Siyaset
bilimci, akademisyen, profesör, İstanbul Medeniyet Üniversitesi Rektörü, Dicle
Üniversitesi eski Rektör Vekili. 1962 yılında Bulgaristan'ın Kırcaali şehrinde
doğdu. 1983 Yılında Gebze İmam Hatip Lisesinden, 1987 yılında İstanbul
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesinden mezun oldu. Marmara Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsünden 1989 yılında yüksek lisans ve 1994 yılında
doktora derecelerini aldı.
Araştırma
alanı Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi Balkanlar-Anadolu coğrafyası iktisadi
tarihi, toplumsal sistemlerin dönüşüm-çöküş esasları olan Gülfettin Çelik,
yüksek lisansta Osmanlı maliyesi, doktorada ise Osmanlı Devletinde nüfus
hareketlerinin sonuçları esasında sosyo-ekonomik yapı alanlarını çalıştı.
Lisans ve lisansüstü eğitim programlarda iktisat tarihi ve İslam iktisat
düşüncesi, karşılaştırmalı iktisat tarihi ve ekonomik sistemler, toplumsal
tarih ve kurumlar tarihi alanlarında dersler veren Çelik, ayrıca çeşitli
lisansüstü ve doktora tezi yönetti. Ağırlıklı olarak Osmanlı toplumsal
sisteminin bütüncül şekilde anlaşılması çalışmalarında bulunan Çelik bu
kapsamda nüfus ve nüfus hareketleri ekseninde alanı tanımlamaya dönük araştırma
ve yayın çalışmaları gerçekleştirdi.
Prof.
Dr. Gülfettin Çelik, eski rektörün 15 Temmuz 2016 darbe girişimi kapsamında
görevden alınmasıyla Dicle Üniversitesine Rektör Vekili olarak atandı. Prof.
Çelik, daha önce de Kırklareli Üniversitesi Rektör Yardımcılığı (2010-2011),
Kırklareli Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi kurucu dekanlığı
(2009-2010), İstanbul Medeniyet Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi kurucu
dekanı (2011-2013) ve yine aynı üniversitede Rektör Yardımcısı olarak görev
yapmıştı (2011-2014).
Ayrıca
2014-2016 yıllarında TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyeliği görevinde bulunmuş olan Prof.
Dr. Gülfettin Çelik, Aralık 2018’den bu yana İstanbul Medeniyet Üniversitesi Rektörü
olarak görevini sürdürmektedir.
KAYNAKÇA:
Dün yoklukla imtihandaydık bugün varlıkla (İslamveihsan.com, 10 Ekim 2014), Prof.
Dr. Gülfettin Çelik (dicle.edu.tr, 03.08.2016), İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Rektörlüğüne Atanan Prof. Dr. Gülfettin Çelik Kimdir? İstanbul Medeniyet
Üniversitesi Rektörlüğüne Prof. Dr. Gülfettin Çelik atandı. Peki Prof. Dr.
Gülfettin Çelik kimdir? (kamubulteni.com, 23 Kasım 2018).
DÜN YOKLUKLA
İMTİHANDAYDIK BUGÜN VARLIKLA
Röportaj: islamveihsan.com
İstanbul
Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülfettin Çelik ile “Türkiye’de
Değerler, Dindarlık, Dünyevileşme ve Yaşam Memnuniyeti Araştırması” bağlamında
elde ettikleri sonuçları, Türkiye’de değişen dindarlık algısını,
dünyevileşmenin dindarlığa etkisini konuştuk.
"Türkiye’de
Değerler, Dindarlık, Dünyevileşme ve Yaşam Memnuniyeti"ni İstanbul
ölçeğinde bir araştırma ile ortaya koyan İstanbul Medeniyet Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülfettin Çelik ve Kral Suud Üniversitesi Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Necati Aydın’ın elde ettiği veriler, Türkiye’de son dönemde artan
maddi imkanların insanımızın reel hayatın pratiklerinde din-dünya ilişkisini
nasıl algıladığına dair çarpıcı sonuçlar ortaya koyuyor.
Çalışma,
özellikle 1980 sonrasında genelde dünyanın, özelde ise Türkiye’nin içine girmiş
olduğu iktisadi büyüme esaslı kalkınma modelinin; insanımıza katmış olduğu
maddi fırsatlar, imkânlar ile dönüşüme uğratmış olduğu genel değerler
inceleniyor. Dini alana ait yaklaşım, inanç, ibadet, muamelat boyutunda ortaya
çıkartmış olduğu sonuçları İstanbul örneğinde ancak belki Türkiye, İslam
dünyası ile genelleyebileceğimiz bir çerçeve ortaya koyuyor.
20.
asrın başından beri söylenegelen “-Batı’nın ilim ve fennini alalım ancak İslam
ahlak ve faziletinden de vazgeçmeyelim’- yaklaşımının bugünün Türkiye’sinde
insanda bulduğu karşılıklara işaret eden bazı cevaplara araştırma ile
ulaşılabilir gözüküyor. Diğer taraftan “Türkiye son otuz yıldır bir yandan
dindarlaşıyor, öte yandan modernleşiyor” söyleminin de ne ölçüde doğru olduğuna
dair bazı okumaların yapılma fırsatı da yakalanmış gözüyor.
Araştırma,
İstanbul’un bütün ilçelerinde 18 yaş ve üzeri erkek ve kadın denekler üzerinde
yaklaşık 900 kişi üzerinde uygulandı. Araştırmanın, Türkiye’de belli
değerlerin, inancın ve dindarlaşmanın dünyevileşme ve mutluluk bağlamındaki
cevaplarına yer veriliyor.
İstanbul
Medeniyet Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gülfettin Çelik ile “Türkiye’de
Değerler, Dindarlık, Dünyevileşme ve Yaşam Memnuniyeti Araştırması” bağlamında
elde ettikleri sonuçları, Türkiye’de değişen dindarlık algısını,
dünyevileşmenin dindarlığa etkisini konuştuk.
İNSANLAR
BAŞKALARININ KENDİLERİNİ NASIL GÖRDÜKLERİNİ ÖNEMSİYOR
Bu araştırmadan
başlıca ne gibi sonuçlar elde ettiniz?
Öncelikle,
1980’lerden itibaren Türkiye’nin içine girmiş olduğu iktisadi büyüme esaslı
kalkınma modelinin Türkiye’nin iktisadi büyümesinde çok büyük mesafeler
aldırdığı aşikârdır. Piyasa ekonomisi şartlarında, özelde de kapitalist egemen
küresel ekonomik modelin belirleyiciliğinde Türkiye’de bugün 10 bin dolar kişi
başı gayri safi milli geliri nasıl daha öteye taşırız, orta gelir tuzağını
nasıl aşarız derdinde olan bir ülke. Bu yönüyle 80’lerden itibaren girmiş
olduğu süreçte başarılı olduğu söylenebilir.
İkinci
önemli husus, Türkiye ekonomisi dünya çapında büyürken bunun kişiler düzeyine
de yansımış olmasıdır. Hakikaten her gelir düzeyinde insanımız ortaya çıkan
gelirden daha fazla pay almaya başladı bu dönemde. Bir şekilde üretim sürecinde
yer alan insanların yanında devletin de, özellikle sosyal devlet olarak yapmış
olduğu transfer ödemeleri ve sübvansiyonlarla insanımızın daha da artan
düzeylerde gelirinin olacağı söylenilebilir. Bunun doğal olarak yansıması
üretim, paylaşım ve tüketim süreçlerinde ortaya çıkmıştır. Üretilen mal ve
hizmetlere ilişkin talebin, bunun tüketime konu olan türleri ve biçimlerindeki
gelişmeler daha uzun bir dönem dönüşümünü devam ettirecektir denilebilir.
Bu
araştırmamızda bunun dini alanla kesişen birçok boyutunda
öngörülmeyen/öngörülemeyen yönlerde ilerlemeler müşahede ettik. Hakikaten İslam
boyutu ölçeğinde insanımızın hem üretme hem de tüketme noktasında son derece
parasal boyutla iç içe bir yaşam tarzına doğru gittiğini gördük. İnsanımız
artık ne kadar üretmesi gerektiğini, ne kadar tüketmesi gerektiğini önceki
nesil insanlara göre çok daha fazla dert edinir durumda. Nitekim araştırma
sonuçlarına bakacak olursak 5 vakit namaz kılan insanlar içinde bile %40 kadar
bir kesim kendisi için para kazanmanın çok önemli olduğunu düşünür durumda.
Ankete
katılanların %60’ı gelecekte geçim sıkıntısı çekme endişesini belirtmiş
durumda. Katılanların sadece %19’u “Gelecekten endişe etmeye gerek yok, Allah
kerimdir zaten” der durumda. Yine tüketim boyutuna baktığımızda insanların
3/1’i pahalı, lüks tüketime dikkat etmeye çalıştığını ve imkânı olduğunda
pahalı ve lüks malları en azından bazen aldığını, katılanların 3/1’i de pahalı
bile olsa markayı tercih ettiğini ifade etti. Yine 3/1’i maddi olarak kendi
sahip olduklarını başkasıyla kıyas ettiğini ve bu noktada kendisinden üstün
olanları görüp üzüldüğünü belirtti. İnsanlar bu noktada sahip olduklarıyla
yetinmemekteler.
3/1’i
rakam çok büyük bir ölçek burada. Bu kitle, bir bakıma başkalarına bakarak
onlar gibi olmayı, hayatlarını onlar gibi kurgulamaya çalıştıklarını ifade
etmekteler. Bu tabi, dolaylı olarak ekonomide tayin edicilerin zihniyete varan
bir etki güçlerinin insanımız üzerindeki belirleyiciliğini de göstermesi
bakımından önemli. Yine katılanların önemli bir kesimi kendi gündelik yaşamını
dış dünyanın algısıyla da ilişkilendirir durumda. Yani insanlar kendileri
yaşamaktan ziyade başkalarının kendilerini nasıl gördüklerini önemser
durumdalar. Toplumun kendine özgüvenini sorgulatacak bir durum söz konusu.
Benzer hususta anketörlerin %62’si getirisi düşük dahi olsa itibarı yüksek olan
bir işi tercih edeceğini söyledi. Yine 5/1’i kendisini bir ortamda kabul
ettirebilmek adına modayı takip ettiğini ifade etti.
İNSANLARIN 5/1’İ
HAYATI YE, İÇ, EĞLEN, ÇAL, OYNA OLARAK ALGILIYOR
Başkasının gözü
önünde nasıl göründüğümüze neden bu kadar çok dikkat ediyoruz?
Türkiye’nin
yaşamış olduğu modernleşme, çağdaşlaşma ya da dönüşüm sürecinin getirmiş olduğu
belki doğal bir sonuç. Örtünme konusunda bile bizim insanımızın kılık kıyafet,
renklilik, uyum, ütülü olması, beden, ebat hassasiyetiyle başka toplumların
hassasiyeti mukayese edildiğinde farkımız aşikârdır. Bu artı mıdır eksi midir
bilemiyorum.
Saf,
sade zerâfet, başkalarına o anlamda şık, temiz gözükme kaygısı ileyse diyecek
hiçbir şeyim yok. Ancak elde ettiğimiz sonuçlar yüzünden ben bu konuda biraz
şüpheye düştüm diyebilirim.
Yine
insanların önemli bir kesimi ister ibadet ehli olsun isterse hiç alakasız
olsun, sadece “damak tadı” için zaman zaman bir takım restoranlara, lokantalara
gittiğini ifade ediyor. Yine insanların 5/1’i hayatı “ye, iç, eğlen, çal, oyna”
tarzında algıladığını ifade ediyor. Yine ilginç olan bir şey, katılımcıların
%61’i mutsuz bir insan olarak yaşamaktansa, mutlu olan herhangi bir hayvan veya
bir kuş olarak yaşamayı tercih edebileceğini ifade ediyor. Bu mutluluk ve
mutsuzluk konusu insanımızın hazcı, bedensel ya da kişisel dünyalarına
dönüklüğünü ifade ediyor. İbadet ehli dahi olsa insanımızın mutluluğunu
sağlayacak olan unsurları çok önemsediğini vurguluyor. Bu acıdan,
sorumluluktan, iş yükünden kaçma gibi alanlara sanki bir açıklık oluşturur gibi
bir yaklaşıma götürdü bizi. Tabi bunların araştırılması gereken farklı yönler
olduğunu söylemek lazım.
TOPLUMUN YARISI
YALAN KONUŞUYOR
Araştırmanın en
ilginç sonuçları nelerdi?
İlginç
olan bir şey, insanların yarısının herhangi bir sebeple yalan söylemeye
yatkınlığını ortaya koydu. Ankette çıkan sonuçlara göre; insanların %37’si, 5
vakit namaz kıldığını söylüyor ama %50’si ihtiyaç ve zaruret olduğunda beyaz
yalan dediğimiz yalan türünü kullanabileceğini söylüyor. Yine %50’si zaruret
halinde ve kendi çıkarına ters düştüğünde verdiği sözde durmayabileceğini
söyledi. Özellikle bu son husus; erdemli, medeni, çağdaş, modern insan
tanımının asla kabul etmeyeceği bir şeydir. İnsan ilişkilerinde güvenin ortadan
kalktığının delili olarak, bu Türkiye için bence çok ciddi bir problem alanı
olarak ortadadır. Eminim ki buna benzer hususlar, dünyevileşmesini kendi manevi
değerleriyle dengeli götüren toplumlarda bu kadar değildir.
Araştırma
sonuçlarına göre namaz kılanların yarısı ihtiyaç ve zaruret olduğunda yalan
konuşabileceğini söylüyor. İbadet eden insanlardaki bu zaafı siz nasıl
yorumlarsınız?
Normalde
Türkiye’deki insanların hepsinin yalan konusunda hassasiyetli olmasının gerektiği
söylenirdi. İbadet ettiğini söyleyen insanlarda bile bunun eksik kalışı,
Türkiye’de tanımlanan Müslümanlığın, değerlerimizle insanların nasıl
ilişkilendirildiği konusunun sistem düzeyinde problem edinmemiz gerektiğini
ortaya koyuyor.
YARDIMLAŞMA KONUSUNDA
OLDUKÇA HASSASIZ
İlginç olan
sonuçlardan bir diğeri de “yardımlaşma” konusunda görülüyor. İslami hassasiyeti
olan bir insanla olmayan arasında açıkçası pek bir fark yok.
İnsanımızın
sosyal yardımlaşma konusunda oldukça hassas olduğunu görüyoruz. Herhangi bir
İslami hassasiyeti olmayan insan ile hassasiyeti olan bir insan arasında bu
noktada oldukça yakınlık var. İnsanlar sosyal yardımlaşma ve insanlara yardım
etme konusunda birbirlerine çok da uzak değiller. Hiç namaz kılmayan insanların
bile %13’ü başkalarına bir şekilde yardım ettiğini, destek olduğunu ifade
ediyor. Bu anlamda yardımlaşma konusunda çok da endişelenecek bir durum
olmadığını söyleyebiliriz.
İNSANLARIN %65’İ
HAYATINDAN MEMNUN
İnsanımızın ne
kadarı hayatından memnun gözüküyor? Onlara ilişkin tespitleriniz neler?
Bizi
düşündüren hususlardan bir diğeri de buydu. Yaşamdan memnuniyet noktasında
insanların %65’i çoğunlukla hayatlarından memnun olduğunu; %57’si de yeniden
yaşama imkânı olsaydı, hayatından pek fazla bir şey değiştirmeyeceğini ifade
ediyor. Yani %65’i hayatından memnun, %57’si tekrar imkânım olsa hayatımdan bir
şey değiştirmezdim diyor. Tezatlar dünyası tekrardan dikkate alındığında
üzerinde düşünülmesi gereken bir sonuca bizi götürüyor. Yani yalan söylemeyi
düşünen bir insan ile 5 vakit namaz kılan bir insanın aynı kişilikte buluşması
ve bu insanın ‘ hayatıma dair çok fazla değişikliğe ihtiyacım yok, hayatımdan
memnunum ‘ demesi bizim ideal insan tipolojisinde ciddi bir problem alanına
düştüğümüzü gösteriyor. Belki şu noktada vurgu yapmak gerekiyor:
Şan,
şöhret, imaj, para ve haz peşinde koşan insanların normalde arka planda her ne
kadar ‘ben mutluyum’ dese de mutluluğu elde edemediklerini, bir takım
sebeplerle başka arayışlar içinde olduğunu gördük.
Başkasına yardım eden, kendisini kabullenmiş, kendi sınırlarını gören, entelektüel faaliyetler içinde olan, okuyan, araştıran, görüş belirten, manevi yaşamı zengin, ilaveten de sağlıklı yaşamı önemseyen ve belirli bir gelir elde etmiş insanların Türkiye’de daha mutlu olan insanlar olduğunu gördük. Bu hususta daha detaylı başka araştırmalara ihtiyaç hissedildiği de ortada.
BU ÇAĞA ÖZGÜ
YENİ BİR YAKLAŞIM GELİŞTİRMELİYİZ
Bu
araştırmanın ortaya koyduğu hususlara ilişkin, ana hatlarıyla genel bir
değerlendirme yapacak olsanız neler söylemek isterdiniz?
Türkiye’deki
insanlar birçok bağlamda çift kişilikli, birçok noktada kendisini tanımlamada
aklı karışık durumda gözüküyor. Kendisini konumlandırmada çelişkiler içinde
olan, kendisini tanımlamada altyapısı eksik bir insan tipolojisine doğru
gittiğimiz sonucu çıkarılabilir. Bu noktada devletin ya da siyasal otoritelerin
mevcut durumu dert edinerek, Türkiye insanının nereye gittiğine dair yeni
tespitler ve bunlara dayanarak yeni tanımlar yapma ya da var olan tanımlardan
hareket edecekse bile bu tanımları kabul ettirme, insanlara aktarma ve reel
hayata bunları uygulatma noktasında kendi başarısını yeniden gözden geçirmesi
gerekiyor. Bu noktada devletin ve diğer kurumların kendilerini yeniden
kurgulaması gerektiğinin ortada olduğunu söyleyebiliriz.
Yeni
bir teorik çerçeve geliştirme, bu çağa uygun yeni bir yaklaşım geliştirme
zaruretinde olduğumuz belirtilebilir. İlaveten, politika yapıcılarının kendi
politikalarını kendi ülkelerinin politikalarına göre geliştirip uygulama
zaruretinde olduğunu söyleyebiliriz. Bu çerçevede belki Türkiye’de bazı
ortamların her şeyi devletten beklemeden, sivil toplum örgütleri olarak da
kabul olunabilecek, toplumsal rol sahibi ortamların bu konuyu dert edinerek, bu
konu etrafında cevaplar üretme çabası olması gerekiyor. Yeni dönemde ekonomik
büyüme gibi başlıkların yanında,
evveliyetin buna verilmesi gerektiğini düşünüyorum.
ŞİMDİ VARLIKLA
İMTİHAN OLUYORUZ
Bu
sonuçları dikkate aldığımızda devlet öncelikle nasıl bir politika tercihinde
bulunmalı veya düzenlemeler yapmalıdır?
İslamî
kavramlarla konuşacak olursak, Hz. Peygamber’in (a.s) şöyle bir hadisi vardır.
Diyor ki: “Her ümmetin bir imtihanı vardır, benim ümmetimin imtihanı da mal ile
olacaktır.” Şu anda mal kaçınılmaz bir şekilde önümüzde olan bir imtihandır.
Önceden imtihanımız yoklukmuş, şimdi de varlıkla imtihan oluyoruz.
Biz
maalesef varlığa göre toplum boyutunda kendimizi henüz konumlandıramamış
durumdayız. Yoklukta imtihanı öğrendik, 1500’lerden itibaren batı dünyasının
maddi varlığı elde etme serüveni 20.yy’a kadar olan süreçte İslam dünyasının
hep ‘daha aza kanaat’ ederek gelmesine sebep oldu. 20.yy’ı bu çerçevede
geçirdik ama özellikle enerjiye olan bağlılığın artışı, Allah’ın enerjiyi İslam
dünyasına bir nimet olarak verişi; küreselleşen dünyada başka ortamlarda da olsa
üretilen mal ve hizmetin İslam dünyasına getirmiş olduğu artılar, İslam
dünyasını yokluktan ziyade varlık içinde imtihana kavuşturdu. Mal-insan
ilişkisinin çok hızlı gelişmesinin de etkisi ile kendimizi buna göre kurgulama
zorluğu içindeyiz. Varlık içinde yaşamaya ilişkin dengeli bir kültür henüz
geliştiremedik.
ÖLÇÜTÜMÜZ:
PARANIN-MALIN GÖNLÜMÜZÜ İŞGAL ETMEMESİ
Dünyevileşme
kötü bir şey midir? Ya da hangi dünyevileşme problem? Ne öneriyorsunuz?
Bizim
hedefimiz kulluk ise ve madde ile de bu kadar iç içe olacaksak dünya ile
ilişkileri dikkatli kurgulamamız gerekiyor. Bu da ister istemez dünyevileşmeyi
tanımlamayı gerektiriyor. Belki de çok kısa bir özet olarak “Paranın-malın
gönlü işgal etmemesi” şeklinde bir ölçüt getirebiliriz.
Bunu
aşan hususlar dünyevileşmedir, yoksa dünyadan el etek çekmek bir bu kadar
açlığın, yokluğun olduğu bir dünyada yol olarak seçilemez.
Burada
dikkati edilmesi gereken nokta henüz sistem düzeyinde, kurumsal ölçekte
cevaplar üretilemediğinden her biyerin bunu bir farzı ayın gibi görüp kendinisi
kendisinin kurgulaması sorumluluğunda olmasını sağlamaktır. Bu hususta
kendimizi de buna karşı her gün yeniden kurgulamamız gerekiyor. Fatiha’nın her
rekâtta okunmasını buna örnek olarak görüyorum. Olması gereken yerine göre
parayla iç içe yaşamak, madde ile içli ve dışlı olmak ama bunun gönlümüzde yer
etmemesini sağlayacak tedbirler almak.
MEDENİYETİMİZİN
ÜRETİME, TÜKETİME, PAYLAŞIMA İLİŞKİN CEVAPLARINI KEŞFETMELİYİZ
Mahir İz Hoca,
“Maddi varlık içindeki insanın dolmuşa-otobüse binerek fakir halkın
sıkışıklığına neden olması uygun değildir. Onların taksiye binmesi daha
uygundur ” dermiş. Böyle örneklikte bir hayatı mı öncelemeliyiz?
Benim
bahsedeceğim bunun bir gömlek üstü. Bundan birkaç yıl önce bir işadamının, iş
ortamında bir görüşme yapmak üzere anlaşmıştık. Ben o ortama gittiğimde onlar
bir toplantı halindelerdi. O iş adamı, 8-9 yaşlarında olan oğlunu bana
refakatçı olarak yanıma bırakarak toplantısına devam etti. Biz de o
delikanlıyla muhabbet etmeye başladık. Delikanlıya “bana hiç unutamadığın bir
olayını anlatır mısın?” diyerek bir talepte bulundum. O da anlatmaya başladı: “Amca biz umreye
gitmiştik, hicazdaydık. Amcalarım bana bir sürü para verdiler. Ben de fakir
olarak orada kimi gördüysem hepsine dağıttım o parayı. Bu hiç unutamadığım bir
şey, çok hoşuma gitti dedi.
Düşündüm.
Türkiye’de bir işadamının genelde çocuklarına aktarmak istediği, nasıl üretilip
kâr elde edebileceği, para kazanacağı üzerinedir. Kasa hesabı nasıl tutulur,
işçi nasıl çalıştırılır, mal nasıl pazarlanır, hep bunun üzerinedir. Bunun bir
artı olduğunu gördüm. O işadamı kendi çocuğuna yepyeni bir şey daha vermeye
çalışıyordu. Para nasıl harcanır, nasıl tüketilir? Nasıl harcamayı öğretmek
gerekiyor, başkalarına da vermeyi öğretmek gerekiyor.
Bazı büyüklerimizin yaptığı gibi —öğrenci, işçi, memur dahi olsak— çok cüzi miktarda bir infak, ikram kasamızın olması gerekiyor. Kendi medeniyetimizin ve kültürümüzün üretime, paylaşıma, tüketime ilişkin vermiş olduğu davranışları yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Burada devleti beklemek bence anlamlı değil. Havassı beklemek anlamlı değil. Zira havassın çoğunun ilgisi başka alanlara kaymış durumdadır. Dönemimizi herkesin kendisini kurtarma dönemi diye düşünüyorum. Bu bize farz-ı ayın. Farz-ı kifayeye sığınamayız.
ŞİMDİ KANAATİ
VARLIKTA YAŞAMAK GEREKİYOR
Bu araştırma
süzgeci üzerinden düşündüğümüzde, Türkiye’de insanların kanaatkâr olduğundan
söz edebilir miyiz?
Edemeyiz.
Kanaati bundan sonra şöyle algılamak gerekiyor. Önceden yokluklar dünyasından
yaşıyorduk, isteseniz de yoktu. Üretemezdiniz, o zaman yoklukta belki kanaat
önemliydi. Şimdi varlıkta kanaate talip olmak lazım. Çünkü insan ‘yok ki’
diyecek mazerete sahip değil. Varlığa ulaşmak artık çok kolay, Kendinizi üretim
sürecinin içine çok rahat katabilirsiniz. Hiçbir şey üretmeseniz bile,
varsayıyorum emekli dahi olsanız, yatalak hasta dahi olsanız devletin şu anda
sağlamış olduğu bir takım imkânlarla varlık içindesiniz. Sosyal güvenliğin
sağlamış olduğu refahı dikkate alırsanız; her insan varlıkla imtihan olma
aşamasında. Yani kanaati varlıkta yaşamak gerekiyor.
Bizden
önceki nesilde şöyle anlatılıyor: İşadamının kendi işyerine dolmuşla ya da bir
taksi ile gitmeyip ama her gün taksi ya da dolmuşla gidiyormuşçasına oraya
ayıracağı parayı biriktirip belli periyodlarla bu paraları fakirlere infak
etmesi gibi. Hayatı herhalde böyle yaşamak lazım. Bizi ancak bu kurtarır diye
düşünüyorum.
KONFORMİZM
TÜRKİYE’DE HER İNSAN TİPİNDE PROBLEM ALANI
Peki, yine bu
araştırmaya göre insanlar konformist oluyor diye düşünebilir miyiz?
Evet,
düşünebiliriz. Konformizm Türkiye’de her insan tipinde, her insan düzeyinde
dikkate alınması gereken ciddi bir problem alanı. Zira bütün sistem insanların
mükellefiyet üstlenmeden, maliyet üstlenmeden; en az bedel ödeyerek, en rahat
ve en az maliyet ödeyeceği bir yaşam tarzına doğru yöneltti.
Paran
varsa faize yatır keyfine bak, hatta paran olmasa da dert değil; 12 taksit
yaptır sonra nasılsa ödersin, o zaman düşünürsün. Şimdi al ve yaşa, bugün
tüket. Hatta ibadetini bile bunun üzerine kurgulayabilirsin. Konformizm,
söylemi bütün insan tipolojilerimizde egemen bir yaklaşım ortaya çıkardı.
BATI İLE DOĞAL
SÜREÇTE KARŞILAŞSAYDIK BU DURUM ORTAYA ÇIKMAYACAKTI
Araştırmadan
öğrendiğimiz bir başka şey de tüketim alışkanlıklarımızı belirlerken
başkalarının bizi nasıl gördüğünü çok fazla önemsememiz. Başkasının bizi nasıl
gördüğünü neden bu kadar umursuyoruz? Türk insanında kendine güven sorunu mu
var? Bunun çözümlemesini yapabilir misiniz?
Belki
bizim nasibimiz, kaderimiz. Biz batı dünyasıyla en uzun vadede en uzun ilişkide
olan toplumuz. 1300’lü yıllardan itibaren neredeyse 800 yıldır bu dünya ile
içli dışlıyız. Batı dünyasının yokluğunu da gördük, varlığını da gördük.
Yokluğunda egemendik ama varlığında biz geri çekilen, küçülen, belki de
savaşlar düzeyinde mağlup olan olduk. Bu kaybedişlerimiz bizi birçok noktada
onları keşfetmeye, anlamaya hatta onlar gibi olmaya doğru yöneltti.
Mağlup
olanın galip olana özenmesinden daha doğal bir şey yoktur. Fakat biz bunu
maalesef çok doğal bir süreçte yaşamadık. Toplum kendi kendine doğal bir
süreçte batıyla karşılaşıyor olsaydı belki bu kadar endişe verici durumlar
ortaya çıkmayacaktı. Genelde bizim ilişkilerimiz batıyı, bize kendi içimizden
olsa dahi, başkalarının bize tanımlamasıyla oldu.
Onların
artılarını, farklılıklarını bize kendi içimizden olan bazı insanlarımız, belli
zahiri, şekil ve şemaile indirgediler. Denildi ki; şöyle giyinirseniz,
içerseniz, yatar ve kalkarsanız onlara benzersiniz. Bu ister istemez bir
etkilenme ortaya çıkardı. Özü yakalamaktan ziyade şekle ve şemaile bir
yatkınlık doğurdu. Demin dediğim gibi mağlup olanın galip ya da egemen olana
karşı korkması ona benzemeye çalışması belki zahiren daha kolay yakalanabilen
bir durum. Biraz da kolaycılığın getirmiş olduğu bir sonuç olarak söylenebilir.
BATIDAN TEK
BAŞINA İLİM VE FENNİN ALINMASI YETMEYECEKTİ
Tanzîmatla
başlayan batılılaşma sürecinde, ‘Batı’nın ilim ve fennini alalım, İslam ahlak
ve faziletinden vazgeçmeyelim’ sözünü de unutmadan; batıya gönderdiğimiz
insanlar bize dönerek nasıl giyinip, yaşamamız gerektiğini söylüyor. Batının
kültürünü alıp bu süreçte İslam’dan da vazgeçmediğimizi görüyoruz. Bugün kafası
karışık, hayatı tezatlarla dolu bir insan profili ortaya çıkıyor. Fakat burada
batının ne ilmiyle ne de fenni ile irtibat kurulmuş.
Diyelim
ki onların şekil ve şemailinden öte ilim ve fennine yönelmiş olsaydık, o bile
bizi tek başına kurtaramazdı. Zira batının ilim ve fen anlayışı ve yaklaşımı
arka planda yine bir şekilde kültürle, zihniyetiyle alakası olan bir husus.
Yani “ben” merkezci, batı kültürünü esas alan bir bilim ve fen yaklaşımı var.
Dünyayı yakmayı bile göz önüne alan bir neticeye götürecekti bizi. Bugün ozon
tabakasının delinmiş olması, dünyada açlığın ve susuzluğun bu kadar ciddi
problem haline gelişi, mevcut olan bilim ve fen ilmiyle gerçekleşmektedir.
Dolasıyla tek başına ilim ve fennin alınması yetmeyecekti.
Üçüncü
bir şey daha gerekiyordu. Batıyı şekil ve şemail ya da özüyle göz önüne almak
ama kendi kültürümüzden ve kendi medeniyetimizden hareketle yeni bir dünya ile
ilişki kurma yöntemi geliştirmemiz gerekiyordu. Dolayısıyla tekrar oraya dönmek
gerekir diye düşünüyorum.
DİNDARLIK, TAKVA
İLE YAŞAMAKTAN ZİYADE FETVA İLE YAŞAMAYA DOĞRU DARALIYOR
Dünyevileşme
dindarlaşmanın önünde engel midir? Veya dünyevileşmiş bir toplumun İslam ile
buluşma zemini ortadan kalkmış mıdır?
Şu
anki Türkiye gerçeğinde, -dine verilen anlamda- İslama çizilen yeni
sınırlarda, sathî olarak dindarlaşmaya
engel değil. Ama biz özü yakalamaya çalıştığımızda, arka planı görmeye
çalıştığımızda zihniyet düzeyinde bir problem olduğunu görüyoruz. Mesela
kapitalist şartlarda üretip İslami şartlarda harcama çabası içinde olmak ne
kadar başarılabilir? Yani takva ile
yaşamaktan ziyade fetva ile yaşamaya doğru daralan bir dindarlık anlayışı söz
konusuysa problem biraz arkalarda gözüküyor.
Burada şunu da eklemek gerekir: İktisadi büyüme esaslı kalkınma
modelinin ya da batı tarzı piyasa ekonomisi modelinin getirmiş olduğu doğal
sonuç budur. Bu da bence önemli bir şeydir. İkisi birlikte dikkate alınmalıdır.
ARAYIŞIMIZ
HAKİKAT ARAYIŞI OLURSA CEVAP ÜRETEBİLİRİZ
Türkiye’de
“İslam iktisadı ya da İslam ekonomisi” diyebileceğimiz yeni bir model ekonomik
sistem geliştirilmesiyle ilgili herhangi bir çalışma yapılıyor mu? Türkiye
böyle bir ekonomik sisteme hazır mı? Bu nasıl tesis edilebilir?
Bunun
aslında iki düzeyde cevabını vermek gerekiyor. Birincisi, gündelik reel
ekonominin zaruretleri noktasında olabildiğince İslami sınırlar dâhilinde kalan
cevaplar bulunmaya çalışılıyor. İkinci boyutta ise bireysel düzeyde zihniyeti
de içine alan cevap üretilmediği müddetçe, hem reel ekonomi hem de teorik
düzeydeki ekonominin birlikte üretilmediği bir süreçte dünya ideal cevabı
bulamayacağız. Şu anki durumda, gerek Türkiye’de gerek dış dünyada aslında bunun
cevapları gündem oluşturmaya başladı. Ancak, egemen sistemin egemenliği o kadar
güçlü ki önceliklerimizin iktisadi büyüme ya da kalkınma olduğu bir dünyada,
zihniyete dayalı yeni insan tipolojisi üretmeye dayalı davranışları içine alan
insan tipolojisi üretmeye dayalı cevapların etkinlik oluşturmasının çok zor bir
ortamdayız.
Mesela
Hz. Peygamber -sellallahü aleyhi ve sellem- ashabın, tabiin ve tebeü tabiin ve
sonraki nesillerin üretimde, harcamada-tüketimde ve paylaşımdaki yaşam
tarzları, uygulama tarzları belliydi. Modern dünyaya bunu taşıma noktasında çok
daha güçlü cevaplar üretilmelidir. Bunu da hem siyasetçinin hem ilim adamının
hem de fiilen iktisadi hayatın içinde olan sanayici, tüccar, üretici ve
emekçinin içinde bulunduğu bir organizasyonun birlikte cevap üretebileceği bir
çıkış yolu var. Bir gurubun dışta kalması cevap üretilmesine engeldir.
Cevap
üretmek için yeni bir yaklaşım tarzı,
yeni yaşam tarzı gerekiyor.. Hatta bu, mevcut olan siyasal karar üretme
mekanizmalarının bile yeniden kurgulanmasını gerektiriyor. Mesela mecliste
karar üretme süreçlerinin salt sadece partiler, partililer eliyle ve delege
eliyle üretilmesi artık yetersiz hale gelmeye başladı. Dış dünyayı içine
çekecek mekanizmalar gerekiyor. Sivil toplum bunlardan biridir ama sivil toplum
dediğimizde de bazı şeyler yanlış anlaşılıyor. İlla örgütlü olması da gerekmez.
Siyasal otoritenin o sivil toplumun en ücra köşelerine bile ulaşması için yeni
yollar bulması gerekiyor. Bu olmadığı müddetçe sadece sesi çıkanın, ifade etme
gücü olanın; buna ister yazılı görsel medya deyin, ister kanaat önderleri deyin
hiç fark etmiyor. Sadece onların etki oluşturduğu bir cevap mekanizması bu
cevabı üretmeye yetmeyecektir. Olay sadece biz hangi konuyu gündeme alıyoruz,
hangisini almıyoruz değil. Ele aldığımız gündeme taşımış olduğumuz konuların
kimler eliyle nasıl ifade edildiği de yeniden kurgulanmalı. Bu hususta da
arayışımız hakikat arayışı olursa ancak cevap üretebiliriz.