Eğitimci şair ve yazar. 20 Aralık 1956 tarihinde Ordu'nun Gürgentepe ilçesine bağlı Okçabel Mahallesinde doğdu. İlk tahsîlini aynı yerde (1969), ortaokulu Gürgentepe’de (1972), liseyi Perşembe (1972-1973) ve Ankara İlköğretmen Okulu ve Lisesinde tamamladı (1976). Aynı sene Gümüşhane'nin Bayburt ilçesine bağlı Harmanözü köyüne Öğretmen olarak atandı. Ankara Eğitim Enstitüsü’ne kayıt yaptırdığı için bu vazîfesinden istifa etti (1976). Eğitim Enstitüsünü Ankara (1976-1977) ve Kırşehir Eğitim Enstitüsünde tamamladı (1980).
Türk Standardları Enstitüsü (TSE), Bağ-Kur Genel Müdürlüğü, Başbakanlık Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğünde çeşitli vazîfelerde bulundu. 1985 senesinde yeniden öğretmenlik mesleğine döndü. Samsun'nun Terme ilçesine bağlı Gölyazı-Balkamlı beldesinde üç sene öğretmenlik yaptıktan sonra, Gürgentepe Halk Eğitimi Merkezi Müdürlüğü vazîfesine atandı(1989). Buradaki vazîfesi esnasında Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesinde Lisans Tamamlama Programı’nı bitirerek Türkçe Bölümü’nden mezun oldu (1999).
Husûsî anma ve yıl dönümleri münâsebetiyle; târih, kültür ve edebiyat ile ilgili çeşitli konferanslar düzenledi. Zaman zaman bu konferanslarda hem idareci ve hem de konuşmacı olarak hizmetlerde bulundu. 1989-2001 târihleri arasında 12 sene hizmette bulunduğu idarecilikten kendi isteği ile ayrılan ve Ünye’de öğretmenlik vazîfesine devam etmekte iken 21 Temmuz 2009 tarihinde emekli olan Ahmet Şahin, evli ve dört çocuk babasıdır.
Ahmet Şahin’in, 1983 senesinden
itibaren bazı gazeteler ile edebiyat, kültür, sanat mecmualarında aralıklı
olarak çeşitli mevzû’lara ilişkin araştırma-inceleme yazıları ve makaleleri
yayınlanmaktadır. Bu yayınlar: Dâvet,
Erciyes, İnanç, Boğaziçi, Yeni Düşünce, Yeni Defne, Türkeli,
Yeni Türkiye, Olaylara Bakış, Sükût, Cümle, Fikir Sanat ve Edebiyatta Töre,
Berceste, Edebice, Türk Dünyası Araştırmaları, Dîvânyolu, Tarih ve Medeniyet’tir.
Bazı “internet” kürsülerinde de
şiir, makale ve yazıları yayınlanmaktadır. Ayrıca “Târihi-Kültürü-Coğrafi özellikleri ve tabiat güzellikleri ile Gürgentepe”
adlı yayımlanmış bulunan tanıtım kitabının hazırlayıcılarından olan Ahmet
Şahin’in, şiir çalışmaları devam etmektedir.
Aldığı Ödüller:
Dîvanyolu Dergisi Ahmet Şahin’e
2017 yılı Kültür Ödülü verdi.
Yer Aldığı Kitaplar:
Mehmet Karayalman’ın hazırladığı Ünyeli Taslızade Hacı Yusuf Bahri Efendi
(2011)
Prof. Dr. İsmail Çetişli’nin
hazırladığı Türk Şiirinde Hz. Peygamber (1860-2011) (2012)
Yer Aldığı Antoloji:
Ali Gündüz’ün hazırladığı Türk Şairleri Şiir Antolojisi (2008)
Yer Aldığı Ansiklopedi:
Ahmet Sezgin’in hazırladığı Termeli Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi (Terme’de
Yaşayan Şair ve Yazarlar Bölümü, 2012)
Üyesi Bulunduğu Kuruluşlar:
Avrasya Yazarlar Birliği, Türkiye Yazarlar Birliği.
Yayımlamayı Düşündüğü Eserleri:
1. Şiir Kitabı: Dîvânçe
2. Mâzî’den İstikbâle (Dil -Tarih - Kültür - Edebiyat ve Tasavvuf Sohbetleri) Makaleler
3. Hacegân Şehnâmesi
4. Türk - İslâm Şehnâmesi
Şiir Anlayışı:
Ahmet Şahin, “Târihî Türk Şiir Geleneği”ne bağlı kafiyeli ve redifli şiir anlayışının devam ettirilmesinden yanadır. Hangi mahreçli olursa olsun, şiirde “bilmem neci ve kaçıncı yeniciliğe” şiddetle karşıdır. Geleneğe bağlı kalmak şartıyla başarılı serbest şiirin de yanındadır.
San’at Anlayışı:
Ahmet Şahin, Hakk’ın bir gür sesi olma cehdini, vecdini, aşkını, idrâkini ve irfânını gönül gurbetinin hicrânında her an hisseden ve muhayyilesindeki hudutsuz büyük bir “Türk Vatanı” hayâlinin hasretiyle için için yanan mahzûn bir kalbin sahibidir. Edebiyat’ta, “hakikate erdirici san’at” veya “hakikat için san’at” anlayışını müdafaâ eder.
Dil Anlayışı:
Ahmet Şahin, dilde yaşayan Türkçe’nin doğru kullanılması ve Türk Dili’nin kaidelerine uyulması taraftarıdır. Dünyanın en eski, kadîm ve köklü; en gelişmiş, kibar, ince, nezîh ve zarîf; en zengin, edebiyat, ilim, kültür ve medeniyet dillerinin başında gelen ve başlangıçtan itibâren Türk irfânının damgasını taşıyan Türkçe’nin; kelime hazînesi ve yapısı bakımından, “târihî mazî”sine bakılmaksızın, “Türkçeleşmiş” her kelimeyi, Türkçe’nin ezelî ve ebedî “lisân kalesi”nin burçlarında ta kıyamete kadar dalgalanacak azîz bir bayrak telâkki eden anlayışın en koyu bir müdâfiî’dir.
KAYNAKÇA: Ali Gündüz / Türk Şairleri Şiir Antolojisi (2008), Mehmet Karayalman / Ünyeli Taslızade Hacı Yusuf Bahri Efendi (2011), Prof. Dr. İsmail Çetişli / Türk Şiirinde Hz. Peygamber (1860-2011) (2012), Ahmet Sezgin / Termeli Yazarlar ve Şairler Ansiklopedisi (Terme’de Yaşayan Yazarlar ve Şairler Bölümü, 2012), Ali Kayıkçı / Dünden Bugüne Samsunlu Şâirler ve Yazarlar Ansiklopedisi (2013, 2016), Ahmet Şahin - Bilgi Formu (Ekim 2016).
MÜNÂCÂT
Ahmet
ŞAHİN
Besmele’yle Rabbim’i zikre dilim alışık
Allah ve Resûlü’nü selât’e kalbim âşık
Her yerde ve her şeyde bir mührünü aradım
Yâ Rabbî, evvel - âhir, ezel - ebed
kavradım
Ayne’l, İlme’l ve Hakke’l yakînen bilinensin
Her vakit doksan dokuz kere zikredilensin
Kur’ân, Âyet Âyet ve Sûre Sûre hitâbın
Kâinât, sayfa sayfa dürülmüş aşk kitâbın
Gök Kubbe’yi çınlatan Allahü Ekber’in var
Günde beş vakit tekrar alınan Tekbîr’in var
İlm, hikmet, ma’rifetle mücehhez âbidlerin
Sahâbiler, velîler, Hakk dostu zâhidlerin
Camiler, minâreler, kubbeler îzânındır
Arş-ı âlâ, gökyüzü, yeryüzü nizâmındır
Melekler, Peygamberler aşkın ile yanarlar
Gece gündüz durmadan Şerîat’in yayarlar
Ne muhteşem saâdet, îmân kalbin cilâsı
Allah ve Resûl aşkı, gönüllerin şifâsı
Allah’ım, kalbimizin ateşini söndürtme
Îmânımızı koru Hakk yolundan döndürtme
İlâhî affet bizi beş vakit nisyândayız
Her an gaflet içinde belki de isyândayız
Yâ Rabb, “ölmeden evvel öldür” de güldür
bizi
Huzûruna varmadan erdir de öldür bizi
Yâ Rabb, Rûz-i Mahşer’de bizi eyleme rezîl
Habîb’in Ümmeti’ni affeyle etme zelîl
Yâ Rabb, Resûlallah’a hasrettir beşer
hasret
Bizi de Livâü’l-hamd Sancâk altında haşret
Bizi Cenneti’ne al, gösterme Nâr-ı cahîm
Yâ Rabbe’l-âlemîn ve Yâ Erhame’r-râhimîn
([email protected]) (2009)
KÜLTÜR TAHRÎBÂTI
Milletlerin teşekkülünde ve hayâtiyetlerinin devam ettirilmesinde birinci derecede husûsiyet arz eden âmillerin başında kültür gelmektedir. Batı Avrupa dillerinden dilimize girmiş bulunan, her millete münhasır yapısı ile de bünyesinde irili ufaklı birtakım ayrıcalıkları barındıran ve adına “kültür” dediğimiz bu önemli kavram hakkında çok çeşitli fikirler ileri sürülmüştür. İlim ve fikir adamlarının bu kavram hakkındaki kanaat ve düşünceleri kültürü ele alış tarzlarına göre değişmektedir. Bu ise kültürün içerisinde bulunan unsurların yapısıyla alâkalı bir husûsiyettir.
Kültür kelimesi dilimize yerleşmeden önce daha kavrayıcı, kaynaştırıcı ve kuşatıcı bir kavram olan “irfân” kelimesi kullanılmaktaydı. “İrfân” kelimesi daha sıcak, daha ihâtalı, daha bizden ve bizi ifâde eden bir mefhum idi. Bunun yerine “hars” kelimesi ikame edildi ise de ilim adamları arasında pek kullanılmadığı görülmektedir. Artık günümüzde umûmiyetle “kültür” kelimesi yaygın olarak kullanılmaktadır.
Kültür kelimesi yerli ve yabancı pek çok içtimaiyatçı, kültür târihçisi ve edebiyatçı ilim adamı tarafından değişik şekillerde ta’rîf edilmiştir. Biz bu yazımızda, evvelce yapılmış olan kültür ta’rîflerine ve kültür ile medeniyet arasındaki benzerlik ve ayrılık münâsebetlerine girmeyeceğiz. Yalnızca umûmî bir ta’rîfle iktifâ ederek, kültür tahrîbâtının meydana getirdiği husûslara kısaca işaret edeceğiz. Buna göre kültürü şu şekilde ta’rîf edebiliriz: Kültür; bir milletin var olmaya başladığı andan itibaren, târihî akış içerisinde geçirmiş bulunduğu ve geçirmekte olduğu safhalar ile mâcerâlarının; mâzî, hâl ve âtî (dün, bugün ve yarın); din, dil, târih, örf-âdet ve geleneklerinin; bediî zevk ve estetik güzelliklerinin ve hukukî değerlerinin; maddî, mânevî, âhenkli yekûnudur. Başka bir ifâde ile kültür; bir milletin müşterek hayât tarzı, târih boyunca geçirdiği acı-tatlı hâtıralar ve edindiği tecrübeler, davranış ve alışkanlıklar, ortaya çıkardığı maddî, mânevî eserler ile estetik güzellikler bütünüdür.
Kültür, bir alt şuûr hâdisesi olduğuna göre onun bu husûsiyeti kişiden kişiye, aileden aileye ve cemiyetten cemiyete değişiklikler gösterir. Bir milletin fert, aile ve cemiyet gibi küçük içtimaî unsurlarında az çok değişiklikler görülmesi esâsa ait ciddi bir ârıza teşkil etmez. Bu değişiklikler daha ziyâde bir mahallîliği ifâde eder. Bununla beraber; fert’te olsun, aile’de ve cemiyet’te olsun bütün bu içtimâî kültür varlıklarının bir millete âidiyet ve mensûbiyet şuûru ile bağlı bulundukları inkâr edilemez bir hakikattir. Bu âidiyet ve mensûbiyet şuûru kültürlerin âdetâ bir şahdamarı mahiyetindedir. Çünkü milletlerin şahsiyet ve karakterleri buna bağlı olarak teşekkül eder. Bu bakımdan kültürlerin en önemli vasıflarından birisi de “millî” oluşlarıdır. Bir millet varsa onun tabiî bir sonucu olarak bir millî kültürünün de olması icap eder. Millîlik vasfını kaybetmiş bir kültürün o milleti ayakta tutması ve yaşatması ise mümkün değildir. Böyle vaktiyle millet vasfını kazanmış olduğu hâlde, millî hâfızâsı demek olan millî kültürünü koruyamaması sonucu târihten silinmiş pek çok millet vardır.
Kültür bir “alt şuûr hadisesidir” dedik. Bu şuûrun ülkemizde son zamanlarda fütûrsuzca “alt kimlik, üst kimlik” gibi bir takım mânâsız tartışmaların kasıtlı olarak içine çekildiğini biliyoruz. Kültürü meydana getiren her unsur önemlidir ve o kültürün bizâtihi içindedir. Kültüre ait hiçbir unsur bulunduğu yerden âdetâ cımbızla aradan çekilip alınarak bir yerlere iliştirilemez. Bazı çevrelerin, millî kültür unsurlarından birini veya bir kaçını ele alıp “üst kimlik” rü’yâsı ve hayâli peşinde koşmaları çok beyhude ve zavallı bir davranıştır. Şu husûs herkes tarafından çok iyi bilinmelidir ki; bu azîz vatanda bir tek târihî Türk Milleti ve onun tek bir “Türk Millî Kültürü” vardır ve kıyâmete kadar da bu hâl böyle devam edecektir!..
Kültürlerde dondurulmuşluk, herhangi bir zamana hapsedilmişlik gibi iptidâîlikler yoktur. Bilakis kültürlerde canlılık ve hareketlilik mevzubahistir ve bu vaziyet büyük ölçüde o millet fertlerinin uyanıklılığına bağlı bir husûstur.
Demek ki, kültürlerin, kadîmlik(târihîlik, eskilik), millîlik, devamlılık, değişmecilik ve gelişmecilik gibi bir takım vasıfları vardır. Sağlıklı cemiyet ve toplumlarda değişme ve gelişme başkalaşmadan kendisi kalarak devam eder. Böyle cemiyetler ve toplumlar için dıştan gelen te’sîrlerin herhangi bir zararı yoktur. Çünkü bünye kendini koruyabilecek evsâftadır. Hulâsa, bir milletin kültürü ne kadar canlı ve diri ise, o milletin istikbâli de o derece kuvvetli ve parlak olur.
Milletler arasında târihin en eski devirlerinden beri bir “var oluş” mücadelesi her zaman olmuştur ve olacaktır. Bu mücadeleler yerine göre askerî, siyâsî, ekonomik ve kültür alanlarında devam edip gitmiştir. Bunların içerisinde en tehlikelisi, en uzun ömürlüsü, en buhrânlısı ve tahrîbâtı yüksek olanı ise hiç şüphesiz ki kültür yoluyla yapılan istîlâlardır. Bu istîlâ hareketinde istîlâya uğrayan milletin millî kültürü kuvvetli ve diri değilse rakîbi hakim kültür rahatlıkla kendisine yaşama alanı bulur ve zaman içinde ana gövdeyi büsbütün ele geçirerek onun hayât damarlarını bir bir kurutarak felce uğratabilir. Bu yol hemen her devirde defalarca denenmiş bir yoldur.
Ülkemiz; bugüne gelinceye kadar tamamen dış mihraklı olarak birkaç defa “hümanist kültür”, “evrensel kültür”, “kapitalist kültür” ve “komün kültürü”ün tehdidine ma’rûz kalmıştır. Şimdi de bütün insanlığa dayatılan “milenyum, küreselleşme, globalleşme, yeni dünya düzeni” gibi bir takım kılıf ve kılıklarla piyasaya sürülmüş olan “post-modern, popüler kültür”ün tehdidi altında bulunmaktadır. Milyonluk orduların milyonluk ordularla cephe savaşları artık târihe karışmış olmakla beraber yine de güç dengesi her zaman olduğu gibi tek belirleyici unsur olmaya devam etmektedir. Milletlerin en önemli millî direnç cepheleri kültür istîlâsı yoluyla içten çökertilerek ele geçirilmektedir. Hakim gücü elinde bulunduran devletler, içeride gönüllü çaşıtlar bularak, senelerce yapıla geldiği gibi kısmen de olsa menfur emellerine nâil olabilmektedirler.
Ülkemizin iki asırlık târihi incelendiğinde “kültür tahrîbâtı” bakımından karşılaştığımız manzaranın mâhiyetinin ürkütücü olduğu görülecektir. “Batılılaşma” adı altında devlet siyâseti haline getirilen bilinen mâcerâmız içerisinde zaman zaman kıymet hükümlerimiz ve mukaddeslerimizle şu veya bu şekilde oynanmıştır. Aydın yabancılaşmasının bir eseri olarak milletimizin millî ve ma’şerî vicdânına aykırı görüntülü basın yayın araçları ile toplumu birbirine bağlayan bağlar alabora edilmiştir. Başta din, dil, târih ve musikî telâkkimiz sistemli bir şekilde dumura uğratılmıştır. Bırakınız dede ile torunu, davranış ve alışkanlık bakımından baba ile evlâdın dahi arası açılmıştır. Ne edeb, ne hayâ, ne erkân, ne âdâb-ı muâşeret ve ne de samîmiyet ve muhabbet hissi nâmına hiçbir şey kalmamış, hepsi de neredeyse yerle yeksân edilmiştir. Vaktiyle her ferdi biri birinin kat’î mutemedi olan bir cemiyetin yerinde bugün güven ve i’timâda dayalı hiçbir bağ kalmamış gibidir. Bir zamanların: “ben siftahımı yaptım, zeytini de karşıdaki esnaf kardeşimden al” diyen büyük bir ahlâkın dürüstlük âbîdesi anlayış, artık ne yazık ki yerini “köşesini dönen, gemisini kurtaran kaptan” anlayışına terk etmiştir. Her iki dünyamızı da ma’mûr ve ihyâ eden “zikir-şükür” gibi iki mübârek müessese unutulmuş ve bu sebeple de kazançların bereketsizliği insanımızın iki yakasını bir araya getirmez olmuştur.
Türk cemiyetinde bugün aile içi ve aileler arası çatışmalar had safhadadır. Önce köylü-şehirli, sonra şehirli-kentli çatışmasına zemin hazırlanmıştır. Adım adım bütün insânî değerlerin içi boşaltılmıştır. Ahlâk telâkkimiz sis, toz duman arasında tamâmen bombardıman altına alınmıştır. Komşuluk ve akrabalık bağları gibi önemli bağlar kopmuş, kimse kimseye güvenemez hâle gelmiştir. Baba evlâdı, evlât babayı, büyük küçüğü, küçük büyüğü tanımaz, tanıyamaz vaziyettedir. “Ye iç yaşa, keyfine ve eğlenmene bak”, davranış ve alışkanlığı bir hayât düstûru hâline getirilmiştir.
Bugün Türkçemizin düzgün okunup, konuşulup, yazılamaz hâle gelişinde yabancı dil ağırlıklı tedrîsin büyük payı vardır. Şiir, dil ve edebiyat zevkimiz büyük ölçüde körelmiş; ne idiğü belli olmayan yâveler şiir, hikâye ve roman diye millet çocuklarına sunulmaya başlanmış, evvelce yazılmış bazı yazarların eserleri “sadeleştirme” adı altında tanınmaz hâle getirilmiştir. Böylece lisânımızın sistemli bir şekilde uyduruk lisân hâline getirilmesi hedeflenmiştir. Bunun sonucunda, sevincini, “ole” ile ifâde eden, işyerine “çorbachı”, “oney berberi”, “keresus lokantası”… gibi tabela asan bir nesil ortaya çıkmıştır.
Vatan topraklarımızın üstünü lâhûtî aydınlık ve güzelliklerle bezeyip süsleyen muhteşem mi’mârî san’atımız bırakılmış, yerine zevksiz ve estetikten uzak beton yığını koca koca gökdelenler dikilmiştir. Başı göklerde ve ayağı yere basmayan bugünün insanı; katların, yatların sahibi olsa da baş döndürücü bir boşlukta oradan oraya savrulup gitmekte yalnız ve çâresizdir…Güzelim bahçeli nîzâmlı Türk Evi’nin dinlendirici, serinletici, aydınlatıcı, eğitici ve ferâhlatıcı bin-bir hâtırâlarla dopdolu mekânını terk etmiş ve böylece apartmanın kapalı, soğuk, donuk, sönük dört duvar arası hayâtına hapsolmuş bugünün insanı muzdariptir. Bu nasıl bir hâlin muzdaripliğidir?.. Bu öksüzlük, köksüzlük ve kendi rûh kökünden kopuşun muzdaripliğidir…Yanî kendinden, kendi hakikatinden gitgide uzaklaşışın, sancılı ve derûnî rûh gurbetinin muzdaripliğidir...
Alan elin veren eli, veren elin de alan eli bilmediği “dilencisiz” bir nizâm ve intizâm te’sîsiyle beraber vaktiyle kurmuş olduğu koskoca bir “irfânî vakıf medeniyeti” sayesinde; kurdun, kuşun, nebâtâtın dahi hak ve hukukunu gözetip koruyan bir ahlâk anlayışı üzerinde yücelmiş ve yükselmiş bir milletin, bugün içine yuvarlandığı manzara hakikaten korkutucu ve ürkütücüdür.
Temiz olmayan yerde ibadeti dahi kabul etmeyen bir mübârek dinin mensupları olarak, Batılı’ya asırlar öncesinde temizlik öğretmiş olan bu milletin, bugün şehirlerinin giriş ve çıkışlarındaki kirlilikleri nasıl izâh etmeli?...Ya iflâh olmaz yerlere tükürme hastalığımıza ne demeli?..Dün temizlik mevzû’nda fermân yayınlayan cennetmekân dâhî Sultân Fâtih’in biz torunları hâlimize yanalım, acıyalım ve gözümüzden seller gibi yaşlar dökerek ağlayalım!..Ve topyekûn millet olarak kendimize şu soruyu soralım; bu hâl neyin nesi ve biz bu hâle nereden ve nasıl geldik?..
ASRIMIZIN
İNSANI VE BOŞLUK
İnsanlık bugüne kadar bir çok devrelerden geçti. Mağara ve Taş
devirlerini yaşadı. Aile, oymak, boy, aşiret ve nihayet devlet hayatına
kadar uzun ve çetin mücadeleler atlattı.
Bu tarihî akış içinde din, dil, örf- adet ve geleneklerden müteşekkil olan ve
birbirinden tamamen farklı kültürler meydana geldi. Ortak tarihî geçmişe sahip,
ortak inançlara bağlı ve ortak yaşayış biçimi olan insanların bir araya gelerek
bir birlik oluşturduğu ve “MİLLET” adını verdiğimiz toplumlar ortaya çıktı.
Böylece her toplum, belirli bir coğrafya parçasını sahiplendi ve burasını
kendisine “VATAN” seçti.
İnsanoğlu bugün artık uzay çağını
yaşıyor. Dünden bugüne geçişte pek çok mesafe kat ettiği şüphesizdir. Hızla
ilerlemekte olan teknoloji ve bunu ustalıkla kullanmasını bilen insanın, maddî
plânda bazı mes’elelerini hallettiği söylenebilir. Fakat görünen odur ki, esas
(ÖZ)’da ve mânâda aynı mesafeyi aldığını
söylemek oldukça zordur.
Bugünün uzay çağının
gökdelenlerinde yaşayan insanın hali, adeta uzayın boşluklarına bırakılmış
uydulara benzemektedir. Altıda boşluk,
üstü de… Buradan düşmek istese düşemez, uçmak istese uçamaz… Ruhsuzluk ve
mânâsızlık âleminde yapayalnız. Asrımızın insanı maddenin kahredici sultası
altında acizlik ve çaresizlik içerisinde kıvranıyor. Çok yazık…
Bu kıvranışın, bu çırpınışın
sebeplerini sadece hukuk düzenlerinde ve mevcut sistemlerin bozukluğunda veya
yetersizliğinde aramak yanlıştır. Hukuk düzenleri de, mevcut sistemler de
insanın damgasını taşımıyorlar mı? Bünyelere göre bu sistemler daraltılıp,
genişletilemezler mi? Nitekim en iptidaî
devirlerden beri bugüne kadar yapılagelen de zaten bu değil midir? Öyle ise, asrımızın insanı neden hâlâ mutsuz
ve perişandır? Bütün bu soruların cevabını, insanın kendi iç benliğinde aramak
lâzımdır. İnsan öyle bir varlıktır ki;
ne makinanın emrinde bir robot, ne de insanın insan elinde bir oyuncak olamaz.
O’nun bir iç, bir de dış dünyası vardır.
O, içi ile dışı birbirini tamamlayan harika bir varlıktır. O’nun,
neşesi-sevinci, ağlayışı-gülüşü kişiliğini meydana getiren görüntüleridir.
İki asırdan beri pozitivist
düşünceden yola çıkan insan, uzayı istilâ etmek yarışında mesafe alırken;
“Mutlak Hakîkat” ve “Teklik” konusunda santim ilerleyemedi. Kâinât’da her ne var ise bütün bunların sevk ve idare
edicisi olan üstün bir kudretin olabileceğini düşünemedi. Dünyaya geldi ama, ne
kâinâtn, ne de kendi varlığının ve yaratılışının sırrına ulaşabildi. Evvelâ
nefsanî varlığının esiri oldu. Dipsizlik, köksüzlük ve inançsızlık çukuru
içinde boğuldu. Din, imân, ahlâk gibi temel değerler sür’atle yıkıldı. Her şey
maddenin merkezinde toplandı. Varsa yoksa madde…
Bugün insanlık, aslında kendi
kendisinden, hakikatten kaçışının cezasını çekmektedir. Millî bünyelerde beliren ve bir hastalık
halini alan inkârcılığın, inançsızlığın cezasını çekmektedir. Ve bu hal böyle
devam ettikçe insanlık, maddede ve mânâda cüceleşerek yok olup gidecektir.
HULEFÂ-İ RÂŞİDÎN
Hazreti Ebû Bekir (r.a)
Ashab’ın en kemâle ermiş üstün
haldaşı
Hazreti Peygamber’in en sâdık
gönüldaşı
Hazreti Ömer (r.a)
“Adalet Mülkü”nün ol, şaşmayan terâzîsi
Resûl’ün “Fârûk” nâmıyla ma’ruf
vüzerâsı
Hazreti Osman
(r.a)
Kur’ânı çoğalttıran “Halîfe-i
müslimîn”
Nebi’nin Vahiy Kâtibi
“Emîr’ül-mü’minîn”
Hazreti Ali (r.a)
Allah’ın Arslanı “İlim Şehrinin
Kapısı”
Asr-ı Saâdet Devri’nin Peygamber
Kadısı
İKİ EVLÂD-I RESÛL
Hazreti Hasan (r.a)
Ol “Cennet gençlerinin şerîfler
efendisi”
“Resûl’ü Müctebâ” şehîdler
beyefendisi
Hazreti Hüseyin (r.a)
“Cennet çocuklarının seyyîdler
efendisi”
“Evlâd-ı Resûl”
ol, gül şehîdler şâhândesi
(2016)
FETİH DESTÂNI (İSLÂMBOL)
AHMET ŞAHİN
Yirmi dokuz Mayıs bin dört yüz elli üç’ünde
Türk Ordusu devrinin en muhteşem gücünde
Fâtih, târihî günde son sözü
söyleyende
“Ya şehri alırım ya şehir
beni”diyende
Bizans’ın Elçisi’ne sözünün devânında
“Ufkuma hayâliniz ulaşmaz”
beyânında
Bu vaziyete göre keyfiyet yaşananda
Tahta çıkar çıkmaz da devleti kuşananda
Edirne’den yetmiş şeyh, âlim yola revânda
Otağ-ı hümâyûn’a on dört günde varanda
Hicrî sekiz yüz elli yedi Cuma
Günü’nde
Fâtih Sultân Mehmed Hân muhasara önünde
İslâmbol’da askerî erkânla
buluşanda
Kumanda heyetine ânında ulaşanda
İstişâre-meşveret Hünkâr
nezâketinde
Sadrâzam ve devletlü zevât nezâretinde
Anadolu, Rumeli beyler beyi
dîvânda
Vezirler, paşalar ve bütün ricâl ayânda
Menzil “Kızıl – Elma”ya
pîrîler yol verende
Molla Gürânî, Molla Hüsrevler el
verende
Fethin kader ağını Akşemseddîn örende
Bir mübârek sefer ki gören gözler görende
Rûh Ordusu kılavuz
firâset tebşirinde
Göklerden çakan şimşek
gazâvet şemşirinde
Fetih hazırlıkları bir bir tamamlananda
Bütün ihtimâlleri tek tek
hesaplananda
“Şâhi” adı verilen toplardan döktürende
Hünkâr, köhne Bizans’a böyle diz çöktürende
Rumeli Hisârını evvelen
yaptıranda
Boğaz’ı da
emniyet altına aldıranda
Yetmiş iki gemiyi karadan yürütende
Tekbîr ve Tehlîllerle kapleri bürütende
Donanma’yı ânîden Haliç’e indirende
Kuvvetini düşmanın kalbine bindirende
Savaş davulu, kös ve tîz borusu
ötende
Gülleler ile Sûr’un dişlerini sökende
Mehterân gazâ içün önden nevbet çalanda
Herkes dalgalı Tekbîr üzre Tekbîr
alanda
Askerler her emri vecd içinde dinleyende
Hücûm emriyle dehşet yer ve gök inleyende
Alp-Eren gazîleri seller gibi coşanda
Her nefer şehîd olmak içün cenge
koşanda
Kalkan, kargı, kılıç, top sesleri yayılanda
Alp kükremesinden de kefere bayılanda
Savaş meydanı yedi koldan dolup
taşanda
Yiğitler can almada can vermede zîşanda
Gazâ ehli mücâhîd bir gül bercestesinde
Şehîd, alnında açan gül Cennet Bahçesi’nde
Ulubatlı Hasan ol yaralanıp sekende
Tevhîd’in Sancâğı’nı en yükseğe dikende
O ki; burçlarda elde Sancâk düşman biçende
Ol huzurla şehâdet şerbetini içende
Nihâyet; fesat, küfür, şirk kalesi
düşende
Hükümdar, beyaz atı üstünde
görünende
Şehîdler ve gâziler bir zafer levhasında
Parlayan ay ve yıldız Türk’ün ser levhasında
Fütûhat yapan Millet
zaferlerin şânında
Müslüman Türk Milleti günün
ihtişâmında
Fâtihân, Topkapı'dan Tekbîrlerle girende
Bu girişle Türklük de murâdına erende
Ne mübârek giriş bu insan bir an dalanda
Târihten silinmek de Bizans'a nâm kalanda
Yirmi dokuz Mayıs’da
“Fetih” nâsip olanda
Cihân’ın az gördüğü
büyük zafer ilânda
Zafer, bizi Cihân’ı fethe memur kılanda
Artık Cihân Târihi
yeniden yazılanda
Yazılan bu destânla
yeni devir devrânda
Bu büyük tecelliyât Türk’e dâir
fermânda
Ayasofya Mâbedî Cami’ye çevrilende
Huzurun ve sükûnun
adresi seçilende
Ulu Mâbed ki artık Tevhîd’in gür sesinde
Mânevîyat Sultân’ı ilk Cuma Hutbesi’nde
Resûl’ün ol muştusu kalpleri mest edende
Şükür secdesi duâ Secde'den yükselende
Sultân Fâtih, mâzî’den atî’ye seslenende
Hânedân’dan fedâkâr vazîfe
istenende
Fâtih demek ister ki: “Nizâm-ı Âlem” içün
-Devletin bek'âsı her şeyin üstünde niçün
-Fâtih Kanunnâme'yi ana
şefkati bilin
-Çünkü, bundan gayrısı oyuncağı
Kâbil'in
Sultân İkinci Mehmed Hân İslâmbol Fâtihi
Doğu Roma Başşehri
Konstantinpol Fâtihi
Ahmet ŞAHİN
TAPDUK EMRE
Mutasavvıf. Mutasavvıf.
Hoca Ahmed-i Yesevî'nin dervişlerinden olup Yunus Emre’nin
mürşididir. Efsânevî kişiliği ve hayatı hakkında rivâyetler muhteliftir.
Nerede doğduğu ve vefât ettiği, doğum ve vefât tarihleri hakkında kesin
bilgilere rastlayamıyoruz. Ancak, o’nun Selçuklu Devleti zamanında ve hatta;
Mevlâna Celaleddin ile aynı devirde yaşadığı sanılmaktadır. Bu düşünceyi
destekler mahiyette Yunus Emre’nin bir şiirinde bu husus açık
bir şekilde dillendirilmiştir:
“Mevlânâ Hüdâvendigâr
bize nazar kılalı
Onun görklü nazarı gönlümüz aynasıdır”
“Fâkîh Ahmed Kutbuddin
Seyyid Ahmed Necmüddin
Mevlânâ Celâlüddin o
kutb-i cihân kani”
(Doç.Dr.Musa
K.Yılmaz, Büyük İslâm Şairi Yunus Emre, Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî
Dergisi Yunus Emre Özel Sayısı, s.16; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1;
1991-Ankara)
(Ayrıca
Bakınız Ahmet Şahin, Hz.Mevlânâ ve Yunus Emre’de “Varlık-Yokluk” Kavramı;
Berceste Dergisi Ekim 2008, Sayı:76, s.24)
Bu
da gösteriyor ki, Taptuk Emre’ye izâfe edilen Bektâşî velâyetnâmelerindeki
atıf, ifâde ve bilgiler yakıştırmadan ibarettir. Tapduk Emre’nin, Moğol zulmü
sırasında Mevlânâ Hazretleri’nin babası Sultân’ül Ulemâ ve mahiyeti gibi, Belh
taraflarından Anadolu’ya gelenler arasında olması da ihtimal dahilindedir.
Bunlardan bize göre, Fuad Köprülü’nün “Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar”
adlı eserinde Yûnus Emre bahsini anlatırken, Tapduk Emre hakkında verdiği
bilgiler, en gerçekçi bilgilerdir:
(…)“O’nun
Cengiz istilâsı üzerine Buhâra tarafından Anadolu’ya gelmiş Sinan Efendi yâhut
Sinan Ata adlı Orta – Asyalı bir Türk şeyhi tarafından irşâd edildiği
hakkında Anadolu dervişleri arasında
eskiden beri mevcut bir an’ane, Yûnus üzerindeki Ahmed Yesevî tesirlerini de
pek iyi açıklamaktadır.”
(Ord.Prof.Dr.
Fuad Köprülü,Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar; Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları: 118; İlmî Eserler:11, 7.
Baskı Ankara 1991; s.266)
Prof.Dr.Haşim
Şahin ise, TDV İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı Tapduk Emre maddesinde şöyle
demektedir:
“(…)Tapduk Emre’nin en tanınan Müridi Yûnus
Emre’dir. Uzun yıllar hizmetinde bulunan Yûnus Emre onun görüşlerini Anadolu’da
ve Şam’da yaymış, kendisinden sevgi ve övgüyle söz etmiştir. Şeyhinin kapısına kırk yıl hizmet ettiğine
dair meşhur menkıbe bir çok kaynakta yer almaktadır. Yunus Emre’nin Şeyhinin fikirlerini yaymaya çalıştığını ve
bunu başardığını, ‘Vardığımız ellere şol safa gönüllere / Halka Tapduk mânisin
saçtık elhamdülillâh’ mısralarıyle dile
getirmiştir. Taptuk Emre’nin Şeyh Ömer ve Şeyh Câfer isimli iki müridi daha
olduğu kaynaklarda belirtilmektedir.
(...)Tapduk Emre’nin Bursa’da, Manisa’da Kula ile Salihli
arasındaki Emre adlı bir köyde, Afyon - Sandıklı, Karaman, Sivas, Erzurum,
Aksaray, İsparta - Keçiborlu gibi
yerlerde Tapduk Emre’ye izâfe edilen mezarlar vardır. Bunlardan bazıları hem
Tapduk Emre’ye hem Yûnus Emre’ye ait
kabul edilmektedir. Bununla birlikte en
muteber görüş, Tapduk Emre’nin mezarının Ankara’nın Nallıhan ilçesine bağlı
Emresultan köyünde bulunduğu şeklindedir. Nitekim bu bilgi bir çok kaynağın
yanı sıra Afyonkarahisar Şer’iyye
Sicilleri’nde de yer almaktadır. Tapduk
Emre’nin ve müridlerinin faaliyet sahasının Anadolu coğrafyası ile sınırlı
kalmayıp Balkanlar’a da ulaştığı bazı köy adlarının onun adıyla anılmasından
anlaşılmaktadır. Meselâ Anadolu’da Aksaray ilinin merkez nahiyesine ve
Edirne’nin Havsa ilçesine bağlı birer köy, ayrıca Varna’ya bağlı bir köy Tapduk
adını taşımaktadır. Bu bilgi Tapduk Emre’nin sözü edilen bölgelere gittiğini
doğrulamasa bile müridlerinin yayılma sahasının tahmini konusunda önem
arzetmektedir.”
(Haşim Şahin, TDV İslâm Ansiklopedisi: Ankara
Fuad
Köprülü’de Yunus Emre’nin Dîvân’ındaki bazı şiirlerden yola çıkarak Hazreti
Mevlânâ’nın ve Şeyhi Taptuk Emre’nin Yûnus Emre’den önce vefât ettiklerini, mürşidinin emriyle
Şam, Antep ve Kâbe’ye gittiğini belirtmektedir:
“Hakîkat erenler, gitti
dünyadan her biri
Konya’da Mevlânâ
Hüdâvendigâr yatur
Yûnus sen de ölürsün,
kara yere girersin
Mürşidlerin ulu’su Emre
Sultân yatur
Emr-i mürşid ile oldum
Şam’a revâne
Ne mümkindir gide Şam’a
böyle dîvâne
Murâd olan Anteb imiş
çıktı beyâne
Yûnus bir nutuk söyledi
Anteb’de (?!..)
Rûm’dan çıktım yürüdüm,
mum olup sızdım eridim
Şükür Hakk’a yüzler
sürdüm ne güzel Kâbe yolları
Edüb niyyet gittik Kâbe
iline vardık tavâf ettik El-hamdüli’llâh
Ol cennetten çıkan
Hacer-i esvede yüzümüzü sürdük El-hamdüli’llâh
Vardığımız
illere, şol safâlı gönüllere
Baba Tapduk mânâsın
aldık El-hamdüli’llâh
Açduk evi
kışladık çok hayırlar işledik
Üş bahar oldu
geri göçtük El-hamdüli’llâh
Derildik pınar
olduk, ayrıldık ırmak olduk
Şol akarsular
olduk şükür El-hamdüli’llâh
Tapduk’un tapusunda, kul olduk kapusunda
Yûnus miskin çiğ
idik, piştik El-hamdüli’llâh
Dost bağcesi
gülünden, şükür ânın dilinden
Yûnus şeyhin
ilinden bize dervişler gelür’’
(Köprülü,Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s.269, 270)
Tapduk
Emre’nin efsanevî kişiliği, mürşidi olması münasebetiyle Yûnus Emre’nin
şahsiyeti ile adetâ bütünleşmiştir. Yûnus Emre’nin Dîvânı’nda Şeyhi Tapduk Emre’ye
olan derin bağlılığını ve
muhabbetini ifâde eden parçalara
sıklıkla rastlanması bunun en bariz misâlidir:
“Âşık Yûnus Girdi yola
Uğradı Taduk Emre’ye
Haydar dem ciğer kanı
ile
Vasf-ı hâlim yazar oldu
Yûnus eydür azıklıyım
Tapduk’unuz dost yüzüdür
İşte bu söze inanmayan
Bunda bulsun ettiğini
Yûnus Emre’m sen tek
otur
Da’vâyı mânayı bitür
Tapduk’leyin bir er
getür
Cana başa kalmaz ola
Yûnus sen Tapduk’a
kılgil dûalar
Âşıklar meydânı ‘arş’dan
uludur
Miskin Yûnus bu sözü can
içinde söyledi
Söyleyen de bî-haber
Tapduk Emre kârıdır
Yûnus sen Tapduk’una kıl
duâlar
İçme sen zehr-i kâtil
aşk elinden
Aşk sultânı Tapduk’tur
Yûnus gedâ ol kapuda
Gedâlara lûtfeylemek
kâidedir Sultâna
Yûnus’tur bunu söyleyen
Tapduk’a kulluk eyleyen
Din yoksulun bay eyleyen
Ol Subhâna’llah değil mi
Yûnus yine usrüdü Tapduk
yüzün görelden
Meğer ânın elinden bir
cur’a şerbet içmiş
Miskin Yûnus bilşeli
Cân-ü gönül verişeli
Tapduk’una erişeli
Gizlü râzım açar oldum
Sorun Tapduk’lu Yûnus’a
bu dünyadan ne anladı
Bu dünyanın karârı yok,
sen ne imiş, ben ne imiş
Yûnus esrüyiben düştü
sokakta
Çağırır Tapduk’una ‘âr
gerekmez
Şeyh-ü dânişmend-ü
velî
Cümlesi birdir er-yoli
Yûnus’tur dervişler kulu
Tapduk gibi serveri var
Aşktır bunca âvâzlar
Dediğim mâna sözler
Tapduk Yûnus’u gözler
Bu vilâyet içinde
İsrâfil Sûr’in urıcak
Her bir sûret nefsim
diye
Ben anmayım hiç Yûnus’u
Taduk köle oldum dile
Emre’m bir doğan idi
kondu Tapduk dalina
Av ve şikâre geldi, bu
yuva kuşu değil”
(Köprülü,Türk
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, s.268)
KAYNAKÇA:
Doç.Dr.Musa
K.Yılmaz, Büyük İslâm Şairi Yunus Emre, Diyanet Üç Aylık, Dinî, İlmî, Edebî Dergisi Yunus Emre Özel
Sayısı, s.16; (Ocak-Şubat-Mart Cilt 27-Sayı 1; 1991-Ankara), Ahmet Şahin,
Hz.Mevlânâ ve Yunus Emre’de “Varlık-Yokluk” Kavramı; Berceste Dergisi Ekim
2008, Sayı:76, s.24), Ord.Prof.Dr.Fuad Köprülü,Türk Edebiyatında İlk
Mutasavvıflar; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları: 118; İlmî Eserler:11, 7. Baskı Ankara 1991; s.266), Prof.Dr. Haşim
Şahin, TDV İslâm Ansiklopedisi: Ankara
MALAZGİRD DESTÂNI
Ahmet ŞAHİN
Asya’dan inmiş şimşek atlar kişnemesiyle
Birden titremiş her yan ah... Türk velvelesiyle
Harbin ta uzaklardan duyulmuş gulgulesi
Bil ki, kıt’alar altüst etmiş Türk zelzelesi
İşte Sancâk-ı Şerîf, en yükseğe çekilmiş
Kürre-i arzın gelmiş merkezine dikilmiş
Sancâk için söylenmiş nice güzel kelâmlar
O’nu yerden mahlûkat, gökten Melek selâmlar
Tevhîd Sancâğım, inanç ve imânın temeli
Uğruna şehîd olmak her Türk’ün tek emeli
En önde şahlanmış at üstünde bir kahraman
Bu, bakışı ufuklar delen Sultân Alp Arslan
Şehîdlik kefenini bir huşûyla giyinmiş
Şol mübârek seferde mehâbetle dirilmiş
Alev saçan öteler işâretli gözleri
İlâhî bir kaynaktan nasîp almış sözleri
Sultân tekmîller almış Nizâmü’l-Mülk’ününden
Bütün hazırlık tamâm fermân yazılmış dünden
Harp nizâmı kurulmuş Otağ hattı çizilmiş
Emîr Afşin, Sav-tekin, Sanduk; alplar dizilmiş
Ordu; tuğla, sancâkla hilâl düzeni almış
Türk Ordusu yek vücut düşmana ölüm kalmış
Gürz, kalkan, kılıç, kargı bire bir hedeflenmiş
Gerilmiş yay ve ok, tek menzile kenetlenmiş
Allah Allah... Nidâsı, yeri göğü kaplamış
Türk yiğitler düşmana hançer, kılıç saplamış
Sultân’nın harp dehâsı şahânelik sayılmış
Şânı cihânı tutmuş her tarafa yayılmış
Cennet’de koklamış da dermiş gül yaprağını
Şehîd, kanla sulamış vatanın toprağını
Bayrağımız şehîdin al kanından renk almış
Bize sonsuz hâtırâ hilâl’le yıldız kalmış
Köhne Bizans’da artık başlamışken bir sukut
İmparator diz çökmüş Sultân’da ise sükût
İhtiyar târih yazmış yazılan bu destânı
Dağlar taşlar kıskanmış yazılan şu destânı
Duâlar, âmînlerle dün bugüne bağlanmış
On asır evvelden bu yurt Türk’e tapulanmış
Şahin bakışlı Sultân, acep bize ne demiş
Anadolu Fâtihi “-Nizâm-ı Âlem...” demiş
(2008)
Divanyolu’ndan kültür sanata ödül
16.05.2018 - 04:46 | Son Güncelleme: 16.05.2018
- 04:48
Divanyolu
dergisi tarafından bu yıl dördüncüsü verilen Divanyolu Ödülleri, önceki
günlerde sahiplerini buldu.
Mükâfatlar, “9. Uluslararası Dergi Fuarı” çerçevesinde yapılan
törende sahiplerine takdim edildi. Törende konuşan Divanyolu dergisi yayın
yönetmeni Muammer Erkul, dergiciliğin asıl maksadının insan yetiştirmek
olduğunu söyledi. Erkul, sanatkârları takdir etmek adına ödül verdiklerine
işaret ederek “Sayısız toplumlar sanat ve edebiyatla kendi kültürlerini
yerleştiremedikleri için yok olup gittiler” diye konuştu. Organizasyonda, Yazı
İşleri Müdürümüz Sadık Söztutan ve Haber Müdürümüz Fatih Selek ödüle layık
görüldü. Bunun yanı sıra “Kültür” kategorisinde yazarımız Rahim Er, Ahmet
Şahin, Doç. Dr. Dündar Alikılıç, M. Haldun Sönmezer ve Nuh Albayrak
ödül aldı. “Sanat” kategorisinde mükâfata, Malik Güçlü, Murat Sevinç ve Osman
Suroğlu layık görüldü. Dr. İbrahim Pazan’ın da tarih dalında mükâfat aldığı
“2017 Divanyolu Ödülleri” çerçevesinde yazarlarımız Prof. Dr. Ramazan Ayvallı,
Mustafa Necati Özfatura ve Abdüllâtif Uyan’a da “Saygı Ödülü” takdim edildi.