Gazeteci-yazar (D. 1869,
İstanbul - Ö. 29 Mayıs 1925, İstanbul). Döneminin ünlü gazetecilerindendir.
“Baba Zühdü” diye tanınırdı. Serâzad mahlasını da kullandı. Alman yanlısı
İttihad ve Terakki yönetimine muhalefet eden, İngiliz yanlısı olarak
değerlendirilen muhalefet gazetelerinde yazdı. Öğrencilik yıllarından itibaren
Saadet, Tarik, Sabah, Tercüman-ı Hakikat, İkdam gazetelerinde
çalıştı. Bir süre Maarif Nezareti Tetkiki Müellefat Komisyonu üyeliği
görevinde bulundu. II. Meşrutiyet yıllarında Mahmut Sadık ile Yeni Gazete’yi
çıkardı. Önceleri İttihat ve Terakki’yi savunurken 31 Mart’tan sonra Kâmil
Paşa’nın ve İngiliz politikasının taraftarlığını yaptı.
Çıkardığı gazete, İttihat ve Terakki
Fırkasının Babıâli baskını (23 Aralık 1913) ile iktidara gelmesi üzerine
kapandı. Bu dönemde yazılarına bir süre ara verdi. Sonra, aynı çizgideki İkdam
ve Sabah gazetelerinde imzasız yazılar yayımladı. Bu gazetelerden İkdam’ın
Birinci Dünya Savaşı yıllarında başyazarlığını yaptı. Mondros Mütarekesinin ardından
yine Mahmut Sadık ile birlikte yeniden çıkardığı Yeni Gazete, Ahmet
İhsan’la (Tokgöz) ile çıkardığı Le Soir adlı Fransızca gazetede ve
Sabah’ta yazdı. Kurucuları arasında yer aldığı İngiliz Muhipler
Cemiyetinin bir süre Matbuat Umum müdürlüğünü üstlendi. Son yıllarında
antikacılıkla meşgul oldu. Yunan Savaşı (1897) için yazdığı Şanlı Asker adlı
şiir kitabı büyük ilgi görmüştür. Rusçadan çevirileri de vardır.
“Eseri gibi silik, çiçek bozuğu, ince ve zarif
bir yüz. Hafif ve nazik bir vücut. Kısa kısa ve seri nazarlı, çiy, mavi, zeki
gözlerle, mütehavvil ısrar etmeyen, değişen bir adam. Mütemadiyen hareket ve
nezakette tavırlar. Bu biraz müphem adamı görünce, (hazır, uysal, hamarat)
kendisinden her işi başaracağını memûl ederdiniz. Edipler arasında en hatıra
getirdiği Hüseyin Rahmi beydi. Belki biraz derbeder, biraz “boheme” bir
şahsiyet. Onu, biriktirdiği ve sakladığı mânâsı belki büsbütün anlaşılmamış bir
hüviyet gibi hatırlıyorum.” (Abdülhak Şinasi Hisar)
“Abdullah Zühtü’nün en çok sevdiği şey, bol
bol yârenlik etmekten ibaretti. Tatlı bir konuşması vardı. En çok hoşlandığı
şey de aşk serüvenleriydi. Zühtü’de son derecede duygusal bir ruh göze
çarpardı. Ucuz aşk dünyasının bayağılıkları arasında yüzdüğü halde duyarlığını,
duygulanma yeteneğini yitirmemişti. Zühtü, her dakika âşıktı. Sevdiği kadınlar
değişebilir ama sevgi gereksemesi bir türlü değişmezdi. Bir gün anlatıyordu:
İstanbul’a bir Fransız operet kumpanyası gelmişti. Zühtü her akşam tiyatroda ve
doğallıkla kırk kuruşluk “paradi”de. Çünkü sanatçılardan Matmazel Viyolet’e
tutkun. Kız sahneye çıktıkça avuçları patlayacak kadar alkışlıyor. Ama sanatçı
başını kaldırıp da paradinin kalabalığı arasında Abdullah Zühtü’yü nereden
görecek? Zühtü, artık çıldırma düzeyinde. Sevgilisine kendisini göstermek için
sonunda bir çare düşünüyor. Tiyatronun en tepedeki ucuz bölümü, bütün locaların
üstünü kaplayarak ta sahneye kadar uzanıyor. İşte Zühtü, bu bölümün en ucuna
gidiyor ve oyunun en coşkulu bir dakikasında fesini sahneye düşürüyor. Herkeste
bir kahkaha. Matmazel Viyolet de başını kaldırarak yukarı bakıyor!” (Hüseyin Cahit Yalçın)
ESERLERİ:
ROMAN: Güller Dikenler (1896), Şanlı
Asker (1897), Hırçın Kız (1324-1908), Şikeste Beste, Sara.
SOHBET: Rehgüzâr-ı Matbuatta (1898).
İNCELEME: Devlet-i Aliyye-i Osmaniye ve
Yunan Muharebesi (1897), Sarf-ı Osmani (1900).
ÇEVİRİ: Firari Bir Kız (1890),
Esrarı Müthişe (1895), Müteehhil (1895), Marsuen’in Milyonları (1895),
Beş Yüz Bin Frank (1895), Adelina’nın Esrarı (1896), Bir Gece (1898),
Leydi (1899), Yandım Aman Kantosu (1899), Abı Nevbahar (1903),
Kadın Hisleri (1903), Bahr-ı Mün cemidi Cenubide (1904), Vade (1908),
Muharririn Zevcesi (1908), Parmak İzi (1910), Matmazel Yüz
Milyon.
HAKKINDA: Abdülhak Şinasi Hisar / Ediplerimize
Dair Hatıralar (Hakimiyet-i Milliye, 17.9.1931), Hüseyin Cahit Yalçın / Edebî
Hatıralar (1935), Server Rıfat İskit / Türkiye’de Matbuat İdareleri ve
Politikaları (1943), İbrahim Alaeddin Gövsa / Türk Meşhurları Ansiklopedisi
(1946), Tarık Z. Tunaya / Türkiye’de Siyasi Partiler (1986), TDE Ansiklopedisi
(c. I, 1976), Arslan Tekin / Edebiyatımızda İsimler ve Terimler (2.bas. 1999),
TBE Ansiklopedisi (c. 1, 2001).
Abdullah Zühdü silik bir şahsiyetti ve ben onu hayal meyal gördüm. Lâkin daldın ve muhayyel hayatımın çocukluğunda, gençliğinde ve orta yaşında, hayal, hakikat, sanat ve ölümün canlı hesabî, mesut ve biçâre yüzlerini temsil ederek, bana dört kıymetli ders vermiş olduğunu anlıyorum.
İsmini ilk önce bir baharın gülleri,
dikenleri arasında açılan bir sabah mahsûlü gibi duymuştum. Ben daha çocuktum.
Belki ilk romancı ismi olarak onunkini öğrendim. Hatırlıyorum: İnce ve pembe
kâğıtlı, kocaman kıtalı “Sabah” gazetesi gelince evdeki hanımların ilk merak
ettikleri şey onun romanları olurdu. Bir aralık “Journal des Debats” gazetesi
de bu pembe renkte ve bu geniş kıtada çıkardı. Okumayı sevenlere ne mutlu! Her gün
kendilerine böyle çarşaf boyunda bir mektup gelmiş demektir. Kalbin melâli,
hiçbir mektuptan bir hayır ummadığı zaman başlıyor. O zamanlar büyüklerin
okuduklarını seyrettiğim ve benim okuyamadığım bu gazetelerde
Abdullah Zühdü’nün birbirini takiben ve
isimleri de birbirini andıran romanlar çıkardı: “Güller, Dikenler”; “Şikeste
Beste”. Bunlar okumadan evvel isimlerini ilk duymuş olduğum romanlardır. (…)
Abdullah Zühdü’yü meşrûtiyetin
ilânından sonra “Yeni Gazete”yi çıkardığı sıralarda tanıdım. Eseri gibi silik,
çiçek bozuğu, ince ve zarif bir yüz. Hafi f ve nazik bir vücut. Kısa kısa ve
seri nazarlı, çiy, mavi, zeki gözlerle, mütehavvil ısrar etmeyen, değişen bir
adam. Mütemadiyen hareket ve nezakette tavırlar. Bu biraz müphem adamı görünce,
(hazır, uysal, hamarat) kendisinden her işi başaracağını memûl ederdiniz.
Edipler arasında en hatıra getirdiği Hüseyin Rahmi beydi. Belki biraz derbeder,
biraz “boheme” bir şahsiyet. Onu, biriktirdiği ve sakladığı mânâsı belki
büsbütün anlaşılmamış bir hüviyet gibi hatırlıyorum. (…)
Uzun bir fasıla. Şimdi bildiğimiz bütün
o eski hülyalar ve emeller solmuş ve dağılmış, o baharın üstüne sanki müfrit
bir hazan gelmiş, mütareke denilen şeâmet devri başlamıştı. Ona hiç bir yaşı
yakıştıramamakla beraber, sanıyorum ki Abdullah Zühdü daha yaşlanmışa
benzemiyordu. Ancak, uslanmış, matbuat âleminden çekilmiş, bilmem nasıl bir
zevk, bir
muhabbet, bir zeka
diyeceğim geliyor, bu hafi f adamı bir takım güzelliklerin muhitine çekmiş,
kurtarmıştı. Abdullah Zühdü biriktirmiş olduğu kıymetli, nâdide âsâr-ı nefîse
arasında yaşıyordu. Millî zevkimizin vaktiyle tezyinî sanatların birçok
şubesinde ne harikalar vücuda getirmiş olduğu mâlumdur. Abdullah Zühdü
eskilerden bize miras kalan bu güzel eşyaları almakla ve satmakla iştigal
ediyor ve yaşıyordu. Kendisini bu güzel şeyler arasında bir şiir ve bir sanat
gazisine bürünmüş gibi gördüm. Parası, vakti ve zevki olanlara bu eşyayı
cehalet ve hamakatın tahrîbinden muhafaza
etmek, düşürüldükleri
çamurdan ve külfetten kurtarmak necip bir vazifedir.
Kabiliyeti olan Türkler böylece,
Türkülüğün mazisinden birer parça şey kurtarmış olurlar, dünyanın gözlerine
canlı canlı gösterebileceğimiz bütün bu eşyanın baş döndürücü, gönül alıcı
güzelliklerini biliyorum. Bütün bunları görsem gözlerim dönüyor, ağzımda bir tebessüm
ve kalbimde bir aşk hasıl oluyor. Lâkin bütün bu geçmiş mevsimlerden koparılmış
ve bir tılsım sayesinde gibi, hâlâ solmadan mahfûz kalmış bu çiçeklerle hasıl
olan bu bahçe nihayet muayyen bir sayıda bir altına denk geliyor. Ve para biraz
ağır bastı mı, mesela bin yerine bin yüz, bin iki yüz, bin üç yüz oldu mu,
eyvah!
Bütün bu güzel şeylere elvedâ demek
iktizâ ediyor. Onların yerinde yeller esiyor ve tozlar uçuşuyor. Ve bütün bu
mazi baharı mesela Londra’nın sisli ve mağmum, yahut Amerika’nın taştan ve
maddeten pek yüksek muhitine göç ediyor. Böyle eşyaya günün birinde nihayet
İstanbul’dan ziyade Paris, Londra ve New-York’un zengin mahallelerinde
rasgelinecek ve mesela New-York’un rüzgârları içinde bir katında bu zavallı
eşyanın başları dönecek ve tehlikeli bir yerde barınamayan kuşlar gibi,
kondukları bu yerlere kim bilir ne kadar şaşacaklardır! İşte bu güzel sevginin
zaif noktası da budur!
Lâkin iftirâkın acısından evvel bu
vuslatın da kim bilir ne derin tatları ve zevkleri vardır! Hayatını böyle bir
meşgalenin merakına ve keyfi ne vermek hiç de akılsızlık değildir. Anatole
France de bütün boş vakitlerini antikacı, dükkânlarının ziyaretine hasredermiş!
Abdullah Zühdü böylece, bana, sanatın eskilik merakını ve zevkini de
göstermişti.
(Ediplerimize Dair Hatıralar, Hakimiyet-i Milliye, 17.9.1931)