İslâm üzerine küstahça lâf söyleme cüretleri gösteriyoruz. Böyle bir seviyesizlik-hadsizlik yoksunluğu olabilir mi! İnanmış isen inanmışsındır. İslâm bir mevzuya haram demişse o haramdır, üstüne konuşarak açık kapılar aramak kimseye düşmez!.. Efendimiz (s.a.v) buyuruyor ki: “Şüpheli şeylerden uzak durunuz.” Ben şunu iddia ediyorum; Müslümanlar son 40 senedir ne kadar fetva aradılarsa hep şüpheli meseleler üzerinden fetva aradılar. Eğer şüpheli meseleler üzerinden fetva aramasalardı bence bugün Müslümanların durumu çok iyi yerde olacaktı. Çünkü haramlarımız ve helâllerimiz daha açık bir şekilde, daha berrak duracak, biz de kendimizi var olan sınırlara göre muhafaza edecektik. Ama biz şimdi kendi elimizle haramları-helâlleri o kadar birbirine karıştırdık ki, bu postmodern kültürle birlikte zihinlerimiz hepten her şeyi birbirine karıştırmaya başladı.
Anlaşılan hikmet arayışlarımızı kaybetmişiz toplum olarak.
Bu toplumdaki hikmet yoksunluğunu bırakın bir tarafa, hikmetli düşünme kabiliyetimizi kaybettik. Ve Allah bunu bizden aldı. Çünkü biz bunu hak ettik. Hikmetli düşünmedik, bu bir lütuftur. İnsanın sadece çabasıyla elde edilecek bir şey değildir, lütuftur. Ama hâlis niyetle gayret edersen, Allah lütfeder. Çünkü bilgi, İslâm’da insanın kendi gayretiyle elde edeceği bir arz değildir. Bilgi bir lütuftur. İnsan talep eder, Allah da lütfeder. Bu talebin de şartlarının yerine getirilmesi gerektiğini de göz ardı etmeyelim. Batılı, “bilgi mutlak mânâda benim zihnimin ürünüdür” der ve sonra bu konumda beni emeğimin mahsulüdür düşüncesine kapılır. İslâm’da böyle bir durum söz konusu değildir.
Böyle bir durum olsaydı İslâm’da zaten sosyolojik yansımasını görürdük
herhalde. “Marifet iltifata tâbidir” sözünün bugün bir karşılığı kaldı mı?
Hayır, kesinlikle kalmadı.
İltifat neye tâbi peki?
İktisada tâbi... Büyük oranda maddî olana, dünyevî olana, sorgusuz bir getirisi olana tâbi artık. Güzel bir ahlâk örneği ortaya koyan bir insan gerçekten “iltifata mazhar oluyor mu?” ya da “onun heykelini dikiyorlar mı?” ona herhangi “bir ödül veriyorlar mı?” Zaten eminim ki verseler bile o güzel ahlâklı insan almaz, bundan eminim. Mesele tam da burada başlıyor işte.
Peki, Müslümanların birliğinden söz ediyorlar devamlı. Nerede, hangi
fikre nisbette birlik?
Müslümanların birlikten bahsetmeleri en tabiî haklarıdır. Bence Müslümanların dinî bir gereğidir de. Biz birlikten neyi anlayacağız? Son dönemlerde Müslümanlar “ulus devlet”in getirdiği, modern kültürün getirdiği bir düzenle sanki bütün bir monolitik bir İslâm Dünyası tasarlıyoruz. İslâm, öncelikle Hristiyanlıktaki gibi “homojen bir ümmet kurmak” ideali peşinde değildir. Bu ideal Hristiyanlığa aittir. O yüzden o “öteki”ni bünyesinde taşıyamamış, hep dışına atmış ve gettolaştırmıştır. Mesela Yahudileri gettolaştırmıştır, günümüzde Avrupa’daki göçmenleri de keza aynı şekilde... Tarihte 14 asır boyunca Hristiyan dünyasının hüküm sürdüğü topraklara bakıldığında, dikkat ediniz farklı dine mensup insanlar yoktur. Bunun sebebi Hristiyan Kilisesi’nin din anlayışındaki dışlayıcı politikalarının neticesidir. Kendi tarihimize baktığımızda, İslâm’ın hüküm sahasında bu dışlayıcı politikayı göremiyoruz. Çünkü biz bir kısım insanların inanmayacağını biliyoruz zaten. Bunu Kur’an belirtiyor ayetlerle. O yüzden kalkıp bütün bir dünyanın –ki istediğimiz olmuştur fakat- Müslüman olma tasarımız yoktur bizim. Ama bu aynı zamanda şudur; eğer İslâm’a inanmayan insanlar olacaksa -ki Kur’an öyle buyuruyor bize-, biz hemen yanı başındaki bir ayette o inanmayanın olduğunu düşünüyoruz. İşte biz o inanmayanla da belirli bir yaşam alanını paylaşabiliyoruz. Ortadoğu ve Afrika bunu gösteriyor. Esas olan burada “öteki” ile birlikte olma mesele değil, “öteki” ile nasıl birlikte olacağımız meselesidir. İslâm bu konuda Müslümanlara bir hukuk veriyor. Hristiyanlarda ise böyle bir hukuk yoktur. Bugün modern dünyanın da böyle bir hukuk sistemi yoktur. Modern dünyanın birlikte yaşayalım dediği önerisi ya da demokratik toplumun birlikte yaşama idealine baktığınızda “bana katılın” diyor. Bu aslında “katılanın” kendi ilkelerinden de vazgeçerek katılması demektir. Sen kendin olarak kendi hususiyetin içinde, kendi hukukunla buraya katılamıyorsun yani, böyle bir şans tanımıyorlar. Fakat İslâm’da böyle bir durum yok. Hristiyan’a, sen Hristiyansan topraklarımıza katıl ama “siyasî egemenlik benimdir, benim egemenliğimde olacaksın” kaidesiyle yapılan anlaşmalara bağlı olarak, “sen kendi hukukuna” göre kendini idare et diyor. Zaten kurban olmak lazım İslâm’a, bu tür öneriler sunduğu için ikiyüzlü bir din değil İslâm. Çünkü bir insanın en tabiî hakkı onun kendi hukukuna göre yargılamaktır. Diğer türlü insana zulüm olur, İslâm da bu zulmü istemiyor zaten. Hangi hukuka ya da hangi dine inanıyorsa, nasıl bir inanca mensup ise ona göre uygularsın. İslâm’da diğer inanmayan insanları şeriata göre yargılayacağım diye bir kural yok. Müslümanı şeriata göre yargılarsınız. Fakat bugünün modern zihniyeti bunları görmezden geliyor.
Bugünkü devlet idaresine de bu şekilde bakabiliriz. Yargı-hukuk
sistemine özellikle.
Ama ulus devlet ile birlikte başlayan sözüm ona evrensel hukuk dediği şey, tam da İslâm’ın ön gördüğü sistemdir.
Ulus Devlet son dönemde bir çıkmaza girdi zaten siz de belirttiniz en
baştan. Bir sarmalın içine girdi çıkamıyor. Nasıl çıkacak ya da nasıl bir
sisteme doğru evrilecek?
Ulus Devlet modeline karşın Küresellik sistemini getirmek istediler. Bence bu sundukların sistem pek mümkün değil. Çünkü Küresellik, kapitalizme kayacak zaaflara sahip ve bunu günümüzde zaten görüyoruz dünya üzerinde.
Yani Batı’nın istemiş olduğu yöne mi evrildi Küreselleşme sistemi?
Hayır. Batı, şöyle bir dünyayı alıp baktığında, zaten var olan dünyayı Batılılaşmış olarak buldu. İşte küresellik tam da budur. Bakın bizim Müslümanların bir kısmının dediği gibi; emeğin özgür dolaşımı-sermayenin özgür dolaşımı ifadeleri değil. Söz konusu bu durum ise tarihte ilk defa bir hadîse cereyan ediyor. Bir uygarlık, –uygarlık kelimesini sevmiyorum ama- bir düşünce-ideoloji biçimi bütün bir küreyi sardı. Bence insanoğlunun şu âna kadar bilinen tarihinde böyle bir döngü yoktur. Nuh Âleyhisselam öncesinde varsa bilmiyorum.
Sermayenin özgür dolaşımı diyen adam zaten liberalizmin gözlüklerini
takmış, o gözlükle bakıyor ve o insan da Batının bir yaklaşımı olarak
algılamaya başlıyor her şeyi.
Gayet tabiî. Ama genel olarak zaman-mekân ulaşılabilirliği çıktı ortaya. Bir yönüyle de baktığınızda bütün bir dünya modernliğin ya da Batının kalıplarına döküldü. Bugün dünya üzerinde modern olmayan bir ülke kaldı mı ya da modern olma gayesi taşımayan?
Araştırmacı-yazar birinin bir sözü geldi aklıma, “bütün dünyayı küçük
bir köy haline çevirmektir küreselleşme.”
Bu tanım bir yönüyle doğrudur ama kimin adına dönüştürdüler, Batı adına.
Peki, küreselleşme olgusu Batının istemediği bir yöne örneğin
Müslümanların birleşmesi, bir hareket etmesine doğru evrilebilir mi acaba?
Küresellik dediğimiz zaman bir kavramı da hatırlamamız lazım. Çok hassas ve kırılgan dinamikler üzerinden seyreden bir yapıyı unutmamamız gerekiyor. Bu yüzden küresellellikten bahsedildiği bir çağda kaos teorilerinin de kapıda olduğunu düşünüyoruz. Kürselleşmeyle yalnız Müslümanlar Batılılaşır... Eğer Müslümanların bugünkü süreci, oldukları gibi devam ederse bu gerçekleşmeyecektir. Çünkü küresellik Müslümanları kendi kalıplarına dökecek, ki baktığımızda ise döktüğünü zaten görürüz. Ama tekrar Müslümanlar İslâm’ın ana kaynaklarına döner ve yeniden döndükleri noktadan bir itiraz kaynağı olarak çıkarlarsa, elbette ki bir yönlendirme gücü olur. Bugün Müslümanların farkına varmadığı ama Batının çok iyi bildiği bir şey var; İslâm, Müslümanlara rağmen Küreselliğe itiraz ediyor, Küreselliğin en temel kabullerine itiraz ediyor. Amerika ve Batılı küresel güçlerin Ortadoğu’da bulunmasının esas sebebi de budur. Petrol, yeraltı-enerji kaynakları değil, çünkü bu tür politikalar Batının 1970’lerdeki paradigmasıydı. Bugün petrole ve enerji kaynaklarına bağımlı olan ülkeler, Batı dünyası değil Müslüman ülkeleridir.
Burada emperyalizmin karşısında durabilecek tek gücün İslâm olması.
Evet, kesinlikle. Biraz önce de belirttiğim üzere çünkü Küreselliğin temel dinamiklerine itiraz ediyor İslâm. Batı bunu çok iyi biliyor, bence Müslümanlar bilmiyor. Neden diye sorarsanız: Çünkü emperyalizm kavramı klasik anlamını değiştirdi. Bugün öznesi olmayan bir emperyalizm ile karşı karşıyayız. O halde “emperyalizm nedir” sorusunu yeniden sorarak cevap arayalım. Çünkü emperyalizmin her dinamiği soyutlaştı. Bakın çağımızın temel özelliği her şeyin soyutlaştığı ve soyutlaşmaya, melezleşmeye doğru gittiği bir kültür, bir dünya olması. Siz bu durumda o klasik anlamdaki emperyalizmi aradığınızda hiçbir sonuç alamayacak ve bulamayacaksınız. Hatta ve hatta emperyalizm üzerine iyi bir kafa yorduğunuzda göreceksiniz ki, aslında emperyalizm sizin evinizde oturmuş bile. Dolayısıyla yeniden emperyalizm üzerine kafa yormamız gerekiyor. Biz yine emperyalizm kavramını da Batı’dan aldık. Bu konuda da en ciddi görüşleri ve bilgileri veren ise Lenin’dir. Ama kavramın içerik anlamı değişti. Artık dünya üzerindeki küresel ve emperyalist güçler sizin enerji kaynaklarınıza konmuyor. O dönem bitti. Bugünkü söylemlerde olduğu gibi Ortadoğu’da Müslümanların petrolü var ve bu yüzden bu emperyalist güçlerin taarruzuna maruz kalınıyor algısı değil mesele. Mesele çok daha derin bunu artık hem görmek hem de bilmek gerekiyor.
Bu şekilde baktığımızda dünya üzerindeki “sol”un neden bittiğini de
cevap alıyoruz. Emperyalizm şekilde değiştirirken “sol” söylem değiştiremedi,
kendini geliştiremedi çıktıkları noktada kaldılar.
Ama unutmayalım; nihayetinde emperyalizm şekil değiştirirken emperyalizmi var eden paradigma da dönüştü. Bu paradigmanın bir parçasında da sosyalist düşünce vardı. Eğer bu paradigmanın yarısını liberal düşünce temsil ettiyse diğer yarısını da sosyalist düşünce temsil etti. Ama eğer paradigmanın yarısını temsil eden sosyalist düşünce bugün işlemez durumda ise hiç şüpheniz olmasın liberal kanadı da hastadır ve o kesim de çökecektir.
Sosyalizm ve liberalizmin kökünde de aynı materyalizm paradigmaları
vardı.
Tabiî ki. Dünyayı açıklama modeli olarak modern paradigmanın içinden neşrü neva bularak çıkmışlardır hatta. Bir yönüyle belirtmek isterim, Marksizmin modern paradigmanın ortaya çıkardığı ya da liberal ilişkilerin, iktisadî ilişkilerin meydana getirdiği hastalıkların tedavi etmek için ortaya çıkmıştır. Marksizmin, bütünüyle modern paradigmaya bir itirazı yoktur. Nedir bu? Sömürü ortaya çıkmıştır, insan emeğinin sömürülmesi oluşmuştur. Marksizm, mülkiyetsizleştirerek bu sorunu çözeceğini düşünmüştür.
İkisi ayrılmaz bir bütün müdür?
Elbette. Batı’da biliyorsunuz biri diyor ki; “zihnin bilgi olarak ürettiği şey dış dünyanın elde ettikleridir.” Bir diğeri de diyor ki; “hayır, zihin dış dünyayı algılayarak bilgi elde eder.” Yani kendi kategorileri vardır. İslâm’da böyle bir şey yok. Bu iki tezin dışında bir şey ister, bu anlamda İslâm ne idealisttir ne de materyalisttir. O yüzden ben kişisel olarak başından itibaren bu maddî ve manevî ayrımların İslâm’a ait olmadığını, ama derdimizi anlatmak için kullandığımızı, fakat İslâm’a ait olmadığını hep savundum. Mesela sekülerlik kavramında da böyledir, seküler; çok affedersiniz mesela cinsel ilişkide bulunmak seküler bir faaliyettir. Batı paradigmasına göre bu faaliyet seküler tanımda yer alıyor ama biz de övülmüş bir faaliyettir. Meşru zemin içerisinde söylüyorum, şimdi bunu dünyevî bir şey olarak düşünen, dünyevî bir algı olarak algılayan bir din veya bir zihnin benimle yani bir Müslüman ile anlaşması mümkün mü? Şimdi bu kavramlarla şekillenen zihniyetin, dokuz hanımıyla olan Peygamber Efendimizi anlaması mümkün mü? Anlayamaz. Çünkü Peygamber zaten dünyevî bir şey yapıyor hanım sahibi olmakla. Bizde ki idealist materyalist, maddî, manevî ya da seküler kavramlarının üzerinde -belki bende kullanıyorum bunu- size söyleyeyim hatta çok eskiden yazdığım yazıda da bakıyorum diyorum başka bir yazımı yazsam ciddi hatalar olmuş.
Dünyaya bir fikir, bütün olarak bakmak gerekir hayata.
Nasıl “bakacağız” şimdi? Batı diyor ki “akıl, düşüncenin alanıdır, kalp ise duygunun alanı...” İslâm’da böyle bir ayrım yoktur. Bizde sık sık nedeni yok efendim, “akıl vahiy ilişkisidir”, “hayır öyle bir ayrım olamaz”, “siz akıl ve vahiy ilişkisi dediğinizde vahyi aklın mertebesine çıkartırsınız” açıklamalarda bulunanlara şaşırıyorum. Akıl en kıymetli hazinemizdir. Aklı olmayan sorumlu tutulmamış ama Batılı anlamda bir akıl kavramının bizde var olduğu anlamına gelmez. Bizim bu son dönemlerde içine düştüğümüz çıkmazda, kanaatime göre düğümlenmiş ama sen aklı mı reddediyorsun derseniz, hayır. Aklı red etmiyoruz ama hangi akıl üzerinden konuşalım. İslâm akıl dinî değildir, akıl inşâ eden bir dindir, çünkü akıl inşâ edilen bir organdır. İmam Gazalî diyor ki; “aklın görebilmesi için ışığa ihtiyaç vardır.” Akıl kendi karanlığını aşamaz. Siz bir şeyi üretirken akılın düşünceyi üretmesi için temel aldığı şey ne ise aslında o da imanınızın bir parçasıdır. İslâm’da iman, amel ilişkisi çok sıkı bir ilişkidir. Böyle kolay kolay koparılacak bir ilişki değildir. Bugün bizim teologların dediği anlamda da değildir. İslâm’da bilgi ile iman ayrıştırılamaz ama bizim ilahiyatçılar öyle anlıyor. Akılla kalbi ayırmışlar. Hâlbuki İslâm’da akıl diye bir şeyde yok İslâm’ın akıldan kastettiği kalptir. Vahiy, Peygamberin kalbine indirilmedi mi? Bizim akıl kavramımız Batılı anlamdaki rasyonun karşılığı değil, tabiî ki bütün bu akıl kavrayışlarımız modernliğin akıl kavrayışlığının bir ifadesidir. Ben bunlardan da kurtulmamız kanaatini taşıyorum. Kurtulmadan bir sâhih bir şekilde, İslâm’ın muradına uygun bir şekilde ne dünyaya bakabiliriz ne de Müslümanca düşünebiliriz.
Çok teşekkür ederiz hocam bize vakit ayırdığınız için.
Ben de çok teşekkür ederim size ve çalışmalarınıza kolaylıklar dilerim…
(Aylık Dergisi, 124. Sayı, Ocak 2015)